Sunu

Yeni yıla merhaba…

2008, kapitalizmin insanlığın başına sardığı ve giderek derinleşen krizinin daha başlangıcındayken kapandı. Bu kezki, etkisi daha çok dünyanın çeşitli bölgeleriyle sınırlı kalan, orada burada patlak vermiş krizlerinden farklı gelmişti. Geleceği belliydi ve gürültüyle düşmüştü çalışma yaşamlarımızın, sofralarımızın üstüne. Dev fabrika ve işletmeleri kapitalizmin çatırdamaktaydılar. GM’i, Ford’u, Chraysler’iyle otomotiv sektörü örneğin, Türkiye’deki benzerleri Ford, TOFAŞ, Renault gibileriyle sıkışmıştı. Stokları birikmiş, satamamaktaydılar. Kapitalizm, kendi kuyusuna düşmüştü bir kez daha. Sömürülen yığınları öylesine “ümüğünü sıkarak” sömürmekteydi, öylesine gelecekte edinilecek gelirlerine bile yığınların göz dikilmişti, bir pazarlanan dönüp bir daha öylesine pazarlanıyor ve bilançolar öyle şişiriliyor, “sıcak para” öylesine dönüp dolaşıyordu ki gezegenin dört bir yanında ve burjuvazinin son 20-30 yıldır izlediği neoliberal politikalarla pervasızlığı öylesine artmıştı ki, kitlelerin alım gücü öylesine takatsiz kılınmıştı ki kısacası, durmadan genişleyen pazarların ilerleyişini karşılayamaz olmuştu çoktan… Zorlandıkça zorlandı, döndürülür sanıldı çark, olmazı bilinmesine karşın… Buradan da milyarlarca dolar vuruldu. Şimdi krizden de milyarlarca dolar vurulmaya uğraşılıyor.

Sanki burjuvazi “iyi günleri”nde işçi ve emekçilere “fazladan” vermiş gibi, ücret ve maaş olarak, sanki ezilen halkların yeraltı ve yerüstü kaynaklarını talan ederken, bırakalım ederinden fazlasını, ederini vermiş gibi, şimdi, “kötü günlerde”, “aynı gemideyiz” diye tutturmuş, fedakarlık istiyor sömürülenlerden..

Sanki zamanında işçilerini “hoş tutmuş”, ücretlerini reel olarak yıldan yıla düşürmemiş, eğitim ve sağlık hakkına göz dikmemiş, bir de üstelik 3 kişinin işini bir kişiye yıkmamış, kadın ve erkek işçilerin tuvalete çıkmalarını bile yasaklamamış gibi, şimdi, işçilerin üstlenmesini istiyor krizinin yüklerini burjuvazi.

Üstelik yüzlerle ve binlerle işçiyi içten atmaya koyulmuşken… Esnafa kepenklerini kapatmayı dayatmışken.. Memuru, maaşına zam bir yana, sözleşmeliliği, performansı vb.. kabule zorlamışken. Köylüyü ürününü maliyetinin altında elinden çıkarma bedbahtlığıyla vurmuşken… Şimdi dönmüş, “hadi, yine siz üstlenin” diyor.

Ve ne yazık ki, şimdilik, inananlar çıkabiliyor işçi ve emekçilerin saflarından. “Evet, patron gerçekten zor durumda. Zarara ortak olmazsak, devam edemeyecek, kapanacak ‘işletmemiz’, işsiz kalacağız” düşüncesi ya da duygusallığı kitlesel olarak kırılmış değil daha. İnanmayıp, işsizlik korkusundan ses çıkarmayanlarla birlikte, henüz işçi ve emekçilerin çoğunluğu kendisini, emeğini ve çıkarlarını savunma mevzilerine girmiş değil. Şimdilik…

Ama hayat yaşanıyor. Yan tezgahtan atılanlar görülüyor. Ücretsiz izinlerle işten atılmış gibi olunduğu biliniyor. Ve gün günden kötüye gidiyor. “Kısa sürecek, çabuk geçecek” düşüncesinin yanlışlığı da çabuk görünecek. Ve safların karşı karşıya gelişine doğru bir gidişat kendisini herkese dayatacak.

2009 böyle bir gidişatla zor geçecek, zorluklarla geçecek görünüyor. Büyük burjuvazi bir yana.. Hepimize kolay gelsin.

 

2009’da hiçbir şey eskisi gibi olmayacak

2009’da hiçbir şey eskisi gibi olmayacak

MEHMET ÖZER

 

2008 yılı, kapitalizm ve onun ideologları açısından özel olarak değerlendirilecek, üzerinde düşünülüp ders çıkarılacak bir yıl olarak geride kaldı. Kuşkusuz kapitalizmin her mevkideki savunucuları, 2008’de yaşananları bir kez daha gözden geçirerek, 2009’a dair planlar yapacaklardır. Ancak kapitalizme ve emperyalizme karşı mücadele eden halklar, uluslararası işçi sınıfı, gençler, kadınlar ve bu güçlerin örgütleri de derinlikli bir 2008 değerlendirmesi yapmalıdır.

Geçtiğimiz yıl, birçok açıdan önemli gelişmelere şahit oldu. Kapitalizmin vaat ettiği, ilan ettiği ya da tehdit ettiği ne varsa, kim varsa, hepsinde durum tersine döndü. Çok kullanılan bir ifadeyle özetlersek; 2008 yılında, gün geçmedi ki, kapitalizm tokat yemesin…

2008’in son günlerinde Beyaz Saray sözcüsü Tony Fratto’nun da söylediği gibi, ABD’yi (ve tabii ki, diğer emperyalist güçleri) zor bir yıl bekliyor. Tabiri caizse, kapitalizmin elebaşları bir enkaz devralmaya hazırlanıyor. Bu enkazı tekrar ayakları üzerine oturtup oturtamayacaklarını ise, onlara karşı verilen mücadelenin gücü ve birlikte hareket edebilme yeteneği belirleyecek.

 

2008’İN KIRILMA NOKTALARI

Geçtiğimiz yıl, dünyanın farklı bölgelerinde yaşanan ve birbirinden farklı ya da bağımsız gibi görünen olaylar ve gelişmeler, aslında aynı şeyin işaretini veriyordu. Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı.

Eskisi gibi olmama halinin ilk belirtileri, emperyalizmin kalbi olan ABD’de ortaya çıktı. Ocak ayında başlayan ABD başkanlık yarışında, dikkatler, “Irak’taki ABD askerlerinin geri çekilmesi” gibi vaatlerle ortaya çıkan Demokrat aday Barack Obama’ya çevrildi. “Değişim”, “Yapabiliriz” gibi sloganlarla ortaya çıkan bu pop yıldızı görünümlü başkan adayı, yılın sonunda yarışı kazandı. Obama 44. ABD Başkanı oldu, ama eline geçen, yüzyılın en büyük ekonomik krizinin başlangıç noktasından başka bir şey olmadı. Ekonomik kriz konusuna ileride değinmek üzere, 2008 yılı içindeki kırılma noktalarını kronolojik olarak ele alalım.

GREVDEN DİRENİŞE YUNANİSTAN

2008’in Şubat ayında, Yunanistan’da işçi ve emekçiler, sosyal güvenlik hakları için alanlara çıkmaya, 24 saatlik genel grevler örgütlemeye başladılar. Grevlerin yüksek katılımla gerçekleştiği komşuda, yürüyüşlere gençliğin katılımı dikkat çekiyordu. Orta öğrenimden üniversitelere kadar öğrenci örgütleri boykotlar düzenliyor, binlercesi alanlara çıkıyordu. Yunanistan’daki bu hareket, belki Sosyal Güvenlik Yasa Tasarısı’nın parlamentoda kabul edilmesine engel olamadı. Ancak artan yoksulluk, geleceksizlik ve hükümete olan güvensizlik, yılın son günlerinde yakılan kıvılcımla bütün ülkeyi ateşe verdi. 6 Aralık akşamı, 16 yaşında bir gencin polis kurşunuyla öldürülmesine verilen yanıt, hükümeti sarsacak boyutlara ulaştı. Fakat, 2008 yılını “sokakta” geçirenler sadece Yunanistan gençliği değildi.

 

GENÇLİK KÜRSÜYÜ SOKAĞA KURDU

Yunanistan’ın yanı sıra, Fransa, İtalya ve Almanya’da hükümetlerin hazırladıkları eğitim “reformları” gençlerin direnişiyle karşılandı. Bu ülkelerde, gençler, adeta bütün bir yılı eylemde, boykotta geçirdiler. Ders kürsüleri sokağa taşındı. Öğrenciler, kendi talepleriyle işçi ve emekçilerin taleplerini birleştirdi. Özellikle genel grev günlerinde düzenlenen yürüyüşlere öğrencilerin katılımı yüksekti.

Bu ülkelerde yaşanan gençlik eylemlerine birkaç örnek verip, 2008 yolculuğumuza devam edelim.

Fransa genelinde, 300 bin kamu emekçisi, öğretmen ve öğrenci Mayıs ayında meydanlardaydı. Yüz binlerce emekçi, Sarkozy ve hükümetinin eğitimi ve kamu sektöründeki saldırılarını protesto etti. Ortaokul ve liselerde greve katılım oranı yüzde 55’leri bulurken, ilkokullarda yüzde 63’e kadar çıktı.

Almanya’da, Kasım ayında, lise öğrencileri dersleri boykot ederek sokağa çıktı. Toplam 40 kentte gerçekleştirilen ve on binlerce lise öğrencisinin katıldığı eylemlerde, elemeci eğitim sistemi yerine herkese tek okul ve parasız eğitim talepleri öne çıktı.

İtalya’da, Ekim ayında Senato’da onaylanarak yasalaşan “eğitim reformu”, okullardaki grev ve ülke genelinde gösteri ve oturma eylemleriyle protesto edildi. Sendikalar ve muhalefetin de desteğiyle, öğrenciler ve öğretim üyelerinin, başkent Roma’da düzenledikleri protesto yürüyüşüne yaklaşık 1 milyon kişi katıldı. Roma’daki yürüyüş ülke genelinden büyük destek görürken, Milano, Torino, Floransa, Bologna gibi kentlerde de protesto mitingleri düzenlendi. Yunanistan’da yaşanan olayların da etkisiyle gençlik eylemlerinin büyümesinden korkan hükümet, reform kararını erteledi. Ancak gençler, yasa tasarısı tamamen geri çekilene kadar eylemlerine devam edeceklerini duyurdular.

 

DÜNYANIN KUTUPLARI KAYIYOR!

2008’in ilk aylarında Avrupa’da ortaya çıkan “yeni” durumlardan biri de, Kosova’nın tek taraflı olarak Sırbistan’dan bağımsızlığını ilan etmesiydi. AB ve ABD bayraklarıyla bağımsızlık kutlamalarının yapıldığı Kosova, 1998 yılında Yugoslavya’ya karşı başlatılan NATO operasyonunun son adımıydı. Kürtlerin en küçük hak taleplerini dahi “bölücülük” olarak değerlendiren Türkiye, ABD ile birlikte, Kosova’nın bağısızlığını tanıyan ülkelerin başında geliyordu.

Kosova-Sırbistan geriliminde ABD ile karşı saflarda yer alan Rusya içinse, durum, birkaç ay sonra farklı bir boyut kazanacaktı. ABD ile Rusya arasında yaşanan gerilim açısından da, 2008, zirvenin yaşandığı bir yıl oldu. Sovyet Bloku’nun dağılmasının ardından ortaya atılan “tek kutuplu dünya” iddiası, Yeni Dünya Düzeni’nin (YDD) 2008’de yerle bir olan iddialarından ilki sayılabilir.

Dünyanın dikkati “komünist” Çin’de düzenlenen Olimpiyat Oyunlarının açılış törenine kilitlenmişken, “eski komünist” Rusya sınırında yaşanan sıcak gelişme, dengeleri altüst etti. Gürcistan’ın ABD destekli devlet başkanı Saakaşvili, destekçisinin Ortadoğu’daki “özgürleştirme” operasyonlarına özenmiş olsa gerek, Güney Osetya’yı “özgürleştirme ve anayasal düzeni yeniden sağlama operasyonu” başlattı. Operasyon kapsamında, Güney Osetya’nın başkenti Tshinvali ağır ateşe tutuldu. Gürcistan’ın Güney Osetya’ya saldırmasının ardından, Rus tankları, Tshinvali’ye hareket etti.

Gürcistan ve Rusya arasındaki çatışmalar devam ederken ABD Başkanı George Bush, Gürcistan’ın toprak bütünlüğünü desteklediğini söyledi. Kosova’nın bağımsızlık kararını ilk tanıyan ülke olan ABD, sıra Güney Osetya ve Abhazya gibi, Rusya’nın “etki alanı”ndaki bölgeye gelince, birden toprak bütünlüğünü savunmaya başlamıştı. Benzer durum, Türkiye için de söz konusuydu. Başbakan Erdoğan da, “müttefiki” Bush gibi, Gürcistan’ın toprak bütünlüğünden dem vuruyor ve her ne kadar o kargaşada kimse umursamasa da, Kafkasya’da “İstikrar ve İşbirliği Platformu”ndan bile söz ediyordu. Ancak Rusya’nın tavrı netti. Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov, “Gürcistan’ın toprak bütünlüğünü unutun. Çünkü Güney Osetya ve Abhazya’yı, tekrar Gürcistan devleti içinde yer alma mantığına zorlama konusunda ikna etmenin imkansız olduğuna inanıyorum” diyerek durumu özetlemişti.

YDD ile tek kutuplulaştırılmak istenen dünya, bir kez daha kutuplaşmaya doğru gidiyordu. Öyle ki, ABD ile araları zaten bozuk olan Latin Amerika ülkeleri, bu gerilimde açıkça Rusya’nın yanında yer aldılar.

 

AMERİKALAR’IN ARASI AÇILIYOR

Bir süre öncesine kadar “arka bahçesi” olan Karayipler ve Latin Amerika, ABD için, son yıllarda dikenli bir patika halini almış durumda. Küba ile başlayan ABD politikalarından kopuş, Venezuela’da Chavez’in iktidara gelmesiyle hız kazanmıştı. 2008 ise, bu ayrılığın zirve yaptığı bir yıl oldu.

Önce Nikaragua, Güney Osetya ve Abhazya’nın bağımsızlığını tanıdı. Ardından Chavez, Gürcistan hükümetini, “Amerikan İmparatorluğuna” dahil olmakla suçladı. Kasım ayında ise, savaş gemilerinden oluşan Rusya filosu, Venezuela ile ortaklaşa gerçekleştirilecek deniz tatbikatına katılmak amacıyla bu ülkeye gitti. Rusya devlet başkanı Medvedev, “Rusya ve Venezuela çok kutuplu bir dünya ve verimli küresel bir güvenlik yapısının kurulması için işbirliğini devam ettirecek” diyerek, dünyanın artık tek kutuplu olmadığını ilan ediyordu.

Yılın son ayında Brezilya’daki Latin Amerika ve Karayip zirvesine ise, ABD çağrılmadı. ABD’nin dışarıda bırakıldığı zirve, ABD ve Avrupa’dan hiçbir gücün katılmadığı en büyük bölgesel toplantı oldu. Latin Amerika ve Karayip ülkeleri liderleri, ABD’den bağımsız bölgesel bir birlik oluşturulması ve ABD’nin Küba’ya uyguladığı ambargoya son vermesi çağrısında bulundu. Venezuela Devlet Başkanı Hugo Chavez de, zirveyi bağımsızlık yolunda bir ilk adım olarak niteledi.

BAHAR BEREKET GETİRMEDİ

Mart ayının sonlarına doğru, Güneydoğu Asya ülkelerinde artan pirinç fiyatları nedeniyle, halk sokaklara dökülmeye başladı. Yaklaşan bir gıda krizinin habercisi olan bu durum karşısında, ABD Başkanı George W. Bush, “Asya ülkelerinde ekonomik düzeyi iyileştiği için daha fazla pirinç tüketen Hindistan ve Çin halklarını” suçladı. Ancak gerçekler ve hatta kendi “silah arkadaşları” bile Bush’u yalanlıyordu.

Birleşmiş Milletler (BM) Genel Sekreteri Ban Ki-moon, küresel gıda stoklarının son yıllardaki en düşük seviyeye ulaştığını, bu durumun fiyatları yukarı ittiğini ve milyonlarca insanı açlığa sürüklediğini söylüyordu. Yaşanan kıtlığa karşı ayaklanmalara ilk kanlı yanıt, bir güney Afrika ülkesi olan Haiti’den geldi. Yoksulluk ve pahalılığı protesto gösterilerine müdahale eden polis, 5 kişiyi öldürdü, 200 kişiyi yaraladı. Haiti’yi, bir başka Afrika ülkesi, Mısır izledi. Bu kez sokağa çıkanlar, Mahlalla’daki tekstil işçileriydi. Günde 11 dolarla yaşamaya çalışan, ucuz ekmek kuyruklarında birbirini öldüren Mahallalıların biraz daha iyi bir yaşam için aldıkları grev kararına, hükümet, polis şiddetiyle yanıt verdi. Grevin bir halk ayaklanmasına dönüştüğü olaylarda, 2 kişi hayatını kaybetti.

Batı Afrika ülkesi Burkina Faso, birçok kentte düzenlenen ve toplam 300 kişinin tutuklandığı eylemlerden sonra, Şubat’ta temel gıda maddelerindeki gümrük vergilerini düşürmek zorunda kaldı. Vergilere ve hayat pahalılığına karşı yürüyüşler düzenleyen ve kamu sektöründeki ücretlerin artırılmasını talep eden sendikalar, 8-9 Nisan’da genel grev gerçekleştirdi.

Şubat ayında, 100’den fazla kişinin hayatını kaybettiği, 1671 kişinin tutuklandığı ayaklanmadan sonra, Kamerun Devlet Başkanı Paul Biya, kamu ücretlerini yüzde 15 artırdığını ve balık, pirinç, yemeklik yağ gibi temel gıda maddelerinde gümrük vergisini kaldırdığını açıkladı.

Güneydoğu Asya ülkelerinden Kamboçya ve Endonezya’da, pirinç fiyatlarındaki dalgalanmalar ve açlık nedeniyle, binlerce insan sokaklara döküldü.

Arjantinli çiftçilerin başlıca gıda ihraç kalemlerine konulan vergilerin artırılmasını protesto için başlattıkları grev, üç hafta sürdü.

Fildişi Sahilleri, Moritanya, Mozambik, Senegal, Özbekistan, Yemen ve Bolivya, açlık ve yoksulluğa karşı kitlesel gösterilere sahne oldu.

BM Gıda ve Tarım Örgütü (FAO), bu ayaklanmaların yayılmasından endişe duyduğunu açıkladı. FAO Genel Müdürü Jacques Diouf, Mısır, Kamerun, Haiti ve Burkina Faso’da isyanların baş gösterdiğine dikkat çektiği Hindistan gezisinde, “ailelerin gelirlerinin yarıdan fazlasını gıdaya harcadığı yoksul ülkelerde toplumsal istikrarsızlığın büyümesi riski bulunduğunu” söyledi.

BM Gıda Hakkı Raportörü Jean Ziegler de, aynı endişeyi taşıyordu. Küresel gıda fiyatları artışının “sessiz bir katliama” yol açtığını söyleyen Ziegler, yoksul ülkelerdeki kitlesel açlığın sorumlusunun Batı olduğunu ifade etti. “Dünyanın zenginliğinin tek elde toplanmasından” küreselleşmenin sorumlu olduğunu ve çok uluslu şirketlerin bir tür “yapısal şiddet” uyguladığını belirten Ziegler, “Eşitsiz ve dehşet verici bir dünya yaratan ve giderek vahşileşen bir borsa simsarları, spekülatörler ve mali haydutlar çetesiyle karşı karşıyayız. Buna bir son vermeliyiz” dedi. Ziegler, yaşanan durumu, Fransız devrimiyle mukayese ederek, “günün birinde aç insanların zalimlere karşı ayaklanacağını düşündüğünü” söyledi.

FAO’nun gıda güvenliği ve dünya çapında yaşanan gıda krizine ilişkin sorunları ele aldığı zirveden de sonuç çıkmadı. Zirvenin sonuç deklarasyonunda, en büyük anlaşmazlık biyoyakıtların gıda fiyatları üzerindeki etkisi üzerine yaşanırken, zirveye katılan ülkeler, gıda üretimini 20 yılda iki kat artırma ve gelişmekte olan ülkelerdeki çiftçilere 6 milyar dolardan fazla yardım yapma taahhüdünde bulundular. Venezüella, Küba, Arjantin gibi Latin Amerika ülkeleri, yoksulluk ve açlıkla mücadele için dile getirilen çözüm önerilerinin deklarasyona yeterince yansıtılamamış olduğunu ve deklarasyonu tatmin edici bulmadıklarını söylediler. Brezilya ise, zirve boyunca, şeker kamışından ürettiği biyoyakıtların küresel ısınmaya karşı iyi bir silah olduğunu öne sürdü. Mısır kaynaklı biyoyakıt üreten ABD de, üretimin durdurulması çağrılarına karşı koydu. Böylece, sonuç bildirgesinde, sadece “biyoyakıtların ortaya koyduğu fırsatlar ve zorlukların araştırılması” çağrısına yer verildi.

Gıda krizinin ele alındığı BM oturumunda söz alan Bolivya Devlet Başkanı Evo Morales, daha önce Venezuela’nın halkçı lideri Hugo Chavez’den duymaya alışkın olduğumuz ifadelerle, gıda krizini yorumladı: “Eğer gezegenimizi kurtarmak istiyorsak, kapitalist sistemi sona erdirmek zorundayız.

GOP’A VEDA BUSESİ

ABD’nin Ortadoğu’yu işgal planı olan “Genişletilmiş Ortadoğu Projesi”nde ilk çatlak, Merkez Kuvvetler komutasında yaşandı. ABD’nin Irak ve Afganistan’daki işgal birliklerinin komutanı Orgeneral William Fallon, Mart ayında görevi bıraktığını açıkladı. Fallon’un bu kararı almasının gerekçesi ise, İran konusunda Beyaz Saray ile fikir ayrılığına düşmesiydi. ABD’nin İran’a yönelik olası bir operasyonunu onaylamayan Fallon için, istifa etmekten başka çare kalmamıştı. Fallon’un yerine atanan Orgeneral David Petraeus, Irak’ta zafer elde edildiğini hiçbir zaman söyleyemeyeceğiz diyordu. Benzer bir itiraf da, Afganistan’daki İngiliz birliklerinin komutanı Tuğgeneral Mark Carleton-Smith’den geldi. Smith, bu ülkede kesin bir askeri zaferin mümkün olmadığını, Taliban’ın ise uzun vadede çözümün bir parçası olabileceğini söyledi.

ABD, içine düştüğü Irak ve Afganistan batağından çıkabilmek için her iki ülkeye de daha fazla işgal gücü gönderiyor, fakat çırpındıkça daha fazla batıyordu. 2008’in son günlerinde, Afganistan’a 30 bin asker daha göndereceğini açıklayan ABD’nin başkanı, kendine yaraşır bir veda partisiyle Ortadoğu’dan uğurlandı. Afganistan’dan önce Irak’a “sürpriz” bir ziyarette bulunan Bush, Irak Başbakanı Nuri el Maliki’yle birlikte katıldığı basın toplantısı sırasında, Iraklı bir gazetecinin saldırısına maruz kalmıştı. Iraklı gazeteci, Bush’a “köpek” diye bağırıp, birer birer ayakkabılarını fırlatmasının hemen ardından, güvenlik güçlerince yakalanmıştı.

Haziran ayında Hamas ve diğer Filistinli örgütlerle İsrail arasında ilan edilen ateşkesin Aralık ayında sona ermesinin ardından, Gazze, bir kez daha kan gölüne döndü. İsrail’in Gazze’ye başlattığı hava operasyonu, dergimiz baskıya girdiğinde hâlâ devam ederken, bir kara operasyonu ihtimalinden söz ediliyordu. ABD yönetiminin Gazze’de yaşanan katliam karşısındaki açıklaması gayet açıktı: 300 kişiyi öldüren, binden fazlasını da yaralayan İsrail değil, Hamas saldırılarına son vermeliydi. İsrail ise, (eğer mümkünse) sivil can kayıpları konusunda dikkatli olmalıydı. ABD’nin Ortadoğu’ya barış getireceğine inanan “saf”ların akıllarını başlarına alması için, daha ne yaşanmalı acaba bu topraklarda?!

VE (KAPİTALİZM İÇİN) SONBAHAR

Neoliberalizme, küreselleşmeye, serbest piyasa ekonomine dair ortaya atılan ne kadar iddia varsa hepsini yerle bir eden ekonomik krizin, ilk olarak, kamyon kasalarında, balıkçı teknelerinde taşındığını söylemek abartı olmaz sanırım.

2008’in sonbaharında, küresel finansal krizin başladığına dair haberler gazetelere manşet olmaya başladı. Ancak bunun sadece finansal bir kriz olmadığının, olayın boyutlarının daha büyük olduğunun belirtileri daha yaz aylarında ortaya çıkmıştı aslında.

Mayıs’ın son günlerinde, İngiltere ve Galler’de, yüzlerce kamyon şoförü yollara döküldü. Son aylarda hızlı bir şekilde yükselen petrol fiyatlarını protesto eden kamyoncular, Başbakan Gordon Brown’ın derhal önlem almasını ya da istifa etmesini istediler. İngiltere’deki kamyoncuların ardından, Fransa, İtalya, Portekiz ve İspanya’da balıkçılar, benzin ve mazot fiyatlarındaki artışı protesto etmek için gösteriler düzenledi ve greve başladıklarını açıkladı.

Kamyoncuların İspanya’daki büyük kentlerde yolları kapatmaları nedeniyle otoyollarda uzun kuyruklar oluştu. Özellikle Katalonya bölgesinde, bütün kamyoncuların greve katılması sonucu, çok sayıda benzin istasyonunda yakıt kalmadı. Otomobil üreticisi Seat, parça eksikliğinden dolayı 1400 aracın üretiminin durdurulduğunu açıkladı.

Petrol fiyatları arttığı için otomobil satışlarının düştüğü gerekçesiyle, işçi çıkarma kararını ilk alan şirket ise, General Motors (GM) oldu. Amerikan otomotiv devi GM, Kuzey Amerika’daki 4 fabrikasını süresiz kapatma kararı aldığı açıklandı. Kapatılmasına karar verilen fabrikalarda 10 bini aşkın işçi çalışıyordu. “Dünya piyasalarında artan ham petrol fiyatları sebebiyle yükselen benzin fiyatları sebebiyle, satışlarında büyük düşüş yaşadığını” iddia eden GM yönetimi, kararın, bir süreliğine değil, kalıcı olduğunu açıkladı. Kapitalizmin finansal bir kriz içinde olduğunun, daha sonra, bu finansal krizin ekonomik bir kriz haline geldiğinin “itiraf” edilmesinden sonra ise, GM, Ford ve Chrysler gibi otomotiv devleri, Beyaz Saray’ın bahçesinde kredi beklemeye başladılar. Eylül ayının sonunda, televizyonda ABD halkına seslenen Bush, “Ciddi bir mali kriz içindeyiz ve federal hükümet buna bitirici bir eylemle karşılık veriyor” diyerek, ABD halkını, 700 milyar dolarlık “ekonomiyi kurtarma planı”na (aslında şirket kurtarma planı) destek vermeye çağırdı. Piyasanın “düzgün işlemediği” uyarısında bulunan Bush, yaygın bir güven kaybı bulunduğuna, belli başlı sektörlerin risk altında olduğuna ve ilk batan bankaların yanı sıra başka bankaların da başarısız olarak, ABD ekonomisini durgunluğa (resesyona) sürüklemekle tehdit ettiğine işaret etti. Bush, “Bunun olmasına izin vermemek zorundayız” dedi.

Bush’un itirafının ardından, bir karamsar açıklama da, İngiltere Başbakanı Gordon Brown’dan geldi. “Dünya, küreselleşme çağının ilk gerçek finansal kriziyle karşı karşıya” diyen Brown, ekonomik krizin üstesinden gelinmesi için yeni bir küresel finansal düzen kurulmasını istedi.

Küreselleşmenin merkezinde yaşanan bu depremin yarattığı hasar ABD’de ve diğer kapitalist ülkelerde açıklanan “kurtarma paketleri”yle tamir edilmeye çalışıldı. Ancak bu çabanın pek de başarılı olmadığı, yine bizzat kapitalizmin ideologları tarafından ilan ediliyordu.

Kurtarma paketlerinin başarısız olması bir yana, böyle bir paketin açıklanması, batan bankaların hisselerinin devletler tarafından alınması, neo-liberalizmin üzerine inşa edildiği özelleştirme ve piyasalaşma kavramlarının tersyüz edilmesi de, sistemin içine düştüğü başka bir krizdi. Öyle ki, ekonomik kriz konusunda, rakibi Cumhuriyetçi aday John McCain’e göre daha halkçı (orta sınıfçı diyelim) vaatlerde bulunan Obama, “sosyalist” olmakla suçlandı! Bush, ABD halkına veda ettiği konuşmada, “piyasaları kurtarabilmek adına piyasa ekonomisine ters düşen kararlar almak zorunda kaldıklarını” söyledi.

Gazetelerde köşeler, “Marx haklı mıydı?” tartışmalarıyla doldu, taştı. Keynes’in öne sürdüğü fikirlerin tekrar geçerli olup olamayacağı tartışıldı. Ancak, bu tartışmalarda eksik kalan yan, Keynes’in ekonomi modelinin içinde bulunduğu “küresel” konjonktürden yalıtılarak değerlendirilmesiydi. Keynes’in, temelde kapitalist unsurların üzerine inşa edilen modeli, Sovyetler’in estirdiği sosyalizm rüzgarının etkisiyle “sosyal devletçi” bir model olarak uygulanmıştı. Yoksa bugün Keynes’in fikirlerini, o zamanki güç dengelerinden yalıtarak, tekrar uygulamaya çalışmak, en fazla Obama’nın “sosyalist” olması kadar gerçekçi olabilir.

Öte yandan, patronların kriz gerekçesiyle başvurduğu ilk yöntem, işçi atmak oldu. Tüm ülkelerde, şirketlerin ardı ardına işçi çıkaracakları haberleri gelmeye başladı. Öyle ki, birer ikişer değil, biner biner işçi atılacağı/atıldığı haberleri, gazetelerde hava durumu verilir gibi, sıradan bir hal almaya başladı.

Yazının başında da söylendiği gibi, kapitalistler ve onları fikir yürütücüleri, bu sonbaharın ardından, ikinci bir bahar yaşamak üzere gereken dersleri çıkarmak için çoktan kolları sıvamış durumdalar. Karşı taraf da, sonbaharı kışa çevirmenin ve kapitalizmi kara, çamura gömmenin hazırlığı içinde olmalıdır.

Bu hazırlığın belirtileri de yok değil aslında. Yaşanan ekonomik krizinin faturasının işçi ve emekçilere kesilmesine karşı, ülkemizde ve diğer ülkelerde eylemler yapıldı. Ekonomik krize karşı ilk genel grevin yapıldığı İtalya’da, ülke genelinde yüz binlerce emekçi greve katıldı. Yunanistan’da ise, Aralık ayında yaşanan polis şiddetine karşı yükselen tepki, (daha önceden planlanan) genel grevle birleşti. Gençlerin talepleriyle işçi sınıfının talepleri, bu grev ve eylemlerde bileşti.

Türkiye’de de, gerek yerel düzeyde, gerekse ülke çapında krize karşı platformlar kuruldu. Bazı sendikalar, eksik ve yanlış yönleri olmakla birlikte, krize karşı alternatif çözüm programları hazırladılar. Ancak bu programların ya da hazırlanacak yeni ve daha “doğru” bir programın uygulanabilir olması, işçi sınıfının talepleri, çıkarları ve mücadele gücü üzerinden yükselecek bir çalışma olup olmadığına bağlı. 2008 yılında yaşananlar ve yılın son aylarında yükselen halk ve işçi hareketi, önümüzdeki yıl, artık, hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağının işaretlerini fazlasıyla taşıyor.

 

Ulus, Vatan ve Gericilik

ulus, vatan ve gericilik

ALİ YAŞAR

Devleti ve ülkeyi yöneten egemen sınıflar ve onların politik temsilcileri, bazı kritik dönemlerde aldıkları tutum, söyledikleri bir söz ile, geçmiş yönetimlerin halka karşı yaptıkları eylemleri aklayan ve savunan, bugün de benzer adımları atmaktan çekinmeyeceklerini belli eden bir anlayışı temsil ettiklerini ortaya koyabiliyorlar. Öyle ki, eski bir devletin yıkılması, yeni bir devletin kurulması, hatta bu devletin sınıf karakterinin değişmesi bile bu durumu değiştirmiyor. “Vatanın ve ülkenin çıkarları” bayrağı ardına gizlenerek sahip çıkılan “milliyetçi tutum”, onlar açısından, değişmez, devamlılığı olan “değerler” olarak hep savunuluyor. Konu “tehcir, mübadele, kırım vb. olunca, bu gerici tutum daha da belirginleşiyor. Irkçılığa bulanmış bir milliyetçilik ya da dinle bütünleşmiş bir milliyetçilik (Türk-İslam sentezi!), ülkeyi yönetenlerin genel tutumlarına damgasını vuruyor. Son dönemde bunları doğrulayan bazı politik olaylar gelişti ve bu gerici yönetim anlayışı bir kez daha kendisini açığa vurdu.

