Gençliğin Sorunları Sınıflar Mücadelesinin Bir Konusudur

“…İşte üniversiteli gençlerin en önemli sorunlarınız nedir sorusuna verdikleri cevaplardan bazıları:
İşsizlik, Staj yeri bulamama, Barınma, Ulaşım, Üniversitelerin yetersizliği, Hayat pahalılığı, Bursların azlığı, Harçların yüksek olması, Üniversiteye giriş ÖSS, Uygulamaya yönelik eğitimin olmaması, Kitapların pahalı olması, Türban yasağı, Mediko-sosyal tesislerin yetersizliği, Sivil toplum örgütlerinin yeterince güçlü olmaması, Kalitesiz eğitim, Gelecek kaygısı, Aile içi baskı, Spor yapacak tesislerin bulunmaması, Fikirlerin rahatça ifade edilememesi, Yabancı dil…
Liseli gençliği dinlediğinizde ise en büyük hedefleri ÖSS barajını aşıp üniversiteli olmak. Üniversiteye girdiklerinde her şeyin yoluna gireceğine öylesine inanmışlar ki başka bir şeyi gözleri görmüyor. Oysa üniversite gençliğinin hali ortada.
Gençlerin giderek hemen her konuda duyarsız hale gelmelerinin belki de en önemli nedenlerinden biri de bu. Çalışıyorlar, çabalıyorlar, en zoru başarıyorlar ama her defasında elleri boş kalıyor.
Hâlâ pek çoğu sandığa gitmeyi düşünmüyor. Ama bu konuda çok katı da değiller. İşte bu aşamada gençleri yakalayacak, onların sorunlarına çözüm üretecek ve onları verdikleri sözlere inandıracak parti ya da partiler sandıkta patlama yapacaktır…”
Milliyet gazetesi yazarlarından Abbas Güçlü böyle yazmış köşesinde.
Kapitalizmin gençliğe sunduğu bu dağ gibi sorunların geldiği boyut artık burjuvaziye hizmet eden köşe yazarları tarafından da kabul ediliyor. Burjuva politikalardan umudunu kesmiş gençlik kitleleri sandığa gitmeyi düşünmüyor. Çünkü sandıktan çıkanlar gençliğe iş, eğitim ve güvenli bir gelecek sunmadılar. Yaklaşık yedi yıldır iktidarda bulunan AKP de gençliğe bu güveni veremedi. Kim gençliği yakalar, onun sorunlarına çözüm üretecek politikalar sunar ve buna gençleri inandırırsa, Güçlü’ye göre, sandıkta o patlama yapacaktır. Güçlü’nün bu tanımlaması kesinlikle bir abartı değildir. Meseleyi sadece sandığa indirgemekten kurtarırsak, aslında gençliğin birikmiş bu sorunları için mücadele edecek siyasi bir hareket ya da parti, hızlı bir büyüme ve güçlenme şansı yakalayacaktır. Fakat Güçlü ve onunla birlikte kalemini burjuvazi için kullanan yazarlar, çözüm için aslında yine kendi parti ya da partilerine çağrı yapmaktadırlar.
Benzer bir değerlendirme için bu kez merceği bir işçi örgütüne çevirelim. Türk-iş Gençlik Komitesi imzasıyla, sendika üyesi 34 yaş altı gençlerle yapılan anket sonuçları, öğrenciler kadar işçi gençliğin de güvenli bir yaşam süremediğini ortaya koymaktadır. İşte sonuçlar:

TABLO- Gençlerin önündeki en önemli sorunlar
İşaretleme Sayısı    Yüzde     GRAFİK 13: Gençlerin önündeki en önemli sorunların neler olduğuna ilişkin dağılım (Yüzde)
İşsizlik    2025    33,2   
Yoksulluk    610    10   
Eğitim    977    16   
Mesleki Eğitim    496    8,2   
Askerlik    220    3,6   
Kadın Erkek Eşitsizliği    166    2,7   
Şiddet    295    4,8   
Örgütlenme Dayanışma    714    11,7   
Sosyal Güv. ve Sağlık    594    9,8   

Toplam    6097    100   
Bu verili tablo ve çağrılara yanıt vermekte en hızlı davranan burjuva politik hareket AKP oldu. Zira AKP yurt çapında bütün illerde gençlik kurultayları topladı. AKP’nin gençlik kurultayları kalabalık olsun diye kapalı spor salonları tutuldu, isim yapmış şarkıcılar çağrıldı. Büyük kentlerin kurultaylarına katılan Başbakan, hükümetin icraatlarını ve ‘kalkınmanın gençliğe sunduğu nimetleri’ anlatırken gençler yine tribüne oynadılar. Kürsüler gençlerin sorunlarına açılmadı. CHP-AKP kamplaşmasına sıkıştırılmış burjuva siyaset bu kurultaylarda gençlere şırınga edilmeye çalışıldı. Pop şarkıcısı genç bir kadının ‘dağdaki çoban’ üzerinden yoksul gençleri aşağılamasına karşı, (sanki AKP yoksul gençliğin partisiymiş gibi) kurultaylarda AKP’li gençler keçe giyip kaval çaldı. Böylece gençliğin temel sorunları ve talepleri ustaca ötelenmiş oluyor ve bir burjuva sömürü partisi olan AKP, gençliğin enerjisi ile yelkenlerini şişirmeye çalışıyordu. Kurultaylarda gerçekleşen bu hokkabaz oyunları bir kenarda dursun, milyonlarca genç taleplerine kavuşmakta umutsuzdu. İşsizlik, eğitimsizlik, geleceksizlik kaygısından bunalan gençlerden öne çıkanlar çeşitli vesilelerle bir araya geliyor ve mücadeleyi büyütmenin yollarını arıyordu. İşçi sınıfı partisinin gençlik örgütü Emek Gençliği de bu geniş gençlik yığınlarını birleştirmek ve düzene karşı mücadeleye çekmek için çeşitli alanlarda çalışma yürütüyordu.
Gençlik yığınlarının ağırlaşan ve çözüm bekleyen sorunları karşısında işçi sınıfının devrimci partisi olan EMEP nasıl bir politika izleyecek? Gençliğin taleplerinin üzerinden güçlü ve etkili bir mücadelenin örgütlenmesi nasıl sağlanacak?  Mevcut kapitalist düzenden ve onun partilerinden umudunu kesmiş milyonlarca genç, halkın iktidar seçeneği etrafında nasıl birleştirilecek? İşte partimiz 5. kongreye giderken, tüm parti örgütlerimiz gençliğin tam da bu durumundan hareket edecek ve yukarıdaki sorularla ifade edilen ihtiyaçlara cevap vermek için tartışmalar yapacak ve kararlar alacak.
Öncesi bir yana, geride bıraktığımız dört kongrenin aldığı kararlarla sınırlı bile düşünülse, partimiz gençliğin güvenli bir gelecek ve sosyalizm mücadelesine kazanılmasını öncelik bir görev olarak belirlemiştir. Burjuva vaatçiliğinin aksine, partimiz, gençliğe, kurtuluş için, işçi sınıfı ve diğer ezilen katmanlarla birleşme, kapitalizme karşı mücadele ve her alanda örgütlenme seçeneğini sunmuştur. Fakat sorun böylesi bir seçeneği koymanın ötesindedir. Çünkü her türden burjuva ve küçük-burjuva akımın kuşatması altında bulunan gençliğin sistemden kopuşunu sağlayacak ve onu devrimci bir platformda örgütleyecek adımları güçlendirmek için hareketin güncel sorunlarını her defasında değerlendirmek ve gerekli sonuçları çıkarmak gerekmektedir. Öte yandan partimizin, diğer alanlarda olduğu gibi, gençlik alanındaki çalışmasını da eleştirel bir değerlendirmeye tabi tutması, gençlik yığınları içinde kök salmak ve geniş gençlik yığınlarını örgütleyerek mücadeleye kazanmak için zorunludur. Emek gençliği ve üyelerinin çalışmasının değerlendirilmesi de esasen parti çalışmamızın bir sorunu olarak düşünülüp ele alınmalıdır.

SİYASİ GELİŞMELER VE GENÇLİKTE BOY VEREN EĞİLİMLER
Burjuva günlük yaşamın literatüründen dilimize gelen ve çokça duymakta olduğumuz bir cümle, gençliğe bakışımızda kimi sakatlıkların ortaya çıkmasına neden oluyor. O cümle şöyledir;“Şimdiki gençlik apolitik, siyasetle ilgilenmiyor.”
Evet, gençlik yığınları bugün devrimci sosyalist politikanın etki alanından oldukça uzaktadır. Ama bunun kabahatı gençlikte aranamaz. Çok çeşitli nedenler bu duruma yol açıyor. Dünya sosyalist hareketinin durumu, 12 Eylül darbesinin etkileri, liberal kuşatma vb. birçok etken bu nedenler arasında sıralanabilir. Milyonlarca gence bugün devrimci ya da sosyalist fikirler hiç temas etmese de, bu durum yine de gençliğin politika dışında kaldığını belirlemez. Çünkü ideolojik, politik ve kültürel bütün burjuva fikirler gençliğe günlük olarak pompalanmaktadır.
Dolayısıyla gençliğin, toplumsal gelişmelere verdiği tepkileri politik eğilim ve yaklaşımlar içerinde değerlendirmek gerekir. İktidarda olanın belirlediği gelişmelere kendiliğinden verilen tepkiler, henüz çemberin dışına çıkamamış burjuva etki altındaki eğilimlerdir. Gençlik; olaylar ve gelişmelerden kopuk, fikirler karşısında donuk ve tepkisiz bir katman değildir. Toplumsal hayat gibi gençlik de sürekli ve değişerek düşünen, düşüncesi statik değil hareket halinde olan bir kesimdir.
İşte 4. kongreden bugüne geçen süreç, sayısız olay ve gelişmeyle birlikte, çeşitli türden burjuva ve küçük-burjuva fikirlerin gençlik üzerinde etkide bulunduğu bir süreç olmuştur. Bu süreci belirleyen başlıca unsurları öne çıkarmak gerekirse, şu başlıklar altında ele alabiliriz.

1-    Laisizm sorunu, burjuva kamplaşma ve gençlik
28 Şubat krizine giden laik-anti laik kamplaşmasında, hatırlanacağı üzere, burjuva klikler üniversiteleri bir hegemonya alanı olarak belirlemiş, türbanlı öğrencileri üniversite kapısının önünde bırakarak, öğrencileri de bu kamplaşmanın bir tarafı haline getirmeye çalışmıştı. Cumhuriyetin 80 yıldır çözemediği sorunlardan biri olan laisizm sorunu, burjuvazi tarafından toplumu bölmenin ve yönetmenin unsurlarından biri olarak her zaman kullanılageldi.
AKP’nin iktidar, CHP’nin de ana muhalefet partisi olmasının (yapılmasının) ardından dozajı giderek artan bu kamplaşma, toplumsal hücrelere kadar sirayet etmeye başladı.
“Laiklik” şemsiyesine saklanan ve statükoya dayanarak ayakta durmaya çalışan güçler (CHP, generaller, YÖK vb.) özel harp yöntemlerini çağrıştıran “Cumhuriyet mitingleri”ni devreye koydular. Sonradan bir kolunun kontrgerilla örgütlerine dayandığı açığa çıkan bu yapının oluşturduğu cereyana kapılan kitlelerin önemli bir bölümü gençlerdi. Yüz binlerce genç üniversitelerden, liselerden, semtlerden miting alanlarına taşındı. Rektörler ve okul yönetimleri, bir yandan mitinglere öğrencileri taşırken, öte yandan üniversitelerde ‘cumhuriyet yürüyüşleri’ düzenliyordu. ABD’ye, AKP’ye, gericiliğe ve şeriat tehlikesine karşı çıkmak isteyen gençler için henüz sermaye politikalarından bağımsız geniş bir platform ortaya çıkamamıştı. Ve gençliğin bu masum taleplerinin içeriği askeri postalların, siyasi dolandırıcıların, laiklik adına devlet dinciliği yapanların emellerine kurban gitmişti. Giderek bir trajediye dönüşen bu tablonun vardığı yer bir komediye kapı açıyordu. Lenin ile Mustafa Kemal, Deniz Gezmiş ile Baykal-Perinçek resimleri yan yana taşınabiliyordu.
Karşı tarafta ise, masum inançları istismar edilerek yedeklenen yoksul ve dindar kitleler vardı. Statükocu güçler bastırdıkça sıkışan AKP, karanlıkta saklanan bütün gerici güçler için savaş borusunu üflüyordu. Bütün şeriatçı güçlerin önü açılıyor, dini inançlarına baskı yapıldığını hisseden kitleler bu karanlık güçlerin arkasına toplanıyordu. Üniversitelerde, liselerde, mahallelerde gürültüyü sahte ‘laikçiler’ çıkarıyor, ama dipten gelen dalganın sahibi AKP oluyordu. Türban mağduriyeti hareketinin kitlesel bileşeni olan gençler, bütün eleştirilerine karşın AKP’ye sığınmaktan başka bir seçenek göremiyorlardı. Dinin ve her türden dogma düşüncenin bilim karşısında yüceltilmesi, ilerici akademisyenlerin tasfiyesi, ders müfredatlarının gericileştirilmesi, bu ortam fırsat bilinerek hızla devreye sokuldu.
Böylece gözün gözü görmediği puslu bir havada, savaşa tutuşmuş iki ordunun etrafında toplandıklarını fark edemeyen kardeşlerin birbirlerine kurşun sallaması gibi, kader birliği yapması gereken gençler yumruklarını birbirlerine sallıyorlardı. Bu siyasi gerilim ortamında iş, eğitim ve güvenli gelecek talepleri geriye düşüyordu. Bunlarla birlikte ve asıl olarak, din ve vicdan özgürlüğünü temel alan ve din ile devlet işlerinin birbirinden tümüyle ayrıldığı “gerçek bir laiklik” talebi uğruna mücadele, demokratik gençlik hareketinin ana sorunlarından biri haline geliyordu. 
Laisizm sorunu varlığını koruduğu sürece, gençlik yığınları bu sorun etrafında kamplaştırılıp yalpalamaya devam edecek. “Gerçek laiklik” talebi üzerinden yürütülecek bir mücadele, gençliğin burjuvaziden koparak bağımsız politik bir tutum etrafında birleşmesini sağlayacaktır. Bu nedenle, parti örgütlerimizin gençlik örgütlerimizle ve en genel anlamda gençlerle kuracağı ilişki, eğer sözü edilen bu konuyu içermez ya da tartışmaz ise gerçekte politikada etkisiz bir ilişki olacaktır.

2-    Kürt sorunu, şovenizm ve gençlik
Cumhuriyetin 80 yıldır çözemediği bir diğer temel sorun da Kürt sorunuydu. İşçi, işsiz, öğrenci bütün gençlik kümeleri içinde; eğitim, iş ve gelecek sorunu bütün ağırlığı ile yaşanıyor ve sermaye düzenine karşı birleşmek, mücadele etmek ihtiyacı kendini adeta zorluyordu. Fakat Kürt gençlerinin ekonomik, akademik ve sınıfsal taleplerinin yanında ulusal demokratik talepleri de vardı. Ve son yıllarda ulusal talepler yaşanan çatışmaların ve artan baskıların da etkisi ile öne çıkıyordu.
On yıllardır “bölünme” fobisi ile yetiştirilen nesiller, milliyetçi ve şoven propagandanın yardımı ile Kürtlerin taleplerini tehdit olarak algılamak üzere eğitilmişlerdi. Çatışmalarda her iki taraftan sürekli cenazeler kaldırılıyordu. Ülkeyi yöneten güçler çözümsüzlükte ısrar ettikçe, ülke, gençler için bir kan deryasına dönüşüyordu. Yıllar geçiyor, ölümler on binleri aşıyor, ama çözüm yakınlaşmak yerine uzaklaşıyordu. Demokrasi dışında tüm yöntemler uygulanmıştı. Onu da uygulayacak ne cesaret, ne de anlayış iktidarda mevcuttu. Kürt gençlerinin cenaze törenlerinde barış talebi yükselirken, asker aileleri de isyan etmeye başlıyordu.
Kimi zaman yaratılan histeri ortamında linç kültürü devreye sokuluyor ve sokaklarda genç Kürt avı başlıyordu. Büyük şehirlerin meydanları, çarşıları, eğlence merkezleri esmer Kürt gençlerine kapatılıyordu. Kimlik yoklama, gözaltı ya da dayak çarşıya çıkmanın bedeli olabiliyordu.
Şoven gösterilerin seyri arttığında, aynı sıradaki Türk ve Kürt öğrencinin ‘nedense’ birden arası açılıyordu. Fabrikada Türk ve Kürt işçi gençler patrondan şikâyet etmeyi bırakarak birbirlerine düşmanca bakar hale gelebiliyordu. Kardeşlik köprüsü sarsıldıkça, Türk gençler ‘bunlar zaten bölücü, batıyı da bunlar bozdu, her türlü kirli işleri bu Kürtler yapıyor” demeye, Kürt gençler de “artık yeter, yıllardır kardeşlik elini uzatıyoruz olmuyor” demeye başlıyordu.
Parasız eğitim, ucuz barınma hakkı, nitelikli eğitim, herkese iş imkânı gibi ortak talepler bu şoven yağmur altında bir bir eriyip suya karışabiliyordu. Milliyetçiliğin kahramanlaştırdığı Ogün Samast’lara özenen gençler beyaz bere yürüyüşleri yapabiliyordu.
Emek, Barış ve Demokrasi güçlerinin “Kürt sorununun demokratik çözümü” için yürüttükleri mücadele her şeye rağmen umut verici. Fakat asla yeterli değil. Gençlik, toplumsal bir katman olarak, yeni olana, barışa, kardeşliğe, önyargılardan uzak durmaya daha yakın bir kesimdir. Bunu 3 Kasım Ankara mitinginde gördük. Barış ve Sağduyu için yapılan mitinge binlerce genç katıldı. Bu yaklaşımı, ODTÜ ve Galatasaray Barış günlerinde de gördük.
Şovenizmin ve milliyetçiliğin panzehiri olan barış ve demokrasi mücadelesini yükseltmek doğrudan siyasal alanı kapsamaktadır. Ya burjuva alandan gelen milliyetçilik ya da sosyalist alandan geliştireceğimiz demokrasi, gençliğin gidebileceği üçüncü bir yol yok. Gençlik yığınları içinde daha cesur adımların atılması mümkündür. Bunun için partimizin politik yardımının üst seviyeye çıkması gerekmektedir.

3-    Emperyalist müdahaleler, bağımsızlık ve gençlik
Partimizin özellikle 3. ve 4. Kongresi’nde “emperyalizme karşı mücadele” başlığı öne çıkan bir unsur oldu. Bunda elbette, son yıllarda bölgemizde yaşanan gelişmeler, ABD’nin Irak’ı işgali, 1 Mart tezkeresi, Kürt sorunu ve emperyalist politikalar, Filistin sorunu, IMF politikaları gibi gelişmeler etkide bulundu. Başta yükseköğrenim gençliği olmak üzere, ülkemiz gençliğinin ana eğilimi emperyalist müdahalelere karşı oldu. Özellikle son yıllarda yapılan anketlerde ABD’ye karşı halkın ezici bir çoğunluğunun karşı olması, gençlikte ABD ile birlikte AB’ye de karşıtlığın güçlenmesini beraberinde getirdi.
Özel bir kanalda yayınlanan “Hatırla Sevgili” dizisi ile 68 gençliğinin bağımsızlık, demokrasi ve sosyalizm mücadelesini tartışmaya başlayan gençler kalabalık gruplar halinde devrimci politikaya yönelmeye başladılar.
İşbirlikçi hükümetlerin ve burjuva propagandanın hedefinde genelde gençlik vardı. Gençler emperyalist işgal ve talanlara işbirliğine ikna edilmeye çalışılıyordu. Ne de olsa, ulusal sınırlar ortadan kalkmıştı, küreselleşen kapitalizm ulusal bir şey bırakmamıştı. Irak’a demokrasi ABD ile gelirken, Türkiye’ye Musul ve Kerkük’ü yeniden alma fırsatı çıkıyordu! AB ile işsiz Türk gençleri sınırları aşacak ve işsizlikten kurtulacaktı. Lübnan’da barışı Hıristiyan değil Müslüman Türk askerleri koruyacaktı vb.”… Bütün bu kara propagandalara rağmen gençliği açıktan emperyalist politikalara ikna edemeyen burjuvazi, bu kez kafa karıştırma, bölme ve yönetme politikasına başvurdu. Böylece karşıtların kendine karşı birleşik bir mücadele yürütmesi engellenmiş olacaktı.
Kafa karışıklığı yaratmada kullanılacak en iyi argümanların başında yine laisizm ve Kürt sorunu gibi konular geliyordu. Ve kara propaganda başladı; “Kürtler Türkiye’yi bölmek istiyor, ABD de arka çıkıyordu. ABD’ye karşı mücadele Kürtlere karşı mücadeleyi gerektirir. Kürtlerle işbirliği yapan ABD ile yapıyordur. Zaten Irak’ı bölen ABD Kürt Federe Yönetimini Türkiye’yi bölmek için tanıdı.”, “ABD AKP’ye arka çıkıyor. Bütün dindarlar hem AKP’li hem de ABD’den yana. AKP Türk ordusuna diz çöktürüyor, çünkü arkasında ABD var.”  Bu propagandanın diğer başını da liberaller ve ılımlı İslamcılar çekiyor ve statükoya karşı olmak adına emperyalist politikalara kapı açan bir tutum takınıyorlardı.
Böylece emperyalizme karşı olmakla taraf olmak kavramları birbirine girmeye başladı. Bu işin nerede başlayıp nerede biteceğine ilişkin sınırlar o kadar belirsiz hale getirildi ki, gençler artık karşı olmanın adını koyamaz, bu işi örgütleyemez duruma sokuldu. ABD ve AKP’ye karşı olan gençler Ulusalcı-Kızılelmacıların kucağına düşüp Ergenekoncularla buluşuyor, sağ-faşist milliyetçilerle ‘sol’-ulusalcı çevreler kader birliği yapabiliyordu. Bu güçler birleştikleri kimi üniversitelerde, kah İslamcı gençlere, kah Kürt gençlerine saldırıyordu. Şirazesi kaçmış kimi küçük-burjuva sosyalist çevreleri de (TKP, Halkevi, HKP) Kürt ve laisizm sorunundan kaçarak, kimi zaman darbecilerin kimi zaman da milliyetçilerin yanında saf tutar hale geliyordu. Sermaye politikalarından kopamamış, demokrasi mücadelesine sırt dönen politik hareketler, tutarlı bir bağımsızlık politikası geliştiremez hale geliyordu. Böylece kısa günün kârıyla taraftar kitlesini çoğaltan bu çevrelere gençliğin güveni kısa zamanda kırılıyor ve hızla bir kopuş yaşanıyordu.
Partimizin gerek tespitleri, gerekse emperyalizm sorununa tutarlı yaklaşımı sağlam bir işçi sınıfı çizgisine bağlı olmasından ileri geliyor. Emek Gençliği içinde kimi zaman tereddütler, kimi zaman yalpalamalara neden olan tutumlar bu dönemde boy vermedi değil. Örneğin ulusalcı dalgaya sırtını dayayarak Kadıköy’de merkezi bir miting yapan TKP’nin eylemine öykünen, moral bozan gençlerimiz, aynı morali SSGSS mitinginde bulamayabiliyordu. Sınıfın kendi eyleminden moral bulmak yerine yalan rüzgârına kapılmanın yersizliği, TKP’nin sonraki süreçte içine düştüğü durumla gün yüzüne çıkacaktı. Gençliğimizdeki bu tereddütlerin aşılmasında partimiz hep ikna edici ve yol gösterici oldu. Fakat hem dönemin sunduğu imkânları değerlendirmede, hem de en geniş kesimlerin uyarılması ve aydınlatılmasında zayıf kaldığımızı da kabul etmeliyiz. Gençliğimizin daha cesur, atak ve refleksleri güçlü bir irade ile ortaya çıkamaması, Emek Gençliği’nin partimizden alması gereken ideolojik ve politik-taktik donanımın yetersizliğine işarettir. Başka bir şeye değil. “Gençliğin apolitik olması”na ise hiç değil.  

