kriz, sınıf ilişkileri, sınıfların ve örgütlerinin tutum ve politikaları
YUSUF AKDAĞ
Kapitalist krizlerin önemli temel özelliklerinden biri, emek-sermaye ilişkilerinin “olağan seyri”ni sekteye uğratmaları; sınıf ilişkilerini sahte örtülerinden sıyırmaları ve tüm çıplaklık ve keskinliğiyle açık biçimde yaşanmasına yol açmalarıdır. Kriz, kapitalistler arasındaki ve kapitalistlerle işçi ve emekçiler arasındaki ilişkilerin eskisi gibi gitmesini zorlaştırır, yeni yöntem ve araçların devreye konmasına neden olur, ve, işçi sınıfı ve burjuvazi başta olmak üzere, toplumsal sınıfların birbirleriyle ve devletle ilişkilerinin niteliğinin çok daha belirgin-açık şekilde görülmesi için koşulları olgunlaştırır. 2008 krizi de, işçi sınıfıyla burjuvazi; tüm emekçiler ve ezilenlerle egemen sınıflar ve emperyalist gericilik; bağımlı ülkeler halklarıyla emperyalist devletler; emperyalistlerin kendi aralarındaki ve tekeller arası çelişkileri keskinleştirdi. Egemen sınıflar ve iktisadi, politik ve askeri kurum ve örgütleri, krizden daha az etkilenmek için ve krizin yükünü başkalarına aktarmak üzere politikalarını gözden geçirip yeni yöntem ve araçlarla takviye etmeye yöneldiler. Kriz, elbette, kapitalizmin kimi sektörleriyle birlikte kimi irili-ufaklı işletmelerinin diğerlerine kıyasla daha fazla zarar etmesi, iflasa sürüklenmeleri ve batmalarıyla, bizzat kapitalizmin kendisinin de zarar görmesine yol açacaktı/açtı. Güçlülerin güçsüzleri yok etme olanakları kriz nedeniyle daha da genişledi. Kazançlı çıkmanın asgari ve başta gelen yolu, yükün olanaklı olduğunca işçi sınıfı ve emekçilere aktarılmasından geçiyordu. Kitlesel işten atmalar, düşük ücret dayatması, çalışma süresinin ücret karşılığı olmaksızın düşürülmesi ya da kimi işletmelerde daha az işçinin daha fazla süreyle çalıştırılması üzerinden artırılması, sosyal hakların kriz gerekçeli olarak tümüyle gaspedilmesi, emekçilere bindirilen vergi yükünün artırılması gibi yöntemlerle bu politika uygulamaya geçirildi. Emperyalist ülkeler ve uluslararası tekeller, çok taraflı ve ikili anlaşmalardan yararlanarak, yükü bağımlı ülkeler halklarına aktarmak ve karşı karşıya oldukları sorunları hafifletmek üzere, IMF-Dünya Bankası’nı devreye koydular. Bu mali sermaye kurumlarının bağımlı ülkelerin hükümetlerine dayattıkları ise, “kriz politikalarının titizlikle izlenmesi”ydi. Ücretlerin düşürülmesi, asgari ücretin yükseltilmemesi ve vergi dışı tutulmaması, işsizlik fonu gibi “dayanışma fonları”nın sermayenin hizmetine verilmesi, ikramiye, fazla mesai, bayram ödemelerinin ortadan kaldırılması, işçi sayısının azaltılması, üretici kredilerinin sınırlanması ve faizlerinin artırılması, yatırımların ve toplumsal hizmetlere harcamaların sınırlanması, sendikal taleplerin reddi, bu politikanın gerekleri arasındaydı.
Rekabetin sertleştiği, çelişkilerin daha fazla derinleştiği, pazar kavgasının şiddetlendiği; tekelci işletmeler ve farklı devletler arasındaki çelişkilerle toplumsal sınıfların birbirleriyle çelişki ve çatışmalarının önceki dönemleri geride bırakacak şekilde yoğunlaşarak daha belirgin biçimde gündeme geldiği kriz koşulları, işçi sınıfı ve emekçilerle sınıf örgütlerinin önüne, “iş, ekmek ve özgürlük” gibi en acil ve zorunlu talepler mücadelesini geliştirerek saldırılar püskürtme ve krizin yükünü reddetme sorumluluğunu, ertelenemez şekilde getirmiş bulunuyor.
KRİZİN DERİNLEŞMESİ VE BAZI SONUÇLARI
Krizin kapitalist dünya sisteminin ‘merkezi’nde, ABD başta olmak üzere büyük kapitalist ülkelerde patlak vermesi ve hemen tüm kapitalist ülkelere doğru derinleşerek gelişmesi, etkisinin “öngörülebilir olan”dan da fazla ve derin olmasının önemli bir etkeni oldu. Krizden etkilenmeyen herhangi kapitalist ülke kalmadı. Bağımlı kapitalist ülkeler daha ağır faturalarla karşı karşıya geldiler. Emperyalist ülkelerin yöneticileriyle devlet istatistik kurumları ve çok sayıda “saygın” burjuva iktisatçısı, son yüz yılın en büyük krizlerinden birinin yaşanmakta olduğu üzerine açıklamaları sürdürüyorlar. Almanya, Fransa ve İngiltere durgunluğa girdiklerini resmen açıkladılar. Amerikan yönetimi aynı doğrultuda açıklamalar yaptı. Bush, giderayak “müthiş bir resesyon”la karşı karşıya olduklarını ve Amerikan ekonomisinin çökmemesi için piyasa ekonomisinin kurallarını bir kenara bıraktıklarını açıkladı. Obama yönetiminin 1 trilyonu aşkın yeni bir “paket” hazırlığında olduğu açıklamaları buna eklendi. Dünyanın başlıca büyük ve emperyalist ekonomilerinin durgunluğa girdiği, krizin esas olarak 2009 da ağırlaşacağı; 2009 ortalarında daha büyük ve ağır etkilerinin ortaya çıkacağı; 20010’a kadar bir iyileşmenin beklenmediği, kitlesel işsizlik ve yoksulluğun daha da artarak yaygınlaşacağı, bizzat kapitalist politikacılar ve iktisatçılar tarafından açıklanmış bulunuyor. Dünya Bankası yönetimi, “çok sayıda bankanın ve finans kurumunun iflasıyla ‘gelişmekte olan ülkeler’e sermaye akışının kesildiğini ve büyük miktarda piyasa değerinin yok olduğu”na dikkat çekerek, dünya ekonomisinin 2009’da “ciddi bir duraklama içine gireceğini” açıkladı. Bankanın “baş iktisatçısı” kimliğiyle Justin Lin’e göre, son 29 yılın en büyük düşüşü beklenmekteydi. “Küresel Ekonomik Görünümler 2009 Emtia Piyasaları Dönüm noktasında” başlıklı banka raporuna göre, dünya çapında %2,5 olması beklenen 2009 yılı büyüme oranı, büyük bir düşüş gösterecek ve ancak %0.9 olarak gerçekleşecek. Aynı rapora göre, OECD üyesi ülkelerin büyüme oranı da, %0.3 lük küçülme ile, %0.8 olabilecek. Küçülmenin, “Euro Bölgesi” olarak adlandırılan Avrupa Birliği ülkelerinde %0.6’yı bulacağı ve ABD’de %0.5, Japonya’da %0,1 olarak gerçekleşeceği tahmin ediliyor. İngiltere’nin “son otuz yılın en ağır krizini yaşadığı” sermaye temsilcileri tarafından ilan edildi. Japon ekonomisinin durgunluğu üzerine tartışmalar krizin patlak vermesi öncesinde de sürüyordu. İzlanda, Macaristan ve Ukrayna iflasla yüz yüze olduklarını açıklayarak, destek çağrısında bulundular. Avrupa İstatistik Dairesi Eurostat, 27 üyeli AB’de, ekonominin “ikinci çeyrekte sıfır büyüme” göstereceğini ve “üçüncü çeyrekte binde 2 küçüleceğini”; bu eğilimin 2009’da daha da artacağını açıkladı. Avrupa’da otomotiv pazarının yalnızca Ekim ayında yüzde 14,5 gerilediği açıklandı. Avrupa Otomobil Üreticileri Birliği’nin verilerine göre, son 6 aydır sürekli azalan otomobil satışlarındaki yılın geride kalan 10 ayındaki kayıp, yüzde 5,4’e ulaştı. OECD ülkelerinde yüzde 2 küçülme bekleniyor. Japonya’nın ihracatı %7.7 düşüş gösterdi. Alman “Bilgeler Kurulu”, durgunluğun 2009’da da süreceğini belirterek, hükümetin önlemleri artırmasını istedi. İngiliz Merkez Bankası Başkanı, ülke ekonomisinin %2 küçülmekte olduğunu; karşı karşıya oldukları krizin son otuz yılın en büyük krizi olduğunu, durgunluğun devam edeceğini açıkladı. Başlıca büyük emperyalist kapitalist ülkelerin gayrı safi yurt içi hasılalarıyla büyüme oranları belirgin biçimde düşüşe geçti. İngiltere’de, 2007’de %3.1 olan büyüme oranına karşılık olarak, 2008’in 2. çeyreğinde %0,0 ve 3. çeyrekte % -0,5 “büyüme” gerçekleşti. Almanya’da, aynı dönemler itibariyle, %2.5 tan %-0,4 ve %-0,5’e, İtalya’da 2008’in ikinci çeyreğinde %-0,4 ve üçüncü çeyrekte %-0,5 olarak küçülme devam etti ve bu durum durgunluk olarak resmi kabul gördü. Fransa, İngiltere, Japonya gibi ülkelerin ekonomi istatistikleri, kötüye gidiş yönünde sürekli yeni verilere işaret ediyor. Fransa’da, 2004’te %2,5 olan büyüme oranı, 2005’te %1,7; 2006’da %2; 2007’de %1,9 ve 2008’de %1’in altında (beklenen) olurken, 2008’in üç aylık dönemleri itibarıyla ve % 0,4; % – 0,3 ve % 0,1olarak gerçekleşti ve sonunda resesyon ilan edildi. Sanayi üretimi, son bir yıl içerisinde % 2,1 oranında geriledi. Eylül ayında % 0,8, Ekim ayında % 2,7 düşüş yaşandı. Sadece otomotiv sektöründe Eylül-Ekim döneminde %14,3 oranında düşüş görüldü. Son 10 yıl boyunca ve yıl bazında ortalama 40 bin olan şirket iflasları, krizle birlikte büyük artış göstererek, 2008’de 56 bine yükseldi. Bunun, 2009’da, 60 bine ulaşması bekleniyor. 2008 yılı içerisinde iflas eden şirketlerin oranı %8,9 arttı. (İnşaat sektöründe %19, ulaşımda % 20, emlak sektöründe %41 ve bu oranlar yılın tamamını henüz kapsamıyor.)
