kafkaslar neden şimdi ve nereye kadar?

  

Kafkaslardaki son ve hızlı gelişmeler, bazı, ama aslında her zamanki çarpıtıcı çevre ve kişilerin, “yüksek ihtisas yapmış analizci takımı”nın dediği gibi, “sadece önünü göremeyen, maceracı Şaakvaşvili’nin başının altından çıkmış bir hesapsızlık hatası” olarak değerlendirilebilir mi?

Eğer TV ekranlarına yansıyan Şaakvaşvili’nin o kaçış görüntüleri olmasaydı, belki bu abukluğu daha rahat kullanabilir, macera, hesap hatası gibi savları ileri sürmeye devam edebilirlerdi. Ancak, hem de yanında başka bir devlet adamı var ve kameralar önünde tam da cesaret gösterisine çıkıp halkına “Rusya’dan korkmayın”, Rusya’ya da “benden korkun”, mesajı verir, posta koyarken, yukarılarda sadece bir helikopterin motor uğultusunu duyup tabana kuvvet kaçmaya başlayan “korkak” –korkağın da ötesinde kafası sıyrık adam profiline herkesleri ikna eden– bir adamdan elbette kendi başına böylesi çıkışlar beklenemeyeceği açıktı.

Öyleydi ki, Şaakvaşvili tüm heybetiyle Rusya’ya posta koyuyor, vatandaşları gaza getirmeye çalışıyor, ama o sırada tepelerde bir yerlerde bir helikopter motorunun uğultusu duyuluyor, “yiğit ve korkusuz lider”in o anda suratı değişiyor, açıklamayı, meydan okumayı, posta koymayı, halka cesaret aşılamayı ve yanındaki Fransız bakan misafirini bırakıp tabana kuvvet kaçmaya başlıyordu. Öyle kaçıyordu ki, yanındaki korumalar ona yetişemiyorlardı! Yetişseler, liderlerini koruyacaklardı, ama korumak için koruyacakları kişiyi yakalamaları gerekiyordu!

Tam bir komedi yaşanıyordu. Sonunda, korumalar birkaç koldan kovaladıktan sonra, üstüne atladıkları lideri yere yatırıp korumaya çalıştılar!

Ki, burada, neden korudukları sorusu da ayrı bir mizah konusuydu. Duyulan, sadece bir helikopter motorunun uğultusuydu! Bu durumda, ortaya, “yüce ve korkusuz özgürlük sevdalısı lideri” motor uğultusundan korumaları gibi bir tablo çıkıyordu ki, nereden baksanız traji-komik bir hadise!

Motor gürültüsünden tırsıp son düzlükte depara kalkan ve yakalamasalar 100 metrede olimpiyat rekorunu kıracak görünen “cesur ve posta koyucu lider”, ertesi gün durumunu kurtarmak için kameralar önüne geçtiğinde, bileği sarılıydı. Bu durumda bir savaş gazisi sayılabilir miydi? Kaçarken düşmüş, elini incitmişti. Olsundu. Amerika için her şey feda olsundu!

Tam vatanını kahramanlar gibi savunacakken, yüz metreci sprinterlara taş çıkartacak biçimde, vatanı matanı, eşi dostu, misafirlerini, halkı malkı bırakıp tabana kuvvet kaçan üstün cesaretli bir lider!

Bu görüntüler, posta koyucunun bugüne kadar verilmek istenen imajına fena halde posta koymuştu! Onu parlatmaya çalışan, demokrasi ve özgürlükler kahramanı ilan edenler bile, bir motor sesinden tabana kuvvet kaçan birisinin kahramanlık masallarına artık kimseyi inandırmanın güçlüğünü biliyorlardı!

Elbette bu olay, son çatışmayı Şaakvaşvili’nin gözü karalığının doğurduğu hesap hatasıyla açıklamaya çalışanların işini zora soktu. Böyle bir hikayenin inandırıcılığını da işin başında bitirdi.

Bundan sonradır ki, hatanın bir bölümünü ABD’nin hesap hatalarına bağlamayı seçenler çıktı ortaya.

Hitler’in işgallerini bile, hesap hatası yapmak, hatta delilikle açıklamaya kalkanların olduğu bir kapitalist analizciler dünyasında, elbette buna da şaşmamak gerekirdi. Öyle ya, dünyadaki olayları, savaşları, işgalleri, emperyalist kapitalist sitemde, onun aşırı kâr peşinde dolaşmasından, hammadde kaynakları ve pazar alanlarına el koyma iştahı ve zorunluluğundan, emperyalistler arası rekabet ve hegemonya kavgalarından kopartıp, kişisel hesap hatalarıyla, maceracılık ve kişisel açgözlülüklerle açıklamaya kalkanlardan başka ne beklenirdi ki?

Nitekim savunulacak durumu kalmayan Şaakvaşvili’nin bu kaçışı, bizim “çok satan, etkili” gazetelerin sayfalarında bile alayla karşılandı. Gürcistan’ın son kalkışması pek tasvip edilmedi. Bunun nedenlerinde birisi, elbette Türkiye’nin stratejik konumu, Rusya ile komşu olup, bu güçlü komşu ile en azından daha sorunsuz bir arada yaşama mecburiyetinin ağır basması, diğer yandan da Türkiye’nin Rusya ile ticari ilişkileri, enerji bağlantıları, Türk patronların bu ülke ve çevresinde süren işleri ve de medya patronu durumundaki kişilerin bu ülke ile iş yapmaları olmuştu.

En azından şu görülmüştü ki, –hadi Rusya’yı bir kenara koyalım– bölgedeki ülkelerle Rusya’ya rağmen, Rusya dışlanarak, hele hele karşıya alınarak iş yapmak en azından şimdilik mümkün değildi.

Ama öte taraftan da ABD’ye sapına kadar bağımlılık, NATO’ya üyelik vardı. Tam anlamıyla iki arada kalma durumu…

En kötüsü de buydu; yaşamın nispeten daha normal olduğu zamanlarda işler nispeten daha kolay yürüyebiliyordu. Ama sıkışık durumlarda, her iki tarafı da aynı oranda memnun etmenin, aradan sıyrılmanın, başka bir deyişle iki tarafa da buseler verip idare etmenin zorluğu ortadaydı.

Peki, Gürcistan-Rusya kapışması nasıl ve hangi nedenlerle ortaya çıkmış, bugünlere nasıl gelinmişti? Bugünlere gelinmesinde hangi etkenler rol oynamıştı? Bundan sonra neler olabilecekti?

Bunları anlamak için yine ve bir kez daha başa dönmek, neden ve nasılların arka planına, hangi “zorunlu ihtiyaçların” bugünlerde rol oynadığına ve bundan sonra daha fazla biçimde oynayacağına göz atmak gerekiyor.

 

GERÇEK NEDEN: EMPERYALİZMİN KARAKTERİ

 

Bir kere, hemen başında altını çizerek söylemek gerekiyor ki, bu kanlı savaşlar, hegemonik mücadeleler, otomatiğe bağlamış kapitalist analizcilerin, kulaktan dolma yazı yazanların dediği gibi, kişisel hırsların, hataların, yanlış hesaplamaların eseri değil, bizzat emperyalist kapitalist sistemin sonucu, ama kaçınılmaz bir sonucudur. Yakın zaman diliminde yaşanan ve özellikle etrafımızda gelişen savaşlar, çatışmalar zincirinin gelişimi de, giderek genişleyecek bölgesel sıkıştırmaların, büyük hesaplaşmaya doğru gidişin ön adımlarıdır.

Oysa hatırlanacak olursa, “küreselleşme”yi pazarlayanlar ilk başta şunu söylüyorlardı: Artık savaşlar olmayacaktı! Çünkü “küreselleşme” medeniyeti her tarafa götürecek, demokrasi ve özgürlükler her tarafa yerleşecek, insanlar ve ülkeler konuşa konuşa anlaşacaklardı. Ama bu sözler soğumadan Irak işgali başlamış ve “medeni küreselleşmenin insanları yakıp kavuran akıllı bombaları barışçıl biçimde” sahneye konmuştu!

Elbette hammadde kaynakları üzerindeki hakimiyet mücadelesi, pazar alanlarını ele geçirme ve buralardan rakipleri kovma savaşı, bununla kalmayacak, dört bir yana yayılacak, dünya dar gelmeye başlayacak, yeni haritalar gündeme gelecekti.

Çünkü emperyalist kapitalizmin bugünkü temel ihtiyacı, enerji kaynaklarının elde tutulmasında yatıyordu. Öyleydi ki, enerji olmadan ne ilerleme, ne gelişme oluyor, enerjiyi elinde tutamayanlar daha savaşımın başında arka sıralara düşüyorlar ya da enerjiyi elinde tutanların bir nevi vesayeti, tahakkümü altına gidiyorlardı. Yani, “sopa” enerjiyi elinde tutanların elindeydi ve diğerleri onların kabul edebildiği oranda yol alabileceklerdi.