Bugünkü devlet ve yönetim anlayışını, Savunma Bakanı Vecdi Gönül’ün epey tartışma yaratan aşağıdaki sözleri kadar özetleyen herhalde pek az yaklaşım vardır. Gönül; “Bugün eğer Ege’de Rumlar, Türkiye’nin pek çok yerinde Ermeniler devam etseydi, acaba bugün aynı milli devlet olabilir miydi? Bu, mübadelenin ne kadar önemli olduğunu size hangi kelimelerle anlatsam bilemiyorum.” derken, sadece tarihte olup bitenlere bir gönderme yapmıyordu. Bakan, bu sözleri ile devletin bugün etnik sorunlara, demokrasi ve özgürlüklere, ulusal hak eşitliği taleplerine, nasıl baktığını da özlü bir biçimde özetliyordu. Dahası modern olmakla övünen bir ülkeyi yöneten kafalar ve anlayış, işte bu gerici anlayışla şekillenmişlerdi. Ama benzer gelişmeler burada durmadı ve bazı liberal aydınların öncülük ettiği –doğruluğu, yanlışlığı bir tarafa– 1915 olayları için Ermenilerden özür dileme hareketine karşı, bazı devlet ve hükümet yetkilileri tarafından –başta Başbakan ve genelkurmay olmak üzere– verilen tepkiler, gerici anlayıştaki devamlılığın tesadüfi olmadığını gösteren gelişmeler oldular.

Kuşkusuz bakanın sözleri bu alanda söylenmiş sözlerin tamamını oluşturmuyor. Benzer sözler, son dönemde farklı ifadelerle daha sık duyulur oldu. Eğer böyle olmasaydı, belki bakan beyin dili sürçmüş, beyni sulanmış denilip geçilebilirdi. Hemen hemen aynı günlerde MHP’nin yakın geçmişte kullandığı “ya sev ya terk et” sloganı, Başbakan Erdoğan’ın ağzından biraz biçim değiştirerek döküldü. Bir belediye bu sloganı bilbordlarda afiş olarak kullanmaya başladı. Ana muhalefet lideri Baykal Kürtlere yönelik hükümet politikalarının şiddetini yetersiz bulan açıklamalar yaparken, Genelkurmay Başkanı göreve başlar başlamaz Diyarbakır’a sefer düzenledi vb. Bütün bunların sözde kalmaması ise ülkenin başka bir temel gerçeği. Sözler uygulanıyor ve bu gerici politikaların toplamı, Cumhuriyet tarihi boyunca uygulanan gerici, faşist politika ve yaklaşımların bütününü oluşturuyor, egemenliğini sürdürüyor, devlet ve yönetim anlayışına damgasını vuruyor.

Bütün bunlar alt alta konulduğunda, devletin resmi politika olarak görüp uyguladığı genel tutumun nerelerden beslendiği, bu beslenmenin gerekçeleri daha bir anlaşılır oluyor. Bu durumda, resmi devlet politikası nerede başlayıp nerede bitiyor, gizli ve açık ırkçı faşist örgütlenmeler bu politikadan nerelerde ayrılıyor ve birleşiyor, arada her hangi bir kalın çizgi var mı, yoksa karşılıklı iç içe geçmeler bütününden oluşan bir yumakla mı karşı karşıyayız sorusu gelip zihinlere takılıyor. İşte tam da burada, bu sözleri dile getirenlerin hangisi devletin bakanı, hangisi Türk İntikam Tugayı üyesi, hangisi Ergenekon yöneticisi, hangisi üst düzey komutan, hangisi ana muhalefet partisi lideri birbirine karışıyor.

Demek ki, epeyce kapsamlı ve derin bir sorunla karşı karşıyayız ve anlayışın kaynaklarına kısaca da olsa bir göz atmadan genel bir sonuca ulaşmak olanaklı olmayacak. Sorunun temelinde, kuşkusuz Türk milliyetçiliği anlayışı, bu anlayışın devlet ve yönetim sistemine vurduğu damga bulunuyor. Bu anlayış, sıkça resmi olarak vurgulandığı gibi, “Türküm diyen herkesi Türk sayan”, bu niteliği ile ırkçı olmamakla övünen, bu sözleri Türklerin ne kadar hoşgörü sahibi olduğunun açık kanıtı sayan bir anlayış. Ama karşıdan bakıldığında da, Türklüğü kabul etmeyen için dünyayı zindan eden bir anlayış. Kendine “bahşedilen” Türklüğü kabul edersen ne ala, yok değilim diyorsan, başına geleceklere razı olacaksın. Hem Türk olacaksın hem de Müslüman! Ama Müslüman olman da yetmez, Sünni ve Hanefi olacaksın. Bu tablo tamamlandığında, devletin istediği ideal Türk vatandaşının tam bir portresi ortaya çıkmış demektir.

Peki, bu “bahşedilen” Türklüğü kabul etmeyenler ne olacak? Bu soru ve yanıtı sadece bugün tartışılmıyor, tartışma güncel olmakla kalmıyor. Geçmişte de tartışılmış ve bugünün gericilerine “ışık tutan” yanıtlar döktürülmüş. Örneğin, bu sorunun yanıtını, Kemalizm’e ideolojik katkı sunan Kadro Dergisi’nden Burhan Belge şöyle veriyor: Belge, Kadro’nun Nisan 1933’te yayınlanan sayısında Almanya’da Yahudilere uygulanan politikayı, “haklı haksız, sert yumuşak, bu hareketin manası, ‘çokluğa uymayan azlık, ergeç pişman olur” diyerek yorumlamakta, sözü ülkeye getirmektedir; “Almanya’daki Yahudi aleyhtarlığı, umarız ki, bizimkilere ders olur. Türk kadar misafirperver olmak için, Türk kadar tarih içinde efendi millet olmuş olmak lazımdır. Fakat, her misafirliğin sonu, ya evdekilere karışmak, yahut misafirliği uzatmamak değil midir? Bizim azlıklar, evdekilere karışmasını, şimdiye kadar hiç bilmediler. Çünkü bilmek istemediler. Fakat bundan sonrası için bunun samimi yollarını, biz göstermeden kendilerinin arayıp bulmaları, şüphe yok ki, hem onların hem de bizim lehimizedir.” (Aktaran Tanıl Bora) Bu tavrın, sadece Müslüman olmayan azınlıklardan beklendiği sanılmasın. Kendilerine Türk olmak bahşedilen Kürtler gibi, Türk olmayan Müslümanlar da özellikle buna dahildir. Bugün milliyetçi, gerici çevrelerce sık sık “ne mutlu Türküm diyene” sözleri tekrarlanarak, ırk ve etnik köken aranmaksızın “isteyenin” Türk olduğunun hatırlatılması, yukarıdaki beklentinin devam etmekte olduğu dışında bir anlama gelmemektedir.

Bu nedenle, Savunma Bakanı Gönül’ün bu sözlerini kuşkusuz rastgele söylenmiş sözler olarak değerlendirmemek gerekir. Çok önceki tarihlerde de benzer sözler dile getirilmiş, “temizliğin” savunusu yapılmıştır. Örneğin Ermeni tehcir ve kırımında kilit rolü oynayan İttihat ve Terakki’nin üst yöneticilerinden, daha sonra TBMM’de milletvekilliği yapmış olan Halil Menteşe, “Şark vilayetlerimizi Ruslarla işbirliği yapmış olan Ermeni komitacılarından temizlememiş olsaydık, milli devletimizin tekeyyününe –şekillenmesi, gelişmesi anlamına geliyor– imkan kalmayacaktı.” demektedir. Bu “temizliğin” Ermeni komitacılarla sınırlı kalmadığı ise çok iyi bilinmektedir.

İlk TBMM’de buna benzer konuşmalar epeyce yapılmıştır. Yine, örneğin Hasan Fehmi Bey’in, Ekim 1920’de, Gizli Oturum’da yaptığı konuşmada şunlar yer almaktadır: “Tehcir meselesi, biliyorsunuz ki dünyayı velveleye veren ve hepimizi katil telakki ettiren bir vaka idi. Bu yapılmazdan evvel alemi nasraniyetin bunu hazmedemeyeceği ve bunun için bütün gayz ve kinini bize tevcih edeceğini biliyorduk. Neden katillik ünvanını nefsimize izafe ettik? Neden o kadar azim, müşkül bir dava içine girdik? Sırf canımızdan daha aziz ve mukaddes bildiğimiz vatanımızın istikbalini tahtı emniyete almak için yapılmış şeylerdir.” (Aktarmalar TBMM Gizli Celse Zabıtları, Cilt 1 s. 177’den Taner Akçam tarafından yapılmıştır.)

Bu nedenle, Bakan’ın sözlerinin tarihsel “devamlılığı” yansıttığından hiç kuşku duymamak gerekir. Arada “varlık vergisi” uygulamaları, 6-7 Eylül 1955 olayları vb. bulunmaktadır. Şimdi bu sözlerden sonra, ülkenin bugünkü durumunu ve temel sorunlarını biraz daha yakında irdeleyebiliriz.

KÜRT SORUNUNDA DURUM NE?

Milli Savunma Bakanı Gönül’ün “Bugün eğer Ege’de Rumlar, Türkiye’nin pek çok yerinde Ermeniler devam etseydi, acaba bugün aynı milli devlet olabilir miydi? Bu, mübadelenin ne kadar önemli olduğunu size hangi kelimelerle anlatsam bilemiyorum” sözlerini, “mübadele edilemeyen”, “tehcir edilemeyen” ulusların durumuna bakarak yanıtlamak olanaklıdır. Bu “mübadele” edilemeyen, “tehcire” uğramayan ulus Kürtlerdir. Türkler ve Kürtler, pek çok yerleşim yerinde çok uzun yıllar iç içe, yan yana yaşadılar ve uluslaşma sürecine de işte bu iç içelik içinde girdiler. Türkleşen Kürtler, Kürtleşen Türkler, bu toprakların gerçeği olarak tarihin bir döneminde yaşandı. Ama sonuçta iki ayrı ulus şekillendi ve oluştu. Kürtler binlerce yıldır bulundukları topraklarda yaşıyorlar ve Türklerin uluslaşma sürecinde çok önemli bir rol oynayan Kurtuluş Savaşı’na katılarak, ülkenin kurtulmasına, Cumhuriyet’in kurulmasına önemli katkılarda bulundular.

Ancak Kürtler, Cumhuriyet sonrasında, en doğal –dilini, kültürünü geliştirme, kendi iç yaşamını düzenleme vb.– eşit haklardan yoksun bırakıldılar. İrili ufaklı Kürt ayaklanmaları, şiddet, terör ve katliamlarla bastırıldı, kontrol altına alındı. Ama başka bir vatanları, toprakları olmadığı için “mübadeleye” uğramadılar; onlar zaten binlerce yıldır kendi vatanlarında, kendi topraklarında yaşamaktaydılar. Onların “mübadeleleri” ülke içinde sürgünler oldu.

Burada Kürt Sorunu’nun çözümüne özel olarak girilmeyecek. Bu sorunun ezilen ulus sorunu olduğu, öncelikle kendi kaderini tayin temelinde, başta ayrılma hakkı olmak üzere, eşit politik haklardan yararlanma, ulusun dilden kültüre kadar uzanan bir çizgide gelişimini ve yaşamını özgürce sürdürme olanağına kavuşması ile çözülebileceği biliniyor. Kısacası, ulusun geleceğine ve kaderine sadece ulusun kendisinin karar verebileceği koşulların yaratılması ile ulusal sorunun çözülebileceği gerçeğidir anlatılmak istenen.

Burada, ağırlıklı olarak, Kürt Sorunu’nun çözülmemesi nedeniyle, yani “mübadele”, “tehcir” olmamasıyla, bu sorunun, Türklerin uluslaşma sürecini, “milli devlet oluşumunu ve ülke yaşamını nasıl etkilediği yönü ile ilgilenilecektir. Sorunu, önce “milli devlet”ten başlayarak yanıtlamaya çalışalım.

MİLLİ DEVLET NE DURUMDA?

Bugün, MSB Gönül’ün de ifade ettiği gibi, ülkeyi yönetenler milli bir devlete sahip olduklarını ileri sürmektedirler. Evet, Türkiye Cumhuriyeti devleti, sınırları, toprağı, ayrı devlet kimliği, ulusal sembollerinin olması anlamında bir milli devlettir ve üstelik ulusal devlet olma kimliğine emperyalizme karşı bir kurtuluş savaşından geçerek ulaşmıştır. Dünyanın pek çok devleti benzer bir süreci yaşamışlardır. Hatırlanacağı gibi, milli devlet, tarihin belirli bir aşamasında –kapitalizmin gelişmesi, feodal parçalanmışlığa son vermesi, ulusal iç pazarı kurması süreci– tarih sahnesine çıkmıştır. Kapitalizmin ilk önce geliştiği bu ülkelerin devletleri, ulus adına ülkeyi birleştirme aşamasını tamamlamış, daha sonra ulusal sınırları aşarak, dünya üzerinde egemenlik ve güç edinme mücadelesine girişmişlerdir. Yani artık ulus adına değil, dev kapitalist tekeller adına hareket etmeye başlamışlardır. Onlar bu nitelikleri ile emperyalist devletlere dönüşmüşler, tarihsel anlamda “milli” olma evrelerini geride bırakmışlardır.

Geç uluslaşan ya da uluslaşma sürecinde baskı altına alınarak ezilen ulus konumuna düşen uluslar için süreç biraz daha farklı işlemiştir. Geç uluslaşan halklar, bağımsızlıklarını, genel olarak bir ulusal kurtuluş mücadelesi sürecinden geçerek kazanmışlardır. Bunlar, milli devletler olarak örgütlenmişlerdir. Ancak emperyalist egemenlik sistemi, uluslaşma ve milli devlet kurma süreci nasıl şekillenirse şekillensin, emperyalizmin gücüyle bu devletleri yeniden boyunduruk altına almış, görünüşte bağımsız ve “milli”, ama özünde bağımlı ve ulus adına –yani bağımsız ekonomik gelişme, ulus adına bağımsız kararlar verme gibi– olumlu bir şey yapma potansiyelinden yoksun devletlere dönüştürmüştür. Bu devletler, –Türkiye gibi– birden fazla ulusun yaşadığı devletler de olabilirler. En gelişkin olan ulus kendi devletini kurmuş, diğer ulusu ya da ulusları baskı altına almıştır.

Bu tür “milli devletler”, emperyalist büyük devletlerce mali, ticari, askeri, diplomatik vb. bağımlılık altına alınmış devletlerdir. Bu ülkelerin işbirlikçi egemen sınıfları, emperyalist efendilerin çıkarlarını gerçekleştirmek üzere ulus ve uluslar üzerinde yönetimini kurmuş, ülkeyi bir çiftlik kahyası gibi yönetir olmuşlardır. Burada bağımsızlık kağıt üzerinde kalmıştır, “milli” olan her şey de satılığa çıkarılmıştır. Türkiye de dahil, birçoğu, emperyalist büyük devletlere ağır borç yükleri altındadırlar ve onların onayı ve isteği dışında “milli” adımlar atma gücünden ve iradesinden yoksun bulunmaktadırlar.

Bu milli devlet, Türkiye örneğinde olduğu gibi, egemen ideoloji tarafından aynı zamanda “kutsal” ve “ebedi” bir örtüyle sarmalanarak tüm topluma kabul ettirilmeye çalışılmıştır. Bu milli devletin tam merkezinde de “askeriye” bulunmaktadır. Bu durum, askeriyenin, –yani yüksek komuta heyeti, Genelkurmayın– devletin oluşumunda ve biçimlenmesinde kesin rolünü açıkça ortaya koymaktadır. Örneğin TBMM’nin üzerinde egemenliğin kayıtsız şartsız milletin olduğu yazar, ancak millet, bu organ aracılığı ile “egemenliğini”, resmi ideoloji tarafından sınırları çizilmiş milli devlet ve onun çıkarlarına halel getirecek tarzda kullanamaz! Gerekirse anayasayı değiştirme hakkı elinden alınır, esasa ilişkin olmayan makyajları yapması bile olanaksız hale –Anayasa Mahkemesi’nin anayasa değişikliğine ilişkin son kararı ve gerekçesi buna bir örnektir– getirilir.

Bu durum, modern ve demokratik olarak tanımlanan burjuva devletlerde rastlanmayan bir durumdur. Orada ordu, burjuva düzeninin ve sermayenin temel koruyucusu olarak geri planda durur ve gerektiğinde göreve çağrılır. Tekelci büyük burjuvazi, bugün bir hayli güdükleşmiş olsa da “burjuva demokrasisi” denilen sistem içerisinde egemenliğini sürdürür. Kriz ve bunalım dönemlerinde, savaşa hazırlık koşullarında, işçi ve halk hareketlerinin bastırılması gereken durumlarda açık faşist diktatörlükler gündeme gelebilir vb.. Türkiye’de ise, politik gelişmelerin zaman zaman açıkça ortaya koyduğu gibi, ordunun merkezde ve “her zaman aktif” olduğu, bir devlet yapısı egemen durumdadır. “Komuta heyeti”, sivil üst devlet bürokrasisi ile iç içe ve onları da peşine takarak, ülkenin bütün temel politik sorunlarında tayin edici bir konuma yerleşmiştir.

İşbirlikçi büyük burjuvazi bu koşullarda kendi sınıfsal egemenliğini sürdürür. Zaten ilk gelişimini ve varlığını da tarihsel olarak bu devlet örgütlenmesine borçludur. Bu burjuvazinin bir kısmı, Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinden başlayarak, Rum ve Ermeni azınlık burjuvalarının mallarının üzerine oturarak, zenginliklerini –mübadele, tehcir vb. yollarıyla– büyütmüş, süreç içerisinde emperyalizmle bağlarını kurmuş, devlet yapısının buna göre şekillenmesi için ağırlığını koymuştur. Büyük oranda ülkenin emperyalist boyunduruktan kurtulması ve demokratikleştirilmesi sorunu da, zaten buradan çıkmaktadır. Emperyalizm öncesinde, “ulusal devletler”, aynı zamanda, içlerinde liberalizmin ve burjuva demokrasisinin boy verdiği devletler olmuşlardı. Ancak günümüzde, ulusal devletlerin emperyalizme bağımlılığı, demokrasiyi olanaksız hale getirmese de, emperyalizme karşı mücadeleyi de içeren çetin bir mücadelenin konusu haline getirmektedir. Milli devlet açısından kalın hatları ile özetlenen durum budur.

DEMOKRASİ VE EŞİTLİK NE DURUMDA?

Bu “milli devletler”, yukarıda kısmen değinildiği gibi, aynı zamanda, demokrasi açısından sorunlu devletlerdir. Demokrasinin temel unsurları olan söz, basın, örgütlenme, toplantı yapma vb. gibi haklar, ya yoktur ya da ağır şartlarla ve kısmen uygulanır durumundadırlar. Demokrasi, hem emperyalizme bağımlılıktan, hem de işbirlikçi egemen sınıfların zayıflığından –zorbalığa dayanmadan yönetebilme olanakları bulunmamaktadır– engellenmektedir. Bu ülkelerde, demokratik hak ve özgürlükler, demokrasi güçlerinin devleti geriletebildikleri oranda kullanılabilir olmakta, egemen sınıflar her fırsatta bu hakları ortadan kaldırmanın hamlelerini yapmaktadırlar.

Türkiye, yukarıda bahsedilen ülkeler sınıfına girmektedir. Ülke, demokrasinin ve özgürlüklerin egemen olamadığı, ama bazı demokratik hak ve özgürlüklerin çetin mücadelelerle kullanılabildiği bir ülkedir. Konumuz açısından vurgulayacak olursak, demokrasi sorununun en önemli meselelerinden birisi olan Kürt sorununun çözülmemesi, ülkenin politik yaşamanın gericileştirilmesine, politik atmosferin sürekli zehirlenmesine neden olmaktadır. “Terör ve ayrılıkçı hareket” bahanesi, ülkeyi yöneten işbirlikçi egemen sınıfların halka karşı sürekli kullandıkları temel gerekçe durumundadır. Milliyetçilik ve şovenizm sürekli kışkırtılmakta, linç kültürü yaygınlaştırılmakta, ülkeyi yönetenler gerici bir toplumsal temeli sürekli ayakta tutmak için –dini, ulusal– her türlü gericiliği kullanmakta ve sömürmektedirler.

İşbirlikçi egemen sınıflar için, Kürt sorununun çözümünün engellenmesi; ülkeyi sürekli olarak gericiliğin tekelinde tutmak, her türlü özgürlük ve demokrasi hareketini bastırmak, Türk ve Kürt işçileri arasına güvensizlik tohumları saçmaya çalışarak, onların ortak mücadelesini engellemek, işçi ve emekçi yığınların hareketini geriye atmak için manevra imkanlarına sahip olmak anlamına gelmektedir. Böylece, “milli devlet”in sürekli “tehdit” altında olduğu, ülkenin ve halkın demokrasiye “hazır olmadığı” kanısı yaygınlaştırılarak, ülkenin politik yaşamı gericiliğin at oynattığı bir alana çevrilir. Bu bakımdan, Ergenekon operasyonu sırasında emekli tuğgeneral Veli Küçük’ün evinde ele geçirilen ve Kürt sorununun nasıl “halledileceğini” konu alan “Panzehir” adlı belgede, “Her etnik grup, her mezhep ve inanç grubu Türkiye Cumhuriyeti devleti için sorundur” (aktaran Ümit Kıvanç Ergenekon’a gelmeden) ifadesi oldukça dikkat çekicidir ve aslında devletin yönetim anlayışını özlü bir biçimde ifade etmektedir.

Bugüne kadar devleti yönetenlerin ve yönetmekte olanların, AKP’li Savunma Bakanı’nın bu sözlere ekleyecekleri yeni bir şey olabilir mi? Geçmişte Rumlara uygulanan “mübadele”, Ermenilere uygulanan tehcir ve kıyım, günümüzde Kürtler üzerinde sürdürülen baskı ve terör, mezhepler –Alevilik– üzerindeki baskı, bu gerici yaklaşımda özlü bir biçimde ifade edilmişlerdir. Geçmişte baskı, terör, mübadele ve tehcir, günümüzde terör eşliğinde sürdürülen inkar ve asimilasyon siyaseti, devleti yöneten işbirlikçi egemen sınıfların temel siyasetleri olmuştur ve olmaya da devam etmektedir.

Burada hatırlatmakta yarar var ki, devlet yönetim anlayışı ve bunun egemen olduğu genel sistem, –yukarıdaki alıntıların da gösterdiği gibi– son 20-30 yılın ürünü değildir. Devletin Kemalizm döneminde şekillenmesi, kurduğu bürokratik aygıt ve şekillenen yönetim yapısı, Kemalizm’in bağımsızlıkçı ve ulusalcı yönleri terk edildikten sonra da güçlendirilerek, faşist biçimler de alarak varlığını devam ettirmiştir. 1940’ların CHP’sinin genel sekreterliğini yapmış olan Mahmut Şevket Esendal, “Bizim iki anayasamız vardır: Yazılmış ve yazılmamış… Bunlardan yazılmış olanı Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’dur. Yazılmamış olanı ise, şimdiki fiili durumumuz, yani şef sistemimizdir” demektedir. Bugün şef sistemi bulunmamaktadır. Ama kurumlaşan “fiili durum” zaten bu açığı kapatmaktadır. Devletin nasıl yönetileceği “gizli anayasalarda”, “MGK Siyaset Belgesi’nde” bulunmakta, “ebedi koruyucu ve kollayıcılar”, Anayasa’nın ve “iç hizmetler kanununun” kendilerine verdiği yetkiyi, silahlarının gücüne dayanarak bolca kullanmaktadırlar.

ÇÖZÜM OLSAYDI!

Eğer bugün ülkede Rumlar ve Ermeniler Anadolu’da kitleler halinde yaşasaydı, Kürt sorunu demokrasi ve eşitlik içinde çözülseydi ve ülkede gerçekten demokratik bir sistem egemen olsaydı, acaba ülke nasıl bir tabloya sahip olurdu? Yani Savunma Bakanı’nın “gerçekleşmeseydi” dediği, gerçekleşmesinin önemini anlatacak kelimeler bulamadığı durum yaşanmasaydı, ülkenin durumu nasıl olurdu? Kuşkusuz ülke farklı halk ve ulusların, dinlerin bir arada yaşadığı, bu toplulukların kendi iç yaşantılarını kendilerinin düzenlediği zengin bir kültürel birikime, daha ileri bir toplumsal yaşantıya, demokrasinin egemen olduğu modern bir ülke ve devlet görüntüsüne sahip olurdu. Kuşkusuz bütün bunlar sancısız gerçekleşmezdi.

Ancak ülkede yaşayan halklar, eğer barış ve kardeşlik içerisinde yaşamak istiyorlarsa, birbirlerinin haklarına saygı göstermekten, eşit haklara sahip olmaktan, bütün bunları yasal olarak güvence altına alacak olan anayasal bir yapıdan başka bir yol olmadığını tecrübeleriyle kısa sürede anlayabilirlerdi. Türk ulusu da, bu ortam içerisinde modern, demokratik gelenekleri olan bir ulus olarak şekillenebilir, ulusal karakterin şekillenmesinde demokrasi kültürü ağır basar, demokratik, modern bir ulus olma olanağı genişlerdi. Ancak Türklüğü bayrak yapmış, kendilerince Türklüğe militarist ve katliamcı özellikler ekleyen işbirlikçi egemen sınıflar için, böylesi bir durum korkulu kabuslar görmekle eşittir.

Kürt sorununda çözümsüzlükte, baskı ve terörde direnmek, egemen sınıflar için ülkeyi yönetmenin, “milli devleti” korumanın olmazsa olmaz koşuludur. Kürt sorununun çözülmemesinin ülkenin politik yaşantısını, halkın demokrasi kültürünü nasıl olumsuz etkilediği açıkça görülmektedir. Her türlü muhalefet hareketinin üzerine “bölücülük, hainlik ve terörizm” yaftası yapıştırılmakta, demokrasi özlemleri bastırılmak istenmektedir. Savunma Bakanı, Rumlar ve Ermeniler için geçmişte olanları onaylamaktadır. Ama bugün ülkede artık varlığı inkar edilemeyen ve “geride kalan” Kürtler bulunmaktadır ve bakanın temsil ettiği anlayış, geçmişte Ermeni ve Rumlara yaptıklarını, bugün Kürtlere yapmak istese de, bunun olanağı ve koşulları bulunmamaktadır. Ama bu gerici anlayış direnmekte, bir bütün olarak ülkeyi baskı ve terör eşliğinde yönetmeyi “milli devleti” koruma marifeti sanmaktadır. Ama bu durumun ülkeye ve halka faturası oldukça ağırdır.

Tarihsel olaylar, geçmişe yönelik olarak tamir edilemezlerse de, olmamış sayılamazlar. Ama bugün yaşayanlar, tarihin sırtlarına yüklediği olumsuzlukları aşıp, olup biteni sağduyu ile değerlendirip, karşılıklı saygıya ve çıkara dayanan barışçı ilişkiler kurabilirler, yan yana kardeşçe yaşayabilirler. Kuşkusuz bu yazılanlar, öncelikle Türkler, Ermeniler ve Rumlar arasındaki ilişkiler için geçerlidir. Ülkede kalanların tüm haklarının korunması, komşu devlet durumunda olanlarla karşılıklı saygı ve bu haklara saygı temelinde kurulması gereken ilişkilerdir artık, söz konusu olan.

Bu sorunlardan temelde ayrılan Kürt sorunu ise varlığını sürdürmekte, kanamaya devam etmektedir. Bakan’ın geçmişte Rumlara ve Ermenilere yapılanlardan vicdani bir sorumluluk duymadığı sözleri ile kanıtlanmış olsa da, Kürt sorunu artık farklı bir mecraya taşınmış bir sorundur. İlk olarak; kökleri geçmişe uzansa da, geçmişin değil, bugünün sorunudur. İkinci olarak; devleti yönetenler bakanın kafa yapısında olsalar da, artık bu sorun, geriye dönülemez ve geçmişteki gibi “çözülemez” bir aşamaya ulaşmıştır.

Yani Rumlar ve Ermeniler için eğer başka türlü çözüm olanaklı olsaydı gibi bir olasılıktan değil, bugünün katı gerçeklerinden söz etmenin zamanıdır. Bugün Kürt sorununun çözülmesi için Rumlar ve Ermeniler ile olmayan ortak bazı değerlerin varlığı da söz konusudur. İlk olarak; Türkler ve Kürtler arasında ulusal fark bulunmakla birlikte, din farkı bulunmamaktadır ve uzun bir ortak geçmişe sahiptirler. Bu ortak geçmiş içerisinde, Türklerin uluslaşmasında belirleyici bir rol oynayan Kurtuluş Savaşı’na Kürtlerin katılması da bulunmaktadır. İkinci olarak; Kürtler demokrasi ve eşitlik istemekte, açıkladıkları programlarda “ayrılıkçı” taleplere yer –bugün ne istediklerinden bağımsız olarak, ayrılma hakları vardır ve bu konuda sadece kendileri karar verebilirler– vermemektedirler.

Kısaca özetlenmeye çalışıldığı gibi; Kürt sorununda çözümsüzlük, sadece Kürtler için baskı ve terör anlamına gelmemektedir. Bu sorunun varlığı, aynı zamanda, egemen sınıfların her türlü demokratik gelişmenin önünü kesmelerine imkan tanımakta, halkın geri kesimlerini etkileyerek peşlerine takmalarına olanak tanımakta, kendi gericiliklerini sürekli besleyen malzemeyi sürekli bu ortamdan almaktadırlar. Güçlü ve politik taleplerle ilerleyen bir halk hareketinin olmadığı koşullarda, gericilik sürekli olarak baskın çıkmakta, ülkenin demokratik gelişiminin önü tıkanmaktadır.

Kürt sorununda demokratik çözümün her şeyden önce gericiliğin mevzi kaybetmesi anlamına geleceği, bu durumda gericiliğin kitleleri zorbalıkla yönetmekte büyük sorunlarla karşılaşacağı tahmin edilemez bir durum değildir. Bu nedenle, gericilik, Kürt sorununun varlığını, şimdilik kendisi için halkı yönetmenin ve kontrol altına almanın imkanı olarak da değerlendirebilmektedir. Ancak bir halk deyimini burada hatırlatmakta yarar var. Ne demiş eskiler; sap döner, keser döner, gün gelir hesap döner.

Söylenmek istenen şudur ki; söz konusu bu durum, kalıcı ve değişmez bir durum değildir. Kürtler arasında ulusal uyanış gelişmiş ve geniş bir yaygınlığa ulaşmıştır. Türkler arasında ülkede olup bitenleri sorgulama, hem tüm ülke için, hem de Kürtler için demokrasi ve özgürlük talep etmek giderek yaygınlaşmaktadır. İki halkın gericiliğe karşı birlikte mücadelesi için koşullar giderek daha fazla olgunlaşmakta, ortak mücadele birlikleri yaygınlaşma eğilimleri göstermektedir. Bu sürecin ilerlemesi durumunda, işbirlikçi egemen sınıfların ülkeyi eskisi gibi yönetemeyecekleri açıkça görülecektir.

 

Yaşam Hakkı Olarak “Su”

yaşam hakkı olarak “su”

ERTUĞRUL ÜNLÜTÜRK

 

İnsanlığın temel gereksinimi ve yaşamsal hakkı olan suyun, kapitalizmin dünya halkları üzerindeki terörü nedeniyle insanlığın elinden gasp edilme çabaları yıllardır gündemimizi işgal ediyor. Küresel iklim değişikliği ve onun bir yansıması olan “küresel ısınma” ve kuraklık nedeniyle giderek uluslararası sermayenin tehdit ve baskı aracına dönüşen suyun, kapitalizmin yeni bir paylaşım savaşının temel kaynağı olacağı savı ise, artık kapitalistler tarafından dahi itiraf ediliyor.

Dünya halklarının suyuna göz diken emperyalistler, suya ulaşmada zorluk çeken ülkelere, bu zorluğu beraber aşacakları yönünde parlak vaatler veriyor ve o ülkelerdeki işbirlikçi yönetimler kanalıyla da bu yalanı halklara kabul ettirmeye çalışıyor. Oynanan oyun, petroldeki, madendeki, tarımdaki oyunun aynısıdır; birileri bizi “kalkındırmak”ta ısrarlı görünüyor. Bugüne kadar başkaları tarafından kalkındırılan hiçbir ülke olmadığı gerçeği gözümüzün önündeyken, Dünya Bankası, AB ve diğer sömürü örgütlerinin savunuculuğunu yapan liberaller ise, her konuda olduğu gibi, “biz beceremedik, bari onlar yapsın” söylemine devam ediyorlar.