4-    Emekçi haklarına dönük saldırılar ve gençlik
AKP’nin yedi yıllık iktidarı döneminde IMF çıkarlarını gözeterek çıkarılan yasalar hep işçi ve emekçilerin aleyhine oldu. İşçi sınıfının 100 yılı aşan mücadelesi ile kazanılan sağlık, örgütlenme, kıdem tazminatı vb. haklarına dönük hak gaspları giderek şiddetlendi. 5. Konferans platform metninin gençlik bölümünde de değinildiği gibi, bu yasaların yürürlüğe girmesi 10-20-30 yılı bulacak şekilde düzenlenerek, genç kuşaklarının geleceğini hedef aldı. Saldırılar bugünün liselilerinin, üniversitelilerinin, ilkokul öğrencilerinin geleceğine yönelikti.
Yine metinde belirtildiği gibi, Emek Gençliğinin çalışması saldırıları bu kapsamda ele alıp karşılamaktan uzaktı. Bu saldırılara karşı işçi sınıfı ve halkın diğer kesimleri içinde yürüttüğümüz propaganda ve ajitasyon çalışmasını gençlik alanlarına taşıyamadık. Bu çalışmayı gençliğe özgü formülasyonlarla biçimlendiremedik. IMF ve işbirlikçi sermaye güçlerinin saldırılarına karşı gençliğin zayıf duruşunun nedeni budur. Parti ve gençlik örgütlerimiz, bu anlayışı ortadan kaldıracak bir çalışmayı gençlik yığınları içinde en zengin biçimde örgütlemelidir.

Bu dört soruna bağlı olarak;
Gençlik örgütümüzün partimizin politik-taktik platformuna kazanılması acil ve sürekli yapılması gereken bir görevdir. Bu, sadece parti merkezimizin yapacağı bir iş değil, bütün parti örgütlerimizin üstlenmesiyle aşılabilecek bir sorundur. Gençliğimizin, parti kadar parti yayınlarına bakışı da sorunludur. Bu sorunun sorumlusu da partidir. Çünkü “denizin en dalgalı olduğu zamanlarda, dalgalara kapılanları kurtarmak için partinin attığı can simitleri günlük gazetemiz ve yayınlarımızdır.” Gerek gazetenin günlük takibinde, gerekse yayınlarımızın okunup kavranmasında gençlik örgütümüz oldukça geridir. Gazetemizin ne kadar gençliğe hitap ettiği bir tartışma konusu olabilir. Gençlik içinde tartışılıyor da zaten. Ama yukarıda sözü edilen dönemsel gelişmeler seyrederken, tartışan ama sağa sola yalpalayan gençlik kesimlerine, gazete, bildiri, broşür ve yayınlarımız ne oranda ulaşmıştır? Bu sorulara cevap aramadan, gençlik ve politika tartışması yapmak sonuç vermeyecektir.
Önceki konferans ve kongrelerimizde dile getirilen “parti merkezi ile yerel örgütlerin politik düzeyi arasındaki makası kapatmanın” yolu, şüphesiz yayınlarımızın ve gazetemizin etkin kullanılmasından geçmektedir. Bir diğeri ise, gençliğimizin politik düzeyini yükseltme görevimizdir. Bu görev partinindir. Zira son bir yıla bakıldığında bile, başta ortaöğrenim gençliğinde olmak üzere, politika tartışma yaşı düşmektedir. Yani daha çok ve daha genç insan politika tartışmaktadır. Geçtiğimiz yıl boyunca üniversitelerde ve kimi ilçelerde oluşturulan “politika söyleşileri” oldukça ilgi çekmiştir. Son gençlik yaz kampındaki “politika ve felsefe atölyesi” de bunu göstermiştir. Kendi başına bırakılırsa bu biçimler de yetersiz kalacaktır. Bu nedenle, gençliğin politik düzeyini yükseltmek ve eğitimi arttırmak için parti örgütlerimiz kapsamlı bir plan çıkarmalıdır.

YÜKSEKÖĞRENİM GENÇLİĞİ
Üniversitelerdeki gençlik mücadelesi uzun bir dönemdir birleşik ve kitlesel bir hareket düzeyini yakalayamadı. Kuşkusuz bunun nedeni tek değil. Özellikle son birkaç yıldır ortaöğrenim gençliğinde kitlesel denebilecek düzeyde mücadeleye yönelme isteği gözleniyor. Bu durumdan hareketle, kimi yerlerde çalışmanın yönünü üniversitelerden liselere kayması gerektiğine ilişkin vurgular yapılıyor. Elbette liseli gençlik üniversitelerin de geleceğini belirleyecek bir öneme sahip. Ama bundan üniversitelerin önemsizliği anlamı kuşkusuz çıkarılamaz. Üniversiteler üzerindeki baskının sebebi nedensiz değildir. Düzenin baskı ve kolluk güçleri üniversiteler üzerindeki denetimi elden bırakmaya niyetli görünmemektedir.
İktidar olmak isteyen her toplumsal sınıf ve siyasi hareket kadar, iktidarını sürdürmek isteyenler de üniversiteleri kazanmak zorundadır. Üniversiteleri kazanmadan, en genel ifade ile, gençliği kazanmak da mümkün değildir. Üniversite çalışması, parti örgütlerimiz için, birçok yönüyle liseli çalışmasına göre daha zordur. Politik, akademik, entelektüel açıdan gelişkinlik gereksindiren, sonuçlar almakta bazen daha uzun beklenen üniversitelere dönük çalışmanın küçümsenmesi eğilimine düşmemeye özen gösterilmelidir.

Üniversite çalışmasının başlıca yönleri
1- Üniversitelerde bir dönemdir devam eden YÖK-YEK (AKP) çatışması yerini AKP’nin büyük oranda YÖK’ü teslim almasına bıraktı. Bundan sonraki problemler, bu bakımdan rötuş niteliği taşıyor. Üniversitelerdeki baskılara karşı demokrat bir vizyon çizen AKP, başlarda YÖK’ü hedef tahtasına koydu. Böylece kimi çevreleri yedekleyen AKP, bir süre sonra YÖK silahını dağıtmak yerine kendisi için kullanmak yolunu seçince, yüzündeki maskeyi düşürmüş oldu. AKP, aynı zamanda, liberal eğitim politikalarının hızla uygulanması, üniversitelerin tümüyle sermayeye açılmasını yapılandıranların bir iktidar partisi oldu. Dolayısıyla “üniversitede tam demokrasinin uygulanması ve özerklik”, başlıca mücadele talebi olarak öne çıkmış bulunuyor. Burjuva kliklerin üniversiteden elini çekmesi, YÖK’ün dağıtılması ve üniversitelerin üniversite bileşenlerince seçilmesi daha etkin bir mücadeleyle dile getirilmelidir.
2- AKP, aynı zamanda, gerici-şeriatçı güçlere yaslanarak aydınlanmanın tüm birikimlerini tasfiye etmenin peşindedir. Üniversiteler AKP liberalizminin, YÖK baskısının ve skolastik düşüncesinin yeniden üretildiği merkezlere çevrilmek istenmektedir. Evrim kuramına saldırılar, komik fosil sergileri ve biyoloji bölümlerine gönderilen Harun Yahya kitapları bu örneklerden sadece biridir. Bilimin, aydınlanma değerlerinin korunması ve geliştirilmesi için, Kemalist aydınların da içinde yer alacağı geniş platformların örgütlenmesi gerekmektedir.
3- Üniversiteler sadece bir gençlik çalışma alanı olmadığı gibi, örgütlenmesi de sadece Emek Gençlerine bırakılamaz. Zira üniversiteler; öğretim üyeleri, araştırma görevlileri, tez ve araştırmaları ile birer bilim ve aydınlanma merkezleridir. Bir bölgenin, bir ilin coğrafi, sosyal, siyasal, kültürel vb tüm özelliklerini araştırmak, incelemek, sonuçlar çıkarmak üniversitenin görevleri arasındadır. Dolayısıyla çeşitli sosyal katmanlar arasında çalışma yürüten parti örgütümüz, bütün bu alanları, üniversitenin birikimine dayanarak, onu yönetmeye çalışarak yapmalıdır. Ankara il örgütümüzün akademisyenlerle buluşma toplantısı bu açıdan yol açıcı olmuştur. Öte yandan üniversite, işçi, hemşire, doktor, hizmetli vb birçok kesimin çalıştığı bir alan olarak da örgütlenmelidir. Bunun için Emek Gençliği ile parti örgütünün oluşturacağı ortak bir komite çalışması gerekmektedir. Tabii mesele sadece komitenin çalışması değil, bütün partinin dikkatinin bu alana verilmesine bağlıdır. Geçtiğimiz aylarda 17 yeni üniversitenin inşasının kararlaştırılması ile birlikte, ‘üniversite’ olmadık il bırakılmayacak gözüküyor. Üniversite çalışması bütün il ve ilçe örgütlerimizi gündeminde olmalıdır.
4- Barış ve sağduyu için 3 Kasım 2007’de yapılan Ankara mitinginde, özellikle TMMOB’ye bağlı odaların kortejlerinde şaşırtıcı sayıda gençlik katılımı vardı. Odalar geride bıraktığımız dönem boyunca gençlik komisyonlarını örgütledi. Teknik üniversite öğrencileri odalarla daha sıkı bir bağ kurmaya başladı. Emek Gençliği’nin oda gençlik komisyonlarındaki etkinliğini ve partili mühendisler ile teknik üniversiteli Emek Gençliği’nin ortak çalışma bağını güçlendirmeliyiz.
TÖK çalışmasının güçlendirilmesi de aynı kapsamda değerlendirilmeli ve Eczanelerin kapatılmasına ilişkin yaşanan gelişmelere bağlı olarak eyleme geçen Eczacılık fakültelerine önem verilmelidir. Üniversiteleri bitirmek çoğunlukla bir işe yaramıyor. Çünkü KPSS sınavı ile elenen ve iş bulamayan gençler bunalıma giriyorlar. Hem kadrolu iş talebi, hem de sınavların kaldırılması için mücadelenin geliştirilmesi gerekmektedir. Mağdur mezunlar bir araya gelmekte, dernekleşmekte ve mitingler yapmaktadır. Bu kesimler içinde örgütlenmeyi gençlik hareketinin bir unsuru olarak görmeliyiz. Eğitim-Sen’in eğitim fakülteli öğrencileri örgütleyeceği bir gençlik komisyonunu oluşturmak gerekiyor. Bu örgütlenme, hem sendikayı gelecekte büyütecek, hem de eğitim fakülteli öğrencilere örgütsel ve demokratik platform açacaktır.
5- Üniversitelerde etkisi artan “Perşembe, Salı vb. söyleşileri” kulüplere yayılarak güçlendirilmelidir. Öğrenci kongrelerine her alanda katılım ve bu kongrelerin güçlendirilmesi dikkatle önemsenmelidir.
6- Gazetenin aboneliği artırılmalı, lokal, kütüphane ve kantinlere gazetenin bırakılması sağlanmalıdır. Gençlik alanı, gençlik yazıları neredeyse tamamen Genç Hayat’a sıkıştırılmıştır. Bu nedenle, gazetenin Genç Hayat kadar ilgi uyandırmadığı söylenebiliyor. Üniversite örgütlerimiz, günlük, haftalık ve aylık haber planına sahip olmalıdır. Özellikle Bilim ve Düşünce, Özgürlük Dünyası ve Evrensel Kültür’ün kullanımı çok zayıf durumdadır. Bu yayınlar çalışmanın esası haline gelmelidir. Kültür Servisi ile üniversiteler arasında canlı bir ilişki sağlanmalıdır. Ortak etkinlikler yurt çapında planlanmalıdır. Defalarca karar alınmasına rağmen geçen yıl “gazete üniversite ekleri” çıkarılamamıştır. Bunun nedeni tembellik ve disiplinsizliktir. Bu kararın hayata geçirilmesinin teminatı parti örgütleri olmalıdır.
Üniversitelerde tartışma forumlarının örgütlenerek TV’de gösterilmesi için genel ve kapsamlı bir plan çıkarılmalıdır.
7-  “Akdeniz üniversitesi olayları”nda teşhir olan faşist gerici odakların sistemle olan bağı işlenmeli ve en geniş kitle içinde karşı koyma tutumu geliştirilmelidir. Aynı yaklaşım soruşturmalara karşı mücadelede de ele alınmalıdır.
8- ÖTK, kol ve kulüplerde örgütlenme ve mücadeleyi ilerletme kararlığımız sürecektir. Elbette mücadelenin tek bir reçetesi yoktur, ama geniş öğrenci kesimlerinin bu örgütlere hala rağbet gösterdiği biliyor. Cumhuriyet Mitingleri ve yürüyüşlerine binlerce gencin ÖTK’lar üzerinden taşındığı tekrar düşünülmelidir. Yükseköğrenim örgütlenme bilincinin gelişmesi için Avrupa ülkelerindeki öğrenci örgüt temsilcileri ile Türkiye üniversiteleri buluşturulmalıdır. Zira 1995’te Emek Gençliği, İngiltere, Fransa, Yunanistan ve Almanya öğrenci temsilcilerini Türkiye’deki üniversitelere getirerek önemli bir çalışma yapmıştı.
Öte yandan, ne yazık ki, Avrupa Birliği ile ortak projeler kapsamına giren üniversitelerde AB ile ortak öğrenci örgütlenmeleri geliştirmiştir. AB’ye entegrasyon açısından eleştirmemiz gereken bu örgütlerin çalışmalarını yakından izlemeliyiz. Her yıl on binlerce öğrenci, burs ve gezi imkanı yakalamak için bu örgütlerde toplanmaktadır.
ODTÜ barış günleri 56 topluluk ile gerçekleşti. Öğrenci kol ve kulüpleri bir araya geldiğinde önemli etkinliklere imza atabilmektedir. Bu nedenle, mutlaka kol ve topluluklarda etkin bir rol oynanmalıdır. Örneğin Eskişehir Üniversitesi’nde geçen yıl onlarca Emek Gencinden sadece birinin bir kulübe üye olması düşündürücüdür.
Halkın Televizyonu,  kol ve kulüplerin tartışma kürsüsü olmalıdır. Geçtiğimiz dönemin bu açıdan verimli kullanabildiği söylemez. Gazetemiz ve Genç Hayat dergisi de bu yönüyle tartışılmalı ve gerekli planlamalar yapılmalıdır.
9- Bölge üniversiteleri, en genel anlamda tüm üniversitelerin bünyesel sorunlarını taşımakla birlikte, kendine özgü özellikler de taşımaktadır. Bu üniversiteler, ağırlıklı olarak Kürt gençlerinin eğitim gördüğü yerlerdir. Bölgeler arası eşitsizlik, kadro ve profesör yetersizliği, eğitimde nitelik sorunu, yoksulluk vb. sorunlar bölge gençliğinin öne çıkan sorunlarıdır. Bununla birlikte ulusal demokratik talepler, bölge üniversitelerindeki mücadeleye rengini vermektedir. Bölge üniversiteleri üzerindeki baskı ve soruşturmalar ise had safhadadır. Üniversitelerde demokrasi ve özgürlüklerin genişletilmesi mücadelesi geliştirilmelidir. Üniversitelerin bölge illerinin tarım, göç, baskılar, ekonomi, üretim, eğitim ve sağlık gibi sorunlarına eğilmesi, halktan yana doğru araştırmaların yapılması için bir çalışma sürdürülmelidir. Kürt dili, kültürü ve edebiyatının araştırılması ve güçlendirilmesi için taleplerin Emek Gençliği tarafından daha etkin biçimde ileri sürülmesi sağlanmalıdır. Bu temelde bölge üniversitelerinin sorunlarını ve çözüm önerilerini tartışacak ve öğrenci örgütlerine, bilim ve sendikal çevrelerine dayanan bir konferans örgütlenebilir. ODTÜ-Dicle buluşmasında olduğu gibi, batı üniversiteleri ile bölge üniversiteleri arasındaki buluşma etkinlikleri çoğaltılmalıdır.

ORTAÖĞRENİM GENÇLİĞİ
Yenilik söylemi ile iktidara gelen her hükümet partisi eğitime el atarak işe başlıyor. Sürekli değiştirilen müfredatlar, yeni seçme sınav modelleri, ders geçme biçimleri vb., bütün değişiklikler, ilk ve ortaöğretimin sorunlarını çözemediği gibi, öğrencileri de birer deneme tahtasına çevirdiler. Bütçeden eğitime ayrılan pay, eğitimin niteliği, okulların alt yapı sorunları, yeteneğe göre yönlendirme, fırsat eşitliği gibi temel sorunların aşılması, şüphesiz demokratik ve halktan yana bir eğitim politikasını gerekli kılıyor. Bugüne kadar iktidar olmuş tüm burjuva partiler bu politikadan uzak durduğu kadar, gençliğin geleceğini karartan yasa ve uygulamalara imza attılar.
Ortaöğretim kurumları, genç nesillerin kapitalist sistemin ihtiyaçları doğrultusunda eğitilmesinde temel kurumlar olurken, ihtiyaç fazlası gençler de, posası çıkarılmış öğrenciler olarak, ÖSS duvarının önüne atıldılar. Hem okumak, hem de üniversitenin önüne konan engellerin üzerinden atlamak, bedeli artan bir satın alma gücünü gerektiriyordu. Eğitimi sosyal ve parasız bir zorunluluk olarak görmek yerine, alınıp satılan bir “mal” olarak bir ticaret alanı haline getiren kapitalist yönetimler, emekçi ve yoksul çocukların üniversitelere gitmesinin de önüne geçmiş oluyordu. Mevcut sistemin kendisi kadar eğitimi de sınıfsal eşitsizlik yaratıyordu.
Ücretsiz ders kitapları ile eğitimde şova başlayan AKP, yandaş kitapevlerinin servetine servet katıyordu. AKP döneminde üniversite kapılarına yığılanların sayısı düşmediği gibi, daha da arttı. Tıpkı özel turizm, ulaşım, hizmet sektörleri gibi, yeni bir yağlı sektör olarak, dershanecilik patlak verdi. Dershanelerle rekabete giren devlet okulları da, kendi içinde ‘özelleşerek’ paralı kurslara başladı.
AKP iktidarı döneminde yeni sınav yöntemleri üzerine çalışan devlet kurumları, nihayet yeni bir kurtarıcı model daha bulmuşlardı! Bu model ‘İngiliz Modeli’ idi. Yarış atı gibi ÖSS kulvarına sokulan öğrenciler, bu sistemin ayrıntılarını öğrendikçe, “İngiliz atı olmayacağız” diye bağırmaya başladılar. 2009’da devreye sokulacağı söylenen bu sistemle birlikte dershanelere sadece son sınıfların değil, bütün sınıflardaki öğrencilerin gitmesi gerecek. Bu modelin gerekçesi ise, ÖSS’yi kaldırmaya dayandırılıyor. Öte yandan, eğitimin içeriği, AKP ve MEB eliyle giderek gericileştirildi. Fethullah okul ve yurtlarına yönelen yoksul çocukların sayısındaki artış dikkat çekici boyutlara ulaştı.
Bütün bu gelişmeler, aynı zamanda ortaöğrenim gençliğinin mücadele ile sorunları çözmeye yönelmesine de zemin hazırladı. 2007-2008 eğitim ve öğretim yılı boyunca liselilerin ileri kesimleri ÖSS’ye karşı gösteriler yaptı. Binlerce imza toplandı. Paralı eğitime, disiplin cezalarına, kıyafet baskısına, okul yıkımlarına, baz istasyonlarına, okullardaki çete savaşlarına, öğretmen sürgünlerine karşı sayısız eylemler yapıldı. Eğitim-Sen’in “parasız, bilimsel ve demokratik bir eğitim” için yaptığı eylem, iş bırakma ve mitinglere okullardan yüzlerce öğrenci katıldı. Alevi ve demokrat gençler de ‘zorunlu din dersinin kaldırılması’nı yüksek sesle dillendirmeye başladı. 1968 gençlik hareketinin 40. yıl etkinlikleri ve Hatırla Sevgili dizisi ile birlikte liseliler, bağımsızlık, demokrasi ve sosyalizmin bir sembolü olan Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının mücadelesini öğrenmeye yöneldiler. Denizleri anlatan kitaplar satış patlamaları yaptı.
Bütün bu olumlu gelişmelerle birlikte ortaöğrenim gençliğinin mücadelesi, hala birleşik, öz örgütlere dayanan bir gelişkinliğe ulaşabilmiş değil. Partimiz, hareketin bu temel sorununu ele alarak ilerletici bir rol oynamak zorundadır. Bunun için şu temel maddeler üzerinde bir tartışma sağlanmalıdır:
1-    Laik- anti laik kamplaşma bir dönem liseleri de germiş ve liseli gençlik, kamplaşarak da olsa, siyasal tartışmaların içine girmiştir. Parti örgütlerimiz, politika yapma yaşının düştüğünü bilerek, liseli gençliğe dönük siyasal çalışmalarını arttırmalıdır. Zira laisizm tartışmaları kadar, emperyalizm ve milliyetçilik tartışmaları da liselerde yankı bulmuştur. Uzunca bir dönem gençliğin dikkat merkezi bu sorunlar üzerinde yoğunlaşırken, eğitim talepleri geri de düşebildi. Emek Gençleri’nin bu dönemde “ÖSS deyince kağıttan kaplan oluyoruz ama Denizler deyince herkes kulak kesiliyor” yakınmalarını bu nedenle duyar olduk.
2-    ÖSS karşıtı kampanyalar gerekli ciddiyet ve etkiyle örgütlenemediği gibi, ÖTK ve kulüplere de mal edilemedi. Bir diğer sorun da, ÖSS konusunda öğrencilerin ikna edilememesinde yaşandı. Liselilerin en çok sorduğu sorulardan biri “ÖSS’nin kalkması gerçekçi mi, kalkarsa yerine ne koyacaksınız?” biçiminde oldu. Bu sorunun yanıtını verecek bir çalışmayı, bilim ve eğitimci çevreleri de kattığımız ve en geniş liseli gençlerin katıldığı konferanslarla örgütlemeliyiz. Sadece teşhir eden değil, çözüm önerilerini de koyan bir çalışmayı şekillendirmeliyiz. Liseler bir yana, yüz binlerce gencin biriktiği ve artık yıllarca dirsek çürütmeyi gerektiren dershanelerin türemesiyle birlikte, dershanelerdeki çalışmanın önemi bir kat daha artmış bulunmaktadır. Dershanelerin kapatılması talebi ile birlikte eğitimde fırsat eşitliği kararlı bir şekilde öne sürülmelidir. Okullar arasındaki eşitsizlik sınavlara da yansımaktadır. Eğitimde bölgeler arası eşitsizliğin kaldırılması da önemle işlenmelidir.
3-     Eğitim için yürütülen mücadele, içine giderek velileri de almaktadır. Özellikle paralı eğitime karşı verilen mücadelede bunu görmek mümkün. Okullar, parti semt çalışmalarının ana merkezleri oluyorlar. Özellikle mahallelerde kadınların tartıştığı konular çocuklar ve okul sorunları üzerinde yoğunlaşıyor. Eğitim-Sen de, zaman zaman paralı eğitime karşı kampanyalar yürütmektedir. Partimizin görevi, okul hayatı nedeniyle birbirleriyle ilişkilenen bu kesimlerin parasız, bilimsel ve demokratik eğitim için ortak mücadelesini örgütlemektir. Bu nedenle, okullar sadece liseliler ile değil, tüm semtteki partililerin ve ilgili öğretmenlerin ortak komitelerinin oluşturulması ile örgütlenebilir. Dar mesleki taleplere sıkışmış politik ve sendikal çalışma çizgisi artık aşılmalıdır.
4-    Meslek liseleri, devlet ve özel liselerin yanında üniversite şansını büsbütün kaybetti. Sınav sistemi de, bu kesimi üniversite dışında bıraktı. Bu nedenle, meslek liselerinin üniversite talebi daha özgün bir çalışmayla örgütlenmelidir. Staj sömürüsü, emek gaspı, zorla çalıştırma vb. uygulamalara karşı meslek liselerinde mücadelenin örgütlenmesi gerekmektedir. Meslek liselilerin kültür, davranış ve sosyal statüleri diğer liseler gibi değildir. Bu nedenle, meslek liselerine dönük çalışma yürüten kimi geçlerde sabırsızlık, doku uyuşmazlığı ortaya çıkabilmektedir. Bunun için, liseler arası kaynaşma etkinliklerinin yanında emekçi karakterli örgütçülerin meslek liselerinde görevlendirilmesi daha hızlı sonuçlar verecektir.
5-    Liselerdeki ÖTK (şimdi adına öğrenci meclisleri deniyor), kulüp ve dergilerin niceliksel de olsa düzeyi son yıllarda önemli bir gelişme sağladı. Liselerin çoğunda artık ÖTK’lar var ve her yıl seçimlerle yenileniyor. Bu sistemin yerleştirmesinde AB eğitim standartları önemli bir işlev görüyor. Fakat henüz bu örgütler mücadele dinamizmi taşımıyor. Mücadele içindeki politik gençlik çevreleri de, büyük oranda ÖTK’ların dışına düşmüştür. Gençliğin taleplerinin devrimci fraksiyon biçimiyle ve platformlar (Dev-Lis, Dev-Genç, Emek Gençliği vb.) altında örgütlenmesi ise mümkün değil. Liseli gençliği, olabildiğince tek tek liselerde, kendi talepleri etrafında ve kendi öz örgütlerini kurarak örgütlemek gerekmektedir. Emek Gençliği, liseli gençliğin politik ihtiyaçlarına cevap verebilir, ama ÖTK’ların yerini dolduramaz. Bu nedenle, her liseli Emek Genci, öncelikle kendisinin bir ÖTK temsilcisi olmasını hedeflemelidir. Çorum’da okul temsilcisi olan bir gencimiz, kent ÖTK’sına seçilebilmek için 179 okul gezerek destek toplamış ve seçilmeyi başarmıştır. Yine Ceyhan’da bir gencimiz, ilçe temsilcisi seçilerek, Adana ÖTK koordinasyonu’nda bir yıl yer almıştır. Bu örnekler, imkânların ve temsiliyetin ne kadar zengin olduğunu göstermektedir. ÖTK seçimlerini izlemek parti örgütlerimiz için sendika seçimlerini izlemek kadar önem kazanmalıdır.

