liberalize kavramlar ve gerçek

 

Duyumlarımız ve algılarımızda kavramlara yer yoktur. Kavramlar, tam da bundan sonra ve süreçler üzerinden ihtiyaç haline gelirler. Sonrasında kavramsız olmaz. Kavramlar olmadan, kavramlaştırmadan, kavramsallıklar oluşturmadan, aynı anlama gelmek üzere soyutlamalar yapmadan düşünemeyiz.

Kavram soyutlamadır. Neyin soyutlamasıdır? En özet yanıtla, gerçeğin. Ama gerçek, her şeyden önce maddidir. Öte yandan, her şeyden önce, bir kez olmuş olduğu gibi değildir; hareket halinde ve değişkendir. Görelidir, koşullarıyla vardır. Üstelik başka gerçeklerle bir aradadır; bağıntılıdır. Ve insanın düşünme organı olarak beyni, bu nitelikleriyle gerçeği, kuşkusuz özellikle avadanlıklar aracılığıyla geliştirilebilir olan duyu organlarıyla görüp işiterek… ve deneyler vb. yardımıyla, kuşku yok ki, özellikle başlangıçta bölük-pörçük, bağlantıları olmadan, anlık kesitler halindeki görüş ve duyuşlar olarak ya da sanki hareketsizmişcesine, koşullarıyla birliği ve neden-sonuç ilişkilerini görmeden vb., gözlemleyerek algılar. Algının ardından, önce işaretler ve giderek, anlamlanması yüzeysellikten çıkıp derinleşerek sistemli hale gelen sesler, sözcük ve cümlelerle, somuttan soyuta izlenen süreç içinde, ortak temelini emeğin oluşturduğu elin gelişmesi ve kullanılmasıyla koşutluk halinde, onsuz düşünmenin olamayacağı dilin de gelişimiyle, tamamen toplumsal bir süreç olarak, (başkalarına) aktarma, iletişim ve anlama gelir. İletişim kurmak ve anlamak üzere düşünmek (ve tersinden, iletişerek düşünmenin ilerlemesi) için zorunlu olan dilin kendisi kadar, düşünmenin kendisi de soyutlama süreçleridir. Tanımlar, kavramlar, kısacası soyutlama, hem iletişim hem de düşünmenin gerekleridir. İki ayağı üzerine dikilip serbestleşen elini kullanarak, sürüden topluma geçmeye (insanımsıdan/maymunumsudan insana) ilerleyen insan, birlikte emek harcayıp yaratarak ya da üreterek, başka bir söyleyişle maddi gerçeği, dünyayı kıyısından köşesinden değiştirmeye girişerek, bu süreçte, birbiriyle, birbirini anlama ilişkisi de kurmak üzere iletişen ve toplamı olarak toplumsallaşan insan olarak, hem maddi gerçeği, hem kendisini, hem de ilişkilerini anlamaya adım atar. Hayvandan ayrılma sürecidir bu; ve geriye, insanın, kuşkusuz insan toplumunun yabanıllıktan bütünüyle kurtulmak ve kendi kendisinin efendisi olarak hayvanlıkla tüm bağlarını koparmak, ve belirli bir anlamda, tam insanlaşmak üzere komünizme ulaşması kalır.* İnsanın hayvandan ayrılması sürecinin bütünü kadar, hayvandan az-çok ayrılmış, örneğin ileri düzeyde toplumsallaşmış emek ve üretim koşullarının bugünkü insanının algılarıyla anlaması ve iletişim kurması, düşünmesi ve bilmesi süreci de böyledir. Birincisi daha tümel, kapsayıcı bir süreçtir; diğeri, onun içinde, daha alt süreçleri oluşturur. Ancak kesindir ki, yalnızca algıyla anlanamaz ve bilinemez. Bunun için düşünmek, üstelik bu ancak toplumsal bir etkinliğin unsuru olarak olanaklı olduğundan, toplumsal bir düşünme süreci ve öyleyse soyutlamalar ve soyutlamanın unsuru olarak kavramlar zorunludur.

İnsanı tam insanlaştırmak üzere bu geriye kalansa, asıl olarak pratik harekettir. Tıpkı düşüncelerimize zemin sağlayan algılarımızla (ilerleyen süreçte, anlayıp kavrayarak eğitip yönetmeye koyulduğumuz algılarımızla daha gelişkin, daha tam haliyle ve daha olduğu gibi) beynimize yansıyan maddi dünyanın, maddesel gerçeğin pratik hareketi açısından geçerli olduğu gibi, pratik bir insanlaşma hareketidir bu. Bu hareket, “parçalanmış insanlık” ya da sınıflı toplum koşullarında, ileriye yürüyüşün, tam insanlaşmanın, sadece ve sadece, kapitalist karşıtlığın “yıkıcı” ve “olumsuz” (ama insanlaşmanın yapıcı ve olumlu) yönü olarak işçi sınıfının hareketi olarak olanaklı oluşu nedeniyle, tüm maddiliği ve nesnelliğiyle işçi hareketi olarak şekillenir. Marx’ın dediği gibi, “komünist hareket tamamen pratik maddi bir harekettir.”

Ancak hareketin bu pratikliği, kuşkusuz maddiliği, onun ne düşüncesizce bir hareket olduğu, ne de aynı zamanda düşünsel bir hareket olmadığı anlamına gelir. Maddi pratik bir hareket oluşunun anlamı; zorunlu tarihsel bir hareket olarak gerçek maddi temellere sahip olduğu ve moral bakımından küçümsenmeyecek olumsuz etkilere neden olan SSCB’nin çöktüğü konjenktürden beslenerek “sosyalizmin öldüğü”nün ileri sürüldüğü günümüz koşullarında, bu yönüyle yürütülen tartışmalar dikkate alındığında, “yitip gitmek” ya da “ölmek” bir yana, tersine, öznellik ne olursa olsun, komünist hareketten, gelişmesi, kapsayıcılığı ve başarısından kaçınılamayacağıdır.

 

*

İnsan ve şüphesiz insan toplumunun, yaradılış ve günümüzde yerine geçirilmeye uğraşılan “akıllı tasarım” tez ya da teorilerinin ileri sürdüğü idealist kavram ve fikirlerin doğa, toplum ve insanın kendisi ve düşünme süreçlerini anlaşılmaz kılma girişimlerinin de nesnel olarak üstesinden gelinmesini de koşullayarak, geçmişten geleceğe evrildiği kuşkusuzdur. Ayağa dikilip ellerini kullanmayı geliştiren özel bir maymun türünden hayvanlıktan tümüyle kopacak insana… Ama doğayla insanlaşma uğraşındaki insan arasındaki ilişkiyi ilgilendiren bu genel süreç, daha başlangıcından itibaren toplumsal bir süreç de olmuş; insanal ihtiyaçlarını karşılamak için doğaya müdahale ederek onu dönüştürmeye yönelen insanın kendisini dönüştürmesini de kapsadığı gibi, insanın doğayla mücadele içinde geliştirdiği üretici güçlerle doğanın bu dönüştürülmesinde (başlıca, üretim) insanların toplumsal olarak birbirleriyle ilişkilenmesinin, üretim ilişkilerinin (başlıca, mülkiyet ilişkileri) karşılıklı etkileşimine (ilişkisine) bağlı olarak, sınıflar halinde bölünerek gruplaşan insan grupları arasında toplumsal bir çatışma ve mücadele süreci olarak da şekillenmiştir.

