emek-sermaye ilişkileri nitelik mi değiştirdi? “sanayi sonrası” lafazanlığına bir yanıt

Kapitalizmin, sınıf farklılıkları ve karşıtlıklarına dayanan, farklılık ve çatışmaları durmadan ve yeniden doğuran bir sistem olduğu düşüncesine yöneltilmiş ideolojik saldırı, sınıflar mücadelesinin en etkili araçlarından biri olagelmiştir. Son birkaç on yıllık süreçte, hemen tüm kapitalist ülkelerde, yüzlerce iktisatçı, “bilim insanı”, sosyolog, tarihçi ve felsefeci, ‘üretim süreçlerindeki ve nesnel koşullardaki gelişme ve değişmeleri’ gerekçe edinerek, sınıfların ve sınıf mücadelesinin ya önemsizleştiği ya da sona erdiği yönünde teorileri yineleyip yenilediler.

İşçi sınıfının toplumsal varlığına karşı bu ideolojik saldırı, iktisadi-sosyal ve politik alanda sermaye tarafından sürdürülen dolaysız saldırı ile söylem ve gerekçe düzeyinde birleşen bir özellik gösteriyordu. Negri, Hardt, Deleuze, Foucault gibi “sol”da yer alan teorisyenlerle onların izinde yürüyen çok sayıda sosyolog, politikacı ve yazar, “sanayi sonrası toplum koşullarında” yaşandığını; sömürü ve sınıf ilişkilerinin “öz itibariyle değişime uğradığını” iddia ediyor ve işçi sınıfının anti kapitalist mücadeledeki öncü-temel rolünün bu değişmelere bağlı olarak önemsizleştiğini ileri sürüyorlardı.

“Liberal demokrat”, “ilerici”, “üçüncü yolcu” ve “muhafazakar” sosyolog, “bilim insanı” vb. çevrelerin aktif unsurlarını oluşturduğu ve kendilerini hâlâ Marksist olarak adlandıran çeşitli diğer çevrelerin güç verdiği bu karşı dalganın en önemli özelliği, proletaryanın toplumsal konumu ve devrimci rolüne kuşkuyla yaklaşma eğilimine ivme kazandırması ve “Marksist teorinin yanlışlarını düzeltip eksikliklerini giderme” gerekçesiyle kendini “haklı” göstermeye çalışmasıydı. Buna göre, işçi sınıfı, toplumsal var oluşuna özel bir anlam atfetmemeli, sınıfların üretim araçlarıyla ilişkisi üzerinden şekillenen toplumsal farklılaşmanın “eski” önemini yitirdiğini ve ancak etnik köken, bölge, meslek vb. gibi “öteki kimlikler”e bağlı öneminin olabileceğini unutmamalıydı! Bu teorisyenler ile izleyenleri, “maddi üretim alanında meydana gelen kapsamlı değişiklikler”in, “çalışma kavramı” ve “çalışan modeli”nin yeniden tanımlanmasını zorunlu kıldığını, politik üstyapının “yeniden kurulması”nı ve “temsil biçimleriyle özgürlük ve demokrasi anlayışlarının yeniden belirlenmesi”ni kaçınılmaz hale getirdiğini söylüyorlardı. “Sivil toplumculuk”, “yeni toplumsal hareketler” ve etnik, dinsel, cinsel “kimlik” merkezli tezler ve proletaryadan uzaklaşmayı teşvik eden politik girişimlerle takviye edilen bu teoriye, tarihsel maddeci dünya görüşünün determinizm ve indirgemecilikle suçlanması ve yadsınması eşlik ediyordu. Bu teorinin, üretken emeğin toplumsal üretimdeki oranı ve öneminin üretken olmayan emek karşısında önemsizleştiği ve maddi olmayan emek türleriyle ürünlerinin üretim sürecinin hakim unsuru haline geldiği şeklinde özetlenebilecek bir diğer önemli iddiası, bir sonraki makalemizin konusunu oluşturacak. Bu iddianın da üzerine oturtulmak istendiği ve 1970’lerden itibaren önem kazandığı söylenen üretimin yeniden düzenlenmesi kapsamında başvurulan biçim ve yöntemler ile süreçteki bazı öteki gelişmeleri ise burada ele almaya çalışacağız.[1]

“DEĞİŞİM” VE “KÜRESELLEŞME” KAVRAMLARI ÜZERİNDEN GELİŞTİRİLEN OPORTÜNİST TEORİ

Sağdan ve “sol”dan; sermayenin dolaysız temsilcileri/sözcüleriyle “sol”daki yedekleri tarafından geliştirilip sürdürülen ve sermayenin ekonomik-sosyal ve politik saldırılarıyla ‘bütünleşen’ bu ideolojik karşı dalganın, “bel kemiği” işlevi gören iki kavram –’bilim’ ile birlikte üç olarak da alınabilir– etrafında şekillendiği söylenebilir.

Bu teori, “küreselleşme ile birlikte” yeni bir uluslararası ilişkiler sisteminin oluştuğunu; bilim ve teknikteki gelişmelerin sermaye birikim süreçlerinde temelli değişime yol açarak, sanayinin, sanayi işçisi ve üretken emeğin ekonomi ve toplumdaki yeri, önemi ve rolünü değiştirip önemsizleştirdiğini; sınıfların ilişki ve çelişkileriyle toplumsal “dönüşümler”in buna uygun yeniden “kurgulanması”nı zorunlu hale getirdiğini vazetmektedir.

Birikim yazarı ve Galatasaray Üniversitesi İktisat Bölümü Başkanı A. İnsel, örneğin, bunu, “Sanayi Devrimi’nin hem uzantısında yer alan, hem de onu bütünüyle dönüştüren başka bir devrim çağı yaşıyoruz. Bilginin üretilmesi, biriktirilmesi ve dolaşımı konusunda hızla ilerleyen bu devrim, yaratıcılığın kendini ifade edeceği alanları değiştiriyor… Ama bugün yaratılacak alan, maddi üretime, bedensel emeğe veya ücretli emeğe indirgenmeyecek biçimde genişlemiştir” şeklinde ifade etmektedir. Michael Hartdt ve Tony Negri’nin “İmparatorluk” adlı eserlerinde geliştirdikleri “değişim” gerekçeli teorinin en önemli hareket noktalarından biri, “gayri maddi emek” (“manevi emek”) kategorisi üzerine oturtulmuştur. Buna göre, başlıca taşıyıcısı “çokluk”(!) olan bu “kategori”deki emek, ekonomik sistemi belirleyecek ve ilişkilerin yeniden belirlenmesini zorunlu kılacak şekilde egemen biçim haline gelmiş ve üretken emeğin rolü ve yerini önemsizleştirmiştir. Bu teori, son otuz otuzbeş yıllık zamanda, dünya çapında sanayisizleşme sürecinin yaşandığını, Thatcher ve Reagan’ın başını çektiği neo-liberal politikalarda ifadesini bulan sanayisizleşmeyle üretken emeğin etkin rolünün giderek belirsizleşip önemsizleştiğini; hizmetler sektörünün teknik gelişmelere bağlı olarak ekonominin tümünde yaygın ve etkin hale gelerek, üretken emekçinin toplumsal etkinliğinin nesnel dayanağını kaybetmesine yol açtığını iddia etmektedir. Mucitleri, bu süreçte “üretimden başlayarak toplumsal yaşamın tüm alanlarına uzanan ‘yapısal-kurumsal dönüşüm’ler ile bunların güç ilişkileri ve bu ilişkileri düzenleyen kurumların yeniden düzenlenmesi” üzerindeki etkilerini, tezlerinin “doğrulayıcı kanıtı” olarak göstermektedirler.

Yaygın olarak ve üst perdeden savunulan bu tezler etkili de olmaktadır. İşçi sınıfına ve Marksizm’e “yakın durma” iddiasını sürdüren ve işçi sınıfının devrimci sınıf olarak toplumsal değişim ve yeniden kuruluşta oynayacağı role dair “beklentileri”nin devam ettiğini ileri süren “sol”daki bazı politikacı, sosyolog ve iktisatçılar da, sınıf inkarcı teorilerin dayanak aldıkları “kanıtlar”ı geçerli “veri” saymakta, “son çeyrek yüzyılda” yaşanan gelişmelerin toplumu “yapısal ve kurumsal” yönden “temelli değişime uğrattığını”; “geleneksel işçi sınıfının (sanayi işçisi) erozyona uğraması”na yol açarak sınıf tutumu ve çıkarlarına öncelik verme yerine, mesleki, bölgesel, yerel, etnik, cinsel ve kültürel vb. ikincil çıkarların öne çıkmasına/çıkarılması ihtiyacına neden olduğunu belirterek, “sınıf teorisinin buna uygun değiştirilmesini” istemektedirler.

Buna eklenen bir diğer gerekçe, “küreselleşme” ile birlikte sanayi işçilerinin sınıf mücadelesindeki rolü ve pratik-eylemci aktivitesinin “daha az etkili hale geldiği”, imalat sanayinde “aylarca süren bir grev”in yaşamı etkileyen sonuçlar doğurmasının zorlaştığı, ulaşım, sağlık, eğitim gibi “hizmetler sektöründeki” bir grevin “toplumsal hayatı felce uğratır” hale gelmesi olanaklarının ise genişlediğidir![2] Üretim sektörünün, meta stokları nedeniyle, geçici olarak işçi grevleri ve emekçi direnişlerine karşı dayanıklılık göstermekle birlikte, “aylarca süren bir grev” karşısında, bu grevin üretimin can damarını kesme olanağı nedeniyle uzun süre tutunması mümkün olmamasına karşın, “hizmetler” olarak genelleştirilen işkollarıyla üretken sektör arasındaki bağlantılar koparılıp, bunlar, tamamen birbirlerini dışlamış gösterilerek, bu iddia kanıtlanmak isteniyordu.[3]

Sınıfları ve aralarındaki ilişkileri üretim sürecindeki yerleri ve üretim araçları karşısındaki konumlarına göre değil, ama üretimin teknik yeniden örgütlenmesindeki değişimlere ve uygulanan politikalara bağlı olarak değerlendiren bu teoriye/teorilere göre, örneğin, “küreselleşmeyle birlikte” rekabet ulusal sınırların dışına taşmış, “çok uluslu sistemlerin hesaba katılması”nı “uluslararası zorunluluk” haline getirmiş ve “çokluk”(!) örgütlenmesini alternatif olarak doğurmuşken, “sadece üretim açlarına sahiplik açısından” bir tanımlama işçi sınıfını “çok geniş bir kategori olarak” gösterme riski taşıyacak, “sınıf içi çatışmaların açıklanmasında ve birlikte hareket etme olanaklarının belirlenmesinde yetersiz” kalacaktır!

“Sol”da yer aldıklarını söyleyen ya da öyle varsayılan, kendi içlerinde de ayrıca kategorilendirilebilecek bu teorisyen, yazar, sosyolog, felsefeci vb. tarafından geliştirilen teorilerin ortak genel sonucu, yeni teknolojilerin üretim, ulaşım ve iletişim alanında sağladığı yeni olanakların “üretimin dünya ölçeğinde yayılmasını ve değişik mekanların sunduğu farklı potansiyelleri kullanabilmesini” mümkün kılması ve bu gelişmelerin sınıf içi ve sınıflar arası çelişkileri “çeşitlendirip muğlaklaştırdığı”; sınıfların ve işçi sınıfının üretim ilişkileri çerçevesinde tanımlanmasını “yetersiz hale getirdiği” ve “insanları bir arada tutan” etnik, kültürel, inançsal ve cinsel “kimlikler”le tamamlanmasını gerekli hale getirdiği şeklindedir.[4]

Üretim ve emek süreçlerinde, istihdam yöntemlerinde, iş ilişkileri ve koşullarında, ücretlendirme ve kontrol biçimlerinde görülen değişiklikler ile sınıfın sosyolojik gelişimi ve siyasal-ideolojik tutumunda görülen “çarpıcı farklılıklar”ın işçi sınıfına ve Marksist teoriye liberal sol ve sözde Marksist cepheden yöneltilen saldırının en önemli gerekçesi olması, bunların, sermaye sözcüleriyle trajik, ancak tuhaf olmayan ideolojik ortaklıklarının temelini oluşturuyor. 2000’li yılların başında, emek-sermaye ilişkilerini yeniden düzenleme amacıyla, Türkiye’de, hükümete bağlı görevlendirilen bir kurulca hazırlanan “İş kanunu”nun gerekçesinde, “mikro elektronik teknolojisi”deki gelişmelerden söz edilerek, “üretimde bilginin öneminin sermayenin önüne geçmesi, çalışanların vasıf derecelerinin beden isçiliğinden fikir isçiliğine kayması, küresel rekabetin, esnekleşme olgusunu zorunlu olarak gündeme getirmesi” gibi gelişmelerin çalışma hayatı üzerindeki etkilerinin dikkate alınmasının istenmesi, bu ideolojik ortaklığın çarpıcı örneklerinden biridir.[5]

İki kesimin önde gelen sözcüleri, hemen hemen aynı kavramlarla konuşuyor; “fikir işçiliği”nin ve “bilgi”nin kazandığı önemden söz ederek, bunun neden olduğu “sistem değişikliği” ve sonuçlarının kabullenilmesini istiyorlar. “Sol”dan konuşanların farkı, sanayi toplumunun sınıflar gerçeği ve sınıf ilişkileri üzerine oturan teorik tahlillerle, maddi ürün üretiminden farklı bir ekonomik-toplumsal sisteme dayanan “sanayi sonrası toplum”un ilişkilerini tanımlama ve irdelemenin artık mümkün olamayacağını eklemeleridir. Bunlara göre, “bilgi toplumu emeği eskisi denli önemli ve belirleyici olmaktan çıkarmış, sermaye-emek ilişkilerinin karakterini değiştirmiş”; kapitalist toplum –onlar “bugünkü kapitalizm” diyorlar–, “özü” itibariyle değişim geçirmiş, sermaye birikimi süreçleri, üretken emeğin ve artıdeğer üretiminin sermayenin kaynağını oluşturması yönünden farklılaşmış; sanayi ve tekeller kapitalist emperyalizmin temeli olmaktan çıkmış; yeni bir “bilim ve enformasyon ekonomisi” dönemine girilmiştir! Toni Negri ve Antony Giddens gibi “postmodern” teorisyenler, bu ‘değişim’i “toplulukların ve sınıf kimliklerinin ortadan silinmesi”nin göstergesi olarak ilan ettiler. Türkiye’de de Birikim yazarları ve çeşitli üniversitelerle son dönemlerin “olguları”ndan biri olan Soros vakıflarında görevli akademisyenler, bu teorisyenlerin iddialarını temel alan iddialarla işçi sınıfına ve Marksist teoriye saldırılarını yoğunlaştırdılar. Bu teorisyenler ve özel olarak sosyal bilimleri “araştırma alanı” seçenler, süreci, “enformasyon toplumu”, “post endüstriyel toplum”, “post Fordist” ya da “post modern toplum” olarak adlandırdılar ve bunun, sanayi toplumundan kopuş; onu aşan yeni bir topluma; “bilgi ve enformasyon toplumu”na ulaşma olarak değerlendirdiler. Bunlara göre, “iletişim ve bilişim” emek gücünü de değişime uğratmış, üretken emeğin yerini “gayri maddi emek” ve uzmanlaşmanın almasını sağlamıştı. Aynı nedenle sınıf kavramını terk ettiler ve yerine, “gruplar”, “tabaka” ve “nüfusun bir kesimi” gibi daha nötr kavramları geçirdiler.[6] Sosyal konularda araştırma yapanların “en insaflı olanları” dahi, son on yılları “endüstrisizleşme” süreci olarak değerlendirmekten kaçınmadılar. “Daha gerçekçi” olanları ise, “bu sürecin toplumsal sınıfların tamamıyla ortadan kalmasına yol açan bütünsel bir kopuşu” sağlayıp sağlamadığı konusunda ikircikliydiler ve “ekonomi, politika, kültür ve sosyal alanlarda yaşanan yapısal dönüşümlerin hali hazırda var olan uluslararası sistemi yeni bir evreye ulaştırdığı”nı, bunun da esasen “bilgi, iletişim ve ulaşım teknolojilerindeki gelişmelere bağlı olarak” gerçekleştiğini ileri sürüyorlardı.

Buna göre, üretim sistemi, “küreselleşmeyle eşzamanlı” olarak, “ulusal sınırlarını aşmış” ve “küresel işbölümü”yle bağlı şekilde, “işgücünün sosyal oluşumu”nun “yapısal” değişmesini sağlamıştı. Uluslararasılaşmayı 1970’lerle başlatan akademisyenlere göre, “esnek uzmanlaşmanın yaygın ve birincil üretim sistemi olmasıyla üretim ulus devletlerin sınırlarını aşabil”miş; “üretim sisteminin ekonomik organizasyonu çokuluslu şirketlerin birden fazla ülkede işletilmesiyle uluslararası boyut kazan”mış, “küreselleşme ile birlikte sınıf yapısında radikal değişimler yaşanmış” ve “küreselleşmeden önceki göreli sınıf yapısı dağılmıştı”. Hizmet sektörünün büyümesi “sadece işgücünün sosyal bileşenlerinin ve sınıf yapısının değişimini değil, aynı zamanda imalat ve sanayi sektörlerindeki işçilerin güç kaybetmesini ve dışlanmasını da” getirmiş ve tüm bunlar da, sınıf kavramının aşılmasını zorunlu hale getirmişti! Buna, –bu makalenin sonraki bölümlerinde ayrıca ve bir ölçüde de olsa ayrıntılı olarak ele alacağımız– Marksist değer teorisine yönelik sözde tamamlayıcı/düzeltici saldırılar eşlik ediyordu.

Kapitalist gelişmenin emek süreçlerinde sağladığı değişikliklere dayandırılmak istenen bu teoriler, her şeyden önce, işçi sınıfının, “kendinde sınıf” olarak maddi varlığının toplumsal anlamını ve bununla bağlantılı politik-ideolojik vb. sonuçlarını “zaman aşımına uğramış arkaik anlamlandırmalar” sayıyor. Bu tezleri gündeme getirenler, “toplumsal varlığın dönüşümü”yle işçi sınıfının devrimci eylemi ve girişkenliği arasındaki ilişkiyi koparıyor; bilimsel teknik ilerlemeleri ve maddi toplumsal alandaki değişim ve gelişmeleri, işçi sınıfının kendine güvenini sarsacak ve yok edecek dayanaklar olarak kullanıyorlar.

Marksist emek-değer teorisini hem tahrif ederek, hem de “sisteme içkin yeni olgular tarafından geçersizleştirildiğini” vazederek, “yeni” bir “değer teorisi” geliştirmeye soyunan bu teorisyenlerle izleyenleri, “yeni devrimci özne” olarak ilan ettikleri “tüm toplum”, “kalabalıklar” ya da “çokluk”u; “imaj, marka, duygulanım, enformasyon vb.” gibi “maddi olmayan emek türleri”nin üreticisi olarak, temel değiştirici işlevle yükümlü hale getirirlerken, farklı gerekçelerine karşın, isçi sınıfının toplumu değiştirici-devrimci eylemini reddetme gibi ortak bir paydaya sahip olmakla, Narodnik’lerin Rusya’da devrimi köylülere, Menşeviklerin burjuvaziye; Bernstein ve Kautsky’nin isçi sınıfının rolünü “yurttaş”lara havale edip sınıf devrimini, sosyal devrimi gereksiz ilan etmek gibi sapkın “arkaik” dayanaklara da sahiptirler. Bu teori ve tezlerin başlıca dayanağı, ulaşım-iletişim araçlarındaki gelişmeler ile kapitalist dünyada son otuz, otuz beş yıllık süreçte gerçekleşen/gerçekleştirilen ekonomik-sosyal ve politik yeniden düzenlemelerdir. Negri, Hardt, Deleuze, Foucault ve diğerleri ve bu arada bizim ülkemizdeki izleyenleri, sermayenin, bilimsel teknik gelişmeyi, kâr oranlarını artırmak üzere daha etkin biçimde kullanarak, işçi sınıfına karşı konumunu güçlendirmek üzere baş vurduğu bir kısmı yeni olan çeşitli yöntemlerin işlevli hale getirdiği “yeniden yapılandırma”yı en önemli dayanak edinmişlerdir. “Küreselleşme” ve ‘değişim’ olgusuna dayandırılan bu teori, kapitalist emperyalizmin bir dünya sistemi olmasını 1980’ler sonrasına –ileri sürüldüğüne göre “küreselleşmenin gerçekleştiği süreç”– erteleyen, değişimi de, sınıf inkarcılığının gerekçesine dönüştüren oportünist bir teoridir.[7]

ULUSLARARASI KOŞULLARIN FARKLILAŞMASI, TIKANIKLIKLAR VE SİSTEM İÇİ DEĞİŞİM İHTİYACI

İkinci Dünya Savaşı’nın tüm ekonomilerde yarattığı tahribat; başlıca kapitalist ülkelerin ve burjuva devletlerin önüne ekonomik-sosyal ve politik hayatın yeniden inşasını, bir zorunluluk olarak çıkarmıştı. Burjuva devletleri, ulusal ekonomilerini ve sosyal-siyasal yaşamı yeniden düzenlemeye girişirlerken, sosyalizmin, oluşturduğu alternatif ve savaş koşullarında artan ve devam eden aşırı yoksulluk ve yoksunluğun neden olduğu moral-manevi ve maddi çöküntünün de etkisi altındaki çeşitli ülkelerin işçi sınıfı ve emekçileri için ilgi odağı olmaya devam etmesi gerçeğini dikkate almazlık edemezlerdi. Halk kitlelerinin sisteme karşı ayaklanmalarını ve yeni sömürgeci sistemin zincirlerini kırarak bağımsızlık kazanan ulusların topraklarında sosyalizme yönelişin önünü kesmek üzere, içerde korumacı-“sosyal hakçı”; dışarıda “ihya edici” politikalara ihtiyaç vardı. “Keynesyen ekonomi politika”, devletin “sosyal sorumluluklar üstlenerek”, istihdamı teşvik etmesi ve ekonomik gelişmede rol oynamasını öngörmekteydi.[8] Gelişmekte olan ülkeler başta olmak üzere, “ithal ikameci sanayileşme”, birçok ülke tarafından ekonomik kalkınma modeli olarak benimsendi. Yüksek vergi uygulamaları getiren “gümrük duvarları”, bazı malların ihracı/ithalatının yasaklanması gibi korumacı politikalar izlenerek ve tüketim artırıcı uygulamalarla yatırım, istihdam ve kalkınma sağlanacak, ulusal ekonomiler güçlendirilecek; içerde sınıf çatışmalarını etkisiz kılmak amaçlı olarak da “sosyal devlet” söylemine uygun sosyal güvenlik önlemleri alınacaktı.

Sosyalizmin yenilgiye uğraması ve işçi hareketinin uluslararası düzeyde geriye düşmesi/çekilmesi ya da püskürtülmesi, “kamusal hizmetler” alanında devletin üstlendiği sorumluluklarla kapitalistlerin işçi-işveren ilişkileri kapsamında kabullendikleri sosyal hakların ortadan kaldırılması için uygun koşullar yarattı. Kapitalist gelişme sürecine gecikerek katılan ülkelerle sosyalizmin inşa edildiği geniş alanların kapitalist dünya pazarına dahil olmaları, emperyalist devletlerle uluslararası tekellere yeni verimli alanlar açtı. IMF, DB, WTO gibi uluslararası mali sermaye kuruluşları, emperyalist devletler ve işbirlikçi burjuvazinin “el birliği”yle sosyal-ekonomik politikalar tekelci sermaye ve büyük işletmelerin çıkarları doğrultusunda “yenilenir”ken, sermaye kârlarını artıracak yeni uygulamalar getirildi. Sermaye vergileri düşürüldü ve büyük şirketlerin ulaşım ve iletişim teknolojilerindeki gelişmelerden yararlanarak kârlarını yükseltmek üzere, işletmelerini ya da bazı bölümlerini işgücü giderlerinin düşük olduğu bölge ve ülkelere taşımaları önündeki engeller kaldırıldı. Bağımlı geri ülkelerin uluslararası tekellerin ve emperyalist devletlerin denetimine daha fazla girmelerini getiren bu gelişmelere uygun düşecek biçimde, korumacı önlemlerle desteklenen ekonomi politika bir yana bırakılarak, gelişmeyi yabancı sermaye girişine bağlayan politikalar geliştirildi. Burjuva devlet, “toplumsal düzenleyici ve denetleyici” rolünü, çok daha belirgin biçimde ve “kapitalistlerin işini gören komite” kimliğine uygun olarak, daha pervasız ve doğrudan sermaye yararına yerine getirmeye koyuldu. 1970-80’li yıllardan başlayarak, uluslararası sermaye, “devletin ekonomideki rolünü zayıflatan” uygulamalara öncelik vermeye ve özelleştirme politikalarıyla devlet işletmesi şeklindeki büyük şirketleri özel tekellere devretmeye yöneldi. Uluslararası sermayenin dayattığı bu “model”, sermaye ve devletini toplumsal sorumluluk ve sosyal güvenlik konularında “sorumsuz” kılan, rekabeti körükleyen, işsizlik, yoksulluk ve açlığı işçi sınıfı ve emekçilerin kendi sorunu gösteren bir “model” idi. En önemli hedefi, sosyal güvenlik alanındaki devlet sorumluluklarından kurtulmak ve tüm yükü işçi ve kamu emekçilerinin sırtına yıkmaktı.[9] Buna göre, devlet, istihdamın sosyal maliyetlerini azaltarak, vergi indirimi yaparak, eğitimli ve vasıflı işgücü sağlayarak ve isçi-emekçi mücadelesini etkisizleştirerek “yatırım için uygun koşullar”ı oluşturacak; “ekonomik serbestleşme” yoluyla “dünya piyasasıyla bütünleşmenin yolunu açacak”tı! Özelleştirme ve esnek çalışma sistemi bunun en etkili biçimleri olarak uygulamaya kondu.

Özelleştirme ile “sosyal devlet” ve Keynesçi “refah devleti” anlayışı terk edilirken, emekçilerin sosyal kazanımları sermaye yararına ortadan kaldırıldı ve işçilerin daha geniş kesimleri işsizlerin saflarına sürüldüler. Devleti, “sosyal görevler”den azade kılan bu neo liberal “model”, eğitim ve sağlık başta olmak üzere, tüm sosyal hizmetlerin ve toplumsal yaşama ait her şeyin satın alma gücüne bağlanmasını ve arz-talep ilişkileri çerçevesinde pazara sürülmesini içeriyordu. Bu uygulamalar sonucu, hemen tüm kapitalist ülkelerde hiçbir sosyal güvencesi olmayan emekçiler milyonları buldu, sosyal güvenlik kapsamında olmayan nüfus daha fazla arttı, tam gün ve düzenli şekilde, belli beceri ve yetenek gerektiren işlerde çalışan vasıflı işgücünü oluşturanların kitlesi azalırken, iş yaşamı, günü, süresi ve alanı işletmelerin kâr amacına uygun olarak esnek biçimlere bağlı, daha istikrarsız ‘çalışma düzeni’ içindeki emekçilerin kitlesi genişledi. Birinci kesim sosyal haklardan bir ölçüde yararlanabilirken, ikinci kesim bundan tümüyle ya da büyük oranda yoksundu. “Esnek sistem”in oluşturduğu güvencesizlik, giderek büyüyen bir tehlike haline geldi. İşyerlerini ucuz işgücü alanlarına taşıma, taşeron işletmecilikte yoğunlaşma, özelleştirme gibi yöntemlerle, bu güvencesizlik, daha da genişleyen bir özellik kazandı.

YENİ SALDIRI DALGASI

1970’li yıllardan başlayarak günümüze kadar devam eden süreçte, üretimde ve istihdam biçimlerinde görülen değişim ve gündeme getirilen uygulamalar, işçi sınıfının toplumsal yapısını ve sınıflar arası güç ilişkilerini sermaye yararına yeniden düzenlemeyi içeriyordu. Toplumsal yaşamın yeniden yapılandırılması, öncelikli olarak üretimin örgütlenmesinde, iş bölümünde, iş süreçlerinde, çalışma alanı ve süresinde yeni düzenlemeleri gerektiriyordu.

Burjuvazinin, sınıf egemenliğinin ekonomik-sosyal temelini güçlendirmek ve kâr oranlarını yükseltmek amacıyla ekonomik alanı yeniden yapılandırmaya girişmesi; işçi sınıfı ve emekçilere karşı daha saldırgan ekonomik-sosyal programları uygulamaya koyarak, bunu tamamlayan politik düzenlemelere girişmesi, kapitalizmin gelişme eğilim ve yasalarına uygun olmakla birlikte, işçi ve emekçilere dönük sonuçları açısından öncekilere göre daha yıkıcı ve kapsamlıydı. Sermaye birikiminin artırılması; işçi sınıfı ve emekçilerin, hareketin yükseliş koşullarında mücadele ile elde ettikleri ekonomik, sosyal ve siyasal kazanımların geri alınmasını gerektiriyordu. Kâr oranlarının yükseltilmesi için uygulamaya konan neo-liberal iktisat politikaları ve “Yapısal Uyum Programları”yla, bunların ‘içini dolduran’ “esnek çalışma”, “esnek uzmanlık” ve “yerelleşme” uygulamaları, üretim, pazar ve tüketim ilişkilerinin uluslararası sermaye ve tekeller yararına yeniden düzenlenmesini hedefliyordu. Üretimin ve emek sürecinin sermaye kârlarını yükseltmeye hizmet eden yeniden düzenlenmesi, iş koşulları ve işyeri yapılanması; aile ilişkileri, eğitim, sağlık ve barınma olanakları üzerinde dolaysız etkilerde bulunuyor; işçi sınıfının kendine ait olması gereken zamanının daha fazla bölümüne sermaye tarafından el konması ve ‘çalınması’na olanak sağlıyordu. Burjuvazi ve hükümetleri, bu yolla, işgücü yapısında ve istihdamda, çalışma biçimleri ve ‘imkanları’nda emek aleyhine değişimleri gerçekleştirecek, sömürü ve işsizliğin artmasını, iş ve çalışma koşullarının ağırlaştırılmasını, sınıfın daha çok parçalanmasını ve sınıf içi ilişkilerin işçi aristokrasisi üzerinden “hiyerarşik bir yapı” kazanmasıyla “sınıfa karşı sınıf” tutumunun zayıflamasını sağlayacak ve sermayenin konumunu güçlendirmiş olacaklardı.

Sanayi tekelleri –faaliyetleri bu alanla sınırlı değildir–, ucuz emekgücü alanlarında kurulan taşeron alt ve yan firmalar aracılığıyla üretim maliyetlerini düşürerek, riskleri bu şirketlere ve çalıştırdıkları emekçilere yıkmaya, bu süreçte daha fazla yöneldiler. Küçük ölçekli üretim, tekellere, bağlı işletme ağı içinde, düşük ücret, kayıt dışı ve kuralsız çalışma, sosyal hak yoksunluğunu dayatarak maliyeti düşürme, verimliliği ve kârlılığı artırma olanağı sağlamakla kalmadı; bu yoğun saldırılar altındaki işçilerin, tekeller ve “ana şirket”ler yerine, bağlı-alt şirketlerle karşı karşıya gelmelerini sağlayarak, aktüel mücadelede onları gerektiği ölçüde hedef almamalarına da hizmet etti.

Büyük ölçekli üretimin uzmanlık isteyen ve istemeyen bölümlerinin ayrılması, fabrikaların bazı bölümlerinin başka alanlara ve özellikle de emekgücünün çok ucuz olduğu ülkelere taşınması, üretimin belli aşamalarının taşeron firmalara ihale edilmesi, çalışma süresi ve biçiminin talep ve stoklar gözetilerek belirlenmesi, artan otomasyon[10], tam gün çalışma ve sürekli istihdam yerine çalışma süresi ve yerinin kapitalist ihtiyaçlara göre belirlenmesi, ‘neoliberal’ iktisat politikaları çerçevesinde yaygınlaştırılan yöntemlerden bazılarıydı. “Esnek uzmanlaşma”, büyük şirketlerin, işletmelerinin farklı bölümleriyle anlaşmalı diğer şirketler aracılığıyla farklı bölge ve ülkelerde üretilen parçaları sonradan bir araya getirip (montajını yaparak) pazara sunmaları için olanakları genişletiyor; çalışma süresi ve yerinin, “esnek”-değişken özellik kazanarak, işçi aleyhine değişime uğramasını sağlıyor, vasıfsızlaştırmayı artırıp, kadın ve çocuk işgücünün daha fazla kullanılmasına alanı daha fazla açıyordu.

“Esnek çalışma”, artı-değer oranını ve değişmeyen sermayeyi artırarak, kapitalist pazarda büyük pay sahibi olmak için, emekgücünün olabilir “en ekonomik” kullanımını hedefleyen bir iş örgütlenmesiydi ve işçi sınıfının, çalışma süresi ve işgününü kısaltma talebine karşı, mücadeleyle kazanılmış sürenin aşılmasını ve süre ile birlikte çalışma tarzının da kapitalistin çıkarlarına göre yeniden düzenlenmesini öngören bir uygulama olarak gündeme getirildi. “Esnek çalışma”, işçilerin ‘aile yaşamı’ ve sosyal ilişkilerini tahrip ediyor; işin ve çalışma zamanının “esnekleştirilmesi”yle işçilerin bir arada çalışma zamanını daraltıyor ve sınıfsal politik tutum geliştirmelerinin önüne, daha üretim sürecinden başlayarak, ek engeller çıkarıyordu.

Bu “çalışma sistemi”, işçi sınıfının toplumsal yapısında “hiyerarşik” farklılaşma, sınıf içi bölünme, rekabet ve iç çelişkilerin artması, organik birliğinin darbe yemesi, örgütlenme ve dayanışmasının zayıflaması ve sınıfsal tutum ve politikalardan uzaklaşma gibi sonuçlar doğuruyordu. Emek üretkenliğini artıran ve emekten tasarruf sağlayan bir biçim olarak, emek sömürüsünü daha da yoğunlaştıran “esnek iş örgütlenmesi”nin yaygınlaşması, sınıfın daha fazla parçalanması; kayıtlı-kayıtsız, düşük ücretli ya da nispeten daha iyi ücret alan işçilerin birbirlerinin rakibi gibi hareket etmeleri, sendikalar ve öteki sınıf örgütlerinin güçten düşmesi; sınıf örgütlerinde bir araya gelen, sendikalı ve sigortalı işçi ve emekçilerle ‘kayıt dışı’ sendikasız-sigortasız veya sigortalı, ancak sendikasız işçilerin ücretleri, çalışma süreleri, çalışma koşulları, izin, ikramiye, tazminat vb. sosyal hakları arasında önemli farkların ortaya çıkması gibi sonuçlar doğuruyor; üretimden dışlanma, yoksullaşma, yaşam standartlarının düşmesi, sosyal güvenlik hakkı ve iş güvencesinden mahrum kalma, eğitim ve sağlık gibi hizmetlerden uzaklaşma, emek-sermaye ilişkilerini ve çıkar çatışmalarını işyeri çevresi ile sınırlama vb. etkileriyle çaresizlik ve güvesizlik nedeni oluyor, edilgen ve uzlaşmacı eğilimleri besleme işlevi görüyordu. “Mikro elektronik ve enformasyon teknolojileri”nin kullanılmasına dayanan “esnek uzmanlık” ile “esnek” ya da “yalın üretim” biçimleri, iş akışkanlığı ve emek yoğunluğunu arttırdıklarından, emek sömürüsünü en üst düzeye çıkarıyorlardı. Bu üretim “modeli”nde, emekçiler, bir yandan üretimde esnekliğe imkan veren makineler aracılığıyla otomatik üretim ve denetim sistemleriyle uyumlu olmaya zorlanırken, öte yandan “işyeri yönetim süreçleri” aracılığıyla, işin ve yürütülmesinin “planlanması” ve “kontrolü”ne “katılma” görünümü altında, kapitalist işletmelerin çıkarlarıyla birleşmeye yönlendiriliyorlardı.

Aynı süreçte, çocukların, gençlerin ve kadınların yoğun olarak ve en düşük ücret karşılığında çalıştırılmalarını olanaklı kılan “ev eksenli” ya da “evde üretim”, dokuma, konfeksiyon, makine ve el nakışı, altın, gümüş işçiliği, oyuncak ve ayakkabı yapımı, elektronik işleri, paketleme, ambalaj, elektrik aksamının montajı, proje-tasarım hizmetleri vb. gibi çok çeşitli alanlarda, yoğun ve yaygın olarak daha fazla uygulamaya kondu. Ev ya da mahallindeki imalat ve hizmet üretiminde, iş güvenliği, sağlık giderleri türünden sosyal harcamaların esas olarak ortadan kalkmış olması ve kullanılan malzeme kaynaklı ve çalışma türünün yol açtığı meslek hastalıkları ve iş kazalarına karşı koruyucu önlemlerin olmayışı, kâr artırıcı olanak ve etkenler olarak değerlendirildiler.