İŞÇİ GENÇLİK
Dünyanın birçok ülkesi ile kıyaslandığında Türkiye, çalışabilir nüfusun oranı açısından ilk sıralarda yer alıyor. Ayrıca eğitim çağında iken, ders başında değil iş başında olmak zorunda olan milyonlarca genç, “işçi gençlik” kategorisi içinde yer alıyor. Bu genç nüfusun yanı sıra, ucuz emeğe ihtiyaç duyan büyük sermaye sahipleri, yasak olduğu halde, çocukları çırak ya da işçilik adı altında çalıştırıyorlar. Özellikle tarım işçileri içinde çok genç ve çocuk işçilerin çalıştığı biliniyor. Ülkemiz hala, yılın yarısında işçi, yarısında öğrenci olan ilköğretim çağındaki çocukların tarım işçiliği için göç yollarında geçen dramına tanıklık ediyor. Çocuk işçiliğinin yasaklanmasının gerçekten uygulanması için, çocukların devlet güvencesi altında okutulması gerekiyor. Bu, kendi başına bir mücadele konusudur.
Kapitalist ekonomi ve istihdam sorununa bağlı olarak ortaya çıkan işsizlik, genç işçiler arasındaki rekabeti körüklüyor. Bu nedenle, Türkiye, ucuz iş cenneti olduğu kadar, sigortasız, sendikasız ve kuralsız çalıştırmanın da önünün alabildiğine açıldığı bir ülke. Kapitalist kâr hırsı, patronların vahşi çalışma yöntemlerini geliştirmelerine alan açıyor. Davutpaşa’da, Tuzla’da ve yurdun birçok yerindeki sanayi sitelerinde, plastik üreten atölyelerde yaşanan patlamalar onlarca genç ve çocuk işçinin yaşamına mal oldu. Bu nedenle, işçi sağlığı ve iş güvenliğinin sağlanması, işçi gençlik çalışmasında öne çıkan bir talep durumuna geldi.
Başta kamu alanı olmak üzere, taşeronlaştırma yoluyla daha ucuza çalıştırılan genç işçilerle birlikte, köklü işletmelerde çalışan nüfus da gençleşmiş durumda. Petrol, metal gibi stratejik öneme sahip iş kollarında yaşanan TİS görüşmelerine de, ‘sayısı çoğalan genç işçilerin ek ücret talebi’ damgasını vuruyor. Son yıllarda ortaya çıkan sendikal örgütlenme, direniş ve grevlerde gördüğümüz işçi gruplarının da, çok genç olduğu biliniyor. Biz, burada, yine Türk-iş Gençlik Komitesi araştırma anketine dönelim. Anketi cevaplandıran genç işçilerin yarısı, sendikalarının kendilerine yönelik faaliyetlerini yetersiz buluyor. Sendikaların gençlere yönelik yeterli faaliyet yürüttüğünü düşünenlerin oranı ise, yüzde 6,6’da kalmış. Gençlere yönelik yeterli faaliyet olup olmadığını bilmeyenlerin oranı ise, yüzde 43,2’dir.

Kişi Sayısı    Yüzde      GRAFİK 10:Genç işçilerin, sendikaların gençlere yönelik faaliyetleri hakkındaki değerlendirmelerine ilişkin dağılım (Kişi sayısı)
Evet    146    6,6   
Hayır    1119    50,2   
Bilmiyorum    964    43,2   

Bu tablo bile, kendi başına, sendikaların işçi gençliğe bakışının değiştirilmesi için bir mücadele yürütmenin zorunluluğunu gösteriyor.
AB başta olmak üzere, yabancı kapitalist örgütler, Türkiye’nin ucuz emek cenneti olmasını yeterli bulmadıklarını açıkladılar. Çünkü sömürülecek emeğin ucuz olduğu kadar kalifiye de olması gerekiyordu. Böylece, meslek ve teknik liselere, meslek yüksek okullarına verilen önem arttırıldı. Büyük sanayi bölge ve havzalarında (Gebze, Bursa, Kayseri, Adana vs,) meslek okulları mantar gibi çoğalmaya başlarken, meslek okullarında da firmaların tabelalarıyla atölyeler açıldı. Bazı fabrikalar, işçisini bizzat açtıkları kendi meslek okullarında yetiştirmeye başladı. Bu durum, yarı işçi yarı öğrenci olan meslek liselilerin, aynı zamanda, işçi gençlik çalışması içinde de düşünülmesini gerekli kılıyor. Meslek liselerini ve MYO’ları kazanan, sınıfın geleceğini de kazanacaktır.
Gelişmiş kapitalist ülkelerde işçi sınıfının sendikal örgüt düzeyi bizden ileride. Örneğin Almanya’da, sendikalar, meslek lisesi öğrencilerini staj esnasında sendikaya üye yapıyor. Genç işçiler ve meslek liseliler, fabrika gençlik komisyonları kuruyor ve kendi temsilcilerini seçiyor. Örneğin, geçtiğimiz yıllarda, Almanya’da, eğitim politikalarının meslek liseleri vurduğu bir dönemde, gençlerle birlikte sendikalar da ayağa kalmıştı.
Son yıllarda, özellikle metal ve petrol işkollarında, Türkiye sendikaları ile ortak eğitim toplantıları yapan Avrupa ülkelerindeki sendikalar, bu örnekleri anlatmaktadır. Bu ufukla hareket ederek, parti ve gençlik örgütlerimiz, işçi gençliğin örgütlenmesinde sendikaları zorlayıcı, teşvik edici bir çalışmayı da yürütebilir.
Partimizin bir önceki kongresinde genç işçi hareketine ve işçi gençliğin örgütlenmesine ilişkin yapılan tespit ve belirlenen görevler, geçerliliğini koruyor. Dolayısıyla genç işçiler içinde çalışma ve örgütlenme sorununu sadece Emek Gençliği faaliyeti üzerinden açıklayamayız.
Geride bıraktığımız üç yıl, Emek Gençliği örgütlerinin dikkatinin işçi gençlikten uzaklaştığı bir dönem olmuştur. İstanbul İMES, İkitelli, Çağlayan, Kurtköy ve İzmir Atasanayi, Ankara OSTİM, Adana Mobilyacılar ve Barkal sanayi sitesi ve diğer illerdeki işçi gençlik alanlarında Emek Gençliği çalışmasının düzeyi ne olmuştur? Parti örgütleri, bu çalışmaların istikrarını ne kadar güvence altına almıştır? Bu sorular konferans ve kongrelerimizde tartışılmalıdır.
Bir dönem İzmir Çiğli OSB ve Atasanayi sitesinde, 1 Mayıs döneminde ise İstanbul Çağlayan’da öne çıkan işçi gençlik çalışmasının olumlu örnekleri, konferanslarımızda ele alınmalıdır.
Bir dönem önce konferanslarda gündemimize giren işçi gençliğin derneklerini kurma tartışmaları ve kararları yeniden hatırlanmalıdır. Elbette burada kastedilen, aynı dernek şablonunu tüm sanayi sitelerine uygulamak değildir. Hangi işçi gençlik çalışma alanında, ne tür örgütler kurulabilir, bunlar tartışılmalıdır.

SEMT GENÇLİĞİ
İşçi, işsiz, öğrenci gençlik kesimlerinin yoğunlaştığı semtlerde, işsizliğe, yoksulluğa karşı mücadele kadar, gençliğin sportif, kültürel, sosyal ve sanatsal ihtiyaçlarını talep eden mücadeleyi de güçlendirmek gerekmektedir. Partimizin semt çalışması, esasen kadın ve gençlik çalışması üzerinden ilerleyecektir. Elbette gençlik çalışmasının ve Emek Gençliği örgüt çalışmasının kendine özgü yanları olacaktır. Ama parti semt çalışmasından kopuk bir gençlik çalışmasının varacağı yer olumlu bir yer olmaz, olamaz.
Son yıllarda neredeyse bütün il ve ilçe belediyelerinde Gençlik Merkezleri açıldı. Binlerce gencin gittiği bu merkezlere parti ve gençlik örgütlerimizin gösterdiği ilgi zayıftır. Örneğin, işçi basınımıza yansıyan Kıraç Belediyesi Gençlik Meclisi ve Spor kulübü çalışmalarının oldukça canlı olduğu biliniyor. Ama orada gençlik örgütümüzün olmaması ve il gençlik örgütümüzün gündemine bu etkinliklerin girmemesi düşündürücüdür.
Gençlik evleri, spor ve gençlik derneklerinin kurulması, semt çalışmalarımızı güçlendirecek şekilde gündeme getirilmelidir. Bu dernekler en geniş kitle katılımı ile oluşturulmalı ve işin bütün yükü sadece Emek Gençliği ve partiye bindirilmemelidir.
Köylerdeki gençliğin örgütlenmesi de konferans gündemimize girmelidir. “Kardeş köy, köylere kitap yardımı, köy kütüphanelerinin kurulması” için birçok etkinlik ve çalışmanın kendiliğinden yapıldığını gözeterek, bu çalışmalara da el uzatmalıyız. Mevsimlik tarım işçisi gençlerin örgütlenmesi de ilgili alanlarda önemle ele alınmalıdır. Bir dönem Adana parti ve gençlik örgütümüz, tarım işçilerine dönük önemli bir çalışma gerçekleştirmişti. Bölge örgütlerimizle birlikte, Karadeniz, Ege ve iç Anadolu örgütlerimiz de bu alana yönelebilirler.

KÜRT GENÇLİĞİ VE BÖLGE ÇALIŞMASI
Kürt halkının özgürlük mücadelesi son yıllarda daha fazla genci mücadelenin içine çekmektedir. Emek Gençliği tüm zayıflığına karşın bölgede örgütlenme çabasını sürdürmektedir. Fakat bu yeterli sayılmamalıdır. Bölge gençlik çalışmamızın her alandan desteklenmesi için örgütlerimiz kendilerine görev çıkarmalıdır.
Bölge üniversiteleri başta olmak üzere, Kürt dili ve kültürü üzerindeki baskıların son bulması ve üniversitelerde Kürdoloji bölümlerinin kurulması için mücadele yükseltilmelidir. Bölgeler arasındaki eşitsizliklere son verilmesi ve yoksul Kürt gençliğinin talepleri daha ciddiyet ve politik zenginlikle örgütlenmelidir. Kapalı olan bölge okullarının açılması, yeni okulların inşa edilmesi, bölge üniversiteleri üzerindeki baskılara son verilmesi için birleşik bir mücadele öne çıkarılmalıdır.
Özelde bölgede ve genel olarak her yerde DTP ve Kürt yurtsever gençliği ile ilişkilerin güçlendirilmesi ve ortak çalışmaların gerçekleştirilmesi sağlanmalıdır.

PARTİ İLE GENÇLİK ÖRGÜTÜ ARASINDAKİ İLİŞKİ VE SORUNLAR
İşçi sınıfının ve onun politik örgütü olan partimizin geleceği gençliktedir. Gençliğin örgütlenmesi kadar onun işçi sınıfı ve parti kültürüyle eğitilmesi de siyasal çalışmamızın vazgeçilmez bir görevidir. “Partiyi anlama, parti yaşamı içinde hareket, parti kültürü ile yetişme, partide kadro olarak görev alma” vb. sorunlar, parti platformunda her zaman gündem konuları oldu. Özellikle üniversite örgütlerinin parti yerel örgütlerine bağlanmadığı yerlerde “merkez kaç eğilimler” baş gösterebildi. Bağış ve kumbara çalışmasında gençlik örgütünün genel olarak geride kalması, benzer bir değerlendirmeyi gerekli kıldı. “Gençliğin partisi gibi düşünme ve davranma” yaklaşımları, örgüt içi rekabet ve kimi kariyerist belirtiler bazı büyük kentlerimiz tartışma konuları olabildi. Peki, bu sorunlar nasıl ve hangi nedenlerle boy vermektedir? Parti örgütlerimizin bu sorunlar karşısındaki yaklaşımı nedir? Bu sorunların üstesinden nasıl gelebiliriz? Bu sorulara yanıt vermeyen bir gençlik ya da gençlik örgütü tartışması, bizi eksik ve yanlış sonuçlara götürür. Bu nedenle her kademe ve düzeyde bu sorunları tartışmalıyız.
Sorunun başlıca unsurlarını ele alırsak…
1-    Gençlik, her türden burjuva-liberal fikir ve kültür kuşatması altındadır. Sosyalizmin kültürel birikimiyle birlikte toplumcu kültür-sanat ve halk kültürünün birikimleri de büyük bir baskı altında tutulmuştur. Yeni gençlik kuşakları mücadele ve örgütlenmeye yönelirken, işte böyle bir kültürel zemin üzerinden gelmektedir. Bugünün gençliği, 60’lı, 70’li yılların gençliği değildir. 80’li yılların da değildir. Bu durumu gözeterek, ideolojik, siyasi, kültürel, sanatsal bütün birikimlerimizi kullanmadan, kendi başına şablonlar oluşturarak gençleri yetiştiremeyiz. Gençliğin politik, kültürel düzeyinin yükselmesi, parti örgütlerinin düzeyini yükseltmesine, birikimlerini zengin bir biçimde kullanmasına ve gençlikle sıcak ve canlı bir ilişki içinde olmasına bağlıdır.
2-    Bir diğer sorunumuz, gençliği sadece Emek Gençliği’ne bırakmaktır. Böylece parti örgütü, gençlik karşısındaki sorumluluklarını da üzerinden atmış olmaktadır. Partinin gençlik örgütü ile ilişkisi, sadece direktif vermek ve çalışmayı gençlik komitesi üzerinden izlemekle sınırlı olamaz. Böyle olduğu içindir ki, sorunlar baş göstermektedir. Parti örgütü, gençlik örgütü içindeki çalışmaya katılmalı, kendi faaliyetini gençlik örgütünün içinde örgütlemelidir. Yani Emek Gençliği içinde görevlendirilmiş partili gençler ya da parti komiteleri ile çalışmasına Emek Gençliği’ni kazanabilmelidir. Bunu yaparken, kesinlikle onun inisiyatifini kırmamalıdır.
3-    Partimiz genç bir parti olmalıdır. Lenin’in “otuzluk ihtiyarların örgütü olamayız” sözü kulağımıza küpe olmalıdır. Partimizin gençleşmesi, 5. Kongremizin de başat gündemidir. Emek Gençliği, partimizin aynı zamanda kadro rezerv örgütüdür. Parti, kadrolarını, esasen Emek Gençliği’nden alacaktır. Fakat gençlikten partiye kadro geçişlerinde daha çok bir zayıflamadan söz ediliyor. Neden böyledir? Çünkü üniversiteler başta olmak üzere, birçok gençlik alanı, parti yerel örgütlerine, organlarda yer alma biçiminde bağlanmıyor. Parti organlarında, komitelerinde yer almayan gençler, partinin sorunlarına da, iç yaşamına da yabancı kalıyor. Örneğin bir Gençlik Merkez Yöneticisi, hiçbir parti organında yer alamayabiliyor. Eğer partili ise ve bir parti organında yer almıyorsa, bu yöneticimiz, ne kadar partinin sorun ve ihtiyaçlarını omuzlayabilir, bunları gençlere götürebilir? Örneğin üniversiteli gençler için partiye geçmek, partide görev almak çok uzak bir hedefmiş gibi duruyor. Çünkü partiye geçmek için, sanki, önce gençlik yönetimlerinde yükselmek gerektiği düşünülüyor. İş böyle gelişince, bir avuç merkez ve il gençlik yöneticisinin partide çalışması konuşulabiliyor. Gençlik örgütüne 20’li yaşlarda katılan bir genç için partiye geçme yaşı neredeyse otuzlara çıkıyor. Oysa ki, bu yaklaşım ve düşünce tamamen sakat ve bizi yavaşlatıcı bir etkide bulmaktadır.
Bu nedenle 5. Kongre sürecinde bütün parti üyesi gençler, gençlik örgütünün (onun kendine özgü bir örgütsel biçimi var) yanı sıra mutlaka bir parti organında görev almalıdır.
4-    Gençlik örgütü, devrim ve sosyalizm mücadelesini öğrenme, partili yaşamı tanıma ve içselleştirme, yoldaşlık duyguları ile eğitilmenin okuludur. Gençlik örgütü; sınıf bilinci kazanmış, halk sevgisi ile yoğrulmuş, kişisel değil toplumsal çıkarları gözeten, fedakarlık ve feragat duyguları gelişmiş, sağlam karakterli partili yeni insan tipinin yetiştiği bir okuldur. İşçi sınıfının bilimsel teorisi olan Marksizm-Leninizm ve devrimci pratik, gençlerin eğitiminin vazgeçilmez silahlarıdır. Gençliğe politik önderliği işçi sınıfının biricik siyasi örgütü olan parti yapar. Peki, ‘okullarımız’ gerçekten istediğimiz gibi midir? ‘Öğretmenler’ gerekli işlevi göstermekte midir? ‘Mezuniyetler’ ne kadar çoklukta ve başarıyla tamamlanmaktadır? Bu sorulardan hareketle, gençlik örgütlerimizde ve ona karşı sorumlu olan parti örgütlerimizde gereken ciddiyette düzenlemelere gitmek vazgeçilmez bir aciliyet taşımaktadır.
5-    Düşün ve kültür dünyasında, iktisadi alanda  “Marksizme yeniden dönüş” tartışmalarının yaşandığı bir dönemde, yayın ve kültür materyallerimizi daha etkin şekilde kullanmak gerekmektedir. Aydın birikiminin değerlendirilmesi ve kültürel etkinliklerin düzenlenmesi, TV ve gazetemizin tartışma kürsüleri olarak öne çıkarılması bu açıdan yeniden planlanmalıdır.

SONUÇ OLARAK
Gençliğin uğradığı baskılar, kapitalizmin artan sömürü ve vahşet düzenine karşı gelişen mücadele isteği, devrimci hedeflere ulaşmaktaki zemini güçlendirmektedir. Bugün Türkiye’de gençliğe önderlik edecek devrimci bir işçi partisinin var oluşu, ezilen gençlik yığınlarının zafere yürümesindeki en büyük dayanağıdır. İşçi sınıfının muazzam devrimci gücü ve halk sevgisi gençliğimizin güç kaynağıdır. Anti-emperyalist, anti-faşist yurtsever devrimci gençlik hareketinin geleneği ve ölümsüzleşen devrimci gençlik önderlerimiz yarınlara ışık tutuyor. İşçi sınıfı ve parti yarınları kazanacak ve muhakkak kapitalizm ve gericilik yenilecektir.

ÖRGÜTLENME KOMİTESİ
Eylül 2008

kriz, politika ve emeğin ve hakların dünyası için

 

En gelişmiş ülkeler başta olmak üzere dünya kapitalist sistemi büyük bir kriz tehdidi altında. Sadece aklı başında burjuva iktisatçıları değil, küreselleşmenin fanatik yandaşları bile, bu tehdidin giderek büyüdüğünü ve “kabusun gerçek olabilme ihtimalinin her geçen gün arttığını” belirtiyorlar. Muhtemel bir krizde yıkımın büyüklüğü hesapları yapılıyor ve krizden fırsat çıkarmak isteyenler de kolları sıvamış bulunuyorlar. En büyük tekellere bağlı firmalar; “üretimde daralma”, “muhtemel bir kriz” gerekçesine dayanarak, işçi çıkarmak, ücretleri düşürmek, işçilerin çeşitli haklarını gasp etmek, uluslararası ve ulusal planda mevzilerini yenilemek için çoktan harekete geçmiş bulunuyorlar. Eylül ortasında ABD’de trilyonlarca dolarlık yatırıma hükmeden 17 yatırım bankasının batması (ABD’de bankaların yüzde 85’nin batma riski altında bulunduğu belirtiliyor) ve AIG gibi dünyanın en büyük sigorta firmasına devletin müdahale ederek kurtarma girişiminde bulunması, krizin ABD ve İngiltere üstünden bir dünya krizine dönüşmesi ve yıkımın boyutlarını göstermesi bakımından önemli işaretlerdir.

ABD’nin krize 1 trilyon dolar nakitle müdahalesi ve 6 büyük merkez bankasının (ABD, İngiltere, AB, Kanada, Japonya ve İsviçre) müdahalesine ve bu müdahalenin borsalar ve öteki piyasalarda bir rahatlatma yaratmasına karşın, uluslararası burjuvazinin politik temsilcileriyle ekonomik sözcülerinin “Aman panik olmasın, bu krizi hızlandırır”, “Dibi gördük, artık daha kötüsü olmayacak” yollu uyarıları kimseyi ikna etmiş görünmüyor. Hassas duyargalara sahip büyük finans çevreleri, artık Avrupa, Amerika, Japon borsalarının güvenli limanlarında bile günlük yüzde 3-5’lik dalgalanmaları normal saymaya başladılar. Her krizin ukala öğretmenleri IMF ve Dünya Bankası ise, bir yandan “kriz önlemleri” uyarısı yaparken, öte yandan da, adlarının mümkün olduğu kadar az geçmesi için etliye sütlüye dokunmamayı tercih eden bir pozisyona çekilmiş bulunuyorlar.

Piyasalar ve finans dünyasını alt üst ederken, bütün sektörleri kapsama beklentisini de artıran ABD merkezli kriz; kuşkusuz sermayenin iktisatçı ve ideologları arasında da büyük bir hayal kırıklığı ve moral çöküntüye yol açmıştır. Bu cephede ortaya çıkan çatışmanın daha da büyümesi ve büyük bölünmeler için sadece biraz zamana ihtiyaç vardır. Yoksa küreselleşme ideolojisi ve politikalarının birleştirdiği bu küreselleşme “entelijansiya”sının etrafında birleştiği tüm “değerler sistemi” şimdiden çökmüştür. Kriz bugün bulunduğu aşamadan daha ileriye gitmese ve alınan önlemler krizin seyrini bir süreliğine erteletse bile, artık “yeni dünya düzencileri” için hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır. Çünkü kriz, bugünden, küreselleşme politikalarının cilasını kazımış, altındaki gerçeğin görülmesini olağanüstü kolaylaştırmıştır.

 

BURAYA NEREDEN GELİNDİ?

Oysa çok değil, daha bundan 15 yıl önce, kapitalizmin propagandacısı iktisatçılar, “Yeni Dünya Düzeni” (YDD) adını verdikleri düzenin dayanağı olarak; “çelişmelerini barış içinde çözen, krizsiz bir kapitalizm” dönemine girilmiş olmasını gösteriyorlardı. Yani kapitalizmin çelişmelerinin uzlaşmaz olmaktan çıktığı, dolayısıyla krizlerin olmayacağı; rekabetin barış içinde süreceği bir düzen olarak ilan edilen YDD, aynı zamanda, savaşların olmadığı, refahın yaygınlaştığı, özgürlüklerin demokrasinin sınırsız bir biçimde geliştiği bir dünya düzeni olarak tanımlıyordu.

Bu tanımlama, 20. yüzyılı, “Emperyalizm ve proleter devrimler çağı” olarak ilan eden Lenin’e, Stalin’e, Marksizm-Leninizm’e karşı burjuvazinin bir yanıtı olarak öne sürülmüştü. Çünkü; 20. yüzyıl, en azından Ekim Devrimi’nden itibaren, sosyalizm ve kapitalizm arasındaki büyük mücadelenin yüzyılı olarak; insanlığın geleceğini temsil eden sosyalizmin, insanlığın karşılaştığı sorunların ancak kendisi tarafından çözüleceğini ilan ettiği ve bunun dünya ölçüsünde kabul gördüğü bir yüzyıl olmuştu.

