Ulus, Vatan ve Gericilik

ulus, vatan ve gericilik

ALİ YAŞAR

Devleti ve ülkeyi yöneten egemen sınıflar ve onların politik temsilcileri, bazı kritik dönemlerde aldıkları tutum, söyledikleri bir söz ile, geçmiş yönetimlerin halka karşı yaptıkları eylemleri aklayan ve savunan, bugün de benzer adımları atmaktan çekinmeyeceklerini belli eden bir anlayışı temsil ettiklerini ortaya koyabiliyorlar. Öyle ki, eski bir devletin yıkılması, yeni bir devletin kurulması, hatta bu devletin sınıf karakterinin değişmesi bile bu durumu değiştirmiyor. “Vatanın ve ülkenin çıkarları” bayrağı ardına gizlenerek sahip çıkılan “milliyetçi tutum”, onlar açısından, değişmez, devamlılığı olan “değerler” olarak hep savunuluyor. Konu “tehcir, mübadele, kırım vb. olunca, bu gerici tutum daha da belirginleşiyor. Irkçılığa bulanmış bir milliyetçilik ya da dinle bütünleşmiş bir milliyetçilik (Türk-İslam sentezi!), ülkeyi yönetenlerin genel tutumlarına damgasını vuruyor. Son dönemde bunları doğrulayan bazı politik olaylar gelişti ve bu gerici yönetim anlayışı bir kez daha kendisini açığa vurdu.

Bugünkü devlet ve yönetim anlayışını, Savunma Bakanı Vecdi Gönül’ün epey tartışma yaratan aşağıdaki sözleri kadar özetleyen herhalde pek az yaklaşım vardır. Gönül; “Bugün eğer Ege’de Rumlar, Türkiye’nin pek çok yerinde Ermeniler devam etseydi, acaba bugün aynı milli devlet olabilir miydi? Bu, mübadelenin ne kadar önemli olduğunu size hangi kelimelerle anlatsam bilemiyorum.” derken, sadece tarihte olup bitenlere bir gönderme yapmıyordu. Bakan, bu sözleri ile devletin bugün etnik sorunlara, demokrasi ve özgürlüklere, ulusal hak eşitliği taleplerine, nasıl baktığını da özlü bir biçimde özetliyordu. Dahası modern olmakla övünen bir ülkeyi yöneten kafalar ve anlayış, işte bu gerici anlayışla şekillenmişlerdi. Ama benzer gelişmeler burada durmadı ve bazı liberal aydınların öncülük ettiği –doğruluğu, yanlışlığı bir tarafa– 1915 olayları için Ermenilerden özür dileme hareketine karşı, bazı devlet ve hükümet yetkilileri tarafından –başta Başbakan ve genelkurmay olmak üzere– verilen tepkiler, gerici anlayıştaki devamlılığın tesadüfi olmadığını gösteren gelişmeler oldular.

Kuşkusuz bakanın sözleri bu alanda söylenmiş sözlerin tamamını oluşturmuyor. Benzer sözler, son dönemde farklı ifadelerle daha sık duyulur oldu. Eğer böyle olmasaydı, belki bakan beyin dili sürçmüş, beyni sulanmış denilip geçilebilirdi. Hemen hemen aynı günlerde MHP’nin yakın geçmişte kullandığı “ya sev ya terk et” sloganı, Başbakan Erdoğan’ın ağzından biraz biçim değiştirerek döküldü. Bir belediye bu sloganı bilbordlarda afiş olarak kullanmaya başladı. Ana muhalefet lideri Baykal Kürtlere yönelik hükümet politikalarının şiddetini yetersiz bulan açıklamalar yaparken, Genelkurmay Başkanı göreve başlar başlamaz Diyarbakır’a sefer düzenledi vb. Bütün bunların sözde kalmaması ise ülkenin başka bir temel gerçeği. Sözler uygulanıyor ve bu gerici politikaların toplamı, Cumhuriyet tarihi boyunca uygulanan gerici, faşist politika ve yaklaşımların bütününü oluşturuyor, egemenliğini sürdürüyor, devlet ve yönetim anlayışına damgasını vuruyor.