Krizin en fazla etkilediği ülkelerden biri de İngiltere oldu. Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD), Eylül ayı başında, İngiltere’nin ekonomik durgunluğa gireceğini açıkladı. Avrupa Komisyonu’na göre de, İngiltere, Almanya ve İspanya, 2008 yılını durgunluk içinde geçireceklerdi. IMF’nin Ekim 2008’de yayımladığı “Dünyanın Ekonomik Görünümü” adlı raporda, İngiliz ekonomisinin 2009’da yüzde 0,1 düşüş göstereceği belirtiliyor ve sürecin “uzun ve güç olacağı”nın altı çiziliyordu. Krizi “1930’lardan sonra yaşanan en tehlikeli finansal şok’’ olarak değerlendiren IMF’ye göre, bu gelişmelerle birlikte, işsizlik 2009’da hızla (yüzde 6) yükselecekti. İngiltere Merkez Bankası Başkanı Mervyn King, 22 Ekim tarihinde yaptığı açıklamada,”Birinci Dünya savaşının başından bu yana, bankacılık sistemimiz çöküş noktasına hiç bu kadar yaklaşmamıştı… Biz şimdi, reel sektörün canlandırılması ve ekonomik büyümenin sağlanması gibi yavaş ilerleyeceğimiz uzun bir yola girmiş olduk” diyor ve çözümsüzlüklerini ilan ediyordu. İngiliz ekonomisi, son iki yıllık süreçte durgunluk belirtileri gösteriyordu. Krizle birlikte bu belirtiler arttı. Emlak piyasası durgunluğa sürüklenirken, büyüme oranı düşüşe geçti, sterlin değer kaybetmeye, enflasyon oranı yükselmeye başladı, işsizlik hızla arttı ve İngiliz ekonomisinin “son 20 yılın en kötü dönemini yaşadığı” üzerine açıklamalar birbirini izledi. Yüzde 1,6 oranında büyüme tahmini tutmadı. Yılın ikinci çeyreğinde beklenen yüzde 0,2 büyüme gerçekleşmediği gibi, “imalat sektörünün yüzde 0,8 küçüldüğü, iç tüketimin yüzde 0,1 düştüğü”, İngiltere ekonomisinin ‘bel kemiği’ sayılan hizmet sektörünün “sadece yüzde 0,2 büyüyebildiği” açıklandı. 2008’in son iki çeyreğinde küçülme devam etti ve bu da resesyonu gösteriyordu. Tahmini hesaplamalara göre, üçüncü çeyrekte yüzde 0,3, dördüncü çeyrekte ise yüzde 0,4 oranında küçülme olacaktı. GSYİH, sadece yılın üçüncü çeyreğinde yüzde 0.2 gerileme gösterdi. İmalat sektörünün Temmuz-Ağustos döneminde gösterdiği gerileme 10’a ulaştı ve JP Morgan yönetimine göre, bu, son 17 yılın en düşük üretim oranı idi. İngiliz Merkez Bankası son elli yılın en büyük faiz indirimine giderek, oranı %2’ye çekti. Her ev sahibi ortalama 60 bin sterlin borçlu. Her gün yaklaşık 400 kişi iflas ediyor. Yıllık enflasyon, Ağustos ayındaki yüzde 4,7 seviyesinden yüzde 5,2’ye tırmandı. Sterlin, dolar karşısında son 22 ayın en düşük seviyesine geriledi ve son bir yıl içerisinde yüzde 16 değer kaybetti vb..
Dünyanın üçüncü büyük ekonomisine sahip Almanya’da krizin etkilerinin öngörülenlerden de fazla olacağı yönündeki açıklamalara, neredeyse her gün yenileri ekleniyor. Alman Merkez Bankası adına yapılan açıklamada, 2009’da yüzde 0,8’lik bir küçülme beklendiği belirtilirken; Alman Ekonomi Araştırma Enstitüsü (DIW), 2008’in son çeyreğinde yüzde 0.3 küçülme yaşanacağını; Ren Westfalya Ekonomik Düzen Enstitüsü ise, küçülmenin 2009’da yüzde 2 olarak gerçekleşeceğini açıkladılar. Buna göre, 2009’da, Almanya ekonomisinde %0,8 ila %4 arasında bir küçülme beklenmektedir. Ekonomi Bakanlığı, Eylül ayında ülkedeki üretimin, Ağustos ayına göre, yüzde 3,6 oranında gerilediğini açıkladı ve Almanya’nın durgunluğa girdiği üzerine açıklamalar devam ediyor. Creditreform adlı kurumun araştırma sonucuna göre, Almanya’da iflasların son beş yılın en yüksek seviyesine çıktığı açıklandı. 15 fabrikası bulunan TDM işletmesi iflasını açıklarken, Almanya’nın en büyük ve Avrupa’nın üçüncü otomotiv tekeli durumundaki VW, finans kuruluşları için yardım talebini yeniledi. BMW yardım talebinde bulunanlar arasında.
ABD ekonomisinin 2008 dördüncü çeyreğinde yüzde 2 civarında daralma göstereceği açıklandı. 2009’da ise negatif büyüme bekleniyor, yani büyüme değil, küçülme devam edecek. Dev otomotiv tekellerinin “yardım edilmezse iflasla baş başa kalacaklarını” duyurmaları, çok sayıda küçük ve orta işletmenin iflas ve yutulma tehdidi altında olmasının göstergelerinden biri kabul ediliyor. FED durmadan faiz indirimine gidiyor ve hükümet durmadan para basıyor. ABD, dünyanın “en borçlu” ve dış ticaret açığı en yüksek ülkelerinden biri durumunda. Finans-kredi kurumlarının iflasının ardından üretim sektörünün otomotiv, inşaat ve yan sanayinde ciddi düşüşler görüldü ve art arda alarmlar verildi. Durgunluk, bizzat Bush yönetimi tarafından ilan edildi. Otuz milyonun üzerinde insan günlük yardıma muhtaç durumda ve bu sayı giderek artıyor. Evsizlerin ve sokaklarda yaşayanların sayısının kriz nedeniyle hızla artması olası gelişmeler arasında.
Türkiye’de krizle birlikte yeni bir IMF anlaşması gündeme getirildi. Üretim düşüşü, işsizlik ve yoksulluk hızla artıyor. İrili ufaklı çok sayıda işletmede üretim süreli ya da tamamen durduruldu. Otomotiv, metal, tekstil, petrokimya, inşaat sektörleri başta olmak üzere, üretimin tüm önemli dallarında durgunluk ve gerileme sürüyor. Eylül ayı itibariyle sanayi üretiminin yüzde 5,5 düştüğü ve bunun 2001’den sonraki en sert düşüş olduğu açıklandı. Üretimin değişik sektörlerinde ortaya çıkan yüzde 29,2 ila yüzde 19,4’lük düşüşlerin devam edeceği ve 2009 yarılarında durumun daha da ağırlaşacağı üzerine sermaye-hükümet çevrelerinde genel bir kabul söz konusu. İşten atmalar, ücretsiz zorunlu izin uygulamaları, çalışma süresinin işletmenin çıkarları gözetilerek kapitalistler tarafından yeniden belirlenmesi, düşük asgari ücret ve ücret dayatması, “işsizlik fonu”nda biriken paraların kapitalistlerin emrine verilmesi ve sosyal hakların tümüyle gaspedilmesi yönündeki hükümet ve patron uygulamaları yoğunluk kazandı. İşini kaybeden işçi sayısı 300 bini geçti. Otomotiv sektöründeki stokların büyüdüğü, satışların Ekim ayında %37,7, Kasım ayında ise %50 oranında gerilediği açıklandı. Bu, son on yılın en düşük seviyesi anlamına geliyor. Sadece Kasım ayındaki ihracat düşmesi ise, %42. Sanayi üretim endeksi, bir yıl öncesine göre %8,5 düştü. İç pazarda talep yetersizliğinin %48,3’e yükseldiği açıklandı. Yoksullaşma hızla artıyor. Yoksulluk sınırını 619 (gerçekte 2300), açlık sınırını 237 (gerçekte 620) YTL olarak belirleyen TÜİK raporu veri alındığında dahi, 13 milyon kişinin yoksulluk sınırı altında yaşadığı görülüyor.
SERTLEŞEN REKABET VE ÇELİŞKİLERİN KESKİNLEŞMESİ
2008 Eylül’ünde ABD merkezli patlak verip kısa süre içinde dünyanın başlıca kapitalist ülkelerinin borsalarını, banka ve sigorta şirketlerini ve üretim sektörlerini vurarak bir dünya ekonomi krizine dönüşen krizin ağırlaşarak sürmesi, kapitalist emperyalizmin tüm çelişkilerini daha da keskinleştirdi. ABD’nin 60 yılı aşkın bir süredir patronluğunu ve jandarmalığını elinde tuttuğu kapitalist dünya sisteminde, kriz öncesinden başlayarak krizle birlikte belirginleşen en önemli gelişmelerden biri, sistemin başlıca güçleri arasındaki güç ilişkilerinin değişime uğraması ve Amerikan patronajının inişe geçip birden fazla emperyalist “mihrak”ın oluşmaya başlamasıdır. “Küresel kapitalizmin çelişkilerden ve savaşlardan bağışık olduğu” yalanı krizle birlikte daha net olarak deşifre oldu ve pazarların, toprakların ve üretilmiş birikimin paylaşılması için emperyalist büyük güçlerle onlar etrafında oluşma olasılığı giderek güçlenen “kamplar” arası rekabet ve kavganın sertleşmesi için şimdi daha fazla neden var. Pazar kavgasının daha da sertleşeceği bir döneme girildi. 2000’li yılların başından bu yana artarak devam eden gerginlik, çatışma, savaş vb. gelişmelerin krizin tahrip edici etki ve sonuçlarıyla birlikte ivme kazanması, büyük bir olasılıktır. İktisadi sosyal alanda olanlarla birlikte, politik-askeri cephede yeni gelişmelerin koşulları daha da olgunlaşacaktır.
Kapitalizmin emek gücü sömürüsüne dayanan bir sistem olması, emek-sermaye çelişkisiyle birlikte kapitalistler arası çelişkileri de kaçınılmaz kılmakta ve gelişmelere bağlı şiddetlenmelerini sağlamaktadır. 2008 krizi tüm iktisadi sosyal sistemi ve bu sistemin tüm güçlerini değişen düzeylerde etkileyip, aralarındaki ilişkilerin eskisi gibi yürümesini zorlaştırırken, uzlaşmaz sınıflar arasındaki çelişkilerin yanı sıra, aynı sınıfın değişik kesimleri arasındaki çelişkileri de sertleştirip derinleştirmektedir. Emperyalist devletlerin birbirleriyle rekabetlerinin yanı sıra ve onunla birlikte uluslararası tekellerin pazarlarda daha fazla söz sahibi olma kavgaları da daha acımasız hale gelmektedir. Şiddetlenen rekabetin fiili çatışmaları gündeme getirip getirmeyeceği üzerine bugünden kesin bir belirleme olanaksızlığına rağmen, bu kavgada daha az güçlü olanların ve küçük-orta işletmelerin payına iflasların ve güçlüler tarafından yutulmalarının düşeceği kesindir.
Krizin etki ve sonuçları uluslararası özellik taşımaktadır. Emperyalist kapitalist sistemin en büyük ve belirleyici güçleri arasındaki ilişkilerde sarsıntıların yaşanması ve bunun ‘güçler mevzilenmesi’ni etkilemesi kaçınılmaz hale gelmiştir. Kriz, ABD, Almanya, Fransa, Japonya, İngiltere, Çin, Rusya gibi ülkelerin dünya pazarlarındaki ve uluslararası ilişkilerdeki rolünde yeni değişiklikleri gündeme getirmiştir. Daha krizin patlak vermesinin üzerinden kısa bir süre geçmişken, Alman Maliye/Savunma bakanları, “dünyanın eskisi gibi kalmayacağını”, “hiçbir şeyin eskisi gibi devam edemeyeceğini” ilan ettiler. Kriz derinleşip başlıca kapitalist ülkelerde durgunluk ve düşüş eğilimi belirginlik kazandıkça ve aralarında ABD merkezli General Motors, Ford, Chrysler; Alman BMW, Audi, Fransız Citroen-Peugout gibi otomotiv “devleri”nin de bulunduğu ağır sanayi şirketlerinin Hazine ve Merkez Bankası kaynakları yardım olarak aktarılmazsa iflas ve kapanma tehlikesi yaşayacaklarını açıklamaları birbirini izledikçe, bu ülkelerin yöneticilerinin, “milliyetçi” iktisadi politikalarla, rekabette öne geçme ve krizden en az kayıpla, hatta olanaklı olduğunca kazançlı çıkma çabaları yoğunluk kazandı. Birçok uluslararası platformda bir araya gelen emperyalist ülke yöneticilerinin “ortak bir proje üzerinde anlaşma”yı “başaramamaları”; Almanya’da faaliyet yürüten Opel’in yardım talebinin, Alman Başbakanı’nın “vereceğimiz paranın ana şirkete aktarılmayacağından emin olmamız gerekir” açıklaması, Fransız devlet başkanının, “bizim istediğimiz kapitalizm bu değil” diye açıklamalarda bulunması ve her bir hükümetin kendi ülkelerinin işletmelerine Merkez Bankası ve Hazine kaynaklarından yüz milyonlarca dolar, Euro ve Sterlin aktarmaları, bu rekabet ve çıkar çatışmasının göstergeleri arasındadır.