Üretimin toplumsal örgütlenmesinde başvurulan yeni yöntemler, kapitalist işbölümüyle ve çalışan ve işsiz kesimleriyle (ve aralarındaki rekabet ile) zaten bölünmüş olan işçi sınıfının daha fazla parçalanarak güçsüzleştirilmesine ve “kendi sınıfından kaçış” eğiliminin güçlenmesine hizmet ediyor; iletişim gibi alanlardaki teknik gelişmeler ve “esnek biçimler” işgücünün küçük bir kesimi olan ve daha çok araştırma geliştirme, tasarım ve planlama, finans vb. alanlarında çalışan “yüksek vasıflı profesyonel” kesimler ile her “düz işçi”nin yapabileceği işlerde ve ulaşım, temizlik gibi işlerde istihdam edilenler arasındaki mesafenin daha fazla açılmasına neden oluyordu. İş süreci ve çalışma ilişkilerinin kuralsızlaştırılması (esnek çalışma vb.), sermaye-emek ilişkilerini “çalışan personel-yönetici ilişkisi” görünümüne büründürüyor, çıkar karşıtlığı yerine işbirliğini geçiriyor; işçilerin ortak sınıf çıkarları temelinde örgütlenerek taleplerini elde etmeye çalışmaları yerine “birlikte hareket etme”yi; mücadele yerine uzlaşma ve işbirliğini öne çıkarıyordu.

İŞİN VE İŞGÜNÜNÜN ‘PARÇALANMASI’ VE TOPLUMSAL ETKİLERİ

1970’lerden başlayarak görülen en önemli olgulardan biri, üretim süreçlerinin parçalaması ve yüzeysel olarak bakıldığında, tekelleşmeye; yoğunlaşma ve merkezileşmeye aykırı görülebilir küçük işletmelere dayalı üretim örgütlenmelerinin yaygınlaşmasıydı. 1970- 1980’lerden itibaren taşeron işletmecilik ve eve iş vermenin ivme kazanmasıyla birlikte, eski sanayi bölgelerindeki imalat sanayi yığılmasında değişime gidildi. Bu süreçte, büyük ölçekli yığınsal üretimin yoğunlaştığı, işsizliğin nispeten düşük olduğu başlıca sanayi kentleriyle (Londra, Brüksel) Ruhr Havzası gibi daha geniş alanlardaki ve İstanbul gibi “mega kent”lerdeki işletmelerin bir bölümü başka yerlere taşındılar. Bunların bazıları, yapılan yeni düzenlemeler (bizde sonradan “kentsel dönüşüm” adı altında genişletilmeye başlandı) sonucu, finans, ticaret ve hizmetlerin ağırlık kazandığı alanlar haline geldiler. Finans, ticaret ve hizmetler sektörünün hızlı büyümesi, bir yandan yüksek gelirli, ayrıcalıklı bir tabakanın oluşumuna yol açarken, diğer yandan düşük ücretli ve geçici işlerin alanını genişletti. Düşük ücretli işlerde çalışanların yığınsal büyümesinin bir diğer etkeni, büyük şirketlerin, fabrikaların bazı bölümlerini ucuz işgücü bölgelerine taşımaları ve ihtiyaçlarını karşılayan bir kayıt dışı sektörün genişlemesiydi. Diğer bir olgu, kadın emek gücünün kullanılmasındaki artış ve genişlemeydi. Ucuz işgücü arayışına bağlı olarak, sosyal güvenceye sahip, tamgün çalışan erkek emek gücü yerine kadın ve çocukların artan şekilde sömürü nesnesi haline getirilmesi eğilimi, işlerin, bilim ve teknikteki gelişmelere bağlı olarak, artan şekilde, çalışabilir hemen herkes tarafından yapılabilir hale gelmesine bağlı olarak güçlendi.[11] Uygulanan çalışma biçimleriyle emek süreci istikrarsızlaştırılırken, emekgücü ‘sirkülasyonu’ güçlenen eğilim haline geldi, eski ve yeni kuşak işçiler arasındaki mesafe açıldı, kuşaklar arası deneyim paylaşımı ve dayanışma zaafa uğradı. Düşük ücretli, esnek ve iş güvencesi olmayan iş örgütlenmesi ve sanayi işçilerinin bir kesiminin işsizliğe itilmesine yol açan özelleştirmelerle birlikte, işsiz ve yoksul kitleleri artarken, ‘eski’ sanayi kentlerinin işin yeniden örgütlenmesi çerçevesinde “yenilenmesi”yle, burjuva ve emekçi kesimler arasındaki ‘gelir uçurumu’ daha da büyüdü; yoksulluk ve zenginliğin yoğunluk kazandığı farklı yaşam alanları oluştu, vb. vb..

Özelleştirme, esnek çalışma, “işin parçalanması”, işletmelerin bir bölümünün başka yerlere taşınması, taşeron işletmecilik ve “ev eksenli çalışma” gibi uygulamalar, “küresel kapitalizm”e uyum gösterme ve “rekabette geride kalmama” gerekçesine sahipti ve uluslararası şirketler arasında bu alanda da kıyasıya bir rekabet vardı. Sanayi işletmeleri, bir yandan daha büyük tekeller şeklinde bir araya gelerek etki alanlarını genişletmeye çalışırlarken, öte yandan daha küçük işletmeleri kullanarak, üretimi, taşeron firmalar, parça başı üretim yapan küçük firmalarla aile işletmeleri, “ev eksenli üretim”[12] vb. aracılığıyla yayarak, maliyetleri mümkün en düşük düzeye çekip, uluslararası rekabette öne geçmeye çalışıyorlardı.

Esnek Uzmanlaşma Modeli” adı verilen iş örgütlenmesiyle, üretim süreçlerinin parçalı yeniden örgütlemesine girişildi. Küçük ölçekli üretim organizasyonları, firmalar arası sözleşmelerle, ücret ve sosyal sigorta gibi işçilik maliyetlerinin düşürülmesini ve yükün taşeron firma-aile işletmesi gibi küçük işletmeler ile çalıştırdıkları emekçilere aktarılmasını olanaklı kılıyordu. Bu ilişki zinciri içinde, ‘ana firma’ tarafından bağlı-alt firmalara üretim yaptırılarak daha ucuza mal edilen parçaların son montajı ana firma tarafından gerçekleştiriliyor; uzmanlık ve teknolojik yeterlilik gerektiren parçaların yapımı buna uygun firmalar tarafından gerçekleştirilirken, uzmanlık gerektirmeyen parçalar emek-yoğun ve emekgücünün ucuz olduğu daha küçük firmalara yaptırılıyor; ürün daha ucuza mal edilerek kâr payı yükseltiliyordu. Parça üretimi yapan bu ‘ikinci basamak’ firmalar da, işi daha ucuza mal etmek üzere, çoğu kez, daha ucuza çalışan daha küçük işletmelerle anlaşarak, ‘parça başı’ ve ‘eve iş verme’ yöntemlerine başvurabiliyorlardı. Bir ‘zincirin halkaları şeklinde örülen’ bu ilişkide, belirleyici olan, ürünün en az maliyetle üretilmesiydi. İşin esas sahibi “ana firma” olmasına, üretim onun için yapılmasına ve pazara sürüm bu firma tarafından yapılmasına; “fason üretim” yapan işletmeler bu firma için çalışmalarına karşın, çok sayıdaki taşeron işletme, bu ilişki ağı içinde işin sahibi görünmekte; kendi aralarında da keskin bir rekabete girişerek, işgücünü ucuza kapatmak için her tür oyuna başvurabiliyorlardı.[13] İşin hangi firma (‘ana şirket’ ya da taşeron işletme) için yapıldığının belirsizleşmesi; “ana şirket”in işi taşeron firmalara ihale etmesi, ücret, sosyal haklar gibi sorunları da onlara fatura etmesini sağladığından, elleri altında büyük sermaye yığını olan şirketlerin, doğrudan üretimin ‘rizikoları’yla uğraşmayıp, patentine sahip oldukları ürünleri başka şirketlere sipariş vermelerini ve patent-marka karşılığı büyük kârlar sağlamalarını; yanı sıra da, başlıca işleri emek gücü komisyonculuğu olan “iş büroları”nın ortaya çıkıp rant sağlamalarını olanaklı kılıyordu. ‘Ana firma’ ile işi yapan taşeron firma arasındaki ilişki, bir tür “patron firma”-“iş alan firma” ilişkisi görüntüsüne bürünüyor; işçiyle yüz yüze gelen ve işçi karşısında sorumlu görünen taşeron işletme olurken, üretilen malın esas sahibi büyük patronlar arka planda gizlenebiliyorlardı. Fiyatı belirleyen ana firmaydı ve işin yürütülmesini üstlenen alt-taşeron firma, işi, bu fiyatın altındaki maliyetle gerçekleştirmeden kâr edemezdi. Bu ilişki, emek gücünün olası en düşük fiyat üzerinden çalıştırılmasını-kiralanmasını dayatırken, kendisi de kapitalist olan taşeron ve fasoncu ile yanında çalıştırdığı işçiler arasındaki sınıf çatışmasının –işi veren büyük firmanın ‘herkesin patronu’ olması nedeniyle– muğlaklaşmasına yol açarak, hem “küçük” hem de büyük patronun işini kolaylaştırıyordu.

“YENİDEN YAPILANMA” VE KAPİTALİST ÜRETİMİN DEĞİŞMEYEN KARAKTERİ

Burjuvazinin kâr için gündeme getirdiği yeni yöntemler, üretime koyduğu araçların teknik yetkinliği ve modern makinelerin muazzam ve çok yönlü gelişmiş olmasının, emek gücünün makine ve öteki üretim araçlarıyla ilişkisinde sağladığı biçim değişiklikleri, kapitalizmin varlığını sürdürmesi için kaçınılmazdı. Marks ve Engels, daha 1847’lerde “üretim araçlarında, dolayısıyla üretim ilişkilerinde ve dolayısıyla tüm toplumsal ilişkilerde sürekli devrim yapmaksızın[14] burjuvazinin kendini var edemeyeceğini belirtmişlerdi. “Üretimde sürekli dönüşüm, tüm toplumsal kesimlerin aralıksız sarsıntıya uğratılması, sonsuz güvensizlik ve hareket, burjuva döneminin tüm ötekilerden ayırt edici niteliği”ydi. Burjuvazinin, “sürekli genişleyen sürüm ihtiyacını karşılamak için”, yer yuvarlağının bütününe el atması, “her yerde yerleşmesi, her yerde yapılaşması, her yerde bağlantılar kurması” kaçınılmazdı. O, “dünya pazarını sömürmek yoluyla tüm ülkelerin üretim ve tüketimini” kozmopolitleştiriyor; “gericilerin çok üzülecekleri biçimde ulusal zemini sanayinin ayağının altından” çekiyor ve eski ulusal sanayileri “hâlâ her gün” yok ediyordu. “Her uygar ulusun bir yaşamsal sorun olarak ithal etmesi gereken ve artık yerli hammaddeyi değil en uzak bölgelerin hammaddelerini işleyip, mamulünün de yalnız kendi ülkesinde değil dünyanın her yerinde birden tüketildiği yeni sanayiler, o eski ulusal sanayileri bir kenara itiyor”; “yerli imalatla karşılanan eski ihtiyaçların yerini de en uzak ülke ve iklimlerin ürünleriyle ancak giderebilecek ihtiyaçlar” alıyor; “yerel ve ulusal kapalılık ve kendine yeterlik yerine …, ulusların her yönde hareketliliği ve her yönde birbirine bağımlılığı” geçiyordu. Bu, sadece maddi üretimde değil manevi üretimde de böyleydi. “Ayrı ayrı ulusların manevi ürünleri ortak mülk oluyor”; ulusal tek yanlılık ve sınırlılık aşılıyor, “pek çok ulusal ve yerel edebiyattan bir dünya edebiyatı” oluşuyordu. “Tüm üretim araçlarını hızla geliştirerek ve ulaşımı, iletişimi sonsuz kolaylaştırarak burjuvazi, en barbar ulusları da uygarlığa çekiyor. …”; “tüm ulusları, eğer yerle bir olmak istemiyorlarsa burjuva üretim tarzına uymaya zorluyor”; “…, kendi istediği bir dünya yaratıyor…..üretim araçlarını merkezileştiriyor ve mülkiyeti az kişinin ellerinde yoğunlaştırıyor….(abç); “doğa güçlerinin dizginlenmesi, makineleşme, sanayide ve tarımda kimyanın kullanılması, buharlı gemi işleyişi, demiryolları, elektrikli telgraflar, dünyanın her bölümünde toprağın işlenebilir hale getirilmesi, ırmakların ulaşım için düzenlenmesi,” vb. vb.. ile, ve toplumsal emeğin bağrında yatan üretim güçlerini harekete geçirerek bir dünya sistemini oluşturuyordu.[15] Marx, “Bununla birlikte, fabrika eylemi belirli bir büyüme ve olgunluk derecesine ulaşır ulaşmaz ve özellikle teknik temeli olan makinenin kendisi makine ile üretilmeye başlar başlamaz; kömür ve demir madenciliği ile meta sanayileri ve ulaştırma araçlarında köklü bir devrim olur olmaz; kısacası modern sanayi sistemiyle üretim için gerekli koşullar kurulur kurulmaz, bu üretim tarzı bir esneklik kazanır ve yalnızca hammadde ve sürüm pazarları bulunması dışında hiçbir engel tanımayan ani sıçramalı bir genişleme olasılığına ulaşır” diyerek, gelişmenin yönüne çok net biçimde işaret ediyordu.[16]

Kapitalist üretim ve kapitalizm, bir yanda –bilimsel teknik temeliyle birlikte– üretim araçlarında ve üretimin toplumsal niteliğindeki muazzam gelişmeye yol açarak, diğer yanda çalışma süresinin ve zamanın emek gücü ve insan aleyhine kullanımı olanaklarını artırıp genişleterek varlığını sürdürüyor; makine ve bilimsel teknik gelişmelerle, “gerekli emek-zamanı”nın üretici güçlerin gelişmesi ve emeğin toplumsal üretkenliğinin artmasıyla kısalması mümkünken, sermaye tarafından, bu gelişmeler, aksine, daha fazla sömürü (daha fazla kâr) için artı emek zamanının uzatılması, işgücünde ve ücretlerde düşüş yönünde kullanılıyordu. Marx, bu durumu, “…makine tek başına alındığında çalışma saatlerini kısalttığı halde, sermayenin hizmetine girdiği zaman bunu uzatmakta; ve gene kendi başına, çalışmayı hafiflettiği halde, sermaye tarafından kullanıldığı zaman, işin yoğunluğunu artırmaktadır; kendi başına, o, insanın doğa üzerindeki zaferi olduğu halde, sermayenin elinde, insanları bu kuvvetlerin kölesi haline getirmektedir; kendi başına, üreticilerin servetini artırdığı halde, sermayenin elinde, bunları sefilleştirmektedir” şeklinde dile getiriyordu.[17]

Makinenin bu niteliği, teknik özellikleri ve hareket yeteneğinin emek sömürüsünü artırmak amaçlı geliştirilmesini, kapitalistlerin önceliklerinden biri haline getirir. Böylece, “işçiden bağımsız hareket eden ve çalışan” bu otomatik araçlar, işçinin göstereceği direnci de en aza düşürerek, devri daimi/kesintisiz üretimi sağlar. Makine biçimine girmekle “işçiden bağımsız hareket eden ve çalışan otomatik şeyler halini” alan emek araçları, “hizmetindeki insanların zayıf vücutlarında ve güçlü iradelerindeki bazı doğal engellerle karşılaşmadığı sürece..” bu işlevi sürdürürler.[18] Tek bir devindirici mekanizmanın –örneğin merkezi bir bilgisayar– birden fazla (pek çok) makineyi bir arada çalıştırması, günümüzdeki kapitalizmin de özelliği olmakla kalmaz, manifaktürden modern sanayiye geçiş döneminden başlayarak, sanayi devrimiyle üretim sürecine girmiş ve zamanla daha da ilerlemiş bir gelişmedir. Sanayi ve tarımın “üretim tarzlarındaki devrim” –makinenin (otomatik sistem) kullanılması ve yetkinleşmesi– “özellikle toplumsal üretim sürecinin genel koşullarında, örneğin iletişim ve ulaştırma araçlarında bir devrimi zorunlu hale getirir.[19] Hemen her fırsatta ve güya Marx’ı çürütmek üzere, bilimsel-teknik gelişmelerden, “iletişim ve bilişim teknolojileri”nden söz edenlerin, bu vaazlarını, Marx’ın verdiği “sıradan” küçük bir örnek dahi boşa çıkarır: “Sözgelişi zarf manifaktüründe bir kişi katlayıcı ile kağıtları katlardı, diğeri zamk sürerdi, bir üçüncüsü aletin bastırıldığı tabakayı çevirirdi, dördüncüsü aleti gevşetirdi ve bu böyle devam ederdi; ve bu işlemlerin her biri için zarfın el değiştirmesi gerekirdi. Şimdi tek bir zarf makinesi bu işlemlerin hepsini aynı anda yerine getiriyor ve saatte 3 binden fazla zarf yapıyor.[20]

Marx’ın seçtiği örnek 1860’lı yıllara aittir. Üzerinden 150 yıla yakın süre geçti. Bu sürede teknik yönden yenilenme ve makinenin kullanım alanının genişlemesi ve teknik donanımın ilerletilmesiyle, bugün çok daha fazla iş üretilebiliyor. Günümüzün modern makineleri ve elektronik, mekanik, matematik, fizik ve elektrik biliminin bir arada kullanıldığı gelişmiş üretim aracı olarak bilgisayarı örnek göstererek, emek gücünün önemini ve üretimin öznesi olma özelliğini kaybettiğini ileri sürenler, gerçek bir makine sisteminin” çeşitli bağımsız makinelerin yerini almasının, “işin konusunun, biri diğerini tamamlayan çeşitli türden bir makineler zincirinin yapmış olduğu parça süreçlerin birbirine bağlı bir dizisinden geçmesigerçeğinin günümüzden 130-140 yıl önce de gerçekleştiğini görmek istemiyorlar. “İnsanın yardımı olmaksızın yalnızca onun gözetimi altında hammaddenin işlenmesi için gerekli bütün işlemleri yerine getirebilir duruma gelmiş” makinelerin varlığı, “otomatik makine sistemi”nin daha mükemmel denilebilecek şekilde geliştirilebileceğinin de göstergesidir. “Makine biçimine gelen emek araçları, insan kuvveti yerine doğal kuvvetlerin konulmasını ve el alışkanlığı yerine bilimin bilinçle uygulanmasını” giderek güç kazanan bir olanak haline getirirler. Bu tür ileri mekanizmalarda, bilgisayar tuşlarına basarak ya da bir düğmeyi çevirerek hareket iletimi sağlanmadan, mekanizma çalışmaya başlamaz. Büyük sanayi, makine kullanımı sayesinde, “büyük fiziksel kuvvetler ve doğa bilimlerini üretim sürecine katarak” emeğin üretkenliğini olağanüstü derecede artırabilirken, emek araçlarındaki gelişme de büyük sanayinin doğmasını sağlamış ve en gelişmiş hali “fabrikadaki organize makine sistemi” olan bu sistem, günümüze gelen süreçte, yetkinleşmesini sürdürmüştür. Üretim sürecinin en önemli ve en gelişmiş aracı olarak “organize makine sitemi” gelişmesini sürdürmeye bundan sonra da devam edecektir. Çelişki; makine ve bilimsel gelişmelerin etkin işlevi ve gelişmesini sürdürmesinde değil, bunların kullanım biçimi, niteliği ve amacındadır.

Kapitalist, örneğin, makinenin daha etkin kullanımıyla iş gününü nispi olarak daha fazla uzatma olanağı bulmakta; işgününün uzatılmasıyla, verimliliği yükselten otomasyonla, teknik uygulamalarla gerekli emek zamanı kısaltılarak ve bandın hızının artırılmasıyla artı değeri artırabilmektedir. Bunlar, kapitaliste, günlük ürünün daha küçük parçası ile emek gücünün değerini yerine koyma olanağı sağlamakta; makinenin işlettiği araçların sayısındaki artış (birçok ve çeşitli aletin bir tek motorla harekete geçirilecek şekilde monte edilmesi), “onu devindirecek çok daha büyük mekanizmaya” gereksinme gösterirken, bu mekanizma, “insanın tekdüze ve sürekli bir devinim meydana getirme yönünden çok yetersiz bir araç olması” ve “insandan çok daha güçlü bir devindirici güce” ihtiyaç göstermesi nedeniyle, daha etkin ve gelişkin şekilde ilerletilme zorunluluğu doğurmaktadır.

Makinelerin, “milyonlarca insanın enerjisini gerektiren” büyük çapta büyük iş aletleri olmaları ve “egemenliği altına aldıkları” insanların çalışmalarını inanılamayacak derecede artırmaları yeni bir olgu olmadığı gibi, teknolojik bilimsel gelişmeler de, 1970’ler sonrasındakilerle eşitlenecek türden yeni ve önceden görülememiş değildirler. Makinelerin artan hızıyla, işçinin daha fazla dikkat ve çaba göstererek, eskisinden daha fazla iş yapması, daha çok üretmesi, emek gücü nicelik olarak azalırken daha fazla ürün çıkarılması, bırakalım yüzyıl öncesini, 30-40 yıl öncesine göre bugün daha da artmıştır. (Toyota, VW, Ford, Daimler Chrysler vb. otomobil fabrikalarında, günlük, aylık, yıllık ve saat başı üretim, önceki dönemlerde gerçekleştirileni birkaç misliyle aşmıştır.) Bugünkü kapitalizmi, emperyalist kapitalizmden farklı ve “iletişim ve bilişim teknolojilerindeki gelişme”yle bağlı bir “post-modern kapitalizm” olarak gösteren teori, makinenin, “günümüz kapitalizmi”nin temel üretim aracı olmaktan çıktığını, en azından gösterebilmeliydi. Bu bir yana, bu teori (ve savunucuları), makinenin yetkinleştirilmesi ve kullanım alanının genişlemesiyle “işçi sınıfının azalması”nı mutlak tek gerçek gösterirken; makinenin, teknik gelişmesiyle artan sayıda işçiyi ucuz ve yedek işgücü kitlesinin saflarına itmesine ve böylece eskiden iki ya da üç-dört kişinin yaptığı işin şimdi bir-iki kişi tarafından yapılmasını olanaklı hale getirmesine ya da daha önce 12 ya da 10 saatte yapılabilen bir işin, artık 8, 6 ya da daha az sürede yapılmasını olanaklı kılmasına rağmen, işinden ettiği işgücünü emmekle kalmayıp, daha fazlasını da gereksinen yeni işkollarının ortaya çıkmasının aleti olarak da işlev gördüğünü göz ardı ediyor(lar). İşçinin, emek araçlarına, onların “tek düze hareketlerine” (otomat) bu bağımlılığı, fabrika sistemi ve disiplini içinde çalışan işçiler ve “gözcüler” olarak ya da “sanayi ordusunun erleri ve çavuşları olarak” bölünmelerine yol açar. Diğer yandan, makineler, fabrika sistemi içinde uyumlu çalışan çok yanlı bir sistem meydana getirdiklerinden, işçilerin makinelerin hareketine bağlanmış bu biçimler üzerinden “uzmanlaşma”ları, makine deviniminin sistemin merkezine oturmasıyla birlikte, herhangi işçinin yerine bir başkasının çalışmasıyla işin kesintisiz sürmesini mümkün hale getirir ve bu da, uzmanlıkların önemsizleşmesine götürür. “Bir ve aynı aleti yaşam boyu kullanmanın verdiği uzmanlık” bu durumda, “bir ve aynı makineye yaşam boyu hizmet etmenin verdiği uzmanlık” halini alır. Artık işçi, makinenin hareketini izlemek, deyiş yerindeyse ona, “falso yapmadan” uyum göstermek zorundadır. Makinenin işçi ile ilişkisini, Marx, “yere serme” olarak tarif eder. Makinelerdeki sürekli iyileştirmeler ve “otomatik sistemdeki gelişmeler”, işçiye karşı, “aletten yana” işlev görürler. İş, giderek artan şekilde, “…bir çocuğun bile denetleyebileceği kendi kendine düzenlenen özel bir mekanizma” tarafından yapılır hale gelir. Çalışma yöntemlerinde ve “toplumsal çalışma organizmasının” niteliğindeki değişimlerle birlikte, nüfusun daha geniş kesimlerinin üretim sürecine çekilmesi, daha az işçinin çalışmasıyla üretimi sürdürme olanağına sahip olan “sermayenin diktasına boyun eğmeye” zorlanan “bir fazla işçi nüfusun” –işsizler ordusu– ortaya çıkmasına yol açar. Böylece, emek zamanının kısaltılması için en güçlü araç, yani makine, yani otomasyon, sermayenin değerini genişletmek amacıyla, emekçi ile ailesinin ömürlerinin kapitalistin emrine verilmesi işlevi gören araç haline gelir.

Makinenin ve iletişim – ulaşım araçlarının teknik gelişimi, emek gücünün gerekli emek zamanını artırmak ve insan soyunun daha rahat yaşamasını sağlamak için değil, üretimin kapitalist yararına artırılması, meta fiyatlarının ucuzlatılması ve işçinin kendisi için çalıştığı “işgünü kısmı”nın kısaltılarak, kapitalist için ve karşılığını almadan çalıştığı “diğer kısmı”nın uzatılması için gerekliydi. Sanayi devriminin “aleti” olarak makinenin üretim aracı olmasıyla, eskiden insan tarafından kullanılan aletler, bir mekanizmanın birbiriyle uyumlu çalışmaları sağlanmış unsurları haline gelirlerken, “bir kez harekete geçirildikten sonra taşıdığı aletlerle, daha önce işçinin benzer aletlerle yaptığı” işi yapan “bir mekanizma” olarak, makine, insan işgücünün bir bölümünün yerini alıyor[21], makineli üretimin genişlemesine paralel olarak, bir yandan daha fazla işgücünün üretim sürecine çekilmesinin, diğer yandan “yerini aldığı” işçi kitlesinin üretim sürecinin dışına atılmasının aracı oluyordu.[22]

Bu, başka şeylerin yanı sıra, emek üretkenliğinde artışa, sermayenin organik bileşiminin canlı emeğe gereksinimi nispi olarak azaltan değişimine, işsizliğin kitlesel boyutlara varmasına yol açıyor, çalışma süresinin mutlak ve nispi uzatılması ve teknik-bilimsel gelişmelerin yaşamın öteki alanlarında da burjuvazi yararına kullanımında “verim artışı”na hizmet ediyordu. Kapitalist, artı değer üretimi için soyut cansız emek aracıyla canlı/somut emeği kullanmak zorundaydı. Bilimsel teknik ilerleme, kapitaliste, daha az sayıda işçi ile daha fazla üretme olanağı sağladığından, o, “kapı dışarı ettiği” emek gücü yerine, işgününü mutlak olarak (şu kadar saat) ve makinenin artan ‘verimliliği’, hızı ve çok amaçlı yetkin kullanımıyla nispi anlamda uzatarak, maliyeti düşürme ve artı değeri yükseltme olanağı buluyor[23]; teknik bilimsel gelişmelerden yararlanan sermayenin nispi artı-değer üretimi için daha geniş olanakları elde etmesi ve emek üretkenliğindeki artış, emek gücü değerinin düşürülmesi olanaklarını genişletirken, işçi sınıfını, maddi ve zihni-manevi gereksinmelerini karşılama olanaksızlığıyla daha fazla karşı karşıya getiriyordu.[24]

Üretimin ve sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesinde; üretimin ve emeğin toplumsallaşmasında görülen muazzam ilerlemeyle birlikte, emeğin toplumsal üretkenlik gücü devasa boyutlarda artmasına rağmen, emek gücünün artan sömürüsü ve kar oranlarının yükseltilmesi kapitalist hedefi kalıcıydı. Bu temel hedef, burjuvaziyi, bilimin „bilinçli teknik uygulanması”nı ilerleterek bilimi emeğin dolaysız üretken gücüne dönüştürmeye ve böylece emeğin verimliliğini artırarak işgününün işçinin kendini yeniden üretimi için gerekli bölümünü kısaltarak artı –değer üretme zamanını mutlak ve nispi olarak uzatmaya yöneltirken, bu yöndeki ilerleme daha fazla işçinin kapı dışarı edilmesinin olanağına dönüşüyordu.[25]

Kapital’de “her gün değişmeyen bir tek düzelik içerisinde yinelenerek yapılan bir işin”, iş gününün uzatılmasıyla emeğin yoğunlaştırılması arasındaki ilişki bakımından, iş gününün ya düşük bir emek yoğunluğu ile uzatılması ya da tersinden emek yoğunluğundaki artışla kısalması gibi bir ilişkinin “kaçınılmaz sonuç” olarak ortaya çıkaracağına dikkat çekilmişti. İşçi sınıfının mücadele ile işgününün kısaltılmasını sağlaması, kapitalistleri makinelerdeki gelişmeyi hızlandırarak, bant sistemini geliştirerek, nispi artı değer üretimini büyütmeye yöneltmiştir.[26] Marx, “birikmiş pratik deneyimler –der– hazır mekanik araçlar ve sürekli teknik gelişmeler nedeniyle, fabrika sistemindeki olağanüstü gelişme gücü, kısaltılmış işgününün baskısı altında, bu sistemin dev adımlarıyla ilerlemiş olduğunu bize gösterir.[27]

Kapitalizmin gelişmesi içinde dünya pazarını yaratması, bir dünya sistemine dönüşerek emperyalizm aşamasına varması, “dünyanın uluslararası tröstler arasında paylaşılmasının başlaması”; toprakların, hammadde kaynaklarının ele geçirilmesi ve güce bağlı yeniden paylaşılması için rekabet ve kavganın şiddetlenmesi anlamına da geliyordu. Serbest rekabetin tekele yol açması ve dünya pazarının yeniden paylaşımına yönelik rekabet ve güç kullanımı, sermayenin merkezileşmesi ve tekellerin egemenliği, tekniğin “dev adımlarla ilerlemesi”ne gereksinimi artırmıştı. Mali gruplarla sanayicilerin, bilinenler üzerine olanın yanı sıra olası kaynaklar üzerine rekabet ve kavgası ve dünyanın her tarafına “dal budak salma” girişimleri, bunu olanaklı kılacak teknik üstünlükleri ve patentlerin elde tutulmasını gerekli kılıyordu. Lenin, daha 20. yüzyıl başında, bilimsel teknik gelişmelerle üretim ve sermayenin yoğunlaşması ve sermaye ve tekellerin uluslararası faaliyeti üzerinde dururken, “kuşku yok ki, üretim giderlerini azaltma ve uygulanan teknik düzeltme işlemleriyle kârı artırma olanağı, birtakım değişikliklere yol açmaktadır” diye yazmıştı.[28]

Emperyalizmi “karakterize eden” en önemli özelliklerinden biri, asalaklığı ve çürümeyi üst düzeyde geliştirmiş olmasıydı. “Emperyalizmin başta gelen ekonomik temellerinden biri olan sermaye ihracı”, rantiye tabakasının üretimden kopuşunu artırarak, “denizaşırı bazı ülkelerin toptan asalaklaşması”na yol açmaktaydı. Aynı eserinde, Lenin, Hobson’un irdelemelerine değinerek, “Rantiye-devlet, asalak, çürüyen kapitalizmin devletidir; ve bu olgu, genellikle ülkelerin toplumsal ve siyasal koşullarını, özellikle de işçi hareketinin iki temel eğilimini etkilemekten geri kalmamaktadır” diyor ve yine onun vurgulamasını referans göstererek, bu devletlerin “kendi yöneten sınıfını zenginleştirmek ve sakin dursunlar diye alt sınıflarına rüşvet vermek” için diğer ülkeleri sömürdüklerine dikkat çekiyordu. ABD, İngiltere ve Avrupa’nın gelişmiş ülkelerindeki duruma işaret eden Lenin, kapitalist sömürü ve rantiye tabakaların oluşmasının proletarya hareketine nasıl büyük zararlar verdiğini; İngiliz işçi sınıfının durumu üzerine Marx ve Engels’in yazışmalarından bölümler aktararak, ortaya koyuyordu.[29] Emperyalist devletler ve tekeller, “dünyayı soyup soğana çevirerek” sağladıkları aşırı kârlarla “işçi liderlerini ve işçi aristokrasisini oluşturan”, işçilerin “yüksek tabakası”nı bozma olanağı buluyor; “yaşam tarzlarıyla, ücretleriyle, dünya görüşleriyle tamamen küçük burjuva niteliği taşıyan bu burjuvalaşmış işçi tabakası ya da ‘işçi aristokrasisi’..”ni yanlarına alabiliyorlardı. Tekel menajerleriyle üst düzey profesyoneller ve teknik uzmanların hisse payı, yüksek maaş, prim, özel (gizli) ödenekler şeklinde sömürüden aldıkları pay büyürken –sayıları son yıllarda giderek artmıştır–; özel işletmelerin ve “kamu kuruluşları”nın yönetim ve denetim kurullarında, işçi ve emekçilere karşı kılıç kuşanmak üzere görevlendirilen bu kesimlerin sermaye ile ‘bütünleşmeleri’, giderek kurumsal özellik kazanıyordu.

Aradan geçen yüz yılı aşkın süre, bu özellikteki gelişmelere daha fazla ivme kazandırdı. Bugün, yüz, yüz otuz yıl öncesiyle kıyaslanamaz büyüklükte ve düzeyde merkezileşme, kaynakların denetlenmesi, asalaklık ve çürüme, rantiye işlemler hacminde şişme, makinenin yetkinleştirilmesi ve yeni teknik buluşlarla kapitalist emperyalizm, bir dünya sistemi olarak hakimiyetini geliştirmiş, aynı biçimde yıkılmasının maddi koşullarını da daha fazla olgunlaştırmış bulunuyor.

“YENİ BİR KAPİTALİZM”DE; “SANAYİ SONRASI” BİR TOPLUMDA MI YAŞIYORUZ?

Öğretiye eleştirel ve yaratıcı yaklaşım” adına, ekonomik-sosyal olguları işçi sınıfının devrimci davasını zaafa uğratacak biçimde ele alan; “değişimi görememek ve dogmatizme yaslanmak” eleştirisiyle reformizmi, sosyal demokratçılığı ve sol liberalizmi işçi hareketi içinde örgütlemeye çalışan, –kendi deyişleriyle– “post Marksist” teorisyenler, Marx, Engels, Lenin ve Stalin’in kapitalizm ve kapitalist emperyalizme ilişkin olgulara dayalı öngörülerinin, süreç içinde, çok daha belirgin biçimde ortaya çıkan gelişmelerle kanıtlanmasını bir yana bırakarak, bilimsel teknolojik gelişmeleri, “yeni bir toplum ve yeni bir çağ”ın göstergesi saymakta; “endüstri toplumunun irdelenmesiyle yapılmış belirlemelerin geçersiz hale geldiğini” vazetmekte, “endüstrisizleşme” ve “sınıfların sonu” tezleriyle, sınıf hareketi, sınıf mücadelesi ve sınıf bilinci gibi, sınıfların birbirleriyle ilişkileri ve üretim sürecindeki rolleriyle ilgili sorunları bir kalem darbesiyle ortadan kaldırarak (!), proletaryanın üretim sürecindeki ve üretim araçları karşısındaki konumu ve rolünün değiştiği varsayımıyla, burjuvazinin işçi hareketine saldırısına, “içeriden” omuz vermektedirler. Bunlar, bazı büyük kentlerde (Londra, Brüksel, Moskova, kısmen İstanbul) finansal ve hizmetler faaliyetinin yoğunluk kazanması ve bu kentlerdeki işçi yoğun sektör ve işyerlerinin başka alanlara taşınmasını, “sanayisizleşme ve sınıfsızlaşma”nın kanıtı sayıyor, endüstriyel faaliyetlerin büyük kent merkezlerinin dışına taşınmasını ve bir kısım işçinin işsiz kalmasını “sanayisizleşme” olarak gösteriyor[30], “üretimin yoğunlaşmasının bir sonucu olarak” tekellerin doğması ve uluslararası faaliyetini, bu, emperyalist kapitalizmin “genel ve temel bir yasa”sı olmasına karşın, “küreselleşme” adıyla, 1980-90’ların “belirleyici yeni gerçeği” gösteriyor, küçük işletmeciliğin ve özelleştirmenin yaygınlaşmasını ise bu yoğunlaşmaya karşı gelişme olarak sunuyorlar.