Elbette böyle bir tablo, diğer emperyalistlerin gönüllü ve sessizce kabul edip, kaderlerine boyun eğebileceği bir şey değildi. Hegemonik mücadelede onlar da, kendilerine göre, mevcut güçleri, ekonomik göstergeleri oranında yeni çıkışlar arayacak, arayışlarını sürdürecek, yeni ittifaklar, anlaşmalar, yakınlaşmalar, gizli veya açık oluşumlar peşinde koşacaklardı. Bunları yaparken, bir yandan kendi durumlarını ilerletme, manevra alanlarını genişletme peşinde koşarken, diğer yandan da egemen emperyalistin zayıflaması için çaba harcayacaklardı.

Bugün enerji alanları üstünde, yanımızdaki Ortadoğu’da süren savaşların, tezgahların, oyunların gerçek nedeni de buydu.

Ortadoğu ki, yeryüzündeki petrol ve hammadde kaynaklarının önemli bölümü oradaydı; bu bölgeyi elinde veya denetiminde tutan emperyalist, hem enerji açısından kendini güvenceye alıyor, hem de rakipleri üzerinde güçlü bir koz elde ediyordu.

Nitekim tablo tam da böyleydi. Petrol bölgesi üzerinde ABD’nin ağırlığı vardı. Suudi Arabistan, Katar, Bahreyn, Kuveyt gibi ülkeler ABD tarafından kuşatılmış, krallar, prensler, taht çevresi öyle ya da böyle teslim alınmıştı. Geriye “baş ağrıtan” Irak ve İran kalmış; Irak ortaya konan senaryo ile ele geçirilmişti. Irak’ın ele geçirilmesiyle birlikte bu ülkede etkin yatırımları bulunan Fransa gibi ülkeler kapı dışarı edilmiş, bu ülkeyle ileri ilişkileri bulunan Japonya’ya yol gösterilmiş, Çin başını eğmek zorunda kalmış, Almanya’ya kaderine boyun eğmek düşmüştü.

İran üzerindeki hesaplar ise devam ediyor, bu ülke dört koldan sıkıştırılmaya çalışıyordu. Henüz ortada açık bir savaş durumu yoksa da, her an olabilecekmiş gibi yaratılan hava, ABD’nin sık sık yaptığı açıklamalar, tansiyonun sürekli yüksek, ortamın gergin tutulması, bu kuşatmanın taktik ayaklarından birisiydi. Böylelikle bir yandan İran sürekli hedefte tutulurken, bir yandan da bu ülke ile ilişkisi olanlar baskı altına alınıyor, “ayağınızı denk alın” mesajları veriliyor, ilişkilere sınırlama getiriliyordu. Nitekim en son olarak Fransa, petrol devi Total, Almanya’nın dev inşaat firmaları vb., İran ile yaptıkları anlaşmaları iptal edip geri çekildiklerini açıklamışlardı. Daha kestirme ifade ile, bu yöntemle, en azından İran ile ilişkide olan ülkelerin ilişki düzeyini ve sınırlarını yine ABD belirliyordu.

Petrol bölgesi böylece karadan denetim altına alınırken, çevresel kuşatma da sürüyor, Afganistan işgali ile İran diğer yandan da sıkıştırılırken, bir yandan da Rusya ile Çin arasına giriliyordu.

Ekonomik olarak değilse de, Afganistan, stratejik açıdan önemli bir köşe noktasıydı.

Çünkü Rusya ile yakınlaşan Çin ve de diğer bir büyük pazar alanı ve Hint Okyanusuna açılan büyük kapı olan Hindistan arasında önemli bir noktadaydı. Aynı zamanda, buradan, Tacikistan içlerine ve daha içerilere sızma işleminin yapıldığı üs gibiydi.

Dolayısıyla Ladin hikâyesine bu açıdan bakmakta fayda ve zorunluluk vardı. “Ladin tehdidi”, aslında en fazla ABD’nin işine geliyordu. Nasıl ki, 11 Eylül İkiz Kuleler düzenlemesi ABD’nin dünyada hegemonik yeni planının başlangıç noktasıysa ve sonrasında her şey bunun etrafında formüle edilmiş, ABD’nin dünya egemenliğinin yegâne dayanağı olmuşsa, “Ladin tehdidi de” bu senaryonun içindeki önemli bir unsurdu: Bir türlü yakalanamayan “kurnaz ve müthiş örgütçü Ladin”, ABD’nin bölgede kalmasının en önemli dayanağı ve bahanesiydi ve bu açıdan bakıldığında, “Ladin efsanesi”nin ABD’ye zarar mı verdiği yoksa “küresel hegemonik amaçlarının uzantısı mı olduğu daha açık görülebiliyordu. ABD’nin elinde sismik araçlardan, casus uçaklara, uydu izleme araçlarına kadar her şey vardı, çok sayıda aşiret ve bunlara mensup bölgeyi avuçlarının içi kadar iyi bilen binlerce yerli ajan emirlerinde çalışıyor, karşılığında uyuşturucunun dünyaya ortak dağıtımına izin veriliyor, ama “Kurnaz Ladin” bir türlü bulunamıyordu! Ortadaydı ki, Amerika’nın ihtiyacı sürdüğü sürece bulunamayacak, ABD ise onu aramak için işgale devam edecekti!

Kimbilir yarın kaçan Ladin’in peşinden Pakistan’a ya da başka yere girecekti! Maksat, dünyayı “Ladin belası”ndan kurtarmaktı! Söz konusu insanlığa hizmet olunca, Amerika hiçbir fedakarlıktan kaçınmazdı!

Karadan bu kuşatma sağlanırken, elbette, deniz yolları da boş bırakılmayacaktı. Ortadoğu petrollerinin Uzakdoğu’ya sevkiyatının tek deniz yolu olan Hint Okyanusu da Amerikan harp gemilerince kontrol altına alınmıştı. Amerikan 7. Filosu; Carl Winson uçak gemisi, ona eşlik eden füze taşıyan 12 savaş gemisi, 8 denizaltısı ile birlikte toplam 42 gemilik ve 25 bin kişilik asker sayısı ve  füze sistemleriyle başlı başına bir savaş üssü niteliğindeydi.

Ayrıca Theodore Roosvelt uçak gemisi, savaşa hazır ve nazır olarak bölgedeki diğer bir savaş üssü niteliğindeydi.

Bu kadarı da yetmiyordu. Petrol Körfezi’nde mevzilenen 5. Filo, 14 gemi, denizaltı ve 8 bin askeri personeli ile Petrol Körfezi’ni ve Akdeniz’in girişini denetim altına almıştı.

Ayrıca Hint Okyanusu’ndaki Diego Garcia askeri üssünde 350 civarında savaş uçağı hazır kıta bekliyordu.

Bunun anlamı şuydu: Ortadoğu petrol kaynakları ve nakil yolları ABD’nin denetimi altındaydı.

Bir başka anlamı da, bölgenin ve denizlerinin ABD savaş üssü haline geldiğiydi.

Yani şöyle diyordu ABD: Burada, bu bölgelerde, denizlerde her şey benimdir, benden izinsiz ve bana rağmen kimse bir şey yapamaz. İtiraz edenin enerjisini düğümlerim!

Aslına bakılırsa, bu bile, başlı başına savaş kışkırtıcılığının kendisiydi. Ama emperyalizm güce dayanıyordu ve güç kimdeyse efendi oydu!

Ancak bu, işin bir yönüydü. Diğer yönünde ise, diğer kapitalist, emperyalistler için böyle bir tahakküm, tek taraflı denetim, kabul edilebilecek, en azından sessizce kabullenilip boyun eğilecek, sonsuza dek katlanılacak bir durum değildi. Üstelik dünyanın en hızlı gelişmesinin ibresi Uzakdoğu’ya, doğu Asya’ya kaymış, en hızlı enerji talebi buradan gelmeye başlamıştı. Çin, Japonya, Kore, Hindistan, Tayvan gibi ülkelerin enerji ihtiyacı durmadan büyüyordu. Bu büyüme, aynı zamanda, petrole daha fazla bağımlılık, dolayısıyla petrol kaynaklarına bağımlılık demekti. Bunun ucu da, nihayetinde Amerika’ya dayanıyordu.

Şüphesiz yapılacak tek şey, yeni arayışlara girmek, enerji ihtiyacının karşılandığı kaynakları ve yolları çeşitlendirmek, uzun vadede enerji kaynakları üzerinde söz sahibi olmak, kısa vadede tek yere bağımlılıktan mümkün olduğunca kurtulmaktı. Elbette bu da, kesin çözüm, enerji ihtiyacında ve doğal olarak sanayi üretiminde tam bağımsızlık demek değildi, ama tek kaynağa ve ülkeye bağımlıktan çıkmak, en azından olasılık hesaplarını çeşitlendirmekti.