1980’lerin sonunda Sovyetler Birliği’nin çökmesiyle, bu büyük mücadeleyi kazanmanın özgüveniyle uluslararası burjuvazi ve onun, sosyalizmin insanlığa vaatlerini kapitalizmin vaatleri olarak formüle eden YDD ideologları*, bu hayali “düzen”i sosyalizme karşı bir seçenek olarak tanımladılar. YDD, aslında sadece sosyalizme değil, insanlığın beş bin yıllık, herkesin barış ve kardeşlik içinde yaşayacağı bir dünya ütopyasına da yanıt olarak öne sürüldü.

Gerçekte ise, YDD bir burjuva ütopyası; insanlığı bir burjuva masalla uyutmanın adıydı. Çünkü sosyalizmin, insanlığın barış ve kardeşlik içinde, sınıfsız, sömürüsüz bir toplum ütopyasının gerçekleşmesi için bir maddi temeli vardı ve Marksist sosyalizm; üretim araçları üstündeki özel mülkiyeti ve sınıfları ortadan kaldırarak; sınıfların, savaşların olmadığı bir kardeşlik dünyası, bir refah dünyası kurmayı savunuyordu. Bunun yolunu da, böyle bir dünya düzeninden çıkarı olan tek sınıf olarak (kurtulmak için kendisinden başka tüm sömürülen ve ezilenlerin kurtuluşu için mücadele etmek ve sömürüyle birlikte kendisini de ortadan kaldırmak zorunda olan bir sınıf olarak) işçi sınıfının mücadelesinin açabileceğini söylüyor; bunu bilimsel kanıtlarla da destekliyordu. Dahası, Ekim Devrimi sonrasında SB’deki uygulamalarıyla da bu kuramı kanıtlayan adımlar atmıştı.

YDD’nin ideologları ise, bu talepleri kapitalizmin gerçekleştireceğini iddia ederken; kapitalizmin, “yeni altın çağı” dedikleri bu dönemde, artık o eski vahşi, sömürücü, yağmacı karakterinin değiştiğini, sosyalizmin onu terbiye ettiğini söyleyerek[1]; bütün teorilerini, onun, kendi içinde çelişmelerini çözmüş, artık savaşmaya, sınıf mücadelesine ihtiyaç duyulmayan bir “ileri kapitalizm” dönemine geçtiği iddiasına dayandırıyorlardı.

Elbette ki; bu aşırı idealist görüş yeni değildi. “Yeni” teori, Karl Kautsky’nin daha yüzyılın başında öne sürdüğü, “ultra emperyalizm” kuramının cilalanmış ve idealize edilmiş haliydi. Ama yine de ninninin melodisi yeterince uyuşturucuydu ve Tito ve Kruşçev’den başlayarak, adım adım kapitalizmle uzlaşmanın ve kapitalizm içinde, bir devrim olmadan da, tedricen sosyalizme geçmenin tedrisinden geçmiş eskiden sosyalist, Marksist aydınlar içinde, uzlaşmanın verdiği rehavetin de katkısıyla, bu ninninin melodisi daha etkili oldu. Bu yüzden de, YDD’nin en hararetli savunucuları, onların arasından çıktı; bugün de durum farklı değil.

Bu savaşsız, refah içinde, sınıfların ebediyen var olacağı (kimi ideologlara göre, zamanla sınıfların da gereksiz olduğu görülecektir) ama birbiriyle çatışmadığı bir dünyaya varmak için de; eski dünyanın, sosyalizmin kapitalizme vurduğu tüm izlerin silinmesi; kapitalizmin bütün kurallarıyla işlediği bir biçime; “serbest piyasacı kapitalizme”, “pazar ekonomisi”ne, “mal ve hizmetlerin piyasa koşullarında üretilip dağıtıldığı ve bunların parası olanlar tarafından alındığı” kapitalist modelin uygulanması gerekirdi! Çünkü sosyalizm ve işçi sınıfının iki yüzyıllık mücadelesi kapitalizmi yolundan alıkoymuş; mal ve hizmetlerin piyasa koşullarında üretilip dağıtımını sekteye uğratmış, sermaye karşısında işçi sınıfı ve öteki emekçi sınıfların lehine kimi kurallar ve sınırlamalar getirilmesine neden olmuş; sömürünün sınırsız bir biçimde gerçekleşmesi, işçi sınıfının mücadelesi (kapitalist ülkelerdeki mücadeleler ve sosyalizmin dünya kapitalizmini baskılaması yoluyla) tarafından sınırlanmıştır.

İşte bu baskının yarattığı izleri (kurum, yasa, gelenek, örgütlenme vb.) ortadan kaldırmayı amaçlayan uluslararası stratejiye de “küreselleşmecilik” (“Mondializim”, “Globalizm”) dendi. Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ), Uluslararası Para Fonu (IMF), Dünya Bankası (DB), G-7’ler gibi uluslararası sermaye merkezleri, bu stratejinin somutlaşmış ifadesi olan “kürselleşme politikaları”nın “uygulanması” ve uygulanmasının “denetlenmesi”yle görevlendirildi. Bu politikaların yetmediği, IMF ve öteki kurumların etkin olmadığı yerlerde ise; örtülü ve açık askeri operasyonlar, hatta ülkelerin işgaline varan bir saldırganlıktan da çekinilmeyeceği, daha YDD ilan edilirken de açıkça belli edildi. Gorbaçov ve Baba Bush’un Yeni Dünya Düzeni’ni ilan etmelerinin mürekkebi kurumadan, Amerikan-İngiliz ordusunun Irak’ın işgaline yönelik 1. Körfez Savaşı denilen savaş, YDD’nin nasıl bir savaşsız dünya getireceğinin işareti olarak kendisini ortaya koymuştu!

Ama bütün bu işaretlere karşın YDD’nin propagandacıları, “sosyalizm alt edildi, böylece dünyada barışı bozan asıl güç ortadan kaldırıldı” propagandasına hız verdiler. Bunu sağlayacak şey ise; “serbest piyasa ekonomisi”nin yayılmasının önündeki engellerin kaldırılmasıydı.

Bu amaçla, uluslararası sermaye, örgütleri ve en büyük kapitalist ülkeler; tüm diğer ülkelere;

1-) Ulusal ekonomileri koruyan sınırların kaldırılarak, uluslararası sermayenin tüm ülkelerde sınırsız dolaşımının sağlanması,

2-) Kamuya ait tüm mal (KİT’ler) ve hizmet üreten kurumların özelleştirilmesi; eğitim, sağlık, ulaşım, iletişim, enerji, yerel yönetim hizmetleri… gibi temel hizmetler de dahil, tüm hizmet üretimi ve dağıtımının piyasa koşullarında alınıp satılmasının önünün açılması,

3-) Emeğin sömürüsünü sınırlayan ve sosyalizmle kapitalizm arasındaki mücadelede kapitalistlerin vermek zorunda kaldığı tavizlere de karşılık gelen emeğin kazanılmış haklarının kaldırılarak, sosyalizm ve işçi sınıfı mücadelelerinin kapitalist dünyaya bıraktığı izlerin silinmesi; bu amaçla, esnek çalışmanın yaygınlaştırılması için istihdam biçimlerinin çeşitlendirilmesi, performansa göre ücret gibi yollarla işçiler, emekçiler arasında (işletmede, işkolunda, ulusal ve uluslararası çapta) rekabetin kışkırtıldığı bir çalışma düzenin geliştirilmesi; taşeron çalışmasının sınırsız biçimde uygulamaya sokulması… türünden politika ve uygulamaları dayattılar.

Yeni Dünya Düzeni’nin temeliydi bunlar.

Çünkü YDD’nin ideologlarına göre; bu temel gelişip dünya küreselleştikçe (globalleştikçe); önce tekeller arasında, sonra da ülkeler arasında çelişmeler yumuşayıp çatışmalara yol açmayacak biçimde azalacak; böylece savaşlara gerek kalmadan büyüyen kapitalizmin, savaşlara gerek duyulmayan bir dünyanın kurulmasında sağlayacağı ilerleme, kapitalizmin “eşitsiz gelişme yasası” olarak biline yasayı da artık işlemez hale getireceğinden, tüm ülkelerin eşit (eşite yakın) gelişmesi mümkün olacak, barış ve refah yayılacak, yeryüzünde yoksulluğun kalktığı bir dönem başlamış olacaktı!.. Böyle bir dünyada ülkeler ve halklar arasındaki barışçıl ilişkiler de, hiçbir türden milliyetçi çatışma ve üstünlük çabasına gerek kalmadığı bir uluslararası düzen kurulmasının imkanını yaratacaktı.

Kısacası, böylece; 1) Savaşların olmadığı, tüm dünyanın barış içinde yaşadığı, 2) Refahın yaygınlaştığı, 3) Demokrasinin gelişip tüm ülkelere yayıldığı, bireysel özgürlüklerin serpilip geliştiği, 4) Ülkeler ve halklar arasında üstünlük ve eşitsizlik çabalarının kimseye yarar sağlamayacağı için ihtiyaç olmaktan çıktığı bir dünya olacaktı dünya!

Çatışmaların kontrol altına alındığı, krizlerine kendisi çözüm bulan (krizsiz bir kapitalizm), barış içinde, küreselleşmiş tek bir dünya ideali, kuşkusuz bir burjuva ütopyasıydı. Çünkü; kendisi emek ve sermaye çatışması temelinde yükselen bir sistem olan kapitalist dünyanın, barış içinde, kardeşlik içinde, refahın paylaşıldığı bir dünya olması mantıksal bakımdan bile olanaksızdı. Ve bunun olmayacağını, en başta böyle bir düzen iddiasıyla ortaya çıkan güçlerin politikacıları, ideologları biliyordu. Ama, burada amaç, gerçekten bir “Yeni Dünya Düzeni” değil, eski düzeni restore etmek, bu bahaneyle sosyalizmin izlerini silmek, sömürüyü sınırlayan engelleri ortadan kaldırarak, dünyanın yeraltı ve yerüstü servetlerinin en büyük tekelci güçler tarafından yağmalanmasının önünü açmaktı.

Bu kısa zamanda görüldü. Çünkü; küreselleşme politikalarının hayata geçmesi için; bir yandan uluslararası sermayenin sömürü ve yağmasından kurtulmak üzere alınmış ulusal içerikli önlemlerin ortadan kaldırılması bir saldırıya dönüştürülüp, IMF ve DB bu ülkelerin başına dikilirken; öte yandan da bu saldırıya direnen ülkelere karşı güç kullanılmaya girişildi.

Yugoslavya’dan altı yeni ülke çıkarıldı, Rusya cumhuriyetlerine parçalarken, Irak’a karşı savaş açıldı. İran ablukaya alındı; Yemen’den Pakistan’a, Afganistan’dan Filistin’e, Endonezya’dan Latin Amerika’ya diplomasi ve örtülü operasyonların her biçimi kullanıldı. Ve uluslararası baskı, birer birer ülkelerde işçilerin emekçilerin kazanılmış haklarının kaldırılması; esnek çalışmanın yaygınlaştırılması, taşeronlaştırmalar üstünden sendikalar ve emek örgütlerinin işlevsizleştirilmesi girişimlerinin tam bir saldırıya dönüştürülmesi eklendi; bu saldırganlık, patronlar, hükümetler ve uluslararası sermaye kuruluşlarının koordineli operasyonlarıyla yürütüldü.

YDD’nin ilanının üstünden 10 yıl geçmeden, barış içinde, refahın, özgürlükler ve demokrasinin her yerde yaygınlaştığı ve uluslar ve devletler arasında adil bir dünya düzenin olduğu bir dünya ve onu çağrıştıracak vaatler yavaş yavaş propagandadan bile çıkarılmıştı.

2001 yılında New York ve Washington’a yapılan El Kaide saldırısından sonra; başta ABD yönetimi olmak üzere, gelişmiş kapitalist ülkelerin siyasetçi, diplomat ve propagandacıları; barış, adalet, refah ve özgürlük taleplerini “resmen” de Yeni Dünya Düzeni’nin “yükselen değerleri” olmaktan çıkardılar. Onların yerine yeni değerler olarak; “medeniyetler savaşı”, “Haçlı savaşı” ve “terörizme karşı yüz yıllık bir mücadele dönemi”nin gerektirdiği “Ortaçağ” değerlerini öne çıkaran bir kampanya başlattılar.

“Terörizme karşı mücadele” ve Batının ve Hıristiyan-Yahudi kültürünün korunması adına, Rönesans’tan beri insanlığın bilim ve kültürel gelişimi içinde çöpe atılmış en gerici değerlerin korunması için özgürlüklerin kısıtlanması, demokrasinin sınırlandırılması; ülkelere karşı tek taraflı savaş ilan etme gibi, 20. yüzyılın başından beri geliştirilen insanlığın ileri değerleri tümüyle terk edildi.

Kısacası, 2001’e gelindiğinde; Yeni Dünya Düzeni’nin, 1990’larda ebedi değerler olarak ilan ettiği “ilkeler”den sadece “piyasa ekonomisi” ve “sermayenin uluslararası planda serbestçe dolaşımı”nın kerameti üstüne hamasi değerlendirmeler kalmıştı.

Gerçi 1994 Meksika krizi, 1998 Güney Asya, 1999 Rusya, 2001 Türkiye ve Arjantin krizleri, küreselleşme politikalarının itibarını epeyce çizmiş olsa da, kürselleşmenin propagandacıları; hala “krizsiz kapitalizm” ve “küreselleşen bir dünya” seçeneğinin tek seçenek (seçenekler içinde en iyisi) olduğunu, ancak bu sayede insanlığın ilerleyeceğini iddia etmeye devam ettiler.

Küreselleşmecilere göre; bütün bu krizler, “eski” kurumlardan, “eski” devletçi, korumacı ekonomi artıklarından geliyordu; dolayısıyla bunlar ortadan katıkça, “küreselleşme” kurumlaşıp geliştikçe, her şey yoluna girecekti; zaten krizlerin vurduğu ülkeler de, gelişmiş kapitalist ülkeler değil, henüz yeterince liberalleşememiş ülkelerdi! Bu yüzden de, IMF, DB ve öteki uluslararası sermaye merkezleri ve gelişmiş ülkeler; krizlere karşı “daha çok liberalleşme”yi, “özelleştirmeleri daha hızlı yapmayı” ve sağlık, eğitim, yerel yönetim hizmetlerinin daha çok piyasalaştırmasını önermişler; krizlerin tahribatını bu yolla sağlanan kaynaklardan karşılamayı öğütlemişlerdi.

 

KAPİTALİZMİN TARİHİNİN EN BÜYÜK DEVLETLEŞTİRME HAREKETİ

Son bir yıldan beri, “kriz” sözcüğü etrafında olup bitenler ise; liberal iktisatçıların, neo-liberal politikacılar ve ideologların bütün iddialarını çürütecek biçimde gelişmektedir.

Her şeyden önce, krizin “merkez üssü” ABD’dir. Ve bir yılı aşkın bir zamandan beri; enflasyon ve işsizlik artarken, ekonomik büyümenin istikrarlı bir biçimde yavaşladığı bu ülkede, mortgage sisteminden başlayan sıkıntılar giderek finans sektörünü kapsamış ve “reel sektör” denilen mal ve hizmet üretimi alanlarında da etkisini duyurmaya başlamıştır.

Kriz etkenlerin yükselişini önlemek için girişilen piyasacı müdahalelerin bir etkisini olmaması ve kriz dalgalarının her adımda daha derin ve daha geniş bir alanı etkilemesi, sermaye iktisatçılarının uluslararası finans merkezlerinin kabusu haline gelmiştir. Neo-liberal iktisat politikacıları, halka para dağıtmak (ABD’de, yazın başında, kişi başına 700 dolar dolayında tüketim kredisi açılması gibi) gibi en pespaye Keynesyen önlemler ve müdahalelere bile sarılacak kadar düşmüşlerdir.

Özellikle Ağustos’un ikinci yarısında şiddetlenen sarsıntıda, Fannie Mea ve Freddie Mac’in çöküşü (Bu iki kuruluş, ABD, Çin ve Japonya başta olmak üzere, pek çok ülkede, yaklaşık 5 trilyon dolarlık bir sermayeyi kontrol ediyorlardı), bu dalganın bugüne kadarki en büyük yıkıntısı oldu. Bu yıkıntı ve ardından Eylül’ün ortalarında gelen Merrily Lynch’in satışı ve Lehman Brothers’ın çöküşü, dünyanın en büyük sigorta kuruluşu AIG’ye 85 milyar dolar sübvansiyonla devlet tarafından el konulması ve daha pek çok dünya sıralamasının doruklarında yer alan banka, kredi kurumu ve sigorta firmasının kurtarılma sırasına girmesine karşın, daha büyük çöküntülerin beklenmesi; içinden geçilen kriz sürecinin ne büyük bir yıkım potansiyeli taşıdığının göstergesidir. ABD’nin en büyük 19 yatırım bankasını devletleştiren ve ayakta kalmaları için 900 milyar dolarlık destek sağlayan ABD, şimdi de, 700 milyar dolarlık bir fonla, kurtarılmayı bekleyen firmaları kurtarmaya hazırlanmaktadır. Bu, elbette, daha şimdiden, tarihin gördüğü en büyük devletleştirme hareketidir. İşin ironik tarafı, bu devletleştirmeyi, kendi ideolojik temelini “bütün kötülüklerin anası devletin ekonomiye müdahalesidir var sayımı” üstüne kurmuş olan sermaye fraksiyonunun gerçekleştirmek zorunda kalmasıdır.

Kriz, asıl marifetini ABD’de sergilemektedir; ama son aylarda ABD ile en sıkı ekonomik ilişik içinde ve ABD ile birilikte “küreselleşme” harekatının en ön safındaki Avrupa ülkesi olan İngiltere’de de, kriz, İngiliz ekonomisinin ana dayanağı olan finans sistemini temellerinden sallamaya başlamıştır.

Birkaç ay öncesinde, kriz etkenlerinin yükselişi karşısında iyimserliğini bozmayan ve yakın gelecekte her şeyin daha iyi olacağını, küresel ekonominin birkaç sarsıntıdan sonra yoluna devam edeceğini söyleyen sermaye ekonomist ve politikacıları, şimdi artık, “Bugün daha iyi günlerdeyiz. Yarın bugünü aratacak” demektedirler. Dahası; geleceğe dair bir kestirimde de bulunamamaktadırlar.

Olup bitenler içinde iki şey açığa çıkmıştır:

1) Bu kriz sürecini önceki krizlerinden ayıran birinci özellik, krizin üssünün ABD ve İngiltere’nin de krizden en çok etkilenen ikinci ülke olmasıdır. Dahası krizin, AB ülkeleri başta olmak üzere, bütün diğer ülkelere, Çin ve Hindistan gibi son yılların “yıldız”ları da dahil, küreselleşmenin kapsadığı tüm ülkelere yayılacak bir potansiyel taşıdığı gerçeğinin açıkça görülmesidir.

2) Kriz, düzensiz aralıklarla ortaya çıkıp vuran, sonra “dinlenen”, ama her seferinde daha genişleyip derinleşen etkilerini ortaya koyan bir seyir izlemektedir. Burjuva iktisatçıları, ideologları ve her türden küreselleşme savunucularının bu krizden nasıl çıkılacağı konusunda, bırakalım pratik çözümü, teorik olarak bir yaklaşımları bile yoktur. İçlerinde biraz namuslu olanlar, “Keynesyen önlemlere mi dönsek” yoksa “Marx mı haklıydı”, “Bırakın yapsınlar bırakın geçsiler artık tümüyle tarihte mi kaldı”  demektedirler, ama kriz dalgaları karşısında sadece olanları açıklamakla yetinmekte ya da çaresizlik homurtularından öteye geçmeyen anlamsız sesler çıkarmaktadırlar. IMF ve Dünya Bankası, yazın başında kimi ülkelerde “açlık ayaklanmaları” çıktığında, devletleri gidişata müdahale etmeye çağırırken, aslında küreselleşme politikaları merkezli bir dünya fikrinin çöktüğünü de ilan etmişlerdir. Keynesyen öneriler, “Acaba Marx haklı mıydı” tartışmaları da, bu “çöküş”e paralel olarak gündeme gelmektedir. Bu, dünyayı yöneten kapitalist güçlerin sistemin karşılaştığı sorunlara çare bulamadığının ilanıdır.

IMF ve Dünya Bankası’nın devletleri gidişata müdahaleye çağırması, ABD’nin trilyon dolarlık fonlarla gidişata müdahale etmeyi devletleştirmeye kadar vardırması, küreselleşmenin itibarının sıfırlamak, küreselleşmenin çöktüğünü ilan etmek demektir. Çünkü YDD ve onun ekonomik temelini oluşturan temel ilke, devletin ekonomik alandan tümüyle çekilmesi ve piyasa karşısında müdahalesizliktir. Bugün ise, tam tersi yapılmaktadır.

Ancak bunlardan, kapitalizmin, yol açtığı/açacağı yakıntıları işçi ve emekçilere fatura edemeyerek, sorunlarını hiçbir biçimde çözemeyeceği krizine dolanarak, kendi kendisine yıkılıp gideceği anlamı çıkarılamaz. Tersine, eğer başta işçi sınıfı, kapitalizm karşıtı güçler tarafından müdahale edilmezse, kapitalist sistemin, önünde sonunda, yıkılanın yıkılacağı, ama kalan sağlarla, yüz yıl geriye gitse bile umursamadan, yeniden ayakları üstüne dikeceğinden şüphe duyulamaz. Ve kapitalistler, daha şimdiden; suyun yüzünde kalmak için, işçilere yol vermeye başlamışlar, çalışanları işten çıkarak “hafiflemek” için hareket geçmişlerdir. Dahası, yangını söndürüldükten sonra; kapitalistler, bu krizin yıkıntısından en güçlü çıkmak için de harekete geçeceklerdir.

 

SERMAYE GÜÇLERİNİN FAZLA SEÇENEĞİ YOK

Bu yüzden de, toplam açısından bakıldığında; mevcut kriz bir biçimde rolünü icra ettiğinde; yeniden ayağa kalkmak için; birbirinin boğazına sarılmak ayakta kalmanın tek geçerli yöntemi olduğu için zaten ara verilmeyen dünyanın yeraltı ve yer üstü kaynaklarını yağmalama yarışı yeni bir hız kazanacaktır. Ve kapitalistler krizi bir fırsat olarak kullanmayı amaçlayacaklardır. Bunun, daha bugünden sayısız belirtileri ortaya çıkmıştır.

Böyle bir durumda, sermayenin imkanları şunlardır:

1-) Liberalleşmeye daha çok hız vererek, kalan özelleştirmeleri tamamlamak, satılabilecek her şeyi satarak sermayeye çevirmek. İşçi ve emekçilerin kazanılmış haklarını ortadan kaldırmak için emeğin geçmişten gelen kazanımlarına (işsizlik sigortası, sosyal güvenlik ve sağlık fonları, kıdem tazminatı birikimleri,…) yönelik saldırıları artırmak.

2-) Emek sömürüsünü sınırsız bir biçimde artırmak için çalışma koşullarını ağırlaştırmak, sömürüyü sınırlayan işçi haklarını ortadan kaldırırken, işçilerin örgütlenmelerini işlevsizleştirecek girişimleri sonuna kadar zorlamak.

3-) Birkaç ileri kapitalist ülkenin geri kalan ülkelerin birikimlerini yağmalamasının önündeki tüm engelleri kaldırmayı, halkları her yolla sömürü ve talana boyun eğdirmeyi bir dünya düzenine; yeni uluslararası ilişkilerin resmi haline dönüştürmek isteyeceklerdir.

Ancak herkesin kendi gücüne göre bir pay alacağı bu düzenin kurulması öyle kolay olmayacak; tersine, dünün en güçlüleri değil, geleceğin güçlüsü olacaklar, hızla gelişenler (kapitalizmin eşitsiz gelişme yasası gereği) yeni düzenin patronu olmak isteyeceklerdir. Bunun belirtileri bir zamandan beri vardır. Özellikle de Rusya’nın ABD’ye açıkça meydan okumasından sonra, ABD ve Rusya mihrakı olarak iki mihrak artık ortaya çıkmıştır. AB, Çin, Japonya gibi ülkeler de elbette bu kutuplaşmada son derece önemlidir. Kriz, bu kutuplaşmaları hızlandırıp büyütürken, aynı zamanda, dünyadaki güçler arasındaki çatışmayı ve büyük emperyalist devletler arasında yeni bir paylaşımı; dolayısıyla bir dünya savaşının koşullarının oluşmasını da olağanüstü hızlandıracaktır.