Alınacak önlemler konusunda Batılı emperyalist ülkelerin hükümet ve devlet şeflerinin anlaşmazlıklarının kaynağında, kendi çıkarlarını önde tutma ve krizden güçlenerek çıkma politikası duruyor. Sistemin çıkarlarını ve sürdürülmesini ortak kaygı ve hareket noktası olarak alan kapitalistlerle temsilcileri, sorun “kim hangi düzeyde sorumluluk üstlenecek, kim ne kadar sermaye aktaracak” olduğunda, kendi çıkarlarını öne çıkararak birbirleriyle didişmekten kaçınmıyorlar. Alman başbakanı Merkel’in 200 milyar Euro’luk Avrupa ortak fonu oluşturulması önerisine getirdiği itiraz ve Maliye Bakanı Steinbrück’ün AB ülkelerinin krize karşı “konjonktür paketleri”ni “kaba Keynescilik” olarak suçlaması, bu çıkar çatışmasının ürünü olarak gündeme geldi. Almanya’nın tutumu, İngiltere başta olmak üzere, AB ülkeleri yönetimleri tarafından “azınlığın tutumu” olarak eleştirildi ve sonunda, “ortak çıkarlar üzerinde” fikir birliği “galebe çaldı!”. Sonuçta hemen tüm burjuva devlet ve hükümetleri “kaba Keynescilik”, “devletçilik” olarak niteledikleri uygulamaları pratiğe geçirdiler ve “serbest piyasa kuralları” üzerine burjuva vaazı bir yana bırakıldı. Söz konusu olan, sermayenin çıkarlarıydı ve onlar için yapılmayacak iş, baş vurulmadık yöntem olamazdı!
KRİZ, BÜYÜK SERMAYENİN İSTEKLERİ VE SERMAYE YARARINA POLİTİKALAR
Krizin patlak vermesiyle birlikte, ABD başta olmak üzere, tekeller ve büyük sermaye şirketleri, hükümetlerin derhal devreye girerek, gerekli önlemleri almalarını ve işletmelerin yükünün hafifletilmesi için ücret, sosyal haklar, vergi sistemi, çalışma “düzeni” başta olmak üzere, birçok düzenlemenin yenilenmesini dayattılar. Buna, Hazine ve Merkez Bankası kaynaklarının tekeller için kullanılması ve destek çağrıları eşlik etti. 2008 krizi, finans kredi kurumlarıyla birlikte otomotiv, inşaat, petrokimya ve tekstil gibi üretim sektörlerini öncelikli olarak vurdu. ABD’nin ve Avrupa’nın başlıca büyük otomotiv işletmeleri, –General Motors, Ford, Chrysler Opel, Audi ve diğer başlıcaları– hükümetlere başvurarak, onlarca milyar dolar/Avro/sterlin yardım talebinde bulundular. Amerikan otomotiv tekelleri devletten 25-35 milyar dolar destek istiyorlardı. Ya bu büyük miktar Merkez Bankası-Hazine kaynaklarından aktarılarak şirketler kurtarılacak ya da kapanacaklar ve binlerce on binlerce işçinin kapı dışarı edilmesi kaçınılmaz hale gelecekti! Devlet sorumluluk üstlenmeli ve gerekeni yapmalıydı! Büyük sermaye sahipleri ve kuruluşları, “krize çare” için, üretim ve ihracatın teşvik edilmesini; şirketlerin rekabet gücü ve pazar paylarının arttırılması ve rekabet güçleri önündeki “başlıca engel olan” sosyal kesintiler ve vergilerin azaltılması ve kaldırılmalısını; büyük ve orta büyüklükteki şirketlere özel destek verilmesini, servet vergisi gibi “adaletsiz bir vergi”nin kaldırılmasını; sermaye yararına vergi affı getirilmesini, ödemelerde kolaylıklar sağlanmasını ve daha önce isteyip de gerçekleştiremedikleri birçok sosyal-ekonomik önlemlerin pratiğe geçirilmesini istiyorlardı.
Sermaye hükümetleri, kimi ülkelerde bu istekleri sözüm ona aşırı bulmakla birlikte, tekelci sermayenin isteklerini emir kabullenerek uygulamaya geçirdiler. Devlet kaynakları kapitalist tekeller için seferber edildi ve buna işçi-emekçi düşmanı sosyal-ekonomik uygulamalar eşlik etti.
Krizin patlak vermesi ve derinleşerek yayılması üzerine, tüm emperyalist ve işbirlikçi ülkelerin yöneticileri, krizin etkilerini “sınırlamak”; krizden “kurtulmanın yollarını ve yöntemlerini belirlemek” için toplantı üzerine toplantı; açıklama üzerine açıklama yaptılar. Uluslararası olanlarıyla birlikte, her bir ülkede hükümetler, sermaye çıkarlarının korunması için yeni kararlar alarak yüz milyarlarca dolar, euro, yen, frank parayı tekellerin hizmetine aktardılar.
“Kurtarma planları”, ABD ile birlikte hemen tüm Avrupa ülkelerinde de açıklandı. Başlıca kaygı, krizin sorumlularını sıkıntıdan kurtarmaktı. Hemen tüm ülkelerde aynı içerikli “kriz programları”; “krize karşı önlem paketleri” gündeme getirildi. En zengin ülkelerin büyük patron kuruluşlarının Aralık ayı başında Paris’te yaptıkları toplantıdan da, kapitalizmi koruma yollarının neler olduğu üzerine açıklamalar çıktı. Kriz öncesinde kârlar bakımından altın dönemlerini yaşayan büyük patronlar, krizi fırsata çevirmek, “devlet kasaları”nı soyarak krizin yükünü vergi olarak halkın sırtına bindirmek için büyük bir aktivite içerisine girdiler. ABD, Fransa, Almanya, İngiltere ve öteki çok sayıda ülkenin yöneticileri, kârlarının bir kısmını yitirdikleri için feryat figan eden tekellerin ve bankaların çıkarlarına kararları art arda uygulamaya geçirdiler. ABD ve Fransa’da ikişer “paket” açılırken, Almanya ve İngiltere’de birincisi ilan edilip ikincilerin hazırlığına girişildi. “Dünyanın en gelişmiş 20 ülkesi”nin yöneticileri, “küresel krizden çıkış yollarını” görüşmek ve “krize karşı alınacak önlemleri belirlemek” için yaptıkları toplantıda, finansal sistemin yeniden düzenlenmesinde yeni önlemler geliştirme kararı aldılar.
Kriz nedeniyle, belli başlı emperyalist devletler başta olmak üzere, burjuva devlet ve hükümetleri, fiilen piyasaya sürdükleri ve ek olarak planlanan “paketler”in içerdiği toplam olarak 6 trilyon dolar civarında bir kaynağı, bankaları ve büyük tekelci işletmeleri kurtarmak ve krizin sistem için tümüyle yıkıcı bir tahribatını önlemek üzere harcama ve yedekte tutma kararı aldılar. Bush yönetimindeki Amerikan hükümeti, banka ve kredi kuruluşlarını batmaktan kurtarmak için 850 milyar dolarlık bir “yardım paketi”ni yürürlüğe koydu. Ancak bu da yetmedi ve kısa bir süre sonra “en azından onun kadar” yeni bir paketin hazırlandığı açıklandı. Avrupa ülkeleri toplu olarak ve her biri “kendi bacağından asılmak üzere” yüzlerce milyar Euro’luk mali destek paketlerini uygulamaya soktular.
ABD Hazine Bakanı Henry Paulson, 850 milyar dolarlık “krizden kurtulma planı”nın yetersiz kaldığını, mali istikrarın sağlanması için daha yapılacaklar olduğunu açıkladı. Üç büyük otomotiv üreticisi tekelin (General Motors, Chrysler ve Ford) yardım talebi, “iflaslarına izin vermemek için” dikkate alınacaktı. Bir süre sonra, bu tekellerin istemine uygun olarak 15 milyar dolarlık bir kaynağın aktarılması karara bağlandı. ABD Merkez Bankası (FED), gecelik borçlanma faizini 0.25’e indirdi. Amerikan Hazinesi, 3 aylık bonoları yüzde 0.00 veya yüzde 0.02 faizle, 6 aylık bonoları yüzde 0.21 faizle satışa çıkardı. Kredi faizleri %2 gibi en düşük düzeye düşürüldü.
İngiliz Maliye Bakanı A. Darling, “Keynesci politikalara geri dönülmesi gerektiğini” ve “krizin çözümünün Keynesyen ekonomi politikalarda yattığını” açıkladı. Kapitalist devletleştirme, denetim ve müdahale politikaları yürürlüğe kondu. İngiltere’de, bankaların “kredi sıkıntısını hafifletmek” için 500 milyar sterlin (bütçenin %40’ı kadar) yardım paketi ilan edildi. Vergi ödeyen her bir birey, bu paketten dolayı 16 sterlin fazla vergi ödemek durumunda. Brown ve Darling, “gerekirse bankaları tamamen devletleştireceklerini” açıkladılar.
Fransa devlet başkanı Nicolas Sarkozy, krizin patlak verdiğinin resmen ilan edilmesinden itibaren, hem Fransa devlet başkanı hem de Avrupa Birliği’nin dönem başkanı sıfatıyla “hiperaktif” bir tutum içerisinde oldu. Basın açıklamaları, hükümetin olağanüstü toplantıya çağrılması, hükümetlerarası görüşmeler, zirveler, konferanslar, paketler, tedbirler vb.. Sarkozy, böylece, hem uluslararası planda kendisine bir yer açmak, hem de kriz koşullarından Fransız tekelci burjuvazisi adına olabildiğince yararlanmak için çaba sarf etti. Bu çabalar, duruma hakim olunduğu görüntüsü vermenin yanı sıra, uygulanan politikaların sorumluluğunu gizlemeye, ve en önemlisi de, fırsattan yararlanarak, yeni vurgunlar yapmaya yönelikti. N. Sarkozy, 25 Eylül tarihli Toulon konuşmasında “bu krizin kapitalizmin değil, mali sektörün krizi olduğunu, finans sektörünün ahlaktan yoksun kuralsızlığının bu duruma yol açtığını ve kapitalizmin bilinen normal işleyişine dönülürse krizin aşılacağını” söylüyordu. Ona göre, “en iyi sosyal politika, sanayiye yatırım yapmayı öngören politika” idi. “Mesele”, diyordu Sarkozy, “benim liberal olup olmamam, Keynes’i keşfetmem ve Friedman’ı terketmem meselesi değildir. Şimdi hiç karşılaşmadığımız ekonomik bir bunalım karşısında pragmatik olma zamanıdır.” Ve ardından ekliyordu: “Fransa basit bir turizm ülkesi olamaz, sanayi ülkesi olarak kalacaktır”; ”Krizden en çok zarar görenlerin yardımına koşmamak, ahlaki ve insani ölçülere sığan bir davranış değildir.” Bunu söyleyen kişi ve hükümetinin aldığı kararla, finans sektörünün hizmetine 360 milyar euro sunuldu, zora düştüklerinde sermaye artırımına gitmeleri için birkaç büyük bankaya 40 milyar euro hediye edildi, vb. vb..