Üstelik yukarıda sözü edilen Uzak Asya ülkeleri, enerji kaynakları bakımından, daha doğrusu petrol ve doğal gaz rezervleri bakımından zengin değildi. Çin, petrol ihtiyacının küçük bir bölümünü kendi rezervlerinden karşılayabiliyor, bu rezervler de ağırlıklı olarak, rakiplerin sürekli kaşıdığı ve huzursuzluk merkezi haline getirdiği bölgelerinde bulunuyordu. Günlük ortalama 3,6 milyon varili kendisi üretirken, tüketimi 9 milyon varile yaklaşıyordu. Bu ise, günlük yaklaşık 5,5 milyon varil kadar bir açık demekti ve ihtiyacın ne kadar büyük olduğu ortadaydı. Asıl zenginlik kömürdeydi ve Çin, enerji ihtiyacının büyük bölümünü buradan karşılıyordu. O kaynak ise, çevre kirliliği yaratıyor diye, Çin’in sıkıştırıldığı noktalardan birisiydi. Öyleydi ki, son olimpiyatlar, Amerika ve Avrupa ülkeleri tarafından adeta Çin’in kömürle enerji üretimine karşı propagandaya çevrilmiş, petrol ve doğalgaza dönüş için zorlanmasının, baskı altına alınmasının paspaye bir aracı durumuna getirilmişti. O denli yoğun bir propaganda yapılmış, bu propaganda öyle “insani” objeler ve simgelerle desteklenmişti ki, söz konusu propagandacı ülkeler, sporcularını, ağızlarında oksijen maskeleriyle sokaklarda dolandırmaya kalkmış, hatta sporcularının bu ülkeye gitmekle sağlıksal sorunları yaşayabileceğini ileri sürerek, olimpiyatlara katılıp katılmamayı tartıştırmıştı! Ne kadar sporcu sağlığına önem veren, insan sağlığını önde tutan bir tablo değil mi? Sanki sporcuları hormonlayıp kendi çıkarları için sağlıksızlığa, ölümlere sürükleyenler onlar değilmiş gibi! Sanki adı amatör, kendisi profesyonel olan yarış sporlarında, uluslararası yarışmalara katılıp da doping kullanmayan bir ülke, bir yarış sporcusu kalmış gibi! İşi genlerle oynamaya kadar vardırmamışlar gibi! Bu bakımdan olimpiyatlar tartışılacaksa, bu noktadan tartışılması lazımken, her şeyi, ülkeleri, insanları, sporu ve sporcuları kirletenlerin, hava kirliliğinden şikayet etmesi ne kadar aşağılıkça! Bu tablo ve arkadaki amaçları görünce, masum gibi duran bir isteğin ardındaki asıl nedenler, insanın tüylerini diken diken edebiliyor. Ama zaten kendisini Kyoto anlaşmasına laf olsun diye imza koymaktan bile kaçınan, evreni her bakımından en çok kirleten, kimyasal nükleer bombalar üretip ülkelerin üstüne atan ve satan Amerika’nın çevreye bu kadar duyarlı oluvermesinde bir iş olduğu belli ve bunu da en masumane görüntülü olimpiyatlarda sahnelemesi, aslında her şeyin ne kadar kirletildiğinin göstergesi değil mi?

Bölgedeki diğer önemli gelişen sanayi devi Japonya ise, neredeyse petrole tamamen bağımlıydı. Bu yüzden de, bugüne kadar, ABD ile karşı karşıya gelmeden sessiz ve derinden gitmeyi yeğlemişti.

Bu durumda, enerji için, bu ana bölge dışında kalan daha az üretime sahip diğerlerini saymazsak, geriye Kafkaslar kalıyordu ve emperyalist kapışmanın yaşanacağı diğer önemli bir bölge, kaçınılmaz olarak burasıydı.

Hem petrol, hem doğalgaz rezervleri bakımından zengin olan bu bölge, aynı zamanda başka nedenler dolayısıyla da kapışıcıların gözlerinin daima üzerinde olduğu coğrafyadaydı.

Bir kere her ne kadar dağılmış, eski sosyalist birlik bütünlükten uzaklaşmış, halklar arasındaki barış, kardeşlik, paylaşım ve dayanışmanın, özgürlüğün yerini, haklar arası rekabet, sürekli bölgesel alt üst oluşlar, debelenmeler, daha fazla egemenlik, güç olma istekleri almış olsa, buna bağlı olarak emperyalist kamplara biat etme ya da ettirilme eğilimleri açıkça ortaya çıksa da, bölgenin lideri durumdaki Rusya’nın tarihsel kökleri, tarih boyunca oynadığı etkin rol, birikim, etkinlik öyle kolayca dağılacak, bir üfleyişte toz duman olacak zayıflıkta değildi.

Öte yandan da, bölge, stratejik olarak da, tam da dönemin gelişen bölgesi Avrasya’nın önemli yerinde ve geniş coğrafyada şu veya bu biçimde etkin ve denetim olanaklarına sahip olup, Asya ile Avrupa’nın tam ortasında, geçiş yolunda bulunuyordu.

Ve enerji sahaları, stratejik konum ve tarihsel etki gücü ve birikim bir araya geldiğinde, ortaya, öyle kolay burun kıvrılamayacak bir tablo çıkıyordu.

 

KAFKASLAR VE RUSYA

Elbette bu unsurlar, başta ABD olmak üzere diğer emperyalistlerin de gözünden kaçmıyordu. Aklı olan herkes tahmin edebiliyordu ki, dağılmanın ilk şoku, moralsizliği, güven bunalımı ortadan kalktığında, Rusya, bir biçimde daha aktif olabilmek adına harekete geçmek için daha fazla zaman kaybetmeyecekti.

Tam da bunun için, en başta ABD, Rusya’nın toparlanmasına öyle uzun boylu izin vermeyi hiçbir zaman düşünmeyecekti. Sıkışmış Rusya’yı daha fazla sıkıştırmak, alabildiği kadar teslim alabilmek, daha fazla yerlerde süründürmek için tekme üstüne tekme atacak, çelmeler takacak, rakibini dört bir yandan kuşatmaya çalışacaktı.

Nitekim öyle olmuş, ABD bazen direkt kendisi, bazen NATO, bazen AB veya Türkiye gibi ülkelerin egemen güçlerini devreye sokarak, yarma harekatına çoktan girişmişti. Çok uzaklara gitmeye gerek bile yok, örneğin ABD’nin şu an açık manevralar yaptığı, gidişatı şekillendirmeye çalıştığı, bölgesel karışıklıkları yürüttüğü Gürcistan, Azerbaycan gibi ülkelerin ordularının eğitiminde Türkiye önemli görevler almıştı. Bu ordular kime karşı eğitilmişti acaba?

Ama bu arada Rusya’nın başına Putin gelmiş, daha ilk günden daha aktif bir politika yürüteceğinin sinyallerini verip, en azından şimdilik bölgesel, ama daha sonra toparlandıkça daha geniş sahalarda, dünya yüzeyinde güç olmaktan vazgeçmeyeceğini ilan etmişti.

Bu sırada bir şey daha olmuştu; Amerika Irak’ı işgal etmiş, bölgedeki en önemli petrol kaynaklarını kendi açısından güvenceye almış, savaş, bölgesel gerginlikler, İran üzerine yöneltilen tehditler, vurmasa da her an vuracakmış gibi yaratılan hava, spekülatif tezgahların güçlü bir ayağı olarak devreye girmiş, petrol fiyatları tarihte görülmemiş biçimde yükselmişti.

Şüphesiz, petrol üzerinde ana kontrolü elinde tutan ABD, İngiliz petrol tekelleri için bu istenmiş, yaratılmış bir zaferdi. Ve bu vesileyle, Irak işgaline yönelik Amerikan ve İngiliz petrol ve silah tekellerinin aşırı isteklerinin nedeni daha somut olarak gözler önüne seriliyordu.

Nitekim petrol şirketleri tarihlerinde aklına bile getiremeyecekleri düzeyde kârlara erişmişler, en çok kazanan sektörler listesinde en başa geçmişlerdi. Hatta öyle olmuştu ki, aşırı para kazanmaları diğer sektördeki aktörlerin tepkisini çekip eleştiriler başlayınca, kendilerini savunma durumunda kalmak gibi komik bir durum yaşanmıştı Amerika’da.

Öyle paralar kazanılmıştı ki, son dört-beş senelik dünya kapitalist siteminin nispeten istikrarlı döneminde bu bol paranın büyük katkısı olmuş, para bolluğu, bağımlı ülkelere yüksek faizlerle borç olarak akıtılmış ya da o ülkelerin en değerli kaynakları, işletmeleri, bankaları ele geçirilmiş, bu ülkeler daha fazla borçlandırılmış, sanki o ülkelerde de ekonomi istikrara girdi, gelişme oluyor havası yaratılmıştı. Ama bu süpekülasyona, vurguna, aşırı üretime dayanan “parlak” günler, aynı zamanda yakın büyük krizin de habercisi ve garantisiydi.