Elbette bütün bunların başarılmasının koşulu, işçi sınıfının, dünyanın barış ve demokrasi güçlerinin gidişata kendi cephelerinden müdahale edememesiyle yakından ilgilidir. Ve ilk bakışta; dünya işçi sınıfının bugün içinde bulunduğu parçalanmışlık ve atalet, uluslararası barış güçlerinin dağınıklığı göz önüne alındığında, bütün bu gidişatın kapitalist güçler tarafından rahatça yönlendirileceği sanılırsa da, bu doğru değildir. Çünkü gelişmeler; gerek işçi sınıfı ve diğer emekçi sınıflar, gerekse birer birer ülkelerin barış ve demokrasi güçleri için son derece hızla toparlanma ve gidişata müdahale etme imkanlarını da olağan üstü büyütecek özellikler taşımaktadır. Bunun en başında; ABD merkezli son krizin (bugün geldiği aşamadan daha ileri gitmese bile), küreselleşme ideolojisini (felsefesini) çökertmiş olması gelmektedir. Çünkü böylece, artık kapitalist-emperyalist burjuvazi ve türlü temsilci, sözcü ve propagandacıları, yığınları aldatıp peşlerine takmalarına birinci dereceden dayanak olan en önemli silahı kaybetmiş olmaktadırlar. Bu, yığınların, küreselleşmenin propagandacılarının söylediklerinin etkisinden kurtulmalarının imkanlarının büyüdüğünü gösterdiği gibi, kapitalizm ve emperyalizm karşıtı Marksist ve devrimci güçlerin söylediklerine de kulaklarının açılması anlamına gelir. Dolayısıyla gelişmeler; işçi sınıfının, burjuvazinin kapitalist dünyasının karşısında kendi dünyasını kurma, emekçilerin ve halkların özgür ve barış içinde yaşayabileceği bir dünyayı inşa etme; işçi sınıfının sömürüsüz ve sınıfsız dünyasına giden yolun açılmasının imkanlarının sınırsız geliştiği bir sürece girildiğinin işaretidir.

 

EMEKÇİLERİN VE HALKLARIN BARIŞ VE KARDEŞLİK DÜNYASI İÇİN

Kısacası, son bir-bir buçuk yıl içinde kapitalist sistem içindeki gelişmeler, sınıf partisinin ve gerçek Marksistlerin kapitalizme ve küreselleşme politikalarına yönelttiği eleştirileri, bugün artık hem iktisat çevreleri hem de işçi sınıfı ve öteki halk kesimleri bakımından daha anlaşılır hale getirmiştir. Bu, son derece önemli bir olanaktır. Çünkü bu, bir yandan burjuva aydınları içinde bir bölünmenin yolunu açıp, burjuva cephede parçalanmayı mümkün kılarken, aynı zamanda, işçi sınıfı ve halk yığınları içinde kapitalizme duyulan güvenin, onun yıkılmazlığı hakkında uyandırılmış hayallerin yıkılmasını kolaylaştırmıştır. Liberal, neo-liberal görüşlerin itibar kaybetmesi, gerçeklerin anlaşılmasını kolaylaştırmıştır, süreç ilerledikçe daha da kolaylaştıracaktır. Uluslararası işçi sınıfının ve sınıf partilerinin kapitalizme ve emperyalizme karşı mücadele imkanlarının genişlemesi, işçi sınıfı ve halkaların kendi iktidar mücadeleleri açısından, insanlığın bugün önündeki sorunları aşması ve işçi sınıfı ve partilerinin çözümlerinin emekçilerin gündemine oturması imkanlarını son derece genişletmiştir.

Dünya şimdi, Amerikan ekonomisini çok derinden sarsarak hükmünü icra etmeyi sürdüren krizin, tüm dünyayı büyük bir krize doğru sürüklediği fikrinin giderek daha güç kazandığı bir aşmaya gelmiştir. Kimi ülkelerde “ekmek ayaklanmaları”na, kimi ülkelerde ise liberalleşmenin militan savunucularının birbiriyle çatışmasını da kapsayan bölünmelere ve burjuva iktidarların sarsılmasına yol açan tepkiler, şimdiden görülmeye başlamıştır.

Açıktır ki, yukardan beri söylenenlerden, sınıf partisi ve onun her kademeden örgütleri ve üyeler için (elbette tüm ilerici ve demokrat güçler için de bu sonuçlar önemli ölçüde dikkate değerdir) iki sonuç çıkar: Bunlardan birincisi, krizin ABD merkezli oluşu ve tüm kapitalist dünyayı kapsama eğiliminde olan karakteriyle bağlantılıdır ki, işçi sınıfının ulusal düzeyde birliği ve krizin yükünü sermayeye yıkma içerikli taleplerle sınırlı mücadelesinin (önceki krizlerde üstünde tartışılan klasik krize karşı mücadele talepleri) yetmeyeceği, tersine uluslararası birliğinin de son derece önemli olduğu gerçeğidir. Bu, bir yandan sınıf partisi, öte yandan da sendikaların ve emek örgütlerinin uluslararası görevlerinin somut ve önemli bir biçimde artması demektir. Burada, uluslararası reformcu sendika merkezlerinin küreselleşmeci çizgilerine karşı tutum almak, ama bu merkezlerde bile bir bölünmenin olacağını, hatta bunun kaçınılmaz olacağını görerek, sendikaların, yeni bir uluslararası mücadeleci sendikal platformda birliği mücadelesine hız vermek önem kazanmıştır.

Olup bitenden çıkarılacak ikinci önemli sonuç ise; sermayenin uluslararası seçeneği olan küresel dünya stratejisine karşı, insanlığın gerçekten barış ve kardeşlik içinde yaşayacağı, “sömürüsüz bir dünya”nın yolunu açacak işçi sınıfının, emekçilerin ve halkların dünyası mücadelesini somut bir seçenek olarak öne çıkarmaktır. Böyle bir mücadelenin geliştirilmesidir. Bu mücadele, elbette, her ülkede, sermaye güçlerinin krizin yükünü işçi sınıfına ve halka yıkma girişimlerini reddetme mücadelesiyle bağlantılı olarak geliştirilecek bir mücadeledir.

Türkiye’nin sınıf partisinin, ilerici, demokrat siyasi parti ve çevrelerin, sınıftan yana sendikacıların, emek örgütü yöneticilerinin; soyut değil, somut görevlerini dünyanın içinden geçtiği bu sürecin özelliklerinden çıkarması, planlarını ve hesaplarını bu gerçekleri göz önüne alarak yapmaları hayati bir önem kazanmış bulunmaktadır. Aksi, reformculuğa sürüklenmek, düzenin kendisini yenileme çabalarının kuyruğuna takılmak olacaktır.

 

 

 

(*) Bu ideologlar içinde en önemlilerinin bir bölümü eskiden Marksist olmuş, uzun zaman SB’yi ve sosyalizmi savunmuş olan dönek Marksistlerdi. Diğer bir bölümü ise, önemli bir bölümü ABD’de üstlenmiş ve YDD’yi ilan eden en üst kastın etkin unsurları olan neo-liberal politikacılardı. Bunlar, 2. Savaş’tan sonra SB’ye karşı ABD’yi savaşa kışkırtan eski Troçkistlerin süreç içinde evrimleşip bugün Bush etrafında ve neo-liberalizmin ideologları halinde toplanmış olanlarından oluşuyordu.


[1] Eskiden sosyalist olup da şimdi YDD’ci olan kapitalizm ideologları ve propagandacıları, sosyalizmin, çökerken, kapitalizmi de değiştirdiğini ve onu uygarlaştırdığını iddia ederek, hala sosyalist olduklarını da ima etmiş oluyorlar.

Medya savaşlarının gösterdiği

 

 

32 kısım tekmili birden bir medya kavgasının ortasında at izi it izine karışmış durumda. Ama ortalığa dökülen gerçekler, aslında sadece tek bir gerçeğe işaret ediyor: Medya, hiçbir zaman sadece medya değildir. Derler ki; bir medya organının maddi değerini hesapla ve beşle çarp, o zaman gerçek değerine ulaşırsın. Kastedilen güçtür; medyanın, haberleşme ağlarını tekelinde tutmanın gücü. Ve bu güç kolaylıkla “kâr”a dönüştürülebilir. Geçmişte, medyanın gücünü, “kamuoyu” denilen halk adına gazetecilerin kullandığı varsayılırdı. Burjuva gazetelerin bile, en azından “kuralına uygun işleyen bir sistem” için işlev taşıdığını söylenebilirdi o zaman. Ama bugün, bu güç, daha fazla kâr için kullanılan bir silah sadece. Maddi değeri beş kat artıran da, “kârı artırma potansiyeli”nden başka bir şey değil.

Kapitalizmin “dördüncü kuvvet” saydığı ve sistemin devamı için vazgeçilmez gördüğü medya, bugün üç gücün çekiştirdiği “ortalık malı”na dönüştürülmüş durumda. Hükümet, sermaye ve asker, açıkça medya üzerinde planlar yapıyor, yön veriyor, yönlendiriyor. Hükümetin yaptıklarına karşı, “basın özgürlüğü” adına karşı çıkmanın bile zorlaştığı günler yaşıyoruz. “Yesinler birbirlerini” demek de mümkün, ama olan yine emekçilere olacak. Siyasi alanda sahte kamplara bölünen halk, okuduğu gazeteler üzerinden bir kez daha bölünecek. Aynı yalanları farklı logolar altında okumak zorunda bırakılacak.

Öncelikle yakın zamanda yaşananlara kısaca bir göz atmakta fayda var. Deniz Feneri Davası’yla ilgili haberler, AKP Hükümeti ile Doğan Grubu arasında esen soğuk rüzgarları fırtınaya dönüştürdü. İşçi gazetesi Evrensel’in 1.5 yıl önce yayınladığı ve o dönem görmezden gelinen yolsuzluk haberlerini bugün birden bire kıymete bindiren gelişmelerin fitili böylece ateşlenmiş oldu. AKP Hükümeti’nin ve onun başı Erdoğan’ın tezi belli: “Doğan Grubu’nun hortumlarını kestik, o yüzden bağırıyorlar”. Bir Başbakan, bir holding patronunu Kasımpaşa jargonuyla tehdit ediyor, “Benden istediklerini açıklarım” diye şantaj yapıyor. Hilton arazisine rezidans yapma pazarlıklarını böyle öğreniyoruz; CNN Türk’ün karasal yayına geçmek için çabaladığını da… Ve kim bilir başka ne istekler, ne pazarlıklar…

 

BÖYLE MEDYAYA BÖYLE BAŞBAKAN

Aydın Doğan, “Erkeksen açıkla” kıvamında konuşuyor: “Ben Hilton için bir şey istemedim. Ceyhan’da rafineri ruhsatı istedim. Başbakan, Çalık’a söz verdiğini söyledi” diyor. Bir de rafineri ve AKP ile Çalık Grubu’nun ilişkisi de çıkıyor böylece ortaya. Uzun uzun kavgayı ve karşılıklı sözleri aktarmaya gerek yok. Özünde aynı kapıya çıkıyor bütün cümleler. Başbakan sıfatı taşıyan Recep Tayyip Erdoğan, birden bire beklenmedik bir çağrı yapıyor. Yüzde 47’lik oy tabanına sesleniyor: “Bu ülkede medya güvenilirliğini yitirmiştir, kendini bitirmiştir. Onun için, bundan sonra ben de diyorum ki, partinin mensupları olarak yalan yanlış bu haberleri yapan medyaya karşı sizler de kampanyanızı başlatın, sürdürün ve bu gazeteleri evinize sokmayın, almayın. Bu kadar açık konuşuyorum. Hangi dilden anlarsanız o dilden konuşacağız ve biz bu ülkede bu hizmetleri canla başla sürdürürken bir de sizle mi uğraşacağız ya…” Çok söze ne hacet: Böyle medyaya, böyle Başbakan!

Yetmezmiş gibi bir AKP yöneticisi çıkıyor; “Aydın Doğan bir sabah saat 06.00’da uyandırılıp bileklerine kelepçe takılırsa şaşırmam” diyor. Bu açık gözaltı ve tutuklama tehdidini, Aydın Doğan “bu kelepçe basın özgürlüğüne vurulmuş olur” diyerek göğüslemeye çalışıyor. Ama aklında, Sermaye Piyasası Kurulu’nun Doğan Holding’in 1997-2003 yılları arasındaki kağıt ithalatını incelemeye alması var. Burada tespit edilen yolsuzlukların “kelepçeli bir gözaltı”na dönüşmeyeceğinden emin olmak istiyor. Alınırsa da, en azından bunun bir “basın özgürlüğü sorunu” olduğuna kamuoyunu ikna etme gayreti içinde denilebilir.

 

BİR ZAMANLAR SU SIZMIYORDU

Bugün bunları söyleyen Erdoğan’ın, Başbakanlığının ilk yıllarında Doğan Grubu ile arasından su sızmıyordu. Başbakan, Aydın Doğan’ın her işini görüyor; Doğan Grubu da tüm gazete ve televizyonlarıyla Avrupa Birliği yolundaki “sahte” başarıların borazanlığını yapıyordu. Uzan’ın el konulan televizyonu Star TV de, böyle bir dönemde Aydın Doğan’a verildi.

Aslında Başbakan Erdoğan, bugün Aydın Doğan’a söylediklerini iki yıl önce de söylemişti. Erdoğan’ın şu sözlerine dikkat edin: “Kendi menfaatlerinizin, gayrimeşru menfaatlerinizin önü kesildi diye bu haberleri yaptığınızı millete anlatacağım. Hangi talebiniz geri çevrildi diye bu haberleri yapıyorsunuz? Bunlar çıkacak meydana…”. Söyleyen Erdoğan, kastettiği medya grubu ise Doğan Grubu’ndan başkası değil. Bugün kopan fırtınaya ne kadar benziyor değil mi? Peki sonuç ne oldu? Hiçbir şey. Hiçbir şey ortaya çıkmadı.

Aydın Doğan’ın POAŞ’ta kaçırdığı vergiler sümenaltı edildi, AKP Hükümeti yeniden Doğan’ın gözdesi oldu. 2007’de seçimlere gidilirken, Doğan Grubu’nda AKP yanlısı rüzgarlar esiyordu. Anlaşma sağlanmış, borçlar silinmiş, “gizli pazarlıklar” sonuçlanmıştı. Yeni bir çatışma dalgası bir yıl bile geçmeden geldi. Başbakan’ın deyimiyle “menfaatlerin önü kesildiğinden” midir; Aydın Doğan’ın yaklaşımıyla “ben işadamıyım, elbette taleplerim olacak” zihniyeti henüz sonuç alamadığından mıdır bilinmez, kavga yeniden patladı.

 

MEDYADA AKP OPERASYONU

AKP Hükümeti’nin bugün Aydın Doğan ile kapışmasının ardında, artık “doğrudan bağlı bir medya” yaratma yolunda attığı adımların da etkisi var. AKP Hükümeti’nin ilk yıllarında büyük medya gruplarından biri olan Uzan Grubu, artık yok. Televizyonunu Aydın Doğan, gazetesini AKP yanlısı bir işadamı aldı. Bir dönem öncesinin “hükümet muhalifi” sayılan Sabah – ATV grubu ise, artık Çalık Holding’in elinde. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın “Bizim Çalık” diye bahsetiği Ahmet Çalık, holdinginin üst düzey yöneticiliğine Başbakan’ın damadı Berat Albayrak’ı getirmeyi ihmal etmedi. Sabah-ATV grubunun başında da Başbakan’ın damadının kardeşi Serhat Albayrak var. Bunlara, TMSF eliyle AKP yanlılarına devredilen Star gazetesi ile kardeş televizyonu 24’ü de eklemek lazım. Yeni Şafak, Vakit gibi doğal olarak AKP’li gazeteler ile Fethullahçı olduğu bilinen Zaman gazetesi de AKP yanlısı cenahın ağır topları. Bir de, “yandaş medya” ile “karşı medya” arasında tarafsızlaştırılanlar var. Mehmet Emin Karamehmet’in Show TV’sinin ortakları arasında, hükümetin kontrol ettiği TMSF de bulunuyor. Karamehmet de, Pamukbank batışı dolayısıyla hükümete göbekten bağlı. Çatışmanın tarafı değilmiş gibi görünmeye çalışan NTV başta olmak üzere, Doğuş Grubu, hem Aydın Doğan, hem de AKP ile arayı iyi tutma gayreti içinde. Bu yüzden haber kanalı olma iddiasındaki NTV ekranlarında “suya sabuna dokunmayan haberler” ağırlığını artırıyor. Gözünü elektrik özelleştirmelerine dikmiş olan Turgay Ciner’in Kanal 1 ve Haber Türk televizyonları da, şimdilik AKP ile iş pişirme gayreti içinde. Bir yandan gazete çıkarmaya hazırlanan Ciner, Doğan-AKP kavgasını, nasıl nemalanacağını düşünerek izliyor.

 

“PATRONAJ” NASIL DEĞİŞTİ?

Son günlerde yaşanan gelişmelerin özeti bu. Anlamak için ise, daha eskilere gitmek lazım. Gazeteciliği, gazetecilerin yaptığı yıllarda da bu işler olurdu aslında. Televizyon henüz yoktu. İktidarlar ile gazeteler “kağıt” ve “teşvik” tahsisi üzerine gerilim yaşarlardı. Medyadaki değişim, kavganın niteliğini de değişirdi. Peki, ne oldu medyada, ne değişti? Öncelikle, bugün “patronaj” denilen sahiplerin niteliği değişti. Gazeteci kökenli, servetlerinin kaynağı gazetecilik olan, yayıncılık ile palazlanan gazete patronları, gazetelerini bir bir elden çıkardılar. 1980 sonrası Turgut Özal’ın “İki buçuk gazete yeter” diye yaklaşımını özetlediği bu dönemde, Aydın Doğan başta olmak üzere, pek çok medya patronu ihya oldu.

Sektörün kârlı olmadığını, ama medyayı elinde tutmanın doğal sonucunun kâr olacağını fark eden pek çok sermaye grubu, bu sektörde kendini var etmeye başladı. Örneğin bugün Doğan Grubu bünyesindeki çok sayıda televizyon ve gazete içinde sadece Hürriyet ve Kanal D’nin kâr edebildiğini söylemek, herhalde gerçeği anlamak için önemli bir veri olabilir. Holdingler, “en az bir banka, en az bir gazete” ilkesiyle bu iki alana birden balıklama daldılar. Özellikle 1990’lı yılların ilk yarısı bu iki sektörün yıldızının parladığı yıllar oldu. Mantar gibi çoğalan bankalar ile mantar gibi türeyen gazete ve televizyonlar, her iki sektörde de “şişkinlik” yarattı. Kendi bankasından aldığı kredi ile kendini ihya eden patron tipi, kendi medyası ile gerçeklerin üzerini örtme çabasına girişti. Neredeyse “temiz” bir medya patronundan söz etmenin mümkün olmadığı bir döneme girildi. Dönem dönem aralar bozuldu, çatışan medya grupları birbirleriyle ilgili tüm yolsuzlukları ifşa etseler de, sonunda ara bulundu. Hükümetler ile de yer yer çatışmalar yaşansa da, sonunda anlaşma sağlandı. Sonuçta, kalın bir yalan perdesi ile gerçeklerin üzeri örtüldü.

Medya sahibi sermaye gruplarının değişimi ile paralel gelişen bu süreci, araştırmacı yazar Mustafa Sönmez şöyle anlatıyor: “Orijini medya olan sermayedarlar, finans, sanayi, ticaret, emlak gibi sektörlere de yatırım yaptılar; ya da medya dışındaki sermayedarlar ya yenilerini kurarak ya da mevcutları ele geçirerek/ortak olarak, medya sektörüne girdiler. İletişim ve bilişim teknolojisinin yoğunlukla kullanıldığı bu sektörlerde, yazılı basında tirajlar, ürün çeşitleri hızla arttı, cirolar büyüdü, reklam harcamaları hızlandı ve yazılı-elektronik pazarda etkinlik kuran, daha ileri teknoloji ve işletmecilik uygulayan gruplar, hem satışlardan hem reklam harcamalarından giderek büyük paylar almaya ve sektörde hakimiyet kurmaya başladılar. Bu hegemonya tesisinde, medya dışından edinilen ekonomik kaynakların ve hükümetler üstündeki etkinliklerin ya da hükümetlerle girişilen pazarlıklar sonucu edinilen kaynakların da katkısı büyük oldu.

 

HOLDİNGE BAĞLI GAZETECİ ORDUSU

Sadece gazeteler değil, gazeteci tipolojisi de değiştirildi. Basın emekçileri, bilinçli bir politikayla, yüksek maaşlı “medya köleleri” haline geldi. Gazeteler Babıali’den İkitelli’ye taşınırken, sendikayı, basın meslek ilkelerini ve hepsinden önemlisi “basın emekçisi” kimliğini Cağaloğlu’nda bıraktılar. “Maaşa zam, sendikaya elveda” dönemi, dünyayı kendi etrafında döndüren ve hatta patron istediğinde onun etrafında döndüren hilkat garibesi medya yöneticileri ve yazarları yarattı. Gazete ve televizyonların “kamusal alan” sayıldığı, “kamu yararını gözeten kurumlar” olduğu sözleri, kimsenin yüzüne bakmadığı ders kitaplarında kaldı. “Editoryal bağımsızlık”, “tarafsızlık”, “angaje olmama” gibi kavramlar, sadece tarafını emekten yana belirleyen gazeteleri eleştirmek söz konusu olduğunda hatırlanır oldu. Çünkü, bu dönem işçi ve emekçilerin kendi basın organlarını yaratma yolunda ilk ciddi adımları attığı bir dönemdi.

Plazalarda lüks odaların sayısı artıkça, on binlerce doları bulan maaşların “sadece bir yazı ya da haber için ödenmeyeceği” gerçeği de belirginleşti. Gazeteci ve köşe yazarları, artık sadece “iş”leri ile değil, “iş takibi” ile de patronlarına hizmet eder hale getirilmişti. Bu durum, kuşkusuz yayınların içeriğinde de ciddi bir deformasyona yol açtı. Habercilik ve fikir üretiminin yerini eğlence ve magazin sosuna bulanmış “tetikçilik” aldı. Holding patronları, bağlı medyaları birer silah, basın çalışanlarını ise asker gibi görmeye başladılar. Öyle ki, ortaya balıkçı muhabbetinde kulak misafiri olduğu sohbeti, hemen Başbakan’a yetiştiren bir sözde “gazeteci” tipi çıkıverdi. İspiyonlanan Doğan Grubu’nun iki ünlü yazarı, ispiyonlayan, geçmişte Doğan’da da çalışmış, bugün Sabah-ATV grubunda görevli üst düzey bir yöneticiydi. Ve bu kişiliklere verilen on binlerce dolar maaş ile adının önündeki “gazeteci” sıfatının hiçbir ilgisi yoktu. Bağlı olduğu holdingin çıkarları için “aklını ve fikrini satan” bu eratın dışında kalan bir avuç gerçek gazeteci ve samimi yazarlar için ise, zorlu bir süreç başladı. Sıklıkla gazete değiştirmek, kovulmak ya da istifa etmek; hatta “gazeteciliğe küsüp bir köşeye çekilmek” sık rastlanır durumlar oldu.

“Patronaj” diye tabir edilen gazete yöneticileri, artık köşe yazarlarına “ne yazacakları, nasıl yazacakları” konusunda brifing verdiklerini gizlemez hale geldiler. Bu öylesine meşrulaştı ki, örneğin Sabah Grubu yazarlarından Hıncal Uluç, yeni patronu Ahmet Çalık’ı köşe yazarları ile toplantı yapmaya çağırdı. Ne garip tesadüftür ki; Ahmet Çalık’ın köşe yazarları ile toplantı yaparak “ne istediğini” anlattığı günlerde, Aydın Doğan da kendi yazarlarıyla toplantı yapıyordu.

Bu toplantıların “masum” yemekli tanışma toplantıları olduğunu düşünmek, en hafif deyimle saflık olur. Amacını ve sonuçlarını görmek için ise, her iki grubun gazetelerindeki köşe yazılarına bakmak yeterli.

 

ASKERDEN UYGULAMALI MEDYA DERSLERİ

Yine garip bir tesadüf olsa gerek (!), medya ile hükümet arasındaki söz düelloları arasında, yeni Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ, gazete ve televizyonlara ayrı ayrı brifingler verdi. Sert bir üslup kullanan, sorumsuz haberleri eleştiren ve medyayı açıkça askerin yanında saf tutmaya çağıran Başbuğ, bundan sonra haberleri yakından takip edecekleri uyarısı yapmayı da ihmal etmedi. Gazetecilik üzerine dersler veren ve Genel Yayın Yönetmenleri’nin de üzerinde birilerinin olduğunun altını kalın harflerle çizen Orgeneral Başbuğ, Basın Konseyi Başkanı Oktay Ekşi ile yakın ilişki halinde, haberlere müdahale edeceğini de söyledi. Başbuğ’un, bazı gazete ve televizyonların neden davet edilmediğine ilişkin açıklaması da oldukça manidardı: “Basın Konseyi ve Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nin Basın Meslek İlkelerine uyan gazete ve televizyonları çağırdık.” Erdoğan-Aydın Doğan kavgası arasında gündeme fazla gelmeyen bu brifingte, Başbuğ, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin siyaset yapacağını da açık bir dille söyledi.