VARLIK İÇİNDE YOKLUK

Çok fazla sayısal değerlere girip sizleri rakamlara boğmadan önce, bir bohçamızı açalım, neyimiz var, neyimiz yok ortaya koyalım.

Dünya yüzölçümünün büyük bir kısmı suyla kaplı olmasına rağmen, dünyadaki suyun sadece yüzde üçü tatlı sudur; bunun da ancak yüzde biri kullanılabiliyor, çünkü kullanılamayan kısmın çoğu kutuplarda bulunuyor.

Türkiye ise, mevcut kullanılabilir su potansiyeli 112 milyar metreküp olmasına rağmen, bunun ancak yüzde üç buçuğunu, yani 4 milyar metreküpünü kullanabiliyor. Uzmanların bir kısmı, gelişmiş ülkelere kıyasla hayli düşük olan kişi başı yıllık su tüketim miktarına bakarak, ülkemizi su fakiri ya da orta halli olarak sınıflandırıyorsa da, ben bu görüşte değilim, biz varlık içinde yokluk yaşıyoruz, birileri bize bunu yaşatıyor.

Bireyleri ve toplumları bağımlı yapmanın yolu onları yoksullaştırmaktır. Örnek verelim, mevcut siyasi iktidar, halkını önce işsiz bırakıyor, sonra onlara erzak ve kömür dağıtarak kendisine bağlıyor. Yaşanan su kıtlığı da buna benziyor; önce suya ulaşmamız engelleniyor, sonra o uluslararası sömürü örgütleri, gelip, “biz, sizi suya ulaştıralım” vaadinde bulunuyor.

 

SUYUMUZA NE OLDU?

Mevcut kullanılabilir su potansiyelimizi kullanamıyorsak, bunun en büyük nedeni, sağlıklı ve işleyen su ve çevre politikalarımızın olmamasıdır. Osmanlı döneminde başlayan suyun ve su hizmetlerinin özelleştirilmesi ve ticarileştirilmesi, suya ulaşım yönündeki ulusal teknik birikim ve altyapının oluşturulmaması, her alanda olduğu gibi, bu alanda da, mali ve teknik açıdan dışa bağımlı kalınması, en büyük etkenler.

Örneğin 19. yüzyılda düktil demir su borularını Fransızlar getiriyordu, aradan 100 yıl geçti ve 1990’lı yıllarda, İzmit’in su temin sisteminin borularını yine yurtdışından satın aldık. O zaman da su temin sistemimizi onlar planlıyor, kuruyor ve işletiyordu. Bugün de durum yine aynıdır. Uluslararası su tekellerinin ve onların gerek iktidar, gerekse yerli sermaye içindeki işbirlikçilerinin kurduğu bu çarkın dişlileri arasında kalan su kaynaklarımızın, bir de vahşi kapitalizmin daha fazla kâr amacıyla kasıtlı olarak, yani taammüden yol açtığı çevre kirliliği nedeniyle tahribi, halkın sağlıklı suya ulaşımını iyice engelledi, suyumuza el kondu.

Fabrikalar, atık sularını arıtmak yerine, kuyular açıp yeraltı suyuna pompaladılar, akarsu ve göllerimize deşarj ettiler. Toplam su tüketimimizin yüzde yetmiş beşini oluşturan sulama suyu ise, uygulanan yanlış tarım ve sulama politikaları yüzünden verimli kullanılamıyor, su yolunu buluyor, ama yerini bulamıyor.

 

AMBALAJLI SU

Kapitalizmin halkın elinden zorla aldığı sağlıklı su, kazançlı bir üretim teknolojisiyle çok daha yüksek bedelle yine halka satılmak zorunda, çünkü bu sistem bunu gerektiriyor. Kıtlık yaratıp, kıt olanı ise ambalajlayarak süsleyip açlara satmak, bu sistemin doğasını oluşturuyor. Ambalajlı su, hem evlerde kullanılan damacana suyunu, hem de PET şişelerde paketlenmiş içme sularını kapsar. Ülkemizde ambalajlı su sektörü her yıl %10-15 büyür, reel büyüme gösteren nadir sektörlerden biridir. Bunlar, ülkemizin dört bir tarafında kaynayan doğal kaynak sularının, özel şirketlerin kurduğu dolum tesislerinde ambalajlanması yoluyla üretilir. Bu sistem, yine bir yağma sistemidir ve şöyle işliyor: Kaynak suları nereden çıkarsa çıksın, kullanım hakkı devletindir, halkın değil. Diyelim ki, Anadolu’da bir dağ köyünde sağlıklı ve kaliteli bir doğal kaynak suyu var, devlet hemen bu kaynağı bir şirkete ihaleyle kiralıyor ve şirket o kaynaktan ambalajlı su üretip satıyor. Yöre halkı, onu bırakın, o su fabrikasında çalışan köylü, kendi malı olan ve üretiminde katkısı olduğu suyu cebinden para ödeyerek ancak satın alabiliyor. İşte sosyalist teoride adı sıkça geçen “işçinin üretime yabancılaşması” kuramı burada, bir şişe suda bile kendini gösteriyor, sosyalizmin evrenselliğini ve kalıcılığını kanıtlıyor.

 

HİSSE SENEDİ OLARAK SU

Dünya tekellerinin, dünya halklarının suya ulaşımına koyduğu ipotek, her kapitalist sistem aracı gibi ticari bir araçtır. Arz azalırsa talep çoğalır, fiyat da artar, kâr da artar. Kapitalist sistem içindeki ticari mallar için, örneğin demir-çimento için geçerli olması gereken bu döngüye, insanların temel hakkı, yaşam hakkı olan suyun da girmesi, kavgamızın nedenini oluşturuyor. Su kamunun malıdır, halka devlet tarafından ücretsiz dağıtılmalıdır. Sosyalist ülkelerde halkın sağlıklı suya hem soğuk, hem de sıcak olarak, ücretsiz ve kesintisiz ulaştığı gerçeği dünya halklarının belleğindeyken, yaşam hakkına saldırı niteliğindeki suyun ticarileştirilmesi ve metalaştırılması da kapitalizmin gerçeğini oluşturuyor. Kapitalist düzen yıkılmadıkça, halklar, bu gerçekle ve tehditle yüz yüze yaşayacak, suya ulaşamayacak, eğer ulaşırsa da, fahiş bedelli bir faturayı, ya devlete ya da devletin su hizmetlerini devrettiği özel şirketlere, su tekellerine ödemek zorunda kalacaktır. Kapitalist sistem içinde su, her metreküpü bir adet nominal hisse değeri olabilen bir menkul kıymet olarak yerini alacak, dünya borsalarının dev ekranlarında yeşil ve kırmızı renkli artış/azalış oranları ile hem büyük yatırımcılar, hem de suyun gerçek sahipleri olan küçük yatırımcılar tarafından merakla takip edilecek olan bir yatırım aracına, finans enstrumanına dönüşecektir.

 

SUYUMUZU GERİ ALMALIYIZ

Dünya halklarının sağlıklı suya ulaşması için suyun ticarileştirilmesine karşı etkin bir toplumsal mücadele vermesi gerekiyor. Bu konuda somut örnekler, Bolivya, El Salvador, Arjantin, Meksika, Güney Afrika, Hindistan, Fransa ve İngiltere halkları tarafından kapitalist tekellerin su hakkı gaspına karşı verilen kitlesel mücadelelerdir. Ülkemizde de, mevcut iktidar, kentlerimizin su temin hizmetlerini özelleştiriyor, belediyeler su hizmetlerini halkın soygunu amacıyla kullanıyor. Suyun faturasını kesen ister özel sektör, isterse devlet sektörü olsun, emekçi halk bu faturayı ödememelidir, artık topyekûn direniş zamanıdır.

Merkezi ve yerel ölçeklerde suyun ticarileştirilmesine karşı oluşturulan platformlar ve inisiyatifler kanalıyla, halkımıza, kendi malına sahip çıkma bilincini vermeliyiz. Bu mücadele, sadece suya para ödememe ekseninde değil, suyumuza tümüyle sahip çıkma, yeraltı ve yerüstü su kaynaklarımızı çevre kirliliğinden koruma, büyük kentlerde %60’lara çıkan kayıp/kaçak oranını azaltma, sağlıklı ve toplumsal bir su politikası oluşturma, tarımsal sulama suyunun halk kooperatiflerince dağıtımı, bilim ve mühendislik temelinde oluşturulacak tarımsal sulama politikası ve bunlar gibi aklın, bilimin ve hukukun ışığında çeşitli kurumlarca, meslek örgütlerince hazırlanarak kamuoyuna açıklanmış projelerin hayata geçirilmesi yönünde yürütülmelidir.

Suyun ticarileştirilmesine karşı oluşumlar, o oluşumların içinde yer alanlar, halkın su hakkının gasp edilmesine “havadan sudan” bir olay gözüyle bakmadıkları ve en azından Bolivya’daki zaferle noktalanan halk direnişini hedefledikleri sürece, bizim suyumuzun yönünün değişmesi olanaklı değil, değiştirmemeliyiz.

Özellikle, Mart 2009’da İstanbul’da yapılacak olan ve suyumuzun uluslararası tekellere pazarlanmasını hedefleyen 5. Dünya Su Forumunu, bu forumun katılımcılarını “ateşli” bir şekilde karşılamamız ve onlar gelmeden önce şu mesajı iletmemiz gerekiyor:

Emperyalistler, işbirlikçiler…Altıncı Filo’yu unutmayın..

 

Seçim Pazarında Açılan Açılana

seçim pazarında açılan açılana

İHSAN ÇARALAN

Piyasa mekanizması, ekonomide krize yol açsa da, siyasette işlemeye devam ediyor. Yerel seçimler yaklaştıkça, seçmen pastasından daha çok pay almak isteyen sermaye partileri, “yeni açılımlar”la seçmen avını hızlandırdılar. Ancak, ülkenin sorunları öylesine kronik ve aynı zamanda çözüm dayatıyor ki, her açılım, partiler arasında olduğu kadar partilerin içinde de zaten var olan gerilimleri artırdığı gibi, yeni gerilimlere de vesile oluyor. Bu yüzden, diğer partilerin seçmenlerini kapmak ya da daha önce etkisi dışındaki kesimleri kendi etki alanına çekmek için girişilen manevralar, partilerin geleneksel seçmen kitlesi içinde de bölünmelere, çatışmalara yol açmaktadır. Yerel seçimler yaklaştıkça, partilerdeki iç çatışmalar ve partiler arasındaki mücadele bir hesaplaşmaya dönüşmektedir.

Partiler arasındaki mücadele, basında “açılım” adı verilen girişimlerle ilerlemektedir. AKP “Alevi açılımı”yla öne çıkarken, CHP “türban karşıtı” muhalefetini tersine çevirerek, türbana karşı olanları hedefe koyan, “türban, çarşaf, sarık, şalvar” açılımı diyeceğimiz bir biçimde “yeni bir açılım”a girişmiştir. AKP’nin vaktiyle yaptığı “Kürt açılımı”, yeni dönemde “Kürt kapalımı”na dönüşürken, CHP’nin bir “Kürt açılımı”na yöneleceği, şimdiden kesinleşmiş gibidir.

Kürt sorununda ya da genel olarak politikalarında “mozayik değil mermer” gibi “katılık”la övünen MHP ise, her iki parti (CHP ve AKP) arasındaki çatışmanın dümen suyunda, iki partinin de açılımlarını eleştirirken; Kürt ve Alevi sorununda “kendi çapında” yeni açılımlar ortaya koymaya çalışmaktadır.

Kuşkusuz bu sermaye partilerinin geleneksel politikalarında değişiklik yapma ihtiyacı, Türkiye’nin büyün sorunları karşısında çözümsüzlük ve çaresizliklerinin zorladığı bir durumudur. Yerel seçimlerin de kapıya dayanmasıyla sıkışan sermaye partileri; açılımlar yaparken, bu açılımlara partilerin geleneksel yapıları içinden direnecek tutumlar ortaya çıkmakta, şimdi içten içe derinleşen bu çatlaklar giderek büyüme eğilimi gösterecek bir nitelik taşımaktadırlar.

SERMAYE PARTİLERİ ESKİSİ GİBİ GİDEMEZ DURUMDA

Sermaye partilerinin dünyasında seçimlerden önce partilerin kimi konularda kendilerine çeki düzen vermeleri; tutulup tutulmayacağına bakmadan, toplumun geniş kesimlerini ilgilendiren vaatlerde bulunarak o kesimlerden oy almayı amaçlamaları, her seçim öncesinin klasik tutumlarıdır. Hatta öyle ki; bu, tutulmayacağını herkesin bildiği, ölçüsü-endazesi bulunmayan vaatler, basın ve kamuoyunda da olağan karşılanmaktadır. Bu tür vaatler, kamuoyunda, “seçim vaatleri” kategorisi bile oluşturmuştur. Sermaye partilerinin hep yapmayacakları şeyleri vaat etmesinden bıkanlar bile; seçim dönemi yapılan atıp tutmaları hoş görebilmektedir.

Yerel “seçim sathı maili”ne girildiği şu günlerde, sermaye partileri cenahında tablo, birkaç ay öncesine göre bir hayli değişmiş görünmektedir. Dahası, bu yönelişlerin seçimden sonra da etkisini sürdüreceği, partilerin bunlardan, siyasi yelpazedeki yerlerinin yeniden tanımlanmasına ihtiyaç duyuracak kadar etkilenecekleri anlaşılmaktadır.

Şöyle ki; 22 Temmuz 2007 seçiminde Özgürlük Dünyası’nda; sermaye partilerindeki saflaşma iki büyük kamp olarak belirlenmişti. Bunlardan birincisi, burjuva siyaset yelpazesinde “muhafazakar-liberal” olarak tanımlanan, AKP, DYP, ANAP gibi partilerin yer aldığı mihrak; ikincisi ise, CHP, MHP, sağın ve solun Kızılelmacılarını da kapsayan “milliyetçi mihrak”tı.

Bir siyasi mihrakın oluşması ya da bir siyasi partinin çizgi değiştirmesi için çok kısa sayılacak, bir yılı biraz aşan bir zaman içinde, bu mihrakların dağılıp, burjuva siyaset alanının en azından en büyük üç partisinin kendi içlerinde tartışmalar ve çatlaklara yol açacak kadar yelpazedeki yerlerini değiştirmeye yönelmeleri, elbette ki siyaset alanında önemli ve üstünde özenle durulması gereken bir durumdur.

Bugün sermaye partileri böyle bir hareketlenme içindedir. Ve yerel seçim öncesinde siyaset yelpazesindeki yerleri şöyle biçimlenmektedir:

AKP ASIL AÇILIMINI ‘KÜRT AÇILIMI’NI ‘KAPATARAK’ YAPTI

22 Temmuz seçimi öncesinde, AKP, “liberal, muhafazakar” diye ifade edilen; özgürlükler karşısında nispeten hoşgörülü, milliyetçilikten, statükodan hoşnutsuz, Kürt sorunu konusunda “Kürt sorunu bizim de sorunumuzdur ve çözülmemiş olması bugüne kadar iktidar olmuş tüm partilerin de sorumluluğudur” gibi ifadeler kullanan bir partiydi. Kendisini de, CHP’den ve MHP’den asıl olarak bu konuda; Kürt sorununun çözümünde demokratik yöntemleri kullanmaya açık bir parti havası vererek ayırıyordu. Laisizm konusunda da, yine bu iki partiyle ayrılıyordu.

AKP’nin, iktidar partisi olarak, bu alanlarda nasıl bir “açılım” geçirdiğini şöyle özetleyebiliriz:

1-) AKP Kürt açılımını kapattı

AKP’nin çizgi değişimi, en açık biçimde Kürt sorununda aldığı tutumda görüldü. 2007’nin son aylarından başlayıp “sınır ötesi” harekatla ete kemiğe bürünerek, AKP’nin Kürt sorunu karşısında resmi devlet tezine dönmesi, bölge halkı tarafından da tepkiyle karşılanmaya başladı. Başbakan, bu yılın ikinci yarısında, açıkça yerini Genelkurmayın yanı olarak ilan etti. Bölgede hükümetin politikalarına karşı tepkilerin yoğunlaşması karşısında, başbakan, Hakkari’de açıkça; “Tek bayrak, tek millet, tek dil, tek ülke ilkemizi beğenmeyen çekip gitsin!” diyerek, MHP’nin 1990’ların başında “Ya sev ya terk et” sloganıyla ifade ettiği hatta girmiş oldu. Oysa, MHP ve CHP bölge illerinde açık faaliyet göstermez, bu partilerin liderleri bu illere gidip miting bile düzenleyemezken, AKP, Kürtlerden yüzde 40-50’ler dolayında oy alan bir parti durumundaydı. Dahası, çeşitli Kürt siyasi çevreleri, AKP’nin Kürt sorununa yaklaşımını resmi devlet yaklaşımı dışında görüyor, hatta onu sorunu çözecek bir parti olarak benimsiyorlardı. Bunun da ötesinde, ülkenin batısında bu partiyi “kapatılması gereken, şeriatçı parti” olarak niteleyen statükocu siyasi partiler, bizatihi devletin kendisi, bölgede AKP’yi destekleyerek, AKP’nin Kürtleri yedeklemesine gizli destek veriyorlardı. Erdoğan’ın Kürt sorununda tam bir dönüş yaparak, 30 Ağustos’u izleyen günlerden itibaren, “Bizim tarafımız bellidir. Bizim tarafımızda olmayan da terörün, bölücülüğün yanındadır” açıklamasıyla Genelkurmay Başkanı ile aynı safa girdiğin resmen açıklamasıyla birlikte, Erdoğan ve partisine karşı bölgede tepkiler daha büyümüş, açık bir hal almıştır. Kısacası Erdoğan’ın ve partisinin “yeni açılım”ı, Kürt sorununda, AKP’nin “Kürt sorunu bizim de sorunumuzdur; bunu demokrasinin kuralları içinde çözeceğiz” iddiasından, generallerin, “Kürt sorunu yoktur, terör sorunu vardır. Son terörist yok edilinceye katar mücadele sürecektir” askeri tezine dönüştür. Bunu, Erdoğan en son; “Ya sev ye terk et”e kadar ilerletmiştir. Yani AKP, kendi ayrıcalığı olan Kürt sorununda liberal tutumu terk ederek, CHP, MHP ve Genelkurmay’ın Kürt sorunu karşısındaki tutumlarıyla birleşen bir çizgiye dönmüştür. Yani bu yönelişle, Erdoğan; AKP’nin kuruluşundan beri çeşitli dalgalanışlarla da olsa süren “Kürt açılımı”nı “kapanışa” dönüştüren “yeni bir açılım” getirmiştir. Nitekim Başbakan, 16 Aralık 2008’de, Meclis’te Bütçe görüşmeleri sırasında, “Milliyetçilik ve Kürt sorunu konusunda, Bahçeli’nin fikirlerini benimsiyorum” diyerek, geldiği çizgiyi açıkça ilan etmiştir.

2-) Alevilik Laisizm sorunu

AKP’nin en sabıkalı olduğu konu laisizm konusuydu. CHP, hatta MHP, AKP’yi “şeriatçı”, “ABD’nin Ilımlı İslam projesi’nin uygulayıcısı” olarak suçluyorlardı. AKP elbette şeriatçılığı hep reddetti; ama bunu yaparken, seçmen kitlesine dönüp şeriatçılığı okşayan açıklamalar yapmaktan da geri durmadı. Bu girişimlerin sonuncusu, “türbanın serbest bırakılması için anayasa değişikliği yapma girişimi” oldu. Kendisine kapatma davası açılmasına kadar türban ipini geren AKP, Anayasa Mahkemesi’nden geri döndü. Ancak AKP’nin laisizm konusunda asıl açılımı Alevilik üstünden oldu. Son iki yıl içinde iki kez “Alevi açılımı” girişiminde bulunan AKP’nin bu konudaki girişimi; Alevilerin devlet karşısındaki statükosunu resmiyete bağlayarak, bir yandan Aleviler içinde rüşvetle satın alınabilecek kesimleri kendi yanına çekme (rüşvetle satın alınabilecekler için bir piyasa kurma), böylece Alevileri bölme, öte yandan CHP’nin Aleviliği 85 yıldır kullandığı, ama Aleviler için hiçbir şey yapmadığı gerçeğini açığa çıkarma amacını taşıyordu. Bu girişimlerden birincisini 2007’de yaparak, Aleviler için “iftar” düzenleyip, “Alevilik Ali’yi sevmekse ben de Aleviyim”diyen (Alevilere Diyanet’te yer, dedelere maaş, cemevlerine yeni bir statü vb. vaat eden) Erdoğan’ın bu girişimini Aleviler reddetti. Yerel seçim öncesinde bu girişimini yineleyen AKP’nin Alevileri bölme operasyonu, Özgürlük Dünyası’nın “Hızırpaşa Operasyonu” dediği bu operasyonla öne sürdüğü vaatlerini tekrarlamaktadır. Başka bir söyleyişle, AKP, yerel seçim öncesinde Hızırpaşa Operasyonu’nu yinelemektedir. AKP, ilk girişiminde başarılı olamamıştı. Çünkü Aleviler, AKP’nin amacının Alevilere bir inanç özgürlüğü sağlamak olmadığını hemen fark ettiler. İsteklerini daha da netleştirdiler. Aleviler, “Dedelere maaş”, “Diyanet’te makam” değil; din derslerinin zorunlu olmaktan çıkarılmasını, Diyanet’in kaldırılması ve devletin bütün din ve inançlar karşısında yansız bir mevziye çekilmesini, cemevlerinin camiler gibi ibadet yeri sayılmasını, imamların devlet tarafından atanıp maaşa bağlanmasına son verilmesini istiyorlardı. Yani Aleviler devletin gerçekten laik bir çizgiye çekilmesini istiyorlardı.

Bugün AKP, yaptığı “açılımlarla”, 22 Temmuz’un öncesindeki MHP kadar milliyetçi, CHP kadar statükocu, Refah Partisi kadar din istismarcısı bir çizgiye kaymıştır.

CHP’DE TÜRBAN-ÇARŞAF-SARIK AÇILIMI SANCILARI!

CHP, uzunca bir zamandan beri; tabanındaki üyelerinin ve ona destek veren kesimlerin sosyal demokrat, reformcu, özgürlüklerden yana karakterine karşın, milliyetçi, katı statükocu bir çizgiye yönelmiş, MHP’yi bile geride bırakan bir milliyetçilikle, Trabzon’dan başlayarak ülkeyi saran linç girimlerini (bu girişimleri MHP kabul etmemiş ve eleştirmişti) savunmaya kadar varan bir milliyetçiliğe savrulmuştu. Dahası CHP’nin genel başkanı, yakın bir zamanda bile, Ergenekon çetesinin avukatı olduğunu ilan etmişti. 22 Temmuz seçimlerine gelen süreçte, “Tehlikenin farkında mısınız?”a kadar varan ve ülkeyi bayrak mitingleriyle bir kaosa sürüklemeyi hesaplayan güçlerle birlikte hareket eden CHP, Ergenekoncuların girişimlerinin meşrulaştırılmasında önemli bir rol oynamıştı. Bütün bu politikaların alameti farikası ise, türban karşıtlığı üstünden şekillendirilmiş, türbana karşı çıkmak; kılık kıyafet üstünden Cumhuriyet savunuculuğu, Atatürk Devrimleri savunuculuğu her şeyin önüne geçirilmişti.

Ancak son bir ay içinde CHP’nin, laisizm sorunundan başlayarak, “kimi açılımlar”a yöneldiği görülmektedir.

1-) CHP’nin türban açılımı bir seçim vaadini çok aşan bir yaklaşımdır

CHP’nin son haftalarda birden bire, asla değişmez bir ilkesi gibi duran türban karşıtlığı üstüne kurulu “devrimciliği”ni terk ederek, kılık kıyafet üstünden laisizm savunuculuğu yapanları “tek parti döneminin sloganlarıyla hareket etmekle” suçlayan bir platforma zıplaması, kendi köklerini, CHP’nin tarihini sorgulamaya yönelmesi, girilen yolun bir seçim vaadinin çok aştığını göstermektedir. Bu hızlı “U” dönüşü, CHP’yi yakından izleyenler kadar CHP’nin içindeki çeşitli fraksiyonları da şaşkınlığa sürüklemiştir.

Elbette CHP ve onu lideri Deniz Baykal, türban konusundaki açılımını; bir özeleştiriyle birlikte el almamakta, tersine kendilerinin ezelden beri böyle bir tutuma sahip olduklarını iddia etmekte, “tek parti döneminde” kılık kıyafet üstünden insanların yargılandığını, diğer partilerin de böyle yaptığını ileri sürerek, tipik bir Baykalcı oportünizmle davranmaktadır. Ancak, Baykal’ın partisi içindeki tepkileri “tek parti döneminin alışkanlıkları” olarak suçlaması, CHP’nin “türban-çarşaf-sarık” açılımının, CHP’nin içindeki “yeni sancısı” olarak da biçimlendiğini göstermektedir. Milletvekillerinden gelen tepkiler, Antalya’da kadınların Baykal’ın yolun kesmesi, bu sancının büyüyeceğinin alametleridir.

Peki Baykal’ın liderliğinde yapılan bu girişim, yerel seçimlerde CHP’nin, AKP’nin seçmen tabanında bir yarma harekatı yapmasına yetecek midir? Doğrusu bu, çok şüphelidir. Çünkü, CHP’ye geçtiği öne sürülen çarşaflı, şalvarlı, türbanlı, sarıklı gurupların, AKP ya da başka sağcı partiler üstünden kendilerine yerel yönetimlerde yer açma umudunu yitirmiş çevrelerin önde gelenleri olduğu gözlenmektedir. Bu ise, bir yandan bu çevrelerin sınırlılığını getirirken, öte yandan da CHP içinde yeni küskünler üreteceğinden, “Dimyata pirince giderken evdeki bulgurdan olmak” da büyük bir olasılık olarak güdeme gelmektedir. Türban, çarşaf üstünden bu açılımdan sonra, CHP’nin Alevilerle ilgili bir açılım yapmaması olamazdır. Çünkü, AKP’nin hamlesi, AKP için başarısız olsa bile, CHP’nin 85 yıldır Alevileri istismar ettiğini; onların haklarıyla ilgili parmağını bile oynatmadığını göstermiştir. Bu yüzden de CHP, büyük bir sıkıntı içindedir. Ancak, AKP’nin söylediklerini aşan bir girişim de düzenin temelleriyle çelişebileceği için, CHP hamle yapamamaktadır. Ancak eninde sonunda CHP’nin de, “Dedelere maaş bağlanması” ve “Diyanet’te Alevilere yer açılması”… (belki din dersinin zorunlu ders olmaktan çıkarılmasını ekleyerek) gibi konularda AKP’ye benzer bir girişim yapması için sadece bir bahane gerekmektedir.

2-) CHP’nin bölge politikası tam bir açmazda

1970’li, hatta ’80’li yıllarda bölgede en etkin sermaye partisi olan CHP, son 20 yıldır izlediği politikalar sonucu olarak tamamen marjinal bir parti durumuna sürüklenirken, bölge illerinde açık faaliyet gösteremeyecek (CHP bölgede miting, gösteri vb, önden gelen parti yöneticileriyse geziler düzenleyememektedir) bir duruma gelmiştir. Bunda, en başta CHP’nin giderek Türk milliyetçisi, militarist, Kürt sorununun çözümüne asimilasyoncu bir çizgiden yaklaşmada diğer partileri geride bırakan bir tutum takınmasının rolü vardır. Öyle ki, bölgede CHP, herhangi bir partiyle ittifak için bile ciddiye alınır bir etkinliğe sahip değildir.

CHP’nin içinde, en azından bu durumu gören bir eğilimin olduğu, son dönemlerde bu durumdan kurtulmak için kimi girişimler yaptıkları da bir gerçektir. Baykal’ın son Diyarbakır gezisindeki kimi söylemleri, “İlk Kürt raporu yayımlayan partinin CHP olduğu” yönünde CHP yöneticilerinden gelen kimi çıkışlar, AKP’nin milliyetçiliğe kayması ve Genelkurmay’la aynı safta yer almasıyla, bölgede ortaya çıkan “boşluğu” doldurmak için CHP tarafından bir girişimin yapılacağını gösteren işaretlerdir. Ancak, CHP’den gelecek bir “Kürt açılımı”nın, örneğin Kürt sorununun demokratik çözümü platformuna geçmek biçiminde olmayacağı; ama AKP’den umudunu kesen Kürt aşiret reisleri, toprak ağaları, burjuvalarının bir bölümünü kazanmayı hedefleyen bir girişim olacağını şimdiden söyleyebiliriz. Bu konuda ilk çıkışların, “kendi dilinde eğitim” ve “kültürel kimi haklar” biçiminde ifade edildiğine, CHP’nin olağanüstü Kurultayı’nda tanık olduk. Daha dün Kürt diyeni bölücü ilan eden bir parti için, hiç olmazsa AKP’nin “Alevi açılımı”na benzer bir “açılım” yapacağı söylenebilir.

Yerel seçime giderken, türban-çarşaf açılımı ve Kürt sorunu ve Alevilerle ilgili muhtemel adımları dikkate alındığında, CHP’nin, AKP kadar din istismarcısı, MHP ve AKP kadar milliyetçi, Kürtlerin ve Alevilerin talepleri karşısında MHP ve AKP kadar statükocu olduğunu söyleyebiliriz.

MHP’DEN AKP ve CHP’NİN ‘DÜMEN SUYU’NDA AÇILIM!

Parlamentodaki üçüncü büyük sermaye partisi olan MHP ise; kendisi özel bir “açılım” yapmıyor gibi görünmektedir. Ama; AKP ve CHP’nin tutuştuğu kavganın ‘dümen suyu’nda, kayıkçı kavgasından rahatsızlık duyan seçmen kesimlerine; “Asıl makul davranan, toplumsal farklılıkları zenginlik sayan MHP’dir” mesajı vermektedir. Örneğin AKP’nin DTP’li vekilleri dışlamasına karşı çıkıp onların elini sıkan Bahçeli, Erdoğan’ın “Ya sev ya terk et!” tutumuna da karşı çıkmış; her vesileyle Kürtlere AKP ve CHP’den yakın durduklarını ifade etmeye çalışmıştır. Yine bölgede yerel seçimlerde Kürt ve Arap adayları öne çıkaracak biçimde hazırlanan MHP, Kürtlere uzak durmadığını çeşitli jestlerle göstermeye çalışmaktadır. Aleviler konusunda da, geleneksel Alevilerden uzak durma tutumunu bir yana bırakarak, AKP’nin Alevi açılımını ve CHP’yi eleştirerek, kendilerinin Alevilerin hakları konusunda duyarlı olduklarını belirtmektedirler. Kısacası MHP, “açılım” demeden, hem Kürt hem de Aleviler konusunda bir “açılım”a yönelmiştir. Ne var ki; milliyetçi ve dinci genleri, MHP içinde Bahçeli merkezli yaklaşıma içeriden tepkiler gelmesine de yol açmakta; parti dışında, Kürt ve Alevi çevrelerinde MHP’ye ilişkin Kürt düşmanlığı ve katliamlara varan Alevi düşmanlığının değişmeyeceği yargısı sürerken, parti içindeyse genleriyle politik ihtiyaçlarının çatıştığı bir süreç de işlemektedir.

MHP, tarihi bakımından Kürt ve Alevi düşmanlığı ile ünlenen; her iki konuyla da ilgili sayısız katliam ve şiddet olayına karışmış bir partidir. Ve MHP, bu geçmişiyle hesaplaşmış değildir; ama bir yandan da o geçmişi unutturmak için uğraştığını belli edecek bir politik çizgiye de yöneldiğini hissettirme çabasındadır. Ancak MHP’deki bu alanda uç tutumları törpüleme görüntüsündeki her adım, parti içinde ve çeperinde (il ve ilçe örgütleri ve ülkü ocakları) içinde tepkiyle karşılanmaktadır. Hatta parti merkezi “şöyle” konuşurken, örgüt “böyle” davranmaya da yönelebilmektedir. Ancak bugün MHP, milliyetçilikte AKP ve CHP ile benzer platforma gelmiştir. Ya da CHP ve AKP, açıkça ırkçı olan söylemden bir adım geri çekilmiş MHP milliyetçiliğine yaklaşmışlardır. Bunun içindir ki, yerel seçim sürecinde Bahçeli’nin CHP’yle karşı sert eleştirilerinin, CHP’nin Ülkü Ocağı’ndan yetişme ve MHP’ye eleştirileri olan gençleri kendisine çekebileceği endişesinden geldiği bile söylenmektedir. Yine 2007 yılı başlarında Erdoğan’ın bayraklı posterler eşliğinde aşırı milliyetçi afişlerle ortaya çıkması ve milliyetçi bir üsluba yönelmesi de, MHP’nin AKP tabanı üstünde etkisinin artmasına bağlanmıştı.

Kısacası MHP, bugün, AKP kadar dinci, din istismarcısı, CHP kadar statükocu, AKP ve CHP kadar oy uğruna “açılımlar” yapıp, oy avcılığına soyunmuş bir parti olmaya yönelmiştir. Temel konularındaki yönelişine bakılarak, “açılımı”nın bu doğrultuda olacağı söylenebilir.