Fransız hükümetinin açtığı ilk “paket”te, batma tehlikesi geçiren, kredi sıkıntısı çeken, birbirlerine ve müşterilerine kredi açmakta çekingen davranan banka ve mali işletmelerin hizmetine sunulmak üzere, 360 milyar euro’luk fon ayrıldı. Bunun 40 milyarı, zor durumdaki bankaların sermayesini arttırmaya ayrıldı. Bu miktarın büyük bir kısmı, 6 büyük banka tarafından kullanıldı. Açıklananlara bakılırsa, bankalar, “durum düzeldiğinde aldıkları paraları geri ödeyeceklerdi.” Bu bir örtü idi ve emekçilerin sömürülmesinden biriktirilmiş kaynaklar ile birlikte uluslararası piyasalardan yüksek faizle alınan paraların faizi halkın üzerine yıkılacaktı. Borç alan bankaların batması durumunda da, tüm yük vergi olarak halkın sırtına bindirilecekti. Fransız hükümeti, Kasım ayı sonunda, “Yatırıma destek için canlandırma planı” olarak adlandırılan 26 milyar euro’luk ikinci bir paket açıkladı ve böylece krizin sorumlularını yeni avantalarla mükafatlandırdı. Açıklanana göre, bu miktarın 11,5 milyarı ‘şirketlere vergi kolaylığı ve geri ödeme olanağı sağlama’; 10,5 milyarı ulaşım, araştırma-geliştirme, savunma gibi alanlara devlet yatırımları; 1,6 milyarı inşaat sektörüne destek (sıfır faizli krediler); geri kalanı ise, 10’dan az işçi çalıştıranların yeni bir kişiyi işe aldıklarında sosyal kesintilerden muaf tutulması (1,2 milyar); yeni otomobil alanlara yardım (220 milyon euro); ve en yoksullara prim olarak verilecekti. Yine açıklananlara göre, “en alttakiler” olarak bilinen 3,8 milyon kişiye, 2009’un Nisan ayında ve bir defalığına mahsus olmak üzere, 200’er euro (toplamı 760 milyon) olarak “pay edilecek”ti!
Alman hükümeti, krizin dünyada yeni gelişmelere yol açacağını, dünyanın eski durumunu değiştirip yeni bir durumu gündeme getireceğini, güçler ilişkisinin buna göre yeniden şekilleneceğini açıklarken, kriz önlemleri başlığı altında aldığı kararlarla toplam olarak 800 milyar Euro’luk iki paket hazırlığına girişti. Alman hükümeti, öteki ülkelerin sermaye örgütleriyle kıyaslandığında “daha ihtiyatlı davranan” büyük sermaye örgütleri Alman İşverenler Birliği ve Alman Sanayiciler örgütünün (BDA ve BDI) istemleri olan “üretim ve ihracatın teşvik edilmesi; şirketlerin rekabet gücü ve pazar paylarının arttırılması ve rekabet güçleri önündeki ‘başlıca engel olan’ sosyal kesintiler ve vergilerin azaltılması” doğrultusunda politikalar izlemeye girişti. Bir yandan da öteki büyük güçlere karşı Almanya’nın konumunu güçlendirecek girişimleri başlattı.
İsveç hükümeti, kriz içinde bulunan otomotiv sektörünü (başta Volvo ve Saab) kurtarmak amacıyla 28 milyar kronluk destek paketi açıkladı ve bu ‘paket’ Volvo ve Saab yöneticileri tarafından memnunlukla karşılandı.
İşbirlikçi Türkiye büyük burjuvazisi ve örgütleri de, emperyalist ülkelerde tekellerin gündeme getirdikleri doğrultuda önlemlerin alınması ve bir an önce IMF ile yeni bir anlaşmanın imzalanmasını istiyorlardı. TÜSİAD, TİSK gibi sermaye kuruluşlarının yöneticileri, yaptıkları açıklamalarla, hükümetten bu konuda “geç kalmamasını” istediler. Büyük tekellerin ve özel sektör temsilcilerinin hükümetten istedikleri arasında, ”kriz’e karşı önlem” adı altında, Merkez Bankası’nın firmalara uzun vadeli düşük faizli kredi vermesi, KOBİ kredilerinin faizlerinin bir bölümünün devletçe karşılanması, sermaye vergilerinin düşürülmesi ve taksitlendirilmesi, işçi ücretlerinin hisse senediyle karşılanması, işsizlik fonundan işletmelere kredi dağıtılması vb. “önlemler” yer alıyordu. Kapitalistler, ücretleri düşürmek, işten atmaları sürdürmek, işsizlik fonu gibi işçi birikimlerini kullanma kolaylığı sağlamak, vergi ve kredi kolaylıkları elde etmek, hazine yardımını daha fazla almak, iç ve dış özel şirket borçlarının devletçe üstlenilmesini sağlamak gibi birçok ayrıcalıklı uygulama istiyorlardı. Hükümet, IMF ile anlaşma imzalayarak, uluslararası ve işbirlikçi büyük sermayenin isteklerini yerine getirme, kredi faizlerini düşürme, sermaye yararına vergi kolaylıklarını artırma, işsizlik fonunu patronların kullanımına verme gibi uygulamalarla bu isteklere olumlu cevap vermek üzere derhal çalışmaya başladı.
Önce “kriz bizi teğet geçer” diyerek cehaletlerini sergileyen hükümet sözcüleri, ardından maddi gerçeklerin tokadını yiyerek, Türkiye’nin “küresel ekonomiye entegre olduğunu, krizden sınırlı seviyede etkileneceğini”; zaten krizin “Eylül ayından itibaren tepe noktasına ulaşarak inişe geçmeye başladığını” söylemeye başladılar ve buna karşın istenen ‘önlemler’i alacaklarını açıkladılar. Önce “IMF’ye ümüğümüzü sıktırmayız” diye açıklamalar yapan Başbakan, ardından, anlaşmaya çok yakın olduklarını açıkladı. Hükümet, aldığı bir kararla, kara para aklanmasının yolunu açtı ve kaynağını sormaksızın bavullarla para getirilebileceğini açıkladı. “İşveren” temsilcileri, asgari ücrette alt yaş sınırının 25’e çıkarılmasını istediler. Erdoğan, İşsizlik Fonu’nda biriken parayı kriz için kullanmayı planladıklarını açıkladı. İşçilerin ücretinden kesilerek oluşturulan fonda eski hesapla 36,7 katrilyon lira birikmiş bulunuyor (36.7 milyar YTL).
Sermayenin tüm ülkelerde devlet ve hükümetlerdeki sözcüleri, bir yandan tekeller yararına ‘paket’leri ard arda uygulamaya sokarken, diğer yandan kriz dolayısıyla herkesin ve “herkesimin ortak tutum almasının kazandığı önem”e özel vurgu yaparak, krize ve kaynağı kapitalist emperyalizme karşı gelişebilecek ve gelişme eğilimi giderek güç kazanan işçi-emekçi protestolarının önünü kesmeye çalıştılar. Hükümetlerin önlemleri sözüm ona emekçileri de koruyacaktı!
KRİZ, İŞSİZLİK VE YOKSULLUĞUN ARTIŞI VE YOĞUNLAŞAN SALDIRILAR
Kriz, ABD’den başlayarak, kapitalizmin dünya krizine evrilirken, mali sermaye kuruluşları, tekeller ve emperyalist ülkelerle işbirlikçi hükümetler birbiri ardına saldırı paketleri açıkladılar. Uluslararası ölçekte, yükü emekçilere yıkmak için, birbiri ardına ekonomik-sosyal yeni uygulamalar gündeme getirdiler. Bu önlemlerin ortak özelliği, tümünün krizin yükünün işçi sınıfı ve emekçi kitlelere yıkılmasını içermeleriydi. Burjuvazi, yönetim aygıtını kullanarak, krizin yükünü emekçilere yıkarken, “Bir dizi sosyal çatışmaya doğru hızla gidiş”e karşı ve olası tepkileri etkisizleştirmek için de ekonomik, politik, askeri, mali ve kültürel kurumlarını seferber etti. Hedef öncelikle işçiler idi. Tekel yönetimleri on binlerce işçinin kapı önüne konması yönünde bir biri ardına kararalar alırlarken, kapatma kararları birbirini izledi ve bu alanda da kapitalistler arası rekabet giderek kızıştı! Fabrika ve işletmeler, ücretsiz izin uygulamalarını yoğunlaştırdılar. Krizin doğrudan sonuçlarını ilk yaşayanlar finans-kredi kurumlarının emekçileri oldular. ABD’de 400 bin kişi bir anda işsiz kaldı. Hemen ardından, saldırıya ilk hedef olanlar, sözleşmeli, taşeron firma işçileriydi. Krizin üretim sektörünün ana dallarını vurmasıyla birlikte, ücretsiz izin uygulamasıyla fiili işsizliğe itilenlerin sayısı giderek arttı. İflas eden ya da mali dalaverelerle kapatılan işletmelerin işçileri açlıkla yüz yüze geldiler. Üretim araçlarına sahip olanlarla üretim araçlarından arındırılmış olanların durumu; birinciler açısından ellerindekinin bir bölümünü başkalarına kaptırarak kaybetme, ancak birikimleriyle yaşamını sürdürme olanağını elinde tutma; ikinciler açısından ise, ellerindeki tek geçim kaynağı olan emek gücünü satma olanaksızlığıyla birlikte yaşam kaynağının darbe yemesi, yoksulluk ve açlık tehlikesiyle yüz yüze gelme!
Kriz, işsizlerin saflarına yeni on binlerin katılmasına yol açtı. ABD’de, yılın son on ayı içinde işten atılanların sayısı 1,2 milyonu buldu ve yıl sonuna kadar bunun 1,5 milyona yükseleceği açıklandı. Sadece Kasım ayında 533 bin (sadece otomobil ve inşaat sektöründe 170 bin) işyeri yok edildi. Bu rakam, son üç ay için 1,25 milyonu, son bir yıl için ise 2 milyonu buluyor. İşsizlik oranı resmen %6,7’ye ulaştı. Ekonomi araştırmacıları, işsizliğin aslında %12-13 civarında olduğu iddiasını sürdürüyorlar. DHL 9500, Ford Motors 7 bin, General Motors 3000 işçi atacaklarını açıkladılar. Her gün gıda yardımı alanların sayısı, Eylül ayında 31,5 milyona yükseldi.
Avrupa Birliği ülkelerinde durgunluk ve düşüşle birlikte işçi çıkarılması, üretimin düşürülmesi, ikramiye, bayram ödentilerinin kesilmesi gibi uygulamalar yoğunlaştırıldı. “İşletmelerin krizin yükünü kaldıramayacakları, çalışanların yardıma (‘fedakarlık’) ve devletin katkıda bulunmasına ihtiyaç olduğu” tartışmaları devam ediyor ve bu durum işçi-emekçi aleyhtarı yeni gelişmelere işaret ediyor. Fransa’da, İş Bulma Kurumu’na, yalnızca Ekim ayı sonunda 46.900 yeni başvuru yapıldı. İşçi kiralayan kuruluşlarda çalışan 68 bin kişi işini kaybetti. İşsiz sayısı 2 milyonluk “sembolik” sınırı aştı. Eylül 2008’de %7,2 olan işsizlik oranının 2009’da %8,2’ye, 2010’da %8,7’ye yükselmesi bekleniyor. Peugeot işletmesi 35 bin kişiyi 1 ay boyunca zorunlu izine gönderdi. Renault ve Peugeot otomobil işletmeleri, Arcelor-Mittal çelik tekeli, Bouyges, Vinci, Lafarge gibi inşaat tekelleri başta olmak üzere, onlarca orta ve büyük boy işletmede zorunlu izin uygulamasına gidildi. Fransız otomobil tekelleri Peugeot, Citroen ve Renault üretimi düşüreceklerini ve işçi atacaklarını açıkladılar. Fransız-Romen ortak şirketi Dacia, üretime ara verdi. 1 milyon 130 bin kişi “Asgari Geçim Yardımı” alıyor. En yoksullara böyle bir yardımın verilmeye başlandığı 1989 yılında, yardım alanların sayısının 396 bin olduğu göz önüne getirildiğinde, yoksullaşmanın hızla arttığı görülüyor. Nüfusun % 13,2’si (7,9 milyon) yoksul durumda.