Aslında, Türkiye’de medya alanında yaşanan tekelleşme ve hükümet müdahalesi kadar, hatta ondan daha büyük bir tehlikenin göstergesiydi bu brifing. Tekseslilik. Hem tekelleşme, hem hükümet yanlısı medya gayretleri, hem de askerin açık müdahalesinin ortaklaştığı temel nokta da bu olsa gerek. Sonuçta, ayrı gibi görünen üç ayrı kuvvet, farklı gibi görünen, hatta çatışan medya grupları, demokrasi, emek, barış, bağımsızlık söz konusu olunca, kolayca aynı noktada birleşebiliyor. Daha doğru bir ifadeyle, burjuvazinin ortak çıkarları söz konusu olduğunda aralarında bir nokta kadar bile ayrım kalmıyor. Yazı boyunca sözünü ettiğimiz Hilton’muş, POAŞ’ın vergi borçlarıymış, o grupmuş bu grupmuş; tümü, tüm çatışmalar, sermayenin çıkarları söz konusu olduğunda tamamen anlamsızlaşıyor.

 

AYNILAR AYNI YERE

Örgütlenme hakkını kullandığı için işinden atılan işçiyi, ne birinde ne öbüründe göremiyorsunuz. Kürtler anadilde eğitim için birçok kentte on binlerce kişinin katılımı ile mitingler yapıyorlar, esameleri okunmuyor. AKP’nin kapatılma davası günlerce manşetlerden düşmezken, DTP hakkındaki dava, kendine iç sayfalarda güçlükle yer buluyor. AKP için demokrasi havarisi kesilen, “parti kapatma demokrasiye aykırı” diyen köşe yazarları, söz konusu olan DTP olunca sus pus. Özelleştirmelere, toplusözleşme süreçlerine, artık yama tutmayan ekonomiye, memleketin dört bir yanından fışkıran yoksulluk haberlerine gelince, medya bir bütün halinde, aynı “tekses”i çıkarıyor. Gündelik siyasetin hay huyunu bir kenara bıraktığımızda, önümüzde tek bir medya, tek bir ses kalıyor. İster literatürdeki ifadesiyle “burjuva medya” deyin, ister yaygın popüler söylemle “holding medyası”, hepsinin aynı gücün tetikçisi olduğunu daha kolay görebileceğimiz günlerdeyiz.

Tüm bu süreç, bize “Türkiye’de gazetecilik bitmiştir” dedirtse de, tüm tarihi referanslarını tüketerek miadını dolduranın burjuva gazetecilik olduğunun bilincinde olmamız gerekir. Burjuvazinin devrimci çağında önemli bir işlev üstlenen gazeteler, bugün gericiliğin, emek ve halk düşmanlığının odağı durumunda. Ama, şanslıyız, halkın bir seçeneği var. Bu gürültülü teksesliliğin ve kayıkçı dövüşünün karşısında, yeni bir basın odağının güçlendiği, geliştiği günler yaşıyoruz.

İşçi basını her geçen gün güçleniyor, büyüyor, gelişiyor. Evrensel, 14. yılında emin adımlarla ilerliyor. Birkaç ay sonra halkın televizyonu Hayat, birinci yılını kutlayacak. Hukuksuzca yöneltilen kapatma saldırısını püskürten Hayat’ın sahipleri, onu çok daha ilerilere taşımaya da hazır. Uzunca süre küçümsenen, gazetecilik dışı sayılan “işçi muhabirliği”, “halk gazeteciliği” kavramları, şimdi “yurttaş gazeteciliği” gibi yumuşatılmış bir literatürle gazeteciliğin kurtuluş reçetesi olarak sunuluyor. “Bağımsız Medya” konferanslarında, alternatif basın organlarının yanı sıra, habere konu olanların haberi ürettiği “hiyararşik olmayan” site, blog gibi modern haber ağlarının önemine dikkat çekiliyor.

İşçi sınıfı ve emek haberciliği ise, kendi dışındaki tüm bu tartışmaları izliyor, ama kendi doğru yolunda ilerliyor. İşçi havzalarında, fabrikalarda, halkın arasında, mahallelerde, hastanelerde, okullarda kendi muhabir ağını yaratarak, yeni gazeteciliğin belirgin bir örneğini sunuyor. Halktan yana basın organları da son dönemde gelişme eğiliminde. Birgün gazetesi beş yılı geride bıraktı bile. Çok daha uzun bir deneyime sahip olan, fakat son aylarda sürekli kapatmalarla boğuşan Alternatif-Gündem çizgisi inatla yayınını sürdürüyor. Bunlara, Yol TV, Dem TV gibi muhalif içerikli bazı Alevi kanallarını, ülkenin dört bir yanına dağılmış muhalif radyoları, pek çok yerel gazeteyi, irili ufaklı onlarca dergiyi, yayınevlerini, haber ağlarını, internet sitelerini eklediğinizde, ortaya hiç de küçümsenmeyecek bir basın-yayın odağı çıkıyor. Sermayeyle, hükümetle, askerle tek bir göbekbağı olmayan, tamamen halka ait ve halkın yanında bir odak. Öyleyse, bu kayıkçı dövüşünün tarafı, hatta izleyeni olmaktan öte yapacak çok fazla işimiz var.

 

NELER YAPILABİLİR?

Atılacak adımları iki yönlü olarak düşünmek gerekli. Öncelikle, bu kurumların kendi arasında bir dayanışma ve işbirliği geliştirilmesinin önünü açacak adımları atmalıyız. Ortak haber ajansı ya da ortak medya alanları yaratmak da mümkün, ama belki, bu hedefe ulaşacak bir mesleki dayanışmayla işe koyulmak gerekiyor. Farklı yayın organlarının haber ağlarını ortak kullanıma açmak, üretilen haberlerin kullanımı konusunda ulaşma ve telif gibi sorunları ortadan kaldıracak düzenlemeler yapmak mümkün. Elbette, öncelikle günlük gazeteler ve Hayat Televizyonu’nun olanakları ve yoğun üretimleriyle başı çekmesi gerekiyor. Sonrasında irili ufaklı pek çok çevrenin, çevrecilerden kadın örgütlerine, farklı muhalefet kesimlerinin ortaklaşabileceği haber ağlarını planlamak yerinde olur. Haber örgütlenmesi ve ortak haber ağlarının yaratılmasını, mutlaka gazetelerin dağıtım, televizyonların frekans sorunlarıyla ilgili ortak politikalar geliştirmesi izleyebilir. Hatta, mali sorunların giderilmesi konusunda (reklam sponsorluk vb..) bile, pek çok ortak adımın atılması neden mümkün olmasın? Tüm bunlar ve yeni başka adımlar kuşkusuz tartışılabilir. Ama, basın kurumları arasında atılacak bu ve benzeri adımlardan çok daha önemlisi, “aidiyet” tarifi yapılan kesimlerin kendi medyalarına sahip çıkması olacaktır. Emek ve halk medyasının gerçek sahibi olan geniş yığınların ve onların örgütlerinin, hiç değilse “sermaye sınıfı” kadar araçlarına sahip çıkması gerekir. Başta sendikalar ve meslek örgütleri olmak üzere, emek, barış, demokrasi savunucusu ve gücü durumundaki siyasi partilere ve her türden kitle örgütlerine büyük görev düşüyor. Tamamen holdinglerin eline geçmiş hakim medyaya karşı, ancak işçilerin, emekçilerin yoğun sahiplenmesi ile güçlü bir karşı çıkış örgütlenebilir.

Nasıl ki, AKP – CHP arasında sıkışıp kalmış siyasi kısırlığa karşı en geniş halk muhalefetini örgütleme göreviyle karşı karşıyaysak; burjuva medyanın çürümüş saltanatına karşı da en geniş medya ortaklığını kurmak zorundayız. Milyonlarca okuru-izleyicisi, on binlerce muhabiri, sayısız maddi destekçisi olan yepyeni bir medya cephesinin nasıl örüleceği, bugün önümüzde duran önemli bir sorun. Evet, geniş bir halk cephesinin bir parçası olarak önümüzde duran devasa bir sorun, ama çözüm olanakları da bir o kadar büyük.

Holding medyasının sınıf karakteri tüm çürümüşlüğü ile ortada. Öyleyse, sınıfa karşı sınıf… Sermaye medyasına karşı halkın medyası…

hangi “sol”?

Öncesinde üzerine tartışılmıyor değildi; ama son birkaç aydır “sol”a ilişkin sıkı bir “tartışma” sürüyor. Ergenekon soruşturması, iddianame ve davası, “sol” tartışmasının zemini kılındı.

Bu kez tartışmanın ayırt edici bir yanı var.

Eskiden “sol”, dışından açılan kampanyalar bir yana, kendi içinde/arasında tartışırdı. “Sol”un dışından “sol”a yöneltilmiş “ok”lar, tartışma/eleştiri kapsamında olmaktan öte saldırı/suçlama içerikli olurdu. Yakın tarihte ilk kez, kontrolü dışına çıktığında, İ. İnönü “haytalar” diyerek suçlamayı başlatmış, sonra düzen parti/akımlarından “aşırı uçlar” denerek dışlanmaya çalışılmıştı devrimciler. Bu kapsamda yürütülen “kökü dışarda” edebiyatı, 12 Martçıların “eşkiya” ve “anarşist” suçlamasıyla genişlemiş, “Marksist-Leninist düzen kurmayı hedefleme” noktasına varan dışlamacılık üzerinden –bugün içeriği az-çok değişerek kullanılsa da– en son “terörist”e kadar gelinmişti. Çok bilinen uluslararası örnekse, sosyalizme yöneltilmiş yok etmeye yönelik kampanyanın tartışmacı/propagandif bileşeni ve tam bir kara çalma olan “soğuk savaş” saldırganlığıydı.

Şimdi yine “sol” kendi içinde tartışmaya devam ediyor; ancak bugün “sol”, eskiden dışından ve yok etmeyi hedefleyen kampanyaların aracı olarak “sol”a yöneltilen suçlamaların benzerinin hedefi kılınma durumunda.

“Sol”a yönelik bugünkü kampanyanın dünkülerden farkı, görünüşte “solun içinden” ve genellikle “sol” sayılanlarca, “sol” ve “solu yenileme” adına başlatılmış ve yürütülüyor olması ve genişletilmesinin de aynı eksende gerçekleşmesindedir.

Sınıf ve güç ilişkileriyle ilişkili nedenleri bu yazının konusu değil, ancak günümüzde “sol”a yönelik kampanyanın yürütücüleri, 12 Mart ya da 12 Eylülcüler ve onların örneğin –eski deyimle “göbekçi”– Metin Toker türünden radyo-TV program yapıcıları değil. Eski faşist ideolog-propagandist Taha Akyol hiç değil. Şimdi, neoliberal propaganda yürüten, liberalizm şampiyonu görünümüne bürünmüş T. Akyol’un bile “böyle bir sol partiye ben de oy veririm” dediği “yeni bir sol”un organizasyonu ya da sosyalizmin etkisizleştirilmesi lehine bilimsel sosyalizmin, Marksizmin mahkumiyetini amaçlayan bir kampanya gündemde.

Ve bu anti-Marksist, sosyalizm düşmanı kampanya, kendi aralarında organize olmamış görüntü veren, ancak organize oluşlarının ayırtedici özelliği bireysellik ve örgütsüzlük görüntüsü ve sırtlarını dayadıkları ya da asıl organize edici gücün dişinden tırnağına örgütlülüğü olan bir “sol” iddialı çevre tarafından sürdürülüyor. Kimisinin “solculuk”la bağlantılı referansı babasının yanı sıra romanlarında işlediği bireysel (genel ya da cinsel vb.) özgürlükçülüğü.. “Tek kişilik ordu”luğa yücelttiği bireyselliği son birkaç yıldır aklına gelen, örneğin 12 Mart ya da 12 Eylül günlerinde –şimdi birkaç yol arkadaşıyla liderliğini yapmaya yöneldiği– Kemalizm eleştirmenliği hiç aklına gelmemiş ve ağzını açıp konuyla ilgili tek laf etmemiş, günümüzdeyse bireysel ve grupsal hak savunuculuğu övünmesi yaparken –savunmak bir yana– emeğin haklarına saldıran kimisinin referansı, ancak hükümete bağlı komisyonlara sığabilen türden, “alt kimlikler”, “alt kültürler” parantezleriyle birey/grup haklarına gönderme yapan Dünya Bankası dokümanlarında öngörülen bir özgürlükçülük.. Kimisi, eski referansı darbe destekçiliği ve beklenticiliği ile malul Maoculuğunun yerine Carr, Bloch vb. türü savunucularıyla teorik temelini açıklamaya soyunduğu liberalizmi geçirme uğraşındaki bir “diktatörük düşmanı” ve “demokrasi aşığı”.. Kimisiyse “eski solcu” olduğunu bile kabullenmeyen, Marx’tan da alıntı yapan bir Marksizm yorumcusu ve akıl vericisi, dününü ve bugününü “demokratizm” vurguculuğuyla tanımlayan ve dün de “demokratik olmayan” “sol kalıplar”ı reddedişiyle övünen bir “yeni solcu”…

Kısacası güncel “sol tartışması” “içeriden” açılmış görüntüsüyle ve “sol” adına, zaman zaman Marx referans gösterilerek, “sol şöyle olmalıdır” ya da “böyle olmamalıdır” biçimi ve net anti-Marksist içeriğiyle yürütülüyor.

NEDİR “SOL”?

Öncelikle açıklığa kavuşturulması zorunlu olan, şu her çekilen yere uzama haliyle tanımlanan “sol” kavramıdır. Nedir sol, “sol”la kastedilen ne tür bir şeydir? Özellikle belirginleşmesi istenmeyen ve üzerinde yozlaştırıcı tartışma yürütmek isteyene geniş bir hareket alanı sağlayan “sol”dan anlaşılan somutluk yok mudur? M. Belge örneğin, kimi zaman, muğlak “sol” kavramı yerine geçmek üzere “sosyalizm” kavramını da kullanmaktadır. Öyleyse “sosyalizm”den murat edilen nedir?

“Sol” örneğin, bilimsel sosyalizmin kurucularına ait bir kavram değildir ve sosyalizmi de, bilimsel sosyalizmi de önceler, önce doğmuştur.

“Sol”un sınıf mücadeleleri ya da daha geniş anlamıyla tarihin literatürüne girişi Fransız Devrimi’yledir. 1789 Devrimi’nin ardından kurulan “meclis”te feodal aristokrasinin üzerine gitme ve devrimi ileri taşıma yanlıları bu “meclis”in “sol”unda oturdukları için, bir belirtici kolaylık olarak, “sol” ve “solcular” olarak nitelenmişler; aristokrasi ile uzlaşma yandaşlığı yapıp devrimin ilerletilmesinden yana olmayanlara ise, “sağ”da oturdukları için “sağ” ya da “sağcı” denmiştir.

“Sol”un bir tanımlayıcı olarak doğuşu buraya dayanmaktadır ve ilerlemeden yana olup olmamayı belirtmektedir. Buradan, her tarihsel dönemde belirttiği tutumun farklılığı bir yana tutumun içeriğinin de daima tartışmalı olduğu kendiliğinden anlaşılabilir. Evet, ilerlemeden yana olmak.. Ama hangi “ölçü”de, ne kadar? İlericiliğin içeriğini dolduranın ne olduğu ve olacağı sorusu ve yanıtı, kuşkusuz ilerlemeden yana olmanın niteliğini de verecektir. Bu sorun, her tarihsel koşulda, özellikle farklı sınıfsal niteliklere sahip ve belirli sınıflar/tabakalar ve çıkarlarında dayanağını bulan birden fazla ideolojik-politik eğilimin olabilirliği değil, olduğu ve olacağı dikkate alındığında, ayrıntılı yanıtlara ihtiyaç duyurmadan edemez.

Örnek vermek gerekirse… Ortaçağa özgü dinsel örgütlenme, dünyanın açıklanmasında, devletin yönetilmesinde dayanaklarını dinde ve dinsel değerlerde arama, din siyaseti; modernite, burjuva dünya görüşü ve siyasallığıyla, Cumhuriyetçilik, demokrasi vb. ile karşılaştırıldığında, geride kalandır, sağcılıktır. Peki, “sol” ve “solculuk”, öyleyse, Cumhuriyetçilik ve demokratlıkla mı tanımlanmalıdır? Ya da bugün topluma dayatılan bölünme ekseni, doğru ve geçerli mi kabul edilmelidir? Din siyaseti, devletin dinsel örgütlenmesi karşısında din ve devlet işlerinin ayrılması olarak laiklik, “sol” ve “solculuk”un tanımını mı verecektir?

Başka bir alan olarak, faşist, gerici, din siyaseti yapan burjuva iktidarların insan haklarını çiğnemesi bir veridir. İnsanı ve haklarını savunmanın bir demokrasi savunusu olarak ilericilik unsuru olduğu tartışmasızdır. Ama en azından birden fazla humanizm türü olduğu ortadadır ve “sol” ve “solculuk”un insan hakçılığı ile tanımlanması bir sorun oluşturacaktır. “Sol” insan hakçılığı mıdır?

Ya da “sol” örneğin laisizm üzerinden tanımlandığında veya böyle tanımlayanlar karşısında “laik” olan, ama insan hakları savunuculuğu yapmayana ne denecektir? Tersine, insan hakları savunucuları laik-şariatçı ayrımı yapmadıklarında veya türban takma hakkını da savunduklarında “sol” tanımı kapsamında nasıl değerlendirilecekler ya da tanım ne hal alacaktır? Ya da “sol” tartıştırıcılarını ilgilendirmek üzere, “darbeciliğe ve çeteciliğe karşı” demokratizm adına, din istismarcılığının ötesinde, çağımızda gericiliğin kalesi emperyalizm işbirlikçiliğinin (ve tekellerin) sözcülüğünü yaptığı ortada olan AKP destekçiliği, “sol” ve “solculuk” olarak tanımlanabilir mi; tanımlanırsa, bu, “sol”un ilerlemeden yana oluşunu tartışmalı kılmaz mı ya da dolaysızca “sol” kavramının muğlaklığını belirtmiş olmaz mı? Örnekler uzatılabilir… “Sol” tanımının muğlaklık giderici olmadığı anlaşılırdır.

Ancak zaten “sol” tartışması açarken tercih edilen de muğlaklıktır. Muğlaklık ardında “iş görmek” –tutum budur.

İŞÇİ SINIFI, MARKSİZM VE “SOL”

Marksizmin teorik zaferi ve özellikle Lenin’in katkılarıyla birlikte, “sol” tanımı, zaman zaman “extreme left/aşırı sol” olarak da kullanılarak, “çocukluk hastalığı”nı belirtmiştir. Bir diğer belirttiğiyse sınıf dışılıktır.

Ancak Türkiye’de, özellikle devrimci hareketin sınıf-dışı gelişim süreçlerinden geçmesi ve buradan gelen kalıntıların hala oldukça güçlü oluşu yanında bunu da koşullayan etkenlerden olan Kemalizm ve “üst tabaka devrimciliği”nin etkisi, yine buralardan gelen son on yılların gerçeği çok sayıda ilerici, devrimci fraksiyonun varlığı ve tümünü birlikte tanımlama ihtiyacının genellemeleri zorlaması, genel olarak “sol”, “Türkiye solu”, “Türkiye sol hareketi” gibi tanımlar ve yaygın olarak kullanılmalarının nedeni olmuştur.

Gerek sosyalist hareketin 1920’de ilk kez örgütlenmesi, gerekse ’60’larda yaptığı atakta Kemalizmle içli dışlılığı ve ondan etkilenmesi, ondan “üsttenciliği”, “yukarıdancılığı” aynı anlama gelmek üzere sınıf-dışılığı miras almasına ya da tersinden bu özellikleriyle Kemalizmle yanaşık düzen yürüyüşüne, ama onunla hesaplaşamamasına götürmüştür. Bu durum anlaşılmaz değildir, ancak ’60’ların devrimci hareketinden çıkarılan dersler ve özellikle ’70’lerde işçi sınıfıyla birleşme eğiliminin gücüyle aşılabilmiştir; ama hala sınıf dışında çok sayıda fraksiyonlar halinde örgütlenmiş ilerici, devrimci hareketin genel yönünü vermemektedir. Üstelik Kemalizmle kimi açık kimi örtük az-çok hesaplaşma çoğu durumda gerçek bir hesaplaşma olmamış, sınıfla birleşerek yürütülemediğinde, liberal, özgürlükçü-liberter, demokratizmle sınırlı, bazan Troçkist, Maocu vb. etkilenmeler altında genel burjuva ufkunu aşamamıştır. Bu da anlaşılmaz değildir; çünkü “sol” fraksiyonlar, önünde sonunda, başta sınıf-dışılıkları olmak üzere, sahip oldukları ideolojik tutumları, projeci program kavrayışları, politik mücadeleye yaklaşımları ve ona ilişkin öngörüleri, çevreler olarak örgütlenmeleri gibi pek çok nedenle ve bu yaklaşım ve tutumlarında yansımak üzere farklı sınıf ve tabakaların çıkar ve eğilimlerini ifade etme durumunda olmuşlardır. “Sol” kavram ya da tanımı da, hem dünya görüşü ve öğreti, hem de politika ve örgütlenmede birbirlerinden ciddi farklara sahip, bu farklılıkları –yığınsal bir temsiliyet ifade etmese bile– sınıf (ve tabaka) farklılıklarından gelen eğilimlerin bir aradalığını belirtmektedir. Kuşkusuz kullanana göre tanımı ya da vurgulanan yönü değişmekte; ancak belirgin olarak sınıf-dışı ve genellikle sınıf (ve halk) adına yüceltilmiş değer, erdem ve amaçlar “sol” kavramı bakımından kararlaştırıcı sayılmaktadır.

Eşitlik ve özgürlük yanlılığı, emek yanlılığı, demokratlık, yobazlık karşıtlığı, cumhuriyetçilik, hak savunuculuğu, insan hakçılık, kadın haklarını ve çevreyi sahiplenme vb. “sol” değerler olarak varsayılmanın ötesinde “sol”un tanımlayıcısı kabul edilmektedir. Söylendiği gibi, vurguların değişkenliği ya da bir “değer”in diğeriyle çelişmesi durumundaki kaçınılmaz tercih farklılıkları, her şeye rağmen, bu genel “sol” kavrayışı kapsamında anlaşılmaktadır. Ancak sorun bununla kalmamaktadır: Burjuva ve proleter demokrasisinin nitelikçe farklılığı ve farklı sınıf iktidarlarını varsayması örneğinde olduğu gibi, nitelik farklılığı, eşitlik ve özgürlük, insan, çevre, kadın… vb. hakçılığı, cumhuriyetçilik, laisizm vb. tüm değerler bakımından da belirleyicidir. Burjuva bir kategori olarak hukuk karşısında eşitlik mi, gerçekleşme koşullarıyla birlikte toplumsal eşitlik, öyleyse sınıf farklılıklarının giderilmesi ve farklı sınıfların varlık koşullarında görünüşte eşitlik davası yerine sınıfların kaldırılması olarak “eşitlik”mi? Yine siyasal özgürlüklerle sınırlanma mı, gerçekleşme koşullarıyla birlikte toplumsal özgürlükler mi, özgürlük sorununun toplumsal bir sorun olmaktan çıkarılmasının amaçlanması mı? Diğerleri gibi “yobazlık karşıtlığı” ve cumhuriyetçiliğin de, sınıflarüstü içerikleriyle, tarihsel Türk “üst tabaka devrimciliği”nin “yukarıdan”lığının ürünü değerler olarak tartışmalılığı, en azından güncel siyasal tartışmalar kapsamında ortadadır. “Türban” karşısında farklı tavırlar, AKP ile koalisyon ya da düşmanlık ilişkisi, laikçilik ya da laisizmin ayakları üzerine oturtulma ihtiyacı, “2. Cumhuriyetçilik” vb., bu “değerler”in, birleştirici değil, ayırıcı olduğunu ya da olabileceğini gösteriyor olmalıdır. Ya da “emek yanlılığı”? Bu, genel olarak “sol”un bir özelliği sayılır. Ancak “emek yanlılığı”, sermaye ile emek arasındaki karşıtlıkta uzlaştırıcı işleviyle sınıf işbirliğini öngören sosyal demokrasinin “sermaye yanlılığı”nı örtmek üzere öne sürdüğü bir “değer” ya da sıfat olmaktan başka ne olabilir ki? Emeğin, işçi sınıfının (ve emekçilerin) kendisinin hakları, hareketi ve kurtuluşu ile “emek yanlılığı”nın iki nitelikçe farklı kategori olduğu herhalde tartışmasızdır.