SERMAYENİN ‘ÜÇ BÜYÜKLERİ’ MERKEZE HÜCUM ETTİ!

Sermayenin ideologları, uzunca bir zamandan beri, kendi partilerini, uçlara savrulmak ve siyaset yelpazesinin merkezini boşaltmakla suçluyorlardı. Böylece halkın politize olduğunu iddia eden gazeteci, siyaset uzmanı, bilim insanı unvanlı sermaye sözcüleri, sermaye partilerinin ülkenin önemli sorunlarında “milli politika” oluşturmamalarını eleştiriyorlardı. Yukarıda açıklanmaya çalışılan ve çeşitli konulardaki “açılımlara” karşılık gelen yönelişlerle, sermayenin üç büyük partisinin milliyetçilik, dincilik, Alevilik, Kürt sorunu gibi başlıca konularda birbiriyle olan farklıklarının aşırılıklarını törpüleyerek, “merkez”e yöneldikleri görülmektedir. Bu yöneliş, ilk bakışta, politikada olumlu bir gelişme gibi gözükürse de; söz konusu konuların kazandığı politik anlam dikkate alındığında, bu üç partinin bu yönelişlerinin, bu konularda az-çok çözüm için değil, çözümsüzlüğe meşruiyet ve güç kazandırmak anlamına gelen statükonun korunması için olduğu gerçeği, bu sorunların çözümünü bekleyenler için her türden iyimserliği yok edecek mahiyettedir. Çünkü bu partilerin kendi “aşırılıkları”nı törpüleyip, “merkez”e ve birbirine yakınlaşması; statükonun korunması, Kürt sorununun statüko içinde bastırılması, Alevilerin taleplerinin nötralize dilerek Diyanet çemberine hapsedilmesi, kılık-kıyafet konusunda da din ve inanç istismarcılığının genelleştirilip din istismarcılığının daha da kızışmasının bir yarışa dönüştürülmesi olarak gerçekleşmektedir. Bu yüzden “açılımlar”, demokrasi ve özgürlüklerin gelişmesi ve ülkenin sorunlarının bu temelde çözülmesi yönünde değil, çözümsüzlüğün politikanın merkezine konması biçiminde şekillenmektedir.

Bu üç partinin ekonomi politikaları konusunda da giderek daha çok yakınlaştıkları; IMF-TÜSİAD programında, şimdi de “kriz ve krizden çıkış” için alınması istenen önlemlerde aralarında esasta bir fark kalmadığı, tartışmanın, ayrıntıya dair olduğu göz önüne alındığında; üç büyük partinin merkeze yönelmesi, düne göre bile seçeneklerin azalması anlamına gelmektedir. Şimdi hükmet, yeniden IMF ile anlaşmaya yönelerek, TÜSİAD ve TOBB gibi sermaye güçlerinin isteklerini yerine getirmeye başladıkça, bütün marifetleri patron örgütleriyle hükümet arasındaki sürtüşme ve çatışmalar üstünden politika geliştirmekten ibaret olan sermaye partilerinin de hükümete itirazları, itirazlarının kıymeti harbiyesi azalmaktadır. Bu yüzden de, kriz baskısının artması; işsizliğin ve yoksulluğun büyümesi karşısında, elbette yığınların tepkisini de arkalarına almak isteyecek olan partiler, hükümetle ve birbiriyle gürültülü kavgalar çıkaracaktır, ama çatışma esasa ilişkin olmayacağı için, emekçiler ve işçi sınıfının mücadele stratejisi bakımından bu kavgaların bir kayıkçı kavgasını aşması beklenemez.

Üç partinin politik yelpazede merkeze yaklaşması, bu partiler arasında uzlaşmayı kolaylaştıracak da değildir. Bu, sermaye ideologlarının bir ütopyasıdır. Çünkü; siyasal görüşleri ve ülke sorunlarına sundukları “çözümler”de farklılıkları azaldıkça, görüş farklılıklarına ve ayrı ayrı partiler olmalarına “meşruiyet” sağlamak için daha büyük bir gürültüyle kavga etmek ihtiyacını duyacaklardır. Kavganın ciddi bir nedeninin olmaması, kavganın büyüklüğünü ve görüntüsünü, bu partilerin birbirlerine karşı yürüttükleri kavgayı azaltmaz. Tersine daha da büyütebilir.

Öte yandan, bu partilerdeki “açılım”la ilgili konuların hassasiyeti, partilerin içinde egemenlik mücadelesi sürdüren fraksiyonların kavgalarını büyütecek, bu da, partiler içindeki çatlağın büyümesine, parti örgütlerinde de kavgaların artmasına vesile olacaktır.

Kürt sorunda Genelkurmay’ın yanında mevzilenmesi ve Alevilere yönelik hamlelerinin AKP’nin çekirdeğinde bile çatlağa yol açacak gelişmeleri kışkırtması beklenirken, türban-sarık-çarşaf açılımının yaratacağı çatlağın CHP’yi bölebilecek kadar ilerlemesi şaşırtıcı olmaz. MHP’nin ise giderek “makul” bir çizgiye çekilmesine, onun ideolojisini biçimlendiren merkezi tarafından ne kadar tahammül edileceğini de zaman gösterecektir. Ama, ilk başarısızlarda bile, bu partilerde büyük dalgalanmaların, hatta bölünmelerin beklenmesi, “açılım”ların “saçılım” olarak gerçekleşmesi politik mücadelenin de yasaları gereğidir.

YEREL SEÇİME GİDERKEN DEMOKRASİ GÜÇLERİNİN BİRLEŞME İMKANLARI

Genel olarak bakıldığında, sermaye partilerinin “açılım”ları; geniş halk yığınları üstündeki etkilerini artırma amaçlıdır. Ve onlar “açılım”larla, ülkede çeşitli nedenlerle hareket halindeki emekçi sınıfları ve çeşitli toplumsal kategorileri bölerek kendi yanlarına çekmeye çalışmaktadırlar.

Yine verili duruma bakıldığında; halkın en geniş kesimlerinin örgütsüz, sermaye güçlerine, onların partilerine ya da hükümetlerinin politikalarına karşı ortak bir mücadele içinde birleşmemiş olmaları, burjuva partilerin bu yığınlar üstünde etkilerinin varlığı ya da bu etkiyi artırmalarının en önemli dayanağıdır.

Sermaye partilerinin gayretlerine ve sistemin güçlerinin emekçi sınıfları ve öteki mücadele içindeki halk güçlerini sindirme girişimlerine karşı, bugün üç başlıca mücadele dinamiği hareket halindedir.

Bunlardan biricisi, Kürt ulusal mücadelesinin güçleridir. Bugün; az çok örgütlü, kendi talepleri etrafında mücadele içinde olan bu güçler, ülkedeki muhalif güçler içinde en örgütlü ve çeşitli alanlarda mücadele içindeki güçtür. Ülkedeki ikinci dinamik; son yıllarda kendi talepleri etrafında birleşmiş, bir adım ileri iki adım geri giderek de olsa, mücadele etmeye girişmiş olan Alevlilerin mücadeleci kesimidir. Ülkemizdeki üçüncü mücadele dinamiği ise; zaman zaman yükselen zaman da geriye düşen (zaman zaman geniş emekçi kesimlerin kapsarken zaman zaman sadece, en örgütlü, en bilinçli kesimlerinin hareketiyle sınırlı kalan) bir hatta ilerlese de; işçi sınıfı ve emekçi sınıfların az çok örgütlü kesimlerinin mücadelesidir.

Elbette bu üç dinamik dışında, sistemle, çevrenin korunması, kadın hakları, insan hakları gibi alanlarla çatışmaya giren kesimleri de, aslında sistemle ve sistem partileriyle şu ya da bu ölçüde çatışma içinde olan, emek ve demokrasi güçlerinin mücadelesiyle birleşecek mücadele dinamiklerinden görmek gerekir.

Bu, bugün mücadele dinamiği olarak ortaya çıkan mihraklar, yerel seçime kendi talepleriyle ve kendi adaylarıyla gidebilme olanağına sahip güçler olduğu gibi, aynı zamanda, “çatı partisi”nin içinde birleşecek güçlerdir. Bu yüzden de, bu mücadele dinamikleri; mevcut nüfus içinde nispeten küçük bir kesimi harekete geçiriyor olmasına karşın, toplumun tüm demokrasi ve emek güçlerinin, ülke nüfusun yüzde 90’nın çıkarlarını ifade eden taleplerin savunma merkezleri olarak, son derece önemlidir.

Yerel seçim çalışması da, zaten, önemli ölçüde yerel seçim bölgelerinde bu güçlerin birliğinin üstünde olabilecektir. Ve seçimdeki en büyük kazanım da; ülke sathında ne kadar çok merkezde bu güçler bir araya gelmişse, bu birlik ve mücadele ne kadar ileri bir mevzide gerçekleşmişse, o ölçüde olacaktır.

Açıktır ki; toplumun örgütsüz, kendi talepleri etrafında henüz birleşememiş geniş kesimlerini din istismarcılığı, işsizlik ve yoksulluk istismarcılığı, milliyetçilik, soysal demokratlık, particilik gibi sahte bölünmeler üstünden yedekleyen sermaye partilerinin “açılım hamleleri”, bu yedekleyemedikleri, kendi talepleri etrafında mücadele eden toplumsal kesimleri bölmek, onların birliğini parçalamak; dahası onların varlığının emekçi sınıfların geniş ve örgütsüz kesimlerini de etraflarında birleştirmesini önleme amaçlıdır.

Ancak böyle bir birlik ve mücadele hattı, sermaye partilerinin emekçileri, halkı yedekleme girişimlerini kesin olarak önleyebilir. Aksi halde, sermaye partilerinin “açılım” girişimleri, kendi içinde birer birer partilerin amaçları bakımından ciddi başarılara yol açmasa da, emek ve demokrasi güçlerinin bugün olduğu kadarıyla bile birliklerini parçalayan sonuçlar doğurur. Bu yüzden de, yukarıda sözünü ettiğimiz sermaye partilerinin içine sürüklendiği çatışma ve parçalanmaların işçi sınıfı ve halklar bakımından gerçek bir anlama sahip olması için; bugün şu ya da bu ölçüde sistemle çatışan mücadele içindeki güçlerin birleşme ve ortak mücadele konusunda bir ortak stratejiye sahip olmaları (çatı partisi bu stratejinin bir ifadesi olmak durumundadır) bir zorunluluktur.

Yerel seçimler süreci, bu stratejinin gerektirdiği girişimlerin hızlandırılması için itici bir güç olabilecek özellikler taşımaktadır.

Çünkü, kriz ve onun yaratacağı baskıyla da yeni arayışlara girecekleri göz önüne alındığında, geniş emekçi kesimler; yerel seçimlere giderken, önceki dönemlere göre, bizim taraftan gelecek çağrılara daha açık hale geleceklerdir.

Dolayısıyla emek ve demokrasi güçlerinin bir güç olması, geniş emekçi kesimler içinde etkilerinin artması için dönem yeni imkanlar sunmaktadır. Bu imkanları kullanmak ise, ajitasyonun ve propagandayı daha sürekli ve sistemli hale getirmekten geçmektedir. Kürsülerin yığınların içine kurulması; gazeteden TV’ye, bildirilerden broşürlere, işçi ve emekçi yığınlarının bulunduğu her yerde kitlesel toplantılar (panel, seminer, konferans) yapmaya kadar her tür aracı, birbirini tamamlayacak biçimde kullanmak; geniş emekçi kesimleri sermaye partilerinin denetiminden çıkarmada son derece belirleyici olacaktır.

Kısacası sermaye partilerinin “açılım”ı, onların “saçılım”ına dönüşebilecek nüveleri taşımaktadır. Çünkü; onların “açılım”ı tamamen sahte ve yığınları aldatmak amaçlı olsa da; onları “açılım”a zorlayan nedenler, ülkenin sorunlarının çözüm beklemesi ve artık beklemeye tahammüllerinin kalmaması tamamen gerçektir. Ancak bu olanağın gerçek olmasının yolu, emek ve demokrasi güçlerinin bugün az çok mücadele içindeki dinamiklerinin ortak bir mücadele mihrakı olarak birleşmeleri doğrultusunda adımlar atmasına bağlıdır. Burada, pratikte asıl sorumluluk ise; bugün bu mücadelenin kaygısını güden sınıf partisi ve öteki siyasi mihraklara düşmektedir.

 

Kriz, Sınıf İlişkileri, Sınıfların ve Örgütlerinin Tutum ve Politikaları

kriz, sınıf ilişkileri, sınıfların ve örgütlerinin tutum ve politikaları

YUSUF AKDAĞ

Kapitalist krizlerin önemli temel özelliklerinden biri, emek-sermaye ilişkilerinin “olağan seyri”ni sekteye uğratmaları; sınıf ilişkilerini sahte örtülerinden sıyırmaları ve tüm çıplaklık ve keskinliğiyle açık biçimde yaşanmasına yol açmalarıdır. Kriz, kapitalistler arasındaki ve kapitalistlerle işçi ve emekçiler arasındaki ilişkilerin eskisi gibi gitmesini zorlaştırır, yeni yöntem ve araçların devreye konmasına neden olur, ve, işçi sınıfı ve burjuvazi başta olmak üzere, toplumsal sınıfların birbirleriyle ve devletle ilişkilerinin niteliğinin çok daha belirgin-açık şekilde görülmesi için koşulları olgunlaştırır. 2008 krizi de, işçi sınıfıyla burjuvazi; tüm emekçiler ve ezilenlerle egemen sınıflar ve emperyalist gericilik; bağımlı ülkeler halklarıyla emperyalist devletler; emperyalistlerin kendi aralarındaki ve tekeller arası çelişkileri keskinleştirdi. Egemen sınıflar ve iktisadi, politik ve askeri kurum ve örgütleri, krizden daha az etkilenmek için ve krizin yükünü başkalarına aktarmak üzere politikalarını gözden geçirip yeni yöntem ve araçlarla takviye etmeye yöneldiler. Kriz, elbette, kapitalizmin kimi sektörleriyle birlikte kimi irili-ufaklı işletmelerinin diğerlerine kıyasla daha fazla zarar etmesi, iflasa sürüklenmeleri ve batmalarıyla, bizzat kapitalizmin kendisinin de zarar görmesine yol açacaktı/açtı. Güçlülerin güçsüzleri yok etme olanakları kriz nedeniyle daha da genişledi. Kazançlı çıkmanın asgari ve başta gelen yolu, yükün olanaklı olduğunca işçi sınıfı ve emekçilere aktarılmasından geçiyordu. Kitlesel işten atmalar, düşük ücret dayatması, çalışma süresinin ücret karşılığı olmaksızın düşürülmesi ya da kimi işletmelerde daha az işçinin daha fazla süreyle çalıştırılması üzerinden artırılması, sosyal hakların kriz gerekçeli olarak tümüyle gaspedilmesi, emekçilere bindirilen vergi yükünün artırılması gibi yöntemlerle bu politika uygulamaya geçirildi. Emperyalist ülkeler ve uluslararası tekeller, çok taraflı ve ikili anlaşmalardan yararlanarak, yükü bağımlı ülkeler halklarına aktarmak ve karşı karşıya oldukları sorunları hafifletmek üzere, IMF-Dünya Bankası’nı devreye koydular. Bu mali sermaye kurumlarının bağımlı ülkelerin hükümetlerine dayattıkları ise, “kriz politikalarının titizlikle izlenmesi”ydi. Ücretlerin düşürülmesi, asgari ücretin yükseltilmemesi ve vergi dışı tutulmaması, işsizlik fonu gibi “dayanışma fonları”nın sermayenin hizmetine verilmesi, ikramiye, fazla mesai, bayram ödemelerinin ortadan kaldırılması, işçi sayısının azaltılması, üretici kredilerinin sınırlanması ve faizlerinin artırılması, yatırımların ve toplumsal hizmetlere harcamaların sınırlanması, sendikal taleplerin reddi, bu politikanın gerekleri arasındaydı.

Rekabetin sertleştiği, çelişkilerin daha fazla derinleştiği, pazar kavgasının şiddetlendiği; tekelci işletmeler ve farklı devletler arasındaki çelişkilerle toplumsal sınıfların birbirleriyle çelişki ve çatışmalarının önceki dönemleri geride bırakacak şekilde yoğunlaşarak daha belirgin biçimde gündeme geldiği kriz koşulları, işçi sınıfı ve emekçilerle sınıf örgütlerinin önüne, “iş, ekmek ve özgürlük” gibi en acil ve zorunlu talepler mücadelesini geliştirerek saldırılar püskürtme ve krizin yükünü reddetme sorumluluğunu, ertelenemez şekilde getirmiş bulunuyor.

KRİZİN DERİNLEŞMESİ VE BAZI SONUÇLARI

Krizin kapitalist dünya sisteminin ‘merkezi’nde, ABD başta olmak üzere büyük kapitalist ülkelerde patlak vermesi ve hemen tüm kapitalist ülkelere doğru derinleşerek gelişmesi, etkisinin “öngörülebilir olan”dan da fazla ve derin olmasının önemli bir etkeni oldu. Krizden etkilenmeyen herhangi kapitalist ülke kalmadı. Bağımlı kapitalist ülkeler daha ağır faturalarla karşı karşıya geldiler. Emperyalist ülkelerin yöneticileriyle devlet istatistik kurumları ve çok sayıda “saygın” burjuva iktisatçısı, son yüz yılın en büyük krizlerinden birinin yaşanmakta olduğu üzerine açıklamaları sürdürüyorlar. Almanya, Fransa ve İngiltere durgunluğa girdiklerini resmen açıkladılar. Amerikan yönetimi aynı doğrultuda açıklamalar yaptı. Bush, giderayak “müthiş bir resesyon”la karşı karşıya olduklarını ve Amerikan ekonomisinin çökmemesi için piyasa ekonomisinin kurallarını bir kenara bıraktıklarını açıkladı. Obama yönetiminin 1 trilyonu aşkın yeni bir “paket” hazırlığında olduğu açıklamaları buna eklendi. Dünyanın başlıca büyük ve emperyalist ekonomilerinin durgunluğa girdiği, krizin esas olarak 2009 da ağırlaşacağı; 2009 ortalarında daha büyük ve ağır etkilerinin ortaya çıkacağı; 20010’a kadar bir iyileşmenin beklenmediği, kitlesel işsizlik ve yoksulluğun daha da artarak yaygınlaşacağı, bizzat kapitalist politikacılar ve iktisatçılar tarafından açıklanmış bulunuyor. Dünya Bankası yönetimi, “çok sayıda bankanın ve finans kurumunun iflasıyla ‘gelişmekte olan ülkeler’e sermaye akışının kesildiğini ve büyük miktarda piyasa değerinin yok olduğu”na dikkat çekerek, dünya ekonomisinin 2009’da “ciddi bir duraklama içine gireceğini” açıkladı. Bankanın “baş iktisatçısı” kimliğiyle Justin Lin’e göre, son 29 yılın en büyük düşüşü beklenmekteydi. “Küresel Ekonomik Görünümler 2009 Emtia Piyasaları Dönüm noktasında” başlıklı banka raporuna göre, dünya çapında %2,5 olması beklenen 2009 yılı büyüme oranı, büyük bir düşüş gösterecek ve ancak %0.9 olarak gerçekleşecek. Aynı rapora göre, OECD üyesi ülkelerin büyüme oranı da, %0.3 lük küçülme ile, %0.8 olabilecek.[1] Küçülmenin, “Euro Bölgesi” olarak adlandırılan Avrupa Birliği ülkelerinde %0.6’yı bulacağı ve ABD’de %0.5, Japonya’da %0,1 olarak gerçekleşeceği tahmin ediliyor. İngiltere’nin “son otuz yılın en ağır krizini yaşadığı” sermaye temsilcileri tarafından ilan edildi. Japon ekonomisinin durgunluğu üzerine tartışmalar krizin patlak vermesi öncesinde de sürüyordu. İzlanda, Macaristan ve Ukrayna iflasla yüz yüze olduklarını açıklayarak, destek çağrısında bulundular. Avrupa İstatistik Dairesi Eurostat, 27 üyeli AB’de, ekonominin “ikinci çeyrekte sıfır büyüme” göstereceğini ve “üçüncü çeyrekte binde 2 küçüleceğini”; bu eğilimin 2009’da daha da artacağını açıkladı. Avrupa’da otomotiv pazarının yalnızca Ekim ayında yüzde 14,5 gerilediği açıklandı. Avrupa Otomobil Üreticileri Birliği’nin verilerine göre, son 6 aydır sürekli azalan otomobil satışlarındaki yılın geride kalan 10 ayındaki kayıp, yüzde 5,4’e ulaştı. OECD ülkelerinde yüzde 2 küçülme bekleniyor. Japonya’nın ihracatı %7.7 düşüş gösterdi. Alman “Bilgeler Kurulu”, durgunluğun 2009’da da süreceğini belirterek, hükümetin önlemleri artırmasını istedi. İngiliz Merkez Bankası Başkanı, ülke ekonomisinin %2 küçülmekte olduğunu; karşı karşıya oldukları krizin son otuz yılın en büyük krizi olduğunu, durgunluğun devam edeceğini açıkladı. Başlıca büyük emperyalist kapitalist ülkelerin gayrı safi yurt içi hasılalarıyla büyüme oranları belirgin biçimde düşüşe geçti. İngiltere’de, 2007’de %3.1 olan büyüme oranına karşılık olarak, 2008’in 2. çeyreğinde %0,0 ve 3. çeyrekte % -0,5 “büyüme” gerçekleşti. Almanya’da, aynı dönemler itibariyle, %2.5 tan %-0,4 ve %-0,5’e, İtalya’da 2008’in ikinci çeyreğinde %-0,4 ve üçüncü çeyrekte %-0,5 olarak küçülme devam etti ve bu durum durgunluk olarak resmi kabul gördü. Fransa, İngiltere, Japonya gibi ülkelerin ekonomi istatistikleri, kötüye gidiş yönünde sürekli yeni verilere işaret ediyor. Fransa’da, 2004’te %2,5 olan büyüme oranı, 2005’te  %1,7; 2006’da %2; 2007’de %1,9 ve 2008’de %1’in altında (beklenen) olurken, 2008’in üç aylık dönemleri itibarıyla ve % 0,4; % – 0,3 ve % 0,1olarak gerçekleşti ve sonunda resesyon ilan edildi. Sanayi üretimi, son bir yıl içerisinde % 2,1 oranında geriledi. Eylül ayında % 0,8, Ekim ayında % 2,7 düşüş yaşandı. Sadece otomotiv sektöründe Eylül-Ekim döneminde %14,3 oranında düşüş görüldü. Son 10 yıl boyunca ve yıl bazında ortalama 40 bin olan şirket iflasları, krizle birlikte büyük artış göstererek, 2008’de 56 bine yükseldi. Bunun, 2009’da, 60 bine ulaşması bekleniyor. 2008 yılı içerisinde iflas eden şirketlerin oranı %8,9 arttı. (İnşaat sektöründe %19, ulaşımda % 20, emlak sektöründe %41 ve bu oranlar yılın tamamını henüz kapsamıyor.)

Krizin en fazla etkilediği ülkelerden biri de İngiltere oldu. Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD), Eylül ayı başında, İngiltere’nin ekonomik durgunluğa gireceğini açıkladı. Avrupa Komisyonu’na göre de, İngiltere, Almanya ve İspanya, 2008 yılını durgunluk içinde geçireceklerdi. IMF’nin Ekim 2008’de yayımladığı “Dünyanın Ekonomik Görünümü” adlı raporda, İngiliz ekonomisinin 2009’da yüzde 0,1 düşüş göstereceği belirtiliyor ve sürecin “uzun ve güç olacağı”nın altı çiziliyordu. Krizi “1930’lardan sonra yaşanan en tehlikeli finansal şok’’ olarak değerlendiren IMF’ye göre, bu gelişmelerle birlikte, işsizlik 2009’da hızla (yüzde 6) yükselecekti. İngiltere Merkez Bankası Başkanı Mervyn King, 22 Ekim tarihinde yaptığı açıklamada,”Birinci Dünya savaşının başından bu yana, bankacılık sistemimiz çöküş noktasına hiç bu kadar yaklaşmamıştı… Biz şimdi, reel sektörün canlandırılması ve ekonomik büyümenin sağlanması gibi yavaş ilerleyeceğimiz uzun bir yola girmiş olduk” diyor ve çözümsüzlüklerini ilan ediyordu. İngiliz ekonomisi, son iki yıllık süreçte durgunluk belirtileri gösteriyordu. Krizle birlikte bu belirtiler arttı. Emlak piyasası durgunluğa sürüklenirken, büyüme oranı düşüşe geçti, sterlin değer kaybetmeye, enflasyon oranı yükselmeye başladı, işsizlik hızla arttı ve İngiliz ekonomisinin “son 20 yılın en kötü dönemini yaşadığı” üzerine açıklamalar birbirini izledi. Yüzde 1,6 oranında büyüme tahmini tutmadı. Yılın ikinci çeyreğinde beklenen yüzde 0,2 büyüme gerçekleşmediği gibi, “imalat sektörünün yüzde 0,8 küçüldüğü, iç tüketimin yüzde 0,1 düştüğü”, İngiltere ekonomisinin ‘bel kemiği’ sayılan hizmet sektörünün “sadece yüzde 0,2 büyüyebildiği” açıklandı.[2] 2008’in son iki çeyreğinde küçülme devam etti ve bu da resesyonu gösteriyordu. Tahmini hesaplamalara göre, üçüncü çeyrekte yüzde 0,3, dördüncü çeyrekte ise yüzde 0,4 oranında küçülme olacaktı. GSYİH, sadece yılın üçüncü çeyreğinde yüzde 0.2 gerileme gösterdi. İmalat sektörünün Temmuz-Ağustos döneminde gösterdiği gerileme 10’a ulaştı ve JP Morgan yönetimine göre, bu, son 17 yılın en düşük üretim oranı idi. İngiliz Merkez Bankası son elli yılın en büyük faiz indirimine giderek, oranı %2’ye çekti. Her ev sahibi ortalama 60 bin sterlin borçlu. Her gün yaklaşık 400 kişi iflas ediyor. Yıllık enflasyon, Ağustos ayındaki yüzde 4,7 seviyesinden yüzde 5,2’ye tırmandı. Sterlin, dolar karşısında son 22 ayın en düşük seviyesine geriledi ve son bir yıl içerisinde yüzde 16 değer kaybetti vb..

Dünyanın üçüncü büyük ekonomisine sahip Almanya’da krizin etkilerinin öngörülenlerden de fazla olacağı yönündeki açıklamalara, neredeyse her gün yenileri ekleniyor. Alman Merkez Bankası adına yapılan açıklamada, 2009’da yüzde 0,8’lik bir küçülme beklendiği belirtilirken; Alman Ekonomi Araştırma Enstitüsü (DIW), 2008’in son çeyreğinde yüzde 0.3 küçülme yaşanacağını; Ren Westfalya Ekonomik Düzen Enstitüsü ise, küçülmenin 2009’da yüzde 2 olarak gerçekleşeceğini açıkladılar. Buna göre, 2009’da, Almanya ekonomisinde %0,8 ila %4 arasında bir küçülme beklenmektedir. Ekonomi Bakanlığı, Eylül ayında ülkedeki üretimin, Ağustos ayına göre, yüzde 3,6 oranında gerilediğini açıkladı ve Almanya’nın durgunluğa girdiği üzerine açıklamalar devam ediyor. Creditreform adlı kurumun araştırma sonucuna göre, Almanya’da iflasların son beş yılın en yüksek seviyesine çıktığı açıklandı. 15 fabrikası bulunan TDM işletmesi iflasını açıklarken, Almanya’nın en büyük ve Avrupa’nın üçüncü otomotiv tekeli durumundaki VW, finans kuruluşları için yardım talebini yeniledi. BMW yardım talebinde bulunanlar arasında.

ABD ekonomisinin 2008 dördüncü çeyreğinde yüzde 2 civarında daralma göstereceği açıklandı. 2009’da ise negatif büyüme bekleniyor, yani büyüme değil, küçülme devam edecek. Dev otomotiv tekellerinin “yardım edilmezse iflasla baş başa kalacaklarını” duyurmaları, çok sayıda küçük ve orta işletmenin iflas ve yutulma tehdidi altında olmasının göstergelerinden biri kabul ediliyor. FED durmadan faiz indirimine gidiyor ve hükümet durmadan para basıyor. ABD, dünyanın “en borçlu” ve dış ticaret açığı en yüksek ülkelerinden biri durumunda. Finans-kredi kurumlarının iflasının ardından üretim sektörünün otomotiv, inşaat ve yan sanayinde ciddi düşüşler görüldü ve art arda alarmlar verildi. Durgunluk, bizzat Bush yönetimi tarafından ilan edildi. Otuz milyonun üzerinde insan günlük yardıma muhtaç durumda ve bu sayı giderek artıyor. Evsizlerin ve sokaklarda yaşayanların sayısının kriz nedeniyle hızla artması olası gelişmeler arasında.

Türkiye’de krizle birlikte yeni bir IMF anlaşması gündeme getirildi. Üretim düşüşü, işsizlik ve yoksulluk hızla artıyor. İrili ufaklı çok sayıda işletmede üretim süreli ya da tamamen durduruldu. Otomotiv, metal, tekstil, petrokimya, inşaat sektörleri başta olmak üzere, üretimin tüm önemli dallarında durgunluk ve gerileme sürüyor. Eylül ayı itibariyle sanayi üretiminin yüzde 5,5 düştüğü ve bunun 2001’den sonraki en sert düşüş olduğu açıklandı. Üretimin değişik sektörlerinde ortaya çıkan yüzde 29,2 ila yüzde 19,4’lük düşüşlerin devam edeceği ve 2009 yarılarında durumun daha da ağırlaşacağı üzerine sermaye-hükümet çevrelerinde genel bir kabul söz konusu. İşten atmalar, ücretsiz zorunlu izin uygulamaları, çalışma süresinin işletmenin çıkarları gözetilerek kapitalistler tarafından yeniden belirlenmesi, düşük asgari ücret ve ücret dayatması, “işsizlik fonu”nda biriken paraların kapitalistlerin emrine verilmesi ve sosyal hakların tümüyle gaspedilmesi yönündeki hükümet ve patron uygulamaları yoğunluk kazandı. İşini kaybeden işçi sayısı 300 bini geçti. Otomotiv sektöründeki stokların büyüdüğü, satışların Ekim ayında %37,7, Kasım ayında ise %50 oranında gerilediği açıklandı. Bu, son on yılın en düşük seviyesi anlamına geliyor. Sadece Kasım ayındaki ihracat düşmesi ise, %42. Sanayi üretim endeksi, bir yıl öncesine göre %8,5 düştü. İç pazarda talep yetersizliğinin %48,3’e yükseldiği açıklandı. Yoksullaşma hızla artıyor. Yoksulluk sınırını 619 (gerçekte 2300), açlık sınırını 237 (gerçekte 620) YTL olarak belirleyen TÜİK raporu veri alındığında dahi, 13 milyon kişinin yoksulluk sınırı altında yaşadığı görülüyor.

SERTLEŞEN REKABET VE ÇELİŞKİLERİN KESKİNLEŞMESİ

2008 Eylül’ünde ABD merkezli patlak verip kısa süre içinde dünyanın başlıca kapitalist ülkelerinin borsalarını, banka ve sigorta şirketlerini ve üretim sektörlerini vurarak bir dünya ekonomi krizine dönüşen krizin ağırlaşarak sürmesi, kapitalist emperyalizmin tüm çelişkilerini daha da keskinleştirdi.[3] ABD’nin 60 yılı aşkın bir süredir patronluğunu ve jandarmalığını elinde tuttuğu kapitalist dünya sisteminde, kriz öncesinden başlayarak krizle birlikte belirginleşen en önemli gelişmelerden biri, sistemin başlıca güçleri arasındaki güç ilişkilerinin değişime uğraması ve Amerikan patronajının inişe geçip birden fazla emperyalist “mihrak”ın oluşmaya başlamasıdır. “Küresel kapitalizmin çelişkilerden ve savaşlardan bağışık olduğu” yalanı krizle birlikte daha net olarak deşifre oldu ve pazarların, toprakların ve üretilmiş birikimin paylaşılması için emperyalist büyük güçlerle onlar etrafında oluşma olasılığı giderek güçlenen “kamplar” arası rekabet ve kavganın sertleşmesi için şimdi daha fazla neden var. Pazar kavgasının daha da sertleşeceği bir döneme girildi. 2000’li yılların başından bu yana artarak devam eden gerginlik, çatışma, savaş vb. gelişmelerin krizin tahrip edici etki ve sonuçlarıyla birlikte ivme kazanması, büyük bir olasılıktır. İktisadi sosyal alanda olanlarla birlikte, politik-askeri cephede yeni gelişmelerin koşulları daha da olgunlaşacaktır.