Gelişme rakamlarının şişirildiği son dört beş yıllık dönemde, aslında şöyle geriye bakıldığında, en yakın örnek olarak Türkiye’de olduğu gibi, toplam borçlar birkaç misli artmış, bu arada ülkenin en değerli kaynakları, işletmeleri, bankalar vb. elden gitmiş, geriye borç içinde batık bir iskelet kalmıştı. Ve bütün bu tablo, “çok parlak bir büyüme ve kalkınma rakamları”yla” pazarlanmıştı! Öyle büyük ve muhteşem bir “kalkınma”ydı ki bu, memleketin ya da genel olarak yoksul ülkelerin en değerli varlıkları elden gitmiş, taşı toprağı satılmış ya da rehin edilmiş, borçları birkaç yıl önceye göre dört misli katlanmış, ödenemez duruma gelmişti. Satılanlardan gelen paralar ise, yeniden borç ödemeye ve müteahhitlik işlerine, yollara, köprülere, yüksek gökdelenlere yatırılmış, bir başka deyişle, asıl olarak üretken olmayan sermaye olarak “değerlendirilmiş”ti. Tüm bunlara karşın, dünyada birkaç sektör aşırı kârlanmış, petrol ve silah tekelleri vurgunu vurmuştu.

 

RUSYA-AVRUPA İLİŞKİLERİ

Fakat hayat tek taraflı işlemiyordu elbette. Amerikan-İngiliz petrol şirketleri, silah üreticileri, dev bankalar, aracı kurumlar paraları koyacak yer bulamaz, keyifle göbeklerini kaşır, dişlerini parlatıp yeni avlar peşine düşer ve de bol keseden krediler dağıtıp, “hava”dan para peşine düşer ve aşırı üretim dizginsiz hal alırken, elde olmayan başka bir şey oluyordu, kaçınılmaz olarak. Düşman safta gördükleri Rusya, İran gibi enerji kaynakları zengin ülkeler de, bu vurgundan paylarını alıyordu.

Böylece iskelete döndü dedikleri Rus ekonomisi canlanıyor, parasal bolluktan aslan payını alıyor, çok uzun zaman kendini toparlayamaz denilen ülke, hızla toparlanıyordu. Bu durum, aynı zamanda, Putin’in işini içte ve dışta kolaylaştırıyor, enerji kaynakları üzerinde söz sahibi olmanın avantajıyla, ABD’ye karşı, başka ülkelerle manevra yapma olanağı yaratıyordu.

Nitekim bir yandan AB ile yakınlaşan ilişkiler, enerji anlaşmaları, diğer yandan Şanghay İşbirliği Örgütü, federasyon içersinde değişik ülkelerle yapılan ticari, askeri, ekonomik işbirliği anlaşmaları vb., bu amaca yönelik adımlardı.

AB ile özellikle son dönemde geliştirilen enerji anlaşmaları, bu yakınlaşan ilişkilerin göze çarpanıydı ve genel olarak söz konusu ilişkilerin temelini enerji meselesi oluşturuyordu. Yunanistan üzerinden İtalya’ya ulaşacak boru hattı ve diğer alternatif hatlar, projelerde bizzat Almanya’nın aktif olarak rol alması, bu ilişkinin en göze çarpanıydı. Elbette bu projenin içersinde Gürcistan’da önemli bir role sahip gözüküyordu; ama yılların kurtları, AB’nin koçbaşları, bu işin Rusya’ya rağmen olamayacağını iyi biliyor, Rusya ile karşı karşıya gelmekten, ona rağmen oyunlardan özenle kaçınmaya çalışıyordu.

Nitekim bunun en çarpıcı örneklerinden birisi, son Gürcistan olayında İtalya’nın tavrıydı. Malum, İtalya son dönemlerde Amerika’nın sözcüsü gibi hareket eder olmuştu. Hatta ABD’nin Avrupa Birliği içersindeki manevra, harekat ve operasyonel girişimlerde İngiltere ile İtalya başı çekiyordu. Ancak, son Gürcistan olayında İtalya’nın sesi çok fazla çıkmamış, yaygara yapmadığı, olayı birkaç diplomatik mesajla geçiştirdiği, Almanya ve Fransa’dan ayrı hareket etmediği görülmüştü. İşte bunun başlıca nedeni, Gürcistan’ın karşısında Rusya olması ve son dönemde girişilen enerji koridoru anlaşmaları idi.

Elbette Avrupa ile Rusya arasında hızla gelişen diğer ticari ilişkilerin payını, Avrupalı tekel ve dev şirketlerin bu bölgede büyük yatırımlara girişmelerini de, bu tabloya eklemek gerekmektedir. Sonuçta, devasa boyutta ticari ilişkiler tablosu gözümüzün önüne gelir. Avrupa’nın bu tabloyu kolayca elinin tersiyle itmesinin çok zor olduğu da anlaşılabilir. Ayrıca bütün enerji ihtiyacının ABD’nin denetimde olmaktan şikayetlenen Avrupa’nın, bu alternatif ve önemli güzergahı bir anda elinin tersiyle itmesi mümkün olmadığı gibi, böyle bir niyeti de yoktur. Tersine o, alternatif güzergahları çoğaltmak peşindedir.

 

ŞANGHAY İŞBİRLİĞİ ÖRGÜTÜ

Rusya, Çin, Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan tarafından kurulan bu örgüte Özbekistan katılmıştır. İran, Moğolistan, Hindistan, Pakistan ise, şimdilik gözlemci statüsünde katılmaktadır. Örgütün başını ise, Rusya ve Çin çekmektedir. Değişik çevrelerce her ne kadar NATO’ya karşı kurulduğu öngörülmesine rağmen, şimdilik NATO’ya alternatif olabilecek güçten yoksunsa ve ABD ile sıcak bir çatışma peşinde koşuyor gözükmekten kaçınsa da, taraflar arasında yapılan anlaşmaların içeriği de göstermektedir ki, bu örgüt, sadece ticari değil, esas anlamda siyasi ve askeri bir işbirliği örgütü görünümündedir. Çünkü imzalanan anlaşmaların temelindeki, “bölgedeki ‘terörist ayrılıkçı faaliyetlere karşı’ birlikte hareket etme” vb. gibi özetlenebilecek maddeler dikkate alındığında, niyet apaçık ortadadır.

Yine Çin, enerji ihtiyacı için, Rusya ve Kazakistan ile işbirliği yaparak, buralardan alınan petrol ve doğalgaz’ın Pasifik’e taşınması için harekete geçmiştir. Projenin yanında, arkasında, bazen açıktan bazen çekingen de olsa, Japonya, Kore, Singapur gibi ülkeler de bulunmaktadır. Şüphesiz Çin için, bu, tek kutuplu bağımlılıktan birkaç kutuplu bağımlığa geçiştir, ama yarın öbür gün dengeler değiştiğinde, bu kez, bu iki ülke “kafa kafaya” gelecektir. Ve böylece, bir kez daha emperyalist savaş ve kavgaların nedeninin hegemonik mücadele, yeraltı ve üstü kaynaklarına sahip olmanın olduğu tüm açıklığıyla ortaya çıkmaktadır.

Son Rusya-Gürcistan olayı sonrasında ŞİÖ bir kez daha toplanmış, ama toplantıdan ABD’ye karşı sert bir ses çıkmamıştır. Zaten çıkması da düşünülemezdi. Çünkü ne Çin, ne diğerleri henüz ABD ile “kafa kafaya” gelecek bir pozisyon içersinde değillerdi. Onların bugün ihtiyacı olan, gelecekteki daha sıcak dönemlere hazırlanmak, mevziler tutmak ve şu geçiş dönemini nispeten kavgasız, ABD ile karşı karşıya gelmeden atlatmak, toparlanmak ve ilerleme sürecini geliştirmekti. Şüphesiz bu yolun sonunda, kaçınılmaz olarak ABD ile karşı karşıya gelinecek, askeri seçenek ön plana çıkacaktı, ama o an, şimdiki an değildi. Bundan dolayıdır ki, ŞİÖ’den daha sert, “kılıçları çeken” bir tutum beklenemezdi. Nitekim öyle oldu, yumuşak bir geçiş yapıldı.

Çin’in bu konuda, ama esas olarak Güney Osetya ve Abhazya’nın bağımsızlık ilanına sessiz kalışı ve açık destek vermemesine başka bir neden olarak, Tayvan sorunu gösterilebilir. Çin’in başında Tayvan sorunu vardır. Uzunca bir süredir Tayvan’ın bağımsızlığı meselesi gündemde tutulmakta, ısıtılıp ısıtılıp Çin’in karşısına getirilmekte, Çin ise Tayvan’dan vazgeçmeye yanaşmamaktadır. Güney Osetya ve Abhazya’yı tanımaya kalkışması halinde, önüne Tayvan’ın bağımsızlık sorununun sürüleceğinden adı gibi emindir. Bu yüzden de, Çin, ABD ve İngiltere’nin onaylamadığı bağımsızlık meselelerine şimdilik ilgi gösteremeyecek kadar sıkıntıdadır. Üstelik Tayvan meselesine ilaveten uzun süredir rakipleri tarafından kaşınan ve içerden faaliyet sürdürülen Uygur Özerk Bölgesi vardır ki, buradaki mikserin parçalarından birisi de Türkiye yönetimleridir.

Ancak ŞİÖ’nün şimdiki bu tavrına bakıp, bundan sonra da her şeyin böyle gideceği anlamı çıkarılamaz. Yarın-öbür gün, taraflar kendilerini daha hazır hissettiklerinde, mevzileri tahkimi sağladıklarında ve nihayetinde o kaçınılmaz gün geldiğinde, şüphesiz başka dilden konuşacaklardır. Ne de olsa bu örgüt süs için, arada bir toplanıp hasbıhal etmek için kurulmuş bir örgüt değildir. Karşılıklı saflaşmaların sonucu ortaya çıkan bu örgütler, yarınki kapışmaların ön habercisi, başka bir deyişle sert ve kapsamlı kapışmaların ön hazırlıklarından başka şeyler değildir.