İngiliz Ulusal İstatistik Bürosu, Haziran ayı itibarıyla, üç ay içinde işsiz kalanların sayısının 164 bin artığını ve işsizlik oranının yüzde 5,7’e ulaştığını açıkladı. OECD’nin Ekim ayında hazırladığı bir rapora göre de, İngiltere, yoksullarla zenginler arasındaki uçurumun en fazla olduğu ülkelerden biri durumunda. Rapora göre, en fazla kazanan yüzde birlik dilimde yer alanlarla en yoksul yüzde bir içinde yer alanlar arasında 1/25’lik bir uçurum bulunuyor.
Almanya’da işsizliğin hızla artması ve 2009’da 5 milyonu aşması bekleniyor. Bavyera Eyalet Bankası 5600 işçiyi işten attı. Alman Otomotiv tekeli Daimler’in yönetimi, 12 Aralık-12 Ocak tarihleri arasında üretimi durdurma ve ardından da kısa süreli çalışmaya geçme kararı açıkladı. Buna göre, haftalık çalışma süreleri 30 saate düşürülecek. Bu, işçi ücretlerinin düşmesi ve yoksullaşmanın artışı anlamına geliyor. Almanya’da otomobil satışları Kasım ayında bir önceki yılın aynı dönemine göre %17,7 düşerek, son on dokuz yılın en düşük seviyesine indi. AB’nin “Euro ülkeleri”nde, 80 bin yeni işsiz ortaya çıktı. İtalyan Fiat otomotiv tekeli, tüm işletmelerinde üretime ara verdi. 48 bin işçi zorunlu “Noel tatili”ne çıkarıldı. Firma yöneticileri, “en kötü dönem”de olunduğunu açıkladılar. Dünyanın en büyük kimya tekeli BASF (Beş kıtada 400 işletmesi bulunuyor ve bu işletmelerde 392,500 işçi çalışıyor), 80 işletmesini “geçici” kaydıyla kapattı. 20 bin işçi işsizliğe itildi. Tekel şefi Hambrecht, “krizden daha güçlü çıkmak için” fırsatları değerlendireceklerini açıkladı. MAN yönetimi, kısa çalışmayı gündeme getirdi. İşçi temsilciliği, şirket yönetiminin 2009’un ilk döneminden itibaren iki aya yakın bir süre için üretimi durdurmayı planladığını açıkladı.
Belçika’da, 2008 yılı içinde iflas eden şirket sayısı arttı ve artış, krizle birlikte hız kazanarak, 8000’ni buldu. İflas eden şirketlerin çoğunluğunu küçük ve orta işletmeler oluşturuyor. İflasların 2009’da artması ve binlerce işçinin işsiz kalması bekleniyor.
İsviçre’nin uluslararası bankası Credit Suisse, 5,300 “personelini işten çıkarma kararı aldığını” açıkladı.
Krizin etkilerinin giderek arttığı tüm kapitalist ülkelerde işten atma ve zorunlu ücretsiz izin ilk uygulamalar olarak gündeme geliyor. Bu ülkelerden biri de Türkiye. Türkiye’de krizin etkilerinin artmasıyla birlikte işten atma, işyerlerini geçici ya da tamamen kapatma, işçileri ücret ödemeden izne zorlama uygulamaları yoğunluk kazandı. TÜRK-İŞ yönetimi, tekstil başta olmak üzere, son bir yılda, kriz bağlantılı olarak işten atılmaların yoğunlaştığını, ücretlerin düşürüldüğünü, 1500 civarında tekstil işletmesinin kapandığını, kayıt dışı olanlarla birlikte işten atılan işçi sayısının 200 bin civarında olduğunu (son açıklamalara göre bu rakam 300 bine çıkmış bulunuyor), bunun 24 bin kadarının sendikalı işçi olduğunu açıkladı. OYAK Renault, Ford ve TOFAŞ, kriz ve “siparişlerin azalması” gerekçesiyle üretime ara vererek, işçilerini zorunlu izne çıkardılar. MESS “esnek çalışma” ve düşük ücret “zammı” uygulamasında ısrarlı. Vestel patronu 700 işçiyi işten attı ve çalışma süresini de artırdı. Metal ve kauçuk işletmelerinde ücretsiz izin uygulamasıyla birlikte işten atmalar arttı. Ford için parça üreten Hema 1800 işçisinden 300’ünü kapı dışarı ederken, 500 kişi daha işten atılmayı bekliyor. Aynı tehdit, petrokimya için de geçerli. Hızlı bir yoksullaşma yaşanıyor ve bu durum işten atmaların artmasıyla daha da ağırlaşıyor. Krizle birlikte gıda tüketiminin %10 oranında azalması halk kitlelerinin satınalma gücünün giderek düştüğünü çok kesin ve açık şekilde gösteriyor.
KRİZ VE BURJUVA SINIF AYGITININ ROLÜ
Kriz, sadece son on yıllarda burjuva ideologlarının sürdürdükleri “devletin ekonomi dışı kalması” safsatasını deşifre etmekle kalmadı, devletin burjuva sınıf karakterini de en geniş kesimler tarafından görülebilir şekilde yeniden ortaya koydu. Bu safsata, burjuva sınıf baskısı ve saldırganlığına örtü işlevi görüyor; devletin, kamu hizmeti olarak adlandırılan alanlardan geri çekilerek, bu hizmetler özelleştirilirken, sermayenin siyasal askeri şiddet aygıtı olarak sermayeye güvenlik oluşturmasını öngörüyordu. Gerçek o ki, devlet, ne “toplum üstü”, ne de yansız/tarafsız ve tüm toplumun hizmetindeki bir aygıttı. O, sermayenin bürokratik politik-askeri en önemli aygıtı olarak çalışıyordu ve gerçekte hiçbir zaman “ekonomi dışı” kalmamıştı. Burjuvazinin işçi sınıfı başta olmak üzere diğer sınıf ve kesimler üzerindeki baskı aygıtı olan devlet ve onun kurumlarından biri olarak hükümetler, her zaman hakim sınıf çıkarları yönünde toplumsal ilişkilere müdahalede bulunmaktaydılar ve bu durumun kriz koşullarında daha belirgin biçimde yaşanması kaçınılmazdı. Hemen tüm kapitalist ülkelerde devlet ve hükümetlerin krize karşı önlem olarak gündeme getirdikleri politikaların başlıcaları, sermayenin güçlendirilmesi, batma/iflas etme tehlikesi altındaki kapitalist işletmelere kaynak aktarma, sermaye vergilerini düşürme, kredi faizlerini en alt düzeye indirme, işten atmaları ve düşük ücret uygulamalarını “önlem” adına onaylama ve kaçınılmaz sayma oldu. Kriz, burjuva devlet ve hükümetlerinin, burjuva yönetim kurumlarının sermayenin kurum ve aygıtları olarak işlediğini çok somut kanıtlarla yeniden ortaya koydu. Tüm kapitalist ülkelerin hükümetleri, ilk iş olarak, devlet kaynaklarını, tekellerin, büyük finans ve sanayi kuruluşlarının hizmetine verdiler. ABD toplam olarak 1,2 trilyon dolar, Alman hükümeti 500, Fransa 400, Avusturya 200, İspanya 100 milyar Avro, İngiltere 200 milyar Sterlin’i finans ve sanayi şirketlerini kurtarmak için piyasaya sürdü. Devlet “krize karşı mücadele etme” gerekçesiyle ekonomiye müdahale ediyordu ve bunu tüm kapitalistlerle ideologları zorunlu-gerekli sayıyor, hükümetleri geç davranmakla suçluyor, daha fazla kaynak aktarılmasını, şirketlerin batmasını önlemek için devletleştirilmelerini istiyorlardı. Hükümetlerin uygulamaları da bu yöndeydi. Müdahale açık biçimler alıyor ve “tarafsızlık”, “sınıflar üstülük”, “aynı gemidekilerin kaptanı” safsatalarının yanı sıra, “küreselleşmenin refah toplumu yarattığı ve sorunları çözdüğü” yalanının da “inandırıcılığı” giderek yok oluyordu. Liberal çanak yalayıcı takımı başta olmak üzere, burjuva politikacı, sosyolog ve ekonomistlerinin şimdi elbirliğiyle devleti krize karşı önlem olmak üzere “piyasaya müdahale etme”ye çağırmaları, kapitalist şirketlere ve tekellerin emrine hazine ve merkez bankası kaynaklarının, işçilerin çeşitli fonlarda birikmiş kesintilerinin vb. kanalize edilmesini içermesine karşın, “müdahalesizlik politikası”nın çökmesinin de göstergesiydi.
Kapitalist tekelci şirketlerin “devlet desteği” talebinde bulunmaları ve batmaya yüz tutan şirketlerin devlet tarafından “satın alınarak kurtarılması”, devletin ekonomiye müdahalesine karşı sözüm ona savaşan liberal iktisatçılarla politikacıların bu söyleminin dayanaksızlığını bir kez daha gösterdi. Burjuva devletinin, “kapitalistlerin kolektif örgütü” olarak çalıştığı ve en temel “vasfı”nın sermaye çıkarlarını koruyup kollamak olduğu, kriz koşullarında devletin üstlendiği rol ve uygulamalarıyla bir kez daha kanıtlandı. Burjuva devletleri ve burjuva hükümetleri, kapitalist sınıf çıkarları üzerinden şekillenen kurumlar olarak, her zaman ‘ekonominin gereklerini yerine getirme’ gerekçesiyle ekonomiye müdahalede bulunuyorlardı. Bu müdahalenin, burjuvazi için ve işçi sınıfına karşı olduğu; ücret politikalarının belirlenmesinde, çalışma sisteminin düzenlenmesinde, sendikal örgütlenme koşullarının sermaye yararına sınırlanmasında, bu, çok açık ve dolaysız olarak görülürken, kredi-faiz uygulamaları, vergi politikaları, teşvik primleri, sermaye yararına ve onun hizmetindeki politikaların diğer sonuçlarıydı.
KRİZ VE SENDİKA MERKEZLERİNİN UZLAŞMACI-BEKLENTİCİ POLİTİKALARI
Sendikalar başta olmak üzere, işçi-emekçi örgütlerinin tutumu açısından başlıca iki çizgi, iki tutumdan söz edilebilir. Birinci olarak, mevcut sendika konfederasyonları yönetimlerinin sermaye ile uzlaşma ve kriz gerekçeli “ihtiyatlı olma” hattı; mücadelesizlik ve mücadeleci tutum ve eğilimleri bastırma tutumu; ve ikincisi, sermayenin krizin yükünü halk kitlelerine yıkma politikalarına karşı mücadeleyi geliştirme tutumu. Sendika merkezlerine ve üst yönetimlerine hakim olan anlayış, sermaye ile uzlaşma ve işçilerin saflarında sermaye çıkarlarına uygun bir tutumun hakim kılınması tutumudur. Buna karşı, mücadeleci çizgide bulunan çok az sayıda sendika, sendika şubesi ve sendikacıdan söz edilebilir. Bu başlıca iki tutum, kriz karşısında izlenen politikalar üzerinden bir kez daha açıklık kazandı. İşten atılan, işinden olan, zorunlu izne tabi tutulan işçiler sendikalarla birlikte direnmek için çaba gösterirlerken, sendika merkezleri, çoğunluğu bakımından, ya basın açıklamalarıyla yetiniyor ya da işçilerin isteklerini duymazdan gelerek hükümetlerle “ortak sorumluluk üstlenme” programları oluşturmaya çalışıyorlar.