Kapitalizmin emek gücü sömürüsüne dayanan bir sistem olması, emek-sermaye çelişkisiyle birlikte kapitalistler arası çelişkileri de kaçınılmaz kılmakta ve gelişmelere bağlı şiddetlenmelerini sağlamaktadır. 2008 krizi tüm iktisadi sosyal sistemi ve bu sistemin tüm güçlerini değişen düzeylerde etkileyip, aralarındaki ilişkilerin eskisi gibi yürümesini zorlaştırırken, uzlaşmaz sınıflar arasındaki çelişkilerin yanı sıra, aynı sınıfın değişik kesimleri arasındaki çelişkileri de sertleştirip derinleştirmektedir. Emperyalist devletlerin birbirleriyle rekabetlerinin yanı sıra ve onunla birlikte uluslararası tekellerin pazarlarda daha fazla söz sahibi olma kavgaları da daha acımasız hale gelmektedir. Şiddetlenen rekabetin fiili çatışmaları gündeme getirip getirmeyeceği üzerine bugünden kesin bir belirleme olanaksızlığına rağmen, bu kavgada daha az güçlü olanların ve küçük-orta işletmelerin payına iflasların ve güçlüler tarafından yutulmalarının düşeceği kesindir.

Krizin etki ve sonuçları uluslararası özellik taşımaktadır. Emperyalist kapitalist sistemin en büyük ve belirleyici güçleri arasındaki ilişkilerde sarsıntıların yaşanması ve bunun ‘güçler mevzilenmesi’ni etkilemesi kaçınılmaz hale gelmiştir. Kriz, ABD, Almanya, Fransa, Japonya, İngiltere, Çin, Rusya gibi ülkelerin dünya pazarlarındaki ve uluslararası ilişkilerdeki rolünde yeni değişiklikleri gündeme getirmiştir. Daha krizin patlak vermesinin üzerinden kısa bir süre geçmişken, Alman Maliye/Savunma bakanları, “dünyanın eskisi gibi kalmayacağını”, “hiçbir şeyin eskisi gibi devam edemeyeceğini” ilan ettiler. Kriz derinleşip başlıca kapitalist ülkelerde durgunluk ve düşüş eğilimi belirginlik kazandıkça ve aralarında ABD merkezli General Motors, Ford, Chrysler; Alman BMW, Audi, Fransız Citroen-Peugout gibi otomotiv “devleri”nin de bulunduğu ağır sanayi şirketlerinin Hazine ve Merkez Bankası kaynakları yardım olarak aktarılmazsa iflas ve kapanma tehlikesi yaşayacaklarını açıklamaları birbirini izledikçe, bu ülkelerin yöneticilerinin, “milliyetçi” iktisadi politikalarla, rekabette öne geçme ve krizden en az kayıpla, hatta olanaklı olduğunca kazançlı çıkma çabaları yoğunluk kazandı. Birçok uluslararası platformda bir araya gelen emperyalist ülke yöneticilerinin “ortak bir proje üzerinde anlaşma”yı “başaramamaları”; Almanya’da faaliyet yürüten Opel’in yardım talebinin, Alman Başbakanı’nın “vereceğimiz paranın ana şirkete aktarılmayacağından emin olmamız gerekir” açıklaması, Fransız devlet başkanının, “bizim istediğimiz kapitalizm bu değil” diye açıklamalarda bulunması ve her bir hükümetin kendi ülkelerinin işletmelerine Merkez Bankası ve Hazine kaynaklarından yüz milyonlarca dolar, Euro ve Sterlin aktarmaları, bu rekabet ve çıkar çatışmasının göstergeleri arasındadır.

Alınacak önlemler konusunda Batılı emperyalist ülkelerin hükümet ve devlet şeflerinin anlaşmazlıklarının kaynağında, kendi çıkarlarını önde tutma ve krizden güçlenerek çıkma politikası duruyor. Sistemin çıkarlarını ve sürdürülmesini ortak kaygı ve hareket noktası olarak alan kapitalistlerle temsilcileri, sorun “kim hangi düzeyde sorumluluk üstlenecek, kim ne kadar sermaye aktaracak” olduğunda, kendi çıkarlarını öne çıkararak birbirleriyle didişmekten kaçınmıyorlar. Alman başbakanı Merkel’in 200 milyar Euro’luk Avrupa ortak fonu oluşturulması önerisine getirdiği itiraz ve Maliye Bakanı Steinbrück’ün AB ülkelerinin krize karşı “konjonktür paketleri”ni “kaba Keynescilik” olarak suçlaması, bu çıkar çatışmasının ürünü olarak gündeme geldi. Almanya’nın tutumu, İngiltere başta olmak üzere, AB ülkeleri yönetimleri tarafından “azınlığın tutumu” olarak eleştirildi ve sonunda, “ortak çıkarlar üzerinde” fikir birliği “galebe çaldı!”. Sonuçta hemen tüm burjuva devlet ve hükümetleri “kaba Keynescilik”, “devletçilik” olarak niteledikleri uygulamaları pratiğe geçirdiler ve “serbest piyasa kuralları” üzerine burjuva vaazı bir yana bırakıldı. Söz konusu olan, sermayenin çıkarlarıydı ve onlar için yapılmayacak iş, baş vurulmadık yöntem olamazdı!

KRİZ, BÜYÜK SERMAYENİN İSTEKLERİ VE SERMAYE YARARINA POLİTİKALAR

Krizin patlak vermesiyle birlikte, ABD başta olmak üzere, tekeller ve büyük sermaye şirketleri, hükümetlerin derhal devreye girerek, gerekli önlemleri almalarını ve işletmelerin yükünün hafifletilmesi için ücret, sosyal haklar, vergi sistemi, çalışma “düzeni” başta olmak üzere, birçok düzenlemenin yenilenmesini dayattılar. Buna, Hazine ve Merkez Bankası kaynaklarının tekeller için kullanılması ve destek çağrıları eşlik etti. 2008 krizi, finans kredi kurumlarıyla birlikte otomotiv, inşaat, petrokimya ve tekstil gibi üretim sektörlerini öncelikli olarak vurdu. ABD’nin ve Avrupa’nın başlıca büyük otomotiv işletmeleri, –General Motors, Ford, Chrysler Opel, Audi ve diğer başlıcaları– hükümetlere başvurarak, onlarca milyar dolar/Avro/sterlin yardım talebinde bulundular. Amerikan otomotiv tekelleri devletten 25-35 milyar dolar destek istiyorlardı. Ya bu büyük miktar Merkez Bankası-Hazine kaynaklarından aktarılarak şirketler kurtarılacak ya da kapanacaklar ve binlerce on binlerce işçinin kapı dışarı edilmesi kaçınılmaz hale gelecekti! Devlet sorumluluk üstlenmeli ve gerekeni yapmalıydı! Büyük sermaye sahipleri ve kuruluşları, “krize çare” için, üretim ve ihracatın teşvik edilmesini; şirketlerin rekabet gücü ve pazar paylarının arttırılması ve rekabet güçleri önündeki “başlıca engel olan” sosyal kesintiler ve vergilerin azaltılması ve kaldırılmalısını; büyük ve orta büyüklükteki şirketlere özel destek verilmesini, servet vergisi gibi “adaletsiz bir vergi”nin kaldırılmasını; sermaye yararına vergi affı getirilmesini, ödemelerde kolaylıklar sağlanmasını ve daha önce isteyip de gerçekleştiremedikleri birçok sosyal-ekonomik önlemlerin pratiğe geçirilmesini istiyorlardı.

Sermaye hükümetleri, kimi ülkelerde bu istekleri sözüm ona aşırı bulmakla birlikte, tekelci sermayenin isteklerini emir kabullenerek uygulamaya geçirdiler. Devlet kaynakları kapitalist tekeller için seferber edildi ve buna işçi-emekçi düşmanı sosyal-ekonomik uygulamalar eşlik etti.

Krizin patlak vermesi ve derinleşerek yayılması üzerine, tüm emperyalist ve işbirlikçi ülkelerin yöneticileri, krizin etkilerini “sınırlamak”; krizden “kurtulmanın yollarını ve yöntemlerini belirlemek” için toplantı üzerine toplantı; açıklama üzerine açıklama yaptılar. Uluslararası olanlarıyla birlikte, her bir ülkede hükümetler, sermaye çıkarlarının korunması için yeni kararlar alarak yüz milyarlarca dolar, euro, yen, frank parayı tekellerin hizmetine aktardılar.

“Kurtarma planları”, ABD ile birlikte hemen tüm Avrupa ülkelerinde de açıklandı. Başlıca kaygı, krizin sorumlularını sıkıntıdan kurtarmaktı. Hemen tüm ülkelerde aynı içerikli “kriz programları”; “krize karşı önlem paketleri” gündeme getirildi. En zengin ülkelerin büyük patron kuruluşlarının Aralık ayı başında Paris’te yaptıkları toplantıdan da, kapitalizmi koruma yollarının neler olduğu üzerine açıklamalar çıktı. Kriz öncesinde kârlar bakımından altın dönemlerini yaşayan büyük patronlar, krizi fırsata çevirmek, “devlet kasaları”nı soyarak krizin yükünü vergi olarak halkın sırtına bindirmek için büyük bir aktivite içerisine girdiler. ABD, Fransa, Almanya, İngiltere ve öteki çok sayıda ülkenin yöneticileri, kârlarının bir kısmını yitirdikleri için feryat figan eden tekellerin ve bankaların çıkarlarına kararları art arda uygulamaya geçirdiler. ABD ve Fransa’da ikişer “paket” açılırken, Almanya ve İngiltere’de birincisi ilan edilip ikincilerin hazırlığına girişildi. “Dünyanın en gelişmiş 20 ülkesi”nin yöneticileri, “küresel krizden çıkış yollarını” görüşmek ve “krize karşı alınacak önlemleri belirlemek” için yaptıkları toplantıda, finansal sistemin yeniden düzenlenmesinde yeni önlemler geliştirme kararı aldılar.

Kriz nedeniyle, belli başlı emperyalist devletler başta olmak üzere, burjuva devlet ve hükümetleri, fiilen piyasaya sürdükleri ve ek olarak planlanan “paketler”in içerdiği toplam olarak 6 trilyon dolar civarında bir kaynağı, bankaları ve büyük tekelci işletmeleri kurtarmak ve krizin sistem için tümüyle yıkıcı bir tahribatını önlemek üzere harcama ve yedekte tutma kararı aldılar. Bush yönetimindeki Amerikan hükümeti, banka ve kredi kuruluşlarını batmaktan kurtarmak için 850 milyar dolarlık bir “yardım paketi”ni yürürlüğe koydu. Ancak bu da yetmedi ve kısa bir süre sonra “en azından onun kadar” yeni bir paketin hazırlandığı açıklandı. Avrupa ülkeleri toplu olarak ve her biri “kendi bacağından asılmak üzere” yüzlerce milyar Euro’luk mali destek paketlerini uygulamaya soktular.

ABD Hazine Bakanı Henry Paulson, 850 milyar dolarlık “krizden kurtulma planı”nın yetersiz kaldığını, mali istikrarın sağlanması için daha yapılacaklar olduğunu açıkladı. Üç büyük otomotiv üreticisi tekelin (General Motors, Chrysler ve Ford) yardım talebi, “iflaslarına izin vermemek için” dikkate alınacaktı. Bir süre sonra, bu tekellerin istemine uygun olarak 15 milyar dolarlık bir kaynağın aktarılması karara bağlandı. ABD Merkez Bankası (FED), gecelik borçlanma faizini 0.25’e indirdi. Amerikan Hazinesi, 3 aylık bonoları yüzde 0.00 veya yüzde 0.02 faizle, 6 aylık bonoları yüzde 0.21 faizle satışa çıkardı. Kredi faizleri %2 gibi en düşük düzeye düşürüldü.

İngiliz Maliye Bakanı A. Darling, “Keynesci politikalara geri dönülmesi gerektiğini” ve “krizin çözümünün Keynesyen ekonomi politikalarda yattığını” açıkladı. Kapitalist devletleştirme, denetim ve müdahale politikaları yürürlüğe kondu. İngiltere’de, bankaların “kredi sıkıntısını hafifletmek” için 500 milyar sterlin (bütçenin %40’ı kadar) yardım paketi ilan edildi. Vergi ödeyen her bir birey, bu paketten dolayı 16 sterlin fazla vergi ödemek durumunda. Brown ve Darling, “gerekirse bankaları tamamen devletleştireceklerini” açıkladılar.

Fransa devlet başkanı Nicolas Sarkozy, krizin patlak verdiğinin resmen ilan edilmesinden itibaren, hem Fransa devlet başkanı hem de Avrupa Birliği’nin dönem başkanı sıfatıyla “hiperaktif” bir tutum içerisinde oldu. Basın açıklamaları, hükümetin olağanüstü toplantıya çağrılması, hükümetlerarası görüşmeler, zirveler, konferanslar, paketler, tedbirler vb.. Sarkozy, böylece, hem uluslararası planda kendisine bir yer açmak, hem de kriz koşullarından Fransız tekelci burjuvazisi adına olabildiğince yararlanmak için çaba sarf etti. Bu çabalar, duruma hakim olunduğu görüntüsü vermenin yanı sıra, uygulanan politikaların sorumluluğunu gizlemeye, ve en önemlisi de, fırsattan yararlanarak, yeni vurgunlar yapmaya yönelikti. N. Sarkozy, 25 Eylül tarihli Toulon konuşmasında “bu krizin kapitalizmin değil, mali sektörün krizi olduğunu, finans sektörünün ahlaktan yoksun kuralsızlığının bu duruma yol açtığını ve kapitalizmin bilinen normal işleyişine dönülürse krizin aşılacağını” söylüyordu. Ona göre, “en iyi sosyal politika, sanayiye yatırım yapmayı öngören politika” idi. “Mesele”, diyordu Sarkozy, “benim liberal olup olmamam, Keynes’i keşfetmem ve Friedman’ı terketmem meselesi değildir. Şimdi hiç karşılaşmadığımız ekonomik bir bunalım karşısında pragmatik olma zamanıdır.” Ve ardından ekliyordu: “Fransa basit bir turizm ülkesi olamaz, sanayi ülkesi olarak kalacaktır”; ”Krizden en çok zarar görenlerin yardımına koşmamak, ahlaki ve insani ölçülere sığan bir davranış değildir.” Bunu söyleyen kişi ve hükümetinin aldığı kararla, finans sektörünün hizmetine 360 milyar euro sunuldu, zora düştüklerinde sermaye artırımına gitmeleri için birkaç büyük bankaya 40 milyar euro hediye edildi, vb. vb..

Fransız hükümetinin açtığı ilk “paket”te, batma tehlikesi geçiren, kredi sıkıntısı çeken, birbirlerine ve müşterilerine kredi açmakta çekingen davranan banka ve mali işletmelerin hizmetine sunulmak üzere, 360 milyar euro’luk fon ayrıldı. Bunun 40 milyarı, zor durumdaki bankaların sermayesini arttırmaya ayrıldı. Bu miktarın büyük bir kısmı, 6 büyük banka tarafından kullanıldı. Açıklananlara bakılırsa, bankalar, “durum düzeldiğinde aldıkları paraları geri ödeyeceklerdi.” Bu bir örtü idi ve emekçilerin sömürülmesinden biriktirilmiş kaynaklar ile birlikte uluslararası piyasalardan yüksek faizle alınan paraların faizi halkın üzerine yıkılacaktı. Borç alan bankaların batması durumunda da, tüm yük vergi olarak halkın sırtına bindirilecekti. Fransız hükümeti, Kasım ayı sonunda, “Yatırıma destek için canlandırma planı” olarak adlandırılan 26 milyar euro’luk ikinci bir paket açıkladı ve böylece krizin sorumlularını yeni avantalarla mükafatlandırdı. Açıklanana göre, bu miktarın 11,5 milyarı ‘şirketlere vergi kolaylığı ve geri ödeme olanağı sağlama’; 10,5 milyarı ulaşım, araştırma-geliştirme, savunma gibi alanlara devlet yatırımları; 1,6 milyarı inşaat sektörüne destek (sıfır faizli krediler); geri kalanı ise, 10’dan az işçi çalıştıranların yeni bir kişiyi işe aldıklarında sosyal kesintilerden muaf tutulması (1,2 milyar); yeni otomobil alanlara yardım (220 milyon euro); ve en yoksullara prim olarak verilecekti. Yine açıklananlara göre, “en alttakiler” olarak bilinen 3,8 milyon kişiye, 2009’un Nisan ayında ve bir defalığına mahsus olmak üzere, 200’er euro (toplamı 760 milyon) olarak “pay edilecek”ti!

Alman hükümeti, krizin dünyada yeni gelişmelere yol açacağını, dünyanın eski durumunu değiştirip yeni bir durumu gündeme getireceğini, güçler ilişkisinin buna göre yeniden şekilleneceğini açıklarken, kriz önlemleri başlığı altında aldığı kararlarla toplam olarak 800 milyar Euro’luk iki paket hazırlığına girişti. Alman hükümeti, öteki ülkelerin sermaye örgütleriyle kıyaslandığında “daha ihtiyatlı davranan” büyük sermaye örgütleri Alman İşverenler Birliği ve Alman Sanayiciler örgütünün (BDA ve BDI) istemleri olan “üretim ve ihracatın teşvik edilmesi; şirketlerin rekabet gücü ve pazar paylarının arttırılması ve rekabet güçleri önündeki ‘başlıca engel olan’ sosyal kesintiler ve vergilerin azaltılması” doğrultusunda politikalar izlemeye girişti. Bir yandan da öteki büyük güçlere karşı Almanya’nın konumunu güçlendirecek girişimleri başlattı.

İsveç hükümeti, kriz içinde bulunan otomotiv sektörünü (başta Volvo ve Saab) kurtarmak amacıyla 28 milyar kronluk destek paketi açıkladı ve bu ‘paket’ Volvo ve Saab yöneticileri tarafından memnunlukla karşılandı.

İşbirlikçi Türkiye büyük burjuvazisi ve örgütleri de, emperyalist ülkelerde tekellerin gündeme getirdikleri doğrultuda önlemlerin alınması ve bir an önce IMF ile yeni bir anlaşmanın imzalanmasını istiyorlardı. TÜSİAD, TİSK gibi sermaye kuruluşlarının yöneticileri, yaptıkları açıklamalarla, hükümetten bu konuda “geç kalmamasını” istediler. Büyük tekellerin ve özel sektör temsilcilerinin hükümetten istedikleri arasında, ”kriz’e karşı önlem” adı altında, Merkez Bankası’nın firmalara uzun vadeli düşük faizli kredi vermesi, KOBİ kredilerinin faizlerinin bir bölümünün devletçe karşılanması, sermaye vergilerinin düşürülmesi ve taksitlendirilmesi, işçi ücretlerinin hisse senediyle karşılanması, işsizlik fonundan işletmelere kredi dağıtılması vb. “önlemler” yer alıyordu. Kapitalistler, ücretleri düşürmek, işten atmaları sürdürmek, işsizlik fonu gibi işçi birikimlerini kullanma kolaylığı sağlamak, vergi ve kredi kolaylıkları elde etmek, hazine yardımını daha fazla almak, iç ve dış özel şirket borçlarının devletçe üstlenilmesini sağlamak gibi birçok ayrıcalıklı uygulama istiyorlardı. Hükümet, IMF ile anlaşma imzalayarak, uluslararası ve işbirlikçi büyük sermayenin isteklerini yerine getirme, kredi faizlerini düşürme, sermaye yararına vergi kolaylıklarını artırma, işsizlik fonunu patronların kullanımına verme gibi uygulamalarla bu isteklere olumlu cevap vermek üzere derhal çalışmaya başladı.

Önce “kriz bizi teğet geçer” diyerek cehaletlerini sergileyen hükümet sözcüleri, ardından maddi gerçeklerin tokadını yiyerek, Türkiye’nin “küresel ekonomiye entegre olduğunu, krizden sınırlı seviyede etkileneceğini”; zaten krizin “Eylül ayından itibaren tepe noktasına ulaşarak inişe geçmeye başladığını” söylemeye başladılar ve buna karşın istenen ‘önlemler’i alacaklarını açıkladılar. Önce “IMF’ye ümüğümüzü sıktırmayız” diye açıklamalar yapan Başbakan, ardından, anlaşmaya çok yakın olduklarını açıkladı. Hükümet, aldığı bir kararla, kara para aklanmasının yolunu açtı ve kaynağını sormaksızın bavullarla para getirilebileceğini açıkladı. “İşveren” temsilcileri, asgari ücrette alt yaş sınırının 25’e çıkarılmasını istediler. Erdoğan, İşsizlik Fonu’nda biriken parayı kriz için kullanmayı planladıklarını açıkladı. İşçilerin ücretinden kesilerek oluşturulan fonda eski hesapla 36,7 katrilyon lira birikmiş bulunuyor (36.7 milyar YTL).

Sermayenin tüm ülkelerde devlet ve hükümetlerdeki sözcüleri, bir yandan tekeller yararına ‘paket’leri ard arda uygulamaya sokarken, diğer yandan kriz dolayısıyla herkesin ve “herkesimin ortak tutum almasının kazandığı önem”e özel vurgu yaparak, krize ve kaynağı kapitalist emperyalizme karşı gelişebilecek ve gelişme eğilimi giderek güç kazanan işçi-emekçi protestolarının önünü kesmeye çalıştılar. Hükümetlerin önlemleri sözüm ona emekçileri de koruyacaktı!

KRİZ, İŞSİZLİK VE YOKSULLUĞUN ARTIŞI VE YOĞUNLAŞAN SALDIRILAR

Kriz, ABD’den başlayarak, kapitalizmin dünya krizine evrilirken, mali sermaye kuruluşları, tekeller ve emperyalist ülkelerle işbirlikçi hükümetler birbiri ardına saldırı paketleri açıkladılar. Uluslararası ölçekte, yükü emekçilere yıkmak için, birbiri ardına ekonomik-sosyal yeni uygulamalar gündeme getirdiler. Bu önlemlerin ortak özelliği, tümünün krizin yükünün işçi sınıfı ve emekçi kitlelere yıkılmasını içermeleriydi. Burjuvazi, yönetim aygıtını kullanarak, krizin yükünü emekçilere yıkarken, “Bir dizi sosyal çatışmaya doğru hızla gidiş”e karşı ve olası tepkileri etkisizleştirmek için de ekonomik, politik, askeri, mali ve kültürel kurumlarını seferber etti. Hedef öncelikle işçiler idi. Tekel yönetimleri on binlerce işçinin kapı önüne konması yönünde bir biri ardına kararalar alırlarken, kapatma kararları birbirini izledi ve bu alanda da kapitalistler arası rekabet giderek kızıştı! Fabrika ve işletmeler, ücretsiz izin uygulamalarını yoğunlaştırdılar. Krizin doğrudan sonuçlarını ilk yaşayanlar finans-kredi kurumlarının emekçileri oldular. ABD’de 400 bin kişi bir anda işsiz kaldı. Hemen ardından, saldırıya ilk hedef olanlar, sözleşmeli, taşeron firma işçileriydi. Krizin üretim sektörünün ana dallarını vurmasıyla birlikte, ücretsiz izin uygulamasıyla fiili işsizliğe itilenlerin sayısı giderek arttı. İflas eden ya da mali dalaverelerle kapatılan işletmelerin işçileri açlıkla yüz yüze geldiler. Üretim araçlarına sahip olanlarla üretim araçlarından arındırılmış olanların durumu; birinciler açısından ellerindekinin bir bölümünü başkalarına kaptırarak kaybetme, ancak birikimleriyle yaşamını sürdürme olanağını elinde tutma; ikinciler açısından ise, ellerindeki tek geçim kaynağı olan emek gücünü satma olanaksızlığıyla birlikte yaşam kaynağının darbe yemesi, yoksulluk ve açlık tehlikesiyle yüz yüze gelme!

Kriz, işsizlerin saflarına yeni on binlerin katılmasına yol açtı. ABD’de, yılın son on ayı içinde işten atılanların sayısı 1,2 milyonu buldu ve yıl sonuna kadar bunun 1,5 milyona yükseleceği açıklandı. Sadece Kasım ayında 533 bin (sadece otomobil ve inşaat sektöründe 170 bin) işyeri yok edildi. Bu rakam, son üç ay için 1,25 milyonu, son bir yıl için ise 2 milyonu buluyor. İşsizlik oranı resmen %6,7’ye ulaştı. Ekonomi araştırmacıları, işsizliğin aslında %12-13 civarında olduğu iddiasını sürdürüyorlar. DHL 9500, Ford Motors 7 bin, General Motors 3000 işçi atacaklarını açıkladılar. Her gün gıda yardımı alanların sayısı, Eylül ayında 31,5 milyona yükseldi.

Avrupa Birliği ülkelerinde durgunluk ve düşüşle birlikte işçi çıkarılması, üretimin düşürülmesi, ikramiye, bayram ödentilerinin kesilmesi gibi uygulamalar yoğunlaştırıldı. “İşletmelerin krizin yükünü kaldıramayacakları, çalışanların yardıma (‘fedakarlık’) ve devletin katkıda bulunmasına ihtiyaç olduğu” tartışmaları devam ediyor ve bu durum işçi-emekçi aleyhtarı yeni gelişmelere işaret ediyor. Fransa’da, İş Bulma Kurumu’na, yalnızca Ekim ayı sonunda 46.900 yeni başvuru yapıldı. İşçi kiralayan kuruluşlarda çalışan 68 bin kişi işini kaybetti. İşsiz sayısı 2 milyonluk “sembolik” sınırı aştı. Eylül 2008’de %7,2 olan işsizlik oranının 2009’da %8,2’ye, 2010’da %8,7’ye yükselmesi bekleniyor. Peugeot işletmesi 35 bin kişiyi 1 ay boyunca zorunlu izine gönderdi. Renault ve Peugeot otomobil işletmeleri, Arcelor-Mittal çelik tekeli, Bouyges, Vinci, Lafarge gibi inşaat tekelleri başta olmak üzere, onlarca orta ve büyük boy işletmede zorunlu izin uygulamasına gidildi. Fransız otomobil tekelleri Peugeot, Citroen ve Renault üretimi düşüreceklerini ve işçi atacaklarını açıkladılar. Fransız-Romen ortak şirketi Dacia, üretime ara verdi. 1 milyon 130 bin kişi “Asgari Geçim Yardımı” alıyor. En yoksullara böyle bir yardımın verilmeye başlandığı 1989 yılında, yardım alanların sayısının 396 bin olduğu göz önüne getirildiğinde, yoksullaşmanın hızla arttığı görülüyor. Nüfusun % 13,2’si (7,9 milyon) yoksul durumda.[4]

İngiliz Ulusal İstatistik Bürosu, Haziran ayı itibarıyla, üç ay içinde işsiz kalanların sayısının 164 bin artığını ve işsizlik oranının yüzde 5,7’e ulaştığını açıkladı. OECD’nin Ekim ayında hazırladığı bir rapora göre de, İngiltere, yoksullarla zenginler arasındaki uçurumun en fazla olduğu ülkelerden biri durumunda. Rapora göre, en fazla kazanan yüzde birlik dilimde yer alanlarla en yoksul yüzde bir içinde yer alanlar arasında 1/25’lik bir uçurum bulunuyor.

Almanya’da işsizliğin hızla artması ve 2009’da 5 milyonu aşması bekleniyor. Bavyera Eyalet Bankası 5600 işçiyi işten attı. Alman Otomotiv tekeli Daimler’in yönetimi, 12 Aralık-12 Ocak tarihleri arasında üretimi durdurma ve ardından da kısa süreli çalışmaya geçme kararı açıkladı. Buna göre, haftalık çalışma süreleri 30 saate düşürülecek. Bu, işçi ücretlerinin düşmesi ve yoksullaşmanın artışı anlamına geliyor. Almanya’da otomobil satışları Kasım ayında bir önceki yılın aynı dönemine göre %17,7 düşerek, son on dokuz yılın en düşük seviyesine indi. AB’nin “Euro ülkeleri”nde, 80 bin yeni işsiz ortaya çıktı. İtalyan Fiat otomotiv tekeli, tüm işletmelerinde üretime ara verdi. 48 bin işçi zorunlu “Noel tatili”ne çıkarıldı. Firma yöneticileri, “en kötü dönem”de olunduğunu açıkladılar. Dünyanın en büyük kimya tekeli BASF (Beş kıtada 400 işletmesi bulunuyor ve bu işletmelerde 392,500 işçi çalışıyor), 80 işletmesini “geçici” kaydıyla kapattı. 20 bin işçi işsizliğe itildi. Tekel şefi Hambrecht, “krizden daha güçlü çıkmak için” fırsatları değerlendireceklerini açıkladı. MAN yönetimi, kısa çalışmayı gündeme getirdi. İşçi temsilciliği, şirket yönetiminin 2009’un ilk döneminden itibaren iki aya yakın bir süre için üretimi durdurmayı planladığını açıkladı.

Belçika’da, 2008 yılı içinde iflas eden şirket sayısı arttı ve artış, krizle birlikte hız kazanarak, 8000’ni buldu. İflas eden şirketlerin çoğunluğunu küçük ve orta işletmeler oluşturuyor. İflasların 2009’da artması ve binlerce işçinin işsiz kalması bekleniyor.

İsviçre’nin uluslararası bankası Credit Suisse, 5,300 “personelini işten çıkarma kararı aldığını” açıkladı.

Krizin etkilerinin giderek arttığı tüm kapitalist ülkelerde işten atma ve zorunlu ücretsiz izin ilk uygulamalar olarak gündeme geliyor. Bu ülkelerden biri de Türkiye. Türkiye’de krizin etkilerinin artmasıyla birlikte işten atma, işyerlerini geçici ya da tamamen kapatma, işçileri ücret ödemeden izne zorlama uygulamaları yoğunluk kazandı. TÜRK-İŞ yönetimi, tekstil başta olmak üzere, son bir yılda, kriz bağlantılı olarak işten atılmaların yoğunlaştığını, ücretlerin düşürüldüğünü, 1500 civarında tekstil işletmesinin kapandığını, kayıt dışı olanlarla birlikte işten atılan işçi sayısının 200 bin civarında olduğunu (son açıklamalara göre bu rakam 300 bine çıkmış bulunuyor), bunun 24 bin kadarının sendikalı işçi olduğunu açıkladı. OYAK Renault, Ford ve TOFAŞ, kriz ve “siparişlerin azalması” gerekçesiyle üretime ara vererek, işçilerini zorunlu izne çıkardılar. MESS “esnek çalışma” ve düşük ücret “zammı” uygulamasında ısrarlı. Vestel patronu 700 işçiyi işten attı ve çalışma süresini de artırdı. Metal ve kauçuk işletmelerinde ücretsiz izin uygulamasıyla birlikte işten atmalar arttı. Ford için parça üreten Hema 1800 işçisinden 300’ünü kapı dışarı ederken, 500 kişi daha işten atılmayı bekliyor. Aynı tehdit, petrokimya için de geçerli. Hızlı bir yoksullaşma yaşanıyor ve bu durum işten atmaların artmasıyla daha da ağırlaşıyor. Krizle birlikte gıda tüketiminin %10 oranında azalması halk kitlelerinin satınalma gücünün giderek düştüğünü çok kesin ve açık şekilde gösteriyor.

KRİZ VE BURJUVA SINIF AYGITININ ROLÜ

Kriz, sadece son on yıllarda burjuva ideologlarının sürdürdükleri “devletin ekonomi dışı kalması” safsatasını deşifre etmekle kalmadı, devletin burjuva sınıf karakterini de en geniş kesimler tarafından görülebilir şekilde yeniden ortaya koydu. Bu safsata, burjuva sınıf baskısı ve saldırganlığına örtü işlevi görüyor; devletin, kamu hizmeti olarak adlandırılan alanlardan geri çekilerek, bu hizmetler özelleştirilirken, sermayenin siyasal askeri şiddet aygıtı olarak sermayeye güvenlik oluşturmasını öngörüyordu. Gerçek o ki, devlet, ne “toplum üstü”, ne de yansız/tarafsız ve tüm toplumun hizmetindeki bir aygıttı. O, sermayenin bürokratik politik-askeri en önemli aygıtı olarak çalışıyordu ve gerçekte hiçbir zaman “ekonomi dışı” kalmamıştı. Burjuvazinin işçi sınıfı başta olmak üzere diğer sınıf ve kesimler üzerindeki baskı aygıtı olan devlet ve onun kurumlarından biri olarak hükümetler, her zaman hakim sınıf çıkarları yönünde toplumsal ilişkilere müdahalede bulunmaktaydılar ve bu durumun kriz koşullarında daha belirgin biçimde yaşanması kaçınılmazdı. Hemen tüm kapitalist ülkelerde devlet ve hükümetlerin krize karşı önlem olarak gündeme getirdikleri politikaların başlıcaları, sermayenin güçlendirilmesi, batma/iflas etme tehlikesi altındaki kapitalist işletmelere kaynak aktarma, sermaye vergilerini düşürme, kredi faizlerini en alt düzeye indirme, işten atmaları ve düşük ücret uygulamalarını “önlem” adına onaylama ve kaçınılmaz sayma oldu. Kriz, burjuva devlet ve hükümetlerinin, burjuva yönetim kurumlarının sermayenin kurum ve aygıtları olarak işlediğini çok somut kanıtlarla yeniden ortaya koydu. Tüm kapitalist ülkelerin hükümetleri, ilk iş olarak, devlet kaynaklarını, tekellerin, büyük finans ve sanayi kuruluşlarının hizmetine verdiler. ABD toplam olarak 1,2 trilyon dolar, Alman hükümeti 500, Fransa 400, Avusturya 200, İspanya 100 milyar Avro, İngiltere 200 milyar Sterlin’i finans ve sanayi şirketlerini kurtarmak için piyasaya sürdü. Devlet “krize karşı mücadele etme” gerekçesiyle ekonomiye müdahale ediyordu ve bunu tüm kapitalistlerle ideologları zorunlu-gerekli sayıyor, hükümetleri geç davranmakla suçluyor, daha fazla kaynak aktarılmasını, şirketlerin batmasını önlemek için devletleştirilmelerini istiyorlardı. Hükümetlerin uygulamaları da bu yöndeydi. Müdahale açık biçimler alıyor ve “tarafsızlık”, “sınıflar üstülük”, “aynı gemidekilerin kaptanı” safsatalarının yanı sıra, “küreselleşmenin refah toplumu yarattığı ve sorunları çözdüğü” yalanının da “inandırıcılığı” giderek yok oluyordu. Liberal çanak yalayıcı takımı başta olmak üzere, burjuva politikacı, sosyolog ve ekonomistlerinin şimdi elbirliğiyle devleti krize karşı önlem olmak üzere “piyasaya müdahale etme”ye çağırmaları, kapitalist şirketlere ve tekellerin emrine hazine ve merkez bankası kaynaklarının, işçilerin çeşitli fonlarda birikmiş kesintilerinin vb. kanalize edilmesini içermesine karşın, “müdahalesizlik politikası”nın çökmesinin de göstergesiydi.