Dolayısıyla kavram ve değerlerden hareketle tanımlamalar, maddi toplumsal gerçeklerin tanımlayıcılığı karşısında güçsüz ve dağılmaya mahkumdurlar, ancak muğlaklığı belirtebilirler ve genelleme olarak ileri sürülmüş “sol” tanımını geçersizleştirirler.

Marksizm ise, kavram ya da değerlerden hareket edişten farklı olarak, maddi gerçekten, toplumlar ve toplum bilim sözkonusu olduğunda maddi toplumsal gerçekten, dolayısıyla genel bir “sol” kavramlaştırmasına imkan tanımayan, özel olarak işgücünün de değişim değerine sahip bir meta olduğu değerler değişimi ve artı-değere el konulması üzerine kurulu bir özel mülkiyet sistemi olarak kapitalizmin (ve uzlaşmaz karşıtlığının), kapitalist toplumun çözümlenmesinden hareket eder. İşçi sınıfı (ve eylemi), kapitalizmin ürünü ve üzerine kurulu olduğu karşıtlığın sosyal görünümünün bir yönü olarak, buradan anlamlanır. Sosyalist eylem işçi sınıfının eylemi ve sosyalist toplum da, gelişen kapitalizmin ön koşullarını olgunlaştırmadan edemeyeceği, iç karşıtlığının kaçınılmazlıkla yıkılışına götürdüğü kapitalist toplumun yerini alacak toplum olarak, yine buradan anlam kazanır. Bütün kavramlar, değer ve erdem ya da erdemsizlikler, türev olarak buradan türerler ve kapitalizm ve burjuvazinin değer ve erdemleriyle sosyalizm ve işçi sınıfınınkiler, karşıtlık halinde buradan şekillenirler.

Dolayısıyla can vericisi/kaynaklık edicisi bir dizi değer ya da erdemle genel geçer “sol” yerine kapitalizm karşıtlığı ve kapitalizmin devrimci ürünü ve mezar kazıcısı olarak işçi sınıfının davası, dünya görüşü ve eylemi olarak sosyalizm (sosyalist hareket), tercih edilmesi gereken değil, nesnel olarak zorunlu tanımlayıcı temeli vermek durumundadır.

Bu durumda, genellemeci “sol” kavramının bir aradalığı, ama bu nedenle muğlaklığı içinde ifade ettiği, kapitalizmin yokoluşa götürdüğü ya da ürettiği, ancak öyle ya da böyle kapsadığı farklı sınıf ve tabakaların davası, dünya görüşü ve eylemi olarak, farklı ilerici (ya da gerici) eğilimler, kuşkusuz yok sayılmayacaklar, ama bu kez, açıklıkla, herhangi bir muğlaklığa yol açmadan tanımlanabileceklerdir. Küçük burjuva sosyalizmi, burjuva sosyalizmi ya da liberalizmi, sosyal demokrasi, hatta feodal, kilise ya da İslam sosyalizmine varıncaya kadar.. Ayırtedici özelliklerinin farklı sınıf (ve tabaka) çıkarlarını yansıtmak ve ilericilik ya da gericiliklerinin kapitalizm ve toplumsal ilerleme aşamaları karşısındaki pozisyonları olduğu bilinerek…

MUĞLAKLIK ARDINDA SALDIRI MARKSİZME

Doğrudan Marksizme saldırı yöneltmek kolay değildir. Hele bütün gelişmelerin kapitalist küreselleşme masalının fiyaskosunu açıkça ortaya sermekte ve dolayısıyla Marksizmin itibarının yeniden yükselmekte olduğu koşullarda az-çok başarılı doğrudan bir saldırı iyice zordur. Bu, yenilgi yıllarının kafa karıştırıcılığı ve moral bozuculuğuna, kafa karışıklığının hala sürmesine karşın böyledir. Öyleyse muğlaklıktan medet ummanın anlaşılmayacak yanı yoktur ki, Marksizme yöneltilmiş saldırıların ortak özelliğinin bu olduğu bile ileri sürülebilir.

Son “sol” tartışmalarını açanların, örneğin M. Belge ve A. İnsel’in, H. Berktay ve B. Oran’ın, hatta Marksizmle hiç ilgisi olmamasına karşın A. Altan’ın “sol” üzerine ve “sol” kavramını hareket noktası edinerek tartışırken, kendilerinin sosyalistlik ve Marksistliklerinden söz açmaları, hele Marx’ın öğreti ve çözümlemelerini –sanki benimsiyormuş gibi– çekiştirerek söz konusu etmeleri, ancak bu kapsamda anlaşılabilir.

A. Altan örneğin, sanki karşısına almıyor ve saldırı konusu edinmiyormuş görüntüsüyle, Marx’ı, Marksizmi ve öğretinin temellerini tartışmaktadır. “Solculuk ve dindarlık zavallılık mıdır?” başlıklı 28 Haziran tarihli Taraf’taki makalesinde, “Marxism, hayatın nasıl değiştiğini merak eder. Solculuk, bu anlamda bir ‘değişim bilimi’ olma iddiasındadır. Biraz ‘basitleştirilmiş’ bir anlatımı tercih ederek söylersek, Marxism’e göre hayatımızı değiştiren ‘üretirken kullandığımız aletlerdir.’” derken, “sol” ya da “solculuk”tan Marksizmi anlar gibidir, ikisini birbirinin yerine kullanmakta ve sanki yanlış konuşmuyormuş gibi görünmektedir. Eh, Marksizm, onun bir bileşeni olan diyalektik dolayısıyla “değişim bilimi” olarak tanımlanamaz değildir. Ancak Marksizm hem aynı zamanda tarihsel maddeciliktir hem de koşullarıyla bağlı olmayan, karşıtların birliği ve mücadelesine dayanmayan, niceliğin niteliğe dönüşmediği, dolayısıyla bilimsel olmayan bir genel “değişim bilimi” kuşkusuz değildir. Ama A. Altan diline bir “değişim” dolamış, reklam spotlarına kadar düşen ve toplumsal değişim bakımından üretici güçlerle üretim ilişkilerinin karşıtlığının ürünü olmayan türden, bağıntılı olmayan bir “değişim”i Marksizme atfetmekte, buradan Marksizm dediği “sol”u yeniden tanımlamaya girişmektedir:

Toplumun yapısı ve ‘sınıflar’ kullanılan aletlere göre değişir… Sol felsefe, değişimin özünü açıklamaya uğraşırken, sol politika ‘aletlerin’ mülkiyeti konusunda ‘mülksüzleri’ tutarak tavır alır.

Cahillik ya da bilmezden gelmeyle Marksizm bir kez felsefi olarak genel bir “değişim bilimi”ne indirgenip, aletler ve ondan da önce üretken insanın başlıca unsuru olduğu üretici güçlerin kapitalist üretim ilişkileriyle çelişme ve çatışması, bu ilişkilerce önünün açılması ya da engellenmesi içinde ele alınmadığı ve bizzat kapitalist üretim ilişkilerinin değişmesi, gelişmesinin önünü kestiği üretici güçlerin yeni bir toplumsal devrime yol açmak üzere bu ilişkilere başkaldırması olarak anlaşılmadığında, Marksist felsefeyle politika birbirinden koparılıp karşı karşıya konulur. Ama böyle yapıldığında işler ne kadar kolaylaşmaktadır!

‘Aletlerin’ mülkiyeti konusunda ‘mülksüzleri’ tutarak tavır” alma olarak Marksist politikanın, ancak, özü “değişim” olan felsefesiyle çelişerek değişmeden kalabileceğini söyleyen Altan, öyleyse mülksüzleri tutan politikanın da değişmesi zorunluluğunu ileri sürmektedir!

Ama aletlerin gelişmesi, teknolojik ilerlemeler, emeğin ve üretimin toplumsallaşmasından başka bir şey değildir. Makinelerin ve makine yapan makinelerin gelişmesi, bireysel emeği yerinden etmeden ve emek ve üretim süreçlerini giderek toplumsallaştırmadan edemez.

İşgücününün de değişime girmesiyle değişim değerleri üretiminin genelleşmesi, artı-değere el konulması sistemi olarak kapitalizmde, bir yandan mülkiyet, tekelleşme ve rakiplerin birbirlerini iflasa itmesi ve yutmasıyla daha az sayıda elde birikirken, gözlerimizin önünde emek ve üretim süreçleri giderek daha fazla toplumsallaşır. Öyle ki, giderek daha az sayıda elde toplanan mülkiyetin özel niteliği ile emeğin ve üretimin durmaksızın toplumsallaşması kapitalizmin uzlaşmaz karşıtlığını oluşturur. Bizzat mülkiyetin özel niteliği, değişme durumunda olan aletlerle birlikte, ama ondan da önde gelmek üzere (çünkü aletler de onun tarafından üretilmiş cansız emektir), üretken insan, kapitalizmde toplumsallaşmış emek ya da onun sosyal görünümü olarak işçi sınıfından başka bir şey olmayan üretici güçlerin gelişmesini (dolayısıyla aletlerin de değişmesini) engelleyen başlıca “kabuk”u oluşturur.

Dolayısıyla işçi sınıfı, Marksist politikanın “aletlerin mülkiyeti konusunda” tarafını “tutma”yı tercih ettiği bir sınıf değil, kapitalizmin doğrudan ürünü ve onun üzerine kurulu olduğu uzlaşmaz karşıtlığın değiştirici yönü ve unsuru olarak, başlıca, tarihin materyalist yorumuna dayanarak ve artı-değerin keşfiyle bu karşıtlığın çözümlemesini yapan Marksist felsefenin, ancak kendisinin dünya görüşü ve eylem kılavuzu olabileceği, özel mülkiyet ilişkilerine son vermeye tarihsel bakımdan çağrılmış bir sınıftır.

Marksist politika ve toplumların tarihsel gelişmesini ve kapitalist toplumun olanaklı tek “değişme” yolunu açıklayan Marksizmin (Marksist felsefe), birincisi ikincisinin sonucu olmayan, biri diğeriyle bağlantısız ve ayrı kanallara sahip, çelişme halinde iki farklı kategori olmadıkları kuşkusuzdur.

A. Altan, genel bir “değişim felsefesi” olarak Marksist felsefesini olumlar görünürken, “aletlerin mülkiyeti konusunda taraf tutuculuk” olarak “Marksist” politikanın ancak eskiden doğru olduğunu söylemektedir. Ona göre, “Çünkü mülk sahipleri, sahip oldukları avantajları kaybetmek istemediklerinden durumun ‘muhafaza’ edilmesini sağlamaya uğraşırlar, ‘mülksüzler’ ise ezilmekten kurtulmak için şartların değişmesini zorlarlar”dı. Oysa artık tarih hükmünü icra etmiş, Marksizmin de felsefesini yaptığı “değişim” gerçekleşmiş; “kapitalizmin tutucu yapısı” değişmiş, “kapitalistler de yapısal bir dönüşüm”den* geçmişlerdir!

Ve madem ki der, “Marxism, sonunda ‘mülkün’, ‘sınıfın’ ve ‘devletin’ olmadığı bir yapının oluşacağını öngörür”, bunlar, kapitalizm ve kapitalistlerin değişmesiyle şimdiden olmakta olduğuna göre, “müksüzlerin” tarafını tutan Marksist poltika da değişmelidir! Burada, tercih konusu tutum alışlardan biri ve “sol politika” olarak sunulan “Marksist” politika, ama kuşkusuz felsefesi, tarih yorumu, politik öğretileri birbirinin karşısına konulamayacak Marksizm, “değişim felsefesi” adına ve el çabukluğuyla, tüm devrimci özünden soyundurularak, “değiştiği” iddia edilen kapitalizmin sınırları içine sıkıştırılıvermektedir! Marksizmden geriye kalan, yalnızca bir “değişim” edebiyatı ve kapitalizm övgüsü olmaktadır. A. Altan’a düşen, işçisiz ve kapitalizm karşıtı olmayan bir Marksizm önermektir:

Hayat neredeyse tümüyle değişmekte. Bütün kavramlar farklılaşıyor. Sınıf yapıları değişiyor. İşçi sınıfı sahneden çekiliyor. Ki bu gelişme insanlık tarihinin belki de en övünülecek, en büyük aşaması. Pek de uzak olmayan bir gelecekte insanlar, üretime bedenleriyle katılmayacaklar. Aletleri, aletler yapacak. Bu, insanlık için büyük bir gelişme ama ‘sol’ kesim için karanlık bir gecede ‘kutup yıldızını’ kaybetmek gibi rotayı şaşırtan bir sonuç veriyor. Teorisini büyük ölçüde ‘işçi sınıfı’ üzerine kurmuş bir ideoloji, işçi sınıfı yok olunca ne yapacak?

Kaygı ya da hayıflanma değil tabii Altan’ınki. Görünüşü kurtarmaya bile kalkışmıyor, alternatifi ve önerisi net:

Her şeyin değiştiği bir çağda elbette sol da değişecek, bir kısmı geçmişin değerlerini ve sınıflarını savunmayı sürdürerek geçmişin ve tutuculuğun bir parçası haline gelecek.

Bir kısmı da ‘globalizmin’ enternasyonalist anlayışına sahip çıkacak, sınıfsız, devletsiz bir yapıya ulaşılmasını destekleyecek.

Bu iki ‘soldan’ birini seçmek isteyenler, solun ‘tarifi icabı’ daima ‘ileriden, değişimden’ yana olması gerektiğini düşünmek zorundalar herhalde.” Gele gele, içi boş bir “ilerlemeden, değişimden yana” “sol” edebiyatına geldik.

Artık “sol”un ilerlemeden yana olmasından da vaz geçilebilir ya da el çabukluğuyla, kapitalizmin 19. yüzyılda, tekel öncesi dönemde kalmış ilericiliği hala geçerliymiş gibi, kendi kendini “değiştiren” sahte değişimciliği, “sınıfsız, devletsiz bir yapıya” yönelik bir “değişim” ve “ilerleme” masalı, globalizmin yalnızca işçi sınıfı değil tüm dünya halkları üzerine çöken gericiliğinin örtüsü olarak pazarlanarak, “ilerlemeden yana olma” adına tekelci kapitalist gericiliği benimseyip, ona yedeklenmesi de öngörülebilir!

A. Altan, on milyondan fazla işçinin çoğu izbe işyerlerinde asgari ücretin bile altında ücretle ve hiçbir sosyal hakka sahip olmadan çalıştırıldığı Türkiye’de ve o değiştiğini iddia ettiği kapitalist dünyanın en belli başlı metropollerinde özel mülkiyetin dev işletmelerinin, banka, sigorta ve yatırım şirketlerinin çöktüğü, el değiştirdiği ya da kapitalist devletlerce kurtarıldığı kapitalizmin derinleşen krizi koşullarında, yalnızca bunların bile bütün açmazlarıyla kapitalizmin kapitalizm olarak karşımızda durduğunu kanıtladığı günümüzde, ancak kapitalist özel mülkiyetin ketlerinden kurtulduğunda insanlığın önüne açılacak ufuk çizgisinin –olmayacak bir dua olarak– kapitalizm çerçevesinde çoktan aşılmış olduğuna inanılmasını isteyerek, tartışmacılığına soyunduğu “sol”u ve “solcular”ı, kapitalizmi benimseyerek onun savunuculuğunu yapacak bir “Marksizmi” geliştirmeye ya da doğrusu geçersizliğini ilan ettiği Marksizm yerine gerici bir düzen solculuğuna çağırıyor.

İstiyor ki, ortalığa dökülen bunca yolsuzluk, rüşvetçilik ve skandalın kapitalist özel mülkiyet sistemiyle ilişkisiz olduğuna inanılsın! İstiyor ki bir buçuk asırlık dev Amerikan yatırım bankası Lehman Brothers’ın çöküşüyle 24 bin “çalışanı”nın işsiz kalışı kapitalizmin değiştiğine ve “sınıfsız” bir yapıya ulaşmakta olduğuna yorulsun! İstiyor ki, en büyük Amerikan sigorta tekeli AIG, Amerikan Merkez Bankası tarafından 85 milyar dolarla fonlanırken, bunun, boğazından, vergilerinden karşılanmış olması Amerikan işçi sınıfının ortadan kalkmış ya da kalkmakta olduğunun belirtisi sayılsın, devletin AIG hisselerinin yüzde 80’nine el koymuş olmasıysa kapitalizmin “devletsiz bir yapı” oluşturmakta olduğunun delili olarak kabul edilsin! Üstelik, istiyor ki, yine Amerikan Merkez Bankası banka ve şirket kurtarmak üzere 800 milyar dolarlık fon kurup, bunu tahvil vb. yoluyla elinde döviz rezervleri birikmiş örneğin petrol üreticisi ülkeler ya da başta Çin olmak üzere Asya “kaplanları”ndan borçlanarak karşılamaya yönelerek Amerikan işçilerinin ötesinde başka ülkelerin işçileri ve halklarının sırtından çıkarmaya/sırtına yıkmaya giriştiğinde, bu, kapitalizmin “değişmesi”, işsizleşmesi ve mülkiyetin yayılmasına bağlansın! Ya da tüm gelişmiş kapitalist ülkelerin Merkez Bankaları aynı amaçla o “kutsal” piyasaya müdahaleye başladıklarında… Uzatmaya gerek yok.

“Sol”a çıkarılan çağrı, kendisini “değiştirmekte” olan kapitalizmin tasfiyesini ve işçi sınıfının kurtuluşunun nesnel bakımdan olanaklı tek yolu olan sosyalizmi amaçlamaktan vazgeçerek yalnızca Marksizmi bir yana bırakmak değil, ama geleneksel ilerlemeciliğini de bir yana bırakıp kapitalist gericiliğe eklemlenerek gericileşmektir.

MARKSİZME KÜRESELLEŞMECİ SALDIRI

A. Altan’ın Marksizme yönelttiği saldırı küreselleşme çıkışlıydı. Sovyetler Birliği’nin çöküşü –ve SB’yi çöküşe götüren rekabetin beslediği teknolojik ilerleme– ardından “değişen” kapitalizmin temel özelliği “mülksüz, sınıfsız, devletsiz bir yapının oluşması”na götüren küreselleşmeydi ona göre ve “sol”, ya bu “değişimi” görmezden gelip geçmişe takılıp kalacak ve tutuculaşacak ya da değişime ayak uydurup “‘globalizmin’ enternasyonalist anlayışına sahip çıkacak, sınıfsız, devletsiz bir yapıya ulaşılmasını destekleyecek”ti. Marx, bunun ancak kapitalizmin ve kalıntılarıyla birlikte özel mülkiyetin tasfiyesine bağlı olarak gerçekleşeceğini açıklamıştı; ama o, Marksizmin öngörüsünün de bu yönde olduğu iddiasıyla, “sol”u, kapitalizmi, özellikle “küreselleşme”yi desteklemeye çağırıyordu. Küreselleşme “insanlık tarihinin belki de en övünülecek, en büyük aşaması”ydı! Kuşkusuz ilerlemeydi, ileriye, geleceğe doğru gelişmeydi! Nasıl desteklenemezdi!

Küçük bir problem var olmaya devam ediyordu oysa: Evet, “küreselleşme” ya da “globalizm” de enternasyonalistti, uluslarasılaşmacıydı; ama kapitalist nitelikliydi; üstelik bu, kapitalizmin, yalnızca 21. yüzyılda ortaya çıkan yeni bir eğilimi de değildi, 19. yüzyılda dünya pazarını fethe çıktığından beri kapitalizmin ulusal eğilimin yanında ikinci başlıca eğilimini oluşturuyordu. 20. yüzyıla gelirken mal (meta) ihracının yanında ihraç edilen sermaye de uluslararasılaşmıştı. Üzerinde konuşulan da buydu, sermayenin uluslarasılaşması, kapitalist uluslararasılaşma ya da tek tek ülkelerin ekonomilerinin kapitalist dünya ekonomisine entegrasyonu. Marx’ın öngördüğü ve kendi zamanından başlayarak işçi sınıfı ve hareketinin uluslararası birliği olarak gerçekleşen enternasyonalizm, kapitalizme ve sermaye egemenliğine karşı mücadelenin ürünüydü ve “sınıfsız, devletsiz bir yapı” ancak kapitalizmin yıkıntısı üzerinden ortaya çıkabilirdi. Çünkü kapitalizm, evet uluslararasılaşma eğilimindeydi, ama, hem sermaye birikiminin tek kaynağı artı-değerdi, sermaye sahipliğinin dayanağı işçi sınıfının sömürülmesiydi, hem de kapitalizm tek tek mülk sahipleri olan fabrikatörler, bankacılar vb.’nin ölesiye rekabeti üzerine kuruluydu.

İşçi sınıfının (ve emekçilerin) sömürüsü olmadan kapitalizm varolamazdı, dolayısıyla kapitalizmde “sınıfsızlık” olanaksızdı. Kapitalizm, ancak durmaksızın sosyalizme çağrı çıkararak sınıfsızlığın ön koşullarının hazırlayıcısı olabilirdi. “Devletsizlik” de, son el koyma ve devletleştirmelerle bölgesel vb. savaşların bir kez daha gösterdiği gibi, “ulusal” farklılıklar ya da kelimenin gerçek anlamıyla emperyalist çıkarlar peşinde devletler olarak birbirleriyle çatışan emperyalist kapitalizmde yine olanaksızdı. Dolayısıyla kapitalist enternasyonalizm ya da “küreselleşme”, farklı “ulusal” pazarlara dayanarak gelişen kapitalistler, kapitalist grupları olarak tekeller ve devletlerinin, tüm uluslararasılaşma eğilimine rağmen, gözlerimizin önünde cereyan eden ve giderek şiddetlenen birbirleriyle rekabet ve çatışmaları nedeniyle olduğu kadar, birikiminin kaynağı artı-değere el koyma olan sermaye ve egemenliğinin sömürecek (ve mülk edindiği ürünleri satacak) işçiye olan olmazsa olmaz ihtiyacı nedeniyle de, ancak bir burjuva ütopyası olabilirdi. Marksizmin ise ütopyayla işi hiç olmamıştı.

Öte yandan kapitalist enternasyonalizm ya da “küreselleşme”, bu övgüsü yapılan zamane olgusu, herhangi türden kapitalist, örneğin siyasette liberalizmi isteyen, “bırakın yapsınlar” ya da serbest rekabetçi kapitalist bir olgu değildi. Kapitalizmin en üst ve son aşamasına, tekelci kapitalizme, emperyalizme özgüydü. “Sınıfsız ve devletsiz bir yapı”ya götürmekte olduğu ileri sürülen kapitalizm, 21. yüzyılın, günümüzün tekelci kapitalizmiydi. Kısacası emperyalizmdi.

Gerçi Baskın Oran, 3 Ağustos 2008 tarihli ve “Susurluk’taki “Sol”a ne oldu” başlıklı Radikal İki’deki makalesinde, “tam bağımsızlık” ve “anti-emperyalizm” kavramlarına ilişkin olarak, “…farkında bile değiller ki ‘solcu’ olmak için kullandıkları bu iki kavramın ikisi de Marksizm’le ilgisiz. Siz hiç Marx’ta bu kavramları duydunuz mu? 1919-21 arası Kurtuluş Savaşı dönemini saymazsanız, bunlar 60’larda Türkiye’de sol’un yükselmeye başlamasıyla gündeme gelen ve bendeniz dahil olmak üzere sürüyle Kemalist’in kendine ‘solcu’ demesini sağlayan kavramlar.” diyordu. “Bağımsızlık” kavramı bir yana, daha uzun yaşama şansı bulan Engels ömrünün sonuna doğru henüz doğumuna tanıklık ettiği tekeller üzerine bir değerlendirme yapmasına karşın, yaşadığı dönemde henüz tekeller ve emperyalizm olgusu ortaya çıkmayan Marx’ta, emperyalizm ve anti-emperyalist mücadele kavramının olmadığı bir gerçektir. Tekel ve tekelci kapitalizmi inceleme ve anti-emperyalist mücadele çağrısı, kapitalizmin tekelci aşamasında Marksizmi geliştiren Lenin’e aittir.

Yine gerçi, B. Oran, 2007 seçimlerin ardından Birgün’deki röportajında, “Marksizm’e evet, Leninizm’e hayır” demişti; ama yine de bu iki kavramın, “Kemalist milliyetçilik”le ilişkili ve Türkiye’ye özgü olmayıp, evrensel kavramlar olduğu kesindi.