Başlangıçta, gelişmemiş üretici güçleriyle, insanların kendilerine yetenden fazla bir artı üretemedikleri yoklukta (ilkel) komünal ilişkiler içinde yaşayan, mülkiyet kavram ve fikrinin bile oluşmadığı insan toplumu, üretici güçleri gelişip doğayla ilişkileri, ona müdahalesi arttığı, hayvanları ehlileştirip kendi hizmetine koşmayı başararak hayvancılık ve toprağa az-çok uygulamaya başladığı aletleriyle tarımsal üretim ortaya çıkıp ilerlediğinde, insan, kuşkusuz insan toplumu, ardından, yüzyıllar boyunca, önce eski “altın çağı” özleyip arayacağı, sonra da inkar olunanın inkar olunması için kavga vereceği ilk büyük toplumsal inkara tanıklık etti.

Çalışmadan ve emek harcayarak üretenlerin ürettiklerinin bir bölümüne el koyarak yaşamayı, bunu elde edebilmek üzere egemenlik kurmayı ve bu egemenliği, üretimi, kendi çıkarına ve şüphesiz ürünlere mümkün olduğunca el koyabilmeyi sürdürmek üzere garanti altına almayı olanaklı kılan üretim fazlalığının, artı ürünün ve peşi sıra ürün değişimi olarak ticaretin ortaya çıkması; toplumsal örgütlenmenin yenilenmesine götürdü.

Komünal ilişkiler parçalandı. Dayanışma halinde doğayla mücadele içinde yaşayan insan toplumu parçalanıp çözüldü. Mülkiyet kavramı ve fikrine kaynaklık ederek özel mülkiyet ve mülk sahiplerinin yönetme aygıtları olarak devlet, egemenlik ve iktidar kavram ve fikriyle birlikte doğdu.

Artık egemenler ve yönetilenler, bunun sosyal temeli olarak sömürenler ve sömürülenler vardı. İnsanın doğayla ilişkisi ilerleyip geliştikçe, üretici güçler yenilendikçe, üretici güçlerle üretim ilişkileri arasındaki “uyum” yeniden bozuldu; ancak bu kez mülkiyet ilişkileri değişecekti.

İlk sömürme ve mülkiyet ilişkisi olarak köleleştirme ve kölecilik yerini serfliğe, feodalizme; sonra, üretici güçlerdeki gelişmelerle (başlıca, buhar makinesi) o da yerini kapitalizme bıraktı.

Sömürünün ve mülkiyet ilişkilerinin biçimi değişerek, sonunda, ilk inkarın inkar olunmasının olanaklarının ortaya çıktığı noktaya (işgücünün de metalaştığı kapitalizme) varılmıştı: Gelişen; özel mülkiyete sahip olanların sömürü ve egemenlik koşullarında, sömürücü egemenler ne denli kendi çıkarlarına koşarlarla koşsun ve sömürü ve egemenlik koşullarının devamı için gelişmesini ne denli engellemeye çalışırlarla çalışsınlar, gelişen üretici güçlerin çoğalıp büyümesi öyle bir noktaya varmıştı ki, tıpkı ilk gelişme atılımının ortaya çıkardığı fazlalığın, artı ürünün, özel mülkiyet, sömürü ve egemenlik ilişkilerini koşullaması gibi, bu kez, yine aynı üretici güçlerdeki ilerleme ve atılım, artık birbirinin yerini alarak insanlığının ezici çoğunluğunun yüzyıllar boyu sefalet ve baskı altında yaşamalarına mal olan son özel mülkiyet, sömürü ve egemenlik ilişkisi olan kapitalizmi gereksiz kılıyor; bu gelişme, kapitalizmin başka türlü yapamadan çoğalttığı modern sömürülen sınıf olarak işçi sınıfına, kendisini varedip çoğaltan kapitalizmin “mezarını kazma” ve onu “eski eserler müzesine gönderme” tarihsel rolünü yüklüyordu. Başlangıçta, gelişmemiş üretkenlik ve geri üretim koşullarında ilk ortaya çıktığında sömürü ve özel mülkiyetin ortaya çıkmasına yol açan artı ürünün, artık, tersine, giderek kapitalist “boyunduruğuna” sığmaz olan, gelişmesinin önü yalnızca kapitalist ilişkilerce kesilen son derece gelişkin üretici güçlerle artan üretkenlik ve üretimin kendisinin bentlerinden kurtulmuş baş döndürecek bir gelişmesi için –son sömürü ve özel mülkiyet ilişkisi olan kapitalizmle birlikte– ortadan kalkması, tarihsel bir zorunluluk haline gelmişti: İnkarın inkarı zorunlu ve kaçınılmazdı.

 

*

Bu kısa özet, tüm bir insanlık tarihinin, kendisi ve koşullarından tüm kavram, fikir, tez ve teorileriyle birlikte bütün bir düşünsel (ve duygusal); ideolojik, kültürel, bilimsel, ahlaki, hukuksal vb. yönleriyle, mantık ve düşünme biçimleri de içinde, bütün bir düşünce tarihinin de türediği genel sürecine, onun maddiliğine, nesnelliğine ilişkin. Komünist hareketi de, bütün kaçınılmazlığı ve zorunluluğuyla maddi pratik bir hareket yapan, bu maddi süreçten başkası değil: Komünist hareket, ilk pratik işi olarak, önüne mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesi işi tarihsel olarak konulmuş olan, insanın, kuşkusuz belirli bir anlamda hayvanlar alemiyle bütün bağlarını koparıp kendisinin efendisi olacağı, dergimize de adını veren özgürlük dünyasının yaratılması hareketidir.

Ancak özetten de anlaşılacağı gibi, kavram, fikir ve teorileriyle birlikte bütün bir insanlık tarihi, henüz sınıfların ortaya çıkmadığı başlangıç dönemi bir yana, daima, bir çatışma ve hesaplaşma süreci olmuş, geçmişten geleceğe, komünist hareketin tam zaferine kadar sınıf mücadeleleri tarihi olarak şekillenmiştir ve şekillenecektir.

Bir yandan tamamen maddi, nesnel bir çatışma olarak gelişen ileri (ve kuşkusuz ilerici) üretici güçlerle geri (başlangıçta ilerici olmakla birlikte, durmaksızın gelişen üretici güçlere ayak uydurup ilerlemeyen ve kuşkusuz gericileşen, gerici) başlıca mülkiyet ilişkileri olan üretim ilişkileri arasındaki çatışma…

Ve diğer yandan insanın doğayla olan bu karşıtlık ve çatışma üzerine kurulu toplumsal ilişkisinden yansıyan, ama kesinlikle pasif bir yansı olmayıp, karşı etkisiyle, doğanın dönüştürülmesi içinde, bütün bir iktisadi sosyal maddi zeminin değişip dönüşmesini etkileyen, devleti de kapsayan ve üstyapı denen bütün bir alanı oluşturan bilinç ve düşünce alanındaki ideolojik, felsefi, ahlaki… çatışma.