 

NEDEN ŞİMDİ, NEDEN GÜRCİSTAN

Bu çerçeveyi çizdikten sonra, “neden şimdi, neden Gürcistan” sorusu daha kolay ve anlaşılır bir yanıt bulmaktadır.

Rusya ve Kafkaslar, dünyanın enerji kaynakları bakımından en zengin bölgelerindendir. Buraya sahip olan, egemenlik kuran, etkin rol kapan, hem kendine daha güvenli bir gelecek sağlamakta, hem de rakipleri üzerinde önemli bir avantaja, üstünlüğe ve şantaj silahına sahip olmaktadır.

Bu bölge, aynı zamanda Petrol Körfezi’ne karşı güçlü bir alternatif olup, ABD’nin enerji tahakkümü, şantajı altında olanlar için dayanılmaz bir cazibe merkezi, enerji yollarını çeşitlendirme sahasıdır.

Aynı zamanda, burası, enerji kaynakları deposu olduğu kadar, yeri ve konumu itibarıyla Avrupa ile Asya’nın ortasındaki karargah gibidir ve olağanüstü stratejik öneme sahiptir.

Dişleri dökülmüş gibi sunulan Rusya, tarihsel birikiminin yanı sıra petrol fiyatlarının muazzam yükselmesinin etkin katkısıyla, bakıma alıp çürükleri elden geçirdiği, dolgu yaptırdığı ve uçlarını keskinleştirdiği dişlerini göstermiş, silkinmiş, kendine gelmiş, şimdilik gücü oranında, dişine göre olanları ısıracağını, henüz ısıramayacaklarına da yeni dişleri, yani ısırma potansiyelini göstermiş, eski, bölgesel güç konumu için kolları sıvamıştır. Üstelik, onun, işe sıfırdan başlamak gibi bir pozisyonu yoktur. Bölgenin en eski ve uzmanlaşmış merkezidir, bölgede kendisine çok sayıda dayanak vardır ve Amerika’dan çok daha büyük avantajlara sahiptir.

Tekrar toparlanmaya başladıktan sonra, askeri, diplomatik, ticari ataklara girişmiş, ŞİÖ’nün kurulmasında etkin rol oynamış, Çin ile ilişkileri geliştirmiş, AB ile yakınlaşmıştır.

Buna karşın ABD, bölgede hiç boş durmamış, yıllardan beri süren kuşatma, yarma, içerilere sızma, iç karışıklar çıkarma, bölgede istikrasızlığı egemen kılma oyunlarını sergileyedurmuştur. Kendine göre en zayıf halkalardan işe başlamış, Çeçenistan atakları sürerken Azerbaycan içlerine dalmış, buradan Rusya’ya karşı hamlelere girişmiş, NATO’yu devreye sokmaya çalışmış, aynı zamanda buradan nüfusunun bir bölümü Azeri olan İran içlerinde Azerileri kışkırtma ve örgütleme faaliyetleri yürütmüş, bu faaliyetlerde ünlü Amerikan kontr-gerillacı Albay Oliver North bizzat kurucu ve örgütleyici görev yapmış, kışkırtıcı “Özgür ve Bağımsız Azeri Kurtuluş Radyosu”ndan İran Azerilerine dönük “insani yayınlar” yapılmıştı. Yani özel kuvvetlerin eğitimine, bunların İran içlerine sızdırılmasına, radyodan başlayıp propaganda faaliyetlerinin çeşitlendirilmesine kadar hiçbir fedakarlıktan kaçınılmamıştı!

Hesapta Azerbaycan’ın NATO’ya katılması vardı. Ama son anda Azerbaycan NATO’ya hemen girmeye çekince koymuş, böylece bölgedeki dengeleri göz önüne alacağını hissettirmişti.

Hiç şüphesiz bu süreçte, ABD’ye, buralarda daha etkin olabilmek ve daha kısa yoldan giriş yapabilmek için yardımcı kuvvetler, yatakçılık yapacaklar lazımdı. Aranan kan ise Türkiye’de mevcuttu.  Ve o mevcutlu Türkiye yönetimleri, ABD’nin bu bölgedeki en yakın operasyonel destekçileri, karanlık operasyonların aktif taşeronuydu. Elbette onlar bunu, Amerika için değil, “ Birleşmiş, Kaynaşmış Büyük Türki Dünyası” için yapıyorlardı!

Gerçi Büyük Türki hayallerinden daha büyük hayallere ve realiteye sahip olan Amerika, zamanı geldiğinde büyük Türki hayallerinin kıçına tekmeyi basıyor, Türkiye’nin emperyal heveslerine teskereyi verip gönderiyordu! Ama olsundu! Onlar büyük Türki dünyası için çarpışmaya devam edeceklerdi! Nerede ihtiyaç varsa oraya koşacaklar, Bugün Çeçenistan’da, Azerbaycan’da, yarın Uygur Özerk Bölgesi’nde, ihtiyaca uygun mevkilerde mevzileneceklerdi!

Mesela Azerbaycan ve Gürcistan’da da biraz böyle olmuş, Amerika, Azerbaycan ve Gürcistan ordularının eğitimini Türkiye vermiş, sonra iş yoluna koyulunca, görevi kendisi almış, “Gürcü vatanseverler” Irak’a eğitime götürülüp eğitilmişler, Rusya ile çarpışma sırasında geri gönderilmişlerdi! Emperyal hevesleri hüsrana uğrayan Türkiye’ye ise, ikinci bir ihtiyaç emrine kadar evine yollanmıştı.

Amerika’nın diğer yoğun bir şekilde içeri daldığı ülkelerden birisi de Ukrayna idi. “Kadife”ydi, “turuncu”ydu derken, Amerikan maşası yönetimler başa geçirilmiş, Gürcistan, Ukrayna, Azerbaycan hattında giderek genişleyecek bir platform öngörülmüştü.

Gürcistan’da, Amerika’da yetiştirilip atanmış bir yönetici olan Şaakvişvili iktidara getirilmişti. “Genç, atak, cesur, gözü kara ve özgürlükçü lider” olarak takdim edilen Şaakvaşvili, başından itibaren “özgürlük-bağımsızlık” adına, ama ABD’ye bağlanmak ve bölgeyi ateş hattına çevirmek için provokatif rol sütlenmişti. Varlık nedeni Amerika idi ve bütün eylem planı onun tarafından düzenlenmişti. AB ile ilişkilerde de, devamlı Rusya’nın arkasından dolanan bir işlev üstlenmişti. Şüphesiz birkaç dalda oynamayı seven, ABD’nin zayıflamasını, ama aynı zamanda Rusya’nın da güçlenip karşılarına çıkmasını istemeyen Avrupa için de iyi ve kullanabilir bir nesneydi Şaakvaşvili’nin varlığı. Bunun için, Gürcistan’ın içinde bulunduğu enerji hattı projeleri planlanmıştı. Ama Avrupa bunu yaparken, kartlarını dikkatli oynamayı yeğliyor, Rusya ile direkt karşı karşıya gelmekten ince kıvırmalarla kaçınıyordu. Çünkü eğer alternatif enerji güzergahları peşinde koşuyor, belalısı ABD’nin zayıflamasını istiyorsa, başka çaresi yoktu.

Diğer yandan Şaakvaşvili, acil olarak NATO’ya katılmak istiyor, ABD de, bunun için AB’ye bastırıyordu.

NATO’ya girmiş bir Gürcistan, hem Şaakvaşvili hem ABD için iyi bir güvence olacak, daha rahat hareket edilebilecekti. Ancak Avrupa, yani başta Almanya ve Fransa, Güney Osetya ve Abhazya sorunlarıyla başı dertte bir Gürcistan’ı içeri almaya şimdilik çok istekli değildi. Çünkü bu sorunlarla içeri gelen bir Gürcistan, Güney Osetya ve Abhazya meselesini NATO meselesi haline getirecek, olası bir Gürcistan-Rusya kapışmasında otomatikman NATO ve dolayısıyla Avrupa, Gürcistan yanında Rusya’ya karşı devreye girmek zorunda kalacaktı.

Bu ise, Avrupa’nın işine gelmez, ABD’nin ise memnuniyetle gelirdi.

Diğer yandan seçimler yaklaşıyor, Şaakvaşvili hızla puan kaybedip, etkiliğini yitiriyordu. Seçimleri kazanabilmesi, ancak dış destek ve yeni agresif hamlelerle mümkündü, dolayısıyla NATO’ya girmeye muhtaçtı. Ancak ABD, Avrupa, NATO desteğiyle ayakta kalabilir gözüküyordu.

Diğer taraftan, Ukrayna’daki son gelişmeler, ABD için hiç de iyi sayılmazdı. Genişlemeyi umarken, eldekileri kaybetmek de vardı.