Kapitalist tekelci şirketlerin “devlet desteği” talebinde bulunmaları ve batmaya yüz tutan şirketlerin devlet tarafından “satın alınarak kurtarılması”, devletin ekonomiye müdahalesine karşı sözüm ona savaşan liberal iktisatçılarla politikacıların bu söyleminin dayanaksızlığını bir kez daha gösterdi. Burjuva devletinin, “kapitalistlerin kolektif örgütü” olarak çalıştığı ve en temel “vasfı”nın sermaye çıkarlarını koruyup kollamak olduğu, kriz koşullarında devletin üstlendiği rol ve uygulamalarıyla bir kez daha kanıtlandı. Burjuva devletleri ve burjuva hükümetleri, kapitalist sınıf çıkarları üzerinden şekillenen kurumlar olarak, her zaman ‘ekonominin gereklerini yerine getirme’ gerekçesiyle ekonomiye müdahalede bulunuyorlardı. Bu müdahalenin, burjuvazi için ve işçi sınıfına karşı olduğu; ücret politikalarının belirlenmesinde, çalışma sisteminin düzenlenmesinde, sendikal örgütlenme koşullarının sermaye yararına sınırlanmasında, bu, çok açık ve dolaysız olarak görülürken, kredi-faiz uygulamaları, vergi politikaları, teşvik primleri, sermaye yararına ve onun hizmetindeki politikaların diğer sonuçlarıydı.

KRİZ VE SENDİKA MERKEZLERİNİN UZLAŞMACI-BEKLENTİCİ POLİTİKALARI

Sendikalar başta olmak üzere, işçi-emekçi örgütlerinin tutumu açısından başlıca iki çizgi, iki tutumdan söz edilebilir. Birinci olarak, mevcut sendika konfederasyonları yönetimlerinin sermaye ile uzlaşma ve kriz gerekçeli “ihtiyatlı olma” hattı; mücadelesizlik ve mücadeleci tutum ve eğilimleri bastırma tutumu; ve ikincisi, sermayenin krizin yükünü halk kitlelerine yıkma politikalarına karşı mücadeleyi geliştirme tutumu. Sendika merkezlerine ve üst yönetimlerine hakim olan anlayış, sermaye ile uzlaşma ve işçilerin saflarında sermaye çıkarlarına uygun bir tutumun hakim kılınması tutumudur. Buna karşı, mücadeleci çizgide bulunan çok az sayıda sendika, sendika şubesi ve sendikacıdan söz edilebilir. Bu başlıca iki tutum, kriz karşısında izlenen politikalar üzerinden bir kez daha açıklık kazandı. İşten atılan, işinden olan, zorunlu izne tabi tutulan işçiler sendikalarla birlikte direnmek için çaba gösterirlerken, sendika merkezleri, çoğunluğu bakımından, ya basın açıklamalarıyla yetiniyor ya da işçilerin isteklerini duymazdan gelerek hükümetlerle “ortak sorumluluk üstlenme” programları oluşturmaya çalışıyorlar.

İtalya ve Yunanistan’da, bazı sendikaların aldığı kararlarla birlikte, sermaye politikalarına karşı kitlesel grev ve direnişler gerçekleştirildi. İtalya işçi ve emekçileri, ülkenin en büyük sendikası Genel İşçi Konfederasyonu’nun (CGIL) çağrısıyla, 108 kentte gerçekleştirilen greve yüz binler halinde katıldılar ve greve çeşitli protesto gösterileri eşlik etti. Ülkenin en önemli sanayi kentleri olan Turin ve Milan’daki gösterilere –sendikanın verdiği bilgiye göre– 300 bin kişinin katılmış olması ve işçilerin “Krizin yükünü biz ödemeyeceğiz” pankartlarıyla yürümeleri, “Krize karşı-Daha fazla iş, daha fazla ücret, daha fazla emeklilik, daha fazla haklar” sloganı altında gerçekleştirilen greve ülke genelinde katılımın olması ve grevin özellikle ağır sanayi kollarını etkilemesi (Turin’deki Fiat fabrikası işçilerinin yüzde 55’i greve katıldılar); işten atılmaların durdurulması ve yoksulluğa karşı önlemlerin alınması istemlerinin öne çıkması, kriz derinleştikçe tepkilerin de artacağının göstergesiydi.

Kuzey Almanya’da, sigorta çalışanları, eylemler düzenleyerek, krizin yükünü omuzlamayacaklarını açıkladılar. Yunanistan’da, on binlerce işçi ve emekçi, “krizin yükünü çekmeyeceğiz” sloganıyla birkaç kez onlarca kent merkezi ve kasabada protestolar düzenlediler. Çeşitli sektörlerde grevler gerçekleştirildi.

Sermaye saldırılarına karşı Türkiye’de de çeşitli eylemler gerçekleştirildi. Birleşik Metal İş üyesi metal işçileri çeşitli eylemler gerçekleştirdiler. 29 Kasım’da Ankara’da (yaklaşık 80 bin kişi katıldı), 30 Kasım’da Gebze’de yapılan geniş katılımlı protestolar önemli eylemlerdi. İşçi ve emekçiler, işten atmaların durdurulması ve yasaklanmasını, IMF ile imzalanan tüm anlaşmaların iptalini ve yeni anlaşma imzalanmamasını, tekellere ve emperyalist devletlere borç ödemelerinin durdurulmasını, enerji ve gıda maddeleri başta olmak üzere zamların geri alınmasını, eğitim, sağlık ve öteki ‘kamusal hizmet alanları’na daha fazla kaynak ayrılmasını ve bu hizmetlerin parasız yürütülmesini istediler. Metal işçileri, küçük ve orta büyüklükteki birçok işletmede eylemler gerçekleştirdiler. Asil Çelik işçileri, patronun ücretsiz izin uygulamasını protesto etmek için 40 kilometrelik bir yürüyüş düzenlediler. Aliağa Petkim işçileri, üretime ara verilmesini protesto ettiler.

İşbirlikçi sendikal politika ise, en açık biçimde, ABD ve AB ülkelerindeki önemli sendika merkezlerinden bazılarıyla diğer ülkelerin sendika patronlarının çizgisinde somutlandı. ABD’de Birleşik Otomobil İşçileri Sendikası yönetimi, patronların krizin yükünü işçilere yıkma politikasına uygun olarak ve “otomotiv sektörünü ayakta tutma” gerekçesine sığınarak, “işçilerin sağlık ödemelerinin ertelenmesi” ve işten çıkarılan işçilerin “ödemelerinin sınırlanmasını” kabulleneceklerini açıkladı. Almanya’da Kimya işkolunda faaliyet yürüten IGCB, Amerikan otomotiv işçileri sendikası yönetimi gibi, doğrudan büyük sermaye çizgisinde açıklamalar yaparak, işçilerin hak ve çıkarlarının karşısında yer aldı. Berlusconi’yi destekleyen CISL ve UIL sendikaları, 5 milyon üyesi olan CGIL’ın mücadele çağrısına ve düzenlediği eylemlere destek vermeyerek, burjuva sendikal çizgiyi sürdürdü. Burjuva sendikal çizginin işçi-emekçi düşmanı özelliği bir kez daha açığa çıktı. İsveç’te, Volvo ve Saab işçilerinin örgütlü olduğu IF Metall sendikası Genel Başkanı Stefan Lövfen de, hükümetlerinin şirket kurtarma içerikli krize müdahale paketini “olumlu ama eksik” bulduğunu söyledi.

Geleneksel uzlaşmacı çizgide ısrarla yürüyen sendika merkezleri ise, “durumu da kurtarmak” üzere çeşitli öneriler getirerek, “bir şey yapmış” oldular! Fransız Genel İş Konfederasyonu (CGT), diğer sendikalar gibi, krizin etkilerine karşı açıklamalar yaptı ve bazı öneriler getirmekle yetindi. CGT, krize karşı önlemleri konuşmak ve tartışmak üzere, biri ulusal ve biri de Avrupa düzeyinde olmak üzere konferanslar düzenlenmesini önerdi. Bu konferanslarda sendikalara söz hakkı verilmesini ve ekonomik büyüme, yatırımlar, iş alanları, alım gücü konularında öncelikler ve hedefler belirlenmesini istedi. CGT’nin krizle ilgili işçilerle patronlar ve emperyalist tekelleri “aynı gemide” varsayan ve işçilere değil sermaye ve şirketlerine “destek” içerikli önerileri, Konfederasyon Yönetim kurulu üyesi J. Le Diougu tarafından şöyle formüle ediliyor: a-) yeni bir sanayi kalkınma ve iş politikası belirlenmeli, iş alanı yaratan firmalara destek verilmeli, formasyona ve teknolojik yeniliklere ağırlık verilmelidir; b-) işçinin üretimdeki rolü kabul edilmeli, hakkı teslim edilmeli ve formasyonun önü açılmalıdır; c-) üretici kalkınmaya öncelik verilmeli, bütçe harcamalarında etkili ve doğru yönlendirmeye önem verilmelidir; d-) kamu sektöründe bir mali kutup oluşturulmalı, tasarruf ve kredi işlemleri devlet denetimine alınmalıdır; e-) ücretlilerin, işletmenin ekonomik yaşamına her düzeyde katılmasına imkan sağlanmalıdır.

İngiltere Sendikalar Konfederasyonu TUC’nin 2008 yılı Konferansı’nda, –İşçi Partisi’ne yakın olan TUC yönetiminin karşı çıkmasına rağmen–, sendika delegeleri, Thatcher döneminde işçi ve emekçilerin elinden alınan sendikal hakları geri alabilmek için genel grev ve Brown hükümetinin geri adım atması için genel kamu grevi örgütleme kararı aldılar. Ancak sendika merkezinin tutumu önem taşıyor ve bu konuda henüz bir olumlu adım söz konusu değil.

Almanya’da, sermaye yararına açılan paketlerden emekçilere saldırılar çıkmasına karşın, sendika üst yönetimleri sessizliği uzun süre sürdürdüler ve ardından da, en büyük iki sendika konfederasyonundan biri olan IG Metal yönetimi, 7 maddelik “Konjonktür programı önerisi”yle ortaya çıktı ve Merkel başkanlığında yapılan mutabakat toplantısında da, hükümetin sermaye çıkarlarını savunup destekleyen uygulamalarını esas alan yaklaşıma yardımcı olma tutumu aldı. Kapitalistlerin “kendi bildiklerini okudukları ve işçilerin fikirlerini almadıkları için krizin ortaya çıktığı” gerekçesiyle “bütün işletmelerde ortak karar verme hakkının genişletilmesi”ni isteyen IG Metal yönetimi, “işten atmaların engellenmesi için ‘uzlaşı noktaları’nın tespit edilmesini” öneriyor ve Japon modeli olarak bilinen “birlikte yönetim” adı altında, işçilerle işçi temsilcilerinin “şirket yöneticiliği-denetçiliği”ne dahil edilmeleriyle “kapitalist ekonominin daha demokratik” hale gelebileceğini ileri sürüyor. Sendika üst yönetimi, çoğu istekleriyle bir şirket yönetimini andırarak, işçi çıkarmak yerine devlet katkılarıyla mesleki eğitime ağırlık verilmesini, iç piyasanın canlandırılması için “herkese altı ay içinde harcamak üzere 250 Euro’luk çek dağıtılmasını”; Hartz IV ile geçinenlerin gelirlerinin artırılmasını; serveti 750 bin Euro’nun üzerinde olanlara, bu servetin yüzde 2’si oranında zorunlu tahvil verilerek “Gelecek Fonu” oluşturulmasını, tahvillerin Avrupa Merkez Bankası faiz oranları üzerinden değerlendirilmesini; işletme finansmanının güvenceye alınmasını; şirket siparişlerinin finansal nedenlerle iptal edilmemesinin sağlanmasını istiyordu.

Türkiye’nin en büyük iki işçi sendika merkezi TÜRK-İŞ ve HAK-İŞ konfederasyonlarının üst yönetimi, krizin yükünün işçilere yıkılmasına karşı olduklarına dair bir iki açıklamayla yetindiler. Bu sendika merkezleri, kapitalistlerin krizin tüm yükünü işçi sınıfı ve emekçilere yıkma politikasını püskürtmek için, işçilerin örgütlü mücadelesine baş vurmak, bu mücadelenin daha güçlü geçmesi için işsizlerin ve sendikasız işçilerin örgütlenmesi ve mücadeleye çekilmesi yönünde de herhangi bir çaba göstermemektedirler. Konfederasyon üst yöneticileri, kapitalistlerin çıkarlarını işçiler içinde temsil etme rolünü ısrarlı şekilde sürdürürlerken, işçi sınıfı içinden yükselebilecek işyerleri ve fabrika temelli bir örgütlülüğe karşı, kapitalistlerle açık-gizli işbirliğini de sürdürüyorlar vb. vb.. Şişe-cam patronunun fabrikanın belli ünitelerinde üretimi durdurma ve ücretsiz izin uygulama önerisini, Kristal İş Genel başkanı Bilal Çetintaş, “krizi paylaşma”yı zorunlu saydıkları açıklamasıyla yanıtladı.

İşçi ve emekçilerin talepleri ve bu talepler için mücadele tutumuyla sendika üst bürokrasisinin uzlaşmacı çizgisi arasındaki çelişki, hareketin en önemli sorunlarından biri olmaya devam ediyor ve bu durum, kriz koşullarında işçi-emekçi hareketine daha büyük darbeler vuruyor.

KRİZ, SINIF MÜCADELESİ VE İŞÇİ ÖRGÜTLERİNİN BÜYÜYEN ROL VE ÖNEMİ

Yunanistan’da, bir gencin polis kurşunuyla öldürülmesiyle patlak vererek, neredeyse tüm ülke düzeyinde ve günlerce süren kitlesel protestoların, uygulanan ekonomik-sosyal politikalara tepkinin dışa vurmasının bir göstergesi olduğu üzerinde, toplumsal olaylara az-çok bilimsel yaklaşan hemen herkes ‘anlayış birliği’ içindedir. Krizin etkileri ağırlaştıkça, bu tepkilerin yaygınlaşması –kuşkusuz her bir ülkenin kendi koşullarında ve farklı biçim ve düzeylerde– kaçınılmazdır. İşçi sınıfı ve emekçilerle onların özellikle ileri kesimleri, kapitalistlerle onların sınıf temsilcilerinin sömürü ve sınıf egemenliklerini sürdürmek üzere her koşul ve olanağı kendi yararlarına değerlendirdiklerini ve bunun için tüm yol, yöntem ve araçları kullandıklarını, şimdi, bir kez daha ve kriz koşullarında daha net görebilme olanağı bulmaktadırlar. Bunun, sermayeye karşı mücadelenin yükseltilmesi çabası olarak somutlaşması ve burjuvaziyi geriletici/püskürtücü düzeye ulaşması ise, her şeyden önce, kendi sınıf çıkarını temel hareket noktası almaya bağlıdır.

Sermaye devletleri ve hükümetlerinin, büyük sermaye başta olmak üzere, kapitalistler için çalıştıkları, tüm olanak ve araçları sermaye yararına kullanıp değerlendirmeye uğraştıkları, bu kriz vesilesiyle, bir kez daha ve daha net olarak ortaya çıktı. Sermayenin tüm kaynakları istediği ve hükümetlerin de bu yönde kararlar alarak kaynakları tekellere peşkeş çektikleri çok açıktır. Uluslararası işçi sınıfı, bunun derin sınıfsal anlamını görmek/anlamak ve buna karşı kendi sınıfının tutumunu geliştirmek zorundadır.

Krizin giderek derinleşmesi, uluslararası işçi sınıfının daha çetin ve zor geçecek bir döneme girildiğini anlama ve bunun gerektirdiği şekilde davranmasını zorunlu kılmaktadır. Krizin “faturası”, herkesten önce işçilere kesildi. Ancak tüm halk kesimleri, saldırı hedefindedirler. İşçi ve emekçiler, daha fazla yoksulluk, işsizlik, açlık ve sosyal-siyasal saldırıların tehdidi altındadırlar. Sermaye ve burjuvazinin sınıf örgütlerinin saldırılarının, sadece iktisadi-sosyal alanda; işsizlik ve yoksulluk artışı şeklinde olmayacağını, hükümetlerin politikalarındaki gericileşme ve siyasal baskıların artırılması için yeni yöntem ve araçların devreye konması, bugünden göstermektedir. Burjuvazi ve hükümetleri, açların, yoksulların ve işsiz yığınlarının, iflasa sürüklenmiş küçük üreticilerin, kent ve kır emekçilerinin tepkilerini etkisizleştirmek için politik şiddeti yoğunlaştıracaktır. Birçok “ileri” ülkede, ordu birliklerinin “iç güvenlikte kullanılması” yönünde kararlar açıklandı. Diğer bazılarında ise, bu yönde hazırlıklar devam ediyor.

Ekonomik ve sosyal hak gasplarına karşı işçi ve emekçilerin çeşitli ülkelerde giriştikleri mücadeleler, İtalya ve Yunanistan’da olduğu gibi genel greve varan karşı koymalar ve diğer çeşitli ülkelerde yaşanan ‘kaynaşma’ ve hareketlenmeler, işçi ve emekçilerin –ve onlarla birlikte iflasa sürüklenerek yoksulluğa itilen küçük üretici ve kent küçük burjuvazisiyle alt-orta kesimlerin– krizin yol açtığı ve açacağı yıkıma karşı daha etkili ve kararlı eylemlerinin gündeme geleceğine işaret etmektedir. Kriz koşullarından hangi sınıf ve kesimlerin ne kadar zararlı ya da az zararlı çıkacakları, önemli oranda bu mücadelelerin seyrine bağlı olacaktır. Bu durum, işçi sınıfı ve örgütlerini; sınıfın devrimci partilerini önemi artmış görevlerle karşı karşıya getirmektedir.

Buna karşın, işçi sınıfı ve emekçi örgütlerinin krize ve kriz gerekçeli sermaye saldırılarının yoğunlaştırılmasına karşı somut ve sonuç alıcı, etrafında kitleleri harekete geçirecekleri talepler üzerinden mücadeleyi yükseltme yönünde ciddi ve etkili bir hareketi henüz esas olarak söz konusu değildir. Hemen tüm kapitalist ülkelerde –İtalya ve Yunanistan’da farklı ve mücadeleci bir tutum ortaya çıktı– sendika konfederasyonları üst yönetimlerinin, sendika üst bürokrasisinin tutumu, sermaye ile “aynı gemiyi paylaşma sorumluluğu”ndan söz ederek, uzlaşmacılığı sürdürme şeklinde devam ediyor. Kriz öngünlerinde ya da kriz ortamında gündeme gelen topluişsözleşmelerine bürokrat burjuva sendikacılığının yaklaşımıysa, “krizi hesaba katmak” üzerinden belirlendi.

Kendilerini işçi sınıfı parti ve örgütleri olarak adlandıran çeşitli “sol”, “sol liberal” ve sosyal demokrat parti ve örgütlerin tutumu da, esasta uzlaşmacı, mücadeleden geri duran sendikacıların tutumlarından farklı değil. Bunların, sermayeye karşı mücadele yerine ikame ettikleri, kapitalizmin sözde bir eleştirisini yapmak, sermaye karşıtı demeçler vermektir. Çeşitli küçük burjuva ilerici/demokrat örgütlerin hem halkla ilişkileri sorunludur, hem de aynı temel nedenden kaynaklanan güçsüzlükleri, sözü edilmeye değer bir tutum ve eylemlerinin engelidir. İşçi sınıfının devrimci partileri açısından da, bugün hâlâ sürmekte olan, kitlelerin büyük çoğunluğunu acil ekonomik-sosyal ve demokratik talepler etrafında birleştirme ve bu birleşik hareket üzerinden mücadeleyi ilerletmeyi başaramamış olmalardır. Bu yöndeki çabalar devam etmesine rağmen, henüz az-çok etkili ve özellikle de birim ve yaşam alanları-bölgelerinden başlayarak geliştirilen bir örgütlenme ve mücadeleden söz edilemez.

Bu, oysa, hayati önem kazanmış bulunuyor. Kriz en fazla işçi sınıfı-emekçi halk kitlelerini vurmaktadır ve emekçilerin küçümsenemez bir kesimi, buna karşı etkili ve yaygın bir mücadelenin örgütlenmesini istemektedirler. Diğer yandan, krizin emekçileri ‘vurması’, sermaye güçlerinin krizin yükünü emekçilere yıkma politikasıyla birlikte onları artan zorluk ve sıkıntılarla yüz yüze getirmesi, emekçilerin ve işçi sınıfının tümünün krizden aynı düzeyde ve zamanda etkilendiği anlamına gelmemektedir. Saldırılar kuşkusuz tüm halk kitlelerini hedeflemiştir. Ancak özellikle işten atma ve ücretsiz-zorunlu izin uygulamalarında, ilk önce sözleşmeli emekçilerle taşeron firma işçilerinin hedefe kondukları görülmüştür. İşçi sınıfı ve emekçilerin kriz koşullarında acil olarak yerine getirilmesini istedikleri talepler olarak, işten atmaların yasaklanması, düşük ücret dayatmasının son bulması, ücretsiz çalıştırmanın ve ücretsiz izin uygulamasının kaldırılması, küçük üreticilerin desteklenmesi ve borçlarının ertelenmesi ya da iptali, iç ve dış borç ödemelerinin durdurulması, işçi ücretlerinden yapılmış kesintilerle oluşturulan fonların sermayeye peşkeş çekilmemesi öne çıkmıştır.

Gelişmelerin işçi sınıfı ve öteki halk kitleleriyle tekelci burjuvazi ve baskı aygıtları arasındaki çelişkileri keskinleştirip daha sert mücadeleleri gündeme getirmesi büyük bir olasılıktır. Burjuvazinin bu yöndeki gelişmelerin hesabını yaparak hazırlandığı da, artık gizli-saklı kalmamaktadır. Daha kriz açık şekilde patlak vermeden, ancak ekonomik gelişmelerin bir kriz durumunun doğabileceğine kuvvetle işaret ettiği 2007 sonu ve 2008’in ilk aylarında, IMF-Dünya Bankası yöneticileri, dünyanın gündemine “açlık ayaklanmalarının gelebileceğini” ve buna karşı önlem alınmasını istemişlerdi. Yoksul ülkelerde açlık isyanlarının patlak vermesinin büyük bir ihtimal olduğunu açıklayan çeşitli araştırma kurumlarının yetkilileriyle bazı burjuva politikacıları ve sosyologlar da, aynı “tehlike”den söz ederek, buna karşı dünya çapında önlem alınmasının önemine işaret ettiler. Birçok ülkede işçi ve emekçilerin kitlesel protestolarına ve bu protestoların yayılarak ayaklanmalara dönüşmesi olasılığına karşı askeri önlemler geliştirildi ve ordunun iç “güvenlik”te kullanılmasının yasal olarak önü açıldı. Bu durum, işçi sınıfı ve emekçi örgütlerine, daha ciddi, daha güçlü ve kitlesel bir örgütsel varlık göstermek için daha etkili bir çalışma ve mücadele sorumluluğu yüklüyor.

KRİZ VE İŞÇİLERİN PROLETER SINIF TUTUMUYLA HAREKETİNİN ÖNEMİ

Kriz, “küreseleşmeci” burjuva ideologlarının “çelişmesiz, krizsiz küresel refah kapitalizmi” yalanını deşifre edip bir kez daha geçersizleştirdi. “Serbest piyasa ekonomisi” ve “kuralları” üzerine propagandanın İngiliz, Amerikan, Fransız, Alman, Türk ve diğer silahşörleri, şimdi devletin müdahalesinin kesin gerekliliğinden, “Keynesyen önlemlerin zorunluluğu”ndan söz etmektedirler. Oysa onlara göre, kapitalist emperyalizm çelişmelerinden kurtulmuş, kriz tehdidi altında olmayan, “sanayi sonrası”nın küresel kapitalizmi olarak, herkesi refah içinde yaşama olanağına kavuşturmuştu ve aynı nedenlerle de elbirliği içinde sonsuza kadar yaşatılmalıydı!

Ama bu, olamaza dua etmekti; çünkü kapitalist emperyalizm çelişkisizlik ve krizsizlik bir yana, toplumsal tüm çelişkilerinin keskinleştiği; krizlerle daha fazla malul, rekabetin amansız bir hal aldığı pazarlar, topraklar ve kaynaklar üzerinde rekabet ve kapışma sistemiydi. Son otuz-kırk yıllık dönemi, –ki bu dönem sermayenin emek güçlerine saldırısının sosyal iktisadi ve politik yönden azgınlaştığı bir dönemdir– işçi ve halk hareketinin geriye düşmesinden de yararlanarak ‘kazanç’ hanesine yazan dünya burjuvazisi, şimdi “açlık ayaklanmaları”na; işçi başkaldırılarına dikkat çekiyor; yoksulların hareketinin oluşturduğu potansiyel tehdide karşı önlemlerin zorunluluğunu tartışıyor; sermaye yararına aldığı ve alacağı kararları “herkes yararına” göstererek sistemini yeniden takviye ile sürdürmeye çalışıyor. Tüm burjuva hükümetleri, kriz gerekçeli ekonomi programlarını, sermaye çıkarlarını işçi ve emekçilere karşı korumayı esas alarak ve bunu da zorunluluk şeklinde propaganda ederek, oluşturdular. Ücretlerin düşürülmesi ya da düşük oranlı “zamlar”, ücretsiz izin uygulamaları, sosyal hakların daha fazla budanması, toplusözleşme sürelerinin uzatılması uygulamaları aynı gerekçeyle izaha kalkışıldı. Son otuz-kırk yıllık süreç, ekonomik-sosyal ve politik alanlardaki gelişmelere eşlik eden bir ideolojik saldırıyla, işçi sınıfı, örgütleri ve politikası açısından oldukça zor bir dönem olarak yaşandı. Uluslararası sermayenin doğrudan ve dolaylı olarak yönlendirdiği propaganda, “sınıfların ve çelişkilerinin etkisini yitirdiği”, bunun da “işçi sınıfının toplumsal bir sınıf olarak oynayacağı belirtilen rolü geçersizleştirdiği” şeklindeydi. Bu propaganda, kendilerini sözüm ona işçi sınıfından yana, sınıfın temsilcisi vb. olarak adlandıran çok geniş bir “sol”, “sosyalist” vb. aydın ve çevrenin desteğinde güç kazandı. Bunların, sınıflardan ve sınıf mücadelesinden hâlâ söz edenlerine göre de, toplumsal çelişkileri “emek-sermaye ayrımı” temelinde irdelemeye kalkışmak “çok kaba” bir yöntemdi ve Türkiye gibi ülkelerde, “sınıfsallık”, “saf” değil, ancak “dolayımlı” olarak söz konusu olabilirdi! İşçi sınıfının toplumsal konumu ve rolüne liberal yaklaşım içindekilerin bir bölümüne göre de, “toplumsal eşitsizlikler devam etmekle birlikte, işçi sınıfının bunları ortadan kaldırma umudu” ya yoktu ya da o bunu “taşıma niteliğini yitirmişti.”

Sosyal sınıflar toplumsal rollerini yitirmişlerdi ve sosyolojik bir kategori olmaktan çıkmışlardı! Öyleyse sosyal kategorik varlıkları dahi olmayan sınıfların mücadelesi ve ideolojisinden söz etmek beyhude olacaktı! Toplum, bireyselleşmenin geliştiği bir aşamaya; “modern sonrası”na girmişti ve sosyal sınıf gerçeği artık toplumsal yaşamın merkezi bir olgusu olarak alınamazdı. “Ortak iktisadi konum”, yerini, farklılaşmaya, üretim sürecinin parçalanmasına, üretimin ve işin esnekliğine; bireysel-etnik-kültürel kimliğin önem kazandığı bir “atomazisyon”a bırakmıştı. Bu da, “ortak sınıf çıkarı” ve sınıf tutumundan söz edilmesini olanaksız hale getirmekteydi! Kapitalizm, sadece burjuvazi için değil, herkes için gerekliydi! Bilim ve teknolojinin gelişmesi ve üretimde kullanılmasıyla toplumsal yaşam kolaylaşmış, birçok hizmetin; sağlık ve eğitimin yoksullar için de ulaşılabilir hale gelmesi sağlanmış; toplumsal tabakalar arasındaki uçurum küçülmüş; işçiler ev, araba sahibi olmuşlar, emeklilik hakkına kavuşmuşlardı. İşçilerin bu durumu ve ücret farklılıklarıyla bölünmüşlükleri farklı davranışlarını kaçınılmaz kılıyordu, ve bu da, sınıf ortaklığı ve ortak çıkarlar temelindeki tutumu ortadan kaldırıyordu. Sınıfsal toplumsal kimlik, yerini, başka alt kimliklere bırakmıştı vb.

Sınıf hareketinin zayıflığını ve sınıf bilinciyle tutum almanın geri düzeyini sosyal sınıf varlığının reddi için dayanak sayanlar, egemen sınıfların bu bilincin oluşmaması için yürüttükleri ideolojik faaliyeti, baskı ve şiddetle önleyici önlemlerini, burjuva ideolojisinin sürekli hakimiyetini görmezden geliyor, işçi sınıfı bilincinin üretim ilişkileri içinde ve kendiliğinden zorunlu olarak oluşacağını varsayarak, işçilerin içinde, taleplerini esas alarak yürütülecek politik çalışmanın ve örgütlenmenin önemini gözardı ediyor, hemen akabinde de, bu durumu, işçilerin sosyal sınıf kimliğinin reddi için dayanağa dönüştürmeye çalışıyorlar. Toplumsal sınıflardan söz edilmesini “tarihin ve gerçeklerin gerisine düşüş” olarak gösterip “ekonominin gerekleri”nin, “ulusal çıkarlar”ın ve “etnik, dini kültürel kimlikler”in toplumsal ilişkilerin merkezine yerleştiğini ileri süren burjuva, burjuva liberal teorisyenler, işçilerin sınıf çıkarlarını esas alan örgütlenmeler içinde yeterince güçlü olarak yer almamalarını ve son on yıllarda bölgesel, ulusal, etnik kültürel kimlikler temelinde gelişen politikalara ilginin artmasını, burjuvazinin egemen sınıf konumundan sürdürdüğü kesintisiz ve çok yanlı faaliyetten soyutlayarak ve kendilerinin aynı doğrultudaki çabalarını gizleyerek, burjuvazi yararına yorumluyor; sermayenin işçi ve emekçilere karşı yaptıklarını işçilerin ve hareketinin zaafı ve olanaksızlıkları hanesine yazıyorlar.

Burjuvazi, açık ki, işçilerin farklı sektörlerde çalışmalarını, farklı etnik kökenden gelmelerini, farklı bölgelerden olmalarını, ‘kadrolu’, ‘sözleşmeli’ ya da ‘taşeron’ işçi olmalarını, eski-yeni, genç ya da yaşlı olmalarını; üretim sektöründe ya da hizmetler alanında çalışmalarını, onlara karşı bölücü bir silah olarak kullanır. Kapitalistler, “çalışma yaşamı”nı işçiye karşı, onu öteki sınıf kardeşlerinden “soyutlama”nın aracı olarak değerlendirirler. Ve bu durum, işçilerin önüne, işçi olma ortak paydasında bir ortak sınıf çıkarı oluştuğu ve kapitalistlerle ilişkinin ancak bu çıkarlar temelinde, bu sınıf çıkarı gözetilerek yürütüldüğünde gerçekten kazanımlara yol açabildiği bilinciyle davranma gibi bir sınıf sorumluluğu çıkarır. İşçilerin dinî, mezhepsel, etnik kültürel ve geleneksel ilişki ve etkilenmelerden bağışık olmadıkları; burjuvaziyle ve bir sınıfın fertleri olarak birbirleriyle ilişkilerinde bu etkilerin çeşitli biçim ve düzeylerde rol oynadığı ve kapitalistlerin de bundan yararlanarak onları birbirinden bölünmüş/ayrı tutmak isteyecekleri gözardı edilemez. Bu ‘sosyal gerçeklik”ler, işçilerin tüm bu “bölücü” ayrımlara karşı ortak sınıf tutumuyla hareket etmelerini daha da önemli kılar.