Öncesini, yazının boyutlarını zorlamamak üzere bir yana bırakarak, ilgimizi günümüze yoğunlaştırdığımızda, insanlığın sömürüye dayalı son toplumsal örgütlenmesi olan kapitalizmin sosyal bakımdan iki temel karşıtının, burjuvazi ve proletaryanın maddi (nesnel) olduğu kadar manevi (öznel, bilince ve düşünceye ilişkin) bir çatışma içinde de oldukları, kanıt gerektirmeyecek görünürlükte ortadadır. Günümüze gelinceye kadar çok sayıda düşünce akımı, teori ve tümünün kendisine dair tez, fikir ve kavramlarının ortaya çıkması/atılması ve kesintisiz mücadele ve hesaplaşmasıyla süren sömürenlerle sömürülenler arasındaki (kuşkusuz başta devlet olmak üzere politik, kültürel, ideolojik… maddi eklentilerin de bir taraf olarak dayanaklık ettiği) düşünsel çatışma önceki bütün toplumsal örgütlenmelerin de gerçeği olduğu kadar, çatışmayla ilerleyen bütün bu düşünce tarihinin oluşturduğu birikim, şimdi mirasçıları olan kapitalizmin iki karşıtı ve mücadelesinde temsil edilmektedir.

Örnekse, bilimin ilk (olgu ve bilgilerin sınıflandırılmasının gerçekleştiği) gelişme dönemlerinde, tüm değişmezciliği ve bağlantı kopartıcı sınıflandırıcılığıyla bile ilerletici bir rol oynayan metafizik, mekanizme dayanaklık eden belirli bir ilerici rol oynadıktan sonra idealist gericiliği beslemesinin ötesinde, günümüzde artık, bütün haşmetli gericiliğiyle, dünya, toplum ve olguların, tarihin ne olduğu ve nereden gelip nereye gittiğinin anlaşılırlığının önlenmesini sağlamayı amaçlayan bir burjuva düşünce akımı olan post-modernizme zemin sağlamaktadır. Berkeley’in bilinemezciliği, şimdi, kuşkusuz bilimin ulaştığı yeni bilgileri kullanıp, onlardan beslendiği görüntüsü vermeye çalışan çekiştirilmiş “kaos” ve “kuantum” teorilerinin* belirlenemezciliğinde yeniden diriltilmeye uğraşılmaktadır. Ya da genel olarak evrim ve insanın evrimine dair çok sayıda bilimsel bulguyla bilim tarafından püskürtülmüş eski yaratılışçı idealizm, hâlâ din bezirganlarınca kullanılmaya devam edilmesinin yanında, günümüzde, aynı zamanda, daha “ileriden” bir bilinç çarpıtma ve düşünsel etkileme aracı/akımı olarak, uluslararası burjuvazinin elinde, “akıllı tasarımcılık”a evrilmiştir. Son olarak, daha karmaşık bir örneğe, Sovyet sosyalizminin başlıca dayanaklarından olan ve milyonların inisiyatifi, karar alıcılığı ve uygulayıcılığının aracı durumundaki Sovyet örgütlenmesi fikri ve pratiğinin, sosyalizmin geçici olduğu kuşkusuz yenilgiye uğratılışının ardından, şimdi Dünya Bankası ajandalarında, varlığı ve kalıntılarını saldırısının temel hedefi kıldığı ve baskılayıp ilişkilerini durmaksızın tasfiye ettiği sömürücü burjuvazinin hizmetine koşulmuş tersyüz edilmiş haliyle, “katılımcılık” görüntüsü ardında emekçi kitleleri yedeklemenin aracı kılınmış “Kent Meclisi” ve “yönetişim” fikir ve pratiğine zemin sağlamak üzere çarpıtılmış kullanımında rastlıyoruz. Daha çok sayıda örnek verilebilir kuşkusuz.

 

*

EMEK YA DA…

Kuşkusuz tarihin cilvesi değildir: insanın, dilini geliştirerek konuşup iletişmeyi, tabii ki düşünmeyi ve öyleyse kavramlar üretmeye girişmesini de kapsamak üzere, insanlaşmaya yönelmesinin başlıca koşulu ve bu sürecin olanaklı hale gelişinin temel unsuru ya da hareket ettiricisi olan emek, insanın emek harcayarak doğaya müdahalesi, geçinmek ve varlık koşullarını geliştirmek için emek gücünü kullanması; bu gücün üretici güçlerin gelişme düzeyiyle tayin edilen hangi biçim altında kullanıldığı ya da üretimin hangi ilişkiler çerçevesinde yapıldığına bağlı olarak şekillenen toplumsal üretim ve örgütlenme sistemlerinin (gelmiş geçmiş tüm düzenlerin) nesnelliğinin ilk verisi, onları açıklayıcı ve anlaşılır kılıcı başlıca araç durumundayken, dolayısıyla toplumları düşünmeye, açıklamaya, bunun gereği olarak kavramlar kullanmaya buradan başlamak zorunluyken, gördüğümüz nedir? Bırakalım “emek”ten başlamayı, toplumların, toplumsal olay ve olguların moda açıklamalarında “emek”e yer verilmekte midir?

Kapitalizmin, uluslararası burjuvazinin konuya ilişkin tutumunun açıklayıcısı bir gelişme yeni gazete sayfalarına yansımış bulunuyor. On yıllar sonra, İLO’dan (Uluslararası Emek (ya da Çalışma) Örgütü) uluslararası burjuvazinin yönetici merkezlerinden DTÖ’ye (Dünya Ticaret Örgütü) devrolunan Cenevre’deki merkez binanın duvarlarına ’30’lar ve ’40’larda yapılmış emek ve emek süreçlerine ilişkin tüm resimlerin üzerlerinin önce sıva, sonra tahta ve boyalarla kapatılmış olduğunu öğreniyoruz. Bu çarpıcı örnek, burjuvazinin “emek”e yaklaşımının göstergesidir.

Uluslararası işçi hareketi ve sosyalizmin Kruşçev’le birlikte aldığı –kuşkusuz geçici– yenilgi ve on yılları kapsayan kapitalizmin restorasyonu sürecinin ardından Sovyetler Birliği’nin çöküp dağılmasının cakası ve damarlarına doluşturduğu “taze kan”la pervasızlaşmış ve emeğe ve haklarına her alanda yok sayıcı ve azgın bir saldırı örgütlemiş olan uluslararası burjuvazinin düşünce ve öyleyse kavramlar alanında da emeğe saldırmaması, onu sözlüğünden silmeye girişmemesi düşünülemezdi. Öyle olmuştur. Eskiden emek yok farz edilemezdi. Tersine onunla uzlaşmalar aranmak, tavizler verilmek zorunluluğundan kaçınılamazdı, kaçınılamadı. “Sosyal devlet”, emek “kalesi”nin içten çökertilmesi çabaları, emeğin aristokratlarının, bürokratlarının yaratılıp beslenmesi tutumu, bunun gereği olan “ücret sendikacılığı” vb. gündemdeydi. Emek ve temsilcisi işçi sınıfı kendisini dayatmakta ve tavizler koparmaktaydı. Sovyetler Birliği ve bir dizi ülkede ise bütün gidişatı belirliyor, toplumsal gelişmeyi damgalıyordu.