Bunlar, Marx’ın, daha Kapital’i yazdığı sırada, “kapitalizmin teorik ve tarihsel bir tahlilini yaparak” (Lenin), serbest rekabetin üretimin yoğunlaşmasını doğurduğunu belirterek, bunun da “belirli bir gelişme aşamasında” tekelciliği yaratacağına işaret ettiğini -eğer cehaletlerinden değilse- görmezden geliyor; Lenin tarafından başlıca temel özellikleri ortaya konan tekelleşme-holding sistemi, üretimin ve sermayenin uluslararasılaşması ve finans kapital egemenliğinin bir kısmı yeni ve fakat ötekileri ‘öteden beri’ uygulanagelen üretim teknikleri, biçimleri, örgütlenmelerini büsbütün “yeni” ve “yeni bir sistem”in göstergeleri olarak sunuyorlar. Tekelci kapitalizmin genel ve hakim bir “evrensel baskı sistemi” olarak şekillenmesini, “Marksizmin çürütüldüğü”ne kanıt göstermekten geri durmayan eski oportünist, “sol” ve liberal iktisatçılarla sosyologların izinde yürüyen eski oportünizmin, bilim ve teknikteki gelişmelerin abartılı değerlendirilmesiyle desteklenmiş yeni temsilcileri, tekellerin uluslararası alandaki hakimiyeti ve sermayenin uluslararası karakterinin güç kazanması ve bilim ve teknikteki gelişmelerle iletişim-ulaşım araçlarının daha fazla mükemmelleşmesini, “yeni bir toplum”un ve yine “Marksizm’in geçersizliği”nin kanıtı olarak reklam ediyorlar. Tekelci sermayenin uluslararası faaliyetini ve taşeron işletmeciliği “yeni bir üretim sistemi”nin olgularından biri olarak gösterenler, 20. yüzyılın başından bu yana tekellerin ve holdinglerin sistemi halinde örgütlenen sermayenin kapitalist dünya pazarındaki faaliyetini de, neredeyse yüz yıl sonrasının bir olgusu olarak gündeme getiriyorlar. Bunlar, Lenin tarafından da işaret edilen, “bütün ülkeyi kaplayan sık bir mali kanallar şebekesinin bütün sermayeleri ve gelirleri merkezileştirerek, binlerce işletmeyi tek bir ulusal kapitalist örgüte ya da tek bir dünya kapitalist örgütüne dönüştürerek” (Emperyalizm, sf. 38, abç) hızla yayılması olgusuyla, üretimin ve sermayenin uluslararasılaşması arasında bir bağ kuramayacak kadar dar kalıpçı, siyasal bakımdan avanak ve kördürler.

Lenin’in “Emperyalizm, Kapitalizmin En Yüksek Aşaması” adlı eserinin yazılış tarihinin 1916 olduğunu, Birikim yazarlarıyla onların Negri, Deleuze, Lazzarato gibi oportünist yol gösterenleri de bilmiyor olamazlar/olamazlardı. Bu eserin beşinci bölümünde, dünyanın kapitalist gruplar arasında paylaşılması ele alınır ve bölüm şu önemli vurguyla başlar: “KAPITALİST tekel grupları –karteller, sendikalar, tröstler– kendi ülkelerinin bütün üretimine, çok ya da az mutlak ölçüde sahip olarak, ilkin iç pazarı paylaşırlar. Ama, kapitalist düzende, iç pazar, zorunlu olarak, dış pazara bağlıdır. Kapitalizm, uzun bir süreden beri dünya pazarını yaratmıştır. Sermaye ihracı arttıkça ve büyük tekel gruplarının yabancı ülkeler ve sömürgelerle ilişkileri ve ‘nüfuz bölgeleri’ her bakımdan genişledikçe ‘pek doğal olarak’, işler, bu gruplar arasında genel bir anlaşmaya ve uluslararası kartellerin kurulmasına doğru yöneliyordu. Sermaye ve üretimde görülen evrensel yoğunlaşmanın bu yeni derecesi, daha önceki dönemlerde görülenlerden çok yüksektir.[31]

Lenin, üretimin yoğunlaşması ve tekel olgusunu irdelediği eserinde, burjuva iktisatçısı Liefmann’a atıfla, onun, “bir ulusal ekonomi ne denli gelişmiş olursa, riskli girişimlere, yabancı ülkelerdeki işletmelere, gelişmek için uzun zaman isteyen işletmelere, en sonu yalnızca yerel önem taşıyan işletmelere yönelir” şeklinde özetlediği kapitalist eğilime dikkat çekiyordu.[32] Sanayiin olağanüstü gelişmesi ve üretimin daha büyük işletmeler içinde hızlı yoğunlaşması süreci, kapitalizmin belirleyici özelliklerinden biriydi ve kapitalizm, daha 19. yüzyıl sonları ve 20. yüzyıl başlarında “evrensel bir sömürgeci baskı sistemine”; gelişmiş “bir avuç ‘ileri’ ülkenin, dünya nüfusunun büyük çoğunluğunu mali yönden boğduğu” bir sisteme dönüşmüştü.[33] Üretimin yoğunlaşması ve tekel, dünya pazarlarının ele geçirilmesi için yöntemlerin geliştirilmesi, sermayenin “sınır tanımaz” yayılmasının uluslararası kapitalist pazarı yaratması; “teknik yetkinleşme ve buluşlar alanında” büyük ilerlemelerin gerçekleşmesi, bu sürecin kaçınılmazlıkları arasındaydı.

Tekelci büyük şirketlerle onların holding türü örgütlenmeleri ve ağlarını ulusal ölçekte olduğu gibi uluslararası ölçekte de örmeleri konusuna değinen Lenin, dönemin Alman iktisatçılarından Heymann’ın, “Yöneticiler, esas-şirketi, [sözcüğü sözcüğüne: “ana-şirket”] o da bağlı şirketleri [“kız-şirketler”], onlar da bağlı şirketlere bağlı şirketleri [“torun-şirketler”] vb. denetlemektedir” sözlerini aktarıyor ve “deneyimler”le gelişmelerin bunu kanıtladığına işaret ediyordu.

Holding sisteminin, tekelcilerin gücünü iyice artırmakla kalmayıp, “onlara, hiçbir ceza korkusu olmaksızın, halkı oyuna getirmek ve en kirli işlere girmek olanaklarını da” sağladığını; çünkü “ana-şirketin” yöneticilerinin bu sayede, “özerk” sayılan bağlı şirketlerin işlerinden “yasalar karşısında sorumlu” olmaktan kurtulduklarını; “bu yüzden de bu bağlı şirketler araçlığıyla, ‘her şeyi’ kabul ettirebilir” hale geldiklerini belirtiyor ve Alman Kurt Heinig’in adını da anarak, General Elektrik Şirketi’nin daha 1912 de, 175 ya da 200 başka şirketin sermayesine katılmasından ve kuşkusuz, bunlara egemen” olarak, “aşağı yukarı 1,5 milyar marklık bir sermayeyi” denetlemesinden söz ediyordu.[34]Bu şekilde büyüyen” AEG’nin (General Elektrik Şirketi) o günkü koşullarda, “yalnızca dış ülkelerdeki temsilciliklerinin sayısı 34’tü”; “bunların 12’si, sermayesi hisse senetlerine bölünmüş şirket olup, 10’dan fazla devlet sınırı içinde” idiler. Şirket “muazzam bir ‘birleşmiş’ işletme”ydi ve “kablo ve yalıtkan malzemeden otomobile, uçağa kadar çok değişik maddeler imal” ediyordu.

Hareketini bir iletim mekanizması aracılığı ile merkezi bir otomattan alan organize bir makineler sistemi,..”ne[35] dayanan modern büyük sanayi, “bugünkü kapitalizm”in de temelini oluşturuyor. Makine, “bugünkü kapitalizm”in de “maddi temeli olan” bir “özel üretim aleti” olmaya devam ediyor. Fabrika ve makineler “kompozisyonu” “günümüz kapitalizmi” için de “ana iskelet” işlevine sahiptir. Bu büyük “otomatik makine sistemi”ne dayanan “günümüz kapitalizmi”, makinenin geliştirilip yetkinleştirilmesiyle birlikte, “insan kuvveti yerine doğal kuvvetlerin konulmasını ve el alışkanlığı yerine bilimin bilinçli uygulanması”na gereksinimi artırırken, buna hizmet eden bilimsel-teknolojik yenilikleri de birlikte getirmektedir/getirmiştir. Hemen tüm kapitalist ülkelerde, toplam üretimin büyük bir kısmı, kapitalist işletmelerin küçük bir azınlığını oluşturan en büyükleri tarafından gerçekleştirilmekte; bunlar örneğin ülkelerin kapitalist gelişmesinin düzeyine de bağlı olarak bazen yüzde-bire (işletmelerin yüzde biri) yüzde seksen (toplam üretimin yüzde 80’i) gibi bir oranı tutturabilmektedirler. Üretimin büyük bölümünün büyük firmalar tarafından gerçekleştirilmesi bugün de devam etmekte, büyük işletmelerde, emek verimliliğinin daha yüksek olması, bu işletmelerde üretimin yoğunlaşmasının, “işçi yoğunlaşmasından çok daha hızlı” olmasını sağlamakta, bu da daha az sayıda işçiyle üretimi mümkün kılmaktadır. “Aynı sanayi kolundaki ya da başka başka sanayi kollarındaki birçok işletme”nin bir büyük “dev işletme”ye bağlanması, ‘ulusal’ ve uluslararası pazarda daha fazla söz sahibi olma; milyonlarca küçük işletmeyi çekip çevirme olanağı demektir. Bu gelişme hızla devam etmekte; bir sanayi kolunda üretim safhalarının birbirini izleyen “işlenme evreleri” şeklinde ilerlemesi, ya da bazen birinin “ötekinin yanında yardımcı bir rol” oynaması (“artıklardan yararlanılması ya da yan ürünlerin kullanılması, ambalaj vb.”) kârlılık durumunun gerekleri olarak ortaya çıkmakta; yoğunlaşma ve merkezileşme, yutma-yedekleme ve kendine bağlama, Lenin’in de işaret ettiği ve tekellerin baş vurdukları “bir takım değişiklikler” kapsamında, fabrikaların bir bölümünü ucuz işgücü alanlarına taşıma, oralarda şirketler satın alarak, ortaklıklar kurarak ya da yan sanayiler oluşturarak yayılma, taşeron firmalara imalatın bir kısmını ihale etme vb. yöntemlerle tekellerin üretim ve etkinlik sahası genişlemekte; üretim ve sermaye, giderek daha az sayıda, ancak daha güçlü ellere geçmektedir. Ekonominin “yeniden yapılandırılması” uygulamalarıyla üretimin ve işyerlerinin “parçalanması”nda görülen artış, büyük işletmenin, “her şey”, milyonlarca küçük işletmenin “hiçbir şey” olması gerçeğini, ilişkinin karakteri bakımından değiştirmemiştir; ve Batı’nın gelişmiş sanayi ülkelerinde, işletmelerin bazı bölümlerinin ya da bazılarının ucuz emek gücü alanlarına taşınmasını, büyük sanayinin “büyük ölçüde tasfiye olması” şeklindeki değerlendirme, sanayi üretiminin önemini ve sanayi işletmelerinin kapitalist gelişme ile artan rolünü örten oportünist liberal bir iddiadan ibarettir.[36]

Tüm çeşitliliği ve eklenen iş türleriyle “günümüz kapitalizmi” de, burjuvazinin üretim araçlarında, çalışma tarzı ve “tüm toplumsal ilişkilerde” değişime gidip yenilikler getirdiği emperyalist kapitalizm sınırlarındaki kapitalizmdir! Tekelci ve dünya çapında bir nitelik gösteren, milyonlarca sermayeyi çekip çeviren büyük şirketlerin merkezileşmeyi çok daha güçlü biçimde sağlayarak dünyanın her tarafında faaliyetlerini artırdıkları günümüzde, bu özellik daha da güç kazanmış, tekelci sermayenin tüm toplumsal iktisadi yaşamı denetleme olanakları genişlemiştir. Tekeller, yüksek teknik donanımlarını rakipleri karşısındaki üstünlüklerinden biri olarak kullanmakta; bu üstünlük sayesinde, her yerde kendilerine yol açmakta; uzay teknolojisinde, yer biliminde, hava, deniz ve kara ulaşımında, elektronik ve telekomünikasyon başta olmak üzere, iletişim teknolojisinde kaydedilen ilerlemeleri, iktisadi-sosyal yaşamı denetlemek için, artan şekilde kullanmaktadırlar. Uluslararası tekellerin faaliyeti, ulusal-bölgesel-yerel işletmelerle kurulan ilişki ağı şeklinde tüm kapitalist pazara genişlerken, aynı pazarlara yönelik rekabet, kapitalistler arası paylaşım kavgasını sertleştirmekte, bu rekabet ve kapışma, işçi sınıfına, düşük ücret, sosyal hakların budanması, artan işsizlik ve yoksullaşma (ve kuşkusuz savaş tehdidi) olarak yansımaktadır.

Bankalar, sanayide tuttukları sermaye ile “gittikçe artan ölçüde birer sanayi kapitalisti haline” gelirken, “gerçekte sanayi sermayesi haline dönüşen” mali sermaye olarak, iktisadi-sosyal yaşam üzerindeki denetimini artırmakta, “küçük işadamlarının, memurların, işçi sınıfının çok ince üst tabakasının her çeşit para gelirlerini de toplamak”la kalmayarak, işçileri, küçük üretici köylüleri kredi borçlandırmalarıyla kendilerine bağlayarak sömürmekte; böylece, tüm iktisadi yaşamı denetleme güç ve olanaklarını artırmaktadırlar. Büyük sanayi işletmelerinin yer değişimi, işyerlerinin küçük işletmelere bölünmesi ve özelleştirme, tekellerin ve tekelleşme eğiliminin; çok çeşitli işyerlerinin bir tek tekel bünyesinde birleştirilmesinin sağladığı güç ve avantajlara alternatif ya da onun etkisini zayıflatan bir gelişme olamazdı. Aksine, büyük işletmelerin bir sanayi dalındaki üretimin %80-90’nını hatta daha fazlasını elinde tutmaları, kendilerine bağlı çeşitli dökümhaneler, makine atölyeleri, boyama bölümleri, tamirhaneler kurarak, büyük işletme olmanın avantajlarından yararlanmaları, günümüz kapitalizmi açısından da önemli özellik ve olgulardan biridir. Tekel, kapitalist gelişmenin vardığı zirvedir ve kapitalist emperyalizmin en önemli özelliği, tekellerin ekonomik yaşamın temeli haline gelmeleridir. “Emperyalizmin başlıca ekonomik temeli tekel” olmaya devam ediyor. Firmaların “parçalara ayrılması”, daha doğru deyişle, bazı bölümlerinin başka topraklara taşınması, tekelci konumunu zayıflatmıyor, aksine güçlendiriyor.

 

* * *

Bilimsel teknik gelişmeleri, iletişim ve ulaşım araçlarındaki ilerlemeleri ve üretimin bu araçlar ve buluşlar kullanılarak yeniden örgütlenmesini “sanayi sonrası” “yeni bir toplum”un göstergesi sayarak, sınıf ilişkileri ve mücadelelerinin ve işçi sınıfının bu ilişkiler sistemindeki ve mücadeledeki yeri ve rolünün önemsizleştiğini vazeden teori, kapitalizme içkin gelişme ve olgular tarafından boşa çıkarılan oportünist bir teoridir. Marksizm “eleştirmeni” neo liberal teorisyenlerle, onları papağanca tekrarlayanların, tezlerini üzerine oturtmaya çalıştıkları bilimsel teknik buluşlar ile onların kapitalist uygulanması, büyük sanayi üretiminin ve onun sermaye yoğunlaşmasıyla hızlanan tekelci gelişiminin gereksinmeleri olarak ortaya çıkmışlardır ve toplumsal üretim ya da üretimin toplumsal niteliği bunların maddi temelini ve dayanağını oluşturmuştur. Burjuvazi, “kapitalist üretim sınırları içersinde” emeğin üretkenliğini artırmak; “işgününde, işçinin kendi yararına olarak çalıştığı sürenin kısaltılması” yoluyla, kapitalist yararına “bedavadan çalışacağı süreyi uzatmak için” tüm tarihi boyunca yeni araç ve yöntemler geliştirmiş ve devreye koymuştur.[37] İşbölümünü en ileri düzeyde gerçekleştiren kapitalizm, işçileri modern büyük üretim içinde bir araya getirerek bir sınıf olarak davranmalarının maddi koşullarını yaratırken, ulus, etnik köken, dini inanç, bölge, işkolu vb. üzerinden bölünmelerini sağlayan araç ve yöntemleri de sürekli yeniden üretmiş; bu bölme/bölünme ve ayrımı, işçilerin patronlara karşı direncini kırmak için sürekli gündemde ve ‘canlı’ tutmaya çalışan burjuvazi, son on yıllarda, buna, işçilerin sınıf içi rekabetini daha etkin tarzda kışkırtacak, ‘işin esnek düzenlemesi’, taşeronculuğun daha etkin kullanımı ve özelleştirme vb. yöntemleri ekleyerek, işgücü “piyasası”nda belirsizlik ve endişenin daha fazla hakim olmasını sağlamıştır.

Kapitalizm, üretimde ve işte yeni biçimler ve teknikler geliştirmeden kendini sürdüremez. Daha ucuza mal etmek ve daha fazla kâr hırsı, değişiklikleri ve yeni buluşları gereksinir. Sermayenin, ücretlerin düşük, toprak fiyatlarının ucuz, kâr oranının yüksek olduğu alanlara yönelişi, tam da kapitalizmin “özü”yle ilgili bir özelliğidir. İşgücünün bölünmesi, taşeron işletmecilik ve fason üretim, aile işletmeciliği ve eve iş verme son birkaç on yılın ortaya çıkardığı biçimler olmayıp, bu arayışlar kapsamında, önceki süreçlerde de uygulandılar. Kapitalist pazarda “ayakta kalma”nın ve büyümenin koşulu, rekabette başkalarını geride bırakma, onların yok oluşunu sağlayacak güce ulaşmaktır. Bu ise, ancak üretim maliyetini en düşük seviyede tutarak pazara mal sürümünü gerçekleştirmekle mümkündür. Bunun için işgünü uzatılır, ücretler düşürülür, sosyal giderler kısıtlanır ya da tümüyle kaldırılır. Buna, esnek üretim sistemlerinin eklenmesi ve taşeron işletmecilik, aile işletmeciliği, eve iş verme, kadın ve çocuk emeğini daha fazla üretim sürecine çekme gibi çok çeşitli biçimlerde emek sömürüsü yöntemleri eşlik etmektedir. İşin, üretimin ve çalışma sürecinin kapitalist yararına örgütlenmesinde başvurulan yöntemlerle bunun eski-yeni araçları, mali sermaye ve tekeller çağı kapitalizminin kendini var etmek için uygulayageldiği biçim, yöntem ve araçlardır. Bunları kapitalist emperyalizmin nitelik değiştirmesinin araç, yöntem ve biçimleri olarak gösterenler, kapitalizmin “sanayi sonrası”na girildiğini vazedenler, olgu ve gelişmeleri olduğu kadar, sınıfların ilişki ve çelişkilerini de burjuvazi yararına yorumlayarak, kapitalizme hizmet ediyorlar. İstihdam güvencesizliği ve sosyal hak yoksunluğunu “neo liberal karşı devrim”e bağlayanlar, “küreselleşme miladı” olarak aldıkları 1970-80’ler öncesi kapitalizmin, “koruyucu çalışma mevzuatı ve istihdam güvencesi”ne ilişkin yasalarla “istihdamı istikrarlı ve güvenceli” kıldığını vazetmekte, bilimsel teknik gelişmeleri bu “milat”la başlayan son otuz-kırk yılın tümüyle yeni buluşları olarak göstermektedirler.[38] Sermaye-emek ilişkilerine bu yaklaşım, diğer yandan, kapitalist üretim sürecinin ortaya çıkardığı ve kapitalizm kapitalizm olmaktan çıkmadıkça da şu ya da bu oranda var olmaya devam edecek olan işsizlik gibi sonuçları son on yılların sorunu sayarak, işsizlik ve yoksunluğun kapitalist temelini de göz ardı etmektedir. Bu teorinin sağlam ve güvenilir en küçük dayanağı bulunmamaktadır.

Makalemizin devamında, bu “sol” ve “Marksist” etiketli oportünist teori kapsamında gündeme getirilen anti Marksist emek değer teorisi ve üretken emek-üretken olmayan emek üzerine görüşleri ele alacağız.


[1] Okur bu makaleleri bir arada değerlendirirse, yazının amacı bir ölçüde de olsa gerçekleşmiş olacak.

[2] Nail Satlıgan, SAV derlemesi, 2005

[3] Birkaç yıl önce, Almanya’nın Bochum kentindeki Opel fabrikasında başlayan bir grevin şirketin başka kent ve ülkelerdeki işletmelerine de yansıyarak genişlemesi, ara sanayi maddelerini de etkilemiş ve kısa sürede kapitalistlerle hükümetlerini telaşa düşürmüştü. Bu “küçük” örnek, sanayinin önemli dallarında baş gösterecek bir grevin, bu işletmelerle yan sanayileri etkileyecek tarzda genişlemesiyle kapitalistlerin çanına ot tıkayacak bir düzey ve etkiye ulaşabileceğini gösteriyordu. Bir diğer örnek, ABD’de GM (GeneralMotors) emekçilerinin direnişiydi.

[4] A. Türkün, Doç. Dr., Yıldız Teknik Üniversitesi, Şehir ve Bölge Planlama Bölümü, ‘Ev eksenli çalışan kadınlar’, SAV-TÜSAM derlemesi, 2005

[5] İş Kanunu Ön Tasarısı Gerekçesi, 2002, aktaran F. Ercan, TÜSAM derlemesi içinde.

[6] Fransa’da 70’lerden 90’lara dek sosyoloji bölümlerinde verilmiş olan doktora tezleri üzerine yapılan bir araştırmaya göre, “sınıf” kavramını referans veren ve kullanan tezlerin oranı %3’ten %0.6’ya düşmüştür. (Chauvel’den aktaran F. Scandella, TÜSAM 2005). Belçika’da bu tutum ifrata vardırılmış, sanayi üzerine alan araştırmaları ya yapılmamış ya da sınıf sorunu tümüyle atlanarak yapılmışlardır. İngiltere de, geleneksel oportünist tutuma uygun düşecek şekilde, Londra’nın “yapısal değişimi” gerekçe sayılarak sınıfın üzeri çizilmiştir. Vb. vb..

 

[7] Marksist teoriye saldırının bir yöntemi, kapitalizmin serbest rekabetçi ve tekelci gelişiminin açığa çıkardığı olguları; bunlar daha önce ortaya çıkmalarına ve toplum yaşamına etkileriyle yol açtıkları sonuçlar teorinin konusu olarak irdelenmelerine rağmen, tümüyle yeni göstermektir. Son birkaç on yılda uygulamaya konan özelleştirme ve “esnek üretim” biçimlerini “piyasa” kavramıyla ilişkilendirenlerin, sermayenin uluslararasılaşması 140 yıla yaklaşan bir sürece yayılmasına karşın, onu 1970’ler sonrasının bir “olgu”su olarak göstermeleri, bu türden bir gerici ve geriden gelme tutumun ifadesidir. “Piyasa bağımlı büyüme”den söz edenler, meta üretimi ve ihracını “piyasa”ya bağımsız ya da dışlanan bir faaliyet olarak sunmaktadırlar.

[8] John Maynard Keynes’in adıyla anılan bu ekonomi politikanın ana ilkeleri, 1936’da yayınlanan “İstihdam, Faiz ve Paranın Genel Teorisi” adlı eserinde ortaya konmuştu.

[9] Sağ ve “sol” liberal ideologlarla kimi sosyologların, bunu, devletin ekonomiden çekilmesi olarak değerlendirdikleri bir vakıadır. Bu “müdahalesizlik” varsayımı, emek-sermaye ilişkilerinin her alanına (iş süresi ve ücretlerin belirlenmesi, grev ve direnişlerin engellenmesi, sendikal-politik örgütlenmelerin baskılanması vb.) sürekli müdahalede bulunan burjuva devletini aklamakta ve Marksist devlet teorisini iğdiş etmektedir.

[10] Otomasyonu büsbütün yeni bir olgu gösterenler, oportünist saptırmalarına dayanak arayışındadırlar. Otomasyon, kapitalist üretim sürecinde makine kullanımıyla ilk biçiminde başlamış, makineler sisteminin mükemmelleştirilmesi çabalarıyla birlikte ilerlemiş, bant sistemiyle daha üst düzeye gelmiştir. Marx, daha Kapital’i kaleme aldığı yıllarda, zarf katlama ve sıralama makinesinden söz ederken bir tür otomasyona işaret etmişti.

[11] Güney Londra’da, 1991’de toplam %52 olan tam günlü erkek işçi istihdamı, 1997’de %45’e düşmüştü ve 2006 da %29’a düşmesi öngörülmekteydi. Aynı dönemde, tam işgünü çalışan kadın işçi oranı, toplam istihdam içinde %22’den %35’e çıkmıştı. Düşük ücretli erkek işgücünün en alttaki %10’luk bölümünün ücretleri en fazla düşüş gösterirken, ailelerin geçimi için gelir sağlayan sayısının artışına ihtiyaç artmış; ihtiyaçların ücretli erkek emekçiler tarafından karşılandığı evlerin oranı, 1979’la 1994 arasında %40’tan %23’e düşmüştü.

1994-98 arası dönemde, İngiltere’de, bir işte çalışan erkeklerin 1/3’ü, “en az bir kez” ve %6’sı iki yıldan fazla işsiz kalmıştı. Bu “sirkülasyon” sonraki yıllarda hız kazandı. Bunun çeşitli nedenlerinden biri de, ücretlerin baskı altında tutulmasıydı. Uygulama, düşük gelir sahibi ya da işsiz kesimlerin en alt tabakalarını oluşturdukları emekçilerin çok önemli bir kitlesinin yoksulluk içine sürüklenmesini sağladı.

[12] Evde ya da eve yakın bir mahalde yapılan ve yüz yıllardır süren bir çalışma biçimi olarak, “ev eksenli çalışma”; modern üretimin ve teknolojinin gelişmesi ve üretimin büyük fabrika komplekslerinde gerçekleşmesi koşullarında bir ölçüde azalmakla birlikte, “esnek üretim” örgütlenmesinin yaygınlık kazandığı son on yıllarda yeniden önemli hale geldi. Bu tür bir çalışmada ağırlıklı olarak kadın ve çocuk emeğine başvurulmaktadır. Ancak Türkiye gibi işsizliğin yüksek olduğu ülkelerde, “eve iş alan” erkek işgücü de giderek artmaktadır. Ev halkının bizzat üretip pazarda satarak geçimini sağladığı üretimi de bu biçim içinde görmek mümkün olmakla birlikte, bu üretimin esasını, sipariş üzerine yapılan “fason” türü üretim oluşturmaktadır. Sipariş üzeri verilen iş, belirlenen para karşılığı-parça başı ya da ‘grup mal’ halinde-belirlenen zamanda teslim edilmek üzere yapılacak ve böylece kendisi de bir kazanç sağlayarak, esas iş sahibi firmanın işini görecektir.

[13] Bu tarz işletmecilik, Türkiye’de ve bağımlı birçok başka ülkede, gemi yapımı, tekstil, halı dokuma, ayakkabıcılık ve inşaat alanında yaygındır. Çok sayıdaki işçinin “iş kazaları”nda can verdiği Tuzla Tersaneleri’ndeki “sistem”in işleyişi bu türdendir. Kaynak işi yapan, boya atan, tesisat döşeyen vb. işleri yapanlarla gemiyi yapan firmalar farklıdır.

[14] K. Manifesto, sf. 50

[15] K. Manifesto, Evrensel Basım Yayın, 1998, sf. 50-51

[16] Kapital, I. Cilt, sf. 462

[17] Kapital, I. Cilt, sf. 422

[18] Kapital, I. Cilt, s. 416

[19] age, sf. 395

[20] age, sf. 392

[21] age, sf. 388

[22] Bu gerçekten hareketle, sanayi işçilerinin sınıf mücadelesindeki rolü ve öneminin değiştiğini vazeden oportünist teori, durumu tümüyle istismar etmekte ve esas gerçeği göz ardı etmektedir. Gerçek o ki, bugün, kapitalist sömürünün malzemesini oluşturan “insanoğlunun sayısı”, yüzyıl öncesiyle, kapitalizmin gelişmesinin en üst aşamasına (emperyalizm) vardığı dönemle kıyas kabul etmez şekilde artmıştır. Dünya nüfusunun yarısına yakını (2.5-3 milyar) işçidir ve bunun işsiz kitlesi 200 milyon kadardır. Kadın ve çocuk emeği daha çok ve büyük kitleler halindeiş pazarı”na çekilmiştir. 200 milyon çocuk (6-15 yaş grubu) “karın tokluğuna” denilemeyecek ücretle izbe koşullarda çalışıyor.

[23] İleri kapitalist ülkelerde, eskiden on binlerce işçinin çalıştığı demir çelik fabrikalarında ve metal işkolunun öteki bölümlerinde, şimdi çok daha az emekçiyle öncesinin birkaç katı üretim gerçekleştiriliyor. ABD’de, United States Steel, 1980’de 120 bin işçi çalıştırırken, on yıl sonra, aynı üretimi 20 bin işçiyle gerçekleştirebilmiştir. Teknik ilerleme sayesinde, eskiden 12 günde üretilen çelik miktarı, 1 saatte üretilir hale gelmiştir. Ford’un Türkiye (İzmit)deki fabrikasında, 2007’de 300 bin araç üretilirken, üretim bandında bir aracın çıkma süresi 102 saniyeden 90 saniyeye düşürüldü. ABD, Almanya gibi başlıca kapitalist ülkelerde ve önemli sanayi firmalarında üretkenlik artarken, çalıştırılan işçi sayısında düşüş görülmüştür. Otomotiv, metal, kimya ve telekominakasyon işletmelerinin en önemlileri işçi çıkarmaya devam etmektedirler.

[24] Bir yandan iş süreci istikrarsızlaştırılır ve daha az işçiyle üretim yapılırken, öte yandan işçiler mutlak ve nispi artı değer kitlesini artırmak üzere daha fazla süre çalıştırılıp, fazla mesailerle bu süre daha da uzatılmaktaydı. Fazla mesai, hemen tüm kapitalist ülkelerde başvurulan bir çalıştırma yöntemi oldu. Örneğin, sadece Almanya’da, 1998 yılı itibariyle, 1,83 milyar saat fazla mesai yapılmıştır. Aynı yılda, primi ödenmeyen ve zaman havuzlarında biriktirilen fazla mesailer 2,4 milyar saati bulmuştur. 2007 itibariyle, bir işçi 41.8 saat fazla mesai yaparken, toplam olarak 1.4 milyar karşılığı ödenmemiş fazla mesai yapılmıştır.

[25] Üretim sisteminde “köklü değişiklikler” gerekçesine bağlanan “post-modern” –”endüstri sonrası” kapitalizm tahlilleri, makinenin icadıyla benzer bir “sanayi sonrası” devrimi getiren herhangi ‘üretim aracı’na dayandırılma olanağına sahip değil. Saçma tezlerini, “post Fordist üretim biçimleri”yle gerekçelendiren Deleuze, Foucault, Negri, Lazzarato gibi teorisyenlerle, Aras Özgün gibi izleyenleri, “merkezi olmayan”, ‘parçalı – esnek üretim’in emek gücü ve makine dışı bir üretim olduğunu (!), doğaldır ki, kanıtlayamazlar.

[26] Makinenin yetkinleştirilmesi ve bilim-teknikteki gelişmeye rağmen –bazı hesaplamalar, gelişmiş ülkelerde gerekli toplumsal emek zamanının 2 ila 4 saate kadar düştüğünü gösteriyor–, işçiler, hâlâ 10-12 saate varan sürelerle çalıştırılıyor ve 8 saatlik işgünü talebi hemen tüm ülkelerde “popüler” kalmaya devam ediyor.

[27] Kapital, I. C., sf. 445

[28] Emperyalizm, Kapitalizmin En Yüksek Aşaması, sf. 107

[29] Bu yazışmalarda, Engels, daha 1858’de, “İngiliz proletaryası giderek daha fazla burjuvalaşmakta” diye dikkat çekerek, “başka uluslara göre daha burjuva olan” İngilizlerin, “bir burjuva aristokrasisi ve bir burjuva proletaryası yaratmaya” yönelmesini “bütün dünyayı sömürmekte” olmasıyla ilişkilendiriyordu.

 

[30] Brüksel, 1974-84 arasında sanayi işçilerinin yarısını (70 bin) kaybetmiş, ancak yine de 1988’e kadar Belçika’nın başlıca sanayi kenti olmuştur.

[31] age, sf. 72, a.b.ç.

[32] Emperyalizm, Kapitalizmin En Yüksek Aşaması. sf. 32

[33] Lenin, Emperyalizm, Sol Yayınları, Kasım 1992, Fransızca ve Almanca baskılara önsöz

[34] age., sf. 53-55

[35] Kapital, I. C., sf. 368

[36] Almanya’nın Dusseldorf kentinde kurulu Daimler Chrysler fabrikasında, yürüyen bant üzerinde, birbirini izleyen dizi halindeki işlemler sonucu, her 97 saniyede bir araba (minibüs), tamamlanmış olarak bandın sonundan “yürüyerek” çıkıyor. Tesiste 7000 işçi, 500 robot çalışıyor. Saatte 30, günde 650 tane, yılda 150 bin araç yapılıyor. İşçilerle robotlar, merkezi kumanda ve ara bilgisayarların uyumlu çalıştırılmasıyla, birlikte iş yapıyorlar. 91 bin kaynak noktası var ve insan elinin ve bedeninin kolayca dönemeyeceği/uzanamayacağı ayrıntılı/tehlikeli yerlere robotlar büyük bir maharetle uzanıp işlemi yapıyorlar. Tabii ki, insan aklı/beyni ve elinin marifetiyle! Bu 500 robot, 4000 işçinin işini yapıyor. Fabrika, aynı zamanda, dünyada en büyük araba camı yerleştirme/yapıştırma tesisine sahip. 18 robot, bu alanda ve kombine şekilde çalışarak, 80 çeşit camı yerlerine yerleştiriyor.

[37] Kapital, I. Cilt, sf. 311

[38] Aziz Çelik, TÜSAV derleme, 2005)

uluslararası durum ve görevlerimiz

 

 

Uluslararası Marksist Leninist Örgütler Konferansı’nın son birkaç oturumunda yapılan tartışmalar ve ortaya çıkan sonuçlar üzerinden hazırlanan “Siyasal ve Örgütsel Platform” geçtiğimiz Kasım ayında yayınlandı. Konferans’a katılan partiler tarafından 10’un üzerinde ülkede aynı anda yayına hazırlanan kitap, Türkiye’de de Evrensel Basım Yayın tarafından “Uluslararası Durum ve Görevlerimiz” başlığıyla yayınlandı*.

Platform’da, temel olarak iki noktadan gelen saldırılara yanıt veriliyor. Bu yanıtlar, bir yandan emperyalizmin işçi sınıfına yönelik saldırılarını karşılarken, diğer yandan da liberal “sosyalist” akımların yol açtığı kafa karışıklığını ortadan kaldırmayı amaçlıyor. Şimdi, bu “çift taraflı” saldırıları ve Platform’da yer alan yanıtları tek tek ele alalım:

 

YENİ DÜNYA DÜZENİ

Yeni dünya düzeni, 1990 yılında bu iki olgu ekseninde; kuşkusuz olgular ya örtbas edilerek ya da anlamları tümüyle çarptırılarak ilan edilmişti: Ekonomik krizler, sınıf çatışmaları, emperyalist baskılar, silahlanma yarışları, dahası devrimler ve savaşlar artık tarihte kalacak; dünya, adil paylaşma, kalkınma ve refahın egemen olduğu bir uyum ve barış adası olacaktı vs.!” (s. 24)

Ancak bu iddianın kocaman bir yalandan ibaret olduğu, Platform’un ilk iki bölümünde ayrıntılarıyla ortaya konuyor. “Sermayenin küreselleştiği ve sömürge paylaşımının sona erdiği” tezleriyle “emperyalistler arasında yeni çatışmaların değil karşılıklı anlaşmaların yaşanacağı” iddiaları da boşa çıkmıştı. “a. Büyük mihrakların, ekonomik güçleri ile pazar ve etki alanları arasındaki önceki dönemden devralınmış oransızlıkların; b. Bu ekonomiler ve bunlara bağlı grupların güçleri, büyüme ve gelişmeleri arasındaki eşitsizliklerin dünyadaki gidişatı tersine çevirecek sonuçlar doğurması kaçınılmazdı. Kısaca söylemek gerekirse; dünyanın bir ‘adalet ve barış adası’ olması ve büyük ekonomik güçlerin gönüllü veya gönülsüz ‘barışık’ kalması olanaksızdı. Nitekim, dünya işçi ve halklarına karşı saldırıların bir dalgaya dönüşmesi bir yana; bu iki olgu, gene iki yönü bulunan bir mücadelenin giderek su yüzüne çıkmasının temeli de olmuştur: a- kapitalist grupların, rakiplerini başta kendi merkezleri, dünya pazarında saf dışı bırakmak, tüm pazarı ele geçirmek; b- başlıca emperyalist ülkelerin, etki alanlarını genişletmek, giderek tüm dünyaya egemen olmak üzere giriştikleri rekabet ve mücadeleler. Tekelci kapitalist grup ve büyük emperyalist ülkelerin, dünya pazarını ve tüm dünyayı ‘yeniden fethetme’ mücadelelerinin gündemin ön sıralarında yer tutması kaçınılmazdı.” (s. 28)

Yeni dünya düzeninin (YDD) “ticaret serbestisi”, “barışçı rekabet”, “uyum ve paylaşma yoluyla kalkınma” gibi iddialarının anlamlarını yitirdiği ifade edilen Platform’da, “serbest ticaret” ve “pazarların liberalleşmesi” üzerine hâlâ anlaşma imzalasalar da, koruma önlemleri yanında, gelişmiş ülke hükümetlerinin ülkelerinin küresel çıkarları ve etki noktaları sorunlarıyla giderek daha fazla meşgul olur hale geldikleri vurgulanıyor.