Bütün bunlar alt alta konulduğunda, devletin resmi politika olarak görüp uyguladığı genel tutumun nerelerden beslendiği, bu beslenmenin gerekçeleri daha bir anlaşılır oluyor. Bu durumda, resmi devlet politikası nerede başlayıp nerede bitiyor, gizli ve açık ırkçı faşist örgütlenmeler bu politikadan nerelerde ayrılıyor ve birleşiyor, arada her hangi bir kalın çizgi var mı, yoksa karşılıklı iç içe geçmeler bütününden oluşan bir yumakla mı karşı karşıyayız sorusu gelip zihinlere takılıyor. İşte tam da burada, bu sözleri dile getirenlerin hangisi devletin bakanı, hangisi Türk İntikam Tugayı üyesi, hangisi Ergenekon yöneticisi, hangisi üst düzey komutan, hangisi ana muhalefet partisi lideri birbirine karışıyor.

Demek ki, epeyce kapsamlı ve derin bir sorunla karşı karşıyayız ve anlayışın kaynaklarına kısaca da olsa bir göz atmadan genel bir sonuca ulaşmak olanaklı olmayacak. Sorunun temelinde, kuşkusuz Türk milliyetçiliği anlayışı, bu anlayışın devlet ve yönetim sistemine vurduğu damga bulunuyor. Bu anlayış, sıkça resmi olarak vurgulandığı gibi, “Türküm diyen herkesi Türk sayan”, bu niteliği ile ırkçı olmamakla övünen, bu sözleri Türklerin ne kadar hoşgörü sahibi olduğunun açık kanıtı sayan bir anlayış. Ama karşıdan bakıldığında da, Türklüğü kabul etmeyen için dünyayı zindan eden bir anlayış. Kendine “bahşedilen” Türklüğü kabul edersen ne ala, yok değilim diyorsan, başına geleceklere razı olacaksın. Hem Türk olacaksın hem de Müslüman! Ama Müslüman olman da yetmez, Sünni ve Hanefi olacaksın. Bu tablo tamamlandığında, devletin istediği ideal Türk vatandaşının tam bir portresi ortaya çıkmış demektir.

Peki, bu “bahşedilen” Türklüğü kabul etmeyenler ne olacak? Bu soru ve yanıtı sadece bugün tartışılmıyor, tartışma güncel olmakla kalmıyor. Geçmişte de tartışılmış ve bugünün gericilerine “ışık tutan” yanıtlar döktürülmüş. Örneğin, bu sorunun yanıtını, Kemalizm’e ideolojik katkı sunan Kadro Dergisi’nden Burhan Belge şöyle veriyor: Belge, Kadro’nun Nisan 1933’te yayınlanan sayısında Almanya’da Yahudilere uygulanan politikayı, “haklı haksız, sert yumuşak, bu hareketin manası, ‘çokluğa uymayan azlık, ergeç pişman olur” diyerek yorumlamakta, sözü ülkeye getirmektedir; “Almanya’daki Yahudi aleyhtarlığı, umarız ki, bizimkilere ders olur. Türk kadar misafirperver olmak için, Türk kadar tarih içinde efendi millet olmuş olmak lazımdır. Fakat, her misafirliğin sonu, ya evdekilere karışmak, yahut misafirliği uzatmamak değil midir? Bizim azlıklar, evdekilere karışmasını, şimdiye kadar hiç bilmediler. Çünkü bilmek istemediler. Fakat bundan sonrası için bunun samimi yollarını, biz göstermeden kendilerinin arayıp bulmaları, şüphe yok ki, hem onların hem de bizim lehimizedir.” (Aktaran Tanıl Bora) Bu tavrın, sadece Müslüman olmayan azınlıklardan beklendiği sanılmasın. Kendilerine Türk olmak bahşedilen Kürtler gibi, Türk olmayan Müslümanlar da özellikle buna dahildir. Bugün milliyetçi, gerici çevrelerce sık sık “ne mutlu Türküm diyene” sözleri tekrarlanarak, ırk ve etnik köken aranmaksızın “isteyenin” Türk olduğunun hatırlatılması, yukarıdaki beklentinin devam etmekte olduğu dışında bir anlama gelmemektedir.