 Ama bugün burjuvazi tavize ihtiyacı olmadığı varsayımıyla davranıyor. Mevzisini en “ileri”den kuruyor: Şimdi artık emek yok ona göre. Yaratıcı ve üretici olan emek değil! Ne yaratılıyor, ne üretiliyorsa tümünü sermaye yaratıp üretiyor. Adam Smith ve David Ricardo, yetersizlikleri bir yana, kapitalizmin bu ilk açıklayıcıları, biliniyor, açıklamalarına “emek”ten başlamışlar, sonradan Marx tarafından eleştirilen kendi emek tanımlarını yapmış ve politik ekonominin incelenmesinde buradan ilerlemişlerdi. Hatalı ele alınışları bir tarafa, üretim ve değişim süreçleri, sermaye ilişkileri, emek süreçlerinden koparılarak anlaşılmaya ve anlatılmaya çalışılmamıştı onlar tarafından. Toplumsal iktisadi süreçler bu iki kapitalist iktisatçıda da emeksiz salt sermaye süreçleri değildi. Sonra gelen kapitalist ideolog iktisatçı İ. Schumpeter bile emeği yok sayan, üstelik tek “yaratıcı” sermaye iddiasında bulunmamıştı. Şimdiyse böyledir. Şimdi Tayip gibileri, -temsil edip etmiyor olmaları ayrı sorundur- emeğin temsilcileri görüntüsündeki sendikacılara yalancılıkla suçlayıp küfrederken, emek, fabrikalarda “personel müdürlükleri” kapsamında ve kavramsal düzeyde ya da teoride, sadece banka ve işletme yazışmalarında değil, ama Dünya Bankası ve IMF vb. örgüt belge ve materyallerinde de “insan kaynakları” başlığı altında geçmektedir.

Peki “emek”in, özellikle S.B’nin çöküşü sonrası şaha kalkan neoliberal dalga ve ideolog ve iktisatçılardan fazlasıyla etkilenip feyz alan, daha ötesine geçip emeğe ve halka yönelik bozuşturucu etkinliklerinde doğrudan bu akımın uzantısı durumundaki sol liberaller ya da liberal solcuların sözlüğünde karşılığı var mıdır? Zaman zaman dillerinin ucuyla ve yalnızca olumsuzlamak için emekten söz ettikleri olmaktadır: Örneğin, üretimin niteliğinin  maddi üretimden manevi üretime doğru bir seyir izlediğini ileri süren “İmparatorluk” yazarları Michael Hardt ve Antonio Negri gibi, türettikleri “çokluk” kavramını ve “formel emek” ve “informel emek” ayrımını *, buna bağlı olarak artık “sanayi ötesi toplum” ya da “bilgi toplumuna” geçildiği kanıtsız iddiasını dayanak edinerek, emeğin artık nasıl üretken maddi bir güç olmaktan çıktığını ve nasıl kapitalizmde onun, ete kemiğe bürünmüş hali ve cisimleşmesi olan işçi sınıfında cisimleşmiş olmaktan uzaklaşarak işçisizleştiğini kanıtlamak üzere.. Ve sadece artık “endüstri ötesi toplum”a, bir “enformasyon toplumu”na dönüştüğü ileri sürülen kapitalizmin sonsuzluğunu (!) kanıtlamaya yönelmiş son derece pratik amaçlı “derin” teorik analizler geliştirirken. Veya “yakın tarihten” Türkiye’den bir örnek olarak, homoseksüellerden tutun her yönüyle kimliklerle sorun ve taleplerine varıncaya kadar değinmediği sorun kalmamışken bir tek emekle sorun ve taleplerine değinecek yer ve zaman bulamayan Baskın Oran ve “birey olmak” üzerine oturttuğu 22 Temmuz seçim kampanyası gösterilirse haksızlık yapılmış olunmaz. Birey ve hakları evet, insan ve hakları evet, kimlikler ve hakları evet, ötekiler, dışlanmışlar vb. vb. tümüne evet, ama emek ve hakları perspektif dışı. Üstelik belirleyici olması ve eksen edinilmesi gerekirken…

Amaç nedir? Neden tüm açıklamalar emeksizleştirilmiştir? Ya da emek ve rolü, ondan en fazla söz ediliyor göründüğü tez ve teorilerde bile, neden maddi olmayan, enformel, manevi vb. emeğe ve onun, cinsel, kültürel, etnik, dinsel vb. kategorilerden biri düzeyine indirilmiş emeğin maddi türü üzerindeki “hegemonyası”na ya da düpedüz sıradanlığa peşkeş çekilmektedir? Bunun, kapitalizme ileri ölçüde biat etmekten, öyle ki, onu karşıtından ve dolayısıyla sonu ve yıkılışından, alternatifi olan sosyalizmin sadece baskısı değil, örgütlenmesi ve kapitalizmin yerini almasının kaçınılmazlığı fikrinden işçi ve sömürülen yığınları uzak tutmaktan, liberal solcular bakımından da kapitalistlerin onların gözünü bağlama uğraşlarına katılmaktan başka anlamı olabilir mi?

Kim ne derse desin kapitalizmin yıkılışının önüne geçilebilir mi? Bu çabaların anlamı, kaçınılmaz yıkılışı ancak geciktirmek olabilir ki, yapılan da budur.

Bilinir kapitalizm, emeğin ve üretimin artık tarihsel olarak miadını doldurmuş en üst örgütlenme biçimlerinden biridir. Emeğin ücretli emek halini aldığı, bunu, bireysel üretim aletlerinden kopartılan emek gücünün de metalaşmasının olanaklı kıldığı, ama bunun, aynı zamanda üretici güçlerin gelişkin bir gelişme düzeyine denk düşerek emeğin ve kuşkusuz üretimin toplumsallaşmasının ileri ölçüde gelişmesi anlamına geldiği ve bizzat emek ve üretimin bu toplumsallaşmasının, emeği üretken olmaktan çıkarıp niteliksizleştirmek bir yana, mülkiyetin özel kapitalist biçimiyle karakterize toplumsal örgütlenmeyi ve toplumun sırtında gittikçe daha çok tahammül edilmez hal alan kapitalist kabuğun kırılmasını dayattığı bir tarihsel toplumsal örgütlenme biçimi.

Emek ve üretimin bugünkü toplumsallaşmasının artık mülkiyetin özel kapitalist biçimine dayalı kapitalist üretim biçimiyle, kapitalist toplumun sürgit devamıyla bağdaşması olanaklı değildir. Ama kapitalizmin “sonu olmadığı” da ilan edilmiş ve burjuva solundan da alınmış destekle, kapitalizmin bu alternatifsizliği, nesnel gerçeği değiştirip bozuşturmaya yönelmiş emeksizleştirilmiş kavramlar ve düşünme tarzıyla en başta işçi sınıfına dayatılmaya çalışılmaktadır.

Olacak dua olmadığı ve nesnelliğin duvarına çarpmaktan kaçınamayacağı açıktır. Hangi burjuva ideolog, emeksizleştirilmiş ya da “manevi emeğin hegemonyası” iddiasını ifade eden kavram ve düşünsel kurgular ürünü örneğin “işçisiz fabrika” spekülasyonunu, sömürü oranının olağanüstü artırıldığı koşullarda, asgari ücretin altında ücretlerle ve sosyal haklardan yoksun binlercesinin çalıştırıldığı fabrikalarda üretmeye ve izbe barınaklarda barınmaya zorlanmış işçilere kabul ettirebilir? Hangi ideolog, Türkiye’de, 12 milyonluk kitlesinin ezici çoğunluğu 12-13 saat ve daha fazla fabrika ve atölyelerde kol gücünü kullanarak çalışan işçileri, işçi sınıfının dağılıp parçalanmakta olduğuna, hatta ortadan kalktığına ve örneğin artık enformel emeğin kas-sinir ve beyin gücüne dayalı emeğin önüne geçip yerini aldığına ya da bir tür “hegemonik” konum elde ettiğine ikna edebilir? Bozuşturulmuş kavramlarıyla bu çabanın kafa karıştırıcı olduğu ortadadır. Ama boşuna olduğu da ortadadır.