İtalya ve Yunanistan’da, bazı sendikaların aldığı kararlarla birlikte, sermaye politikalarına karşı kitlesel grev ve direnişler gerçekleştirildi. İtalya işçi ve emekçileri, ülkenin en büyük sendikası Genel İşçi Konfederasyonu’nun (CGIL) çağrısıyla, 108 kentte gerçekleştirilen greve yüz binler halinde katıldılar ve greve çeşitli protesto gösterileri eşlik etti. Ülkenin en önemli sanayi kentleri olan Turin ve Milan’daki gösterilere –sendikanın verdiği bilgiye göre– 300 bin kişinin katılmış olması ve işçilerin “Krizin yükünü biz ödemeyeceğiz” pankartlarıyla yürümeleri, “Krize karşı-Daha fazla iş, daha fazla ücret, daha fazla emeklilik, daha fazla haklar” sloganı altında gerçekleştirilen greve ülke genelinde katılımın olması ve grevin özellikle ağır sanayi kollarını etkilemesi (Turin’deki Fiat fabrikası işçilerinin yüzde 55’i greve katıldılar); işten atılmaların durdurulması ve yoksulluğa karşı önlemlerin alınması istemlerinin öne çıkması, kriz derinleştikçe tepkilerin de artacağının göstergesiydi.
Kuzey Almanya’da, sigorta çalışanları, eylemler düzenleyerek, krizin yükünü omuzlamayacaklarını açıkladılar. Yunanistan’da, on binlerce işçi ve emekçi, “krizin yükünü çekmeyeceğiz” sloganıyla birkaç kez onlarca kent merkezi ve kasabada protestolar düzenlediler. Çeşitli sektörlerde grevler gerçekleştirildi.
Sermaye saldırılarına karşı Türkiye’de de çeşitli eylemler gerçekleştirildi. Birleşik Metal İş üyesi metal işçileri çeşitli eylemler gerçekleştirdiler. 29 Kasım’da Ankara’da (yaklaşık 80 bin kişi katıldı), 30 Kasım’da Gebze’de yapılan geniş katılımlı protestolar önemli eylemlerdi. İşçi ve emekçiler, işten atmaların durdurulması ve yasaklanmasını, IMF ile imzalanan tüm anlaşmaların iptalini ve yeni anlaşma imzalanmamasını, tekellere ve emperyalist devletlere borç ödemelerinin durdurulmasını, enerji ve gıda maddeleri başta olmak üzere zamların geri alınmasını, eğitim, sağlık ve öteki ‘kamusal hizmet alanları’na daha fazla kaynak ayrılmasını ve bu hizmetlerin parasız yürütülmesini istediler. Metal işçileri, küçük ve orta büyüklükteki birçok işletmede eylemler gerçekleştirdiler. Asil Çelik işçileri, patronun ücretsiz izin uygulamasını protesto etmek için 40 kilometrelik bir yürüyüş düzenlediler. Aliağa Petkim işçileri, üretime ara verilmesini protesto ettiler.
İşbirlikçi sendikal politika ise, en açık biçimde, ABD ve AB ülkelerindeki önemli sendika merkezlerinden bazılarıyla diğer ülkelerin sendika patronlarının çizgisinde somutlandı. ABD’de Birleşik Otomobil İşçileri Sendikası yönetimi, patronların krizin yükünü işçilere yıkma politikasına uygun olarak ve “otomotiv sektörünü ayakta tutma” gerekçesine sığınarak, “işçilerin sağlık ödemelerinin ertelenmesi” ve işten çıkarılan işçilerin “ödemelerinin sınırlanmasını” kabulleneceklerini açıkladı. Almanya’da Kimya işkolunda faaliyet yürüten IGCB, Amerikan otomotiv işçileri sendikası yönetimi gibi, doğrudan büyük sermaye çizgisinde açıklamalar yaparak, işçilerin hak ve çıkarlarının karşısında yer aldı. Berlusconi’yi destekleyen CISL ve UIL sendikaları, 5 milyon üyesi olan CGIL’ın mücadele çağrısına ve düzenlediği eylemlere destek vermeyerek, burjuva sendikal çizgiyi sürdürdü. Burjuva sendikal çizginin işçi-emekçi düşmanı özelliği bir kez daha açığa çıktı. İsveç’te, Volvo ve Saab işçilerinin örgütlü olduğu IF Metall sendikası Genel Başkanı Stefan Lövfen de, hükümetlerinin şirket kurtarma içerikli krize müdahale paketini “olumlu ama eksik” bulduğunu söyledi.
Geleneksel uzlaşmacı çizgide ısrarla yürüyen sendika merkezleri ise, “durumu da kurtarmak” üzere çeşitli öneriler getirerek, “bir şey yapmış” oldular! Fransız Genel İş Konfederasyonu (CGT), diğer sendikalar gibi, krizin etkilerine karşı açıklamalar yaptı ve bazı öneriler getirmekle yetindi. CGT, krize karşı önlemleri konuşmak ve tartışmak üzere, biri ulusal ve biri de Avrupa düzeyinde olmak üzere konferanslar düzenlenmesini önerdi. Bu konferanslarda sendikalara söz hakkı verilmesini ve ekonomik büyüme, yatırımlar, iş alanları, alım gücü konularında öncelikler ve hedefler belirlenmesini istedi. CGT’nin krizle ilgili işçilerle patronlar ve emperyalist tekelleri “aynı gemide” varsayan ve işçilere değil sermaye ve şirketlerine “destek” içerikli önerileri, Konfederasyon Yönetim kurulu üyesi J. Le Diougu tarafından şöyle formüle ediliyor: a-) yeni bir sanayi kalkınma ve iş politikası belirlenmeli, iş alanı yaratan firmalara destek verilmeli, formasyona ve teknolojik yeniliklere ağırlık verilmelidir; b-) işçinin üretimdeki rolü kabul edilmeli, hakkı teslim edilmeli ve formasyonun önü açılmalıdır; c-) üretici kalkınmaya öncelik verilmeli, bütçe harcamalarında etkili ve doğru yönlendirmeye önem verilmelidir; d-) kamu sektöründe bir mali kutup oluşturulmalı, tasarruf ve kredi işlemleri devlet denetimine alınmalıdır; e-) ücretlilerin, işletmenin ekonomik yaşamına her düzeyde katılmasına imkan sağlanmalıdır.
İngiltere Sendikalar Konfederasyonu TUC’nin 2008 yılı Konferansı’nda, –İşçi Partisi’ne yakın olan TUC yönetiminin karşı çıkmasına rağmen–, sendika delegeleri, Thatcher döneminde işçi ve emekçilerin elinden alınan sendikal hakları geri alabilmek için genel grev ve Brown hükümetinin geri adım atması için genel kamu grevi örgütleme kararı aldılar. Ancak sendika merkezinin tutumu önem taşıyor ve bu konuda henüz bir olumlu adım söz konusu değil.
Almanya’da, sermaye yararına açılan paketlerden emekçilere saldırılar çıkmasına karşın, sendika üst yönetimleri sessizliği uzun süre sürdürdüler ve ardından da, en büyük iki sendika konfederasyonundan biri olan IG Metal yönetimi, 7 maddelik “Konjonktür programı önerisi”yle ortaya çıktı ve Merkel başkanlığında yapılan mutabakat toplantısında da, hükümetin sermaye çıkarlarını savunup destekleyen uygulamalarını esas alan yaklaşıma yardımcı olma tutumu aldı. Kapitalistlerin “kendi bildiklerini okudukları ve işçilerin fikirlerini almadıkları için krizin ortaya çıktığı” gerekçesiyle “bütün işletmelerde ortak karar verme hakkının genişletilmesi”ni isteyen IG Metal yönetimi, “işten atmaların engellenmesi için ‘uzlaşı noktaları’nın tespit edilmesini” öneriyor ve Japon modeli olarak bilinen “birlikte yönetim” adı altında, işçilerle işçi temsilcilerinin “şirket yöneticiliği-denetçiliği”ne dahil edilmeleriyle “kapitalist ekonominin daha demokratik” hale gelebileceğini ileri sürüyor. Sendika üst yönetimi, çoğu istekleriyle bir şirket yönetimini andırarak, işçi çıkarmak yerine devlet katkılarıyla mesleki eğitime ağırlık verilmesini, iç piyasanın canlandırılması için “herkese altı ay içinde harcamak üzere 250 Euro’luk çek dağıtılmasını”; Hartz IV ile geçinenlerin gelirlerinin artırılmasını; serveti 750 bin Euro’nun üzerinde olanlara, bu servetin yüzde 2’si oranında zorunlu tahvil verilerek “Gelecek Fonu” oluşturulmasını, tahvillerin Avrupa Merkez Bankası faiz oranları üzerinden değerlendirilmesini; işletme finansmanının güvenceye alınmasını; şirket siparişlerinin finansal nedenlerle iptal edilmemesinin sağlanmasını istiyordu.
Türkiye’nin en büyük iki işçi sendika merkezi TÜRK-İŞ ve HAK-İŞ konfederasyonlarının üst yönetimi, krizin yükünün işçilere yıkılmasına karşı olduklarına dair bir iki açıklamayla yetindiler. Bu sendika merkezleri, kapitalistlerin krizin tüm yükünü işçi sınıfı ve emekçilere yıkma politikasını püskürtmek için, işçilerin örgütlü mücadelesine baş vurmak, bu mücadelenin daha güçlü geçmesi için işsizlerin ve sendikasız işçilerin örgütlenmesi ve mücadeleye çekilmesi yönünde de herhangi bir çaba göstermemektedirler. Konfederasyon üst yöneticileri, kapitalistlerin çıkarlarını işçiler içinde temsil etme rolünü ısrarlı şekilde sürdürürlerken, işçi sınıfı içinden yükselebilecek işyerleri ve fabrika temelli bir örgütlülüğe karşı, kapitalistlerle açık-gizli işbirliğini de sürdürüyorlar vb. vb.. Şişe-cam patronunun fabrikanın belli ünitelerinde üretimi durdurma ve ücretsiz izin uygulama önerisini, Kristal İş Genel başkanı Bilal Çetintaş, “krizi paylaşma”yı zorunlu saydıkları açıklamasıyla yanıtladı.
İşçi ve emekçilerin talepleri ve bu talepler için mücadele tutumuyla sendika üst bürokrasisinin uzlaşmacı çizgisi arasındaki çelişki, hareketin en önemli sorunlarından biri olmaya devam ediyor ve bu durum, kriz koşullarında işçi-emekçi hareketine daha büyük darbeler vuruyor.
KRİZ, SINIF MÜCADELESİ VE İŞÇİ ÖRGÜTLERİNİN BÜYÜYEN ROL VE ÖNEMİ
Yunanistan’da, bir gencin polis kurşunuyla öldürülmesiyle patlak vererek, neredeyse tüm ülke düzeyinde ve günlerce süren kitlesel protestoların, uygulanan ekonomik-sosyal politikalara tepkinin dışa vurmasının bir göstergesi olduğu üzerinde, toplumsal olaylara az-çok bilimsel yaklaşan hemen herkes ‘anlayış birliği’ içindedir. Krizin etkileri ağırlaştıkça, bu tepkilerin yaygınlaşması –kuşkusuz her bir ülkenin kendi koşullarında ve farklı biçim ve düzeylerde– kaçınılmazdır. İşçi sınıfı ve emekçilerle onların özellikle ileri kesimleri, kapitalistlerle onların sınıf temsilcilerinin sömürü ve sınıf egemenliklerini sürdürmek üzere her koşul ve olanağı kendi yararlarına değerlendirdiklerini ve bunun için tüm yol, yöntem ve araçları kullandıklarını, şimdi, bir kez daha ve kriz koşullarında daha net görebilme olanağı bulmaktadırlar. Bunun, sermayeye karşı mücadelenin yükseltilmesi çabası olarak somutlaşması ve burjuvaziyi geriletici/püskürtücü düzeye ulaşması ise, her şeyden önce, kendi sınıf çıkarını temel hareket noktası almaya bağlıdır.