Bu nedenle, Savunma Bakanı Gönül’ün bu sözlerini kuşkusuz rastgele söylenmiş sözler olarak değerlendirmemek gerekir. Çok önceki tarihlerde de benzer sözler dile getirilmiş, “temizliğin” savunusu yapılmıştır. Örneğin Ermeni tehcir ve kırımında kilit rolü oynayan İttihat ve Terakki’nin üst yöneticilerinden, daha sonra TBMM’de milletvekilliği yapmış olan Halil Menteşe, “Şark vilayetlerimizi Ruslarla işbirliği yapmış olan Ermeni komitacılarından temizlememiş olsaydık, milli devletimizin tekeyyününe –şekillenmesi, gelişmesi anlamına geliyor– imkan kalmayacaktı.” demektedir. Bu “temizliğin” Ermeni komitacılarla sınırlı kalmadığı ise çok iyi bilinmektedir.

İlk TBMM’de buna benzer konuşmalar epeyce yapılmıştır. Yine, örneğin Hasan Fehmi Bey’in, Ekim 1920’de, Gizli Oturum’da yaptığı konuşmada şunlar yer almaktadır: “Tehcir meselesi, biliyorsunuz ki dünyayı velveleye veren ve hepimizi katil telakki ettiren bir vaka idi. Bu yapılmazdan evvel alemi nasraniyetin bunu hazmedemeyeceği ve bunun için bütün gayz ve kinini bize tevcih edeceğini biliyorduk. Neden katillik ünvanını nefsimize izafe ettik? Neden o kadar azim, müşkül bir dava içine girdik? Sırf canımızdan daha aziz ve mukaddes bildiğimiz vatanımızın istikbalini tahtı emniyete almak için yapılmış şeylerdir.” (Aktarmalar TBMM Gizli Celse Zabıtları, Cilt 1 s. 177’den Taner Akçam tarafından yapılmıştır.)

Bu nedenle, Bakan’ın sözlerinin tarihsel “devamlılığı” yansıttığından hiç kuşku duymamak gerekir. Arada “varlık vergisi” uygulamaları, 6-7 Eylül 1955 olayları vb. bulunmaktadır. Şimdi bu sözlerden sonra, ülkenin bugünkü durumunu ve temel sorunlarını biraz daha yakında irdeleyebiliriz.

KÜRT SORUNUNDA DURUM NE?

Milli Savunma Bakanı Gönül’ün “Bugün eğer Ege’de Rumlar, Türkiye’nin pek çok yerinde Ermeniler devam etseydi, acaba bugün aynı milli devlet olabilir miydi? Bu, mübadelenin ne kadar önemli olduğunu size hangi kelimelerle anlatsam bilemiyorum” sözlerini, “mübadele edilemeyen”, “tehcir edilemeyen” ulusların durumuna bakarak yanıtlamak olanaklıdır. Bu “mübadele” edilemeyen, “tehcire” uğramayan ulus Kürtlerdir. Türkler ve Kürtler, pek çok yerleşim yerinde çok uzun yıllar iç içe, yan yana yaşadılar ve uluslaşma sürecine de işte bu iç içelik içinde girdiler. Türkleşen Kürtler, Kürtleşen Türkler, bu toprakların gerçeği olarak tarihin bir döneminde yaşandı. Ama sonuçta iki ayrı ulus şekillendi ve oluştu. Kürtler binlerce yıldır bulundukları topraklarda yaşıyorlar ve Türklerin uluslaşma sürecinde çok önemli bir rol oynayan Kurtuluş Savaşı’na katılarak, ülkenin kurtulmasına, Cumhuriyet’in kurulmasına önemli katkılarda bulundular.

Ancak Kürtler, Cumhuriyet sonrasında, en doğal –dilini, kültürünü geliştirme, kendi iç yaşamını düzenleme vb.– eşit haklardan yoksun bırakıldılar. İrili ufaklı Kürt ayaklanmaları, şiddet, terör ve katliamlarla bastırıldı, kontrol altına alındı. Ama başka bir vatanları, toprakları olmadığı için “mübadeleye” uğramadılar; onlar zaten binlerce yıldır kendi vatanlarında, kendi topraklarında yaşamaktaydılar. Onların “mübadeleleri” ülke içinde sürgünler oldu.