Nitekim Gürcistan olayından hemen sonra, İngiliz Dışişleri Bakanı Milibend Ukrayna’yı ziyaret etti ve Rusya’ya karşı koalisyon oluşturma konusunda mutabakata varıldı.

Ardından Dick Cheney Ukrayna’ya koştu.

Bu girişimler, Gürcistan’a destek olduğu kadar, Rusya’nın Gürcistan’a indirdiği kararlı yumruğun Ukrayna’da yarattığı moralsizliği, çekingenliği, tedirginlik ve kararsızlığı aşmak için planlanmış destek ve “gaz verme” ziyaretleri olarak da nitelendirilebilirdi.

Ancak yine de Viktor Yushchenko’nun durumu sallantıda. Başında bulunduğu koalisyon çöktü. Yakında seçimler var ve Yushchenko’nun kazanması zor görülüyor. Yushchenko, bu manevralarıyla seçim için destek arıyor.

Ama elbette iş Yushchenko’nun istekleri ile bitmiyor. Çünkü, Ukrayna halkının büyük çoğunluğu NATO’ya açıkça karşı.

Ayrıca Ukrayna’nın batısında Yushchenko etkinken, doğu ve güney bölgeleri ise Viktor Yanukoviç’in yanında ve doğu ve güney bölgeler ayrılmayı da talep ediyor. Üstelik zenginlik de bu bölgelerde.

Gürcistan olayları söz konusu olunca, en çok Kırım Yarımadası ve buradaki –Yushchenko’nun tartışma konusu ettiği ve kapanmasını istediği– Rus deniz üssü gündeme getirildi. Ancak işler, ABD ve yanlıların sunduğu kadar basit değil elbette. Çünkü Kırım’ın nüfusunun yüzde 60’tan fazlası Rus… Üstelik Rusya, Kırım’ın kendisinin olduğunu iddia ediyor ve burayı istediği gibi denetimi altında tutup kullanıyor.

Görüntüye bu pencereden bakınca, Şaakvaşvili’inin neden şimdi harekete geçtiği, neden Gürcistan’ın koçbaşılık yaptığı daha kolay anlaşılabiliyor.

Şaakvaşvili, ABD tarafından güdümlü bir uyduydu, NATO desteği, kendi geleceği, güvenceler vb. için bu işi yapmaya mecbur bırakılmış, yani başka bir ifadeyle, Amerika, çıkarları ve hegemonik amaçları için ilk kurşunu atmıştı.

Yoksa bazılarının demeye çalıştığı türden bir “hesapsızlık”, “gözü karalık” gibi bir durum yoktu.

Ya Amerikan çıkarları için ileri çıkacak ya da “tası tarağı toplayıp” yalnızlığına ve geleceksizliğine teslim olacaktı. Ama o kadar yaptığı şeyden sonra, öyle rahat rahat köşesine çekilemezdi elbette.

Amerika’nın bir diğer hesabı oydu ki, eğer burada bir çıkış noktası yakalanabilirse, Ukrayna ve Azerbaycan da işin işine katılabilirdi. Azerbaycan’ın başına bir Karabağ sorunu sarılmış, oradan Rusya, buradan ABD kurcalayıp duruyordu ve bu alan, aynı zamanda, Ermenistan’ın saflara tam kazanılması mücadelesinin ön arenası idi.

Gürcistan çıkışında, hesapların içersinde olan diğer bir nokta da, AB idi. AB ile Rusya yakınlaşıyor, enerji köprüleri kuruluyor, AB yeni alternatif yollarla ABD’ye olan bağlılığı nispeten azaltmaya çalışıyordu.

Gürcistan’ın ABD yönlendirmeli bu çıkışı, aynı zamanda, AB’ye karşı bir nota, ayağını denk alması, işi fazla ileriye götürmemesi için verilmiş bir mesaj olarak da değerlendirilebilir kuşkusuz. Böylece ABD, Şaakvaşvili maşasıyla, AB’ye Rusya ile ilişkilere fren koyması, iki taraf arasında seçim yapması –aslında kendisi ile Rusya arasında seçim yapması– ikazını yapmıştır.

Nitekim Gürcistan-Rusya kapışmasının ilk günlerinde, Avrupa olaylara direkt cepheden atlamamış, bir-iki diplomatik klasik açıklamanın dışında çok tarafgir yaklaşmamış, ancak sonradan, ABD’nin baskısı ve tavır almaya zorlamasıyla sesini yükseltmiş, işin içinde olduğu mesajlarını vermiş, ama bu durumda bile, dengeli ve oldukça diplomatik bir dil kullanmaya özen göstermiştir. Bu tavır, Amerika’dan kopmamış görünen, onu kızdırmamaya dikkat eden, ama tam karşı cepheden Rusya ile de ipleri kopartmayan, hatta bir noktaya kadar gidip, onu kızdıracak söylemlerden kaçınan bir ince çizgide gelişmiştir.

Gürcistan’ın çıkışındaki bir başka hesap, askeri açıdan bilinen bir taktik uygulama olarak kendisini hissettirmektedir. Bu taktik, rakibin gücünü, silahlarını, askeri yeteneklerini, son durumunu pratikte görme ihtiyacıdır. Aynı zamanda, kararlılık ve cesaret yoklamasıdır.

Rusya’nın toparlandığı biliniyordu. Putin’in çıkışlarından askeri anlamda da toparlanıldığı izlenimi tüm dünyaya yayılıyor, üstelik Putin yeni gelişkin füze sistemlerinden, şimdiye kadar üretilmemiş bombalardan bahsediyordu. Bu ne kadar gerçekti? Restorasyonun ardından Rus ordusunun en çok yara alan, deformasyona uğrayan kurumlardan birisi olduğu biliniyordu. Ordu silahlarının, toplara, helikopterlere varıncaya kadar, hem de filolar halinde nasıl satışa sunulduğu, depoların, ambarların nasıl boşatıldığı, cephaneliklerin nasıl yağmalandığı filmlere kadar konu olmuştu. Peki, son durum nasıldı acaba? Askeri yetenek ne düzeydeydi? Harekât ve manevra kabiliyeti nasıldı? Silah ve mühimmat durumunda gelinen son nokta hakkında bir fikir edinilebilir miydi? Putin’in meydan okuyan ve kendisine güvenen nutuklarının arka planı nasıldı?

Gürcistan’ın bu çıkışına, ABD’nin bu tür yoklama hesaplarını dahil etmek yerinde olur. Çünkü askeri taktiklerde bunlar her zaman vardır.

Ama harekatın ardından, Rusya’nın askeri açıdan da toparlanmış olduğu, hızlı harekat kabiliyetine eriştiği, kararlılık bakımından da kendini kanıtladığı söylenebilir.

Son gelişmelere Rusya açısından bakıldığında, kısa vadede kârlı çıktığı belirtilebilir. Uzun vadeli hesaplamaları ise, zamana bırakmak doğru olandır.

Bir kere, Rusya, kararlığını ve gücünü gösterme fırsatı bulmuş ve bunu iyi değerlendirmiştir. Bölgedeki ülkelere “ben hâlâ bölgenin en güçlüsüyüm, ayağınızı denk alın” mesajını açıkça vermiştir. Buradan, Azerbaycan, Ukrayna gibi ülkelerin çıkartacağı dersler olmuştur. En azından ABD yanlıları üzerinde bir baskı unsuru olmuş, öyle rahat hareket edemeyeceklerini göstermiş, kararsızlar üzerinde ciddi bir ağırlık koymayı başarmıştır Rusya, yandaşlarına ise moral ve güven vermiştir. Aynı zamanda, AB’nin koçbaşlarına, bölgede kendisine rağmen öyle uzun vadeli hesaplar yapılamayacağını bir kez daha hatırlatmıştır.

Ancak, yine de Rusya, koşulların ve işi daha ileriye götürüp çatışmayı genişletmenin kendisine fayda sağlamayacağının, şimdilik o aşamada olmadığının da farkındadır. Şimdi ona en gerekli olan şey, zamandır.

Nitekim kapılarını yabancı sermayeye açan, uluslararası işbirliklerine giden Rusya’ya, finans kuruluşlarının, tekellerin bir yanıtı olmuş, birkaç günde ülkeden çekilen 17 milyar dolarla piyasalar sarsılmış, borsa tepetaklak aşağı yuvarlanmış, ekonomik göstergeler aşağı doğru seyre geçmiştir.

Eh, kapitalist dünyada yarışan, ayıyla yatağa giren pençeleri göze alacaktır elbet. Emperyalist kapitalist tekeller de, böylece Rusya’ya mesajı vermiş, “haddini bilme” uyarısını yapmıştır.

 

TÜRKİYE’NİN DURUMU

Şüphesiz Rusya-Gürcistan kapışmasından, coğrafi konumu, bölgedeki grift ilişkileri ve ekonomik bağlantı ve bağımlılıkları bakımından gelişmelerden en çok başı ağrıyacak ülke Türkiye idi.

Birincisi, Türkiye, Rusya’nın yakın komşusu, onun Akdeniz’e iniş yolu üzerindeydi. Öte yandan da, NATO üyesi, ABD’nin en yakın müttefikiydi.