 

İŞÇİ SINIFI YA DA…

Emek ve işçi, kuşkusuz işçi sınıfı kavramlarının, kategorik olarak bağlantılılığı ve iç içe girmişliği gerçektir. Günümüzün, kapitalizmin emek türü ücretli emektir, işçidir. Bundan, kapitalist toplumlarda başka tür herhangi emek harcanmadığı anlamı ya da sonucu çıkmaz. Kapitalist Türkiye’de örneğin kır ve şehir küçük üreticilerinin bireysel emeği hala güncel bir gerçek olmasına, hatta feodalizmin kalıntısı emek biçimleri olarak angarya vb.’ne rastlanmasına karşın, sadece ağırlıklı değil ama damgalayıcı emek türünün ücretli emek olduğu tartışmasızdır. Öyle ki, kapitalizm kıra ve tarıma da girmiştir ve küçük üretimi de parçalamakta, çok sayıda küçük üretici proleterleşmekte, örneğin mevsimsel olarak ve yaygın şekilde Çukurova, Karadeniz, Ege’ye tarım işçiliğine gitmekte ya da Zonguldak ve Soma-Tavşanlı’da olduğu gibi madenlere başka yerlerde bir kısmı kadrolu, çoğu geçici işi olarak şeker, sigara vb. fabrikalarına yönelmektedir.

Ve Türkiye işçi sınıfının kitlesi 12 milyona varmıştır. Dünyadaysa milyarlarla ifade olunmaktadır.

Ve “emek”i kavramsal düzeyde yok sayan neoliberal bozuşturuculuk işçiyi de, işçi sınıfını da yok saymaya yönelmiştir. İşçi sınıfı, tıpkı toplumların tarihsel şekillenişindeki belirleyiciliği yok sayılarak, “emek”in başına örülmeye çalışılan çorapta olduğu gibi, kapitalizmin gelişmesiyle çoğaltılan, onun burjuvazi ile uzlaşmazlık halindeki, sosyal bakımdan tanımlayıcı iki karşıt unsurundan biri olmaktan, örneğin Hardt ve Negri’ye göre çıkmaktadır/çıkmıştır. Saldırının, kapitalizmin açıklanıp anlaşılamaz hale getirilmesini ve ömrünün uzatılmasını amaçladığı ortadadır. Ancak işçisiz ya da işçisizleşen, işçisizleşebilecek kapitalizm olanaksız olduğu kadar, kapitalizmi olanaksızlaştırma, bunun ilk adımı olarak kendisini egemen sınıf olarak örgütleme ve mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesini ilk görev olarak benimsemeye tarihsel bakımdan yükümlendirilmiş işçi sınıfının, yeni kavramsal kurgularla tarihsel özne oluşunun nesnelliğinin üzerinden atlanabilmesi olanağı da yoktur. Kapitalizmin üzerinde yükseldiği uzlaşmaz karşıtlık, emek ve üretimin gidererek toplumsallaşmasıyla giderek daha az elde toplanan mülkiyetin özel kapitalist biçimi arasındaki karşıtlıkken; bu çelişmenin, çelişme çözülmeden yerini başka bir çelişmeye ve onun niteleyeceği bir başka toplumsal sisteme bırakması ne denli olanaksızsa, çelişmenin iki çelişik yönünden biri (burjuvazi ya da sermaye) varlığını sürdürürken diğerinin (işçi sınıfı ya da emek) ortadan kalkması ya da kalkmaya yönelmesi de en az onun kadar olanaksızdır. Ama örneğin Hardt ve Negri bu iddiadadırlar ve işçi sınıfının yerine “çokluk” dedikleri “yeni bir tarihsel özne”yi geçirmişlerdir bile!

Artık sanayi proletaryasının işçi sınıfı içindeki tayin edici konumunu kaybettiği iddiasında bulan toplumsal hareket sendikacılığı, farklılıklara dayanan otonom örgütlenme modelleri, kimlik siyaseti, sivil toplumculuk vb… türü türev sapkınlıklar, bu bayların “çokluk”ta kavramlaştırdıkları yeni özneye uygun sapkın “yürüyüş yolları” olarak, kafaları karıştırılmak üzere, sınıfa ve emekçilere dayatılacaktır. Ya da zaten “çokluk” kavramı, ilk kez “İmparatorluk”ta ortaya atılmak ve ardından “Çokluk – İmparatorluk Çağında Savaş ve Demokrasi” adlı ikinci kitaplarında geliştirilmek üzere Seattle’daki Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) protestoları ile başlayan “küreselleşme karşıtı hareket”in yükseliş döneminde kaleme alınmıştı. Ve neoliberal bozuşturuculuk işlevi üstlenmiş bu baylar, örgütlenmeye yatkınlık etkeni olarak birleştirici ne varsa tümünü farklılıklar vurgusuyla dağıtıp örgütsüzlüğü vaaz etmek üzere yalnızca işçi sınıfını değil “halk”ı da kavramsal düzeyde geçersizleştirmeye ve tümünün yerine “çokluk”u geçirmeye girişmişlerdir. Tanımları da şudur:

Çokluğu kavramsal düzeyde, halk, kitleler ve işçi sınıfı gibi diğer toplumsal özne mefhumlarından ayırmalıyız. Halk, geleneksel olarak üniter bir kavramsallaştırma olmuştur. Nüfus elbette birçok farklılık tarafından belirlenir, ancak halk, bu çeşitliliği bir tekilliğe indirger ve nüfusa bir özdeşlik dayatır: Halk birdir. Çokluksa aksine çoktur. Çokluk, asla bir tekilliğe ya da tek bir özdeşliğe indirgenemeyecek sayısız içsel farktan müteşekkildir: Kültür, ırk, etnik köken, toplumsal cinsiyet ve cinsellik farkları kadar farklı emek biçimlerini, farklı yaşam tarzlarını, farklı dünya görüşlerini, farklı arzuları da kapsar. Çokluk tüm bu tekil farkların çoğulluğudur… (Hardt ve Negri, “Çokluk”…, sf. 12)

Ancak mücadelesinin hedefi olan kapitalizmi tanınmaz hale getirmeyi de (ve yerine başka kavramlarla ifade edilen başka hedefler de geçirmek üzere) kapsayarak kapitalizmin uzlaşmaz karşıtı ve dönüşümünün (yıkılışı ve yerini sosyalizme bırakmasının) tarihsel öznesi olarak işçi sınıfının yerine ikame edilenin, yalnızca “çokluk” kavramında toparlanan ve hemen çoğu çeşitli ezilenler (kapitalizm tarafından ezilenler) kategorilerini oluşturan kesimlerin “tekil farklarının çoğulluğu” vurgulanan dağınıklığı değildir. “Çokluk” da içinde hemen tümü uluslararası burjuvazi ve kapitalizmin hizmetindeki sol liberaller tarafından türetilen “öteki”, “ezilenler”, “çalışanlar”, “dışlananlar/dışlanmışlar” gibi bir dizi yeni üretim kavram da tarihsel toplumsal özne olarak işçi sınıfını geçersizleştirip onun yerine geçirilmek üzere önerilmiş ve kullanılmaktadır.

Sayılanların tümünün çok bilindik kavramlar olduğu, okurların kulağına hiç de yabancı gelmediği, ama aynı zamanda Marksist terminoloji yerine ikame edilmeye çalışılan, işçi sınıfını tarihsel özne olarak sahneden tümüyle silmeye yemin etmiş neoliberalizmin, kuşkusuz “küreselciliği”nin etkisi altında, Dünya Bankası vb. kaynaklı olarak geliştirilen “yeni” terminolojinin unsur ve kavramları olarak, başlıca liberal solcular tarafından yaygınlaştırılıp kullanıldıkları söylenmelidir.