Sermaye devletleri ve hükümetlerinin, büyük sermaye başta olmak üzere, kapitalistler için çalıştıkları, tüm olanak ve araçları sermaye yararına kullanıp değerlendirmeye uğraştıkları, bu kriz vesilesiyle, bir kez daha ve daha net olarak ortaya çıktı. Sermayenin tüm kaynakları istediği ve hükümetlerin de bu yönde kararlar alarak kaynakları tekellere peşkeş çektikleri çok açıktır. Uluslararası işçi sınıfı, bunun derin sınıfsal anlamını görmek/anlamak ve buna karşı kendi sınıfının tutumunu geliştirmek zorundadır.
Krizin giderek derinleşmesi, uluslararası işçi sınıfının daha çetin ve zor geçecek bir döneme girildiğini anlama ve bunun gerektirdiği şekilde davranmasını zorunlu kılmaktadır. Krizin “faturası”, herkesten önce işçilere kesildi. Ancak tüm halk kesimleri, saldırı hedefindedirler. İşçi ve emekçiler, daha fazla yoksulluk, işsizlik, açlık ve sosyal-siyasal saldırıların tehdidi altındadırlar. Sermaye ve burjuvazinin sınıf örgütlerinin saldırılarının, sadece iktisadi-sosyal alanda; işsizlik ve yoksulluk artışı şeklinde olmayacağını, hükümetlerin politikalarındaki gericileşme ve siyasal baskıların artırılması için yeni yöntem ve araçların devreye konması, bugünden göstermektedir. Burjuvazi ve hükümetleri, açların, yoksulların ve işsiz yığınlarının, iflasa sürüklenmiş küçük üreticilerin, kent ve kır emekçilerinin tepkilerini etkisizleştirmek için politik şiddeti yoğunlaştıracaktır. Birçok “ileri” ülkede, ordu birliklerinin “iç güvenlikte kullanılması” yönünde kararlar açıklandı. Diğer bazılarında ise, bu yönde hazırlıklar devam ediyor.
Ekonomik ve sosyal hak gasplarına karşı işçi ve emekçilerin çeşitli ülkelerde giriştikleri mücadeleler, İtalya ve Yunanistan’da olduğu gibi genel greve varan karşı koymalar ve diğer çeşitli ülkelerde yaşanan ‘kaynaşma’ ve hareketlenmeler, işçi ve emekçilerin –ve onlarla birlikte iflasa sürüklenerek yoksulluğa itilen küçük üretici ve kent küçük burjuvazisiyle alt-orta kesimlerin– krizin yol açtığı ve açacağı yıkıma karşı daha etkili ve kararlı eylemlerinin gündeme geleceğine işaret etmektedir. Kriz koşullarından hangi sınıf ve kesimlerin ne kadar zararlı ya da az zararlı çıkacakları, önemli oranda bu mücadelelerin seyrine bağlı olacaktır. Bu durum, işçi sınıfı ve örgütlerini; sınıfın devrimci partilerini önemi artmış görevlerle karşı karşıya getirmektedir.
Buna karşın, işçi sınıfı ve emekçi örgütlerinin krize ve kriz gerekçeli sermaye saldırılarının yoğunlaştırılmasına karşı somut ve sonuç alıcı, etrafında kitleleri harekete geçirecekleri talepler üzerinden mücadeleyi yükseltme yönünde ciddi ve etkili bir hareketi henüz esas olarak söz konusu değildir. Hemen tüm kapitalist ülkelerde –İtalya ve Yunanistan’da farklı ve mücadeleci bir tutum ortaya çıktı– sendika konfederasyonları üst yönetimlerinin, sendika üst bürokrasisinin tutumu, sermaye ile “aynı gemiyi paylaşma sorumluluğu”ndan söz ederek, uzlaşmacılığı sürdürme şeklinde devam ediyor. Kriz öngünlerinde ya da kriz ortamında gündeme gelen topluişsözleşmelerine bürokrat burjuva sendikacılığının yaklaşımıysa, “krizi hesaba katmak” üzerinden belirlendi.
Kendilerini işçi sınıfı parti ve örgütleri olarak adlandıran çeşitli “sol”, “sol liberal” ve sosyal demokrat parti ve örgütlerin tutumu da, esasta uzlaşmacı, mücadeleden geri duran sendikacıların tutumlarından farklı değil. Bunların, sermayeye karşı mücadele yerine ikame ettikleri, kapitalizmin sözde bir eleştirisini yapmak, sermaye karşıtı demeçler vermektir. Çeşitli küçük burjuva ilerici/demokrat örgütlerin hem halkla ilişkileri sorunludur, hem de aynı temel nedenden kaynaklanan güçsüzlükleri, sözü edilmeye değer bir tutum ve eylemlerinin engelidir. İşçi sınıfının devrimci partileri açısından da, bugün hâlâ sürmekte olan, kitlelerin büyük çoğunluğunu acil ekonomik-sosyal ve demokratik talepler etrafında birleştirme ve bu birleşik hareket üzerinden mücadeleyi ilerletmeyi başaramamış olmalardır. Bu yöndeki çabalar devam etmesine rağmen, henüz az-çok etkili ve özellikle de birim ve yaşam alanları-bölgelerinden başlayarak geliştirilen bir örgütlenme ve mücadeleden söz edilemez.
Bu, oysa, hayati önem kazanmış bulunuyor. Kriz en fazla işçi sınıfı-emekçi halk kitlelerini vurmaktadır ve emekçilerin küçümsenemez bir kesimi, buna karşı etkili ve yaygın bir mücadelenin örgütlenmesini istemektedirler. Diğer yandan, krizin emekçileri ‘vurması’, sermaye güçlerinin krizin yükünü emekçilere yıkma politikasıyla birlikte onları artan zorluk ve sıkıntılarla yüz yüze getirmesi, emekçilerin ve işçi sınıfının tümünün krizden aynı düzeyde ve zamanda etkilendiği anlamına gelmemektedir. Saldırılar kuşkusuz tüm halk kitlelerini hedeflemiştir. Ancak özellikle işten atma ve ücretsiz-zorunlu izin uygulamalarında, ilk önce sözleşmeli emekçilerle taşeron firma işçilerinin hedefe kondukları görülmüştür. İşçi sınıfı ve emekçilerin kriz koşullarında acil olarak yerine getirilmesini istedikleri talepler olarak, işten atmaların yasaklanması, düşük ücret dayatmasının son bulması, ücretsiz çalıştırmanın ve ücretsiz izin uygulamasının kaldırılması, küçük üreticilerin desteklenmesi ve borçlarının ertelenmesi ya da iptali, iç ve dış borç ödemelerinin durdurulması, işçi ücretlerinden yapılmış kesintilerle oluşturulan fonların sermayeye peşkeş çekilmemesi öne çıkmıştır.
Gelişmelerin işçi sınıfı ve öteki halk kitleleriyle tekelci burjuvazi ve baskı aygıtları arasındaki çelişkileri keskinleştirip daha sert mücadeleleri gündeme getirmesi büyük bir olasılıktır. Burjuvazinin bu yöndeki gelişmelerin hesabını yaparak hazırlandığı da, artık gizli-saklı kalmamaktadır. Daha kriz açık şekilde patlak vermeden, ancak ekonomik gelişmelerin bir kriz durumunun doğabileceğine kuvvetle işaret ettiği 2007 sonu ve 2008’in ilk aylarında, IMF-Dünya Bankası yöneticileri, dünyanın gündemine “açlık ayaklanmalarının gelebileceğini” ve buna karşı önlem alınmasını istemişlerdi. Yoksul ülkelerde açlık isyanlarının patlak vermesinin büyük bir ihtimal olduğunu açıklayan çeşitli araştırma kurumlarının yetkilileriyle bazı burjuva politikacıları ve sosyologlar da, aynı “tehlike”den söz ederek, buna karşı dünya çapında önlem alınmasının önemine işaret ettiler. Birçok ülkede işçi ve emekçilerin kitlesel protestolarına ve bu protestoların yayılarak ayaklanmalara dönüşmesi olasılığına karşı askeri önlemler geliştirildi ve ordunun iç “güvenlik”te kullanılmasının yasal olarak önü açıldı. Bu durum, işçi sınıfı ve emekçi örgütlerine, daha ciddi, daha güçlü ve kitlesel bir örgütsel varlık göstermek için daha etkili bir çalışma ve mücadele sorumluluğu yüklüyor.
KRİZ VE İŞÇİLERİN PROLETER SINIF TUTUMUYLA HAREKETİNİN ÖNEMİ
Kriz, “küreseleşmeci” burjuva ideologlarının “çelişmesiz, krizsiz küresel refah kapitalizmi” yalanını deşifre edip bir kez daha geçersizleştirdi. “Serbest piyasa ekonomisi” ve “kuralları” üzerine propagandanın İngiliz, Amerikan, Fransız, Alman, Türk ve diğer silahşörleri, şimdi devletin müdahalesinin kesin gerekliliğinden, “Keynesyen önlemlerin zorunluluğu”ndan söz etmektedirler. Oysa onlara göre, kapitalist emperyalizm çelişmelerinden kurtulmuş, kriz tehdidi altında olmayan, “sanayi sonrası”nın küresel kapitalizmi olarak, herkesi refah içinde yaşama olanağına kavuşturmuştu ve aynı nedenlerle de elbirliği içinde sonsuza kadar yaşatılmalıydı!
Ama bu, olamaza dua etmekti; çünkü kapitalist emperyalizm çelişkisizlik ve krizsizlik bir yana, toplumsal tüm çelişkilerinin keskinleştiği; krizlerle daha fazla malul, rekabetin amansız bir hal aldığı pazarlar, topraklar ve kaynaklar üzerinde rekabet ve kapışma sistemiydi. Son otuz-kırk yıllık dönemi, –ki bu dönem sermayenin emek güçlerine saldırısının sosyal iktisadi ve politik yönden azgınlaştığı bir dönemdir– işçi ve halk hareketinin geriye düşmesinden de yararlanarak ‘kazanç’ hanesine yazan dünya burjuvazisi, şimdi “açlık ayaklanmaları”na; işçi başkaldırılarına dikkat çekiyor; yoksulların hareketinin oluşturduğu potansiyel tehdide karşı önlemlerin zorunluluğunu tartışıyor; sermaye yararına aldığı ve alacağı kararları “herkes yararına” göstererek sistemini yeniden takviye ile sürdürmeye çalışıyor. Tüm burjuva hükümetleri, kriz gerekçeli ekonomi programlarını, sermaye çıkarlarını işçi ve emekçilere karşı korumayı esas alarak ve bunu da zorunluluk şeklinde propaganda ederek, oluşturdular. Ücretlerin düşürülmesi ya da düşük oranlı “zamlar”, ücretsiz izin uygulamaları, sosyal hakların daha fazla budanması, toplusözleşme sürelerinin uzatılması uygulamaları aynı gerekçeyle izaha kalkışıldı. Son otuz-kırk yıllık süreç, ekonomik-sosyal ve politik alanlardaki gelişmelere eşlik eden bir ideolojik saldırıyla, işçi sınıfı, örgütleri ve politikası açısından oldukça zor bir dönem olarak yaşandı. Uluslararası sermayenin doğrudan ve dolaylı olarak yönlendirdiği propaganda, “sınıfların ve çelişkilerinin etkisini yitirdiği”, bunun da “işçi sınıfının toplumsal bir sınıf olarak oynayacağı belirtilen rolü geçersizleştirdiği” şeklindeydi. Bu propaganda, kendilerini sözüm ona işçi sınıfından yana, sınıfın temsilcisi vb. olarak adlandıran çok geniş bir “sol”, “sosyalist” vb. aydın ve çevrenin desteğinde güç kazandı. Bunların, sınıflardan ve sınıf mücadelesinden hâlâ söz edenlerine göre de, toplumsal çelişkileri “emek-sermaye ayrımı” temelinde irdelemeye kalkışmak “çok kaba” bir yöntemdi ve Türkiye gibi ülkelerde, “sınıfsallık”, “saf” değil, ancak “dolayımlı” olarak söz konusu olabilirdi! İşçi sınıfının toplumsal konumu ve rolüne liberal yaklaşım içindekilerin bir bölümüne göre de, “toplumsal eşitsizlikler devam etmekle birlikte, işçi sınıfının bunları ortadan kaldırma umudu” ya yoktu ya da o bunu “taşıma niteliğini yitirmişti.”