Yugoslavya’nın parçalanması, Afganistan ve Irak’ın işgali ile birlikte ortaya atılan “önleyici savaş doktrini” ve “uluslararası terörizme karşı savaş” gibi gelişmeler, bir “barış adası” olacağı söylenen dünyayı, her an patlamaya hazır yanardağlarla dolu volkanik bir ada haline getirmiş bulunuyor. Savaşların yanı sıra, dünyanın dört bir yanında yaşanan ekonomik ve siyasi krizler de, YDD’nin ne menem bir şey olduğunu defalarca gösterdiler.

Geride kalan on beş yıllık dönemde; bir yanda ekonomik ve sosyal saldırılara, öte yanda ise emperyalist müdahale, savaş ve işgallere karşı olmak üzere, ‘yeni düzen’in bağrında iki yönde gelişen bu mücadelelerin gösterdiği en temel şey şu idi: Sovyetler Birliği ve Doğu Bloku’nun çöküşü ile öne sürülenin aksine dünya, kişi, sınıf ve halkların ‘barış adası’ olmamıştı. Öte yandan o sadece, kapitalist grup ve emperyalist ülkelerin kavgaları ve işçi sınıfına ve halklara saldırıların bir arenası olarak da kalmayacaktı. Zira onu karakterize eden en önemli olgulardan biri de, kuşku yok ki, dünya işçi sınıfı ve bağımlı ülke halklarının, sermaye ve emperyalizme karşı düşe kalka ilerleyen mücadele ve direnişleri olmuştu.” (s. 47)

 

İŞÇİ SINIFININ ROLÜ

İddia odur ki; bir yandan küreselleşme ile dünya artık “büyük bir köy” haline gelirken, diğer yandan da kol emeği eski önemini kaybetmektedir. Artık fabrikalarda işçilerin yerine robotlar çalışmakta, ekonominin temelini kol emeği de bilgisayarlar ve piyasalar oluşturmaktadır. Bu iddianın ikinci kısmı da, tıpkı ilk kısmı gibi, asılsız ve temelsiz bir yalandan ibarettir kuşkusuz. Ancak iddianın ikinci kısmı, birinci bölümden farklı ve belki de daha tehlikelidir. Çünkü bu kısım, sadece emperyalistler tarafından değil, kendilerine “sol”, “sosyalist” ya da “sosyal demokrat” ve hatta “Marksist” diyen birçok çevre tarafından da sahiplenilmektedir.

Bu iddiaya verilen yanıt ise, Platform’un, kendini diğer platformlardan ayırmasında kullanacağı temel argümanlardan birini oluşturmaktadır. Daha sonra ele alacağımız, anti-emperyalist mücadele, ulusal hareketler, sendikalar içinde çalışma ve işçi sınıfı partisinin rolü ve önemi gibi konularda Platform’un görüşlerinin anlaşılabilmesi, “işçi sınıfının rolü” ve neden “temel devrimci sınıf” olduğunun kavranmasıyla yakından bağlantılıdır. 21. yy’da umudunu hâlâ işçilere bağlamanın “geri kafalılık” olarak değerlendirildiği, “her renkten”, her tabakadan halk hareketine bel bağlanması gerektiğini savunan “özgürlükçü sosyalistler”in türediği bir dünyada, işçi sınıfının önemi üzerine vurgu yapmak Platform’un olmazsa olmaz bir parçasını oluşturmaktadır.

İşçi sınıfının rolünün değiştiği ve devrimci niteliğini kaybettiği iddiası, iki temel üzerine oturtulmaktadır. Bu temeller, Platform’da şu şekilde ifade edilmektedir:

Sosyalizmin, Sovyetler Birliği’nin ve Doğu Bloku’nun çöküşüyle özdeşleştirilmesi, ‘teknolojik yeteneksizlik’ ve ‘donmuşluk’la suçlanması ayrı bir sorundur. İşçi sınıfını inkara yönelen bu saldırı, ‘teknik devrim’ ve ‘sonuçları’na dayandırılmıştır ve öyle de yürütülmektedir. Sermayenin muhafazakar, liberal ya da sosyalist, istisnasız tüm siyasal akımlarının propaganda faaliyetine şu veya bu şekilde yön veren görüş; bilimsel teknik devrimin, sanayi toplumunun sınırlarını bütün alanlarda ‘aştığı’ ve toplumu, insanlığın ‘sanayi ötesi’ni temsil eden ‘bilgi toplumu’na daha şimdiden ‘dönüştürdüğü’ görüşüdür: İşçi sınıfı, temel bir sınıf olarak artık tarihe aittir; nüfusu hâlâ kalabalık olsa da, ‘bilgi toplumu’nda bu ‘sınıf’a temel bir yer yoktur; zira o artık, üretimde basit bir öğe olan bir yığından başka bir şey değildir!” (s. 64)

Ancak gerek bilim ve teknikteki ilerlemenin gerekse “sermayenin küreselleşmesi”nin işçi sınıfını küçülteceği, önemini azaltacağı ve sonunda da yok edeceği iddiası, gerçeğin tam tersini söylemek anlamına gelmektedir. Gerçekte, kapitalizm, işçi sınıfının daha da büyümesine ve öneminin artmasına neden olmaktadır. İşçi sınıfının tamamen ortadan kalkması ise; ancak sınıfın karşıtının, yani burjuvazinin, bizzat işçi sınıfı tarafından ortadan kaldırılmasıyla mümkün olacaktır. O zaman da, bilim ve teknolojideki gelişmeler işçiyi sömürmek için değil, işçinin hayatın diğer alanlarında da söz sahibi olabilmesi için kullanılacaktır.

Bilim ve teknikteki gelişmelerin işçi sınıfını yok edeceğine dair iddialar ise, bizzat günümüzde yaşanan örnekler tarafından çürütülmektedir. “Öncelikle vurgulanmalıdır: bilim ve teknikteki ilerleme; makinelerin işçinin yerini alması ve işçi emeğine duyulan ihtiyacın azalması anlamına gelir ve bu yönde bir rol de oynar. Buna karşın teknik devrim, bugün aynı zaman içinde; (suni olarak şişirilmiş ya da gerçek) yeni ‘ihtiyaçlar’ın ortaya çıkması ve yeni sanayi ve iş dallarının oluşmasının olanaklarını da taşır. Bu ise kuşku yok ki, ‘çalışan nüfusun büyümesi’nin bir eğilim olarak teşvik görmesi demektir. Kısaca söylemek gerekirse: eğer önü kriz veya başka etkenlerle kesilmezse, işçi sınıfının çalışan kitlesinin; a- kısmen ekonomilerdeki gelişme ve b- kısmen de işçi hareketinin ilerlemesi ve yeni mevziler kazanması sonucunda büyümeye geçmesi kaçınılmazdır.” (s. 66) Bu noktada, özellikle gelişmiş ülkelerde yaşayanlar için, teknolojinin gelişimiyle ülkedeki işçi sayısında ters orantı olduğu izlenimi oluşabilir. Ancak bu durum, tüm dünya genelinde bakıldığında, gerçeğin ters yüz edilmesinden başka bir şey değildir. Çünkü, kökeni gelişmiş ülkelerde olan ve bu ülkelerdeki sermaye sahipleri tarafından kurulmuş bulunan büyük şirketler, her ne hikmetse (!), teknolojinin gelişkin olduğu kendi ülkelerinde değil de, teknolojinin daha geri olduğu özellikle uzak Asya’daki ülkelerde fabrika açmayı tercih etmektedirler.

İşçi sınıfının devrimci nitelik ve yeteneklerine gelince: bunlar ona herhangi bir teori ya da ideoloji tarafından ‘ihsan edilmiş’ nitelik ve yetenekler değildir; o, bu nitelik ve yeteneklerini, üretim içindeki yeri, üretim araçları karşısındaki konumu ve makineli sanayi temelinde örgütlenmiş bir sınıf olmasından alır.” (s. 71) Bu pasajda da açıkça belirtildiği üzere, işçi sınıfının sahip olduğu devrimci rol, ne ona Marksistler tarafından yapılmış bir yakıştırmadır, ne de kapitalistler tarafından üzerinden çekilip çıkarılabilecek bir elbisedir. İşçi sınıfı, sanayi devrimi ile birlikte doğmuş bir sınıftır ve ancak karşıtını da kendisi ile birlikte yok edeceği komünist devrimle birlikte ortadan kalkacaktır.

 

TEK ÜLKEDE DEVRİM

Küreselleşen dünyada” diye başlayan tahlillerin bir bölümü –en azından soldan gelenleri– şöyle bitmektedir: “mücadele de küresel olmalıdır”. Kuşkusuz bu ifade tamamen yanlış değildir. Ancak kuşkusuz eksik bir ifadedir. Temelinde, tek ülkede devrimin başarılı olamayacağı fikrinin kaynağı olan Troçkist unsurlar barındıran bir ifadedir. Açık ki, her ülkenin işçi sınıfı, uluslararası işçi sınıfının bir parçasıdır ve tek tek her ülkedeki mücadele, uluslararası mücadele ile birleşmeli ve ortak hareket edebilmeyi başarmalıdır. Ancak kendi ülkesinde iktidarı ele geçirmek de, o ülkenin işçi sınıfının görevidir. Proleter devrimin bir dünya devrimi haline gelebilmesi için, öncelikle kendi ülkesindeki devrimi başarmaya yönelmiş olması gerekmektedir: “İşçi sınıfının herhangi bir ülkedeki bir bölüğü, eğer ülkesinde devrimi ve iktidar için mücadeleyi temel almıyorsa, onun dünya devrimi ve enternasyonalizmden söz etmesi demagojiden başka bir şey değildir. Kim ne derse desin; dünya devriminin organik bir parçası olarak gelişen bir devrimi ilerletmek ve örgütlemekten daha temel ve daha enternasyonalist bir görev yoktur.

Öte yandan, “devrim” kavramının kendisi de birçok çevre tarafından çarpıtılmış, aslından uzaklaştırılmıştır. Ya sosyalizm devrimden arındırılmış ya da sermayeyle boğuşmayan veya devrimi hedeflemeyen “sosyalizm” kavramları icat edilmiştir. “Komünist, sosyalist ve işçi adlarıyla liberal ‘sosyalist’ akımı oluşturan partilerin sosyalizm ve devrim anlayışları, hükümet ortağı veya hükümet kuran bu tür partiler elinde, son on beş yılda denenmiştir.* Dolayısıyla da açıkça görülmüştür: liberal sosyalist akımların mücadele ve ‘devrim’ anlayışları, ‘sermayeye uyum’a sıkı sıkıya zincirlenmiş bir anlayıştır. Oysa, işçi sınıfı açısından devrim, sermayeyi devirecek ve kendini egemen sınıf haline getirecek bir harekettir. Sermayenin gerçekten devrilmesi ve işçi sınıfının egemen sınıf olması için: hükümetlere girmek ya da hükümet kurmak yetmez; bunun için, devlet iktidarının işçi sınıfı tarafından ele geçirilmesi zorunludur.” (s.79)

 

SENDİKAL HAREKET

Buraya kadar, insanlığın kurtuluşu için tek dayanağın işçi sınıfı olduğu ve işçi sınıfın da, bu amaca, ancak bilimsel sosyalizmin ışığı altında ulaşabileceğini, Platform’dan yaptığımız uzun alıntılarla ele aldık. Peki, işçi sınıfının bu amaca giderken kullanacağı araçlar, yardımına başvuracağı güçler nelerdir? Kuşkusuz gidilecek rotanın doğru belirlenmiş olması önemlidir. Ancak sağlam bir pusula ve gemiyi yürütecek ekip olmadan, hedeflenen noktaya varmak pek de kolay olmayacaktır. “…başarı bir çırpıda elde edilemez; dahası, stratejik hedeflere ‘düz bir yol’dan geçilerek ulaşılamaz. İşçilerin devrime ilerlemesi için: taktik bir anlayış; kitlelerin gündelik mücadelesine katılma tutumu; yani daha küçük hedeflere sahip eylem ve örgüt biçimleri hayati bir zorunluluktur. Kitle mücadelesinin en temel koşullarından biri; ajitasyon ve eylem sloganlarını, işçi ve halk hareketinin ve canlı hayatın aktüel bilgisine (verili sınıf güç ilişkilerine) dayandıran taktik bir anlayışın varlığıdır.

İşçi sınıfının hedefine ulaşmasında kullanacağı en etkin silah ise, kuşkusuz sendikalardır. Sendikalar, (tüm zaaflarına karşın) bir yandan işyerlerindeki koşulların düzeltilmesi için kapitalistlerle, bir yandan da eski kazanımlarını kaybetmemek için hükümetlerle işçilerin mücadele etme alanlarıdır. “Sendikalar işçi sınıfının sermaye karşısındaki en önemli ve bugün ‘rakipsiz’ birleşme ve mücadele merkezleridir. Sendikaları bu nitelikleri ile tanımak; Uluslararası Komünist Hareket ve mensubu M-L parti ve örgütlerin işçi sınıfı ve işçi hareketi karşısındaki pozisyonlarını tayin eden en önemli zorunluluklardan biridir. Örgütlendikleri sendikalarda çalışılmadığında; işçilere ve taleplerine katılma ve sermaye karşısındaki mücadelelerine destek olmaktan tek bir söz bile edilemez. Bürokrasinin egemenliği; kendi başına, sendikaları işçi örgütleri olmaktan çıkarmayacağı gibi, onlara katılmamanın bir ‘kriteri’ de olamaz.” (s. 87)

Sermayeye karşı mücadelede olduğu gibi, sendika bürokrasisine karşı mücadelede de başarının güvencesi, işçilerin örgütlü gücüne dayanmaktadır. İşçi sınıfı partisi için sendikalar, işçilerin kendi yönettikleri örgütler olarak tanımlanmaktadır. Ancak, bazı sendikalar, diğerlerine göre daha geri pozisyonda hatta tamamen sendikal bürokrasinin denetiminde olabilirler.  … buna karşın işçi sınıfı partileri, işçilerin az çok istikrarlı bir şekilde katıldıkları tüm (kitlesel) sendikalara katılırlar. Ne var ki işçi partileri, genel bir kural olarak; sendikaların daha ileri bir çizgi üzerinde birleşmesi veya işçilerin daha ileri olan sendikalarda toplanması için mücadele etmekten de asla geri kalmazlar. Fakat böyle de olsa, sendikal hareketin gelişmesi ve sendikaların birleşmesi için en hayati faktör, gene de, farklı sendikalara bağlı işçilerin, işyerlerinde oluşturdukları ortak mücadele örgütlerine dayanarak, sendikaları işbirliğine, giderek birleşmeye zorlamalarıdır.” (s. 90)

 

EMPERYALİZME KARŞI MÜCADELE

Liberal sosyalistlerin emperyalizm ve “küreselleşme” karşısında tutumları, emekle sermaye arasında uyum ve diyalogdan yana aldıkları tutumdan farklı değildir. “Küreselleşme”nin “kaçınılmazlığı” ve “faydaları” hakkındaki liberal söylemler, “Avrupa Birliği işçilerin ortak mücadelesine zemin yaratmaktadır” ve “emperyalizme karşı mücadele işçilere kurtuluş getirmemektedir” gibi ifadelerle açığa çıkmaktadır. Bu söylemler, bir yandan işçi sınıfının emperyalizme karşı mücadelesini bulanıklaştırırken, diğer yanda da ulusal kurtuluş mücadelelerini değersiz ve gereksiz saymaktadır.

Bu noktada, iki gerçeği gözden kaçırmamak gerekmektedir. Birincisi; “sınıflara bölünmüş ama aynı zamanda, emperyalizm tarafından ezen ya da ezilen ulus olarak da konumlandırılmış olan ulusu; bağımsız, demokratik ve sosyalist bir ulus olarak yeniden örgütlemek” ve ikinci olarak da, “tekelci kapitalizm ve emperyalizmin temelli yıkılması ve nihai olarak tasfiyesi için, genelde kapitalizmin yıkılması ve tasfiyesi perspektifi ile hareket etmek”. (s. 96)

Tutarlı bir ulusal özgürlük mücadelesinin öncüsü de işçi sınıfı olmalıdır, ancak böyle olmadığı durumlarda, uluslararası işçi hareketinin tutumu, ulusal hareketleri ve hükümetleri desteklemek, onların emperyalist güçlere karşı güçlenmeleri, daha tutarlı ve ileri mevziler kazanmaları için yardım etmek olmalıdır. “İşçi sınıfı partisi için; bu tür hareketlenme ve hükümetleri destekleme süreci, aynı zamanda: halk yığınlarının ulusal özgürlük ve demokrasi deneyim ve bilincinin gelişeceği; orta sınıfın tutarsızlıklarını aşarak, emperyalizme karşı daha tutarlı bir platforma yöneleceği ve gözlerini işçi sınıfına çevireceği bir süreçtir.” (s. 101)

 

İŞÇİ SINIFININ YÖNETİCİSİ OLARAK PARTİ

İşçi sınıfını zafere götürecek rotanın doğru belirlenmesinden ve bu rotayı izleyecek gemide bulunması gereken pusula ve gemiyi yürütecek ekipten bahsetmiş; bunlar olmadan hedeflenen noktaya varmanın pek de kolay olmayacağını söylemiştik. İşte, bu rotanın sonundaki hedefe başarıyla ulaşılabilmesinin en büyük garantisi, işçi sınıfının bir parçası ve yöneticisi olan sınıf partisidir. Bağımsız bir parti olarak örgütlenmiş işçi sınıfının sermayeyi devirmesi ve egemen bir sınıf olarak örgütlenmesi kaçınılmaz olacaktır. Tam da bu nedenle, sermayenin bütün saldırıları, işçi sınıfının bağımsız bir partide örgütlenmesini engellemeye yöneliktir. Bu saldırılar, bazen sınıf partilerinin çalışmasını çeşitli yöntemlerle engellemek şeklinde olurken, bazen de partilerin içini boşaltmak şeklinde olmaktadır. “Zira partisi boyun eğmediği ve örgütü bozulmadığı takdirde, işçi sınıfının uzun süre aldatılması veya bastırılması olanaksızdır.” (s. 112)

Uluslararası Komünist Hareket ve mensubu Marksist-Leninist parti ve örgütler, işçi sınıfının devrimci ve bağımsız partisini, işçi hareketi ile sosyalist (M-L) hareketin birliği olarak görürler. Bu, diğer şeylerle birlikte; toplumsal dinamiğin işçi sınıfı olduğunu, Marksizm-Leninizmi özümseyerek anlayan aydın ve genç aydınların; işçi sınıfına katılma amacıyla, bu sınıfı örgütleyen ve yöneten ileri, bilinçli işçilerle birleşmeleri anlamına gelir.

 

SONUÇ

Platform’da ele alınan sorunlar ve çözüm yolları ışığında bir çalışma yapıldığında, işçi sınıfı partisinin ve işçi sınıfı mücadelesine katılmış bir kişinin atacağı her adım, bu sorunların aşılması ve hedefe ulaşılması yolunda atılmış bir adım olacaktır. Gerek işçiler, gerekse kadınlar, gençler, aydınlar, köylüler ya da anti emperyalist halk hareketleri içinde verilen mücadelelerde, yapılan işin, sadece o alanla sınırlı olmadığı unutulmamalıdır. Sorunun ve çözümün uluslararası boyutlu olduğu hiçbir zaman gözden kaçırılmamalı; ancak çözümün de, temel olarak, sorunun yaşandığı bölgenin dinamikleri üzerinden yükselmesi gerektiği bilinciyle hareket edilmelidir. Kazanılan her mevzi, bilinçlenen ve sendikada ya da kendi partisinde örgütlenen her işçi, emperyalizme vurulan bir darbedir.

Platform’da ele alınan konular bu kapsamda değerlendirilmelidir.


* Tüm alıntılar Uluslararası Durum ve Görevler adlı kitaptan alınmıştır. Evrensel Basım Yayın, Kasım 2007

* Dünya genelindeki kimi “sosyalist” partilerin devrim ve sosyalizm anlayışları, Özgürlük Dünyası’nın Şubat sayısında ele alınmıştı.

rus edebiyatının öğrettiği

 

 

“Halk gizlice ayaklanmaya eğilimlidir..”.

Boris Godunov tragedyası

(Aleksandr Puşkin)

 

Bizde, devrimci çalışmaya yeni katılan gençlere ilk önerilen kitaplardan biri Maksim Gorkiy’nin Ana adlı yapıtıdır. Yalın, güvenilir ve her gencin kendinden bir şeyler bulabileceği bu roman, 20. Yüzyıl Rusyası’ndan çıkarak 21. Yüzyıl Türkiyesi’nde kendisine sağlam bir zemin bulur. Bu zemin, emekçilerin yoksul yaşamı, öfkesi ve mücadele eğilimidir. Marksizme ve devrimci çalışmaya yönelen her genç, böylece, Rus edebiyatına da bir giriş yapmış olur. Bu sadece bir giriştir, ancak okur, o zengin Rus edebiyatının önemli bir halkasını yakalamış olur. Ataol Behramoğlu, Evrensel Basım Yayın’dan çıkan Rus Edebiyatının Öğrettiği adlı çalışmasıyla bu zengin Rus edebiyatını birçok yönüyle işliyor. Bu çalışma okunduğunda, bizim genel olarak Ana kitabıyla başlayan okumamız da kendi tarihselliği içinde anlamını buluyor.

 

KİTAP ÜZERİNE

Eğer bir dönem anlatılıyorsa, okur açısından kolay olan, bilgiyi kronolojik bir sıralama ile almasıdır. Bu, belki, bilgiyi hafızada tutmak açısından da kolaylaştırıcı bir yöntemdir. Ataol Behramoğlu’nun çalışması; Rus romanı, şiiri ve tiyatrosu üstüne çeşitli dönemlerdeki değerlendirmelerinin yanı sıra Türkiye’deki ve uluslararası akademik toplantılarda sunduğu bildiri metinleri olduğu için, böylesi bir kaygı ile oluşmamış. Bu açıdan, Ö. Aydın Süer’in XIX. Yüzyıl Rus Edebiyatı Üzerine Yazılar adlı kitabı ikinci bir kitap olarak önerilebilir. Ancak, Ataol Behramoğlu, Rus edebiyatı üzerine düşüncelerini aktarırken, makalenin bir paragrafında, tüm kronolojik sıralamayı bir anda okurun karşısına çıkartmayı başarmış. Bu, okura tüm okuduklarını bir anda genelleştirme imkanı da veriyor. Yine de, şunu belirtmek okur açısından kolaylık olacaktır: Kitapta yer alan 19. Yüzyıl Rus Romanı Üzerine Notlar adlı makalesi genel bir kronolojik sıra sunuyor.

Kitabın önemli bir özelliği de, okuru konu üzerine daha fazla çalışmaya özendirmesidir, diyebiliriz. Behramoğlu, yalın ve anlaşılır diliyle Rus edebiyatı üzerine düşüncelerini aktarırken, makalelerinde, hem okurla hem de kendisiyle tartışıyor. Ortaya sorular atıyor, kendi cevaplarıyla birlikte, okura da daha birçok ayrıntı olduğunu sezdiriyor. Bir yüksek lisans öğrencisine çalışma çizelgesi alt başlığı ile yazdığı A. S. Puşkin – A. Mickiewicz makalesinde, üzerinde çalışılması gereken daha birçok alan olduğunu daha net görebilirsiniz.

 

EDEBİYATTA SIÇRAMA

19. Yüzyıl Rus edebiyatının elbette onu hazırlayan bir öncesi vardı. Ataol Behramoğlu, bu öncülleri, Rus dilini arındıran Lomonosov, kaside türünü demokratlaştıran Derjavin, ilk toplumcu yergilerin yazarı Fonvizin, Rus halk bilgeliğini fabllarında yansıtan Kırılov ve Puşkin’e doğrudan öğretmenlik yapmış Karamzin, Jukovski gibi yazarlar ve şairler” olarak sıralıyor. Aleksandr Radişçev’i (1749-1802) ise, kendisinden sonra gelecek kuşağı ve devrimci hareketi etkilemesi bakımından ayrı bir yere koymuş Behramoğlu. Ama Puşkin’le birlikte edebiyat ‘geri dönülemez’ bir sıçrama yaşıyor. Behramoğlu’nun da, çalışmasında, Puşkin üzerine bu kadar çok durmasını anlayabiliriz. Puşkin’in kişilik ve dünya görüşünün oluşmasında ilk sırayı alan özellikleri, Ataol Behramoğlu şöyle sıralıyor: “Başta Voltaire’in yapıtları olmak üzere Batı aydınlanmacılığı ürünlerinin; köklerini mitolojide, eski Yunan-Latin klasiklerinde bulan hümanist ve özgürlükçü geleneklerin; Rus halk yaratıcılığının ve 18. Yüzyıl klasikçi Rus edebiyatındaki aydınlanmacı geleneklerin; Byron romantizminin, W. Scott tarihsel romanının, rönesans edebiyatı ve özellikle de Shakespeare’in belirleyiciliği.

İşte, Puşkin’i bir sıçrama tahtası yapan etkiler bunlar diyebiliriz. Sadece insanlığın en ileri değerlerinin bir toplamı değil, onu ileri doğru geliştiren bir edebiyatçı Puşkin. Bu haliyle, Rus edebiyatında olduğu kadar, dünya edebiyatında da bir gelişmeyi temsil ediyor. Puşkin’de, toplumsal gelişmenin diyalektik yasalarına da bakma fırsatı bulabiliriz. Batı aydınlanma ve sosyalist hareketinin Rusya ile buluşması, edebiyat ve düşünce alanındaki gelişmeler, Rusya’nın kendi iç çelişkileri ve daha başkaca nedenler, meyvesini Puşkin’de veren yeni bir edebiyat ve düşünce dünyasının doğmasına kaynaklık ediyor.

 

İKİ YÜZYIL ARASINDA

Maksim Gorkiy, Sovyet devriminin yazarıdır. Gorkiy’in eserlerinde umutsuzluk değil umut vardır. Edilgenlik değil etken olmak asıl gerçekliktir. İşte bizim Gorkiy ile Rus edebiyatında yakaladığımız halka, bu sosyalist gerçekçilik halkasıdır. Gorkiy, klasik Rus edebiyatının 20. Yüzyılın başlarındaki yeni biçimidir. Behramoğlu Gorkiy’i kendi tarihselliği içinde şöyle betimliyor: “Yaşamlarının son dönemlerinde Karamazov Kardeşler, Ecinniler vb. yapıtlarıyla Dostoyevski, Diriliş, İvan iliç’in Ölümü, Kroyçen Sonat vb. ürünlerle Tolstoy, ustalıklarını sürdürürken, iki yüzyılın kesiştiği noktada A. Çehov, M. Gorkiy, L. Andreyev vb. genç kuşak yazarlarının ürünleri de birbirini izlemektedir. Bu genç yazarlar, Rus (ve dünya) edebiyatının Puşkin, Gogol, Turgenyev, Gonçarov, Dostoyevski, Tolstoy gibi yarattığı Rus edebiyatının yeni kuşaklarıdır; bu büyük edebiyatın ürünleridir. Fakat yeni koşulların yeni konular ve üsluplar getirmesi de doğaldır.

 

RUS EDEBİYATININ ETKİLERİ

Biz de, dili yalınlaştırma ve modern bir yazın oluşturma çabalarını 19. Yüzyıla kadar götürebiliriz. Bu çağda; yeni bir dil ve tarih bilincine bağlı çabalara, roman, öykü, oyun türündeki ilk örnekler ve şiirde yeni kavramlara açılan bir öz hareketi yaratma çabaları olarak bakabiliriz. Biz de, edebiyat alanındaki ve düşünce dünyasındaki bu aydınlanma hareketi ile 19. Yüzyıl Rus edebiyatı arasında benzerlikler kurabiliriz. Ama Ataol Behramoğlu, iki komşu ülke arasındaki bu benzerliklerin herhangi iki toplumun arasındaki benzerliklerden çok da öte olmayan bir benzerlik olduğunu söylüyor. “Rus Düşünce Tarihini Okurken Notlar” adlı makalesinde, her iki toplumun batılılaşma süreçlerinde karşılaştıkları sorunların ve çözümlerin benzer olduğunu belirtiyor, fakat bir farkla: Bu süreçlerin, Rusya’da yaklaşık 150-200 yıl önce başlamış olduğunu da vurguluyor. Belki de, karşılaşılan sorunların ve çözümlerin benzerliğindeki evrensellik Batı’nın genel etkisinde aranabilir, ama iki ülkenin gelişim rotaları, kendi özgünlükleri üzerinde araştırma yapılmadan anlaşılamaz. Nitekim I. Dünya Savaşı ve onun yarattığı derin çelişkiler Rusya özgünlüğünde sosyalist bir iktidara götürürken, Türkiye’de bir burjuva Cumhuriyeti kurulmuştur. Rus edebiyatının etkileri ise, bu genç Cumhuriyet’in kuruluşundan yaklaşık olarak 15-20 yıl sonra hissedilip görülmeye başlamıştır. 19. Yüzyıl Rus edebiyatının nesir türündeki yapıtların çevirisi, Türkiye’ye, 1940’lı yıllarda girmiştir. Şiir ise, genel olarak 60’lı yıllardan sonra Türkçe’ye çevrilmiştir. Ataol Behramoğlu, “Rusya, Yoksul Rusya!..” adlı makalesinde, Rus edebiyatının Türkçe’ye çevriliş öyküsünü çok daha ayrıntılı bir biçimde veriyor.

1940’lı yıllardan sonra, 19. Yüzyıl Rus edebiyatı, Türkiye’de genel bir etki yaratmıştır. Ama onun edebiyatımız üzerindeki etkisi farklı bir olgudur. Peki, bu nasıl bir etkilenme? Behramoğlu’nun, Nâzım Hikmet ve 19. Yüzyıl Rus edebiyatı üzerine makalelerine bakarak, bu konu hakkında bazı fikirler edinebiliriz.

 

SON OLARAK

19. yüzyıl Rus edebiyatının yarattığı o büyük zenginlik, Ataol Behramoğlu’nun da makalelerinde belirttiği gibi, bugün daha birçok yönüyle işlenmeye değerdir. Behramoğlu’nun “Rus Edebiyatının Öğrettiği” adlı çalışması, bu zenginliği bizlere göstermesi bakımından da önemli. Kitap, kapsamı bakımından, üniversitelerin edebiyat fakültelerine bir yardımcı kitap olarak önerilebileceği gibi, edebiyatseverler için de bir başvuru kitabı olarak düşünülebilir. Günlük aydınlatma faaliyetimiz açısından ise, Rus edebiyatı bize çok uzak olmayan bir alan. Bu açıdan değerlendirdiğimizde ise, bizim için akademik-entellektüel bir çabanın ötesindedir ve ajitasyon ve propaganda dilimizi bu edebiyatla birlikte zenginleştirebiliriz. Behramoğlu’nun çalışması, bu çaba içine giren her devrimci için de okunması gereken bir kitap.

2008 newroz’unun gösterdiği

 

 

Bu yıl Newroz, 25.’si gerçekleşen sınır ötesi harekatın ardından kutlandı. 10 bini aşkın askerle, savaş uçakları, tank atışları ve şoven kışkırtmayla takviye edilmiş harekat, sadece silahlı Kürt hareketine karşı değil, aynı zamanda, Kürt demokratik halk hareketine karşı gerçekleştirildi. Harekat, Kürt sorununun bölgesel ve dünya ölçeğinde bir sorun olmasını daha da kuvvetlendirdi. Yerel yönetimleri ve parlamentodaki Kürt temsiliyetini baskı altına almayı ve dağıtmayı da hedefine koyan saldırılar ve harekat, aynı zamanda, hükümet ve yargı cephesiyle de destekleniyordu. DTP’ye açılan kapatma davası, milletvekilleri hakkında açılan davalar, belediye başkanlarının görevden alınması, peş peşe açılan davalar ve AKP’nin başta Diyarbakır olmak üzere, Batman, Dersim gibi illerdeki yerel yönetimleri kazanmak üzere planlar gerçekleştirmesi ve bir dizi başkaca hesap, askeri harekatı tamamlayan gelişmeler olarak değerlendirilebilir.

Ancak Newroz kutlamalarındaki tutumda ve kitlesellikte de ortaya çıktığı gibi, askeri harekat ve AKP hükümetinin saldırıları, ulusal demokratik talepler için verilen mücadeleyi geriletememiş, dahası kitlesel sokak hareketini ve mücadeleyi daha da canlandırmış ve güçlendirmiş bulunuyor.

İkincisi, bu yıl Newroz kutlamaları, önceki yıllardan farklı olarak, DTP’nin parlamentoda bir gruba sahip olduğu koşullarda gerçekleşti. Kürt halkı, yerel yöneticileriyle birlikte, ulusal temsilcilerinin de katılımıyla kutladı bayramını. Kutlamalarda ulusal motifler, sadece renklerden ibaret değildi. Ulusal ve yerel temsilcilerin ulusal kıyafetlerle katıldığı kutlamalarda, halka kendi dilleriyle hitap etmesi de, bu yılın kutlamalarındaki temel espriydi. Diyarbakır’da Newroz, bu yıl, halkın tercih ettiği ve yerel yönetimin hazırladığı yeni kutlama alanında gerçekleşti. Valiliğin yasaklama tehdidine boyun eğilmedi ve halk inisiyatifi kutlamaya damgasını vurdu. Bu kazanım ve genel olarak bölgede gelişen ulusal demokratik kitlesel hareket, önümüzdeki dönem için önemli gelişmelere işaret etmektedir.

Newroz’un gösterdiği, devletin Kürt halkının parlamentodaki ve yerel yönetimlerdeki temsilcilerine yönelik saldırının boşa çıkarılacağıdır. Halk ve demokrasi hareketı püskürtülememiş, tersine, güç ve dinamizm kazanmıştır. AKP’nin bölgede güç kazanması, yeni yerel yönetimler alması bir yana, giderek silinmesinin koşulları da hazırlanmaktadır. Kürt demokratik hareketi seçimlerden önce AKP karşısında girdiği yanlış tutumdan giderek uzaklaşmakta, AKP’yi hedefine koyar hale gelmektedir. Bölge halkı, Newroz kutlamalarına yönelik saldırıyı, iki kişinin öldürülmesini, gözaltı, işkence ve tutuklamaları da AKP’ye karşı mücadele birikimi yapacaktır. Bunlar, önemsenmesi gereken olumlu gelişmelerdir.

Diğer bir gelişme, kutlamalarda Kürt gençliğinin, işçi ve emekçilerin, işsiz ve yoksul kesimin egemen hale gelmesidir. Slogan ve taleplerin açık ve net olarak dile getirilmesidir. Kürt halk hareketı, kendi sağlam dinamiklerini büyütmektedir. Hareket ayrışmakta, üst sınıflar, işbirlikçi kesim, AKP ve diğer burjuva tercihlerle baş başa kalmaktadır. AKP’ye karşı gelişen güçlü hareket, aynı zamanda Kürt işbirlikçi çevrelerini de etkisiz hale getirmektedir.

Bu gelişmeler, Kürt demokratik hareketinin, emekçi taleplerini sahiplenme, emek güçleriyle birleşme konusunda büyük bir istek içine girdiğini de göstermektedir.

Kürt demokratik hareketinin emperyalizm ve bölge gericilikleri karşısında daha temkinli bir söylem ve tutum içine girdiği de buna eklenirse, Kürt demokratik hareketinin, önümüzdeki süreçte, direnen emekçi bir karakterle daha da sağlamlaşacağını söylemek mümkün. Bununla birlikte, Kürt sorununun çözümünün, dışarıda, AB, ABD gibi çevrelerde değil, Ankara’da aranması gerektiği fikri de giderek güç kazanmaktadır. Kürt halkının parlamentodaki temsilcilerini sahiplendiği/sahipleneceği, bu mevziiyi güçlendirerek ilerleyeceği açıkça görülmektedir.

Kürt halkının ve temsilcilerinin muhatap alınması ve Kürt sorunun çözümü için adım atılması, bunun zorlanması için mücadele isteği daha da güçlenmektedir.