Burada Kürt Sorunu’nun çözümüne özel olarak girilmeyecek. Bu sorunun ezilen ulus sorunu olduğu, öncelikle kendi kaderini tayin temelinde, başta ayrılma hakkı olmak üzere, eşit politik haklardan yararlanma, ulusun dilden kültüre kadar uzanan bir çizgide gelişimini ve yaşamını özgürce sürdürme olanağına kavuşması ile çözülebileceği biliniyor. Kısacası, ulusun geleceğine ve kaderine sadece ulusun kendisinin karar verebileceği koşulların yaratılması ile ulusal sorunun çözülebileceği gerçeğidir anlatılmak istenen.

Burada, ağırlıklı olarak, Kürt Sorunu’nun çözülmemesi nedeniyle, yani “mübadele”, “tehcir” olmamasıyla, bu sorunun, Türklerin uluslaşma sürecini, “milli devlet oluşumunu ve ülke yaşamını nasıl etkilediği yönü ile ilgilenilecektir. Sorunu, önce “milli devlet”ten başlayarak yanıtlamaya çalışalım.

MİLLİ DEVLET NE DURUMDA?

Bugün, MSB Gönül’ün de ifade ettiği gibi, ülkeyi yönetenler milli bir devlete sahip olduklarını ileri sürmektedirler. Evet, Türkiye Cumhuriyeti devleti, sınırları, toprağı, ayrı devlet kimliği, ulusal sembollerinin olması anlamında bir milli devlettir ve üstelik ulusal devlet olma kimliğine emperyalizme karşı bir kurtuluş savaşından geçerek ulaşmıştır. Dünyanın pek çok devleti benzer bir süreci yaşamışlardır. Hatırlanacağı gibi, milli devlet, tarihin belirli bir aşamasında –kapitalizmin gelişmesi, feodal parçalanmışlığa son vermesi, ulusal iç pazarı kurması süreci– tarih sahnesine çıkmıştır. Kapitalizmin ilk önce geliştiği bu ülkelerin devletleri, ulus adına ülkeyi birleştirme aşamasını tamamlamış, daha sonra ulusal sınırları aşarak, dünya üzerinde egemenlik ve güç edinme mücadelesine girişmişlerdir. Yani artık ulus adına değil, dev kapitalist tekeller adına hareket etmeye başlamışlardır. Onlar bu nitelikleri ile emperyalist devletlere dönüşmüşler, tarihsel anlamda “milli” olma evrelerini geride bırakmışlardır.

Geç uluslaşan ya da uluslaşma sürecinde baskı altına alınarak ezilen ulus konumuna düşen uluslar için süreç biraz daha farklı işlemiştir. Geç uluslaşan halklar, bağımsızlıklarını, genel olarak bir ulusal kurtuluş mücadelesi sürecinden geçerek kazanmışlardır. Bunlar, milli devletler olarak örgütlenmişlerdir. Ancak emperyalist egemenlik sistemi, uluslaşma ve milli devlet kurma süreci nasıl şekillenirse şekillensin, emperyalizmin gücüyle bu devletleri yeniden boyunduruk altına almış, görünüşte bağımsız ve “milli”, ama özünde bağımlı ve ulus adına –yani bağımsız ekonomik gelişme, ulus adına bağımsız kararlar verme gibi– olumlu bir şey yapma potansiyelinden yoksun devletlere dönüştürmüştür. Bu devletler, –Türkiye gibi– birden fazla ulusun yaşadığı devletler de olabilirler. En gelişkin olan ulus kendi devletini kurmuş, diğer ulusu ya da ulusları baskı altına almıştır.

Bu tür “milli devletler”, emperyalist büyük devletlerce mali, ticari, askeri, diplomatik vb. bağımlılık altına alınmış devletlerdir. Bu ülkelerin işbirlikçi egemen sınıfları, emperyalist efendilerin çıkarlarını gerçekleştirmek üzere ulus ve uluslar üzerinde yönetimini kurmuş, ülkeyi bir çiftlik kahyası gibi yönetir olmuşlardır. Burada bağımsızlık kağıt üzerinde kalmıştır, “milli” olan her şey de satılığa çıkarılmıştır. Türkiye de dahil, birçoğu, emperyalist büyük devletlere ağır borç yükleri altındadırlar ve onların onayı ve isteği dışında “milli” adımlar atma gücünden ve iradesinden yoksun bulunmaktadırlar.