Kürt ulusal çevrelerinin de yaygın olarak kullandıkları “öteki” ve “ötekileştirme” ne demektir? Neyi, hangi toplumsal süreç ya da olguyu açıklamakta, ne ifade etmektedir? “Öteki”li “beriki”li açıklama yöntem ve tarzının kendisi post-modernize belirsizleştiricilikle karakterize değil midir? Kimdir “öteki”? Kullanıcısına göre farklılaştığı ve belirsizliği tanımladığı ya da tanımlamayı belirsizleştirdiği ortada değil midir? Ezilme durumunda bir “özne”yi çağrıştırdığı, ama kimliğini ortada bıraktığı kesindir. “Ötekileştirme”nin ise, Marx’ın ünlü “yabancılaştırma” öğretisine atıfta bulunurcasına, meşruluk sağlama çabasının ürünü olduğu, ama bu yönüyle, tam da atıfta bulunur gibi yaptığı olguyu bozuşturmaya ve içini boşaltmaya yöneldiği için, kıvraklığı ve belirsizleştiriciliği karşısında uyanıklık gerektiği açıktır. “Öteki”, nasıl sunulursa sunulsun, emeğin ve işçi sınıfının; “ötekileştirme” de, yine nasıl pazarlanmaya çalışılırsa çalışılsın, emeğin yabancılaştırılması” yerine geçirilmek üzere ortaya atıldığı ve hiç de safiyane kavramlar olmadıkları kesindir.

“Öteki”nin, bir “beriki”ni varsaymakta olduğu bellidir; ama ikisinin de birden kimleri belirttiği belli değildir. Bunlar, her şey olabilir. (Örneğin Kürtler açısından Türkler karşısında Kürtler, kadınlar açısından erkek karşısında kadın, transseksüeller, homoseksüeller açısından insan türünün geri kalanı ve asıl iki cinsi karşısınd a kendileri vb…) Ama kesin olan, günümüz toplumsal sisteminin esasını değil, ancak “ötesini-berisini” tanımladıkları gibi, mücadelelerinin zeminini de (kapitalizm) sis perdesi ardında bıraktıklarıdır. “Öteki” kavramının üstünden atladığı, kapitalizmin nesnelliği ve bu nesnelliği karakterize eden uzlaşmaz karşıtlıktır. “Öteki” edebiyatı, iktisadi bakımdan emek ile sermaye, sosyal bakımdan işçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki karşıtlık ve bu karşıtlığın iki yanında ifade olunan çekiştirilemez ve durum ve çatışma belirtici kavramlar yerine tamamen düşünce ürünü, yani kurgusal, öyleyse her kurgucuya göre değişebilir belirsizliğin tanımlayıcı olmayan kavramları geçirmektedir. Kavramsallaştırma alanındaki bu “oyun”un, demirden nesnelliklere sahip işçi sınıfı ve burjuvazi kavramlarıyla birlikte, aralarındaki uzlaşmaz karşıtlığın niteliğini verdiği (aynı zamanda kavga zeminlerini sağlayan) kapitalizmi de kavramsal düzeyde belirsizleştirmekte ve günümüz sınıf mücadelenin zemini ve hedefi olmaktan çıkarmaya yeltenmektedir. Bu kavram “değiş-tokuşu”, nesnellikten hareket eden bilimsel terminolojinin, en iyimser haliyle, “öteki”nin “ötekileştirilmesi” ve dışlanmışlığına itirazla sınırlı ahlaki bir kurgunun terminolojisiyle değiştirilmesine denk düşmektedir.

Öte yandan “öteki” ve “ötekileştirme” kavramsallaştırması içinde “öteki” ile tanımlanan duruma ve “ötekileştirme”ye bir ahlaki itiraz da içkin ya da gizlidir. Bu kavramsallaştırmayla denmiş olmaktadır ki, “kimse kimseye öteki olarak yaklaşmasın”, “kimse kimseyi ötekileştirmesin”! Aralarındaki uzlaşmaz karşıtlıkla karakterize olan işçi sınıfıyla burjuvazi yerine “öteki”li açıklama ve tanımlama geçirildiğinde olacak olan budur: “Öteki gibi davranma”, “ötekileştirme”! Yani? Yani, anlaş, yani uzlaş! “Öteki”nin, uzlaşmaz karşıtlık halinden, uzlaşmazlık ve mücadeleden kaçınılabilirliği, bir arada olunulabilirliği ve uzlaşmayı içinde barındırdığı ve aslında bir uzlaşma çağrısı da olduğu görülmelidir. Bir amaç da budur: “Gül gibi geçinip gidebiliriz, neden bu ötekileştirme?”! Bu kavram, işçi sınıfını tarihsel özne olarak yok saymaya yönelik olduğu gibi, dolaysız olarak sınıf mücadelesinin geçersiz ilan edilmesidir de.

Aynı amaçla tedavüle sokulan bir diğer kavram “dışlanmışlar”dır. “Öteki”ye ilişkin söylenenlerin tümü “dışlanmışlar” açısından da geçerlidir. Bir farkla ki, yeni” bir liberal tarminolojinin unsuru olarak kullanılmadan, ajitasyon değerine sahip bir sözcük olarak, örneğin işçi sınıfının, emekçilerin dışlanmasından söz edildiğinde bir yanlış yapılmış olunmaz. Örnekse, işçi sınıfı ve emekçilerin siyasi yaşamdan dışlandıklarını söylemekte bir sakınca yoktur, bu bir gerçeği ifade etmek olur. Aynı şekilde emekçilerin sosyal ve kültürel yaşamdan dışlanmakta oldukları da doğrudur. Ama bu doğrulardan hareketle işçi sınıfı ya da emekçilerin adını “dışlanmışlar” takmak katiyen doğru olmayacaktır. İşçi sınıfını, kapitalizmi ve sınıf mücadelesini belirsizleştirme amaçlı olmadan ve kullanımda onların yerine geçirilmeden bir dışlanma durumundan söz edilebilmesi ayrıdır; işçi sınıfını “dışlanmışlar” olarak kavramlaştırmak ayrı.

Ezilenler”, kuşkusuz belirli bir anlamı olan ve belirli bir kategoriyi ifade eden, kullanımı bütünüyle reddedilemeyecek, ancak, genelleştirilerek üzerine “inşaat” kurulmaya, terminolojide hareket ettirici bir rol yüklenerek, bir “eksen” kılınmak üzere başlıca “özne” durumuna yükseltildiğinde, sorunlu hale getirilen bir diğer kavramdır. “Ezenler”le genel bir karşıtlığı ifade edebilir ya da özel olarak, egemen ve ezen bir ulus karşısında örneğin bir ulusal ezilme, baskı altında olma durumunu (“ezilen ulus”) belirtebilir. Aynı şekilde sömürgeci emperyalistler karşısında halkların ezilme durumunu (“ezilen halklar”) ifade edebilir. Yine ezilmişlik ve baskı altında oluşu ifade etmek üzere, “sömürülen ve ezilen yığınlar” ya da “ezilen köylülük”, hatta “ezilen işçi sınıfı” bile bir anlama sahiptir. Genel olarak “ezilenler” kavramının bir ajitasyon değeri taşıdığı da inkar edilemez. Ancak daha ötesi değil.