Bölge’de 1 Mayıs kutlamalarının bu yıl daha yaygın gerçekleşmesinin koşulları da elverişli hale gelmektedir. Sınıfın partisi, partinin bölge örgütleri bu elverişli koşulları değerlendirmek için zamanı ve araçları özenle kullanabilirlerse, gelişmenin yönü üzerinde etkide bulunabilecektir. Kürt halkının hak ve özgürlükleri, temel ulusal siyasi talepleriyle emek taleplerinin birleştirilmesi halinde, daha güçlü ve kitlesel adımların atılmaması için bir neden bulunmamaktadır. 2008 Newroz’u, başkaca bir çok gelişmenin içinde kutlanmış, birçok gelişmeyi etkilemiştir.

Türkiye oldukça ilginç gelişmelerin içinden geçiyor. Hükümet partisi hakkında kapatma davasının açıldığı, çetelere yönelik operasyonun her kliğin kendi derin güçlerini yaratma çabasıyla kıyasıya bir hesaplaşmaya sahne olduğu, burjuva kamplaşmanın emekçileri yedeklemek üzere kullanıldığı, diğer tarafta emek hareketinin güç ve güven biriktirdiği koşullarda, Kürt demokratik hareketiyle Türkiye işçi ve emekçi hareketini birleştirme görevi sınıfın partisinin önünde temel görev olarak durmaktadır.

1 mayıs’a doğru sınıf hareketi

 

2008 1 Mayısı’na giderken, dünyada ve ülkemizde işçi sınıfı ve emekçilerin, uluslararası sermayenin dayatmalarına karşı haklarını savunmak ve saldırıları püskürtmek üzere, direniş, grev ve genel grevlerle mücadelelerini yoğunlaştırdıklarına tanık oluyoruz. Bu durumu, işçi hareketi ve sendikal hareketin, son 25-30 yılına damgasını vuran savunma pozisyonundan bütünüyle çıktığı şeklinde yorumlamak için henüz erken olsa da, mücadeleci temelde bir değişimin ve ileriye yönelişin adımları olarak görmek ve değerlendirmek doğru olacaktır. Bugünün dinamiklerini doğru anlamak, doğru sonuçlar çıkarmak ve görevler belirleyebilmek bakımından, işçi hareketi ve sendikal hareketin bugününü koşullayan gelişim süreçlerine kısaca bakmakta yarar var.

 

*

Uluslararası sermaye cephesinin, işçi sınıfına ve sendikal harekete karşı tarihte eşine rastlanmamış bir saldırganlık örneği olan neo liberal politikalar, kapitalizmin, 1970’li yıllarda “petrol krizi” diye de nitelendirilen, içine sürüklendiği tıkanıklıktan çıkma çabasının bir ürünü olarak gündeme gelmiştir.

Başlangıçta, dönemin ABD Başkanı R. Reagan ve İngiltere Başbakanı M. Thatcher’ın isimleriyle Reaganizm-Thatcherizm diye de adlandırılan bu karşı devrimci neoliberal politikalar, Sovyetler Birliği’nin (SB) çöküşüyle birlikte uygulanma alanlarını alabildiğine genişletmiştir. SB’nin çöküşü, aynı zamanda kapitalist emperyalizmin işçilere, emekçiler ve bağımlı halklara yönelik ideolojik saldırılarına da yeni dayanaklar sunmuştur. Buna göre; artık iki kutuplu dünyadan söz edilemezdi ve buna bağlı olarak uluslararası ilişkilerde barış egemen olmuştu; dolayısıyla tüm ülkeler ve halklar arasında karşılıklı çıkar ve bağımlılık ilişkileri esas hale gelmiş, dünya ölçeğinde üretilecek refahtan herkesin payını alacağı bir dönem başlamıştı!.. İşçi sınıfı tarihsel rolünü yitirmiş, sınıf mücadelelerinin temeli ortadan kalkmıştı vb. vb..

Bütün bu ideolojik, siyasal saldırganlığın ardında, ikinci paylaşım savaşı sonrası sosyalizmin varlık koşullarında dünya emekçilerinin ve ezilen halkların elde ettikleri ekonomik, sosyal, siyasal alandaki kazanımların geri alınması amacı vardı.

Bu durumu, sermayenin serbest dolaşımının önündeki engellerin kaldırılması, kamu mülkiyetinde bulunan kaynakların uluslararası tekeller ve işbirlikçilerine aktarılması, emek sömürüsünü sınırlayan düzenlemelere son vererek sınırsız bir emek sömürüsünün önünü açmak olarak özetlemek mümkündür.

Bunun için, IMF ve Dünya Bankası’nın yanına Dünya Ticaret Örgütü de eklenerek, emperyalist mali kurumlar ihtiyaca göre yeniden biçimlendirilirken; MAI, MIGA gibi uluslararası tahkime imkan veren anlaşmalar dayatılmış; özelleştirmeler yoluyla kaynak transferi gerçekleştirilirken; taşeronlaştırma ve esnek çalışma adı altında kuralsız çalışma koşullarının hüküm sürdüğü bir işgücü piyasası amaçlanmıştır.

 

*

Türkiye’de bu süreç, meşhur “24  Ocak Ekonomik Kararları”yla 1980 yılında başlamıştır. Kararların ilk meyveleri, yüksek oranlı devalüasyon, temel tüketim maddelerine çok yüksek oranlarda zam, işçi ücretlerinde sınırlama, tarımsal ürünlerde düşük taban fiyatları olmuştur. Kararlardan kısa süre sonra gündeme gelen 12 Eylül askeri faşist darbesi, işçi sınıfı ve halkın neo liberal politikalar karşısındaki direncini kırmak için özel bir işlev görmüştür. 12 Eylül yönetiminin, sendikaları kapatmanın yanında, ilk icraatı, SSK ilaç bedellerinden yüzde 10 katkı payı almak olmuştur.

İşçi sınıfı, koyu gericilik ve baskı yıllarının ardından,’89 Bahar Eylemleri olarak tarihe geçen mücadele, direniş ve eylemleriyle, o ana kadar yaşadığı hak kayıplarını ücret düzeyinde önemli oranda telafi edebilmiştir. Ancak, sosyal haklar ve sendikal örgütlenme cephesinde uğradığı kayıplarını geri almak mümkün olamamıştır. Olmamıştır, çünkü; işçi hareketi ve sendikal hareket, dönemsel zaafları bünyevi zaafları ile birleşince, içine girdiği mücadeleci hatta devam edememiştir.

 

*

İşçiler ve emekçiler, hem ülkemizde, hem de tüm dünyada, deyim yerindeyse, sermayenin saldırılarına açık alanda yakalanmıştır. İkinci paylaşım savaşı sonrası, sosyalizmin baskısı altında, uluslararası kapitalist sitemin, özellikle kıta Avrupa’sında, işçi sınıfı ve emekçilere vermek zorunda kaldığı tavizler (sosyal haklar, sosyal devlet olgusu vb.), sendikaların, ilerleyen süreçte, çok fazla mücadele etmek gerekmeden önemli hakları toplusözleşme masalarında almalarını sağlamıştır. Bu durum, o ana kadar işçi sınıfının örgütlenme ve direniş merkezleri olarak hareket eden sendikalarda rehavete yol açarak, zaman içinde sendikaların “uzlaşma kurulları”na dönüşmeleri sonucunu doğururken, sendikacıların da birer bürokrata dönüşmelerine yol açmıştır. Sendika bürokrasisi, geleneksel olarak sahip olduğunun ötesinde ayrıcalıklı bir konum sağlayarak, işçi sınıfı içinde sermaye ve burjuvazinin ajanı görevini görmeye başlamıştır. Yine, SB’nin ’50’li yılların ortalarından itibaren kapitalist restorasyon sürecine girmesi ve buna bağlı olarak devrimci işçi partilerinde yaşanan revizyonist dönüşüm, işçi sınıfının, hem sendikal hem de siyasal (parti) olarak öndersiz kalmasına yol açmıştır. Bu durumun kaçınılmaz sonucu, işçi ve emekçilerin gerçek anlamda örgütsüz kalması olmuştur.

Bunun sonucunda, sermaye cephesi en azgın şekilde saldırırken, sendikalar, dönemin bu karşı devrimci eğilimleri karşısında bir önceki dönemin refleksinin ötesine geçememiş, “gelin bu işi masada çözelim”den öte bir tutum geliştirememişlerdir.

O yüzdendir ki, 1995 yılında Fransız işçi sınıfının, dönemin Fransa Başbakanı Alain Juppe tarafından gündeme getirilen bir sosyal saldırı paketi olan “Juppe Planı”nı geri çektirmesi gibi başarılar çok sınırlı kalmış, bizzat yine Fransa’da olduğu üzere, burjuvazi ilk fırsatta saldırıları devreye sokmaktan geri durmamıştır.

Sendikaların bizzat bürokratik ve revizyonist sendikal gelenekten beslenerek şekillendiği ülkemizde ise, süreç çok daha sancılı bir seyir izlemiştir, izlemeye de devam etmektedir.

 

*

Elbette ki, buraya kadar aktarılanlardan, sermayenin 25-30 yıldır “tek kale bir maç oynadığı” sonucunu çıkarmak doğru olmayacaktır. Tersine, işçi sınıfı ve emekçiler, baştan itibaren, sermayenin saldırılarına karşı direnmeye, saldırıları püskürtmeye çalışmışlardır. Denebilirse, işçiler, ellerinde tuttukları hiçbir mevziden vuruşmadan, savaşmadan geri çekilmemiştir. Bu çerçevede örnek vermek gerekirse; özelleştirme saldırılarına karşı işçiler 10-15 yıl boyunca göğüs germiş, sermaye hükümetlerinin girişimlerini defalarca geri atmayı başarmıştır. Bugün bile, TEKEL, PETKİM örneklerinde olduğu gibi, özelleştirme girişimleri çatışma alanları olmaya devam etmektedir.

İşçiler ve emekçiler, emek düşmanı politikaların uygulayıcısı her hükümetin sonunu getiren süreçlerin başlatıcısı olmuş; ANAP ve Anasol (DSP, MHP, ANAP Koalisyonu) hükümetlerinin sonunu işçi ve emekçiler getirmiştir. Kuşku yoktur ki, AKP hükümetini de aynı son beklemektedir.

Öte taraftan, bütün bu mücadeleler içinde, sınıfın ileri kesimleri ve mücadeleci sendikacıların çabalarıyla, işçi hareketi ve sendikal hareketin ileriye yönelik olarak ve mücadeleci temelde yenilenmesinin dayanakları olabilecek yeni mücadele (vizite eylemleri, toplu yürüyüşler, genel eylem, vb.) ve örgüt biçimleri (yerel sendikal platformlar, Emek Platformu vb.) geliştirilmiştir.

İşçi ve emekçilerin bütün bu çabalarının saldırıları püskürtmeye yetmemesinin ve buna bağlı olarak, önemli hak kayıplarına uğramalarının nedeni, yukarıda da vurgulandığı gibi, işçilerin mücadele etmemeleri değil, bu mücadeleleri birleştirecek ve tek merkezden yönlendirilmelerini sağlamaya hizmet edecek bir strateji ve taktik plandan sendikal hareketin yoksun oluşudur.

 

*

İşçi hareketinin son 25-30 yılına damga vuran ve buraya kadar özetlenmeye çalışılan durumu değiştirmek, diğer bir anlatımla, sendikal hareketin sınıf sendikacılığı temelinde ileriye bir dönüş yapmasını sağlamak görevi ise, sınıf bilinçli işçiye, tutumu ve eylemiyle sınıf sendikacılığının günümüzdeki temsilcisi olmaya hak kazanan mücadeleci sendikacılara ve elbette ki, en başta da işçi sınıfının partisine düşmektedir.

Dönüşümün, mücadele ve eylem içinde sağlanacağı aşikardır.

İşçi sınıfının uluslararası birlik, mücadele ve dayanışma günü olan 1 Mayıs’a hazırlanıldığı günümüzde, bu açıdan durum nedir?

Öncelikle, ekonomik ve siyasal koşullara bir göz atmakta fayda var: Türkiye, ülke olarak, ABD’nin çıkarları temelinde “Küresel Dünya”ya ekonomik ve siyasal planda uyumlaştırılması çabalarının yoğunlaştığı; bu çerçevede işçilere, emekçilere ve yoksul halka yönelik ekonomik saldırganlığın arttığı, devletin temel yönelimlerinin yeniden şekillendirilmesi noktasında egemen güç odakları arasında siyasi gerilimlerin tırmandığı; Kürt sorununda, birbirini izleyen sınır ötesi hava ve kara operasyonlarıyla şiddete dayalı çözümsüzlükte ısrarın sürdüğü bir dönemden geçiyor.

Hükümet’in, IMF’ye bulunduğu taahhütlere bağlı olarak sürdürdüğü neoliberal saldırganlığın bugünkü hedefinde, işçilerin, emekçilerin ve yoksul halkın sağlık hakkını ve olabildiği kadarıyla güvenli geleceğini oluşturan sosyal güvenlik kurumlarına son darbeyi indirmek ve TEKEL başta olmak üzere özelleştirmeleri gerçekleştirmek, kıdem tazminatını da hedef alan istihdam paketini çıkartmak bulunuyor. Sosyal Sigortalar Genel Sağlık Sigortası (SSGSS) Yasa Tasarısı, hükümet tarafından temel yasa kapsamında bir an önce Meclis’ten geçirilmek isteniyor. Hükümet IMF’ye taahhütte bulunduğu bu konuda oldukça gözü kara bir tutum sergiliyor.

Bunlarla birlikte, düşük ücret dayatması, temel tüketim maddelerine yapılan yüksek oranlı zamlar, sendikal örgütlenmeye karşı patronların gösterdiği tahammülsüzlük ve saldırgan tutum, işçi ve emekçileri mücadele yönünde her gün daha fazla tahrik edip yığınlar halinde harekete geçmelerine neden olmaktadır.

Son 4-5 aya baktığımızda, bu bakımdan tablo şudur: Havayolu işçilerinin grev aşamasına gelen TİS sürecindeki mücadeleci tutumu, Telekom grevi, Akyıl, Yörsan, DİMES, TEGA Mühendislik, İlbek, Tuzla tersane işçilerinin direnişleri, Mersin’de tarım işçilerinin direnişi, kamu emekçilerinin eylemleri, SSGSS’ye karşı işçilerin, emekçilerin ve halkın verdiği mücadeleler ve nihayet bu mücadele ve eylemlerin 14 Mart’ta çok geniş katılımla bir genel eyleme (dar anlamda genel greve) evrilmesi… Bu mücadeleler içinde, işçilerin önce ileri unsurları, giderek genişleyerek ana kitlesi, genel grev, genel direniş talebini öne sürmeye, saldırıların ancak bu yolla püskürtebileceğini dillendirmeye başlamıştır. Sendikalaşmak için eyleme geçen işçi, özelleştirmeye karşı direnen işçi, ücret artışı isteyen, kötü çalışma koşullarına karşı harekete geçen işçi, ekonomik, sosyal hakları için mücadele eden kamu emekçisi, taleplerini elde etmenin yolunun birleşmekten ve ortak mücadele etmekten (genel grev, genel direniş) geçtiğini, bizzat kendi mücadele ve eylemi içinde kavramaya başlamıştır. İşçi ve emekçiler, son 20 yılın mücadelelerinden süzdüğü deney ve tecrübelerinden de sonuçlar çıkartarak, birliklerini sağlam temellere oturtmadan ilerleyemeyecekleri fikrinden hareketle, uzun dönemdir atalet içinde olan yerel platformları yeniden canlandırmaya yönelmişlerdir. SSGSS’ye karşı verilen mücadelede, tıpkı yerel sendikal platformlarda olduğu gibi, Emek Platformu’nu da canlandıran ve Türk-İş’i 14 Mart eylemine kadar iten, işçi ve emekçilerin tabanda sağladığı bu birleşme ve ortak mücadele etme tutum ve eğilimidir.

SSGSS’ye karşı verilen mücadele sürecinde, ilk defa yerel sendikal platformların dışında, Sarıgazi, Topkapı, Çaycuma vb. yerlerde oluşturulan “Herkese Sağlık ve Güvenli Gelecek Platformu” örneğinde olduğu gibi, ülkenin pek çok yerinde çeşitli meslek örgütlerinin, yöre derneklerinin ve sıradan halkın içinde yer aldığı platformlar, çeşitli kadın örgütleri ve derneklerinin bir araya geldiği SSGSS’ye karşı Kadın Platformu gibi örgütlenmeler oluşmuştur.

Öte taraftan, Kürt sorununda geleneksel inkar ve şiddete dayalı politikaların çözümsüzlüğünün Kuzey Irak’a yönelik son kara operasyonuyla daha fazla görülmeye başlanması, işçi ve emekçilerin bu sorunda barış ve kardeşlik tutumuyla daha fazla hareket etmelerinin olanaklarını genişletmiştir. Bu gelişmeler, Kürt ulusal hareketinde de, emek sorunlarına karşı daha fazla ilgi gösterme, dahası emek sorunlarını henüz rüşeym halinde de olsa mücadele gündemlerinin maddeleri arasına alma eğilimi şeklinde bir karşılık bulmaya başlamıştır. Newroz kürsülerinden 1 Mayıs alanlarına çağrı yapılması, bu duruma somut örnek teşkil etmektedir.

 

*

Bütün bu gelişmeler ve olgular, 2008 1 Mayıs’ına giderken, genel grev ve halkın genel direnişinin temellerinin geçmiş dönemlere göre çok daha genişlediğinin somut dayanaklarını oluşturmaktadır.

Gel gelelim, olanaklı olanın (genel grev, genel direniş), gerçeğe dönüşmesi için aşılması gereken ciddi engeller, yine son günlerde ortaya çıkmıştır. 14 Mart genel eyleminden sonra hükümet yeni manevralar peşine düşmüştür. Sözüm ona işçi ve emek örgütleriyle uzlaşı içinde yasayı (SSGSS) çıkarmak için esneklik göstermiştir. Gerçekte ise, tasarının, yapılacak bir-iki küçük değişiklik dışında, özüne dokunmadan yasalaşması yoluna gidilmektedir. Hükümet bu dolapları çevirirken, en büyük destekçileri, her zamanki gibi sendika bürokrasisi olmuştur. Geçmiş pek çok örnekte olduğu gibi, sendika bürokrasisi, “hükümeti masaya oturttuk, taleplerimiz dikkate alındı, zaten bizim isteklerimizin tümünün kabul edilmesini beklemek gerçekçi değildir” mealinde laflar edip, işi geçiştirmeye, tabanın isteklerini böylece geriye itip, kendi ‘iş, güçlerine’ bakmaya yönelmiştir. Yasa’nın yasalaşması sürecinde, 14 Mart’ın ertesinde, “sandıkta görüşürüz” diyerek, kayıkçı dövüşünü sürdürmekten de geri durmamaktadırlar.

Sorun şuradadır ki, geçmişte de, işçi ve emekçi kitlelerin ana gövdesinin genel grev talebiyle harekete geçtiği mücadele dönemleri, bir biçimde sendika bürokrasisi tarafından etkisizleştirilerek kesintiye uğratılmıştır. İşçiler, “Sysphos söylencesi”nde olduğu gibi, kayayı her seferinde zirveye taşımak kaderiyle yüz yüze kalmaktadır. Bugün de yapılmak istenen budur.

Sınıfın ileri kesimlerini de yanılgıya sürükleyen yerleşik algı şudur: “Evet, uzun dönemdir, birbirinden kopuk devam eden işçi ve emekçi mücadeleleri, zaman içinde olgunlaşarak, SSGSS temelinde birleşmeye, birleşik eyleme, onun en ileri biçimi olan genel greve kadar ilerlemiştir. Fakat, hükümete geri adım attırmakla birlikte, sendika bürokrasisinin de destekleriyle yasa tasarısı yeniden meclis gündemine gelmiştir; dolayısıyla genel eylemin maddi temeli aşınmaya, kaymaya uğramıştır.” Sonuç, sendika bürokrasisine atıp tutup, işi kendi akışına bırakmak olmaktadır. Bu sefer bu duruma izin verilmemelidir. Öncelikle, işçi hareketine böyle yaklaşmak doğru değildir. Bu tarz yaklaşımla, işçi hareketi ve sendikal hareket, sermayenin saldırıları karşısında bulunduğu pozisyonundan çıkamaz. Önemli olan, işçi ve emekçilerdeki bilinç dönüşümüdür. Yani, işçi ve emekçilerin ana kitlesinde, hakların ancak sınıfın birleşik eylemiyle alınacağı fikrinin gelişmesidir. İşçi ve emekçi yığınlarda birleşme ve ortak mücadele etme eğiliminin, öyle anlık gelir-geçer bir duygu ve eğilim olmadığı, tersine, birbirinden bağımsız gelişen pek çok alandaki mücadele deneyinin üzerinde yükseldiği unutulmamalıdır.

Yoksa, sınıf güç ilişkilerinin işçi ve emekçiler bakımından dezavantaj oluşturduğu bir dönemde, sermaye o anki hedefine ulaşabilir. Ama yapılması gereken, “her şey bitti” diye kenara çekilerek, yeni bir dalgayı beklemek yerine, sermayenin anlık zaferini bir “pirus zaferi” haline getirecek çalışmaları kesintisizce örgütlemek ve sermayenin zayıf anını kollayarak, harekete geçip, kaybedileni misliyle geri almak olmalıdır.

Bunun başarılabilmesinde, işçi hareketi ve sendikal hareketin bu mücadele dönemi içinde yeniden işlevli kıldığı ve daha da geliştirdiği yerel sendikal platformlar, işyerlerinde kurulan mücadele ve örgütlenme komiteleri ve elbette ki Emek Platformu gibi kazanımların sönümlenmesine ya da etkisizleştirilmesine izin vermeden, kesintisiz bir mücadeleyi örgütleyebilmesi tayin edici önemdedir. Bu tutum, işçi hareketini ve sendikal hareketi yaşadığı istikrarsızlıktan kurtaracak, onun mücadele ve eylemini yakın ve uzak erimli çıkarlarına uygun hale getirecektir.

Sendikal hareketin ileriye dönüşümünün tepeden yapılacak düzenlemelerle değil, tabandan başlayarak yürütülecek bu çok yönlü istikrarlı ve sabırlı bir çabadan geçtiği anlaşılır olmalıdır.

 

*

Bugün işçi hareketi ve sendikal hareketi bekleyen en büyük tehlike, yukarıda vurgulandığı üzere, SSGSS’nin Meclis’te yasalaşmasıyla genel grevin somut temellerinin kendiliğinden ortadan kalkacağı düşüncesidir. Bir an için SSGSS’nin yasalaşmasının engellenememiş olduğunu kabul edelim; bu, onun tüm sonuçlarıyla uygulanma olanağı bulacağı anlamına gelmez, gelmemelidir. Unutulmamalıdır ki, 4857 Sayılı İş Yasası’nın pek çok maddesi fiilen uygulanamaz haldedir. Telekom grevinin en temel çatışma noktalarından bir bölümü, 4857 Sayılı Yasa’nın bazı maddelerinin uygulanıp uygulanamayacağı noktasında düğümlenmişti ve düğüm işçilerin lehine çözülmüştür. Öte yandan, kıdem tazminatını ortadan kaldırmayı da içeren istihdam paketi, hükümetin elinde, gündeme getirilmek üzere hazır halde beklemektedir.

1 Mayıs, sermayenin saldırılarının püskürtülmesi ve yeni saldırı girişimlerinin önlenmesi, işçi hareketi ve sendikal hareketin daha ileri bir hatta ilerleyebilmesi bakımından işçi ve emekçilerin önünde önemli bir olanaktır. 2008 1 Mayıs’ını önemli kılan, hareketteki genel grev, genel direniş eğiliminin pratikte nasıl bir karşılık bulacağıdır. 2008 1 Mayısı, alan kutlamalarıyla değil, bu cephede gerçekleşeceklerle tarihte hak ettiği yeri alacaktır. 8 Mart’ta, Newroz’da ortaya çıkan tablo, bu konuda yeterince veri sunmaktadır. Sınıf bilinçli işçiler ve mücadeleci sendikacılar (kamu emekçileri alanı dahil), geçmiş yıllarda olduğu gibi, alan fetişizmi etrafında sürdürülecek bir tartışmayla enerjilerinin tüketilmesine izin vermemelidirler. SSGSS’ye karşı ortaya çıkan mücadelenin, bizzat bu kesimlerin tabanda yürüttüğü çalışmaların üzerinde yükseldiği göz önüne alındığında, dönemin ruhuna uygun olarak, 1 Mayıs’ın, işçi ve emekçilerin genel grev, genel direniş yöneliminin temellerinin güçlendirilip genişlemesinin hizmetinde ve imkanlarının çoğaltılması gözetilerek kutlanmasının sorumluluğunu da öncelikle bu kesimler omuzlarında hissetmeliler.

marksist iktisat teorisi ve özgürlükler

 

GİRİŞ

İktisat teorileri, toplumun ekonomik yapısını tahlil etmek iddiasındadırlar.

Doğru veya yanlış yönleriyle bir tahlil gerçekleştirilir.

Merkantilistlere göre değerin yaratıcısı ticaret, fizyokratlara göre topraktı. Bunlar aşıldı. İktisat ve bilim tarihinde geçilmesi gereken bu aşamalar bugün çok gerilerde kaldı.

Geçmişte kaldı, ama ihtiyaçlar ve fikirler, (bu fikirlerin zemini olan) sınıflar mücadelesi, eski teorileri yeni biçimleri ve argümanlarıyla karşımıza çıkarıyor.

Emeği üretim faktör girdilerinden birisi olarak ele alan, diğer üretim faktörleriyle aynı kefeye koyan, dahası önemsiz, geçmiş olan, geçmişini tüketen ama geleceği olmayan bir olgu olarak gören teoriler, iktisatçısından tarihçisine, akademisyeninden politikacısına kadar, kimi zaman mutlulukla, kimi zaman utangaçça savunuluyor. ‘Artık emek belirleyici değil’, ‘emek olmadan üretim çok uzakta değil’, ‘emek değer yaratan tek etken değil’ vb. görüşler, spesifik örneklerle giydirilerek yaygınlaştırılıyor.

Tartışma sadece iktisadi alanla sınırlı kalamazdı. Eğer “küreselleşen dünya”da emek değersizleşiyorsa, önemini kaybediyorsa, emekçiler için bunca lakırdı gereksizdir! İşçi sınıfı zaten yok olmaktadır! Yok olan bir sınıf için bunca patırtı çıkarmak, onun haklarını savunmak, hele hele onun iktidarını amaçlamak anlamsız, dahası aptalcadır!

İşte “aptallıktan” zerre kadar etkilenmemiş burjuva iktisatçı, tarihçi, sosyolog vb. bilimsel akademik şakşakçı, gelecekte işçi sınıfına yer olmadığını, kapitalizmin tek mantıklı, daha doğrusu “insan doğası”na uygun ve olabilir yol olduğunu ilan ettiler.

Tartışma, gelecek üzerine bir polemik değil, tam da günümüzle ilgili ideolojik bir hesaplaşmadır. İşçi sınıfı ve emekçiler yok olacaksa, toplumsal ağırlığını kaybedip yerini robotlara ve otomasyona bırakacaksa, emekçilerin ekonomik ve demokratik haklarına ne gerek var! Piyasanın görünmez eli gerekeni zaten yapar.

Marksizm, emeğe, emekçiye en büyük değeri verir. Marksizme göre, değeri, tarihi ve toplumu yaratan emektir. Aynı emek, tarih boyunca ezilen, köleleştirilendir.

Özgürlük, emeğin özgürlüğü ve insanlığın özgürlüğü, Marksist iktisat öğretisinin sebebi değil sonucudur. Ancak kaçınılmaz bir sonucudur. Burjuva bakış açısının sınırlamalarından kurtulan iktisatçı için, ekonomik tahlil sonucu emeğin rolü ortaya çıktığında ve ekonomik hareketin nesnel yasalarına vakıf olunduğunda, emeğin hakları ve özgürlüğü en temel meseleler olarak ortaya çıkar.

Marksist iktisadın özgürlüğü ve demokrasiyi dışladığı tezi, temelini burjuva propagandasından almaktadır. Gerçekçi ve bilimsel değildir.

Ekonomik ve siyasal özgürlükler, sosyalist iktisat ile gerçek anlamda hayat bulur.

 

FRANSIZ DEVRİMİ VE ÖZGÜRLÜKLER

İnsanlığın özgürlük ve demokrasiye ilerleyişinde attığı en büyük adımlardan birisi olarak bilinir Fransız Devrimi. Tartışmaya açıktır. En büyük adım mıdır? Nasıl bir özgürlük, kim için özgürlüktür?

Kim için özgürlük olduğu sorusunu şimdilik bir yana bırakalım. Fransız Devrimi, burjuvazinin önderliğinde halkın mutlakıyeti, feodal aristokrasinin egemenliğini yıktığı bir devrimdir. İnsanlık tarihini pürü pak anlaşmalar ve uzlaşmalar tarihi olarak göstermek isteyenlere de en iyi cevaplardan biridir.

Devrimin çocuklarından birisi, 28 Ağustos 1789’de ilan edilen İnsan ve Yurttaş Hakları Beyannamesidir. Birkaç yıl sonra Kadın Hakları Beyannamesi ilan edilmiştir.

İnsan hakları beyannamesine göre, insanın doğuştan gelen bir takım hak ve özgürlükleri vardır. Bu hak ve özgürlüklerin sınırı ise, diğer insanların hak ve özgürlükleridir. Buna göre tüm insanlar eşittir, egemenlik ulusa dayanır.. vb. vb. Fransız devrimi böylece insanlığa özgürlük ve demokrasiyi getirmişti. Ne özgürlük, ne özgürlük…

 

ÖZGÜRLÜKLER VE DEMOKRASİ

İnsanlık, tarihi boyunca, eşitlik ve özgürlüğün egemen olduğu bir toplum ve gelecek tasarısına sahip olmuştur. Thomas Moore ‘Ütopya’sında bir özgürlükler ülkesi tasarlamıştır. Fransız Devrimi’nin burjuva karakterinin aydınların gözünde netleşmesi, ona bağlanan umutlarında kırılmasına neden olmuştur. Fransız Devrimi’nin gerçek anlamda eşitlik, özgürlük ve kardeşlikle sonuçlanmadığını gören aydınlar, vahşi kapitalizme alternatifler bulma çabasına girmişlerdir.

Yoksulluğun olmadığı, insanca çalışma ve yaşam koşullarının olduğu, eşitlik ve özgürlüğün egemen olduğu bir dünya tasarladılar. Tasarladıkları dünyanın mantıksal eksikliklerini gidermeye çalıştılar. Birkaçı da, bunu koloniler halinde yaşama geçirme girişiminde bulundu. Nedense sonuç alınamadı! Ütopik sosyalistler ütopyalarıyla beraber hayatın gerçekliğine yenildiler. Ama saygıyla anılmayı da hak ettiler.

Özgürlük ve eşitliğin gerçekleşebilmesi için gerçekliğe dayanmak gerektiği anlayamadılar. Nedir bu gerçeklik? Sunumun amacı da zaten bu gerçekliğin teşhiridir.

 

EKONOMİK TEMEL VE ÖZGÜRLÜKLER

Önce bir teorik çerçeve koymamız gerekiyor.

Toplumbilimle uğraşıyorsak, gerçeğe ulaşmak için toplumsal gerçeği temel almak zorundayız. Tek tek insan düşüncesinden bağımsız, tek tek insan yaşamına bağlı olmayan toplumsal gerçeklik… Burjuva sosyolojisi ile bilimsel sosyoloji arasındaki fark da burada yatar. Tartışmamızın ideolojik felsefi temeli bu olacaktır…

İktisat ve özgürlük başlığını seçtiysek, olguları gerçeklikle ve bunun bir parçası olarak iktisatla bağlantısı içerisinde ele alacağımıza dair sözleşmeyi imzalamış oluyoruz.

Doğa karşısında bilgisiz, olguları açıklama yeteneğine sahip olmayan bir toplum özgür olamaz. Doğanın tutsağı durumundadır. Toplum doğayı açıkladıkça, doğaya hakim olmaya başladıkça, bilim ve tekniğini geliştirdikçe, doğa karşısında boyun eğen bir köle olmaktan çıkar; yine doğaya bağlı, ancak onun karşısında bilgisiz, edilgen bir bağlılıktan arınmış ve onu ihtiyaçları doğrultusunda biçimlendirme yeteneğine sahip bir özne olarak ortaya çıkar.

İnsanlığın tarihini özgürlüğe doğru ilerleyiş olarak adlandırabiliriz. Ancak bir şartla: Bugün özgür olduğumuz yanılsamasına kapılmadan, gelecekte özgürlüğün geleceği bilinciyle…

İnsanlığın yürüyüşü devam ediyor… Devrimler ve değişimlerle devam ediyor. Kim diyebilir ki, 200 yıl önceki dünyayla bugünkü dünya aynıdır. Hatta 10 yıl öncekiyle. Yine kim diyebilir ki, 200 yıl sonraki dünyayla bugünkü aynı olacaktır. Hatta 10 yıl sonrakiyle…

Sınırlı/burjuva anlamda özgürlüklerin ortaya çıkışı burjuva/demokratik devrimlere dayanır. Burjuva demokratik devrimlerle demokrasi, insan hakları, eşitlik, özgürlük vb. kavramlar, gerçekleşip gerçekleşmedikleri ya da nasıl yaşam buldukları bir yana, siyasal yaşamın bir parçası olmuşlardır. Fransız Devrimi gerçek anlamda eşitlik, özgürlük, kardeşliği getirmemiştir demiştik… Evet, doğru; gerçek eşitliği değil, ama feodal soyluluğu ortadan kaldırarak, yasalar önünde hukuki eşitliği getirmiştir. Sömürü ve adaletsizlikleriyle gerçek anlamda kardeşliği getirmemiştir, ama ülke içindeki feodal sınırlamaları ortadan kaldırarak ulusal bütünleşmeyi sağlamış, burjuva kardeşliği getirmiştir. Özgürlükse hiç sormayın…

Burjuva anlamıyla eşitlik, özgürlük ve demokrasinin yaşam bulması için elbette maddi-nesnel zeminin oluşması şarttır. Örneğin feodal üretim biçiminde burjuva özgürlüklerin yaşam bulması imkansızdır. Keza köleci düzende de. Burjuva özgürlüklerin ve demokrasinin yaşam bulması için tarihin kapitalizme adımını atması şarttı. Ancak gerçek anlamda eşitlik, özgürlük ve demokrasi için kapitalist ekonomik temel ise uygun düşmüyordu.

Karşımızda, ekonomik temel ve özgürlük arasındaki tarihsel çözümsüzlük ve çözüm arayışları hala büyük bir soru olarak duruyor?

Çık çıkabilirsen işin içinden… Özgürlüğü sağla bakalım; her yanda eşitsizlik ve adaletsizlik koca bir duvar gibi dururken… “Ne duruyorsun, at kendini denize” türküsünü söylemenin ötesine geç bakalım, ya da türküde söyleneni özgürlük sanmanın…

Burjuvazi iki yüzyılı aşkın bir zamandır bu türkünün ötesinde geçmeye çalışıyor, ama başaramıyor. Kendi propagandasıyla bir süre sonra kendini bile ikna edemediğinden, yeni arayışlara giriyor. Yeni bir tarifle karşımıza çıkıyor. Modernizmi ‘post’alıyor, onu bunu ‘neo’luyor; amma velakin bir sonuç alamıyor. Etkisiz olduğunu söylemiyorum; ancak yarattığı paradigmada debelenip durmasından bahsediyorum.

İki koca cilt arz-talep eğrilerinin incelemesini yaparken, bize ‘arz-talep dengedeyse metanın fiyatını belirleyen nedir’ sorusunu unutturmaya çalışan ‘bilim adamlarımızın’ kırmızı çizgilerini aşacağımızdan, şimdiden, kusurlarımız af ola.

Adam Simith, David Ricordo ve diğer büyük ekonomistler burjuva ekonomi-politik okulunu kurmuşlar. Sağ olsunlar… Sağ olsunlar, çünkü bilimsel ekonomi-politiğin yolunu açtılar; Alman felsefesi, Fransız sosyalizmiyle beraber, Marksizmin üç hayat ‘damarından’ biri oldular.

Ekonomik temel o kadar belirleyicidir ki, biraz dalgınlıkla, bizi, kaba bir materyalizme, iradenin rolünü inkara, karşılıklı diyalektiği soyutta değil ama güncel yaşamda atlamaya götürebilir.

Burjuva ekonomi-politikçilerin de zaman zaman kabul etmek zorunda kaldıkları bir gerçekliği tekrar etmekte fayda var. Toplumsal sistem, işleyiş, adına ne dersek diyelim; üretimin nasıl ve kimin yönetiminde gerçekleştiğine bağlıdır. Üretim araçları kime aittir? Temel sorulardan birisi budur. Buradan ilerleyelim. Bunun sağlaması; sizlerin, söylediklerimi toplumsal pratik içinde değerlendirmesine bağlıdır.