Bu milli devlet, Türkiye örneğinde olduğu gibi, egemen ideoloji tarafından aynı zamanda “kutsal” ve “ebedi” bir örtüyle sarmalanarak tüm topluma kabul ettirilmeye çalışılmıştır. Bu milli devletin tam merkezinde de “askeriye” bulunmaktadır. Bu durum, askeriyenin, –yani yüksek komuta heyeti, Genelkurmayın– devletin oluşumunda ve biçimlenmesinde kesin rolünü açıkça ortaya koymaktadır. Örneğin TBMM’nin üzerinde egemenliğin kayıtsız şartsız milletin olduğu yazar, ancak millet, bu organ aracılığı ile “egemenliğini”, resmi ideoloji tarafından sınırları çizilmiş milli devlet ve onun çıkarlarına halel getirecek tarzda kullanamaz! Gerekirse anayasayı değiştirme hakkı elinden alınır, esasa ilişkin olmayan makyajları yapması bile olanaksız hale –Anayasa Mahkemesi’nin anayasa değişikliğine ilişkin son kararı ve gerekçesi buna bir örnektir– getirilir.

Bu durum, modern ve demokratik olarak tanımlanan burjuva devletlerde rastlanmayan bir durumdur. Orada ordu, burjuva düzeninin ve sermayenin temel koruyucusu olarak geri planda durur ve gerektiğinde göreve çağrılır. Tekelci büyük burjuvazi, bugün bir hayli güdükleşmiş olsa da “burjuva demokrasisi” denilen sistem içerisinde egemenliğini sürdürür. Kriz ve bunalım dönemlerinde, savaşa hazırlık koşullarında, işçi ve halk hareketlerinin bastırılması gereken durumlarda açık faşist diktatörlükler gündeme gelebilir vb.. Türkiye’de ise, politik gelişmelerin zaman zaman açıkça ortaya koyduğu gibi, ordunun merkezde ve “her zaman aktif” olduğu, bir devlet yapısı egemen durumdadır. “Komuta heyeti”, sivil üst devlet bürokrasisi ile iç içe ve onları da peşine takarak, ülkenin bütün temel politik sorunlarında tayin edici bir konuma yerleşmiştir.

İşbirlikçi büyük burjuvazi bu koşullarda kendi sınıfsal egemenliğini sürdürür. Zaten ilk gelişimini ve varlığını da tarihsel olarak bu devlet örgütlenmesine borçludur. Bu burjuvazinin bir kısmı, Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinden başlayarak, Rum ve Ermeni azınlık burjuvalarının mallarının üzerine oturarak, zenginliklerini –mübadele, tehcir vb. yollarıyla– büyütmüş, süreç içerisinde emperyalizmle bağlarını kurmuş, devlet yapısının buna göre şekillenmesi için ağırlığını koymuştur. Büyük oranda ülkenin emperyalist boyunduruktan kurtulması ve demokratikleştirilmesi sorunu da, zaten buradan çıkmaktadır. Emperyalizm öncesinde, “ulusal devletler”, aynı zamanda, içlerinde liberalizmin ve burjuva demokrasisinin boy verdiği devletler olmuşlardı. Ancak günümüzde, ulusal devletlerin emperyalizme bağımlılığı, demokrasiyi olanaksız hale getirmese de, emperyalizme karşı mücadeleyi de içeren çetin bir mücadelenin konusu haline getirmektedir. Milli devlet açısından kalın hatları ile özetlenen durum budur.

DEMOKRASİ VE EŞİTLİK NE DURUMDA?

Bu “milli devletler”, yukarıda kısmen değinildiği gibi, aynı zamanda, demokrasi açısından sorunlu devletlerdir. Demokrasinin temel unsurları olan söz, basın, örgütlenme, toplantı yapma vb. gibi haklar, ya yoktur ya da ağır şartlarla ve kısmen uygulanır durumundadırlar. Demokrasi, hem emperyalizme bağımlılıktan, hem de işbirlikçi egemen sınıfların zayıflığından –zorbalığa dayanmadan yönetebilme olanakları bulunmamaktadır– engellenmektedir. Bu ülkelerde, demokratik hak ve özgürlükler, demokrasi güçlerinin devleti geriletebildikleri oranda kullanılabilir olmakta, egemen sınıflar her fırsatta bu hakları ortadan kaldırmanın hamlelerini yapmaktadırlar.