Ayrıca zaman zaman içinde emperyal hevesler kabarıyor, boyundan büyük işler yapmaya kalkışıyor, elini kolunu bölgeye uzatıyor, karanlık işlerin aktörü oluyordu.

Gürcistan, Azerbaycan, Çeçenistan, Özbekistan vb.’ne kadar, pek çok ülkede sızma harekatları yapıyor, derin devlet denilen devletin kontr güçlerinin bölgesel ayakları aktif bir şekilde faaliyet gösteriyordu. Ergenekon olayında bile basına küçük çapta sızdığı gibi, bölgede, silahtan uyuşturucuya, değişik türden örgütlenmeler ve çalışmalar içersine giriliyor, her türlü karanlık ilişkinin merkezinde görev yapılıyordu. Hatta denilebilir ki, direkt veya dolaylı olarak ABD’nin bu ülkelerde ileri karakolu gibi çalışılıyor, kanallar açılıyor, ilişkiler sağlanıyor, “mayın tarama bölüğü” işlevi görülüyordu. Elbette bu operasyonel işlerde kendine yontma da oluyordu.

Ancak Rusya durumun pekala fakındaydı, zaman zaman Türkiye’yi sert biçimde uyarıyordu.

Bölgedeki operasyonların bir başka ayağı da Fethullah tarikatıydı. Okullar aracılığıyla içte faaliyet gösteren, bu ne olduğu bilinen ağlak suratlı adamın başındaki teşkilat, bölgedeki yarma ve Amerikancı yayılmacı ayağının önemli unsurlarından birisiydi. Ve nitekim Rusya, bu okulların CIA’nın uzantısı olduğunu söyleyerek, faaliyetini yasaklamış bulunuyor.

Bir yandan bunları yapan Türkiye, bir yandan da Rusya ile ilişkileri iyi tutmaya çalışıyordu. Çünkü enerji açısından hem zorunluluk vardı, hem de Rusya ile ticari ilişkiler gelişmiş, büyük rakamlara ulaşmıştı.

Öyle ya, ticaret denilen şey, uluslararası ilişkiler için hem satın alma, yanına çekme, hem rüşvet, hem de baskı ve şantaj aracı niteliğinde işlev görmüyor muydu? Türkiye, doğalgazının yüzde 65’inden fazlasını Rusya ve Kafkaslardan alıyordu. Buna karşın, bu ülkede ve çevresinde müteahhitlik, gıda, tekstilde önemli işler almış, büyük gıda ihracatı yapıyordu. Rusya’ya olan ihracat, toplam 10 milyar doları bulmuştu. Bunlara ilaveten, Türkiye turizminin motor gücü bu ülkelerden gelen turistlerden oluşuyordu.

Diyelim Rusya Türkiye’den gelen gıda ürünleri üzerinden hafif bir yoklama yaptı, iş yavaşlattı. Gümrüklerde bir anda binlerce TIR’lık kuyruklar oluşuyor, mallar çürümeye başlıyor, depolar dolup taşıyor, ürünler üreticinin elinde kalıyordu. Rusya’nın veto etmesi halinde milyarlarca dolarlık inşaat işleri elden giderdi.

Bu yüzden de, Rusya ile “kafadan” karşı karşıya gelmek, Türkiye için istenilecek bir hadise değildi.

Ayrıca bu hükümet yakınlarının bölgede önemli işleri vardı ve bu işlerin bir bölümüne bizzat ülkenin en tepesindekiler aracı olmuş, iş bağlamışlardı!

Öte yandan, Rusya güçlü bir komşu idi. “Kafa kafaya” gelmek, öyle gözü kapalı biçimde göze alınacak bir şey değildi.

Ama bu tarafta da Amerika vardı. O da, domates, patlıcan biber, satıp, don gömlek ihracat etti diye bir müttefikinin kendisine sırt dönmesini kabul edemezdi. İstekler ve beklentiler “fanila don satmak”tan büyüktü. Müttefiklik, “fedakarlık”, Amerikan çıkarları için mücadele gerektirirdi. Yoksa paşa, asker, sivil hükümet, medya dengeleri değişebilirdi!

Bu arada, Gürcistan-Rusya kapışmasında, Türkiye tarafında ikinci bir Şaakvaşvili vakası yaşandı. Bakan Kürşat Tüzmen, Rusya’nın ticari engellemesine karşın, kısasa kısas yapılması çıkışını yaparak, politika ve dış ilişkiler konusunda ne kadar “dahi” bir yetenek olduğunu kanıtladı! Üstelik gözlerinin önünde Şaakvaşvili çıkışı ve ardından Rusya’nın ona dersini vermesi yaşanmışken… Tüzmen, bu işi, mayoyu çekip denize atlamak, kaya diplerinde zıpkınla balık peşinde koşturmak sanmış olsa gerekti, ancak yine de, bu çıkışıyla kendi istikbaline de noktayı koymuş, kendi ipini çekmiş oldu. Rusya ile bu derecede ileri ticari ilişkileri olan, enerji konusunda bu derece bağımlı Türkiye’de, seçimlerden sonra, eğer bu hükümet hâlâ işbaşında kalırsa, “ikinci” bir garip Şaakvaşvili vakası olan balıkadam Tüzmen’in yeni hükümette en azından Rusya tarafından istenmeyeceği ortadadır.

Öte yandan, Türkiye, bölgedeki ilişki ve kamplaşmaların sonuna kadar içindeydi ve tarafını seçmişti.

Bakü-Tiflis-Ceyhan boru hattı… Bakü-Tiflis-Erzurum doğal gaz boru hattı devredeydi ve Rusya’nın gözü zaten Türkiye’nin üzerindeydi.

Üstelik yeni bir hat gündemdeydi ve ABD bunun için bastırıyordu: Kafkas-Ortadoğu-İsrail boru hattı…

Aslında bu hat, Türkiye egemenlerinin ve onların sözcülerinin “enerji üssü olduk” sallamalarının sonuydu. Bir anlamda, bölgesel pozisyonunu elinden alan bir plandı ve Türkiye, bu kez Amerikan ve İsrail ayağının basit bir taşeronu duruma düşüyor, hem Kafkaslar, hem Ortadoğu, hem de Hindistan-Çin bölgelerindeki her hesaplaşmanın içine direkt olarak giriyordu. Bir taşla, en kritik tüm bölgesel kapışmaların merkezine oturmak, az bir başarı değildi ve şimdi, bu başarılmak isteniyordu! Böylece NATO belasının yanına yeni büyük bir bela ekleniyor, ülke toprakları Amerikan İsrail taşeronluğuna kurban ediliyordu. Peki, Bakü-Tiflis-Ceyhan ve Bakü-Tiflis-Erzurum hatlarına yapılan onca milyon dolarlık masraf ne oluyordu?

Amerikan müttefiki, NATO üyesi olunca bunların lafı olmaz, hizmetkârlığın maliyet hesabı tutulmazdı!

Oysa son kapışmada, NATO üyesi olmanın ne büyük belalar taşıdığı yakından bir kez daha görülmüş, ileriki dönemde kaçınılmaz olacak büyük kapışmada Boğazların nasıl merkez olacağı bir kez daha ispatlanmıştı. Üstelik işler kızışınca, nispeten olağan zamanlardaki esnek politikalar sökmez, Amerika daha açık ve net biçimde hizmet için bastırır, NATO hizmetkarlığı zorunlu kılardı.

Diyelim, Gürcistan NATO üyesi oldu. Olası Rusya saldırısında, bu saldırı NATO’ya yapılmış sayılacağından, Türkiye’nin Gürcistan’ın yanında yer alması, mesela Boğazları Rusya’ya kapatması, NATO gemilerine sonuna kadar açması zorunlu olacaktır.

Bu durumda Rusya Türkiye kapışması, sırf Amerikan ve NATO çıkarları için karşımızda durmaktadır. Ve bunun adı da, emperyalizm emrindeki dış politikanın kaçınılmaz sonucudur.

Son olaylar bir kez daha göstermiştir ki, Türkiye’nin başı, NATO üyeliğinden dolayı her an ve her zaman derttedir. Ve bölge, bundan çok daha büyük olaylara, çatışmalara gebedir. NATO’dan çıkış olmadıkça, bu uluslararası oyunların parçası ve kurşun askeri olmak mecburidir.

 

BUNDAN SONRAKİ HESAPLAR VE SIKIŞTIRILMIŞ TÜRKİYE VE ERMENİSTAN İŞLERİ

Rusya çabuk ve kararlı hareket etti, Gürcistan’a “dersini” verdi. Peki bölge yatıştı mı? Ya da film buraya kadar mıydı?

Hiç şüphesiz böyle bir şeyi savlayabilmek için en azından cahil ya da aptal olmak gerekir. Enerji bu kadar önemliyken, emperyalizm kaynakları ve pazarları eline geçirmek için savaşırken, bundan başka da bir yolu yokken ve de Kafkaslar enerji deposuyken, bu oyunun burada duracağını söylemek aptallıktan başka nedir ki?

Tersine, Gürcistan’ın çıkışı ön yoklama niteliğindedir ve giderek derinleşecek bölgesel bunalımların, kapışmaların, hesaplaşmaların minik bir işaretidir.