Üretim araçlarının sahipleri sermaye değildir. Sermaye sahipleridir. Çünkü iktisatta sermaye derken, üretim araçları, hammadde vb. üretim ögeleri kastediliyor. Üretim araçlarına sahip olan sermaye sahipleri, üretim araçlarına sahip olmayan toplumun kalan üyelerini, üretim sürecinde bir ücret karşılığında dahil eder. Üretim araçlarının sahipliği iki sınıfa yol açtı bile. Bir, üretim araçlarının sahibi olan sermaye sahipleri; iki, üretim araçlarına sahip olmayan işçi sınıfı ve emekçiler… Bir adım daha atalım; burjuva sınıfı, üretilen toplam ürünün büyük bir kısmını, “üretim araçlarının sahibi” olma sıfatıyla, kâr olarak cebe indirir. Çalışan işçi ve emekçilerse, üretilen ürünün küçük bir kısmını ücret olarak alırlar. Üretim araçlarının sahipliği toplumsal sınıfları belirlediği kadar, toplumsal paylaşımı, toplumsal gelir dağılımını da belirledi. Bahsettiğimiz, bir toplumsal sisteminin basitçe görünümüdür. Üretime egemen olan, toplumsal zenginlikten aslan payını alan burjuva sınıfı, devlet, polis, asker vb. devlet kurumlarını, aslan payını onaylayan, genişleten kurumlar olarak, yeniden ve yeniden üretir. Eeee, her sistem de kendi kültürünü yaratır.

 

KAPİTALİZMİN BİRİNCİ AŞAMASI VE ÖZGÜRLÜKLER

Kapitalizmin birinci aşaması veya serbest rekabetçi dönem, –kuşkusuz daha öncesinden başlayarak– 18. yy’ın sonunda feodal üretimin ortadan kalktığı, kapitalizmin üretici güçleri geliştirdiği vb., burjuvazinin ilerici barutunu tamamen tüketmemiş olduğu 20. yy’ın başlarına kadar süren dönemdir. Bu dönemde, burjuvazi henüz tekelleşmemiştir, çeşitli üretim dallarında birçok şirket yarışmakta, rekabet etmektedir.

Yarışma, rekabet, güçlü olanın yenmesi, güçsüz olanın yenilmesi, ama sonuçta herkesin yatırım yapabilmesi, yarışa katılabilmesi… İşte kapitalizmin sınırsızca vaat ettiği özgürlük… Burjuvazi bir yandan feodalizme karşı savaşır, bir yandan da onunla emekçilere karşı uzlaşırken, serbest rekabetçi kapitalizm temelinde çeşitli tonajlarda siyasal demokrasiyi hayata geçirmiştir. Serbest rekabetçi kapitalizm siyasal demokrasiyi koşullamıştır.

 

TELEKCİ KAPİTALİZM VE ÖZGÜRLÜKLER

Kapitalizmin ikinci aşamasında, sermaye, on yıllar süren rekabet sonucunda dünya ölçüsünde tekelleşmiş, burjuvazi ilerici barutunu tüketmiştir.

Artık kapitalizmin birinci aşamasındaki tekellerin olmadığı serbest rekabet döneminden bahsedemeyiz. Tekeller, ekonomide ağırlıklarını hissettirmektedir. Küçük bir sermaye sahibinin uluslararası boyutlarda bir tekelle baş etmesi, serbest rekabetin yüce kanunlarının uygulanması söz konusu değildir, olamaz. Serbest rekabet değil, tekellerin egemenliği ve tekeller arası rekabet söz konusudur.

Tek tek özgürlükler, toplamda, siyasal demokrasinin parçalarıdır.

Ekonomik temel, yani iktisat ile özgürlükler arasındaki ilişkiyi kurma zamanı geldi.

Kısaca özgürlüklerden bahsetmekte fayda var:

Özgürlükler denince akla;

a.        Siyasal hak ve özgürlükler

b.        Ekonomik haklar

c.        Sosyal haklar

d.        Ulusal hak ve özgürlükler

e.        Laiklik

f.         Kadın hakları

g.        Diğer haklar… gelir.

 

a. Siyasal hak ve özgürlükler

Kapitalizm temelinde, üretim araçlarına küçük bir mülk sahibi sınıfın sahip olduğu, toplumun diğer kesimlerinin üretim araçları mülkiyetinden soyutlandığı toplumlarda, toplumsal egemenlik ve bunun ifadesi olan devlet iktidarı ya da siyasi egemenlik, sermaye sahiplerinin hakkı olmuştur. Siyasal özgürlükler sorunu, ancak böyle bir siyasal egemenlik ve kuşatılmışlık sistemi içinde gündeme gelebilir.

Böyle olunca, siyasal hak ve özgürlükler, ancak egemenlerin ihtiyaç ve projelerine zarar vermediği sürece geçerli olabiliyor.

Siyasal hak ve özgürlükler derken, seçme ve seçilebilme, siyasal parti kurma, düşüncelerini özgürce açıklayabilme, örgütlenme vb. özgürlüklerden bahsediyoruz.

Bunların yaşam bulması, ancak tam bir eşitlik ve adaletle mümkündür. Bir yanda multi-milyarderler, bir yanda günlük geçim derdine düşmüş emekçi, siyasal yaşama katılmak ve ülkeyi yönetmek için seçme-seçilme özgürlüğünden nasıl eşit bir şekilde yararlanabilir? Zengin aday, medya ve propaganda araçları, çevresine topladığı insan gücü ve devletin desteğiyle seçime katılırken nasıl bir eşitlikten bahsedilebilir. Seçimlerde burjuva partilerinden onu ya da bunu seçmenin ötesinde bir seçenek sunulmadığında, adını doğru koymak lazım; kapitalizmde emekçiler için seçme ve seçilme özgürlüğünden bahsedilemez.

Tarih örneklerle doludur. Emekçiler kendi hak ve çıkarlarını koruyacak, en azından bu yönde adımlar atabilecek partileri seçtiklerinde, darbelerin düzenlendiği, askeri diktatörlüklerin kurulduğu bilinmektedir. 1973 Şili Darbesi, 11 Eylül 1973‘te sosyalist başkan Salvador Allende‘nin devrilip General Pinochet‘in iktidara geldiği askeri darbedir. ABD‘nin onayı ve desteği ile yapılan bu darbeyle, dünyanın seçimle başa gelmiş ilk sosyalist hükümeti devrilmiş ve yerine 17 yıl sürecek bir diktatörlük kurulmuştur.

 

b.        Ekonomik/sosyal hak ve özgürlükler

Ekonomik/sosyal hak ve özgürlüklerle, çalışma yaşamındaki haklar, gelir dağılımı, çalışma yaşamında yönetime katılabilme, eğitim, sağlık, sosyal güvenlik vb. haklar akla gelir. En kısa geçilebilecek olan, herhalde budur. Kapitalizmin yarattığı sınıfsal bölünme, yoksulluk ve işsizliği bu kadar yaygınlaştırmışken; neo-liberal saldırı politikaları dünyanın her yanında uygulanırken, ekonomik ve sosyal hakların kapitalizm altında ne kadar işleyebileceğini, ne kadar güvence altında olduğunu uzun uzadıya tartışmak gereksizdir.

 

c. Ulusal hak ve özgürlükler

Kapitalizm kendi iktidarını sürdürmek için milliyetçiliği, küreselleşmeciliği vb. yerel ve uluslararası kapitalizmi temel alan tüm akım ve eğilimleri kullanır. Milliyetçilik, ulusal egemenlik ise, emperyalizm çağında, (hangi ad ve biçim altında olursa olsun) egemen olan biçimdir. Çünkü emperyalizm ulusal baskı ve sömürüye dayanır. Ulusal hak ve özgürlüklerin gasp edilmesi üzerine kurulmuştur. Latin Amerika, Asya ve Afrika’da onlarca ulus emperyalizm tarafından sömürülmekte, bütün bağımsızlık ve ulusal hak görünümlerine rağmen ulusal haklarından yararlanamamaktadır. Hele ulusal baskı siyaseti dil, kültür ve kimlik inkarına vardırıldığında, sorun daha da büyük bir yara halini almaktadır. Ülkemizdeki Kürt sorunu gibi.

Emperyalizm ulusal hak ve özgürlüklere düşmandır. Ulusal hak ve özgürlükler, ancak emperyalizme karşı mücadeleyle, emperyalizmin inkarıyla hayata geçebilir.

 

d. Laiklik

Burjuva devrimlerin ilk sonuçlarından birisi, din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması olmuştur. Feodal mutlakiyet, kendi egemenliğini tanrının yeryüzündeki egemenliğine bağladığından, yeryüzündeki dini de kendi egemenliğinin bir aracı olarak kullandığından, feodalizme karşı mücadele, dinin devlet işlerinden ayrılmasını zorunlu kılmıştır. Ancak feodalizme karşı savaşan burjuvazi, iktidara geldikten sonra, dini kendi çıkarları doğrultusunda kullanmıştır.

Kendi çıkarlarının ifadesi olan dini yaymak, egemen kılmak için çabalamış, kendi çıkarlarıyla çelişen dinleri ise sapkınlık ilan etmiştir. Gerektiği zaman dini reforme etmiş, diğer dinleri de kendi çıkarlarına uyum sağlamaya yönlendirmiştir. Böyle olunca iktisadi çıkarların bir parçası olarak, dinler arası mücadele, medeniyetler savaşı veya dinler arası diyaloglar gündeme gelmiştir. Burjuvazi, bilim dışı görüşlerin önüne kesmek bir yana, onun destekleyicisi olmuştur. Dünyanın yaratıldığı üzerinde teoriler, evrim teorisinin inkarı, bilimin yerine post-modern bilinemezciliğin konulması, dini kurumların toplum yaşamında etkin bir rol oynaması, dinin siyasetin elinde bir oyuncak haline gelmesi, burjuvazinin laiklikten giderek uzaklaştığını göstermektedir.

 

e. Kadın hakları

Kapitalizmde kadınlar, ucuz işgücü ve cinsel meta olarak, burjuvazinin vaat ettiği ‘özgürlük’e kavuşmuşlardır. Kâr dürtüsü ve sömürü kültürüyle işleyen kapitalizmin beslediği erkek egemen kültür, kadınların ikinci sınıf vatandaş sayılması, daha düşük ücretle çalıştırılması, eve hapsedilmesi vb. sorunlar, kapitalizmin yüz yıllardır çözemediği, tersine beslediği sorunlardır. Kapitalist ekonomik temel üzerinde kadınların gerçek anlamda (yasalarla sınırlı olmayan) eşitlik ve özgürlüğü safsatadır. Kadın sorunun çözümü ve kadının özgürlüğü, ancak sömürünün ortadan kalkması ve kâr dürtüsünün sona ermesiyle, kadının cinsel meta olmaktan çıkarılması, ataerkil kültürün son kalıntılarının silinmesiyle mümkündür.

 

SONUÇ

Marksist iktisatta, özgürlükler, yalnızca teorinin gereği ve yansıması olarak ortaya çıkmaz. Marx ve Engels’in iyi niyeti ve insancıllığından dolayı eşitlik ve özgürlük ilkeleri ortaya atılmaz. Saint-Simon, Forier, Owen için, bu, belki geçerlidir. Onlar için eşitlik ve özgürlük ahlaki bir unsurdur.

Marx ve Engels’i ütopik sosyalistlerden ve burjuva iktisatçılardan ayıran en temel şey, dünyayı kendi felsefelerine göre değil, felsefelerini gerçekliğe göre sistematize etmeleridir. Gerçeklik neyi gösteriyor, kapitalist ekonomi nasıl işliyor, nereye doğru ilerliyor? Sorun burada başlıyor, belki de başladığı yerde bitiyor. Çünkü özgürlük ve demokrasiye nereden bakacağımız sorusunun cevabı da aynı yerde.

Burjuva iktisatçıları kapitalizmin bazı olgularını doğru bir şekilde ortaya koydular. Örneğin emek-değer teorisi, Marx’ın değil, Ricardo’nundur. (Marx ondaki tutarsızlıkları atmış ve teoriyi bilimsel temellere oturtup geliştirmiştir). Ancak Ricardo burjuva ön yargılarından kurtulamadığı için, artı-değer sömürüsünü görmemiştir. Adam Simith bütün tespitlerini kapitalizmin sonsuza kadar varolacak ve değişmeyecek bir sistem olduğu öngörüsüne dayandırmıştır. İktisadi çalışmalarda, önyargı ve burjuva sınırlamalar aşılmadıkça gerçekliğe ulaşılamaz. Neden kapitalizm aşılmaz. Yüzyıllar önce, kölelik değişmez deniyordu. Feodal soyluluk tanrının yer yüzündeki iradesiydi! Hepsi ortadan kalktı. Hem de dönemin filozofları, ekonomistleri değişmez demelerine rağmen. Değişti, değişiyor; kapitalizm de değişecek, yerini başka bir ekonomik sisteme bırakacak…

Demokrasi ve özgürlükler kapitalizmin sınırları çerçevesinde gerçek anlamda hayat bulamaz. Bu yüzden, kapitalizmin doğuşundan bugüne demokrasi, insan hakları ve özgürlükler yakıcı ihtiyaçlar olma özelliklerini koruyorlar. İnsan hakları beyannamesinin yazılı olarak sunulması, bugün hukuki olarak kabul edilmesi yeterli değildir. Demokrasi ve özgürlükleri işlemez hale getiren kapitalizm, yani eşitsizlik, adaletsizlik ve sömürü mevcut olduğu sürece, insan haklarının evrenselliğinden ve geçerliliğinden bahsetmek mümkün değildir.

İnsan hakları, demokrasi ve özgürlükler, ancak eşitliğin ve adaletin hüküm sürdüğü, savaşların ve sömürünün olmadığı bir toplumda mümkün olabilir. Bu da, artı-değer sömürüsünün, üretim araçları üzerinde, dolayısıyla toplum üzerinde bir avuç sermaye sahibinin tahakkümünün ortadan kalktığı bir toplumda mümkündür.

Marks ve Engels’e göre, sosyalizm, kapitalizmin gelişmesinin kaçınılmaz sonucudur. Tarihin engellenemez ilerleyişidir. Bu nedenle, özgürlük ve demokrasi iyi niyet meselesi değil, tarihin insan iradesiyle bütünleşmiş, onu etkileyen ve ondan etkilenen kaçınılmaz sonucudur. İnsanlık tarihi, demokrasi ve özgürlüğe, eşitlik ve kardeşliğe bir yürüyüştür. Umut buradadır, ahlak geleceğin dünyasındadır. Ama bu dünya bir hayal dünyası değil, kapitalizmin bilimsel eleştirisi temelinde, toplumun nesnel yasalarının bilinciyle inşa edilmiş bir teoridir. Teorinin bilimsel bir netlik kazanması da, bilim adamlarının işi olduğu kadar, halk yığınlarının günlük pratikleriyle onanması işidir. Yaklaşık 150 yıldır Marksizm ve Marksist İktisat teorisi onanıyor; onu daha da geliştirmek bizlere, uygulamak da işçi sınıfı ve emekçilere, safını sömürüsüz bir dünyada belirlemiş aydınlara düşüyor.

mutluluk

 

Büyük Ekim Devrimi, tarihte tek tek insanların, ülkemizin ve tüm dünyanın yaşamında eşine rastlanmamış bir dönüm noktasıdır. İnsanlık tarihinde meydana getirdiği tüm dönüşümleri tek tek saymak olanaksızdır.

Ancak ne kadar garip görünse de, devrimin son hedefi, onun tüm zafer ve kazanımlarının sonucu olan bu değişimlerin yasaları hakkında çok az şey biliyoruz; insani mutluluktan pek az bahsediyoruz. Mutluluğumuzu sık sık hatırımıza getirmiyor, onu coşkunluk ve minnettarlıkla anmıyor değiliz, ama onun hakkında, devrimin diğer kazanımları hakkında olduğu kadar kesin ve emin konuşmaya henüz alışamadık.

Böylesi bir mutluluk anlayışımız bize tarihsel geçmişimizden miras kalmıştır. İnsanlar, oldum olası, yaşamlarının salt acılı yanları üzerinde durmaya özen gösterdiler. Uzun zamandan beri insanlar, dertlerini ve hastalıklarını, ekonomik buhranlarını ve sefaletlerini, kırgınlıklarını ve aşağılanmalarını, felaketlerini ve mutsuzluklarını enine boyuna analiz etmeyi ve en ince ayrıntısına kadar anlatmayı ve tanımlamayı öğrendiler. Gerek yaşamlarında, gerekse edebiyatta böyle hareket ettiler. Geçmişteki edebiyat, aslında insani mutsuzluk üzerine yapılmış bir muhasebedir. Oysa buna karşın, aynı özenle, aynı derece yoğunlaşmayla ve aynı yetkinlikle insani mutluluğu analiz ve tasvir etmiş tek bir kitap bile gösteremeyiz.

Bazı yazarlar zaman zaman mutluluktan söz ediyorlar, ama bu, mutluluğun daima en basit ve herkese açık olan biçimidir, tabiat ananın bir ürünü olan aşktır. Böylesi bir mutluluk için iki varlığın birbirlerine eğilim duyması teorik olarak yeterlidir. Görünen o ki, daha fazlasına yoktur.

Yazarların böylesi bir mutluluğu anlatma arzusu kuşkusuz vardı,… ancak bunun için uygun renklerden yoksundular. Bu alanda tek bir yazar bile sıradan ortalama bir başarının ötesine gidemedi. Yazarlar, aşk mutluluğunu; onun asıl canlı ve kalıcı işleyişini, sadece mutluluğa duyulan özlemi değil, mutluluğun ta kendisini de sıkıcı ve tekdüze biçimde anlattılar.

Yazarlar, sıradan bir aşk mutluluğunu bile anlatmada nasıl da zorlandıklarının farkındaydılar; ancak bu acizliklerini okurlarına ne itiraf edebiliyorlardı ne de etmek istiyorlardı. Bu yüzden de, en muhteşem aşk mutluluğunu bile, anlatımlarında daima usta oldukları bir yığın yeni üzüntü, acı ve engellerle karartmayı yeğliyorlardı. En coşkun aşk hikayesi olan “Romeo ve Jüliet”, aynı zamanda en hüzünlü hikayedir.

Okurların buna asla tepki duymadıklarını, hatta acının anlatımına daima öncellik tanıdıklarını da bu arada tespit etmek gerekir. Tek kelimeyle, insan, oldum olası, mutsuzlukta ve acılı olaylarda uzmandı; o, daima mutluluktan tek bir söz bile edilmemiş türden eserleri sevdi. En çok sevdiğimiz ve içimizi en çok dağlayan edebiyat eserleri bile, mutluluğa kavuşma olayından ara yollara saparak uzak duruyorlar ya da Puşkin gibi şu tespitle yetiniyorlar:

“Ve meğerse mutluluk o kadar olası,

o kadar yakın olabilirmiş ki.”

Lermontov, Dostoyevski, Gogol, Turgenyev, Gonçarov ve Çehov’un gerek satırlarında, gerekse satır aralarında o kadar az mutluluk var ki. Mutluluğun çok nadir de olsa, Puşkin’in yakınına yanaştığı oluyor, ancak narin harika imge, hemen yaşamın bir kasırgası tarafından bir çırpıda silip süpürülüyor.

Peki ama bunun sebebi ne? Geçmişteki edebiyatın tümü, niçin mutluluğu, yani insanın şu doğası gereği daima yöneldiği ve aslında onun için yaşadığı şeyi anlatamadı ve anlatmak istemedi?

Niçin sanat türlerinin kavram dağarcığında dram ve tragedya, yani elem tarzı var da, sevinç teması için bir tarz yok? Neşeli ve şen olmak istediğimizde, burlesk ya da komedi seyrediyoruz, yani adam yerine bile koymadığımız insanların hareketleriyle eğleniyoruz. Niçin idil*, sefil arka avlularda, eski püskü şeylerin arasında sararıp soldu?

Bazı yazarlar öyle ileri gidiyorlar ki, mutluluğun, bizzat doğası gereği sanatsal yaratımın teması olamayacağını savunuyorlar; zira çatışmaların ve çelişkilerin oyunu olmaksızın böyle bir yaratım mümkün olamazmış.

Bu sorun, şüphesiz ciddi ve titiz bir araştırmayı gerektirir. Temelini yalnızca Ekim Devrimi’nin ortaya çıkardığı yeni mutluluk biçiminde bulan bazı önseziler, daha şimdiden dile getirilebilir. Bu yeni tarzda insan sevincinin yeni özelliklerini ve yasalarını görüyoruz, tarihte bununla ilk kez karşılaşıyoruz. Bilhassa bu yeni özellikler, mutluluk hakkındaki eski düşüncelerimizi temelden değiştirmemize ve edebiyatın bu konuya niçin böylesine soğuk durduğunu anlamamıza olanak tanıyor.

Varsayalım ki, Onegin ve Tatyana’da mutluluk sadece olası değildi, aksine gerçek haline geldi. Ancak bu mutluluğun, roman kahramanlarının öznel duyumları karşısında ne kadar muhteşem olsa da, sanatsal yaratıcılığa konu olacak değerde olmadığının sadece bizler değil, Puşkin de farkındaydı. Onegin ve Tatyana figürleri, insan olarak acı çektikleri ve tam anlamıyla huzura kavuşamadıkları sürece sanat açısından değerli olabilirler. Kaldı ki, bu çifti en iyi durumda ne bekliyordur? Hiçbir haklı gerekçesi olmayan bir zevkin, donuk, izole edilmiş dünyası, esasen ahlaksız asalak bir yaşantı.

İlerici edebiyat, hatta aristokrasininki bile, diğer insanların sömürülmesi ve acı çekmesi üzerine kurulmuş bir mutluluğun resmini çizecek kadar pervasız değildi. Böylesi bir mutluluk, bunu yaşayanlar açısından hoş bir şeyi ifade etse bile, sanat tarafından yargılanmaya mahkumdu her zaman. Zira böylesi bir mutluluk, en ilkel hümanizmin ilkeleriyle bile çelişmekteydi. Bir film, sahte kostümleri nasıl kaldıramazsa, gerçek sanatsal edebiyat da kapitalist toplumun ahlak anlayışını kaldıramaz.

İşte bu sebeple, edebiyat, zenginliğe dayanan bir mutluluğu anlatamadı. Ancak, sefalet içindeki bir mutluluğu da dile getiremedi; çünkü böylesi bir idil, riyakarlık olmadan var olamazdı. Sanat, herhangi bir gerçek sanat, hiçbir zaman insanların eşitsizliğini açıktan açığa savunamadı.

Sınıflı toplumda yaşam, eşitsiz bir mücadelenin yaşamıdır, zorun ve zora karşı direnişin tarihidir. Bu şemada insani mutluluk için öylesine sınırlı ve şüpheli bir yer kalıyor ki, sanatsal yaratıcılıkta bundan söz etmek, toplumsal anlamı olmayan şeylerden söz etmek anlamına gelir.

Zenginlik üzerine kurulmuş olan mutluluk, tamamen özel ve belli ölçüde de saklı, gizli bir “tüketimin” konusuydu. Bu “tüketim”, insanlararası eşitsizlikten ötürü bir basamak bile olsa altta olanların kıskançlığını ister istemez kışkırtmak zorundaydı. Acımasız bir sömürü toplumunda bireyin hayatı, ezenin alaycı yaşamı ile ezilenin yine aynı alaycı ve tiksindirici yaşamı arasında yalpalanmaktaydı, ve bu yüzden mutluluk daima alaycılığın belli bir öğesini içinde barındırmaktaydı.

Ancak Ekim devrimi, ilk kez, dünya tarihinde gerçek, esasen temiz ve saf bir mutluluğun doğuşunu sağladı. Ekim günlerinden bu yana henüz yirmi yıl geçti ve ülkemizde bu mutluluk, gözümüzün önünde günden güne daha yoğun ve içten bir şekilde gerçekleşiyor. Zamanımızda, sadece aşk mutluluğundan, yani geçmişteki yazarların herhangi bir şekilde söz etmeye çalıştığı mutluluğun şu tek, kaçınılmaz yedeğinden söz etmek ne kadar gülünçtür.

Bizim mutluluğumuz, Sovyet yurttaşının oldukça karmaşık, ama son derece de zengin duygularının bütünlüğüdür. Bu bütünlükte, aşk sevinci de soluk alır. Bu sevinç yalıtılmış değildir, çünkü asıl ve doğal anlamını yitirmemiştir, aksine bütün özellikleriyle alevlenmekte, gerçek ve güçlü ateşiyle yanmakta ve herhangi bir ailenin yoksul kulübesinde insanların acılarını dindiren bir uyuşturucu işlevi görmemektedir.

Ne var ki, Sovyet mutluluğumuz çok daha geniş kapsamlıdır. O, sanatçılar için şüphesiz en onurlu konu olmasına karşın, genç sanatımızın onu anlatmaya henüz muktedir olmadığı kadar büyüktür.

Bizim için; kibirlilikleri ve merhametsizlikleriyle sokaklarımızda dolaşan semiz kan emicileri bundan sonra görmememiz; sömürücülerin lüks sarayları, lüks arabaları ve gösterişlerini, dalkavuk sürüleri satılmış kalemleri ve yaltakçılarıyla bütün bu tiksindirici ikinci sınıf asalak yığınını; yağmalanmış, soyulmuş, garazla kötürüm haline getirilmiş halk kitlesini görmememiz ve ümitsiz, isimsiz yaşam çizgilerini tanımıyor oluşumuz bile mutluluk anlamına geliyor. Fakat mutluluğumuz, bütün bunları artık yarınlarda da görmeyeceğimizden de kaynaklanıyor. Mutluluk, bu bataklıktan sıyrılmış olan perspektifimizin genişliğinde yatıyor.

Bu, olağanüstü bir mutluluktur; fakat biz bu mutluluğa çoktan alıştık bile. Bu yirmi yıllık görkemli alışkanlık; işte insanın çoğunlukla farkına varmadığı da bu esenliktir.

Ancak biz bu mükemmel zenginlikten çok daha fazlasına sahibiz. Ekim’in yirmi yılı, bize sadece özgürlüğü değil, özgürlüğün meyvelerini de sundu.

Mutluluktan gurur duyulabildiği için, mutlu olmayı tam anlamıyla öğrendik. Biz, çalıştığımız ve yarattığımız, kazandığımız ve mücadele ettiğimiz zaman mutlu olmayı öğrendik. İnsani topluluğun sevincini tanıdık; bir zenginin komşuluğunun beraberinde getirdiği çekince ve iltimasların olmadığı bir topluluk olma sevincini. Bilgiyle mutlu olmayı öğrendik, çünkü bilgi artık haydutların imtiyazı olmaktan çıktı. İstirahatta mutlu olmayı öğrendik, çünkü dinlenmeyi kendilerine özgü bir ayrıcalık olarak görenlerin asalak avareliğini yanı başımızda görmüyoruz artık. Ülkemizi düşünürken mutlu olmayı öğrendik, çünkü bu ülke artık bize ait, efendilerimize değil. Disiplinde nasıl bir güzelliğin ve neşenin yattığını biliyoruz şimdi. Zira bizim disiplinimiz özgür hareket etmenin yasasıdır, ezenlerin keyfiyetinin yasası değil artık.

Her duyumumuzda insanları ve insanlığı düşünme yatar ve bu yüzden mutluluğumuz sadece sosyal değil, aynı zamanda tarihsel bir olgudur da. Ve sadece bu yüzden, bezdirici rastlantı ve geçiciliğin belirtilerinden arınmış mutluluğumuzun, bugüne kadarki insan yazgılarının ezeli çöpçatanı olan kaderle hiçbir ilişkisi kalmamıştır.

Mutluluğumuz asla tanrının Sovyet yurttaşlarına bahşettiği bir lütuf değildir. O, çetin savaşlarda mücadele edilerek kazanılmıştır ve sadece bize, sınıfsız toplumun dürüst ve yiğit fertlerine aittir. Bu nedenle, ülkemize yerleşmek isteyen herkese nasip olacak şey değildir bu. Sadece sömürünün bulanık sularında yüzmeyi bilenler, bizim mutluluğumuzdan nasiplerini alamazlar…

Sovyet mutluluğumuzun yasaları sabırlı ve temelli bir araştırmayı gerektirir. Ancak bunun için endişelenmemize gerek yok; zira tüm dünyanın aksine genel yasamız, devlet yasamız, nihayetinde mutluluğun yasasıdır.

Edebiyatımız yaşamımızı dile getirmek için uygun araçları ve ifade biçimlerini şimdi bulmak zorundadır. Gelinen yerde ilk adımlarını atmış sayılır.

 

Kaynak:

 

Çeviren:


* Makale, Makarenko’nun, “Eserler”inden (Cilt VII, sf. 39-44) Süheyla Özer tarafından çevrilmiştir.

* idil – Genellikle kırsal çevrede özellikle çobanların ama aynı zamanda alt sınıfların yaşamlarına dair komik, huzurlu, gönül açıcı resim veya durum.

liberalize kavramlar ve gerçek

 

Duyumlarımız ve algılarımızda kavramlara yer yoktur. Kavramlar, tam da bundan sonra ve süreçler üzerinden ihtiyaç haline gelirler. Sonrasında kavramsız olmaz. Kavramlar olmadan, kavramlaştırmadan, kavramsallıklar oluşturmadan, aynı anlama gelmek üzere soyutlamalar yapmadan düşünemeyiz.

Kavram soyutlamadır. Neyin soyutlamasıdır? En özet yanıtla, gerçeğin. Ama gerçek, her şeyden önce maddidir. Öte yandan, her şeyden önce, bir kez olmuş olduğu gibi değildir; hareket halinde ve değişkendir. Görelidir, koşullarıyla vardır. Üstelik başka gerçeklerle bir aradadır; bağıntılıdır. Ve insanın düşünme organı olarak beyni, bu nitelikleriyle gerçeği, kuşkusuz özellikle avadanlıklar aracılığıyla geliştirilebilir olan duyu organlarıyla görüp işiterek… ve deneyler vb. yardımıyla, kuşku yok ki, özellikle başlangıçta bölük-pörçük, bağlantıları olmadan, anlık kesitler halindeki görüş ve duyuşlar olarak ya da sanki hareketsizmişcesine, koşullarıyla birliği ve neden-sonuç ilişkilerini görmeden vb., gözlemleyerek algılar. Algının ardından, önce işaretler ve giderek, anlamlanması yüzeysellikten çıkıp derinleşerek sistemli hale gelen sesler, sözcük ve cümlelerle, somuttan soyuta izlenen süreç içinde, ortak temelini emeğin oluşturduğu elin gelişmesi ve kullanılmasıyla koşutluk halinde, onsuz düşünmenin olamayacağı dilin de gelişimiyle, tamamen toplumsal bir süreç olarak, (başkalarına) aktarma, iletişim ve anlama gelir. İletişim kurmak ve anlamak üzere düşünmek (ve tersinden, iletişerek düşünmenin ilerlemesi) için zorunlu olan dilin kendisi kadar, düşünmenin kendisi de soyutlama süreçleridir. Tanımlar, kavramlar, kısacası soyutlama, hem iletişim hem de düşünmenin gerekleridir. İki ayağı üzerine dikilip serbestleşen elini kullanarak, sürüden topluma geçmeye (insanımsıdan/maymunumsudan insana) ilerleyen insan, birlikte emek harcayıp yaratarak ya da üreterek, başka bir söyleyişle maddi gerçeği, dünyayı kıyısından köşesinden değiştirmeye girişerek, bu süreçte, birbiriyle, birbirini anlama ilişkisi de kurmak üzere iletişen ve toplamı olarak toplumsallaşan insan olarak, hem maddi gerçeği, hem kendisini, hem de ilişkilerini anlamaya adım atar. Hayvandan ayrılma sürecidir bu; ve geriye, insanın, kuşkusuz insan toplumunun yabanıllıktan bütünüyle kurtulmak ve kendi kendisinin efendisi olarak hayvanlıkla tüm bağlarını koparmak, ve belirli bir anlamda, tam insanlaşmak üzere komünizme ulaşması kalır.* İnsanın hayvandan ayrılması sürecinin bütünü kadar, hayvandan az-çok ayrılmış, örneğin ileri düzeyde toplumsallaşmış emek ve üretim koşullarının bugünkü insanının algılarıyla anlaması ve iletişim kurması, düşünmesi ve bilmesi süreci de böyledir. Birincisi daha tümel, kapsayıcı bir süreçtir; diğeri, onun içinde, daha alt süreçleri oluşturur. Ancak kesindir ki, yalnızca algıyla anlanamaz ve bilinemez. Bunun için düşünmek, üstelik bu ancak toplumsal bir etkinliğin unsuru olarak olanaklı olduğundan, toplumsal bir düşünme süreci ve öyleyse soyutlamalar ve soyutlamanın unsuru olarak kavramlar zorunludur.

İnsanı tam insanlaştırmak üzere bu geriye kalansa, asıl olarak pratik harekettir. Tıpkı düşüncelerimize zemin sağlayan algılarımızla (ilerleyen süreçte, anlayıp kavrayarak eğitip yönetmeye koyulduğumuz algılarımızla daha gelişkin, daha tam haliyle ve daha olduğu gibi) beynimize yansıyan maddi dünyanın, maddesel gerçeğin pratik hareketi açısından geçerli olduğu gibi, pratik bir insanlaşma hareketidir bu. Bu hareket, “parçalanmış insanlık” ya da sınıflı toplum koşullarında, ileriye yürüyüşün, tam insanlaşmanın, sadece ve sadece, kapitalist karşıtlığın “yıkıcı” ve “olumsuz” (ama insanlaşmanın yapıcı ve olumlu) yönü olarak işçi sınıfının hareketi olarak olanaklı oluşu nedeniyle, tüm maddiliği ve nesnelliğiyle işçi hareketi olarak şekillenir. Marx’ın dediği gibi, “komünist hareket tamamen pratik maddi bir harekettir.”

Ancak hareketin bu pratikliği, kuşkusuz maddiliği, onun ne düşüncesizce bir hareket olduğu, ne de aynı zamanda düşünsel bir hareket olmadığı anlamına gelir. Maddi pratik bir hareket oluşunun anlamı; zorunlu tarihsel bir hareket olarak gerçek maddi temellere sahip olduğu ve moral bakımından küçümsenmeyecek olumsuz etkilere neden olan SSCB’nin çöktüğü konjenktürden beslenerek “sosyalizmin öldüğü”nün ileri sürüldüğü günümüz koşullarında, bu yönüyle yürütülen tartışmalar dikkate alındığında, “yitip gitmek” ya da “ölmek” bir yana, tersine, öznellik ne olursa olsun, komünist hareketten, gelişmesi, kapsayıcılığı ve başarısından kaçınılamayacağıdır.

 

*

İnsan ve şüphesiz insan toplumunun, yaradılış ve günümüzde yerine geçirilmeye uğraşılan “akıllı tasarım” tez ya da teorilerinin ileri sürdüğü idealist kavram ve fikirlerin doğa, toplum ve insanın kendisi ve düşünme süreçlerini anlaşılmaz kılma girişimlerinin de nesnel olarak üstesinden gelinmesini de koşullayarak, geçmişten geleceğe evrildiği kuşkusuzdur. Ayağa dikilip ellerini kullanmayı geliştiren özel bir maymun türünden hayvanlıktan tümüyle kopacak insana… Ama doğayla insanlaşma uğraşındaki insan arasındaki ilişkiyi ilgilendiren bu genel süreç, daha başlangıcından itibaren toplumsal bir süreç de olmuş; insanal ihtiyaçlarını karşılamak için doğaya müdahale ederek onu dönüştürmeye yönelen insanın kendisini dönüştürmesini de kapsadığı gibi, insanın doğayla mücadele içinde geliştirdiği üretici güçlerle doğanın bu dönüştürülmesinde (başlıca, üretim) insanların toplumsal olarak birbirleriyle ilişkilenmesinin, üretim ilişkilerinin (başlıca, mülkiyet ilişkileri) karşılıklı etkileşimine (ilişkisine) bağlı olarak, sınıflar halinde bölünerek gruplaşan insan grupları arasında toplumsal bir çatışma ve mücadele süreci olarak da şekillenmiştir.

Başlangıçta, gelişmemiş üretici güçleriyle, insanların kendilerine yetenden fazla bir artı üretemedikleri yoklukta (ilkel) komünal ilişkiler içinde yaşayan, mülkiyet kavram ve fikrinin bile oluşmadığı insan toplumu, üretici güçleri gelişip doğayla ilişkileri, ona müdahalesi arttığı, hayvanları ehlileştirip kendi hizmetine koşmayı başararak hayvancılık ve toprağa az-çok uygulamaya başladığı aletleriyle tarımsal üretim ortaya çıkıp ilerlediğinde, insan, kuşkusuz insan toplumu, ardından, yüzyıllar boyunca, önce eski “altın çağı” özleyip arayacağı, sonra da inkar olunanın inkar olunması için kavga vereceği ilk büyük toplumsal inkara tanıklık etti.