Türkiye, yukarıda bahsedilen ülkeler sınıfına girmektedir. Ülke, demokrasinin ve özgürlüklerin egemen olamadığı, ama bazı demokratik hak ve özgürlüklerin çetin mücadelelerle kullanılabildiği bir ülkedir. Konumuz açısından vurgulayacak olursak, demokrasi sorununun en önemli meselelerinden birisi olan Kürt sorununun çözülmemesi, ülkenin politik yaşamanın gericileştirilmesine, politik atmosferin sürekli zehirlenmesine neden olmaktadır. “Terör ve ayrılıkçı hareket” bahanesi, ülkeyi yöneten işbirlikçi egemen sınıfların halka karşı sürekli kullandıkları temel gerekçe durumundadır. Milliyetçilik ve şovenizm sürekli kışkırtılmakta, linç kültürü yaygınlaştırılmakta, ülkeyi yönetenler gerici bir toplumsal temeli sürekli ayakta tutmak için –dini, ulusal– her türlü gericiliği kullanmakta ve sömürmektedirler.

İşbirlikçi egemen sınıflar için, Kürt sorununun çözümünün engellenmesi; ülkeyi sürekli olarak gericiliğin tekelinde tutmak, her türlü özgürlük ve demokrasi hareketini bastırmak, Türk ve Kürt işçileri arasına güvensizlik tohumları saçmaya çalışarak, onların ortak mücadelesini engellemek, işçi ve emekçi yığınların hareketini geriye atmak için manevra imkanlarına sahip olmak anlamına gelmektedir. Böylece, “milli devlet”in sürekli “tehdit” altında olduğu, ülkenin ve halkın demokrasiye “hazır olmadığı” kanısı yaygınlaştırılarak, ülkenin politik yaşamı gericiliğin at oynattığı bir alana çevrilir. Bu bakımdan, Ergenekon operasyonu sırasında emekli tuğgeneral Veli Küçük’ün evinde ele geçirilen ve Kürt sorununun nasıl “halledileceğini” konu alan “Panzehir” adlı belgede, “Her etnik grup, her mezhep ve inanç grubu Türkiye Cumhuriyeti devleti için sorundur” (aktaran Ümit Kıvanç Ergenekon’a gelmeden) ifadesi oldukça dikkat çekicidir ve aslında devletin yönetim anlayışını özlü bir biçimde ifade etmektedir.

Bugüne kadar devleti yönetenlerin ve yönetmekte olanların, AKP’li Savunma Bakanı’nın bu sözlere ekleyecekleri yeni bir şey olabilir mi? Geçmişte Rumlara uygulanan “mübadele”, Ermenilere uygulanan tehcir ve kıyım, günümüzde Kürtler üzerinde sürdürülen baskı ve terör, mezhepler –Alevilik– üzerindeki baskı, bu gerici yaklaşımda özlü bir biçimde ifade edilmişlerdir. Geçmişte baskı, terör, mübadele ve tehcir, günümüzde terör eşliğinde sürdürülen inkar ve asimilasyon siyaseti, devleti yöneten işbirlikçi egemen sınıfların temel siyasetleri olmuştur ve olmaya da devam etmektedir.

Burada hatırlatmakta yarar var ki, devlet yönetim anlayışı ve bunun egemen olduğu genel sistem, –yukarıdaki alıntıların da gösterdiği gibi– son 20-30 yılın ürünü değildir. Devletin Kemalizm döneminde şekillenmesi, kurduğu bürokratik aygıt ve şekillenen yönetim yapısı, Kemalizm’in bağımsızlıkçı ve ulusalcı yönleri terk edildikten sonra da güçlendirilerek, faşist biçimler de alarak varlığını devam ettirmiştir. 1940’ların CHP’sinin genel sekreterliğini yapmış olan Mahmut Şevket Esendal, “Bizim iki anayasamız vardır: Yazılmış ve yazılmamış… Bunlardan yazılmış olanı Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’dur. Yazılmamış olanı ise, şimdiki fiili durumumuz, yani şef sistemimizdir” demektedir. Bugün şef sistemi bulunmamaktadır. Ama kurumlaşan “fiili durum” zaten bu açığı kapatmaktadır. Devletin nasıl yönetileceği “gizli anayasalarda”, “MGK Siyaset Belgesi’nde” bulunmakta, “ebedi koruyucu ve kollayıcılar”, Anayasa’nın ve “iç hizmetler kanununun” kendilerine verdiği yetkiyi, silahlarının gücüne dayanarak bolca kullanmaktadırlar.