Ne Amerika orada duracak, konumuna razı olacak ve ne Gürcistan, Ukrayna, Azerbaycan, Ermenistan üzerine hesaplarından vazgeçecek, ne de NATO üyeliğinden mahkum Türkiye geri duracaktır.

Üstelik dünya emperyalist kapitalist sitemi bir kez daha bir devrevi büyük krizin eşiğindeyken, ekonomik bunalım kapıya dayanmış, çıkış için yeni kaynaklar, yeni pazarlar, yeni hegemonya alanları gerekliyken, bölgenin sükûna kavuşacağını düşünmek, bu işlerden hiç anlamamak, kapitalist sistemi hiç tanımamak ya da işi saptırmak demektir.

Oysa sükûn bir yana, işler çok daha fazla kızışacaktır.

NATO üyeliğiyle, Boğazlar ve Karadeniz üzerinden Türkiye ateşin ortasındadır.

Bağımsız Abhazya’yı kazanmak, Batı’nın yanına çekmek, en azından içerde sorunlar çıkartmak için, bu ülke ile yakın ilişkiler nedeniyle, ABD tarafından Türkiye’ye aktif görev verilebilir. Ne de olsa Türkiye, yıllardır buralarda derin ilişkilere sahiptir, birikimi vardır! Eğer böyle olursa, Çeçenistan işinde olduğu gibi, Türkiye, Rusya ile bir kez daha karşı karşıya gelebilir.

Peki, Türkiye hükümetinde birden kabaran Ermenistan aşkına ne demeli?

Öyle ya, Gül’ün bundan beş-on sene önceki konuşmalarına bakınca, içinde nasıl bir Ermeni düşmanlığı beslediği açıktır. Peki, ne olmuştu da Gül birden değişmiş, maçı bahane ederek Ermenistan’a koşmuştu! Gül ve onun nezdinde hükümetteki bu ani “halkların kardeşliği” sevdasının nedeni neydi acaba? Beş-on sene öncesine kadar “en kafir düşmanlar listesinde” ene başlarda olan Ermenistan’la ilgili, bir gecede aniden vahi inip yüreklerine kardeşlik aşkı mı dolmuştu?

Kafkaslardaki kapışmanın, mevzi elde etmenin yansımasından başka bir şey değildi aslında olup bitenler. Ermenistan “mecburen” Rusya’ya yakın görünüyordu. Mecburiyeti, Azerbaycan ile Karabağ meselesinden kapışık olması, ayrıca Türkiye ile ilişkilerinden dolayı kapalı bir alana hapsedilmesi, Rusya’dan başka çıkış yolu olmayıp zorunlu mahkumiyet içinde olmasıydı. Oysa ABD, Ermenistan’ı yanında görmek, aktif bir katılımcı olarak saflara kazanmak istiyordu. Ancak gerek Azerbaycan ilişkileri, gerekse coğrafi durumu, Ermenistan’ın saflarda açıktan yer almasını engelliyordu.

Diğer yandan Ermenistan-Azerbaycan uyuşmazlığı Rusya’nın da işine geliyor, iki tarafa karşı da bu kozu elinde tutuyor, bir nevi silah olarak kullanıyordu. Aynı silahı, ABD de elinde tutmaktan geri durmuyordu elbette. Ama Ermenistan’ının başka çıkış kapısı olmaması, Rusya’ya mecburiyetinin en önemli nedenlerinden birisiydi. Oysa Türkiye gerekli kolaylığı gösterse, kapıyı açsa, Ermenistan’ın Rusya’ya bu anlamda bağımlılığı bir ölçüde azalacak, daha rahat hareket etme olanağına kavuşup, Amerika için yeni kazanım olanağı doğacaktı.

İşte bu yüzdendir ki, ABD, Türkiye’ye, Ermenistan kapısını açması için bastırıyordu. Bu anlamda, bu kapı, aslında Rusya’ya karşı açılan bir kapı olacaktı objektif olarak.

Meselenin özeti aslında buydu. Nitekim medyadaki patentli Amerikan yazarçizer takımının bu işe dört elle sarılmasında, kardeşlik şampiyonu kesilmelerinde, işte bu Amerikan gereksinimleri rol oynamıştı. Yoksa ABD Irak’ı işgal eder, ortalığı kan gölüne çevirir, bombaları yağdırıp çoluk çocuk katlederken komşularla kardeşlik aklına gelmeyen, aksine işgali ve kan dökülmesini savunanların, birden komşuyla kardeşlik yanlısı kesilmesinin başka ne gibi açıklaması olabilirdi?

Peki, şimdi akla şöyle bir soru gelebilir:

Amerikan planı diye Ermenistan-Türkiye yakınlaşmasına karşı çıkmak mı gerekir?

Elbette hayır.

Ancak şunun bilinmesi gerekir, bu yolla halklar arasında barış olmaz. Bu yol, barışa değil, aslında uzun vadede, Türkiye ile Ermenistan arasında değilse de, daha kemikleşmiş bölgesel kamplaşmalara, dolayısıyla yeni büyük kapışmalara, yani Rusya’yı kuşatma, bölgedeki Amerikan varlığını güçlendirmeye hizmet eder.

Yoksa halkların kardeşliği falan emperyalist akbabaların umurunda değildir. Böylece, Türkiye, başka bir taraftan da işin içine çekilmekte, bölgesel hesaplaşmaların aktif bir vurucu timi görevinde yeni fonksiyonlar üstlenmektedir!

Belki de şu en basit soruyu sormak, meselenin geleceğini anlayabilmek için iyi olacaktır? Amerika’nın içinde yer aldığı hangi şey barışa hizmet etmiştir? Hangi girişimleri halkları kardeşleşmeye götürmüştür?

Bu yönde örnek yoktur, ama ABD’nin içinde yer aldığı tüm plan ve harekatlarda hep kan ve barut, halklar arasında düşmanlık ve birbirinin boğazına sarılmak vardır.

Bu bakımdan değerlendirildiğinde, Gül’ün Ermenistan’a gidişi, masumane bir girişim değil, Amerika’nın bölgesel planlarının uzantısı, emperyalist politikaların devamıdır. Ve buradan barış, kardeşlik değil, daha kapsamlı mecralara akan oyunlar çıkar.

Ve son söz olarak, bir şey daha acı biçimde karşımızdadır:

Emperyalist politikaların uzantısı durumundaki ülke yönetimi, Türkiye’yi dört bir yandan belaya sürüklemekte, daha fazla sıkıştırılmasına yol vermektedir.

Bunları gizlemek için savrulan “bölgesel güçlü aktör oluyoruz” vb. türden söylemlerin içeride halkı kandırmaya yönelik palavralardan başka bir değeri yoktur. Emperyal hevesler açısından ise, dünyadaki kapışma buna imkan tanımamaktadır. Herkes boyu kadar, gücü kadar harekete edecektir. Kaldı ki, Türkiye açısından sonuçta son sözü Amerika söylemektedir. Nitekim Gürcistan-Rusya kapışmasının ardından, Türkiye’nin ortaya attığı Kafkas İşbirliği projesi başlamadan bitmiş, hükümetin bu girişimi komiklikten öteye gidememiştir. Öyle ya, nispeten normal zamanlarda arada beride idare edilebilen durumlar, ortalık kızışıp saflar netleşmek için zorlanınca, idare edilemez hale gelir. Efendiler laf değil iş ister. Verilen desteklerin bedelinin geri dönüşümünü bekler. Emperyalist politikaların uzantısı olmaktan başka seçenek tanınmaz.

O zaman Türkiye nerelere sürükleniyor?

Gürcistan-Rusya kapışması ilk kurşun niteliğindedir. İkinci ve sonraki kurşunların ne zaman, nerede patlayacağı henüz belli değildir. Ortadoğu zaten karışıktır. Buna eklenecek Kafkaslar hesaplaşmasının, Çin, Hindistan, uzak Asya’yı içine alarak genişleyeceği şimdiden bellidir. Bir başka belli olan şey ise, NATO üyesi Türkiye ateşin ortasındadır ve giderek daha büyük belaların içine sürüklenmektedir.

 

***

Sonuç olarak söylemek gerekirse; Rusya ve Çin şimdilik tuttukları yolda, daha engelsiz, çatışmasız, özellikle ABD ile direkt karşı karşıya gelmeyen bir seyir istemektedir.

Görünen o ki, taraflar, bir süre daha, dolaylı yollardan, aracılar vasıtasıyla karşı karşıya geleceklerdir.

Ve yine görünen o ki, ABD, tarafları asla rahat ve kendi başlarına bırakmayacak, onlara dümdüz bir yolda geçiş imkanı tanımayacaktır. Ama bu süre, tarafların asıl büyük kapışmaya hazırlık sürecidir ve koşullar, emperyalizmin egemen olma, yağmacı karakteri, dünyayı o büyük kapışmaya sürüklemektedir. Zaten enerji ve hammadde kaynaklarının, pazar sahalarının ele geçirme zorunluluğun olduğu emperyalist kapitalist sistemde başka da bir yol yoktur.

 

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