Çalışmadan ve emek harcayarak üretenlerin ürettiklerinin bir bölümüne el koyarak yaşamayı, bunu elde edebilmek üzere egemenlik kurmayı ve bu egemenliği, üretimi, kendi çıkarına ve şüphesiz ürünlere mümkün olduğunca el koyabilmeyi sürdürmek üzere garanti altına almayı olanaklı kılan üretim fazlalığının, artı ürünün ve peşi sıra ürün değişimi olarak ticaretin ortaya çıkması; toplumsal örgütlenmenin yenilenmesine götürdü.

Komünal ilişkiler parçalandı. Dayanışma halinde doğayla mücadele içinde yaşayan insan toplumu parçalanıp çözüldü. Mülkiyet kavramı ve fikrine kaynaklık ederek özel mülkiyet ve mülk sahiplerinin yönetme aygıtları olarak devlet, egemenlik ve iktidar kavram ve fikriyle birlikte doğdu.

Artık egemenler ve yönetilenler, bunun sosyal temeli olarak sömürenler ve sömürülenler vardı. İnsanın doğayla ilişkisi ilerleyip geliştikçe, üretici güçler yenilendikçe, üretici güçlerle üretim ilişkileri arasındaki “uyum” yeniden bozuldu; ancak bu kez mülkiyet ilişkileri değişecekti.

İlk sömürme ve mülkiyet ilişkisi olarak köleleştirme ve kölecilik yerini serfliğe, feodalizme; sonra, üretici güçlerdeki gelişmelerle (başlıca, buhar makinesi) o da yerini kapitalizme bıraktı.

Sömürünün ve mülkiyet ilişkilerinin biçimi değişerek, sonunda, ilk inkarın inkar olunmasının olanaklarının ortaya çıktığı noktaya (işgücünün de metalaştığı kapitalizme) varılmıştı: Gelişen; özel mülkiyete sahip olanların sömürü ve egemenlik koşullarında, sömürücü egemenler ne denli kendi çıkarlarına koşarlarla koşsun ve sömürü ve egemenlik koşullarının devamı için gelişmesini ne denli engellemeye çalışırlarla çalışsınlar, gelişen üretici güçlerin çoğalıp büyümesi öyle bir noktaya varmıştı ki, tıpkı ilk gelişme atılımının ortaya çıkardığı fazlalığın, artı ürünün, özel mülkiyet, sömürü ve egemenlik ilişkilerini koşullaması gibi, bu kez, yine aynı üretici güçlerdeki ilerleme ve atılım, artık birbirinin yerini alarak insanlığının ezici çoğunluğunun yüzyıllar boyu sefalet ve baskı altında yaşamalarına mal olan son özel mülkiyet, sömürü ve egemenlik ilişkisi olan kapitalizmi gereksiz kılıyor; bu gelişme, kapitalizmin başka türlü yapamadan çoğalttığı modern sömürülen sınıf olarak işçi sınıfına, kendisini varedip çoğaltan kapitalizmin “mezarını kazma” ve onu “eski eserler müzesine gönderme” tarihsel rolünü yüklüyordu. Başlangıçta, gelişmemiş üretkenlik ve geri üretim koşullarında ilk ortaya çıktığında sömürü ve özel mülkiyetin ortaya çıkmasına yol açan artı ürünün, artık, tersine, giderek kapitalist “boyunduruğuna” sığmaz olan, gelişmesinin önü yalnızca kapitalist ilişkilerce kesilen son derece gelişkin üretici güçlerle artan üretkenlik ve üretimin kendisinin bentlerinden kurtulmuş baş döndürecek bir gelişmesi için –son sömürü ve özel mülkiyet ilişkisi olan kapitalizmle birlikte– ortadan kalkması, tarihsel bir zorunluluk haline gelmişti: İnkarın inkarı zorunlu ve kaçınılmazdı.

 

*

Bu kısa özet, tüm bir insanlık tarihinin, kendisi ve koşullarından tüm kavram, fikir, tez ve teorileriyle birlikte bütün bir düşünsel (ve duygusal); ideolojik, kültürel, bilimsel, ahlaki, hukuksal vb. yönleriyle, mantık ve düşünme biçimleri de içinde, bütün bir düşünce tarihinin de türediği genel sürecine, onun maddiliğine, nesnelliğine ilişkin. Komünist hareketi de, bütün kaçınılmazlığı ve zorunluluğuyla maddi pratik bir hareket yapan, bu maddi süreçten başkası değil: Komünist hareket, ilk pratik işi olarak, önüne mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesi işi tarihsel olarak konulmuş olan, insanın, kuşkusuz belirli bir anlamda hayvanlar alemiyle bütün bağlarını koparıp kendisinin efendisi olacağı, dergimize de adını veren özgürlük dünyasının yaratılması hareketidir.

Ancak özetten de anlaşılacağı gibi, kavram, fikir ve teorileriyle birlikte bütün bir insanlık tarihi, henüz sınıfların ortaya çıkmadığı başlangıç dönemi bir yana, daima, bir çatışma ve hesaplaşma süreci olmuş, geçmişten geleceğe, komünist hareketin tam zaferine kadar sınıf mücadeleleri tarihi olarak şekillenmiştir ve şekillenecektir.

Bir yandan tamamen maddi, nesnel bir çatışma olarak gelişen ileri (ve kuşkusuz ilerici) üretici güçlerle geri (başlangıçta ilerici olmakla birlikte, durmaksızın gelişen üretici güçlere ayak uydurup ilerlemeyen ve kuşkusuz gericileşen, gerici) başlıca mülkiyet ilişkileri olan üretim ilişkileri arasındaki çatışma…

Ve diğer yandan insanın doğayla olan bu karşıtlık ve çatışma üzerine kurulu toplumsal ilişkisinden yansıyan, ama kesinlikle pasif bir yansı olmayıp, karşı etkisiyle, doğanın dönüştürülmesi içinde, bütün bir iktisadi sosyal maddi zeminin değişip dönüşmesini etkileyen, devleti de kapsayan ve üstyapı denen bütün bir alanı oluşturan bilinç ve düşünce alanındaki ideolojik, felsefi, ahlaki… çatışma.

Öncesini, yazının boyutlarını zorlamamak üzere bir yana bırakarak, ilgimizi günümüze yoğunlaştırdığımızda, insanlığın sömürüye dayalı son toplumsal örgütlenmesi olan kapitalizmin sosyal bakımdan iki temel karşıtının, burjuvazi ve proletaryanın maddi (nesnel) olduğu kadar manevi (öznel, bilince ve düşünceye ilişkin) bir çatışma içinde de oldukları, kanıt gerektirmeyecek görünürlükte ortadadır. Günümüze gelinceye kadar çok sayıda düşünce akımı, teori ve tümünün kendisine dair tez, fikir ve kavramlarının ortaya çıkması/atılması ve kesintisiz mücadele ve hesaplaşmasıyla süren sömürenlerle sömürülenler arasındaki (kuşkusuz başta devlet olmak üzere politik, kültürel, ideolojik… maddi eklentilerin de bir taraf olarak dayanaklık ettiği) düşünsel çatışma önceki bütün toplumsal örgütlenmelerin de gerçeği olduğu kadar, çatışmayla ilerleyen bütün bu düşünce tarihinin oluşturduğu birikim, şimdi mirasçıları olan kapitalizmin iki karşıtı ve mücadelesinde temsil edilmektedir.

Örnekse, bilimin ilk (olgu ve bilgilerin sınıflandırılmasının gerçekleştiği) gelişme dönemlerinde, tüm değişmezciliği ve bağlantı kopartıcı sınıflandırıcılığıyla bile ilerletici bir rol oynayan metafizik, mekanizme dayanaklık eden belirli bir ilerici rol oynadıktan sonra idealist gericiliği beslemesinin ötesinde, günümüzde artık, bütün haşmetli gericiliğiyle, dünya, toplum ve olguların, tarihin ne olduğu ve nereden gelip nereye gittiğinin anlaşılırlığının önlenmesini sağlamayı amaçlayan bir burjuva düşünce akımı olan post-modernizme zemin sağlamaktadır. Berkeley’in bilinemezciliği, şimdi, kuşkusuz bilimin ulaştığı yeni bilgileri kullanıp, onlardan beslendiği görüntüsü vermeye çalışan çekiştirilmiş “kaos” ve “kuantum” teorilerinin* belirlenemezciliğinde yeniden diriltilmeye uğraşılmaktadır. Ya da genel olarak evrim ve insanın evrimine dair çok sayıda bilimsel bulguyla bilim tarafından püskürtülmüş eski yaratılışçı idealizm, hâlâ din bezirganlarınca kullanılmaya devam edilmesinin yanında, günümüzde, aynı zamanda, daha “ileriden” bir bilinç çarpıtma ve düşünsel etkileme aracı/akımı olarak, uluslararası burjuvazinin elinde, “akıllı tasarımcılık”a evrilmiştir. Son olarak, daha karmaşık bir örneğe, Sovyet sosyalizminin başlıca dayanaklarından olan ve milyonların inisiyatifi, karar alıcılığı ve uygulayıcılığının aracı durumundaki Sovyet örgütlenmesi fikri ve pratiğinin, sosyalizmin geçici olduğu kuşkusuz yenilgiye uğratılışının ardından, şimdi Dünya Bankası ajandalarında, varlığı ve kalıntılarını saldırısının temel hedefi kıldığı ve baskılayıp ilişkilerini durmaksızın tasfiye ettiği sömürücü burjuvazinin hizmetine koşulmuş tersyüz edilmiş haliyle, “katılımcılık” görüntüsü ardında emekçi kitleleri yedeklemenin aracı kılınmış “Kent Meclisi” ve “yönetişim” fikir ve pratiğine zemin sağlamak üzere çarpıtılmış kullanımında rastlıyoruz. Daha çok sayıda örnek verilebilir kuşkusuz.

 

*

EMEK YA DA…

Kuşkusuz tarihin cilvesi değildir: insanın, dilini geliştirerek konuşup iletişmeyi, tabii ki düşünmeyi ve öyleyse kavramlar üretmeye girişmesini de kapsamak üzere, insanlaşmaya yönelmesinin başlıca koşulu ve bu sürecin olanaklı hale gelişinin temel unsuru ya da hareket ettiricisi olan emek, insanın emek harcayarak doğaya müdahalesi, geçinmek ve varlık koşullarını geliştirmek için emek gücünü kullanması; bu gücün üretici güçlerin gelişme düzeyiyle tayin edilen hangi biçim altında kullanıldığı ya da üretimin hangi ilişkiler çerçevesinde yapıldığına bağlı olarak şekillenen toplumsal üretim ve örgütlenme sistemlerinin (gelmiş geçmiş tüm düzenlerin) nesnelliğinin ilk verisi, onları açıklayıcı ve anlaşılır kılıcı başlıca araç durumundayken, dolayısıyla toplumları düşünmeye, açıklamaya, bunun gereği olarak kavramlar kullanmaya buradan başlamak zorunluyken, gördüğümüz nedir? Bırakalım “emek”ten başlamayı, toplumların, toplumsal olay ve olguların moda açıklamalarında “emek”e yer verilmekte midir?

Kapitalizmin, uluslararası burjuvazinin konuya ilişkin tutumunun açıklayıcısı bir gelişme yeni gazete sayfalarına yansımış bulunuyor. On yıllar sonra, İLO’dan (Uluslararası Emek (ya da Çalışma) Örgütü) uluslararası burjuvazinin yönetici merkezlerinden DTÖ’ye (Dünya Ticaret Örgütü) devrolunan Cenevre’deki merkez binanın duvarlarına ’30’lar ve ’40’larda yapılmış emek ve emek süreçlerine ilişkin tüm resimlerin üzerlerinin önce sıva, sonra tahta ve boyalarla kapatılmış olduğunu öğreniyoruz. Bu çarpıcı örnek, burjuvazinin “emek”e yaklaşımının göstergesidir.

Uluslararası işçi hareketi ve sosyalizmin Kruşçev’le birlikte aldığı –kuşkusuz geçici– yenilgi ve on yılları kapsayan kapitalizmin restorasyonu sürecinin ardından Sovyetler Birliği’nin çöküp dağılmasının cakası ve damarlarına doluşturduğu “taze kan”la pervasızlaşmış ve emeğe ve haklarına her alanda yok sayıcı ve azgın bir saldırı örgütlemiş olan uluslararası burjuvazinin düşünce ve öyleyse kavramlar alanında da emeğe saldırmaması, onu sözlüğünden silmeye girişmemesi düşünülemezdi. Öyle olmuştur. Eskiden emek yok farz edilemezdi. Tersine onunla uzlaşmalar aranmak, tavizler verilmek zorunluluğundan kaçınılamazdı, kaçınılamadı. “Sosyal devlet”, emek “kalesi”nin içten çökertilmesi çabaları, emeğin aristokratlarının, bürokratlarının yaratılıp beslenmesi tutumu, bunun gereği olan “ücret sendikacılığı” vb. gündemdeydi. Emek ve temsilcisi işçi sınıfı kendisini dayatmakta ve tavizler koparmaktaydı. Sovyetler Birliği ve bir dizi ülkede ise bütün gidişatı belirliyor, toplumsal gelişmeyi damgalıyordu.

 Ama bugün burjuvazi tavize ihtiyacı olmadığı varsayımıyla davranıyor. Mevzisini en “ileri”den kuruyor: Şimdi artık emek yok ona göre. Yaratıcı ve üretici olan emek değil! Ne yaratılıyor, ne üretiliyorsa tümünü sermaye yaratıp üretiyor. Adam Smith ve David Ricardo, yetersizlikleri bir yana, kapitalizmin bu ilk açıklayıcıları, biliniyor, açıklamalarına “emek”ten başlamışlar, sonradan Marx tarafından eleştirilen kendi emek tanımlarını yapmış ve politik ekonominin incelenmesinde buradan ilerlemişlerdi. Hatalı ele alınışları bir tarafa, üretim ve değişim süreçleri, sermaye ilişkileri, emek süreçlerinden koparılarak anlaşılmaya ve anlatılmaya çalışılmamıştı onlar tarafından. Toplumsal iktisadi süreçler bu iki kapitalist iktisatçıda da emeksiz salt sermaye süreçleri değildi. Sonra gelen kapitalist ideolog iktisatçı İ. Schumpeter bile emeği yok sayan, üstelik tek “yaratıcı” sermaye iddiasında bulunmamıştı. Şimdiyse böyledir. Şimdi Tayip gibileri, -temsil edip etmiyor olmaları ayrı sorundur- emeğin temsilcileri görüntüsündeki sendikacılara yalancılıkla suçlayıp küfrederken, emek, fabrikalarda “personel müdürlükleri” kapsamında ve kavramsal düzeyde ya da teoride, sadece banka ve işletme yazışmalarında değil, ama Dünya Bankası ve IMF vb. örgüt belge ve materyallerinde de “insan kaynakları” başlığı altında geçmektedir.

Peki “emek”in, özellikle S.B’nin çöküşü sonrası şaha kalkan neoliberal dalga ve ideolog ve iktisatçılardan fazlasıyla etkilenip feyz alan, daha ötesine geçip emeğe ve halka yönelik bozuşturucu etkinliklerinde doğrudan bu akımın uzantısı durumundaki sol liberaller ya da liberal solcuların sözlüğünde karşılığı var mıdır? Zaman zaman dillerinin ucuyla ve yalnızca olumsuzlamak için emekten söz ettikleri olmaktadır: Örneğin, üretimin niteliğinin  maddi üretimden manevi üretime doğru bir seyir izlediğini ileri süren “İmparatorluk” yazarları Michael Hardt ve Antonio Negri gibi, türettikleri “çokluk” kavramını ve “formel emek” ve “informel emek” ayrımını *, buna bağlı olarak artık “sanayi ötesi toplum” ya da “bilgi toplumuna” geçildiği kanıtsız iddiasını dayanak edinerek, emeğin artık nasıl üretken maddi bir güç olmaktan çıktığını ve nasıl kapitalizmde onun, ete kemiğe bürünmüş hali ve cisimleşmesi olan işçi sınıfında cisimleşmiş olmaktan uzaklaşarak işçisizleştiğini kanıtlamak üzere.. Ve sadece artık “endüstri ötesi toplum”a, bir “enformasyon toplumu”na dönüştüğü ileri sürülen kapitalizmin sonsuzluğunu (!) kanıtlamaya yönelmiş son derece pratik amaçlı “derin” teorik analizler geliştirirken. Veya “yakın tarihten” Türkiye’den bir örnek olarak, homoseksüellerden tutun her yönüyle kimliklerle sorun ve taleplerine varıncaya kadar değinmediği sorun kalmamışken bir tek emekle sorun ve taleplerine değinecek yer ve zaman bulamayan Baskın Oran ve “birey olmak” üzerine oturttuğu 22 Temmuz seçim kampanyası gösterilirse haksızlık yapılmış olunmaz. Birey ve hakları evet, insan ve hakları evet, kimlikler ve hakları evet, ötekiler, dışlanmışlar vb. vb. tümüne evet, ama emek ve hakları perspektif dışı. Üstelik belirleyici olması ve eksen edinilmesi gerekirken…

Amaç nedir? Neden tüm açıklamalar emeksizleştirilmiştir? Ya da emek ve rolü, ondan en fazla söz ediliyor göründüğü tez ve teorilerde bile, neden maddi olmayan, enformel, manevi vb. emeğe ve onun, cinsel, kültürel, etnik, dinsel vb. kategorilerden biri düzeyine indirilmiş emeğin maddi türü üzerindeki “hegemonyası”na ya da düpedüz sıradanlığa peşkeş çekilmektedir? Bunun, kapitalizme ileri ölçüde biat etmekten, öyle ki, onu karşıtından ve dolayısıyla sonu ve yıkılışından, alternatifi olan sosyalizmin sadece baskısı değil, örgütlenmesi ve kapitalizmin yerini almasının kaçınılmazlığı fikrinden işçi ve sömürülen yığınları uzak tutmaktan, liberal solcular bakımından da kapitalistlerin onların gözünü bağlama uğraşlarına katılmaktan başka anlamı olabilir mi?

Kim ne derse desin kapitalizmin yıkılışının önüne geçilebilir mi? Bu çabaların anlamı, kaçınılmaz yıkılışı ancak geciktirmek olabilir ki, yapılan da budur.

Bilinir kapitalizm, emeğin ve üretimin artık tarihsel olarak miadını doldurmuş en üst örgütlenme biçimlerinden biridir. Emeğin ücretli emek halini aldığı, bunu, bireysel üretim aletlerinden kopartılan emek gücünün de metalaşmasının olanaklı kıldığı, ama bunun, aynı zamanda üretici güçlerin gelişkin bir gelişme düzeyine denk düşerek emeğin ve kuşkusuz üretimin toplumsallaşmasının ileri ölçüde gelişmesi anlamına geldiği ve bizzat emek ve üretimin bu toplumsallaşmasının, emeği üretken olmaktan çıkarıp niteliksizleştirmek bir yana, mülkiyetin özel kapitalist biçimiyle karakterize toplumsal örgütlenmeyi ve toplumun sırtında gittikçe daha çok tahammül edilmez hal alan kapitalist kabuğun kırılmasını dayattığı bir tarihsel toplumsal örgütlenme biçimi.

Emek ve üretimin bugünkü toplumsallaşmasının artık mülkiyetin özel kapitalist biçimine dayalı kapitalist üretim biçimiyle, kapitalist toplumun sürgit devamıyla bağdaşması olanaklı değildir. Ama kapitalizmin “sonu olmadığı” da ilan edilmiş ve burjuva solundan da alınmış destekle, kapitalizmin bu alternatifsizliği, nesnel gerçeği değiştirip bozuşturmaya yönelmiş emeksizleştirilmiş kavramlar ve düşünme tarzıyla en başta işçi sınıfına dayatılmaya çalışılmaktadır.

Olacak dua olmadığı ve nesnelliğin duvarına çarpmaktan kaçınamayacağı açıktır. Hangi burjuva ideolog, emeksizleştirilmiş ya da “manevi emeğin hegemonyası” iddiasını ifade eden kavram ve düşünsel kurgular ürünü örneğin “işçisiz fabrika” spekülasyonunu, sömürü oranının olağanüstü artırıldığı koşullarda, asgari ücretin altında ücretlerle ve sosyal haklardan yoksun binlercesinin çalıştırıldığı fabrikalarda üretmeye ve izbe barınaklarda barınmaya zorlanmış işçilere kabul ettirebilir? Hangi ideolog, Türkiye’de, 12 milyonluk kitlesinin ezici çoğunluğu 12-13 saat ve daha fazla fabrika ve atölyelerde kol gücünü kullanarak çalışan işçileri, işçi sınıfının dağılıp parçalanmakta olduğuna, hatta ortadan kalktığına ve örneğin artık enformel emeğin kas-sinir ve beyin gücüne dayalı emeğin önüne geçip yerini aldığına ya da bir tür “hegemonik” konum elde ettiğine ikna edebilir? Bozuşturulmuş kavramlarıyla bu çabanın kafa karıştırıcı olduğu ortadadır. Ama boşuna olduğu da ortadadır.

 

İŞÇİ SINIFI YA DA…

Emek ve işçi, kuşkusuz işçi sınıfı kavramlarının, kategorik olarak bağlantılılığı ve iç içe girmişliği gerçektir. Günümüzün, kapitalizmin emek türü ücretli emektir, işçidir. Bundan, kapitalist toplumlarda başka tür herhangi emek harcanmadığı anlamı ya da sonucu çıkmaz. Kapitalist Türkiye’de örneğin kır ve şehir küçük üreticilerinin bireysel emeği hala güncel bir gerçek olmasına, hatta feodalizmin kalıntısı emek biçimleri olarak angarya vb.’ne rastlanmasına karşın, sadece ağırlıklı değil ama damgalayıcı emek türünün ücretli emek olduğu tartışmasızdır. Öyle ki, kapitalizm kıra ve tarıma da girmiştir ve küçük üretimi de parçalamakta, çok sayıda küçük üretici proleterleşmekte, örneğin mevsimsel olarak ve yaygın şekilde Çukurova, Karadeniz, Ege’ye tarım işçiliğine gitmekte ya da Zonguldak ve Soma-Tavşanlı’da olduğu gibi madenlere başka yerlerde bir kısmı kadrolu, çoğu geçici işi olarak şeker, sigara vb. fabrikalarına yönelmektedir.

Ve Türkiye işçi sınıfının kitlesi 12 milyona varmıştır. Dünyadaysa milyarlarla ifade olunmaktadır.

Ve “emek”i kavramsal düzeyde yok sayan neoliberal bozuşturuculuk işçiyi de, işçi sınıfını da yok saymaya yönelmiştir. İşçi sınıfı, tıpkı toplumların tarihsel şekillenişindeki belirleyiciliği yok sayılarak, “emek”in başına örülmeye çalışılan çorapta olduğu gibi, kapitalizmin gelişmesiyle çoğaltılan, onun burjuvazi ile uzlaşmazlık halindeki, sosyal bakımdan tanımlayıcı iki karşıt unsurundan biri olmaktan, örneğin Hardt ve Negri’ye göre çıkmaktadır/çıkmıştır. Saldırının, kapitalizmin açıklanıp anlaşılamaz hale getirilmesini ve ömrünün uzatılmasını amaçladığı ortadadır. Ancak işçisiz ya da işçisizleşen, işçisizleşebilecek kapitalizm olanaksız olduğu kadar, kapitalizmi olanaksızlaştırma, bunun ilk adımı olarak kendisini egemen sınıf olarak örgütleme ve mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesini ilk görev olarak benimsemeye tarihsel bakımdan yükümlendirilmiş işçi sınıfının, yeni kavramsal kurgularla tarihsel özne oluşunun nesnelliğinin üzerinden atlanabilmesi olanağı da yoktur. Kapitalizmin üzerinde yükseldiği uzlaşmaz karşıtlık, emek ve üretimin gidererek toplumsallaşmasıyla giderek daha az elde toplanan mülkiyetin özel kapitalist biçimi arasındaki karşıtlıkken; bu çelişmenin, çelişme çözülmeden yerini başka bir çelişmeye ve onun niteleyeceği bir başka toplumsal sisteme bırakması ne denli olanaksızsa, çelişmenin iki çelişik yönünden biri (burjuvazi ya da sermaye) varlığını sürdürürken diğerinin (işçi sınıfı ya da emek) ortadan kalkması ya da kalkmaya yönelmesi de en az onun kadar olanaksızdır. Ama örneğin Hardt ve Negri bu iddiadadırlar ve işçi sınıfının yerine “çokluk” dedikleri “yeni bir tarihsel özne”yi geçirmişlerdir bile!

Artık sanayi proletaryasının işçi sınıfı içindeki tayin edici konumunu kaybettiği iddiasında bulan toplumsal hareket sendikacılığı, farklılıklara dayanan otonom örgütlenme modelleri, kimlik siyaseti, sivil toplumculuk vb… türü türev sapkınlıklar, bu bayların “çokluk”ta kavramlaştırdıkları yeni özneye uygun sapkın “yürüyüş yolları” olarak, kafaları karıştırılmak üzere, sınıfa ve emekçilere dayatılacaktır. Ya da zaten “çokluk” kavramı, ilk kez “İmparatorluk”ta ortaya atılmak ve ardından “Çokluk – İmparatorluk Çağında Savaş ve Demokrasi” adlı ikinci kitaplarında geliştirilmek üzere Seattle’daki Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) protestoları ile başlayan “küreselleşme karşıtı hareket”in yükseliş döneminde kaleme alınmıştı. Ve neoliberal bozuşturuculuk işlevi üstlenmiş bu baylar, örgütlenmeye yatkınlık etkeni olarak birleştirici ne varsa tümünü farklılıklar vurgusuyla dağıtıp örgütsüzlüğü vaaz etmek üzere yalnızca işçi sınıfını değil “halk”ı da kavramsal düzeyde geçersizleştirmeye ve tümünün yerine “çokluk”u geçirmeye girişmişlerdir. Tanımları da şudur:

Çokluğu kavramsal düzeyde, halk, kitleler ve işçi sınıfı gibi diğer toplumsal özne mefhumlarından ayırmalıyız. Halk, geleneksel olarak üniter bir kavramsallaştırma olmuştur. Nüfus elbette birçok farklılık tarafından belirlenir, ancak halk, bu çeşitliliği bir tekilliğe indirger ve nüfusa bir özdeşlik dayatır: Halk birdir. Çokluksa aksine çoktur. Çokluk, asla bir tekilliğe ya da tek bir özdeşliğe indirgenemeyecek sayısız içsel farktan müteşekkildir: Kültür, ırk, etnik köken, toplumsal cinsiyet ve cinsellik farkları kadar farklı emek biçimlerini, farklı yaşam tarzlarını, farklı dünya görüşlerini, farklı arzuları da kapsar. Çokluk tüm bu tekil farkların çoğulluğudur… (Hardt ve Negri, “Çokluk”…, sf. 12)

Ancak mücadelesinin hedefi olan kapitalizmi tanınmaz hale getirmeyi de (ve yerine başka kavramlarla ifade edilen başka hedefler de geçirmek üzere) kapsayarak kapitalizmin uzlaşmaz karşıtı ve dönüşümünün (yıkılışı ve yerini sosyalizme bırakmasının) tarihsel öznesi olarak işçi sınıfının yerine ikame edilenin, yalnızca “çokluk” kavramında toparlanan ve hemen çoğu çeşitli ezilenler (kapitalizm tarafından ezilenler) kategorilerini oluşturan kesimlerin “tekil farklarının çoğulluğu” vurgulanan dağınıklığı değildir. “Çokluk” da içinde hemen tümü uluslararası burjuvazi ve kapitalizmin hizmetindeki sol liberaller tarafından türetilen “öteki”, “ezilenler”, “çalışanlar”, “dışlananlar/dışlanmışlar” gibi bir dizi yeni üretim kavram da tarihsel toplumsal özne olarak işçi sınıfını geçersizleştirip onun yerine geçirilmek üzere önerilmiş ve kullanılmaktadır.

Sayılanların tümünün çok bilindik kavramlar olduğu, okurların kulağına hiç de yabancı gelmediği, ama aynı zamanda Marksist terminoloji yerine ikame edilmeye çalışılan, işçi sınıfını tarihsel özne olarak sahneden tümüyle silmeye yemin etmiş neoliberalizmin, kuşkusuz “küreselciliği”nin etkisi altında, Dünya Bankası vb. kaynaklı olarak geliştirilen “yeni” terminolojinin unsur ve kavramları olarak, başlıca liberal solcular tarafından yaygınlaştırılıp kullanıldıkları söylenmelidir.

Kürt ulusal çevrelerinin de yaygın olarak kullandıkları “öteki” ve “ötekileştirme” ne demektir? Neyi, hangi toplumsal süreç ya da olguyu açıklamakta, ne ifade etmektedir? “Öteki”li “beriki”li açıklama yöntem ve tarzının kendisi post-modernize belirsizleştiricilikle karakterize değil midir? Kimdir “öteki”? Kullanıcısına göre farklılaştığı ve belirsizliği tanımladığı ya da tanımlamayı belirsizleştirdiği ortada değil midir? Ezilme durumunda bir “özne”yi çağrıştırdığı, ama kimliğini ortada bıraktığı kesindir. “Ötekileştirme”nin ise, Marx’ın ünlü “yabancılaştırma” öğretisine atıfta bulunurcasına, meşruluk sağlama çabasının ürünü olduğu, ama bu yönüyle, tam da atıfta bulunur gibi yaptığı olguyu bozuşturmaya ve içini boşaltmaya yöneldiği için, kıvraklığı ve belirsizleştiriciliği karşısında uyanıklık gerektiği açıktır. “Öteki”, nasıl sunulursa sunulsun, emeğin ve işçi sınıfının; “ötekileştirme” de, yine nasıl pazarlanmaya çalışılırsa çalışılsın, emeğin yabancılaştırılması” yerine geçirilmek üzere ortaya atıldığı ve hiç de safiyane kavramlar olmadıkları kesindir.

“Öteki”nin, bir “beriki”ni varsaymakta olduğu bellidir; ama ikisinin de birden kimleri belirttiği belli değildir. Bunlar, her şey olabilir. (Örneğin Kürtler açısından Türkler karşısında Kürtler, kadınlar açısından erkek karşısında kadın, transseksüeller, homoseksüeller açısından insan türünün geri kalanı ve asıl iki cinsi karşısınd a kendileri vb…) Ama kesin olan, günümüz toplumsal sisteminin esasını değil, ancak “ötesini-berisini” tanımladıkları gibi, mücadelelerinin zeminini de (kapitalizm) sis perdesi ardında bıraktıklarıdır. “Öteki” kavramının üstünden atladığı, kapitalizmin nesnelliği ve bu nesnelliği karakterize eden uzlaşmaz karşıtlıktır. “Öteki” edebiyatı, iktisadi bakımdan emek ile sermaye, sosyal bakımdan işçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki karşıtlık ve bu karşıtlığın iki yanında ifade olunan çekiştirilemez ve durum ve çatışma belirtici kavramlar yerine tamamen düşünce ürünü, yani kurgusal, öyleyse her kurgucuya göre değişebilir belirsizliğin tanımlayıcı olmayan kavramları geçirmektedir. Kavramsallaştırma alanındaki bu “oyun”un, demirden nesnelliklere sahip işçi sınıfı ve burjuvazi kavramlarıyla birlikte, aralarındaki uzlaşmaz karşıtlığın niteliğini verdiği (aynı zamanda kavga zeminlerini sağlayan) kapitalizmi de kavramsal düzeyde belirsizleştirmekte ve günümüz sınıf mücadelenin zemini ve hedefi olmaktan çıkarmaya yeltenmektedir. Bu kavram “değiş-tokuşu”, nesnellikten hareket eden bilimsel terminolojinin, en iyimser haliyle, “öteki”nin “ötekileştirilmesi” ve dışlanmışlığına itirazla sınırlı ahlaki bir kurgunun terminolojisiyle değiştirilmesine denk düşmektedir.

Öte yandan “öteki” ve “ötekileştirme” kavramsallaştırması içinde “öteki” ile tanımlanan duruma ve “ötekileştirme”ye bir ahlaki itiraz da içkin ya da gizlidir. Bu kavramsallaştırmayla denmiş olmaktadır ki, “kimse kimseye öteki olarak yaklaşmasın”, “kimse kimseyi ötekileştirmesin”! Aralarındaki uzlaşmaz karşıtlıkla karakterize olan işçi sınıfıyla burjuvazi yerine “öteki”li açıklama ve tanımlama geçirildiğinde olacak olan budur: “Öteki gibi davranma”, “ötekileştirme”! Yani? Yani, anlaş, yani uzlaş! “Öteki”nin, uzlaşmaz karşıtlık halinden, uzlaşmazlık ve mücadeleden kaçınılabilirliği, bir arada olunulabilirliği ve uzlaşmayı içinde barındırdığı ve aslında bir uzlaşma çağrısı da olduğu görülmelidir. Bir amaç da budur: “Gül gibi geçinip gidebiliriz, neden bu ötekileştirme?”! Bu kavram, işçi sınıfını tarihsel özne olarak yok saymaya yönelik olduğu gibi, dolaysız olarak sınıf mücadelesinin geçersiz ilan edilmesidir de.

Aynı amaçla tedavüle sokulan bir diğer kavram “dışlanmışlar”dır. “Öteki”ye ilişkin söylenenlerin tümü “dışlanmışlar” açısından da geçerlidir. Bir farkla ki, yeni” bir liberal tarminolojinin unsuru olarak kullanılmadan, ajitasyon değerine sahip bir sözcük olarak, örneğin işçi sınıfının, emekçilerin dışlanmasından söz edildiğinde bir yanlış yapılmış olunmaz. Örnekse, işçi sınıfı ve emekçilerin siyasi yaşamdan dışlandıklarını söylemekte bir sakınca yoktur, bu bir gerçeği ifade etmek olur. Aynı şekilde emekçilerin sosyal ve kültürel yaşamdan dışlanmakta oldukları da doğrudur. Ama bu doğrulardan hareketle işçi sınıfı ya da emekçilerin adını “dışlanmışlar” takmak katiyen doğru olmayacaktır. İşçi sınıfını, kapitalizmi ve sınıf mücadelesini belirsizleştirme amaçlı olmadan ve kullanımda onların yerine geçirilmeden bir dışlanma durumundan söz edilebilmesi ayrıdır; işçi sınıfını “dışlanmışlar” olarak kavramlaştırmak ayrı.

Ezilenler”, kuşkusuz belirli bir anlamı olan ve belirli bir kategoriyi ifade eden, kullanımı bütünüyle reddedilemeyecek, ancak, genelleştirilerek üzerine “inşaat” kurulmaya, terminolojide hareket ettirici bir rol yüklenerek, bir “eksen” kılınmak üzere başlıca “özne” durumuna yükseltildiğinde, sorunlu hale getirilen bir diğer kavramdır. “Ezenler”le genel bir karşıtlığı ifade edebilir ya da özel olarak, egemen ve ezen bir ulus karşısında örneğin bir ulusal ezilme, baskı altında olma durumunu (“ezilen ulus”) belirtebilir. Aynı şekilde sömürgeci emperyalistler karşısında halkların ezilme durumunu (“ezilen halklar”) ifade edebilir. Yine ezilmişlik ve baskı altında oluşu ifade etmek üzere, “sömürülen ve ezilen yığınlar” ya da “ezilen köylülük”, hatta “ezilen işçi sınıfı” bile bir anlama sahiptir. Genel olarak “ezilenler” kavramının bir ajitasyon değeri taşıdığı da inkar edilemez. Ancak daha ötesi değil.