Bu liberal oportünist teori, işçi sınıfının kendi durumunu algılama ve değiştirme çabasını nesnel sınıfsal varlığından koparıyor; işçilerin içinde yer aldıkları üretim ilişkilerinin kendilerine ancak emekgüçlerini satarak yaşama olanağı tanıdığını; emekgüçlerini satamadıkları durumlarda açlıkla karşı karşıya geldiklerini, bu ilişkiler içinde gördüklerini, kapitalistlerin toplumsal çıkarları değil kârlarını esas alarak, bu temelde ücret ve çalışma koşullarını belirlediklerini ve kendilerinin yarattıkları artı-değeri sermayeye dönüştüren kapitalistleri sırtlarında beslememek ve yaşatmamak gereğini, ancak bu ilişkiler zemininde anlamaya başlayarak, buna karşı tutum geliştirdiklerini görmezden geliyor. Bu teori, sınıf deneyiminin, toplumsal üretim ilişkileri içindeki sınıfların ilişkileri zemininde; sosyal-ekonomik ve politik karşıtlık ve çatışma içinde edinildiğini ve ortak sınıf çıkarlarının da, ancak üretim ilişkileri içinde tutulan yer-konum temelinde tanımlanabileceğini gizliyor. Politik-kültürel alandaki tutum ve anlayışları öne çıkararak, işçilerin kendi durumlarının bilgisine ulaşmalarını ve patronlarıyla aynı konumda bulunmadıklarını ve bulunamayacaklarını görerek, kendileri gibi olanlarla birlikte hareket etmenin önemini kavrayarak, sınıf birliği oluşturmalarını küçümsüyor ve önemsiz gösteriyor. Oysa sınıf tutumları, ancak sınıf ilişkileri zemininde; sınıf ilişkileri de, üretim sürecindeki konumlar ve üretim araçlarıyla ilişkiler üzerinden şekillenirler. Sınıf çıkarları ve tutumları, mülksüzleşme ve emekgücünün metalaşması sürecinde belirginleşerek olgunlaşır ve sınıf mücadelesi alanından başka bir alanda bunun gelişmesinin olanağı yoktur.

Kapitalist emperyalizmi “çelişkisiz yeni bir refah toplumu” olarak gösteren burjuva, burjuva liberal propaganda açısından da, işçi sınıfının kendi durumuna yaklaşımı, tutumu, konumu, kültürü ve “ahlakı”nın değişime uğradığından hareket ettiğini söyleyerek, onun “üretim ilişkileri içindeki konumuna bağlı bir değiştirici rolünden söz edilemeyeceğini” vaaz eden eklemlenmiş “devrimci propaganda” açısından da, kriz, denebilir ki, yeni bir “çözücü” oldu! Kriz, bu iddialar yığınının dayanaksızlığını bir kez daha kanıtladı. Hızla işinden olanların milyonları bulan kitlesinin ortak toplumsal özelliğinin “işçi olmaları” olduğunu gösterdi. Fabrikada, atölyede, bankada, kredi kurumunda, emlak bürolarında ya da başka alanlarda, işten atılanların ve yoksullaşmaya itilenlerin çok büyük çoğunluğu işçiydi ve diğerlerinin de çok büyük kesimi, kaderleri işçilerin kaderleriyle ortaklık gösteren emekçilerdi.

Şimdi işçi sınıfının önünde, kapitalistlerin kriz gerekçeli olanlarıyla takviye edilmiş saldırılarını püskürtmek ve “iş ve aş derdi” başta olmak üzere, sosyal-iktisadi talepleriyle siyasal özgürlükler mücadelesini birleştirerek ilerlemek gibi bir zorunlu görev duruyor! İşçi ve emekçiler için, denebilir ki, sosyal-politik ve iktisadi alandaki her şey, bu mücadelenin seyrine bağlanmıştır. İşçiler, ücretlerinin artırılması ve düşürülmemesi, çalışma süresinin teknik ayarlamalar aracıyla veya doğrudan saat olarak uzatılmaması, işten atmaların yasaklanması, kredi borçlarının iptali, asgari ücretin işçi ailesi ve insani yaşam koşulları dikkate alınarak belirlenmesi, kamu emekçileri, ücretlerinin artırılması ve toplusözleşmeli-grevli sendika hakkı, küçük üreticiler, faizsiz destek kredileri ve borçlarının iptali talepleriyle hareket ederek bu muhalefeti birleştirebilirler. Kriz, işçi sınıfıyla birlikte çok geniş bir emekçi kitlesini; kent küçük burjuvazisini, “memur” olarak adlandırılan kamu çalışanı emekçileri –ki bunların büyük bir kesimi hizmet işçisi konumundadır–, küçük üreticiyi ve daha birçok kesimi yoksulluğa iter ve işsizlik tehdidiyle karşı karşıya getirirken, birlikte mücadeleye atılmalarının nesnel zeminini de genişletmiştir. Her kesim, bu mücadele birliği içinde, elbette öncelikle kendisinin acil talipleriyle yer alacaktır ve bu acil taleplerin, işçi sınıfı ve öteki emekçi kesimleri açısından birleştirici olmaları önem taşımaktadır.


[1] Bunların kesinleşmiş rakamlar olmadığı unutulmamalı.

[2] Konu üzerine etraflı bilgi için ÖD’nin 199. sayısında yayımlanan V. Yadırgı imzalı yazıya bakılabilir.

[3] 2008 Dünya iktisadi krizinin ilk “adımları”nın 2000’li ilk yıllarda atıldığı, aşırı üretimin ilk sonuçlarının ABD ekonomisinin önemli sektörlerinden biri olan inşaat-konut alanını etki altına aldığı, bunun da finans krizini körükleyerek genişlediği ve Avrupa ile Asya’nın önemli kapitalist ülkelerini de kapsayarak yayıldığı bugün artık kabul edilmektedir.

[4] Hristiyan yardım kuruluşu Secours Catholiıue adına yapılan açıklamada şunlar söyleniyor: “2007 yılında 1.4 milyon kişiye yardım ettik. Giderek daha çok aile merkezlerimize başvuruyor ve yiyecek, giysi yardımı talep ediyorlar. 650 tane yardım dağıtım merkezimiz var. Başvuranlar arasında ‘yeni yüzler’ bulunuyor. Emekliler, ‘yoksul işçiler’, öğrenciler en çok başvuranlardır.

 

Kapitalist Kriz ve Gençliğin Kitlesel Mücadelesi

kapitalist kriz ve gençliğin kitlesel mücadelesi

 

Emperyalist merkezlerde baş gösteren ve etkileri bütün kıtalara yayılan ekonomik kriz, işçi sınıfı ve emekçi kesimler kadar gençlik yığınlarına da yönelmiş bulunan büyük bir saldırı dalgasını peşine takarak geliyor. İş, eğitim ve güvenli bir gelecek için ter döken, hayata tutunmak için çabalayan milyonlarca genç insana krizi işaret eden kapitalistler “gelecek yok” diyorlar. “Aynı gemideyiz” edebiyatıyla işçilere, emekçilere ve gençliğe krizin derin dalgaları gösterilerek, “önden buyurun” deniyor.

İşçi sınıfının bir asrı aşkındır sürdürdüğü mücadelelerle kazandığı haklar yeni yasal düzenlemelerle ortadan kaldırılırken, saldırılar uzun zamana yayılıyor. Böylece, gelecek kuşaklar şimdiden vurulmuş oluyor. Bugünün emekçilerine ise, “korkmayın size bir şey olmayacak, bu yasalar ve düzenlemeler sizden sonrakileri kapsayacak” deniyor. Kitlesel işsizliğin derinleşmesi, işten atmalar, ücretsiz izin ve esnek çalışma uygulamalarıyla bunaltılan milyonlarca genç için, kapitalizm, geleceğe umutla bakılacak bir sistem olmaktan hızla çıkıyor.

Öte yandan Yunanistan, İtalya, Fransa ve Almanya’da, geçtiğimiz haftalarda baş gösteren gençliğinin kitlesel eylemleri, kriz üzerinden yürütülen kapitalist emperyalist saldırılara karşı aslında güçlü bir mücadele potansiyelinin de varlığına işaret etti.

 

‘BİZİM GENÇLİĞİMİZDE İŞ YOK!’ MU?

Yunanistan’da 16 yaşında bir gencin polis kurşunlarıyla katledilmesiyle tetiklenen eylem dalgası, tüm dünyanın dikkatini bir anda komşu ülkenin üzerine odakladı. Protesto eylemleri, hem Yunanistan he de Türkiye’de, özellikle ilk başlarda kimi anarşist gruplara mal edildi. Burjuva medya, hedefi Yunan polisiyle daraltarak işi geçiştirmeye çalıştı. Fakat iş öyle çabuk geçiştirilemeyecek kadar büyüktü. Her gelişen eylem, bir öncekini aşarak ilerliyor, günler haftaları buluyor, ama eylemler dur durak bilmiyordu.

Yürüyüşler, polisle yapılan şiddetli çatışmalar, okul işgalleri ve devasa mitinglerle bu eylem dalgası büyürken, hareketin ateşinin arkasında kalmış olan talepler de, bir bir gün yüzüne çıkıyordu. Alexis’in katilleri en ağır şekilde cezalandırılmalıydı. Polisin elini güçlendiren yasa ve yönetmelikler kaldırılmalı, ilgili Bakanlar ve emniyet şefleri istifa etmeliydi. Anarşist grupların yakıp yıkmasına ilişkin verilen haberlerle kamuoyunda tepki oluşması beklendi. Polisin göstericiler karşısındaki beceriksizliği ve hükümetin kararsızlığı küçümsenerek eleştirildi. Fakat eylemlerin kitleselliği ve sürekliliğini de dikkate alan burjuva medya gençliğin taleplerine ve eylemlerin meşruluğuna yer vermek zorunda kaldı. Dilin kemiği yoktu. Bu kez, “komşuda beceriksizlik” söyleminin yerine “komşuda demokrasi dersi veriliyor” söylemi geçti. Eh ne de olsa, Atina demokrasinin beşiği idi. Orada işler öyle olabilirdi; ama bizde olmazdı! Yunanistan’daki bu gelişmelerle birlikte, liberal, ‘sol’cu kimi aydınların da katıldığı tartışma programları yapılmaya başlandı. Köşe yazarları günlerce bu olayları işledi. Yılbaşından bu yana, dur ihtarına uymadığı için polis kurşunlarıyla katledilenlerin sayısı bizde 40’a ulaşmıştı. Ama çıt yoktu. Yunanistan’da sadece bir genç öldürülünce memleketin altı üstüne gelmişti. Bu nasıl böyle olurdu?

Tartışmaların gelip bağlandığı nokta hep aynı oluyordu. “Bizim gençliğimizde iş yok!”tu nakaratları eşliğinde, bu kez kara propagandanın yönü değiştirildi. Türkiye gençliğine güven duygusu köreltilmeye çalışıldı.

Polis kurşunundan hesap sorma ve demokrasi talepleri bakımından, Yunanistan gençliğinin mücadelesi, gerçekten ders alınacak bir hareket olmakla birlikte, buradan Türkiye gençliğine güvensizlik sonucu çıkarmak doğru olmadığı gibi, bu söylem, özünde ideolojik bir çarpıtmadır da. Çünkü Türkiye gençliği de, yakın tarihi bakımından, eşitlik, özgürlük, bağımsızlık ve demokrasi için güçlü eylemler gerçekleştirmiştir. Katliamlar, baskılar, gözaltı ve tutuklamalar, işkence ve gözaltında kayıplarla Türkiye’yi yöneten güçler, gençlik hareketlerini her dönem bastırmaya çalışmıştır. Faşist darbelerin buldozer gibi ezdiği demokratik hak ve özgürlükler, ’90’lı yıllardaki çatışmalı ortamda OHAL vb. uygulamalar, çıkarılan yasa ve kararnamelerle hepten rafa kaldırılmıştır. 1980’den bugüne kadar, üniversiteler, YÖK sultası ile yönetilmiş ve öğrenci gençliğin örgütleri dağıtılmıştır. Bütün bu baskıcı, yasakçı ve ceberut uygulamalara karşın Türk, Kürt her milliyetten Türkiye gençliği, mücadeleden hepten alıkonamamış ve her fırsatta yeniden ortaya çıkmıştır.

Elbette, dünyanın neresinde olursa olsun, gelişen her toplumsal hareketin Türkiye için bir anlamı vardır, çıkarılacak dersleri de… Ama koşulları, ülkelerin farklı özellikleri, mücadele geleneği, sınıflar arasındaki güç ilişkileri vb. dikkate alınmadan, iki ülke gençliğini terazide tartmak, ancak egemenlerin işine yarayabilir. Türkiye gençliğin çıkaracağı sonuç ise, kıyas değil, tersine enternasyonal dayanışmanın örgütlenmesi ve kendi ülkesinde de kapitalizme ve gericiliğe karşı yürütülen mücadelede bu örneklerden yararlanmaktır. Zira talepleri için birleşmeye başlayan ve Yunanistan başta olmak üzere Avrupa’da gelişen gençlik hareketlerinden de güç alan çeşitli kesimlerden, çoğu öğrenci binlerce genç “Yunanistan, İtalya, Fransa… Sıra Türkiye’de” sloganıyla 20 Aralık’ta İstanbul’da bir miting gerçekleştirdi.

 

‘KRİZ VE SOSYAL PATLAMALAR’ KABUSU

Yunanistan gençliğinin kitlesel mücadelesi devam ederken, işçi sınıfı ve emekçiler de genel greve gitme kararı aldı. Karamanlis hükümetinin tehdit ve ricaları bir ölçüde etkili bir genel grevin oluşmasını sekteye uğratsa da, güçlü işçi gösterilerinin gerçekleşmesini engelleyemedi. Yunanistan işçi sınıfı ve halkı, bir yandan ekonomik krizin etkilerine karşı sokaklara dökülürken, aynı zamanda günlerdir sokaklarda mücadele eden evlatlarına da sahip çıkıyordu.

Yunanistan gençliği, aslında sadece polis kurşunlarına karşı demokrasi talebiyle sokaklara çıkmış değildi. Karamanlis hükümetinin yolsuzlukları, artan hayat pahalılığı, eğitimde reform adı altında uygulamaya konan saldırılar, geleceğe duyulan güvensizlik vb. gelişmelerle ekonomik ve sosyal yıkımın girdabına giren bir ülkenin gençliği olarak sokaklara dökülen gençler, kapitalist ekonomik programlara karşı tepkiyle de ayağa kalkıyordu. Eylemlerde atılan sloganlar, işgal edilen okullara asılan pankartlar bu taleplerle doluydu. İtalya, Fransa ve Almanya için eylemlerin biçim ve gelişimi zaten tamamen böyleydi.

Bir yanıyla Yunanistan’ı kasıp kavuran ve aynı anda Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde baş gösteren işçi, emekçi ve gençlik hareketleri, kapitalistlerin o çok korktukları ‘krizin etkileri ve sosyal patlamalar’ kâbusunun gerçeğe dönüşmeye başlayan haliydi.

 

20 ARALIK, TÜRKİYE…

Başlangıçta “Boğazlar NATO Gemilerine Kapatılsın”, “ABD Defolsun, Üsler Kapatılsın” … vb. taleplerle ve “Bağımsızlık Yürüyüşü” başlığı ile kurgulanan 20 Aralık İstanbul mitingi, krizin gençlik kesimlerinde yarattığı yıkımlar, Avrupa’da baş gösteren gençlik gösterileri vb. gelişmelerle birlikte, hem başlık hem de kurgu bakımından yenilendi. “İş, eğitim ve güvenli gelecek” talepleri öne geçerken, başlık da daha çok “Krize ve Emperyalizme Karşı Yürüyoruz” biçimini aldı.

Emek Partisi’nin başlattığı konferans ve kongre sürecinde tespit edilen olası gelişmeler hayatın gerçekliği ile hızla doğrulanıyordu. Parti, tüm çalışmaların merkezine krize karşı emekçilerin mücadelesi koyarken, emekçi kitlelerin birleştirilmesini temel görevlerden biri olarak belirliyordu. Krize karşı genel bir propaganda yürütmenin ötesine geçerek, krizin yarattığı yıkım hangi alanda hangi talebi öne çıkarıyorsa o talep üzerinden çalışmanın örgütlenmesinin önemine dikkat çeken işçi sınıfı partisinin 5. Konferansı, tüm örgütlerine ve Emek Gençliği’ne bu doğrultuda bir çalışmayı yürütme çağrısı yapıyordu. Dönüp bu noktadan bakıldığında, aslında krize karşı mücadele ve talepler üzerinden gençlik kitlelerinin birleştirilmesi çağrısına Emek Gençliği’nin geç yanıt verdiğini de saptamak gerekir. Denebilir ki, miting çalışması aylarca sürmesine karşın, sözü edilen platforma, krize karşı talepler üzerinden mücadele 20 Aralık’a son iki hafta kala girilebilmiştir. Bu kadarı bile, ortaya taleplere uygun, coşkulu, kitlesel bir mitingin çıkmasını sağlamıştır. Onlarca üniversiteden, liseden, mahalleden yerel talepleri ve pankartlarıyla gelen gençlerin oluşturduğu miting bileşimi, aynı zamanda önemli bir platform sunmuştur. Bu platformun iki temel yönü ortaya çıkmıştır. Biri, gençlerin talepleri üzerinden alanlara gelmesiyken, diğeri de, kendi öz örgütleri ya da alan (işyeri, okul, mahalle, dernek) pankartlarının arkasında yürümeleridir.

Kuşkusuz 20 Aralık mitingi, bir sosyal patlama eylemi olarak tanımlanamayacağı gibi, Türkiye gençlik hareketinin yukarıda sözü edilen platformun altını dolduran güçlü ve yığınsal bir maddi güce eriştiği de söylenemez. Bir mitingi yapmış olmak, krize karşı mücadelede görevlerin yerine getirildiği anlamına da gelmiyor.

Miting meydanından alanlarına dönen gençler için esas mesele, gerçekte henüz tam manasıyla yapmakta zayıf kalınan talepler üzerinden yürütülecek çalışmaların her bir işyeri, kampus ve lisede ya da mahallede örgütlenmesidir. Gençlik hareketinin birleşmesi ve merkezi olarak kendini açığa vurması ancak bu yerel çalışmalara dayandığında ve buradan yükseldiğinde etkili bir güç olabilecektir.

KRİZE KARŞI TALEPLER ÜZERİNDEN MÜCADELE

Son birkaç haftanın gelişmelerine bakıldığında, ülkemizde de, gençliğin çok ciddi saldırılarla yüzleşmeye başladığına ve mücadele yönelimine girdiğine tanık oluyoruz. Üniversitelerde (en kariyer sahibi olan üniversiteler de) öğrencilerin ana tartışmalarından biri, istihdam ve gelecek sorunudur. Kimse, okulu bitirdiğinde kendine iş bulmayı garanti görmüyor ve herkes geleceğe karamsar bakıyor. “Diplomalı işsiz” tanımı, günlük dile yerleşti bile. Koca bankalar, finans şirketleri binlerce elemanı sokağa atarken, hemen her yerde istihdam daralmasına gidiliyor. İş ve güvenli bir gelecek talebi öne çıkıyor.

SSGSS yasasının 1 Ekim’de yürürlüğe girmesiyle birlikte, kurumlarda çalışan 20 bin üniversite öğrencisinin işi elinden alındı ve bir kısım alacakları da ödenmedi. Okumak, okul bitirmek, on binlerce genç için daha da zorlaştı. İşten atılan üniversite öğrencileri, 50-d maddesiyle yüzüne kadro kapısı kapanan asistan ve araştırma görevlileri, birleşmeye ve eylemler yapmaya başladı.

Artan hayat pahalılığı, ulaşım, elektrik ve doğalgaza yapılan zamlarla birlikte öğrenci evlerinde yaşamak zorlaştı. Velileri işten atılan öğrenciler, okulu bırakmakla yüz yüze. Doğalgaz, ulaşım ve yemek zamlarına karşı yapılan eylemler giderek yayılıyor.

Krizi fırsat bilenler, ilk ve orta öğretim kurumlarına olan maddi desteği kısıtlarken, üniversitelere ödenen bütçe harcamalarındaki oranlar düşürüldü. Üniversite senatoları ve rektörlerden de harcama kesintilerine gidileceğine dair tasarruf açıklamaları gelmeye başladı. TBMM 2009 bütçe görüşmelerinde aynı manzara ortaya çıktı. Doğalgaz faturasını ödeyemeyen okullar, çaresiz kalan öğretmenler, okula battaniye ile giden öğrenciler gibi eğitim manzaraları, neredeyse olağan hale gelmeye başladı. Üniversitelerde harçlara yüzde 12 zam kapıda. Liselerde kantin fiyatları, kırtasiye giderleri, eğitime katkı payı alınması gibi sorunlar, kriz tartışmalarıyla birlikte daha da çekilmez bir hal aldı. Kahve köşeleri genç işsilerle dolu iken, vasıflı, vasıfsız binlerce işçi genç ya sokağa atılıyor ya da atılmamak için karın tokluğuna çalışmaya zorlanıyor.

Gençliğin ekonomik talepleri kadar, akademik, demokratik talepleri de yüksek sesle dile getirilmeye başlanıyor. Bölge illerinde anadilde eğitim için harekete geçen Kürt öğrenciler, nerdeyse eylem yapılmadık şehir ve okul bırakmadılar. Anadil talebi ile birlikte Kürt öğrenciler üzerindeki baskıların da son bulması için yapılan yürüyüşlere on binler katıldı. İlkokullar bile eylem alanına dönerken, bölgesel eşitlik talebi de dile getirildi. Üniversitelerde faşist saldırı ve provokasyonlar artarken, üniversite rektör seçimlerindeki çürüme Cumhurbaşkanını ve YÖK başkanını bile bunaltır hale getirdi.

Ülke gençliğinin yaşadığı sorunlar elbette bunlarla sınırlı değil. Fakat görünen odur ki, ülkemizde krizin henüz esintilerini hissedebilen gençlik yığınlarını çok daha zor günler bekliyor. Önümüzdeki aylar, krizin geçici olmadığı gibi ve ülkemizde daha büyük yıkımları getireceğine işaret ediyor.

Her milliyetten Türkiye gençliğinin birleştirilmesi, sözü edilen bu sorunlar ve talepler üzerinden olacaktır. Mücadele ve kapışma alanları, kaçınılmaz olarak bu sorunlar üzerinden her bir birimde ve farklı biçimlerde gelişecektir. Mücadeleye ve örgütlenmeye başlayan gençlik kesimleri, küçük çarpışmalarla örgütlenmeye başladığında, daha kitlesel ve etkili mücadeleyi açığa çıkarma imkânına kavuşacaktır. Emek Gençliği, çalışmasını, rutin, ortalık, kesintili ve istikrarsız bir tarza, bir darlığa mahkûm edemez. Bugünkü çalışma, birimlerde temel örgütler oluşturmayı, gençlik kitlelerinin gündelik taleplerine bağlanan bir propaganda ve ajitasyon faaliyetini örgütlemeyi her zamankinden çok gerekli kılıyor.

 

ÖZ ÖRGÜTLER (AKADEMİK-DEMOKRATİK-SENDİKAL) ÖNEM KAZANIYOR

Türkiye gençlik hareketinin kendi öz örgütleri üzerinden yükselememesi, uzun yıllara dayanan bir sorundur. Bunun bir nedenini, yıllardır sürdürülen devlet baskısı oluşturuyor. Bir diğer nedeni de, küçük burjuva geleneksel sol anlayışın örgüt anlayışındaki darlık ve sakatlığının etkileri olarak tanımlamak gerekir. Her defasında hareketi içeriden bölen, genişlemesine engel olan ikinci neden, ‘kendini gençlik kitlelerinin yerine koyan’ ve ikameci eylem anlayışını temel alan bir özelliği kendi bünyesinde hep korudu. Böylece gençlik hareketi ve mücadelesi parçalı ve dağınık olmaktan kurtulmadı.

Son yıllarda iş öyle bir yere vardırıldı ki, politik sol gençlik grupları ya ayrı ayrı, kimi zaman da bir araya gelerek, geniş gençlik yığınları adına karar alır, eylem yapar hale geldi. Kitlelerin ana gövdesi, “apolitik” diye hakir görülen öğrenci çoğunluğu, tartışma ve karar mekanizmalarına çağrılmaya bile değer görülmeyebildi. Politik gençlik grupları, bugün için geniş gençlik kesimlerini kapsayan bir güçte olmadıkları gibi, hiçbir zaman da kitlesel/sendikal örgütlerin yerini dolduramazlar.

En geniş gençliğin öz örgütlerini kurma adına yapılan kimi girişimler, fikir ve tarz aynı olduğu için daha baştan sakat doğdu. Bu tür ‘kitlevi öğrenci örgütleri’ ne yazık ki, belirli bir sol çevrenin dar bir yan örgütü olmaktan kurtulamadı. Öğrenci Kolektifleri, Yurtsever Cepheli Öğrenciler, LÖB, Genç-Sen, DÖB vb. onlarca isimle çıkan, tüzükleri yazılan bu tür örgüt biçimleri, geniş gençlik yığınlarını kucaklayamadı. İster istemez grupçu, rekabetçi ve fraksiyoncu çekişmeler boy verdi ve gençlik kitleleri bir türlü doğru platformda birleşme zeminini oluşturamadı. Öyle ki, bazen, bu gruplar birbirlerinden hızlı davranarak, birbirlerine çelme atarak ya da hızlı davranıp ötekinden önce eylem yapmasını ‘gol atmak’la eşdeğer görerek, hareketi ‘ilerletmeye’ çalıştılar.

Devrimci işçi partisinin gençlik örgütü, bu tür anlayış ve örgüt tiplerine, eylem ve “kitle” yaklaşımlarına hep uzak durmaya çalıştığı gibi, eleştirmekten ve onları doğru platforma kazanmak çabasından da geri durmadı. İşin esası bu olmakla birlikte, Emek Gençliği, bu tür sakat anlayışlarla rekabet etme adına yer yer aynı kulvara düşerek, kendi platformunda emin ve kararlı adımlarla yürümekten geri kalabildi.

Bugün, Yunanistan, Fransa, İtalya, Almanya ve diğer ülkelerde başta yüksek öğrenim gençliği olmak üzere bütün öğrencileri kapsayan, bütün öğrencilerin üyesi olduğu öz örgütler var. Bu ülkelerdeki her öz örgütün kendine özgü bir tarihi ve kuruluş biçiminden söz edilebilir. Örneğin Fransa’da öğrenci örgütü kendi bağımsız dinamiği ile örgütlenmeyi başarmışken, Yunanistan da devletin kurduğu örgütü öğrenci muhalefeti ele geçirdi. Bu ikinci örnek biraz bizim YÖK eliyle kurulan ÖTK’nın ‘ele geçirilmesini’ çağrıştırıyor. İşte, bütün Avrupa’yı saran, bir günde İtalya’da yüz binlerce öğrenciyi sokağa dökebilen karar mekanizmaları bu öz örgütlerdir.

20 Aralık miting hazırlık çalışmaları, gençliğin öz örgütlerine dayanma ve hareketi buradan birleştirme çabası bakımından doğru bir platform ortaya koydu. Zira miting, çeşitli üniversite ve liselerden (sayısı az olmakla birlikte) ÖTK, Kol, Kulüp, Topluluk ve Öğrenci Meclis Temsilcilerinin çağrısıyla gerçekleşti. Fakat iş, çağrıdan mitingin örgütlenmesine geldiğinde, aslında çağrıcılar kendi örgütlerine karar aldırarak mitinge gelemediler. Sadece Marmara Üniversitesi’nden birkaç kulüp, Cerrahpaşa Tıp ve Kocaeli Üniversitesi’nden Oda Gençlik komisyonları bunu başarabildi. Örneğin Bolu Üniversitesi ÖTK’sı, önce katılma kararı aldı, okulda afişleri astı, ama sonra ‘miting EMEP’in’ söylentisini duyduklarını ifade ederek, kararını geri çekebildi. Az olmakla birlikte, bu örnek ve deneyler, başlangıç için önemli bir birikim sayılmalı ve dersler çıkararak güçlendirilmelidir.

Mitingin çağrıcıları da, katılımcıları da henüz var olan öğrenci temsilcilerinin çok azını oluşturuyor. Bunu genişletmek, daha fazla temsilci, kol ve toplulukla, bölgelerde öğrenci birliklerini oluşturmak, pekiştirmek kuşkusuz öncelikle Emek Gençliği’nin kavrayışına çabasına bağlı.

Gençlik hareketin en önemli ihtiyaçlarından birisi, hiç kuşku yok ki, her fakültede, lisede, ilçede ÖTK, kol, kulüp, Topluluk, Öğrenci Meclisleri, Gençlik Dernekleri vb. yapıların temsilcilerinin bir araya getirilmesi ve mücadele merkezlerinin oluşturulmasıdır.

“Özerk, demokratik üniversite” ve “parasız, bilimsel, demokratik lise” mücadelesinde elbette, “nasıl bir eğitim, nasıl bir ÖTK, nasıl bir Öğrenci Meclisi istiyoruz?” sorunun cevabı da aranmalıdır. Bu konu kendi başına ayrı bir yazı konusu olduğu için, işin bu yanını burada bırakmak yeterli olsa gerek.

İŞÇİ VE YOKSUL SEMT GENÇLİĞİNİ KAZANMAK

Kapitalist kriz, hiç kuşku yok ki, en çok işçi gençliği ve yoksul semtlerin emekçi çocuklarını eziyor. İşten atmalar, esnek çalışma ve ücretsiz izinlerle cendereye dönen çalışma hayatına, bir de yeni tespit edilen asgari ücret eklendi. Yoksul aile çocukları giderek eğitim alamaz, barınamaz, beslenemez hale geliyor. Daha şimdiden binlerce atölye kapandı ve on binlerce işçi genç, kışın ortasında işsiz kaldı.

Kriz karşıtı çalışmanın odağına, gençliğin ezilen ve sömürülen bu kesimlerinin yerleştirilmesi gerekiyor. İş, güvenli gelecek, eğitim hakkı gibi talepler, işçi ve yoksul gençlik için daha yakıcı hale geldi. Kuşkusuz, işçi ve yoksul emekçi gençlik içerisindeki çalışmanın kendine has zorlukları var. Fakat işçi gençlerin sırtına binen krizin yükünün daha da artacağını düşünüldüğünde, gençliğin bu kesimleri, geleceği için daha fazla mücadeleye atılacak ve örgütlenme arayışına girecektir. Genç işçiler içerisinde yaşanan krizin geçici olduğu, birkaç ay sonra atlatılacağı ve 2001 krizinin de böyle olduğuna dair değerlendirmeler yapılıyor. İşçiler dişini sıkarak, bu birkaç ayı atlatmaya, memleketlerine dönmeye, işportada çalışmaya yöneliyor. Dolayısıyla kriz karşıtı çalışmada genel bir söylemi terk etmek ve esasen birkaç ay sonra işçileri neyin beklediğini anlatmak gerekiyor.

Emek Gençliği’nin bileşiminin, işçi sınıfının genç unsurlarıyla güçlenmesi, Emek Gençliği örgütlerinin, atölyelerde, emekçi mahallerinde kök salması, kriz karşıtı çalışmanın ana hedeflerinden biri olmalıdır.

İstanbul-Çağlayan tekstil, İMESS, Bayrampaşa Çorap; İzmir-Atasanayi ve Çiğli OSB, Ankara-Siteler ve OSTİM, Adana-Mobilyacılar ve Barkal Sanayi Sitesi vb. bölgeler, işçi gençliğin yoğun olarak çalıştığı bölgelerdir ve Emek Gençliği bu alanlarda, günlük ve istikrarlı bir biçimde yoğunlaşmalıdır.

GÜNLÜK GAZETE VE HALK TELEVİZYONUNU KULLANMADAN ÇALIŞMA ÖRGÜTLENEMEZ

Krizle birlikte içine girdiğimiz bu süreci, işçi sınıfı partisi yeni mücadele dönemi olarak ilan etti ve tüm çalışmaların bu sürecin zorluk ve imkânlarına göre örgütlenmesi çağrısını yaptı. Yukarıda çizilen gelişmeler (kriz, gençlik hareketleri, mücadele potansiyeli, saldırılar vb.) çerçevesinde, gençliğin yolunu açacak, onun gerçekleri görmesini ve aydınlanmasını sağlayacak, sesini duyuracak araç ve kürsülere ihtiyacı olduğu kesindir. Gençlerin sınıflar mücadelesinin birikiminden, hem ulusal ölçekte hem de uluslararası alanda eylem ve örgüt örneklerinden öğrenecekleri var. Günlük gelişmelerin ritmi ve heyecanı içinde bunun sağlayabilme gücüne sahip olan günlük işçi basını ve halk televizyonu Türkiye gençlik hareketine ve Emek Gençliği’ne muazzam fırsatlar sunuyor.