ÇÖZÜM OLSAYDI!

Eğer bugün ülkede Rumlar ve Ermeniler Anadolu’da kitleler halinde yaşasaydı, Kürt sorunu demokrasi ve eşitlik içinde çözülseydi ve ülkede gerçekten demokratik bir sistem egemen olsaydı, acaba ülke nasıl bir tabloya sahip olurdu? Yani Savunma Bakanı’nın “gerçekleşmeseydi” dediği, gerçekleşmesinin önemini anlatacak kelimeler bulamadığı durum yaşanmasaydı, ülkenin durumu nasıl olurdu? Kuşkusuz ülke farklı halk ve ulusların, dinlerin bir arada yaşadığı, bu toplulukların kendi iç yaşantılarını kendilerinin düzenlediği zengin bir kültürel birikime, daha ileri bir toplumsal yaşantıya, demokrasinin egemen olduğu modern bir ülke ve devlet görüntüsüne sahip olurdu. Kuşkusuz bütün bunlar sancısız gerçekleşmezdi.

Ancak ülkede yaşayan halklar, eğer barış ve kardeşlik içerisinde yaşamak istiyorlarsa, birbirlerinin haklarına saygı göstermekten, eşit haklara sahip olmaktan, bütün bunları yasal olarak güvence altına alacak olan anayasal bir yapıdan başka bir yol olmadığını tecrübeleriyle kısa sürede anlayabilirlerdi. Türk ulusu da, bu ortam içerisinde modern, demokratik gelenekleri olan bir ulus olarak şekillenebilir, ulusal karakterin şekillenmesinde demokrasi kültürü ağır basar, demokratik, modern bir ulus olma olanağı genişlerdi. Ancak Türklüğü bayrak yapmış, kendilerince Türklüğe militarist ve katliamcı özellikler ekleyen işbirlikçi egemen sınıflar için, böylesi bir durum korkulu kabuslar görmekle eşittir.

Kürt sorununda çözümsüzlükte, baskı ve terörde direnmek, egemen sınıflar için ülkeyi yönetmenin, “milli devleti” korumanın olmazsa olmaz koşuludur. Kürt sorununun çözülmemesinin ülkenin politik yaşantısını, halkın demokrasi kültürünü nasıl olumsuz etkilediği açıkça görülmektedir. Her türlü muhalefet hareketinin üzerine “bölücülük, hainlik ve terörizm” yaftası yapıştırılmakta, demokrasi özlemleri bastırılmak istenmektedir. Savunma Bakanı, Rumlar ve Ermeniler için geçmişte olanları onaylamaktadır. Ama bugün ülkede artık varlığı inkar edilemeyen ve “geride kalan” Kürtler bulunmaktadır ve bakanın temsil ettiği anlayış, geçmişte Ermeni ve Rumlara yaptıklarını, bugün Kürtlere yapmak istese de, bunun olanağı ve koşulları bulunmamaktadır. Ama bu gerici anlayış direnmekte, bir bütün olarak ülkeyi baskı ve terör eşliğinde yönetmeyi “milli devleti” koruma marifeti sanmaktadır. Ama bu durumun ülkeye ve halka faturası oldukça ağırdır.

Tarihsel olaylar, geçmişe yönelik olarak tamir edilemezlerse de, olmamış sayılamazlar. Ama bugün yaşayanlar, tarihin sırtlarına yüklediği olumsuzlukları aşıp, olup biteni sağduyu ile değerlendirip, karşılıklı saygıya ve çıkara dayanan barışçı ilişkiler kurabilirler, yan yana kardeşçe yaşayabilirler. Kuşkusuz bu yazılanlar, öncelikle Türkler, Ermeniler ve Rumlar arasındaki ilişkiler için geçerlidir. Ülkede kalanların tüm haklarının korunması, komşu devlet durumunda olanlarla karşılıklı saygı ve bu haklara saygı temelinde kurulması gereken ilişkilerdir artık, söz konusu olan.