Sosyal sınıflar toplumsal rollerini yitirmişlerdi ve sosyolojik bir kategori olmaktan çıkmışlardı! Öyleyse sosyal kategorik varlıkları dahi olmayan sınıfların mücadelesi ve ideolojisinden söz etmek beyhude olacaktı! Toplum, bireyselleşmenin geliştiği bir aşamaya; “modern sonrası”na girmişti ve sosyal sınıf gerçeği artık toplumsal yaşamın merkezi bir olgusu olarak alınamazdı. “Ortak iktisadi konum”, yerini, farklılaşmaya, üretim sürecinin parçalanmasına, üretimin ve işin esnekliğine; bireysel-etnik-kültürel kimliğin önem kazandığı bir “atomazisyon”a bırakmıştı. Bu da, “ortak sınıf çıkarı” ve sınıf tutumundan söz edilmesini olanaksız hale getirmekteydi! Kapitalizm, sadece burjuvazi için değil, herkes için gerekliydi! Bilim ve teknolojinin gelişmesi ve üretimde kullanılmasıyla toplumsal yaşam kolaylaşmış, birçok hizmetin; sağlık ve eğitimin yoksullar için de ulaşılabilir hale gelmesi sağlanmış; toplumsal tabakalar arasındaki uçurum küçülmüş; işçiler ev, araba sahibi olmuşlar, emeklilik hakkına kavuşmuşlardı. İşçilerin bu durumu ve ücret farklılıklarıyla bölünmüşlükleri farklı davranışlarını kaçınılmaz kılıyordu, ve bu da, sınıf ortaklığı ve ortak çıkarlar temelindeki tutumu ortadan kaldırıyordu. Sınıfsal toplumsal kimlik, yerini, başka alt kimliklere bırakmıştı vb.
Sınıf hareketinin zayıflığını ve sınıf bilinciyle tutum almanın geri düzeyini sosyal sınıf varlığının reddi için dayanak sayanlar, egemen sınıfların bu bilincin oluşmaması için yürüttükleri ideolojik faaliyeti, baskı ve şiddetle önleyici önlemlerini, burjuva ideolojisinin sürekli hakimiyetini görmezden geliyor, işçi sınıfı bilincinin üretim ilişkileri içinde ve kendiliğinden zorunlu olarak oluşacağını varsayarak, işçilerin içinde, taleplerini esas alarak yürütülecek politik çalışmanın ve örgütlenmenin önemini gözardı ediyor, hemen akabinde de, bu durumu, işçilerin sosyal sınıf kimliğinin reddi için dayanağa dönüştürmeye çalışıyorlar. Toplumsal sınıflardan söz edilmesini “tarihin ve gerçeklerin gerisine düşüş” olarak gösterip “ekonominin gerekleri”nin, “ulusal çıkarlar”ın ve “etnik, dini kültürel kimlikler”in toplumsal ilişkilerin merkezine yerleştiğini ileri süren burjuva, burjuva liberal teorisyenler, işçilerin sınıf çıkarlarını esas alan örgütlenmeler içinde yeterince güçlü olarak yer almamalarını ve son on yıllarda bölgesel, ulusal, etnik kültürel kimlikler temelinde gelişen politikalara ilginin artmasını, burjuvazinin egemen sınıf konumundan sürdürdüğü kesintisiz ve çok yanlı faaliyetten soyutlayarak ve kendilerinin aynı doğrultudaki çabalarını gizleyerek, burjuvazi yararına yorumluyor; sermayenin işçi ve emekçilere karşı yaptıklarını işçilerin ve hareketinin zaafı ve olanaksızlıkları hanesine yazıyorlar.
Burjuvazi, açık ki, işçilerin farklı sektörlerde çalışmalarını, farklı etnik kökenden gelmelerini, farklı bölgelerden olmalarını, ‘kadrolu’, ‘sözleşmeli’ ya da ‘taşeron’ işçi olmalarını, eski-yeni, genç ya da yaşlı olmalarını; üretim sektöründe ya da hizmetler alanında çalışmalarını, onlara karşı bölücü bir silah olarak kullanır. Kapitalistler, “çalışma yaşamı”nı işçiye karşı, onu öteki sınıf kardeşlerinden “soyutlama”nın aracı olarak değerlendirirler. Ve bu durum, işçilerin önüne, işçi olma ortak paydasında bir ortak sınıf çıkarı oluştuğu ve kapitalistlerle ilişkinin ancak bu çıkarlar temelinde, bu sınıf çıkarı gözetilerek yürütüldüğünde gerçekten kazanımlara yol açabildiği bilinciyle davranma gibi bir sınıf sorumluluğu çıkarır. İşçilerin dinî, mezhepsel, etnik kültürel ve geleneksel ilişki ve etkilenmelerden bağışık olmadıkları; burjuvaziyle ve bir sınıfın fertleri olarak birbirleriyle ilişkilerinde bu etkilerin çeşitli biçim ve düzeylerde rol oynadığı ve kapitalistlerin de bundan yararlanarak onları birbirinden bölünmüş/ayrı tutmak isteyecekleri gözardı edilemez. Bu ‘sosyal gerçeklik”ler, işçilerin tüm bu “bölücü” ayrımlara karşı ortak sınıf tutumuyla hareket etmelerini daha da önemli kılar.
Bu liberal oportünist teori, işçi sınıfının kendi durumunu algılama ve değiştirme çabasını nesnel sınıfsal varlığından koparıyor; işçilerin içinde yer aldıkları üretim ilişkilerinin kendilerine ancak emekgüçlerini satarak yaşama olanağı tanıdığını; emekgüçlerini satamadıkları durumlarda açlıkla karşı karşıya geldiklerini, bu ilişkiler içinde gördüklerini, kapitalistlerin toplumsal çıkarları değil kârlarını esas alarak, bu temelde ücret ve çalışma koşullarını belirlediklerini ve kendilerinin yarattıkları artı-değeri sermayeye dönüştüren kapitalistleri sırtlarında beslememek ve yaşatmamak gereğini, ancak bu ilişkiler zemininde anlamaya başlayarak, buna karşı tutum geliştirdiklerini görmezden geliyor. Bu teori, sınıf deneyiminin, toplumsal üretim ilişkileri içindeki sınıfların ilişkileri zemininde; sosyal-ekonomik ve politik karşıtlık ve çatışma içinde edinildiğini ve ortak sınıf çıkarlarının da, ancak üretim ilişkileri içinde tutulan yer-konum temelinde tanımlanabileceğini gizliyor. Politik-kültürel alandaki tutum ve anlayışları öne çıkararak, işçilerin kendi durumlarının bilgisine ulaşmalarını ve patronlarıyla aynı konumda bulunmadıklarını ve bulunamayacaklarını görerek, kendileri gibi olanlarla birlikte hareket etmenin önemini kavrayarak, sınıf birliği oluşturmalarını küçümsüyor ve önemsiz gösteriyor. Oysa sınıf tutumları, ancak sınıf ilişkileri zemininde; sınıf ilişkileri de, üretim sürecindeki konumlar ve üretim araçlarıyla ilişkiler üzerinden şekillenirler. Sınıf çıkarları ve tutumları, mülksüzleşme ve emekgücünün metalaşması sürecinde belirginleşerek olgunlaşır ve sınıf mücadelesi alanından başka bir alanda bunun gelişmesinin olanağı yoktur.
Kapitalist emperyalizmi “çelişkisiz yeni bir refah toplumu” olarak gösteren burjuva, burjuva liberal propaganda açısından da, işçi sınıfının kendi durumuna yaklaşımı, tutumu, konumu, kültürü ve “ahlakı”nın değişime uğradığından hareket ettiğini söyleyerek, onun “üretim ilişkileri içindeki konumuna bağlı bir değiştirici rolünden söz edilemeyeceğini” vaaz eden eklemlenmiş “devrimci propaganda” açısından da, kriz, denebilir ki, yeni bir “çözücü” oldu! Kriz, bu iddialar yığınının dayanaksızlığını bir kez daha kanıtladı. Hızla işinden olanların milyonları bulan kitlesinin ortak toplumsal özelliğinin “işçi olmaları” olduğunu gösterdi. Fabrikada, atölyede, bankada, kredi kurumunda, emlak bürolarında ya da başka alanlarda, işten atılanların ve yoksullaşmaya itilenlerin çok büyük çoğunluğu işçiydi ve diğerlerinin de çok büyük kesimi, kaderleri işçilerin kaderleriyle ortaklık gösteren emekçilerdi.
Şimdi işçi sınıfının önünde, kapitalistlerin kriz gerekçeli olanlarıyla takviye edilmiş saldırılarını püskürtmek ve “iş ve aş derdi” başta olmak üzere, sosyal-iktisadi talepleriyle siyasal özgürlükler mücadelesini birleştirerek ilerlemek gibi bir zorunlu görev duruyor! İşçi ve emekçiler için, denebilir ki, sosyal-politik ve iktisadi alandaki her şey, bu mücadelenin seyrine bağlanmıştır. İşçiler, ücretlerinin artırılması ve düşürülmemesi, çalışma süresinin teknik ayarlamalar aracıyla veya doğrudan saat olarak uzatılmaması, işten atmaların yasaklanması, kredi borçlarının iptali, asgari ücretin işçi ailesi ve insani yaşam koşulları dikkate alınarak belirlenmesi, kamu emekçileri, ücretlerinin artırılması ve toplusözleşmeli-grevli sendika hakkı, küçük üreticiler, faizsiz destek kredileri ve borçlarının iptali talepleriyle hareket ederek bu muhalefeti birleştirebilirler. Kriz, işçi sınıfıyla birlikte çok geniş bir emekçi kitlesini; kent küçük burjuvazisini, “memur” olarak adlandırılan kamu çalışanı emekçileri –ki bunların büyük bir kesimi hizmet işçisi konumundadır–, küçük üreticiyi ve daha birçok kesimi yoksulluğa iter ve işsizlik tehdidiyle karşı karşıya getirirken, birlikte mücadeleye atılmalarının nesnel zeminini de genişletmiştir. Her kesim, bu mücadele birliği içinde, elbette öncelikle kendisinin acil talipleriyle yer alacaktır ve bu acil taleplerin, işçi sınıfı ve öteki emekçi kesimleri açısından birleştirici olmaları önem taşımaktadır.
2008 Dünya iktisadi krizinin ilk “adımları”nın 2000’li ilk yıllarda atıldığı, aşırı üretimin ilk sonuçlarının ABD ekonomisinin önemli sektörlerinden biri olan inşaat-konut alanını etki altına aldığı, bunun da finans krizini körükleyerek genişlediği ve Avrupa ile Asya’nın önemli kapitalist ülkelerini de kapsayarak yayıldığı bugün artık kabul edilmektedir.
Hristiyan yardım kuruluşu Secours Catholiıue adına yapılan açıklamada şunlar söyleniyor: “2007 yılında 1.4 milyon kişiye yardım ettik. Giderek daha çok aile merkezlerimize başvuruyor ve yiyecek, giysi yardımı talep ediyorlar. 650 tane yardım dağıtım merkezimiz var. Başvuranlar arasında ‘yeni yüzler’ bulunuyor. Emekliler, ‘yoksul işçiler’, öğrenciler en çok başvuranlardır.”