“Ezilenler”in, kategorik olarak, her ezilme durumunun tarihsel nesnelliği ve ayırt edici nitelikleri önemsizleştirilerek ve genel geçerlilikte tanımlayıcı kavram düzeyine yükseltilmesi ve örneğin kapitalizm karşıtlığıyla sosyalizmin buradan tanımlanmaya girişilmesinin de, kuşkusuz bir anlamı vardır; ancak artık bu anlam, olumsuzdur. Ajitasyonun ya da özel bir ezilmişlik durumunu belirtmenin ötesine geçildiğinde, “ezilenler” ve ezilme durumu, her haksızlık ve baskıya karşı çıkmadan kendisini kurtaramayacak olan işçi sınıfı bakımından, karşı çıkılması zorunlu durumlar oluşturur; ancak hiçbir şekilde işçi sınıfını ve sosyalizmi belirtmez. İşçi sınıfının, aynı zamanda bir ezilen sınıf da olduğunu anlatmak ve ezilmişliğine özel bir vurgu gerektiğinde bu özel amaçla kullanılması bir yana; işçi sınıfını işçi sınıfı yapanın ezilmişliği olmadığı kesindir. Üstelik yerleşik kılınmaya uğraşılan kavram, sıfat belirten “ezilen” değil, isim haliyle kullanılan ve yapı belirten “ezilenler” kavramıdır. Mao Zedung, işçi sınıfına değil, sınıfların üretim içindeki yeri ve konumuna değil, kimin daha çok yoksul olduğuna ve daha çok ezildiğine bakar ve buradan, sınıfların devrimciliğini, devrimci yeteneklerini ölçerdi. Ölçütü, tarihsel sosyal iktisadi nesnellik değil, “tarihsel özne”nin kapitalizmin ve uzlaşmaz karşıtlığının ürünü olarak tanımlanması hiç değil, ama en çok ezilenin en devrimci olacağına dayalı idealist inancıydı. “Ezilenler” kavramını hareket noktası edinenler, şimdi de, farklı bir ölçüte ve Mao’dan farklı bir yaklaşıma sahip değiller. Başka türlü, “komünizm” iddialı bir hareket bakımından platformunu, “ezilenlerin sosyalist platformu” olarak tanımlamanın anlaşılabilir ve açıklanabilir bir yanı bulunamaz. Sosyalizm, kesindir ki, genel olarak “ezilenler”e özgü değildir. Diyelim ki, “ezilenler”in ittifakı öngörülmektedir; bu durumda da, belirli aşamalarda belirli ittifaklarla yol alsa bile, sosyalizmin bir ittifak örgütlenmesi olmadığının farkında olunmaması bir yana, ezilen ama sosyalizmle ittifak kurmaktan kesinlikle kaçınacak bir dizi burjuva, küçük burjuva tabakanın varlığı ortada olduğuna göre, bunlarla nasıl ittifak kurulacağı da düşünülmemiş demektir. Emperyalist kapitalizmin baskılayıp ezdiği sınıf ve tabakaların, sömürülen ve ezilen yığınların ittifakı ve birliği kuşkusuz istenir şeydir; ama bir sosyalisti sosyalist yapmak üzere, işçi sınıfının tarihsel rolü tanındığında ve sosyalizm bir muğlaklık platformu olarak değil, ama devrimci işçi hareketinin platformu (ve işçi sınıfı davası) olarak benimsendiğinde, öyledir.

Ve her halükarda, “ezilenler” mi yoksa işçi sınıfı ya da proletarya mı, hangisi kapitalizmin uzlaşmaz karşıtı ve sosyalizmin dayanağı ve öznesidir, bu soru yanıtlanmak zorunda olunan sorudur ve ikisinin aynı anlama sahip olmadığı ve işçi sınıfı yerine her anlama gelebilecek bir “ezilenler” kavramının geçirilemeyeceği kesindir. Geçirilme çabası kapsamındaki “ezilenler” kavramının, nasıl açıklanıp sunulmaya çalışılırsa çalışılsın, kategorik olarak, Hardt ve Negri’nin “çokluk”undan farkı yoktur.

Çalışanlar”a gelindiğinde, bunun diğerleriyle benzerliklere sahip az-çok farklı bir kavramsallaştırma olduğu belirtilmelidir. “Öteki”nden çok “çokluk”a benzemektedir; ondan da farkı, “çokluk” her türden kimliğe ve farklılıklarına vurgu yaparken, “çalışanlar”ın emek ya da çalışmaya gönderme yapmasıdır. Kısaca, daha sorunsuz ve benimsenebilir bir kavram gibi durmaktadır. Öyle midir?

“Çalışanlar” kavramının özelliği, bir dönem önce, şaha kalkan ve işçi sınıfı ve tüm haklarıyla birlikte, dünya görüşü ve terminolojisine, bunlara denk düşen tüm kavramlara kökten saldırıya geçen neoliberal dönemde değil, ama modern revizyonizmin geçerlilik döneminde ortaya atılmış olmasıdır. Türeticileri, modern revizyonistlerdir. Ancak günümüzde de kendisine bir yer açmakta olduğu ve neoliberalizme bağlandığı, onun tarafından da işine geldikçe kullanım serbestisi tanınmak üzere yarım takdis edildiği ortadadır.

Çalışma ya da emeği bütünüyle yok saymadığı görülmektedir. Ancak yine dolaysızca işçi sınıfına yönelik bir saldırganlık ve sınıf kavramının bozuşturulması içerikli olduğundan kuşku duyulamaz.

Emeği ya da çalışmayı tümden reddetmemesi, üretkenliğine tamamen karşı çıkmaması, olumlu varsayılması ve örneğin ÖDP türü akımlarca gönül rahatlığıyla ve yaygın olarak kullanılmasına neden olmaktadır. Ancak bozuşturuculuk unsuru ve göstergesi olarak, işçi sınıfının yerine geçirildiği de kesindir. Bazen da, “kamu emekçileri”nin “kamu çalışanları”na dönüştürülmesinde olduğu gibi, emekçinin yerine de kullanılmakta, ama işçi sınıfı yerine kullanıldığında daha ileriden ve kökten olmakla birlikte, her iki durumda da muğlaklığa götürmektedir.

İşçi sınıfı dururken, “çalışanlar” kategorisine ihtiyacın kaynağında ne olabilir? Neden bu kavrama ihtiyaç duyulmuştur? Yanıt açıktır: Kapitalizmi mezara gömecek tarihsel özne olarak işçi sınıfı kavramının muğlaklaştırılması, bu kavramın gündeme getirilmesinin başlıca itici gücüdür. Kavram, işçi sınıfının niteliğinin değiştiğine ilişkin tartışmaların ürünüdür ve işçi sınıfının Marx tarafından tanımlanmış nesnelliğinin artık geçerli olmadığına gönderme yapmaktadır.

Zamanında modern revizyonizm, günümüzde Negri türü neoliberal solcuların yaptıklarını önceleyerek, “formel” ve “enformel” emek ayrımını üzerinden teori kurgulayacak bozuşturulmuşluğuyla çoktan yapmış; adını “mavi yakalı”-“beyaz yakalı” ayrımına dayanarak koymuştu. Negri ve Hardt’ın daha ileriye götürerek üretken maddi emeğin belirleyiciliğinin kalmadığı ve buradan da sanayi işçisinin rolünü kaybettiği iddiaları üzerine kurdukları “çokluk” kavram ve teorilerinin benzerini, üstelik “sanayi ötesi toplum” ya da “bilgi toplumu”na geçildiği iddialarıyla birlikte, bir alt perdeden modern revizyonistler geliştirmişlerdi: Sanayi işçisi, belirleyici pozisyonunu kaybetmiş “mavi yakalılar”dan oluşmaktaydı; “manevi üretim” yapan “hizmetliler”den, mühendislere, teknokratlara ve hatta örneğin Maocu revizyonizme bağlanan Baran ve Sweezy’e göre “maneger”lere varıncaya kadar geri kalan “çalışanlar”sa “beyaz yakalılar” kapsamındaydılar ve bu iki farklı renkten yakalıların tümü birden “çalışanlar”ı oluşturuyorlardı. Amaç, içeriği bakımından farksızdı: işçi sınıfını kavramsal olarak muğlaklaştırmak, bir yanda net olarak burjuvazi ve karşısında aynı netlikte proletarya ve proletaryanın geri kalan emekçi tabakaları etrafında toplayıp yönetmesi yönelimini geçersizleştirerek, burjuvaziyle işçi sınıfı arasındaki uzlaşmaz karşıtlığı törpülemek ve sınıf mücadelesi yerine sınıf işbirliğine elverir ara unsurlar ve kimi burjuva kategorilerin toplamını işçi sınıfı yerine ikame ederek kafa karıştırıcılığı ve sınıf perspektifinin bozuşturulması…

“Çalışanlar” özne kılınmıştı! Ama kim çalışmıyordu ki? Herkes “çalışan”dı. Peki, bu “özne” neyin öznesi olabilir, neyi dönüştürmeye yönelebilirdi? Kapitalizme karşı, onun dönüştürülmesi mücadelesinin, sosyalizmin, çağımızda olanaklı tek toplumsal ilerlemenin değil kuşkusuz! “Çalışanlar”, olsa olsa, Mao’da olduğu türden fabrikalarına müdür yapılmış eski fabrika sahiplerinin “sosyalist inşaya katılması” tez ve uygulamasında olduğu gibi, yine Mao tarafından dile getirilmiş “kapitalizmin sosyalizmle bütünleşmesi”nin öznesi olabilirdi! Ya da Sovyetler Birliği’nde işçi sınıfından kopup ona düşmanlaşmış teknokrat ve bürokratlardan oluşmuş “nomen klatura”nın egemenliğinin öznesi! Sosyalist bir iktidar ya da onu çağrıştıracak (Mao’nunki gibi sosyalist iddialı) anti-emperyalist sınıfların iktidarından geçmemiş geri kalan ülkelerdeyse işçi sınıfı iktidarının olmayacak dua haline getirilmesinin öznesi!

Ve öte yandan, işçi sınıfı iddia edildiği ve “çalışanlar” kavramının belirttiği gibi niteliğini değiştirip “çalışanlar” içinde erimişse, karşıtı burjuvazinin de hiçbir değişiklik geçirmeden eskiden olduğu gibi kalmasının olanaksızlığı, öyleyse kapitalizmin de bir nitelik değişimine uğramaktan kaçınamamış olması, bu kavramın zayıf noktalarıdır; ancak kavramın, burjuvazi ve kapitalizmin de değiştiğini varsaydığı kesindir. Bu varsayımlar, kavramın kendisinde içkindir. Peki burjuvazi ne olmuştur? O, artık basitçe “işveren”dir. İşçi çalışan olmuşsa eğer, sıradan iş yapan ya da iş görense, burjuvazinin de işi veren olarak “işveren” olmasında bir tutarsızlık yoktur. Kapitalizminse, işi verenle alanın birbirine muhtaç olduğu, aralarındaki kavganın da bu alış-verişte gereksizleştiği varsayımı, yine “çalışanlar” ve “işveren”ler kavramlarıyla iç tutarlılığa sahip olmaktadır. Ve zaten, kapitalizmin de “sanayi ötesi toplum”a dönüşüp, artık “bilgi çağı”nda yaşanmakta olduğu yolundaki görüşlerle beslenerek, iç tutarlılığın sağlamlaştırılmasına önem de verilmiştir. Tutarlıdırlar; ama tümünün burjuvazinin hizmetinde bozuşturulmuş kavramlar olarak, işçi sınıfının gözünü karartmaya yönelik olduklarından şüphe duyulamaz.

Çokluk” ise, belki tüm bozuşturucu kavramsallaştırmaların toplamı üzerinden son geliştirilen proletarya ve tarihsel rolünün reddinin son kavramı olarak, saçmalamanın son halidir. Üzerinde de yeterince durulmuştur. İddia, “çokluk”un, “Kültür, ırk, etnik köken, toplumsal cinsiyet ve cinsellik farkları kadar farklı emek biçimlerini, farklı yaşam tarzlarını, farklı dünya görüşlerini, farklı arzuları da kapsa”dığı ve “yeni tarihsel özne” olarak, “dağılıp niteliği değişmekte olan” işçi sınıfının yerine geçtiği yolundadır. “Günümüzde emek ve üretim sahnesi, maddi olmayan emeğin, yani enformasyon, bilgi, fikir, imaj, ilişki ve duygulanımlar üreten emeğin hegemonyasına dönüşüyor.” (Hardt ve Negri, Çokluk…, sf. 83) diyorlar. Buradan, imaj üreten örneğin İpekçi ve benzerleriyle, fikir üreten örneğin Ertuğrul Özkök gibileri, bilgi üreten D. Gökçe ve A. Savaş Akat türünden olanlarla duygulanımlar üreten H. Avşar gibileri de, “emekleri” ile birlikte içinde, manegerlerden banka müdürlerine, tümünün ilişki, fikir ve imaj ürettiğinden kuşku duyulamayacak işverenlerden sıradan bir kafa işçisine kadar herkes, bu maddi olmayan emek kategorisinden varılan “çokluk” içinde yer bulmaktadır. Doğal ki, daha kimlikler, etnik, dini, mezhepsel alt ve üst kültürler vb. vb. vardır ve inanılacak olursa, bunlar işçi sınıfını tarihsel rolünden soyundurup tarih sahnesinden saf dışı etmişlerdir!

Salt kurgusallığı, nesnellikle tam zıtlık halinde oluşu fazla sırıtmaktadır. İddiası, emek biçimleri ve onları koşullayan emek araçlarıyla, işçi sınıfıyla birlikte kapitalizmin de niteliğinin değiştiğine ilişkindir. Kanıtsızdır. Konunun üzerinde bir diğer makalemizde de durulmaktadır.

Gelecek sayımızda, iktisadi, sosyal, siyasal, kültürel vb. kavram bozuşturmaları üzerinde durarak devam edeceğiz.

 


* Bkz: Engels, Anti-Dühring, Sol yay., 2. Baskı, sf: 447 ve Marx-Engels, Alman İdeolojisi, Melsa yay., 1. Baskı, sf: 47

* Amacımız, kaos ve kuantum teorilerinin bir kalemde üzerini çizmek değil. Ve üstelik Newton fiziğinin yetersizliğinin söz konusu edildiği ilk kuantum araştırma ve tartışmalarının sosyalist Sovyet bilim adamlarınca başlatıldığı hatırlanmalıdır. Ancak, bu gerçek, günümüzde kaos kuantum tartışmalarının burjuva akımlarınca çekiştirilerek bilinemezci/belirlenemezci bir düşünce akımının dayanağı olarak kullanılmaya çalışıldığı gerçeğini örtmemelidir.

* Bkz: Günümüzde emek ve üretim sahnesi, maddi olmayan emeğin, yani enformasyon, bilgi, fikir, imaj, ilişki ve duygulanımlar üreten emeğin hegemonyasına dönüşüyor…” (Hardt ve Negri, “Çokluk”…, sf. 83)

politik durum ve görevler

 

Ülkenin politik gündemini işgal eden olaylar büyük bir hızla değişiyor ve neredeyse hergün yeni bir “gelişmenin” getirdiği sorunları tartışılırken, birdenbire bu “önemsizleşerek” başka bir yeni oluşup gündeme oturuyor ve ortaya çıkan bu yeni olay ve sorunlar tartışılmaya başlıyor. Gazetecilerin deyimiyle, Türkiye, gündem ve haber bolluğu konusunda adeta bir “cennet”i andırıyor. Birkaç hafta önce Irak Kürdistan’ına yapılan askeri harekat gündemin baş köşesini işgal ediyordu. Birkaç gün sonra, “çekilmenin biçimi” ve bunda ABD etkisi baş köşeye kuruldu. Ardından AKP’yi kapatma davası “patladı”, onun ardından “Ergenekon” operasyonu ilk sıraya çıkıverdi! Baş döndürücü bir hız!

Ancak gündemler ne kadar sık değişirse değişsin, bütün bu “gündemlerin” üstü biraz kazınınca, sorunlar gelip birkaç temel meselenin üzerinde düğümleniyor, ve olaylar farklılaşsa da, aslında, bunların arasında sürekli bir bağ olduğu, bir ilişkiler bütününün parçaları oldukları anlaşılıyor. Bugün ülkenin temel meseleleri; demokrasi –ki bunun içinde esas sorun Kürt sorunudur, laiklik mevcut biçimiyle bu kapsamda bir diğer tartışma ve kapışma konusudur, bunlara diğer hak yoksunlukları eklenmektedir–, bağımsızlık ve bununla bağlantılı olarak ABD, AB ilişkileri ve Türkiye’nin Ortadoğu işlerindeki konumu vb. ve işçi sınıfı ve emekçi yığınlara karşı yürütülen ekonomik, sosyal ve politik saldırılardır. Bu sorunların yol açtığı mücadele ve gerilimler, egemen sınıflar cephesinde derin çatlaklar ve bölünmeler yaratmıştır. Örneğin “harekat” öncesi ittifaklar ve “sefer dönüşü” ittifaklar farklılaşabilmektedir. Şu meselede iki parti yanyana gelirken, diğer bir meselede bunlardan birisi karşı taraftaki parti ile ittifak –AKP, CHP ve MHP’nin durumu böyledir– yapabilmektedir.

Bu özellik, elbette sadece partilere özgü bir durum değildir. Bunun da ötesinde, devlette tüm temel meselelerde asıl yönetim gücünü elinde bulunduran ordunun da, devlet üst bürokrasisinin de ittifakları değişebilmektedir. Bugün Türkiye egemen sınıflarını karakterize eden temel özelliklerden birisi, işte bu bölünme ve bunun üzerinden girişilen güç ve egemenlik kavgası, iktidar mücadelesidir.

Bugün ülkedeki egemen sınıf –işbirlikçi büyük sermaye, yeni büyüyen sermaye kesimleri vb.– ve bunların politik temsilcileri olan yönetici klikler arasındaki cepheleşme ve kapışmalar, her gün yeni biçimler kazanarak devam etmekte ve sertleşmektedir. İşbirlikçi bu egemen sınıfların üst kesimlerindeki bölünme “laikçiler ve dinciler” biçiminde yansıtılmakta ve bu bölünme, –bölünen halkı çatışan kesimlerin yedeği yapmak üzere– başta işçi ve emekçiler olmak üzere, tüm topluma yaygınlaştırılmak istenmektedir. Bu bölünmede emperyalist gruplaşmalarla –ABD, AB– ilişkiler de etkin olmakta, bu durum hesaplaşmayı keskinleştirmektedir.

Yaşanan olayların da ortaya koyduğu gibi, görülmüştür ki, bu mücadelede her yol mübahtır. Demokrat görünme, laiklik bayrağını sallama malzeme yapılmakta, şeriatçılık ve gizli gündem suçlaması, darbe tezgahçısı olma iddiaları rakip cepheye fırlatılmaktadır. Karşılıklı davalar açılmakta, kirli çamaşırlar ortaya dökülmektedir.

Bütün bu karşılıklı suçlamalar içinde yalan ve gerçek, sahte ile orijinal birbirine karışmıştır. Ama apaçık olan bir şey kesindir; bu durum, bir taraftan sert bir egemenlik ve iktidar mücadelesini ortaya koyarken, diğer taraftan egemen sınıfların kokuşmuşluğunu, çürümüşlüğünü, iki yüzlülüğünü, emekçi halk üzerinde oynadıkları oyunları, kirli ve pis işlerini açığa çıkarmakta, onların çözülmelerini ve iflaslarını hızlandırırıcı, halkın politik bilincini geliştirici bir rol oynamaktadır.

Bu durumun işçi sınıfı ve emekçi halk açısından temel karakteristik özelliği ise şudur ki; üst sınıflar arasındaki bu gerici kapışmalar; işçi sınıfı hareketinin kendisini toparlamaya başladığı, Kürt sorununda geleneksel asimilasyoncu ve baskıcı politika ve statükonun iflas ettiği, dünyada başta ABD olmak üzere ekonomik durgunluğun itiraf edildiği ve dünya ekonomisinin krize doğru gidişinin artık gizlenemez hale geldiği koşullarda gündem gelmektedir. Türkiye ise, tek tek olayların da kanıtladığı gibi, bu ekonomik krizden en fazla etkilenecek ülkelerden birisidir. Hükümet’in SSGSS “reformu”nu bu koşullarda gündeme getirmesi, özelleştirmeleri hızlandırması, diğer saldırılar için kolları sıvaması tesadüfi değildir ve başta AKP Hükümeti ve onu destekleyen sermaye kesimleri olmak üzere, geleneksel sermaye kesimlerinin de –TÜSİAD vb.– işçi sınıfına ve emekçi halka saldırmaktan, tüm faturayı onların sırtına yıkmaktan başka bir alternatifleri ve çareleri yoktur.

Bunun anlamı, işbirlikçi egemen sınıflar ve ayrımsız onların tüm temsilcilerinin –mücadeleden bir kesim galip çıksa da, aralarında gerici bir uzlaşmaya gitseler de ki, TÜSİAD’ın uzlaşma çağrıları bulunuyor– işçi sınıfına ve emekçi halka ekonomik, politik ve sosyal saldırılar yöneltmekten başka bir “çıkışları ve çözümleri”nin bulunmadığıdır. İşçi sınıfına ve emekçi halka daha fazla saldırı, saldırının zafere ulaşması için halkın daha fazla bölünmesi –laikler-dinciler vb.–, egemen sınıf fraksiyonlarının ortak zeminini oluşturmaktadır.

 

DEMAGOJİ VE GERÇEK

Bugün çatışmakta olan güçlerin ülkenin temel sorunları karşısındaki tutumları nedir? Kuşkusuz, ilk sorun, demokrasi sorunudur. Devleti ellerinde bulunduran geleneksel işbirlikçi sınıfların ve onların temsilcilerinin anti-demokratik ve otoriter yönetim tarzları ve anlayışları bilinmektedir. Şimdi bu kesim, “laikçilik” ve ek olarak “ulusalcılık” bayrağını elinde sallamaktadır. Bu bayrakları ellerine almaları tesadüf değildir. Çünkü laiklik bayrağı ve çağrısı, halkın azımsanmayacak bir kesimi arasındaki, modern yaşam tarzı ve demokrasinin tehlikede ve şeriat yönetiminin gelmekte olduğu yönünde körüklenen korkuları, en çabuk harekete geçirecek politik paroladır. Bu nedenle, bazı aydın kesimleri üzerinde de etkili olmaktadır. Bunlar, dini “Diyanet” aracılığı ile yönetmek istemekte, bu konuda dini politik amaçla kullanan partilerin rekabetini şiddetle reddetmektedirler. Ancak türban meselesinde Genelkurmay’ın takındığı tutumda görüldüğü gibi, bu konularda iki yüzlü bir tutum kolaylıkla alınabilmektedir.

Bu kesimlerin temel amacı; devletin mevcut otoriter, anti-demokratik yapısını muhafaza etmek, kısacası şimdiki statükoyu savunmaktır. ABD, AKP’yi değil de, bunları desteklerse, “Kürtleri satarsa”, “ulusalcılığı” da satmaya –örneğin Kuzey Irak Harekatı sırasında ABD’ye sunulan teşekkürler hatırlansın– hazırdırlar. Ülkenin ABD’ye bağımlılığı, IMF direktifleri ile yönetilmesi bunları rahatsız etmediği gibi, kendi yönetimleri altında bu işlerin yapılmasına bir itirazları da bulunmamaktadır. Hem ulusalcılıkları iki yüzlü, hem de demokrasi karşısındaki konumları gericidir. Kısacası, ne ulusaldırlar –ulusalcılıkları esas olarak Kürt düşmanlığı ile karakterize olmaktadır– ne de demokratik! Açıkça görülmektedir ki; “ulusalcılık” ellerindeki eğreti bayraklardan ikincisidir, darbecilik ve komploculuk temel özellikleri arasındadır…

Peki, buna karşın, AKP Hükümeti’nde simgelenen, dini politik bir araç olarak kullanmakta oldukça usta olan kesimler, demokrasi kavgası mı vermektedirler? Fazla söze gerek yok; bugün öne çıkmış birkaç olaya ilişkin AKP’nin pozisyonunu aktarmak, konunun anlaşılmasına, demokrasi demagojisinin açığa çıkarılmasına yeterlidir. Birinci olarak; AKP’ye Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı kapatma davası açmıştır. Gelişmenin sonucu bugünden kestirilemez ve bu dava sert bir mücadelenin konusu olmaktadır –kapatma iddianamesi sonrasında Ergenekon’da bir adım daha atılması tesadüfi değildir–, olacaktır. Ancak kesin olan bir şey vardır ve o da şudur; AKP, yaklaşık altı yıldır hükümet partisidir ve parlamentoda da ezici bir çoğunluğa sahiptir. Davaysa, mevcut siyasi partiler yasasına göre açılmıştır. AKP, bu yasanın DTP ve benzer partilerin kapatılmasında oldukça etkili olduğunu görmüş, bu gerici yasanın değişmesi için, kendisine dava açılıncaya kadar kılını bile kıpırdatmamıştır. Mevcut siyasi partiler yasası ve anti-demokratik seçim barajları, AKP tarafından hararetle savunulmuştur.

İkincisi ise, YÖK karşısındaki tutumdur. AKP, YÖK’ten şikayetçidir! Ama AKP’nin şikayeti, YÖK’te kimin egemen olacağı noktasında düğümlenmektedir. Şimdi, AKP yanlısı bir YÖK Başkanı vardır ve eskilerinin görevleri bittikçe, bunların yerlerine atanan AKP yanlısı rektörler görev almaktadır ve AKP YÖK’e egemen oldukça, bu şikayet ortadan kalkmaya yüz tutmaktadır. Üçüncüsü; yeni anayasa çalışmaları sırasında görülmüştür. AKP’nin taslak anayasası demokrasi konusunda hiçbir temel açılım ve yenilik getirmemekte; anayasa çalışmaları, karşı cephe ile mücadelenin bir aracı olarak ısıtılmakta veya rafa kaldırılmaktadır. Dördüncüsü, 301 konusudur ve bu faşist, ırkçı yasa hâlâ yürürlüktedir. Beşincisi (önem bakımından beşinci sırada değil); son Newroz gösterilerine azgınca saldırı, Kürt emekçilerinin katledilmesi açıkça göstermiştir ki,  AKP’nin Kürtlere ve işçi ve emekçi kitlelere saldırısı yoğunlaşarak artacaktır.

Bu örnekler, sadece son dönemde yürütülen tartşmalardan derlenmiştir. Bunları çoğaltmak, onlarca şey eklemek olanaklıdır. Ancak konunun anlaşılması için bu kadarı yeterlidir. AKP’nin demokrasi konusundaki tutumu, devletçi-milliyetçi, otoriter, anti-demokratik anlayıştan farklı değildir ve bu konuda karşı cephe –özünde MHP ve CHP’nin tutumu da farklı değildir– ile aynı çizgiyi savunmaktadır. AKP’nin ilk kesimden fazlalığı, dini kullanmak gibi bir maharete de sahip olması, dine daha fazla alan açmak istemesi, işbirlikçiliği ve büyük sermayeyi daha gözü kara savunması, toplumsal tabanının diğerlerine göre şimdilik güçlü olmasıdır. Bir yandan ABD ile daha fazla “stratejik ortaklık” aranmakta, diğer taraftan AB’nin büyük devletlerine mavi boncuk atılmaktadır. Hükümet olan AKP iktidar da olmak istemekte, devletin tüm kurumlarını ele geçirmek üzere çaba göstermekte; ancak suyun başını tutumuş olanlar, buna kolayca geçit vermeyeceklerini her fırsatta açığa vurmaktadırlar.

 

GÖREV İŞÇİ SINIFININ, EMEKÇİ HALKIN VE GENÇLİĞİN OMUZLARINDADIR

İşbirlikçi sermaye kesimlerinin ve onların arasındaki mücadelenin genel görünümü böyledir. Bu tabloya, esasa ilişkin olmayan bazı ayrıntılar ve olaylar da elbette eklenebilir. Ancak bu durum mevcut genel tabloyu değiştirmeyecektir. Şimdi sorun şudur: İşbirlikçi sermaye kesimleri ve onların politik temsilcileri arasındaki bu mücadele nasıl sonuçlanacak, ülke hangi yöne doğru gidecektir ve işçi sınıfı, emekçi halk ve onların gençliği bu süreçte nasıl bir rol oynayacaktır? Bu sorunun yanıtı, işçi ve emekçi yığınların ve gençliğin ülkenin kaderinin şekillenmesinde, geleceğinin belirlenmesinde etkin ve belirleyici bir rol oynayıp oynayamayacaklarına doğrudan bağlıdır.

Peki, “çatışan güçler birbirinden gerici, anti-demokratik zihniyete sahip kesimlerdir, bu nedenle, bırakalım birbirlerini yesinler” şeklinde özetlenebilecek tutum, işçi ve emekçi halkı politik mücadeleye sevk etmek isteyenlerin tutumu olabilir mi? Çatışan güçlerin gerici olduğu doğru, ama “bırakalım ne yaparlarsa yapsınlar” tutumu yanlıştır. Bu kapışma ve çatışma, halkın ve ülkenin çıkarları üzerinden süren bir kapışma olmadığı gibi (iki gerici mihrak da, halkın ve ülkenin çıkarlarına zerrece değer vermedikleri gibi, bu çıkarların yok sayılmasında anlaşma halindedirler), örneklerde de görüldüğü gibi, demokrasi ve laiklik sorunu hiç değildir. Bu kesimler, kapışma içerisinde bile, halka saldırmaya –operasyonlar, Newroz’u kana bulama, ekonomik saldırılar, SSGSS vb. örneklerinde görüldüğü gibi– hiç ara vermemektedirler. Hükümetin ve gericiliğin halkı hedef alan saldırıları önümüzdeki günlerde tırmanarak sürme eğilimi göstermektedir.

Bunun da ötesinde, bu mücadele nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın –bu güçlerden birisi üstün gelse de, uzlaşsalar da vb.–, sonuçta, dönüp yine işçi ve emekçi halka saldıracaklardır. Bunların halk karşısındaki konumlarında özünde bir farklılık bulunmamaktadır. O halde, işçi sınıfı, genel olarak emek ve demokrasi güçleri, kendi mücadele cephelerini örme, ayırımsız tüm emekçi halkı birleştirme görevi ile karşı karşıyadırlar. Son SSGSS eylemleri ve diğer tek tek direnişler göstermiştir ki, işçi sınıfı ve emekçi halk açısından, laikçilik-laiklik karşıtlığı, türbanlı-türbansız ayrımı bulunmamaktadır. İşçi ve emekçi kitleler sınıf mücadelesi okulundan geçmekte, politik bilinçleri ilerlemekte, olup bitenin gerçek yüzünü anlama konusunda, bugün, düne göre daha avantajlı durumda bulunmaktadırlar. Gerici klikler arasındaki kapışma, halkın bunların gerçek yüzünü görmesini sağlayacak bol miktarda malzemeyi ortalığa saçmaktadır. Yığınlar, elbette tüm karanlık işlerin ve ilişkilerin aydınlanmasını istemektedir. Kapışmadan yararlanmanın yolu da, bunların bütünüyle ortaya çıkarılmasını isteyen bağımsız bir hareketi örgütleyebilmekten geçmektedir. Demek ki; işçi ve emekçi halkı pasif izleyici ya da çatışan güçlerden birinin yedeği yapacak tutum değil, işçi sınıfının ve emekçi halkın kendi bağımsız çıkarları için harekete geçmesini sağlayacak bir tutum gerekmektedir.

Burada temel sorun; emek ve demokrasi mücadelesinin –Kürt sorununun çözümü ve ülkenin demokratikleştirilmesi, din ve vicdan özgürlüğü temelinde gerçek bir laik yapının kurulması sorunu– ayrılmazcasına birbirine bağlı olduğunu yığınlara anlatmak, yığınları, zaten pek çok kesimi mücadele içerisinde olan emekçi kitleleri birleşik bir mücadeleye sevk edebilmeyi başarmaktır. Asıl gücünü fabrika ve işyerlerinden alan bir çalışmanın örgütlenmesi, işçi ve halk hareketinin güçlü bir omurga üzerinde yükselmesini sağlayacak, sallantılı ve kararsız tutumları engelleyecektir. Bu yapılabildiği taktirde, gerici sınıflar arasındaki çatışmadan halkın mevzi kazanarak çıkması olanaklıdır. Bunu yapmayıp pasif bir seyircilikle yetinmek; çatışan güçlerden birine yedeklenmek, politik mücadeleden dışlanmak, kendi güçlerinin yenilgisini hazırlamak anlamına gelecektir. Çok açıktır ki; sınıf bilinçli işçinin ve onun partisinin tutumu bu olamaz.

 

GENÇLİK BÜYÜK BİR SORUMLULUK ALTINDADIR

Bugün, gerek laikçi cephenin, gerekse de Hükümet’in üzerinde en fazla istismar yaptığı kesimlerden birisi üniversite gençliğidir. 12 Eylül askeri faşist darbesinin ürünü olan YÖK sistemi üniversiteleri kışlalara çevirmiş, rektörleri de üniversitelerin sıkıyönetim komutanları haline getirmiştir. Üniversite gençliğinin “özerk-demokratik üniversite”, genel olarak gençliğin “parasız, demokratik eğitim” talepleri ve mücadelesi bu gerici yapının önderliğinde ezilmek istenmiş, üniversitelerden bilim dışlanmıştır. AKP Hükümeti ile birlikte üniversitelerde sorunlar çoğalmış, eskilerinin üzerine yenileri eklenmiştir. Anti-demokratik eğitim ve üniversitelerin paralı hale getirilmesi için sürekli bir saldırı, devlet olanaklarının özel üniversitelere akıtılması, bunların bazılarıdır.

AKP Hükümeti, sürekli demokrasiden ve özgürlükten bahsetmesine karşın, YÖK sistemini özenle korumuş, sistemin başına kendisi kurulmak istemiştir. Bugün YÖK üzerinde türban aracılığıyla bir egemenlik mücadelesi yaşanmaktadır. YÖK’ün eski sahipleri viraneye çevirdikleri üniversiteler üzerinde egemenliklerini korumak istemekte, buna karşın AKP Hükümeti, YÖK sistemine egemen olmak istemektedir. Bugün YÖK başkanı AKP’lidir ve görevi biten rektörlerin yerine hükümet politikalarını uygulayacak rektörler atanmaktadır. Çatışan bu güçler, üniversitelerde özgürlük sorununu türban özgürlüğüne, bilimsel çalışmayı kafanın örtülü olup olmamasına indirgemişlerdir.

Oysa üniversiteler söz konusu olduğunda, üniversite gençliğinin temel sorununun üniversitelerin özerkliği ve demokratik olması, eğitimin paralı olmaktan çıkarılması olduğu görülmektedir. Üniversiteler bilimsel eğitim yapmaktan, kendi içerisinde demokrasiyi uygulamaktan çok uzaktadırlar. Buna yol açan ise, üniversitelerin, bu hükümetin ve geçmiş hükümetlerin, devlet kurumlarının politik ve idari baskısı altında olmaları olmuştur.

Bugün üniversite gençliğini birleştirecek ortak talep, “özerk ve demokratik üniversite” talebidir. YÖK sistemi bütünüyle tasfiye edilmeden, üniversitelerin özerk ve demokratik olması olanaklı değildir. Üniversiteye saldıran, sadece AKP ve onun dini kullanan zihniyeti değildir. Türban olmayınca sanki üniversitede “bilimsellik” egemen olacakmış havasını yaratan, bugüne kadar YÖK sisteminin aletleri olan üniversite kurulları da, gençlik karşısında aynı derecede saldırgan ve üniversitelerde bilimselliğin ve demokrasinin karşısındadırlar. Bu kesimlerin, üniversitelere, örneğin “Türk ırkının üstünlüklerini anlatan araştırmalar yapma” görevi verdikleri, satırlı katillere yol verdikleri vb. unutulmamıştır. Yetkiyi ele geçiren, kendini, üniversitenin sıkıyönetim komutanı ilan etmektedir. Bunların milliyetçilik ve devletçilikle taşlaşmış kafaları, üniversitelerde demokrasiye ve bilimselliğe yol –dine karşı bilim derken, görülüyor ki, kafaların içine de ambargo koyuyorlar– vermiyor. Öğrencileri ne kadar parçalayıp bölerlerse, gerici sistemlerini o kadar sağlama alacaklarını sanıyorlar. Hükümet saldırınca da, demokrasi ve bilimselliği savunan sahte kahramanlar olarak ortalığa dökülüyorlar. Bunlar, dayandıkları YÖK sistemi ile üniversiteleri yıkıntı haline getirdiler, bu viranenin tek sahipleri olarak kalmak istiyorlar.

Bir yıl içerisinde, YÖK kurulları, neredeyse bütünüyle hükümetin atadıklarından oluşacak. Bütün bu gelişmeler gösteriyor ve kanıtlıyor ki, üniversitelerde temel sorun, özerkliğin ve demokratikliğin egemen kılınması, YÖK sisteminin dağıtılmasıdır. Bunun sağlanması bilimsel eğitime de yol verecek, paralı sisteme karşı üniversite gençliğinin mücadelesini kolaylaştıracaktır. Demek ki, üniversite gençliğinin, kendisine dayatılan mevcut bölünmeleri reddeden, inanan-inanmayan, başı açık-kapalı demeden, Türk-Kürt ayrımı –bütün bu kesimler şimdi gericilik tarafından birbirine düşürülüp düşmanlaştırılmak istenmektedir– yapmadan, inisiyatifli ve kararlı hareket etmesi gereken günleri yaşıyoruz. Gençler, tüm üniversite gençliğini ortak talep etrafında birleştirecek atılımı ve yeteneği gösterebilirlerse, bugün öne çıkan sahte sorunlar tartışma konusu olmaktan çıkacak, üniversitenin ortak sorun ve talepleri onları birleştirecektir.

Bugünün görevi açık seçik ortadadır; tüm emekçi halkı ve onun gençliğini birleştirmek, işçi sınıfını ve emekçi halkı hükümetin ve sermayenin saldırılarına karşı ortak bir mücadeleye yöneltmeyi başarabilmek. Kaldırılan onca toz bulutuna rağmen, bugün, koşullar düne göre daha elverişlidir ve emekçi halkın politik tecrübesi olgunlaşmakta, AKP’nin cilası dökülmektedir. Cesaret ve inisiyatifle hareket etmek, birleşik bir mücadeleyi örgütlemenin önündeki pek çok zorluğun aşılmasını sağlayacaktır.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