Bu sorunlardan temelde ayrılan Kürt sorunu ise varlığını sürdürmekte, kanamaya devam etmektedir. Bakan’ın geçmişte Rumlara ve Ermenilere yapılanlardan vicdani bir sorumluluk duymadığı sözleri ile kanıtlanmış olsa da, Kürt sorunu artık farklı bir mecraya taşınmış bir sorundur. İlk olarak; kökleri geçmişe uzansa da, geçmişin değil, bugünün sorunudur. İkinci olarak; devleti yönetenler bakanın kafa yapısında olsalar da, artık bu sorun, geriye dönülemez ve geçmişteki gibi “çözülemez” bir aşamaya ulaşmıştır.

Yani Rumlar ve Ermeniler için eğer başka türlü çözüm olanaklı olsaydı gibi bir olasılıktan değil, bugünün katı gerçeklerinden söz etmenin zamanıdır. Bugün Kürt sorununun çözülmesi için Rumlar ve Ermeniler ile olmayan ortak bazı değerlerin varlığı da söz konusudur. İlk olarak; Türkler ve Kürtler arasında ulusal fark bulunmakla birlikte, din farkı bulunmamaktadır ve uzun bir ortak geçmişe sahiptirler. Bu ortak geçmiş içerisinde, Türklerin uluslaşmasında belirleyici bir rol oynayan Kurtuluş Savaşı’na Kürtlerin katılması da bulunmaktadır. İkinci olarak; Kürtler demokrasi ve eşitlik istemekte, açıkladıkları programlarda “ayrılıkçı” taleplere yer –bugün ne istediklerinden bağımsız olarak, ayrılma hakları vardır ve bu konuda sadece kendileri karar verebilirler– vermemektedirler.

Kısaca özetlenmeye çalışıldığı gibi; Kürt sorununda çözümsüzlük, sadece Kürtler için baskı ve terör anlamına gelmemektedir. Bu sorunun varlığı, aynı zamanda, egemen sınıfların her türlü demokratik gelişmenin önünü kesmelerine imkan tanımakta, halkın geri kesimlerini etkileyerek peşlerine takmalarına olanak tanımakta, kendi gericiliklerini sürekli besleyen malzemeyi sürekli bu ortamdan almaktadırlar. Güçlü ve politik taleplerle ilerleyen bir halk hareketinin olmadığı koşullarda, gericilik sürekli olarak baskın çıkmakta, ülkenin demokratik gelişiminin önü tıkanmaktadır.

Kürt sorununda demokratik çözümün her şeyden önce gericiliğin mevzi kaybetmesi anlamına geleceği, bu durumda gericiliğin kitleleri zorbalıkla yönetmekte büyük sorunlarla karşılaşacağı tahmin edilemez bir durum değildir. Bu nedenle, gericilik, Kürt sorununun varlığını, şimdilik kendisi için halkı yönetmenin ve kontrol altına almanın imkanı olarak da değerlendirebilmektedir. Ancak bir halk deyimini burada hatırlatmakta yarar var. Ne demiş eskiler; sap döner, keser döner, gün gelir hesap döner.

Söylenmek istenen şudur ki; söz konusu bu durum, kalıcı ve değişmez bir durum değildir. Kürtler arasında ulusal uyanış gelişmiş ve geniş bir yaygınlığa ulaşmıştır. Türkler arasında ülkede olup bitenleri sorgulama, hem tüm ülke için, hem de Kürtler için demokrasi ve özgürlük talep etmek giderek yaygınlaşmaktadır. İki halkın gericiliğe karşı birlikte mücadelesi için koşullar giderek daha fazla olgunlaşmakta, ortak mücadele birlikleri yaygınlaşma eğilimleri göstermektedir. Bu sürecin ilerlemesi durumunda, işbirlikçi egemen sınıfların ülkeyi eskisi gibi yönetemeyecekleri açıkça görülecektir.

 

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