“Ezilenler”in, kategorik olarak, her ezilme durumunun tarihsel nesnelliği ve ayırt edici nitelikleri önemsizleştirilerek ve genel geçerlilikte tanımlayıcı kavram düzeyine yükseltilmesi ve örneğin kapitalizm karşıtlığıyla sosyalizmin buradan tanımlanmaya girişilmesinin de, kuşkusuz bir anlamı vardır; ancak artık bu anlam, olumsuzdur. Ajitasyonun ya da özel bir ezilmişlik durumunu belirtmenin ötesine geçildiğinde, “ezilenler” ve ezilme durumu, her haksızlık ve baskıya karşı çıkmadan kendisini kurtaramayacak olan işçi sınıfı bakımından, karşı çıkılması zorunlu durumlar oluşturur; ancak hiçbir şekilde işçi sınıfını ve sosyalizmi belirtmez. İşçi sınıfının, aynı zamanda bir ezilen sınıf da olduğunu anlatmak ve ezilmişliğine özel bir vurgu gerektiğinde bu özel amaçla kullanılması bir yana; işçi sınıfını işçi sınıfı yapanın ezilmişliği olmadığı kesindir. Üstelik yerleşik kılınmaya uğraşılan kavram, sıfat belirten “ezilen” değil, isim haliyle kullanılan ve yapı belirten “ezilenler” kavramıdır. Mao Zedung, işçi sınıfına değil, sınıfların üretim içindeki yeri ve konumuna değil, kimin daha çok yoksul olduğuna ve daha çok ezildiğine bakar ve buradan, sınıfların devrimciliğini, devrimci yeteneklerini ölçerdi. Ölçütü, tarihsel sosyal iktisadi nesnellik değil, “tarihsel özne”nin kapitalizmin ve uzlaşmaz karşıtlığının ürünü olarak tanımlanması hiç değil, ama en çok ezilenin en devrimci olacağına dayalı idealist inancıydı. “Ezilenler” kavramını hareket noktası edinenler, şimdi de, farklı bir ölçüte ve Mao’dan farklı bir yaklaşıma sahip değiller. Başka türlü, “komünizm” iddialı bir hareket bakımından platformunu, “ezilenlerin sosyalist platformu” olarak tanımlamanın anlaşılabilir ve açıklanabilir bir yanı bulunamaz. Sosyalizm, kesindir ki, genel olarak “ezilenler”e özgü değildir. Diyelim ki, “ezilenler”in ittifakı öngörülmektedir; bu durumda da, belirli aşamalarda belirli ittifaklarla yol alsa bile, sosyalizmin bir ittifak örgütlenmesi olmadığının farkında olunmaması bir yana, ezilen ama sosyalizmle ittifak kurmaktan kesinlikle kaçınacak bir dizi burjuva, küçük burjuva tabakanın varlığı ortada olduğuna göre, bunlarla nasıl ittifak kurulacağı da düşünülmemiş demektir. Emperyalist kapitalizmin baskılayıp ezdiği sınıf ve tabakaların, sömürülen ve ezilen yığınların ittifakı ve birliği kuşkusuz istenir şeydir; ama bir sosyalisti sosyalist yapmak üzere, işçi sınıfının tarihsel rolü tanındığında ve sosyalizm bir muğlaklık platformu olarak değil, ama devrimci işçi hareketinin platformu (ve işçi sınıfı davası) olarak benimsendiğinde, öyledir.

Ve her halükarda, “ezilenler” mi yoksa işçi sınıfı ya da proletarya mı, hangisi kapitalizmin uzlaşmaz karşıtı ve sosyalizmin dayanağı ve öznesidir, bu soru yanıtlanmak zorunda olunan sorudur ve ikisinin aynı anlama sahip olmadığı ve işçi sınıfı yerine her anlama gelebilecek bir “ezilenler” kavramının geçirilemeyeceği kesindir. Geçirilme çabası kapsamındaki “ezilenler” kavramının, nasıl açıklanıp sunulmaya çalışılırsa çalışılsın, kategorik olarak, Hardt ve Negri’nin “çokluk”undan farkı yoktur.

Çalışanlar”a gelindiğinde, bunun diğerleriyle benzerliklere sahip az-çok farklı bir kavramsallaştırma olduğu belirtilmelidir. “Öteki”nden çok “çokluk”a benzemektedir; ondan da farkı, “çokluk” her türden kimliğe ve farklılıklarına vurgu yaparken, “çalışanlar”ın emek ya da çalışmaya gönderme yapmasıdır. Kısaca, daha sorunsuz ve benimsenebilir bir kavram gibi durmaktadır. Öyle midir?

“Çalışanlar” kavramının özelliği, bir dönem önce, şaha kalkan ve işçi sınıfı ve tüm haklarıyla birlikte, dünya görüşü ve terminolojisine, bunlara denk düşen tüm kavramlara kökten saldırıya geçen neoliberal dönemde değil, ama modern revizyonizmin geçerlilik döneminde ortaya atılmış olmasıdır. Türeticileri, modern revizyonistlerdir. Ancak günümüzde de kendisine bir yer açmakta olduğu ve neoliberalizme bağlandığı, onun tarafından da işine geldikçe kullanım serbestisi tanınmak üzere yarım takdis edildiği ortadadır.

Çalışma ya da emeği bütünüyle yok saymadığı görülmektedir. Ancak yine dolaysızca işçi sınıfına yönelik bir saldırganlık ve sınıf kavramının bozuşturulması içerikli olduğundan kuşku duyulamaz.

Emeği ya da çalışmayı tümden reddetmemesi, üretkenliğine tamamen karşı çıkmaması, olumlu varsayılması ve örneğin ÖDP türü akımlarca gönül rahatlığıyla ve yaygın olarak kullanılmasına neden olmaktadır. Ancak bozuşturuculuk unsuru ve göstergesi olarak, işçi sınıfının yerine geçirildiği de kesindir. Bazen da, “kamu emekçileri”nin “kamu çalışanları”na dönüştürülmesinde olduğu gibi, emekçinin yerine de kullanılmakta, ama işçi sınıfı yerine kullanıldığında daha ileriden ve kökten olmakla birlikte, her iki durumda da muğlaklığa götürmektedir.

İşçi sınıfı dururken, “çalışanlar” kategorisine ihtiyacın kaynağında ne olabilir? Neden bu kavrama ihtiyaç duyulmuştur? Yanıt açıktır: Kapitalizmi mezara gömecek tarihsel özne olarak işçi sınıfı kavramının muğlaklaştırılması, bu kavramın gündeme getirilmesinin başlıca itici gücüdür. Kavram, işçi sınıfının niteliğinin değiştiğine ilişkin tartışmaların ürünüdür ve işçi sınıfının Marx tarafından tanımlanmış nesnelliğinin artık geçerli olmadığına gönderme yapmaktadır.