Emek Gençliği örgütlerinin güçlenmesi, küçük burjuva çalışma ve örgütlenme tarzından tamamen sıyrılabilmesi için, çalışmanın merkezine bu araçların oturtulması gerekiyor. Gençlik dergimizi kullanmada, gençlik örgütümüzün henüz yetersiz de olsa bir mesafe kat ettiği gerçek. Ne var ki, Genç Hayat’ın 15 günlük bir yayın olduğunu düşündüğümüzde, siyasal ve ekonomik gelişmelerin oldukça hızlı değiştiği Türkiye’de, derginin en iyi şekilde kullanılmasının dahi, günlük gazetenin ve TV’nin yerini dolduramayacağı açıktır.

Ne yazık ki, gençlik örgütünün genel görüntüsü, günlük gazete ve halk TV’si imkânı olduğu halde, bu araçları, kullanmada değil kullanmamada maharetli olan bir örgüt görüntüsündedir. Sadece 20 Aralık yürüyüşü bile ele alınsa, görülecektir ki, yapılan tonla iş var, birçok olumlu tepki var, çıkarılacak ders var ve bunlar çeşitli toplantı ve mekânlarda konuşuluyor, tartışılıyor. Ama inatla yazılmıyor, dağıtılmıyor, TV’ye taşınmıyor. Eğer güçlü ve kitlesel bir gençlik hareketi isteniyorsa, bunun yolunun başka köprülerden geçmeyeceği görülmelidir. Ve öncelikle Emek Gençliği’nin en önde görünen unsurları bu çalışmanın örneklerini göstermelidir. Yunanistan’da ayağa kalkan gençlerin ilk yöneldikleri yerler radyo ve TV binalarıdır. Gençliğin sesini duyurmak için radyo ve TV binalarını işgal eden Yunanistan gençleri gibi bir duruma da gerek yok. İşçi gazetesi ve halk TV’si zaten gençler için kurulmadı mı? Öyleyse ne bekleniyor? Örneğin 50 Emek Gencinin toplanabildiği bir kampusta günlük tiraj 4 ise, oraya neyin birikimi taşınabilir, hangi deneylerin üzerine örgüt bina edilebilir? İşçi ögelerin gönderdiği haber ve mektup sayıları karşısında öğrencilerin oranı nedir? Bu sorulara, örgütlü ve kitlesel bir gençlik hareketi için yola çıkanlar cevap vermeye başladığında, uzun ve başarılı bir yolu yürüyebilir.

Emek Gençliği, sözü edilen yazılı ve görsel yayın araçlarıyla gençliğin canlı ve günlük bir bağının kurulması için, gazete ve TV bünyesi içinde oluşturulan bir “Gençlik Servisi” kurulması hazırlığı içindedir. Bu servis, gençliği ilgilendiren ekonomik, siyasal, kültürel, bilimsel vb. tüm gelişmeleri, bu yayın araçlarında anlatabilmek için kurulan önemli bir mekanizmadır. Kuşkusuz bu servisin örgütlerle bağının oldukça güçlü olması, servisle gençlik örgütünün birbirini besleyen, güçlendiren bir şekilde ele alınması gerekir.

SONUÇ OLARAK

Geleceği temsil eden gençlik yığınlarının kendi taleplerini karşılayabilmesi için kapitalist krize ve emperyalizme karşı, işçi sınıfı ve emekçilerin yanında saf tutmasının koşulları her geçen gün biraz daha olgunlaşıyor. Dünya ve Türkiye’de yaşananlar buna işaret ediyor. Rutini, hantallığı, alışkanlıkları ve darlıkları aşmak; günlük gazete ve halk televizyonu başta olmak üzere, dönemin tüm imkân ve araçlarını en etkin biçimde kullanmak; geniş gençlik yığınlarını aydınlatmak, onlara kürsüler açmak ve platformlar sunmak.

İşte; birleşik, kitlesel ve örgütlü bir gençlik hareketi için üstlenilecek temel çalışmalar.

 

ABD Seçimleri ve Obama

abd seçimleri ve obama

KAMİL TEKİN SÜREK

 

ABD 4 Kasım Başkanlık seçimlerinin üzerinden neredeyse iki ay geçtikten sonra, seçimler ve Obama hakkında yazmak gecikmiş bir iş gibi görünse de, gelişmeleri daha serinkanlı değerlendirmek açısından gerekli sayılabilir. Çünkü, 4 Kasım seçimlerinden sonra öyle bir hava yaratıldı ki, ABD seçmenindeki Obama’nın “değişim” sloganına inanma durumu, ülkemize ve dünyanın pek çok ülkesine de sirayet etti.

Bugün, iyimserliğin yerini kuşkular alırken, özellikle de ülkemizde Obama modası iki ay önceki etkisini yitirmeye başlamışken, seçimlerin önemli noktalarına kısaca göz atalım ve Obama’nın vaatlerinin ne kadarını yerine getirebileceği üzerine fikir jimnastiği yapalım.

Obama’nın seçimi kazanmasının nedenleri nelerdir? Karizmatik bir lider olması mı? Bu soruya olumlu yanıt vermek zor. Yani, genç yaşlarından itibaren bir davayı savunarak ve davası için mücadele ederek toplumda adını duyurmuş, kitleler üzerinde sevgi ve saygı uyandırmış biri değil. Martin Luther King gibi ABD’li liderlerle kıyaslamak zor.

Siyasete katılalı çok uzun süre olmamış.

New York’taki Columbia Üniversitesi’nde Siyasal Bilimler okuyan Obama, 1988’de Harvard Hukuk Fakültesi’ne girmiş. Başarılı bir öğrencilik döneminden sonra, büyük bir avukatlık şirketinde çalışmaya başlamış. Siyasette ismi daha çok 1996- 2004 yılları arasında Illinois eyalet senatörlüğü yaptığı sırada duyuluyor. Liberal eğilimli New York Times’ta makaleleri yayınlanıyor ve yine liberal görüşlerini anlattığı iki kitabı New York Times gazetesi ve liberal çevrelerin de yardımı ile çok satanlar listesine giriyor. Bu gelişmelerden sonra Obama’nın önü açılıyor ve 2004 yılında ABD Senatosu’na seçildikten sonra ise, Başkan adaylığı süreci başlıyor. Geçmişinin temiz olması, muhtemeldir ki, destekçilerinin tercih nedeni oldu. ABD’de, genellikle kaybetmiş bir aday, seçimlerde yıpranması da göz önüne alınarak yeniden aday gösterilmiyor.

Karizmatik bir lider olmayan Obama, çok iyi örgütlenmiş bir seçim kampanyası ile hem ABD halkına, hem de dünya halklarına sevdirildi. Obama’nın halk tarafından sevilmesini sağlayan, kendi yetenekleri değil, işinin ehli “imajmaker”ların mükemmel çalışmasıydı.

Obama’nın seçim kampanyasının bir başka başarısı da, ABD tarihindeki en büyük bütçeye sahip kampanya oluşuydu. 650 milyon dolardan fazla bir para toplandı seçim kampanyası için. Böylesine büyük miktarda bağış toplanmasında, milyonlarca insanın onar, yirmişer dolar vermesinin yanı sıra, burjuva kesimlerin katkısı unutulmamalı.

Obama’nın kampanyası “değişim” sloganı üzerine kuruldu. “Change Can Happen” ve “Yes, We Can” gibi sloganlar, seçim kampanyasının temel sloganlarıydı.

Farklı ülkeler, farklı tarihler ve farklı koşullar olgusunu da hesaba katarak, bire bir benzerlik iddiasında olmadan söyleyebiliriz ki, Obama’nın değişim üzerine kampanyası, Ecevit’in 1973 Seçim kampanyası ile ortak özelliklere sahipti. Ecevit de “Ne ezilen ne ezen, insanca halkça bir düzen” sloganıyla, halka değişim ve yeni bir düzen vaat etmiş ve ellili yıllardan itibaren sürekli güç kaybetmiş partisini birinci parti haline getirmişti.

Obama değişimi halkla birlikte gerçekleştireceğini vaat etti. “Yes, We Can” sloganıyla, değişim sürecine halkı da katmak istediği imajını yarattı. Kendinden önceki yöneticilerin sırça köşklerde, gerçeklerden habersiz, sorunlara çözüm bulmaktan aciz elitler olduğunu iddia etti.

Obama’nın yanılsamaya dayandırılan halkçı yaklaşımı, ezilen kitleler üzerinde etkisini gösterdi. Geniş kitlelere umut aşıladı.

Değişimden yana lider görüntüsüne, savaş karşıtı lider görüntüsü de eklenmişti.

Obama, seçim kampanyası sırasında, Irak’taki ABD askerlerini belirli bir düzen içerisinde, her ay 1 tugay olmak üzere tamamen çekmeyi ve Afganistan’a daha fazla asker kaydırmayı vaat etmişti. Senatör iken de, savaş politikalarına karşı “ iyi polis” rolüne bürünerek, uluslararası çelişkilerin savaş ve silahlı müdahaleler yerine, diyalog yoluyla çözülmesini, güçlü ABD ordusunu diyalog sürecinde caydırıcı bir unsur olarak kullanmayı savunmuştu.

Obama’nın belli başlı seçim temalarından biri de, ekonomik sorunlar ve emekçi kitlelerin talepleri idi. Obama, yıllık geliri 200 bin doların altında olan Amerikan vatandaşlarına vergi indirimi vaat etmişti. Bu kesim, toplam vergi mükelleflerinin yüzde 95’ini oluşturuyor. Obama, yıllık geliri 250 bin doların üzerinde olanların vergilerini ise arttıracağını söylüyordu.

Seçim kampanyası sürerken, finansal sarsıntı büyük bir tsunamiye dönüştü ve Amerikan ekonomisini durgunluğun eşiğine getirdi. Sanık sandalyesine de ülkeyi 8 yıldır yöneten Cumhuriyetçi yönetim oturtuldu. Cumhuriyetçi yönetim “özgür piyasa” yaklaşımıyla finans piyasalarını tam bir başıboşluğa bırakarak, yangının kundakçısı olmuştu. ABD’nin değişmekten başka çaresi kalmamıştı. Amerikan halkının mevcut krizden çıkma ihtiyacı, Obama’ya oy vermesini sağladı.

Ayrıca, Obama sağlık ve sigorta sorunları konusunda bazı vaatlerde bulundu. Devlet sağlık sigortasını yaygınlaştıracağını ve yoksulların sağlık hizmeti almadaki sorunlarını azaltacağını söyledi.

Bir yıldır resesyonda olduğu resmen açıklanan ABD’de, işsizlik artmaya devam ediyordu. ABD’de, Kasım ayında, tarım dışı istihdam 533 bin azaldı. Ülkede, 1974’ten bu yana, ilk kez bu kadar büyük bir istihdam kaybı yaşandı. Beklenti, istihdamdaki kaybın 340 bin olacağı yönündeydi.

ABD’de, işsizlik oranı yüzde 6.5’ten yüzde 6.7’ye yükselerek, 1993’ten bu yana en yüksek seviyeye çıktı. İşsizlik oranının yüzde 6.8’e çıkması bekleniyor.

ABD’de, 46 milyon sigortasız emekçi var. Hastalandıklarında tedavi şansı olmayan insanlar bunlar. Sağlık sigortasına mensup milyonlarca çalışanın ucuz poliçelerinin de fazla işe yaramadığı iddia ediliyor.

Obama, halka parasız sağlık hizmeti, iş ve daha az vergi kesilerek, gelirlerinin arttırılmasını vaat etti. Yani, bizdeki sloganlaşmış ifadesi ile iş, ekmek ve özgürlük vaat etti.

Obama, mevcut durumun eleştirisinden çok, gelecek hakkında konuştu. Başka bir Amerika’dan söz etti seçmenlerine.

Yapılan anketlerde Obama’nın özellikle gençler, kadınlar, Afro-Amerikanlar ve Hispaniklerden (Latin Amerika kökenliler) büyük oy aldığı görülüyor. Obama, bu grupların çoğunlukta olduğu New York’ta ezici farkla Cumhuriyetçi aday John McCain’i geride bıraktı.

New York’ta seçime özellikle Afro-Amerikanların ve Latin Amerikalıların yaşadığı Harlem ve Bronx gibi mahallelerden şimdiye kadar görülmemiş bir oranda katılım oldu.

ABD’de seçmenlerin önceki seçimlerde ancak yüzde 50’sinin sandık başına veya elektronik oy verme makinelerinin başına gittiği göz önüne alındığında, bu seçime seçmenin ilgisinin büyüklüğü dikkat çekiciydi. Yaklaşık 130 milyon seçmenin sandık başına gittiği açıklandı.

Obama, ayrıca gençlere hitap etti. Çünkü, değişim sloganı en çok gençleri etkileyebilirdi ve gençler böyle bir kampanyaya dinamizm katabilirdi.

Obama, önceki adayların tersine, seçim kampanyasını neredeyse bütünüyle gençler üzerine kuran ilk başkan adayıydı. Seçim sonuçları açıklandığında, 30 yaş altındaki gençlerin %67’sinin oylarını aldığı görüldü.

Sade ve basit konuştu. Bush döneminde içinden çıkılması olanaksız gibi görülen sorunlara basit çözümler önererek, sorunların çözülemeyecek kadar karmaşık olmadığı konusunda kitleleri ikna etti.

Obama ve seçim kurmayları basını ve teknolojiyi kampanyasında çok iyi kullandı.

Obama, siyasette parlamasıyla birlikte hem ulusal, hem de uluslararası alanda “rock yıldızı” benzetmesi yapılan bir üne ve desteğe kavuştu. Amerikalı ünlü talk şovcu Oprah Winfrey’yi kampanyasına katan Obama’ya destek veren diğer ünlüler arasında, Hollywood dünyasından George Clooney, Scarlett Johannson, Robert de Niro, Tom Hanks, Matt Damon, Halle Berry ve ünlü müzisyen Bruce Springsteen başı çekiyordu.

Obama, seçim kampanyasında interneti iyi kullanan ve çok etkili kullanan aday olarak tarihe geçti.

Obama ve tekno-strateji uzmanları, sadece en pahalı ve uzun süren değil, aynı zamanda dijital iletişimin de çok başarılı şekilde kullanıldığı bir kampanyaya imza attılar. Tüm yıl boyunca ‘Bize Katıl’ (Join Us) kampanyası ile hem aktivist sayısını arttırmış ve hem de bağış oranlarını, beşer onar dolarlık küçük rakamlarla oluşsa bile, etkili biçimde artırmış ve hem de insanların birbirleriyle konuşmalarını ve oy verme oranlarını artırmıştı. Barack Obama, seçim kampanyası süresince, bloglardan sosyal ağlara, video ve fotoğraf paylaşım sitelerinden mobil uygulamalara kadar, dijital platformun aklımıza gelebilecek hemen her türlü aracından yararlandı.

Obama’nın seçilmesi, dünyanın hemen her yerinde sevinçle, en azından iyimserlikle karşılandı. Obama’nın babasının ülkesi Kenya’da, 4 Kasım resmi tatil ilan edildi. Bu ülkede o günlerde doğan çocuklara Barack, Hüseyin, Obama ve karısının ismi olan Michelle isimleri verildi. Türkiye’de, Van’ın Gürpınar İlçesi Çavuştepe Köyü’nde, Obama’nın Müslüman olması ve 44. başkan seçilmesi dikkate alınarak, köylülerce 44 kurban kesildi.
Seçim sürecinde, Avrupa’da yapılan anketlerde, Obama ABD’ deki oranlardan daha yüksek oranlarda taraftar topluyordu. Fransızlar, anketlerde yüzde seksenlere varan oranda Obama’ya destek beyan ettiler. Seçim sonucu belli olduğunda, Obama’nın üstün başarısının olağanüstü kampanyasını taçlandırdığını belirten Sarkozy, mektubunda, “Amerikan halkı sizi seçerek değişimi, açılmayı ve iyimserliği tercih etti” ifadesini kullandı.

Obama’nın seçilmesinin görünür nedenleri bunlardı. Peki, ABD tekelci burjuvazisinin seçimlerde tutumu ne oldu? Onların desteği Cumhuriyetçi aday John McCain’e miydi?

Son yıllarda Latin Amerika, Ortadoğu ve Kafkasya’daki gelişmeler de göz önüne alındığında, ABD’nin kapitalizmin ideolojik önderliğinin ve küresel hegemonyasının giderek yıpranmakta olduğu görülüyordu. Ayrıca, ekonomik krizin emekçi kitleler üzerine yıkılarak atlatılması için, ABD tekelci burjuvazisine bir “itfaiyeci” gerekiyordu. Zaten ABD sisteminde Demokrat ve Cumhuriyetçiler, tahterevalli misali sırayla iktidara geliyordu. Bir ya da en fazla iki dönem hükümet olan parti yıpranıyor ve sistem, kendini diğer parti ile yenileyerek, sürdürüyordu. İki dönem hükümet etmiş Cumhuriyetçiler yıpranmış ve sıra Demokratlara gelmişti. Demokratların seçilmesini ancak çok kötü bir aday ya da sarsıcı bir skandal önlerdi. ABD medyası da, tekelci sermayenin eğilimi doğrultusunda, seçim sürecinde ağırlıklı olarak Obama’yı destekledi. Obama’nın halka vaat ettiği ekonomik değişimler de, hem vaat olarak kalacağı belli olan şeylerdi, hem de gerçekleşmesi durumunda dahi tekelci burjuvaziye rahatsızlık vermeyecek projelerdi. Obama’nın vergilerde vaat ettiği indirim oranları zaten Clinton döneminde uygulanan oranlardı.

Tekelci burjuvazinin ve halkın desteğini alan, dünya çapında sempati toplayan Obama, böylesine büyük bir avantajla hükümet etmeye başladığında vaatlerini gerçekleştirebilir mi?

Yukarıdaki anlattıklarımızda, Obama’nın vaatlerini gerçekleştirmek için değil, ABD tekellerinin planları doğrultusunda ABD politikalarına iç ve dışta bir çeki düzen vermek için seçtirildiğini özetlemiştik. Şimdi, bu tespiti güçlendirecek olgulara kısaca bir göz atalım.

Obama’nın vaatlerinin birer seçim sloganı olduğu, daha Beyaz Saray’a adım atmadan neredeyse kesin olarak anlaşıldı.

Bu konuda, siyasi gözlemcilerin, özellikle ABD dışındaki gözlemcilerin görüşü de benzerdir.

Obama, daha işin başında kabinesini oluştururken, Demokratlar ve Cumhuriyetçiler koalisyonu yapınca ve bakanlardan çoğunu Clinton’un kadrolarından seçince, değişim vaadinin sadece seçim kampanyası için olduğu kuşkularını doğurdu.

ABD başkanının sağ kolu olarak görev yapacak olan ulusal güvenlik danışmanlığına eski NATO Başkomutanı Emekli Orgeneral James Jones getirildi. Emekli orgeneral, 1999-2003 yılları arasında deniz piyadeleri komutanı olarak görev yaptı. 2003’te NATO Avrupa Müttefik Kuvvetler Başkomutanlığı’na ve aynı zamanda Avrupa’daki Amerikan kuvvetlerinin komutanlığına atandı. Obama’nın Jones tercihi, askeri alanda devamlılığın ifadesi idi.
Obama, ülkesinin BM temsilcisi olarak ise dış politika danışmanı Susan Rice’ı atadı. Obama, Rice için şu ifadeleri kullandı: “Benim gibi BM’nin kusursuz olmayan bir organ olduğunu düşünüyor. BM’nin terör alanında daha etkin bir şekilde rol alması konusunda benimle hemfikir.” Obama, böylece uluslararası çelişkilerin çözümünde BM daha çok kullanacağını ima ediyordu. Bu politika Clinton dönemine geri dönüşün ifadesi sayılabilirdi.

ABD İç Güvenlik Bakanlığına Arizona Valisi Janet Napolitano, Adalet Bakanlığına ise avukat Eric Holder getirildi. Clinton döneminde Adalet Bakanı Yardımcılığı görevi yapan Holder, seçim sürecinde Obama kampanyasının yasal danışmanıydı. Holder’ın, suç ve kamusal yolsuzluk alanında çok yetenekli olduğunu belirten Obama, Napolitano’yu ise, “Tüm kariyerini halkı korumaya adamış ve iç güvenlik alanında her türlü afete karşı ne gibi bir yanıt verilmesi konusunda oldukça başarılı birisi” olarak tanımladı.

Dışişleri Bakanlığı’na getirilen Hillary Clinton ise, yaptığı çeşitli açıklamalarla, Amerikan askerlerinin Irak’tan çekilmesi konusunda Obama’dan daha isteksiz göründüğünü belli etti.
Savunma Bakanı Robert Gates, George W. Bush’un başkanlık döneminde, Aralık 2006’dan beri savunma bakanlığı görevini yürüttü. Gates, aynı zamanda, CIA’nin eski başkanlarından.
Obama, finans krizi nedeniyle kabinede en çok izlenen ve merak edilen makamlardan olan Hazine Bakanlığı’na, New York Federal Rezerv Bankası’nın başkanı Timothy Geithner’i, Ulusal Ekonomi Konseyi Başkanlığı’na da Lawrence Summers’ı getirdi. Bill Clinton yönetiminin son bir buçuk yılında Hazine Bakanlığı görevinde bulunan ve son birkaç aydır da Obama’nın danışmanlığını yapan 53 yaşındaki Lawrence Summers, Obama’ya mali krizi çözmeye yönelik politikalarında yardım ediyordu. Obama’nın mali krizle uğraşmak için seçtiği bir başka isim olan Geithner, finans piyasasını istikrara kavuşturmaya yönelik çabalara yardım etmişti. Geithner, global finans sisteminde önemli bir yere sahip olan bankaların birleşik bir düzenleyici yapının kontrolünde çalışması gerektiğini savunuyor.

Bush’un gitmeden önce ekonomik ve dış siyasete ilişkin aldığı bazı tedbirlerin meclislerde Demokrat ve Cumhuriyetçiler tarafından ortaklaşa kabul edilmesi ve bu tedbirlerin kısa vadeli olmayıp, Obama dönemini de kapsayacak tedbirler olması, Obama’nın en azından kısa vadede değişim sözlerini unutacağını gösteriyor.

ABD, kısa bir süre önce Irak’tan çekilme biçimi ve takvimini düzenleyen bir Anlaşma imzaladı Irak Hükümeti ile. Anlaşmaya göre, ABD askerleri tedricen Irak’tan çekilecek ve yönetimi Irak yetkililerine bırakacaktı. Fakat, Kürt Federe devletinde üs kurmak ve asker bırakmak gibi tedbirleri de içeriyordu. Bu Anlaşma Obama dönemini de kapsayan bir anlaşmadır.

Obama, Irak’taki askerleri belirli bir düzen içerisinde çekmeyi, bu ülkedeki ABD askerlerini, her ay 1 tugay olmak üzere tamamen çekmeyi ve Afganistan’a daha fazla asker kaydırmayı vaat etmişti. Ancak Obama, son gelişmeleri, özellikle ABD’nin Irak’taki varlığının son aylarda sağladığı kazanımları dikkate alarak, bu vaadini yerine getirme konusunda yavaş davranabilir.

Obama, 20 Ocak 2009’da görevini devralacak. ABD ekonomisinde, halkın tüketim harcamalarının arttırılarak, ekonomik durgunluğa karşı mücadele edilmesini amaçlayan “ikinci teşvik paketi”, bu tarihe kadar Başkan George Bush yönetimi ve Kongre tarafından yasalaştırılmazsa, Obama ve Kongre’deki demokratlar bu paketi revize edip geçirebilir.
Obama, kredi krizi içerisinde bulunan ve bu yüzden Wall Street’ te hisse senetlerinin zayıflamasına, halkın emeklilik fonlarının değer kaybetmesine yol açan finans sektöründe yeni düzenlemeler için muhtemelen bir dizi adım atacak. İşsizlik ve sigortasız işçiler için vaat ettiği “reform”lar ise, bu durumda ileri bir tarihe ertelenecek.

Obama, yıllık geliri 200 bin doların altında olan Amerikan vatandaşlarına vergi indirimi vaat etmişti. Obama, yıllık geliri 250 bin doların üzerinde olanların vergilerini ise arttıracağını söylüyordu. Ancak Obama ve Kongre’deki Demokratlar, bu vaatlerinden geri adım atmak konusunda işaretleri daha şimdiden vermeye başladı.

Bazı analizcilere göre, Obama, tutucu ve yoksullara karşı bir politikacı. Obama’nın tutuculuğunun ve fakirlere karşı oluşunun, Şikago Üniversitesi’nin ekonomik görüşlerinden kaynaklandığını iddia ediliyor. Çünkü Şikago Üniversitesi, ekonomi alanında en tutucu, Thatcher-Reagancı görüşleri savunan bir eğitim kurumu. Ve Obama bu üniversitenin hukuk bölümünde 10 yıl boyunca ders verdi.

Bu görüşteki analistlerden Naomi Klein, Barak Obama hakkındaki olumsuz görüşlerini konut kredi borçlarını ödeyemeyen fakirlere karşı aldığı tavırla destekliyor. ABD’de konut sektörü krizi nedeniyle devletin fakirlere yardımcı olmasına, Barak Obama karşı çıkmıştı. Obama, yapılan yardımların ahlaki bir riziko yaratacağını ileri sürmüştü. Ama aynı Obama, konut krizinden zarar gören büyük şirketler ve bankalar devlet tarafından kurtarılırken, ahlaki rizikodan hiç bahsetmedi. Aksine, bankaların ve büyük şirketlerin kurtarılmasını destekledi.

Obama’nın fakirleri korumayan, ama büyük şirketlere destek veren tavrı, iktidara geldiğinde ne yapacağı hakkında fikir veriyor.

Obama, güvencesiz emekçileri sağlık güvencesine kavuşturacağını vaat ederken, devlete değil, piyasaya güvendiğini açıklamıştı. Tüm çalışanlardan prim toplayıp herkese genel güvence yerine, oluşturulacak “sağlık sigortası pazarı”nda poliçelerin alınıp satılmasını tercih ediyor. Obama’nın sağlık reformu planının detaylarının üzerinde durmak, bu yazının kapsamını aşar. Planın, özel sigorta şirketlerine dayalı mevcut sisteme 60 milyar doların üzerinde bir kaynak aktararak, sigortalıların hastalık geçmişine dair ayrıntılı bir bilgi bankası oluşturarak, herkes için yüksek risk primlerine yol açan asimetrik bilgi dağılımının giderilmesi, önleyici korunmanın geliştirilmesi, ilaç maliyetlerinin ve doktorların karşılaştığı yüksek tazminat taleplerinin düşürülmesi gibi unsurlar içerdiğini belirtebiliriz. Kısacası plan, piyasa sistemi içerisinde maliyetleri düşürmek gibi bir arayışın ötesine geçmemekte, kamusal sağlık sisteminin geliştirilmesi yerine, özel sektöre kaynak aktararak maliyetlerin düşürülmesi amaçlanmaktadır.

Sadece sağlık konusunda değil, diğer sosyal politika konularında da, Obama, Cumhuriyetçilerin iddia ettiği gibi, bir “sosyalist” değil. Piyasacı bir sosyal demokrat.

Obama, devletin, finans piyasasını yakından denetlemesinden yana. Yeni teknolojiler, ürünler geliştirmeye soyunan yeni firmaları kamu fonlarıyla desteklemek istiyor. Mal ve hizmet piyasasında “katılıklar” yaratmak yanlısı değil.

Obama, vaat ettiği “değişim programını” uygulamadan önce, Amerikan ekonomisini krizden çıkartmaya çalışacak. Bush yönetiminin tüm kurtarma planlarını destekledi. Konutta icra furyasını durdurmak için yüz milyarlarca doları gözden çıkardı. Ayrıca 50 milyar dolar altyapı yatırımlarına para harcamayı planlıyor. Tüm bu kamu harcamalarının 2009’da ve sonrasında rekor bütçe açıklarına neden olacağını biliniyor.

20 Ocak 2009’da resmen Amerika Birleşik Devletleri’nin başkanı olacak Barack Obama, seçim zaferi sonrası, ilk mülakatını Amerikan CBS televizyonuna verdi.

Obama, 60 Minutes (Altmış Dakika) adlı programda, yarım saat boyunca ekonomi, ulusal güvenlik ve oluşturacağı yönetimle ilgili soruları yanıtladı.

Barack Obama, öncelik vereceği konuların birinin, Amerikan ekonomisinin yeniden canlandırmak olduğunu söyledi, resesyonun daha da derinleşmesinden kaçınmanın, hayati önem taşıdığını belirtti:

Mali piyasalarda henüz güveni yeniden tan anlamıyla tesis edemediğimize şüphe yok. Bu, tüketici piyasaları ve ekonominin gelişmesini sağlayan işletmeler için de geçerli. Benim başkan olarak görevim, güvenin tesisi için gerekeni yapmaktır.

Yukarıda özetlediğimiz olgulardan da anlaşılacağı üzere, Obama döneminde ABD’nin iç ve dış politikalarında köklü bir değişiklik olmayacaktır. Aslında ABD gibi emperyalist-kapitalist sistemin lider ülkesinde, seçilen başkanın subjektif niyetlerine göre ülkenin politikalarının kökten değişmesini beklemek de safdillik olur. Muhtemel değişiklikler teferruat üzerine olabilir, fakat ABD’nin içinde bulunduğu kriz ortamı, böyle değişimlerin dahi kısa dönemde olmasını engelleyecek niteliktedir.

Obama’nın yapacağı, dış politikada da, kısa dönemde Bush iktidarının dağıttığı ilişkileri ve güçleri toparlamak olacaktır. Ortadoğu ve Kafkaslar’a yönelik politikalarda, ABD, AB ve Türkiye’den daha fazla yararlanmak isteyecektir.

Obama’nın muhtemel Ortadoğu politikaları, başta Türkiye halkı olmak üzere Ortadoğu halklarının aleyhine olacaktır ve Ortadoğu halkları sık sık ABD politikaları ile çatışmaya girmek zorunda kalacaktır.

Obama, Afganistan’a daha fazla asker göndereceğini açıkladı. Afganistan’a gidecek ABD askerlerinin yanı sıra, Obama, NATO güçlerinden (Avrupa ülkeleri başta olmak üzere) ve Türkiye’den daha fazla asker isteyecektir. ABD’nin, önümüzdeki dönem Türkiye’ye biçeceği misyon, sadece Afganistan’a daha fazla asker göndermek olmayacak; Irak’tan asker çekme sürecinde, Irak Kürt Federe Devleti’nin korunması, Azerbaycan ve Gürcistan ile iyi ilişkiler ve Ermenistan ile ilişkilerin düzeltilerek, İran’ın Kuzey ve Doğu’dan kuşatılması istenecektir. Ayrıca, NATO güçlerinin Karadeniz’e çıkması için Türkiye’ye baskı uygulanacak ve Karadeniz sorunu nedeniyle, Rusya ile Türkiye’nin ilişkilerinin giderek daha fazla bozulması söz konusu olabilecektir.

Kürt Devleti’nin korunması karşılığı PKK’nin Kandil’den ve Kürt Federe Devleti’nden çıkarılması ile Kerkük’e özel bir statü uygulanması pazarlıkları yapılacaktır.

Obama, seçim sürecinde Bush’un enerji politikalarını eleştirerek, güneş, rüzgar vb. enerji kaynaklarını kullanarak, Ortadoğu’nun petrolüne bağımlılıktan kurtulma sözü vermiştir. Fakat, bu vaat de, ABD açısından kısa sürede gerçekleşebilecek bir şey değildir. ABD, önümüzdeki dönemde de, Ortadoğu petrollerinin batı ve doğuya aktarma yollarını kontrol etme, yani Türkiye, Afganistan ve Kafkasları kontrol etme politikalarını sürdürecektir.

Gürcistan, Çek cumhuriyeti ve Polonya’nın Rusya karşısında aşırılıklarını frenler görünse de, Obama hükümeti de, Rusya ile iyi ilişkiler geliştirmek niyetinde değildir. Türkiye üzerinde baskı kurarak ve desteğini sağlayarak, NATO gemilerinin Karadeniz’e çıkması politikalarında ısrarlı olacak ve Rusya’nın nefesini duyacak mesafede kalmakta ısrar edecektir.

Son bir söz de Türkiye’deki liberallere. Obama’nın ABD’de seçmeni etkileyen sloganlarını uyarlayarak, Türkiye’de de, ABD seçmenindeki iyimserliğe benzer bir hava yaratmaya çalışarak, dünyanın liberal yeni bir döneme evrildiği imajı yaratmaya çalışanlar, kısa süre içinde kafalarını emperyalist gericiliğin politik gerçekleri duvarına çarpacaklar ve krizin yükünü emekçilerin sırtına yüklemeye çalışan tekelci burjuvazinin halk düşmanı politikalarını savunmakta zorlanacaklardır.

 

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