Zamanında modern revizyonizm, günümüzde Negri türü neoliberal solcuların yaptıklarını önceleyerek, “formel” ve “enformel” emek ayrımını üzerinden teori kurgulayacak bozuşturulmuşluğuyla çoktan yapmış; adını “mavi yakalı”-“beyaz yakalı” ayrımına dayanarak koymuştu. Negri ve Hardt’ın daha ileriye götürerek üretken maddi emeğin belirleyiciliğinin kalmadığı ve buradan da sanayi işçisinin rolünü kaybettiği iddiaları üzerine kurdukları “çokluk” kavram ve teorilerinin benzerini, üstelik “sanayi ötesi toplum” ya da “bilgi toplumu”na geçildiği iddialarıyla birlikte, bir alt perdeden modern revizyonistler geliştirmişlerdi: Sanayi işçisi, belirleyici pozisyonunu kaybetmiş “mavi yakalılar”dan oluşmaktaydı; “manevi üretim” yapan “hizmetliler”den, mühendislere, teknokratlara ve hatta örneğin Maocu revizyonizme bağlanan Baran ve Sweezy’e göre “maneger”lere varıncaya kadar geri kalan “çalışanlar”sa “beyaz yakalılar” kapsamındaydılar ve bu iki farklı renkten yakalıların tümü birden “çalışanlar”ı oluşturuyorlardı. Amaç, içeriği bakımından farksızdı: işçi sınıfını kavramsal olarak muğlaklaştırmak, bir yanda net olarak burjuvazi ve karşısında aynı netlikte proletarya ve proletaryanın geri kalan emekçi tabakaları etrafında toplayıp yönetmesi yönelimini geçersizleştirerek, burjuvaziyle işçi sınıfı arasındaki uzlaşmaz karşıtlığı törpülemek ve sınıf mücadelesi yerine sınıf işbirliğine elverir ara unsurlar ve kimi burjuva kategorilerin toplamını işçi sınıfı yerine ikame ederek kafa karıştırıcılığı ve sınıf perspektifinin bozuşturulması…

“Çalışanlar” özne kılınmıştı! Ama kim çalışmıyordu ki? Herkes “çalışan”dı. Peki, bu “özne” neyin öznesi olabilir, neyi dönüştürmeye yönelebilirdi? Kapitalizme karşı, onun dönüştürülmesi mücadelesinin, sosyalizmin, çağımızda olanaklı tek toplumsal ilerlemenin değil kuşkusuz! “Çalışanlar”, olsa olsa, Mao’da olduğu türden fabrikalarına müdür yapılmış eski fabrika sahiplerinin “sosyalist inşaya katılması” tez ve uygulamasında olduğu gibi, yine Mao tarafından dile getirilmiş “kapitalizmin sosyalizmle bütünleşmesi”nin öznesi olabilirdi! Ya da Sovyetler Birliği’nde işçi sınıfından kopup ona düşmanlaşmış teknokrat ve bürokratlardan oluşmuş “nomen klatura”nın egemenliğinin öznesi! Sosyalist bir iktidar ya da onu çağrıştıracak (Mao’nunki gibi sosyalist iddialı) anti-emperyalist sınıfların iktidarından geçmemiş geri kalan ülkelerdeyse işçi sınıfı iktidarının olmayacak dua haline getirilmesinin öznesi!

Ve öte yandan, işçi sınıfı iddia edildiği ve “çalışanlar” kavramının belirttiği gibi niteliğini değiştirip “çalışanlar” içinde erimişse, karşıtı burjuvazinin de hiçbir değişiklik geçirmeden eskiden olduğu gibi kalmasının olanaksızlığı, öyleyse kapitalizmin de bir nitelik değişimine uğramaktan kaçınamamış olması, bu kavramın zayıf noktalarıdır; ancak kavramın, burjuvazi ve kapitalizmin de değiştiğini varsaydığı kesindir. Bu varsayımlar, kavramın kendisinde içkindir. Peki burjuvazi ne olmuştur? O, artık basitçe “işveren”dir. İşçi çalışan olmuşsa eğer, sıradan iş yapan ya da iş görense, burjuvazinin de işi veren olarak “işveren” olmasında bir tutarsızlık yoktur. Kapitalizminse, işi verenle alanın birbirine muhtaç olduğu, aralarındaki kavganın da bu alış-verişte gereksizleştiği varsayımı, yine “çalışanlar” ve “işveren”ler kavramlarıyla iç tutarlılığa sahip olmaktadır. Ve zaten, kapitalizmin de “sanayi ötesi toplum”a dönüşüp, artık “bilgi çağı”nda yaşanmakta olduğu yolundaki görüşlerle beslenerek, iç tutarlılığın sağlamlaştırılmasına önem de verilmiştir. Tutarlıdırlar; ama tümünün burjuvazinin hizmetinde bozuşturulmuş kavramlar olarak, işçi sınıfının gözünü karartmaya yönelik olduklarından şüphe duyulamaz.

Çokluk” ise, belki tüm bozuşturucu kavramsallaştırmaların toplamı üzerinden son geliştirilen proletarya ve tarihsel rolünün reddinin son kavramı olarak, saçmalamanın son halidir. Üzerinde de yeterince durulmuştur. İddia, “çokluk”un, “Kültür, ırk, etnik köken, toplumsal cinsiyet ve cinsellik farkları kadar farklı emek biçimlerini, farklı yaşam tarzlarını, farklı dünya görüşlerini, farklı arzuları da kapsa”dığı ve “yeni tarihsel özne” olarak, “dağılıp niteliği değişmekte olan” işçi sınıfının yerine geçtiği yolundadır. “Günümüzde emek ve üretim sahnesi, maddi olmayan emeğin, yani enformasyon, bilgi, fikir, imaj, ilişki ve duygulanımlar üreten emeğin hegemonyasına dönüşüyor.” (Hardt ve Negri, Çokluk…, sf. 83) diyorlar. Buradan, imaj üreten örneğin İpekçi ve benzerleriyle, fikir üreten örneğin Ertuğrul Özkök gibileri, bilgi üreten D. Gökçe ve A. Savaş Akat türünden olanlarla duygulanımlar üreten H. Avşar gibileri de, “emekleri” ile birlikte içinde, manegerlerden banka müdürlerine, tümünün ilişki, fikir ve imaj ürettiğinden kuşku duyulamayacak işverenlerden sıradan bir kafa işçisine kadar herkes, bu maddi olmayan emek kategorisinden varılan “çokluk” içinde yer bulmaktadır. Doğal ki, daha kimlikler, etnik, dini, mezhepsel alt ve üst kültürler vb. vb. vardır ve inanılacak olursa, bunlar işçi sınıfını tarihsel rolünden soyundurup tarih sahnesinden saf dışı etmişlerdir!

Salt kurgusallığı, nesnellikle tam zıtlık halinde oluşu fazla sırıtmaktadır. İddiası, emek biçimleri ve onları koşullayan emek araçlarıyla, işçi sınıfıyla birlikte kapitalizmin de niteliğinin değiştiğine ilişkindir. Kanıtsızdır. Konunun üzerinde bir diğer makalemizde de durulmaktadır.

Gelecek sayımızda, iktisadi, sosyal, siyasal, kültürel vb. kavram bozuşturmaları üzerinde durarak devam edeceğiz.

 


* Bkz: Engels, Anti-Dühring, Sol yay., 2. Baskı, sf: 447 ve Marx-Engels, Alman İdeolojisi, Melsa yay., 1. Baskı, sf: 47

* Amacımız, kaos ve kuantum teorilerinin bir kalemde üzerini çizmek değil. Ve üstelik Newton fiziğinin yetersizliğinin söz konusu edildiği ilk kuantum araştırma ve tartışmalarının sosyalist Sovyet bilim adamlarınca başlatıldığı hatırlanmalıdır. Ancak, bu gerçek, günümüzde kaos kuantum tartışmalarının burjuva akımlarınca çekiştirilerek bilinemezci/belirlenemezci bir düşünce akımının dayanağı olarak kullanılmaya çalışıldığı gerçeğini örtmemelidir.

* Bkz: Günümüzde emek ve üretim sahnesi, maddi olmayan emeğin, yani enformasyon, bilgi, fikir, imaj, ilişki ve duygulanımlar üreten emeğin hegemonyasına dönüşüyor…” (Hardt ve Negri, “Çokluk”…, sf. 83)

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