B. Oran, köleci antik Roma emperyalizmi ile kapitalist emperyalizmi aynı şey (işgalcilik, ilhak eğilimi) sayarak, emperyalizmi salt siyasal bir olguya indirgiyordu: “…küreselleşme sonucu tam bağımsızlık artık tam bir şehir efsanesi… Antiemperyalizm’in kullanılışı ise tam bir cehalet örneği. Emperyalizm sadece devlet’in niteliğidir ve ancak askerî işgal veya işgal tehdidiyle olur. …‘ABD de emperyalist, AB de emperyalist diyenler ‘muasır medeniyet’i ittiklerinin farkında bile değil. Dahası, ABD emperyalizmini en azından Orta Doğu’da tekel sahibi kıldıklarının farkında değil. Siyaseten Türkiye’yi AB desteğinden yoksun kıldıklarının farkında değil.

Zırvalamaktan kaçınılacaksa, kapitalist emperyalizm, her şeyden önce tekel demekti. Tekelci kapitalizm, mali sermaye egemenliğiydi. Kuşkusuz ki, emperyalizm işgal eğilimiyle tanımlanamazdı ve ekonomik bir içeriğe sahipti. Tekeller ve mali sermaye egemenliğinin doğal sonucu ve onlarla birlikte emperyalizmi tanımlayan, sermaye ihracı ve dünyanın mali sermaye ağları içine çekilerek, ekonomik olarak ele geçirilerek paylaşılmasıydı. Dünyanın işgaller vb. yollarla toprak olarak da ele geçirilmesi ve paylaşılması, emperyalizmin yalnızca tamamlayıcı bir belirtisiydi.

Emperyalizmin, günümüze kadar gerici burjuva liberallerinin çokça yaptığı gibi, sadece siyasal zorbalığa ve işgal eğilimine indirgenmesi (ve iyimser bir deyişle, anti-emperyalist mücadelenin ancak işgale karşı bir mücadele olabileceğinin varsayılması), uluslararası kapsamı bakımından, kuşku yok ki, onun “küreselleşme” adı takılan ekonomik içeriğinin olumlanması ile ilgilidir. Oran, buradan gelerek, işgal türü bir siyasal dayatma ve dikteye dayanmadığını düşündüğü AB-Türkiye ilişkilerini de överek, Türkiye bakımından AB “desteği”ni de olumlamaktadır: AB eşittir “muasır medeniyet”tir!

Mantığı olağanüstüdür: AB’ye emperyalist diyenlerin “ABD emperyalizmini en azından Orta Doğu’da tekel sahibi kıldıklarının farkında” olmadıklarını söylerken, Oran, aslında kendini ele vermektedir. ABD emperyalizmini tekel sahibi olmaktan çıkaracak gücün de tekelci bir güç olabileceği, mantığın doğal ürünüdür çünkü.

Ama bu “medeniyet”, tekellerin, mali sermaye egemenliğinin medeniyetidir. Uluslararası ilişkileri, tekelci ekonomik ilişkilerdir, Türkiye ekonomisi gibi ekonomileri mali sermaye ağları içinde köleleştirmeye, tekel kârını gerçekleştirmeye, pazarları ve hammadde kaynaklarını yağmalamaya, ekonomik olarak ele geçirmeye dayalıdır. Bu, Türkiye AB üyesi olmasa bile, AB ile Türkiye arasında imzalanan Gümrük Birliği Antlaşmasıyla hüküm altına alınan bir süreçtir. Ve “küreselleşme” olarak övülen, bu köleleştirilmedir. “Küreselleşme” ya da kapitalist enternasyonalizm yanlılığı, emperyalizm övgüsünden başka bir şey değildir. Bu nedenle, Oran gibi “sol” tartışmacıları, “küreselleşme koşullarında bir şehir efsanesi” saydıkları “tam bağımsızlık” ve “cehalet” dedikleri “anti-emperyalizm” kavramları ve pratiğine karşı çıkarlarken, tekellerin yağma ve talanını, “sıcak para” soygunu türünden belalarına tanık olduğumuz mali sermaye ağları içinde debelenmeyi, Türkiye ekonomisinin emperyalist kapitalist dünya ekonomisine entegrasyonuyla mali sermaye egemenliğine bağlanmasını olumluyor ve tekellere ve kapitalist emperyalizme karşı çıkan Marksist-Leninist “sol”a saldırarak, kendisine tekelci kapitalizmi çerçeve edinmiş gerici liberal bir “sol” istiyorlar.

Başlığı kapatmadan, söylenmeli ki, “küreselleşme” adı takılıp gerekçe edinilerek, “sol”a emperyalist kapitalizme köleliğin aracısı olma çağrısı yapılan kapitalist uluslararasılaşmanın tek olumlu yönü, tek tek ülkelerin sömürülen ve sömürenler olarak bölünmesinin yanına dünyanın da sömürülüp yağmalananlar ve sömürüp yağmalayanlar olarak bölünmesini ekleyerek, gelişen kapitalizmin son aşaması olan tekelci kapitalizmin bu başlıca iki bölünmesini ve bunlara yol açan temel karşıtlığı olan kapitalist mülk edinmenin özel niteliği ile emeğin ve üretimin toplumsallaşması arasındaki karşıtlığı derinleştirerek sosyalizmin ön koşullarını olgunlaştırması ve kapitalizmin yıkılmasını yakınlaştırmasıdır.

MARKSİZME “DEMOKRATİZM” SALDIRISI

Ergenekon soruşturması dolayısıyla “demokrasi” tartışması yürütülürken, hiç ilgisi yokken, saldırının, Stalin ve proletarya diktatörlüğünü söz konusu edilerek geliştirilmesi, net olarak göstermektedir ki, “dert”, “üzüm yemek” bile değildir, “bağcı” dövülmek istenmektedir. Saldırı doğrudan Marksizme yöneltilmektedir. Sorun, basitçe “darbe ve demokrasi” değildir, darbe ve çete tartışması vesile edilip Marksizme saldırılarak, “sol”a çeki düzen verilmek istenmektedir.

Ancak Marksizme demokratik olmadığı ve demokratikleşmesi gerektiği yönünde yöneltilen saldırı yeni değildir. Bu saldırı, özellikle “soğuk savaş” argümanı olarak Stalin ve “diktatörlüğü” üzerinden geliştirilmiş ve “diktatörlük” kavramı üzerinde oynanıp kavramın belirttiği içeriği ve sınıf niteliği gizlenerek, genel bir “totalitarizm” suçlamasıyla, Stalin’in hatta Hitler’le özdeşliği iddiası bile ileri sürülmüştür. Ardından, –Kautsky ve benzerlerinin önceden yöneltilmiş suçlamaları bir yana bırakılırsa– onun önceli olarak Lenin ve Leninizme sıra gelmiştir. Yalnızca –aktardığımız görüşleriyle– B. Oran değil, “sol” tartışmacılarının genel karakteri Lenin ve Leninizm karşıtlığıdır; çünkü asıl suçlanan “proletarya diktatörlüğü”, onu fikir olarak ortaya atan Marx’a değil, geliştiren ve hayata geçiren Lenin’e bağlanmaktadır. Üstelik “demir disiplinli” demokratik merkeziyetçi parti de onun eseridir.

Gerçi “sosyalizmin 150 yıllık teorik mirasının elbirliğiyle, canıgönülden revizyonu süreci idare edilemedi”ğinden yakınan H. Berktay, Marx da dahil, genel olarak Marksizme reddiye çıkarmaktaydı, ama, yine de, onun da vurgu yaptığı Lenin ve Stalin’di. 1990’ların sonunda Polonya dışişleri bakanlığı yapmış olan revizyonist gelenekten tarihçi B. Geremek’in ölümü üzerine kaleme aldığı makale örneğin, Lenin, Stalin ve proletarya diktatörlüğü suçlamasıydı. “Demokrasi” savunması adı altında “solu demokratikleştirme”, burjuvalaştırma saldırısı için, Berktay, saldırması gereken yeri iyi biliyordu.

2. Dünya Savaşı öncesi “sosyal demokratları sosyal faşist sayarak karşısına alması” ve “anlaşmaya uyacağına güvenerek” Hitler’le saldırmazlık paktı imzalaması dolayısıyla Stalin’e “kiminle ittifak yapacağını, kimi karşısına alacağını bilememe”*, çünkü “demokrasi”yi ölçüt olarak benimsememe suçlaması yönelten M. Belge de, aynı bilgelikte. Demokrasi ile ilişkisinin “sol” açısından tayin edici olduğu iddiasında: “…bir sol çizginin faşizme doğru savrulma ihtimalini önleyecek en sağlam garanti, o çizginin demokrasiyle ve siyasi liberalizmle kurduğu ilişkidir.**

Aynı şeyi B. Oran, daha iddialı biçimde ve “Nedir Sol?” başlıklı bölümde üzerinde durulan her yana çekilebilir, “insan hakçı”, tekellerin mi kimin olduğu belirsiz genel bir “demokrasi” “savucusu” “solculuk” vurgusu yaparken ileri sürmektedir: “Türkiye’de iki kavram fena halde kaydı: ‘ilerici’ ve ‘solcu’. Şu anda benim için bu iki kavramın tek bir doğru anlamı var: ‘DEMOKRAT’. Kim insan haklarını savunuyorsa, kim demokrasinin arkasında samimiyetle duruyorsa, benim için ilerici ve solcu odur. Umurumda değildir ideolojisi. Umurumda değildir başka konularda ne dediği, ne yaptığı; insan hakları ve demokrasi savunuculuğuyla çelişmediği sürece.*

Stalin, Lenin ve “revizyonu” ihtiyaç olduğu düşünülen Marx ve Marksizm suçlamasının dayanağı olarak ileri sürülen “diktatörlük” ve karşıtı olduğu iddiasıyla yandaşlığı vurgulanan “demokrasi”, aslında aynı madalyonunun iki yüzüdür. Olanaksızlığı üzerinde durduğumuz kapitalizmin sınıfsızlaştığı iddia edilse de, aynı olgunun görünümleri olarak, ikisi de sınıfsız değildir. Bir devlet biçimi olan demokrasi, ya burjuva ya da proleter demokrasidir; ama devletin biçimi olarak demokrasi ve dolayısıyla devlet ihtiyaç olmaktan çıkmadıkça, yani henüz baskı altında tutulacak sınıflar ya da kalıntıları oldukça, ancak bir diktatörlük olabilir. Ordusu , polisi ve sair zor aygıtlarıyla devlet, biçimi demokratik ya da değil, bir diktatörlük örgütlenmesi olmadan edemez. Ya küçük bir azınlığı oluşturan burjuvazinin çoğunluğu oluşturan işçi ve emekçiler üzerinde diktatörlüğü ki, bu, burjuva demokrasisidir; bu demokrasi, yalnızca burjuvalar içindir. Ya da çoğunluğu oluşturanların azınlık olan burjuvazi üzerinde diktatörlüğü ki, bu demokrasi de, proletarya diktatörlüğü ya da sosyalist demokrasidir ve işçi ve emekçiler içindir.

Özetle “diktatörlük” olmayan bir devlet ve “herkes için demokrasi” ham hayaldir. Bu hayal, başta Marx olmak üzere, hiçbir Marksist tarafından yüceltilmediğinden, “demokrasi” adına Marksizme saldırılmaktadır. Kimin demokrasisi adına? Kuşkusuz burjuvazinin! Hem de tekelci burjuvazinin!

Bu söylenenler, Türkiye gibi siyasal demokrasinin henüz kazanılamadığı, dolayısıyla biçimsel (burjuva) demokrasisinin bile görüntüler ve güdüklükler ötesinde yaşama geçmemiş olduğu ülkelerde burjuva karakterde demokrasi (hukuk karşısında eşitlik, siyasal özgürlükler vb.) için mücadele edilmeyeceği anlamına, kuşkusuz gelmez.

Ama şu anlama gelir ki, örneğin Türkiye’de, siyasal demokrasi (burjuva karakterli demokrasi) mücadelesi, burjuvaziye bırakılamayacak, hele bu mücadelenin hedefi durumundaki tekelci burjuvaziye hiç emanet edilemeyecek bir mücadele olarak, halkçı içeriğiyle ele alınıp yürütülmediğinde, demokrasi mücadelesi olmaktan çıkacak ve tekelci gericiliğin halk üzerindeki zorbalığının yüceltilmesi oyununa dönüşecektir.

“Sol” tartışmasının yürütülme zemini ele alalım. Darbeciliğe ve çetelere karşı mücadele. Bu mücadele şüphesiz bir ihtiyaçtır. İşçi ve emekçilerin, halkın iktidar mücadelesine bağlanmayan ve “sol” tartışmacılarınca önerildiği şekilde, AKP ile darbeci-çeteci ulusalcı-kızılelmacıların aralarındaki bir mücadele olarak yürüdüğünü ve bu mücadelede AKP’nin desteklendiğini düşünelim. Ne olacaktır? Türkiye siyasal demokrasiye mi gark olacaktır? Örneğin Bayar-Menderes, orduyu kendilerine bağlamışlardı ya da Özal genelkurmay başkanını istifa ettirmişti. Menderes ülkeyi demokratikleştirdi mi yoksa “tahkikat komisyonu” kurmaya ve “diktatörlük”e mi yöneldi? AKP, şimdiden net bir uzlaşmaya yönelmiş görünmektedir. Bu tutum mu siyasal demokrasiyi getirecektir? Ya da uzlaşma tutumunu değiştirip, militarist eğilimleri kontrol altına almayı başardığında mı ülke demokratikleşecektir? Örnek olarak bugün Almanya’da ordu hükümetin kontrolündedir, ABD’de de böyledir. Ama Almanya hemen tamamen polis devletidir; ABD’yse, nüfusa oranla en yüksek cezaevi doluluk oranına sahip olan ülkedir. Üstelik AKP, henüz yalnızca hükümetken bile örneğin 1 Mayıs terörünü estirmiş ve sadece dini Bayramları kutlama yanlısı olduğunu belli etmiştir. Bir AKP “demokrasisi”nde işçilerin demokrasiden yararlanacak olmaları nasıl ileri sürülebilir? Şimdi sendikalaşamayan, ilk girişimlerinde işten atılan işçilerin AKP “demokrasisi”nde sendikal özgürlüklerine sahip olacaklarına nasıl inanılabilir? Ya da henüz kendisi “demokrasi” eksiğinden yakınan AKP, Alevilere din dersi zorunluluğunu dayatırken, Kızılelmacı darbecileri tasfiye ettiğinde, bu zorunluluğu kaldıracak mıdır, buna inanılabilir mi?

AKP’nin, diyelim, darbeciliğin tehdidini aşıp iktidar ipini tümüyle eline geçirdiğinde, demokrasiyi tehdit etmiş olan çeteleri kendi emrinde kullanmaması düşünülebilir mi? Kontrgerillanın, hiç değilse Sovyetler Birliği döneminde, bütün Avrupa ülkelerinde bulunduğu ve işlevsel olduğu orta çıktı. AKP “Avrupa demokrasisi”ni bile gölgede bırakarak, tam tasfiyeye mi gidecektir? Örneğin bugün demokratik haklarını tanımadığı Kürtler karşısında yararlandığı Kontrgerilladan silahlı Kürt muhalefetine karşı “yararlanmayacak” mıdır? Ötesinde, bugünden savunduğu ve uyguladığı özellikle GOP’ta Amerikan emperyalizmine taşeronluğu esas alan “haysiyetli ve aktif” dış politika, militarizm ve içeride ve dışarıda çetelerin/Kontrgerillanın aktivitesi olmaksızın uygulanabilir mi? Ya da emperyalizme işbirlikçiliğin tüm bu ihtiyaçları, militarizm ve çeteleri, demokrasinin ayaklar altında çiğnenmesini, tıpkı bugün olduğu gibi, zorunlu kılmayacak mı? Ve ülke içinde sermaye egemenliğinin sürdürülmesi, Kürt ya da başka ciddi muhalif güçlerin talepleri kabul edilerek, hak tanımazlık ve zor olmadan, militarizm ve çeteler olmadan nasıl mümkün olacak? Herhalde açık ki, halk iktidara gelmeden ve halkın talepleri karşılanmadan, çeteler ve darbecilerle ilgili ileri sürülenler ne olursa olsun, AKP’nin desteklenmesi için hangi gerekçe ileri sürülürse sürülsün, çetesiz ve darbecisiz, temel özgürlüklerin geçerli olacağı bir siyasal demokrasi olanaklı değildir. Ama “demokrasi” kılıcı sallanarak Marksizme dayatılmaya çalışılan da, bu olanaksızlığa aracılığı benimseyerek ve tekellerin “demokrasi” adı takılan zorbalığı önünde diz çökerek liberalize olmaktır.

SALDIRI NEDEN MARKSİZME?

Saldırı neden Marksizme yöneltiliyor? Bugün için Marksizm çok mu güçlü ve büyük bir tehlike?

Neden, ortadadır.

“Sol” tartışmacıları “küreselleşme” övgüsü yaparak atıp tutmaktadırlar, ama ileri sürdükleri görüşlere kendileri bile inanmamaktadırlar.

“Sınıfsız, devletsiz” bir geleceğe doğru yürümekte olduğu ve bugünden “barış, demokrasi, refah içinde, krizsiz bir sanayi ötesi topluma” dönüşerek “değişmiş bir kapitalizm”in ilanı olarak, önce “Yeni Dünya Düzeni” ve ardından ileri sürülen “küreselleşme” edebiyatı, “piyasanın üstünlüğü” masalıyla birlikte fiyaskoyla sonuçlanmıştır. Küreselleşme, tek tek ülkelere, özelleştirmelerle işsizlik, sağlık ve eğitim başta olmak üzere hizmetlerin piyasalaştırılmasıyla eğitimsizlik, geleceksizlik, hastane kapılarında sürünme, uluslararası sermaye akışının önündeki engellerin kaldırılması ve sömürünün yoğunlaştırılmasıyla ücretlerde düşüş, emeğin esnekleştirilmesi, taşeronlaştırma, kazanılmış hakların gaspının genelleşmesi gibi belalar açmaktan başka bir şey yapmamıştır. Vaat edilen “refah”a ulaşılması bir yana, işsizlik, yoksulluk ve sefaletin yaygınlaşmasıyla, kapitalist küreselleşme propagandacılarının ve bizzat küreselleşmeci kapitalizmin refaha ulaşmanın yolu olmadığı giderek daha geniş kesimler tarafından yaşanılarak anlaşılmaktadır.

“Barış” vaadinden, dünyayı çepeçevre kaplayan savaşların yayılmasıyla çoktan çark edilmiştir. Yugoslavya paramparça edilmiştir. Afganistan, Irak işgal, İran’sa savaş tehdidi altındadır. Savaş, Kafkasya’ya sıçramıştır, Boğazlar sorunu tekrar doğmaktadır. Rusya, ABD’nin karşısına dikilmiştir.

“Piyasanın üstünlüğü” ve “krizsiz kapitalizmin” boş bir hülya olduğu, son yılların giderek derinleşme eğilimindeki –ve üstelik kapitalizmin merkez üssü ABD’de patlak veren– kriz ve bu krizin önünü alma çabalarında, herkesin gözü önüne serilmektedir. Kapitalizmin çürümüşlük, çöküntü ve geleceksizlik olduğu geniş kesimler tarafından anlaşılır olurken, ikiyüzlülüğü, krize dönük devlet müdahaleleriyle belirginleşmektedir. Geniş emekçi kitlelerin, başlarına işsizlik, esneklik, sefalet, açlık vb. belalarını sardıran özelleştirmeleri kendisine reva görürken, dev sermaye şirketleri ve holdingleri kurtarmaya yönelik milyarlarca dolarlık müdahale ve destekler, el koyma ve devletleştirmelere girişen kapitalizmin ikiyüzlülüğünü açıkça görebileceği gelişmeler hızlanmıştır. Öyle ki, “devletin küçültülmesi”ni ve “serbest piyasa”yı temel ilke edinmiş, durmadan propaganda eden küreselleşmeci sözcü ve propagandacılar, bütün iddialarını geçersizleştirerek, ekonomiye devlet müdahalesini davet etmeye ve belli başlı büyük emperyalist kapitalist devletler bunu gerçekleştirmeye çoktan başlamışlardır. Oysa iddiaları, piyasanın düzenleyiciliği ve kurtarıcılığıydı. Refah içindeki krizsiz kapitalist küreselleşmeye “serbest piyasa” götürecekti!

Geniş halk kitlelerini bir dönem yedeklemeye yaramış küreselleşmeci iddia ve vaatlerin aslında hiçbir inanılırlıklarının olmadığının bizzat bu kitlelerce anlaşılmasının olanakları özellikle son ayların gelişmeleriyle ciddi biçimde genişlerken, yine aynı kitlelerin, olumsuz sonuçlarını yaşayarak, kapitalizmin hiçbir ihtiyaçlarını karşılayamadığını/karşılayamayacağını giderek daha fazla ve açıkça anlamalarının önündeki engeller yıkılmaktadır. Can telaşına düşmüş ideolog ve sözcülerinin kendileri, iddia edegeldikleri aldatıcı ve hayali nitelikleriyle küreselleşme ve kapitalizmi savunamaz duruma sıkışmışlardır. Küreselleşme savunucularının arasından Keynesyen önlem önerileri geliştirenler çoktan çıkmıştır ve sıra, “acaba Marx haklı mıydı?” sorusunun dile getirilmesine gelip dayanmıştır.

Tüm bunlar, “piyasanın üstünlüğü”ne yol açarak “öldüğü” iddia edilen sosyalizmin, işçi sınıfının kurtuluşunun kendi birlik ve mücadelesinin eseri olacağını ortaya koyarak kapitalizme karşı mücadele çağrısı yapan Marksizmin, öğreti ve gerçekçi çözümleriyle, geniş emekçi kitlelerin, yeniden ilgi odağı haline gelmesinin koşullarını vermektedir. Kapitalizmin çürümesinin, sömürülen kitlelerin günlük yaşamlarını derinden etkileyerek, gözler önünde olması kadar, herkesin yaşayıp görebildiği son derece pratik gelişmelerin, egemen burjuvazi, iktisatçı ve politik sözcülerinin tüm iddia ve vaatlerinin sahteliğini ortaya koymasının kapitalist düzen dışı ve karşıtı tepki, arayış, eğilim ve hareketlenmeleri teşvik etmesinde şaşılacak hiçbir şey olamaz. Bu tepki, arayış ve hareketlenmelerin, ne denli zayıflatılmış ve “öldüğü” ileri sürülmüş olursa olsun, üstelik işçi sınıfı kuşaklarının tecrübelerinden de biriktirilmiş tek açıklayıcısı ve toplanma merkezi vardır: Proleter sosyalizmi olarak Marksizm. Kapitalistlerle ideolog ve sözcüleri, bal gibi bilmektedirler ki, tüm gelişmelerin, belirtileri görülmekte olan yeni bir yükselişinin koşullarını olgunlaştırmakta olduğu sömürülen yığınların hareketinin Marksist hareketle birleşmesinden doğalı yoktur. Bugün henüz “potansiyel” tehdit durumunda olmasının önemi yoktur, tek ciddi tehlikenin Marksizm olduğunun bilinciyle Marksizme saldırı düzenlenmekte, kafa karışıklığı ve kapitalizme bağlanma teşvik edilmekte, “bizim” fonlanmış liberal de bu saldırıya katkıda bulunmaktadırlar.

Kendileri de inanmayarak “işçi sınıfı yok olmaktadır” demektedirler, ama Türkiye’de on milyonu aşan nüfusuyla ciddiye alınmazlık edilemeyecek bir işçi sınıfı olduğunu bilmekte ve hareketinin gelişmesi ve Marksizmle birleşerek kendi bağımsız yolunu tutması ihtimalinden ölesiye korkmaktadırlar. Üstelik Türkiye’nin devrimci damarının da farkındadırlar: Marksist hareketin dayanağının işçi sınıfı olduğu kadar; yakın tarihin devrimci anti-emperyalist demokratik hareketinden beslendiğini de bilmektedirler. Bilmektedirler ki, Türkiye’de adı “Deniz” konulmuş en az bir milyon genç yaşamaktadır. Bu nedenle, “bağımsızlık” davası ve anti-emperyalist mücadeleciliği karalamaya özen göstermektedirler.

Ancak “korkunun ecele faydası yoktur”!


* “Bu varsayım, ilk söylendiğinde doğruydu. Kapitalizm, değişimin önündeki engeldi. Ama, işçi sınıfının en azından teorik olarak Sovyetler Birliği’nde iktidara gelmesi, proletarya-burjuvazi çatışmasının devletler ve bloklar düzeyinde sürdürülmesi, bir rekabetin ortaya çıkması, bu rekabette ön almak ve galip gelmek isteyen kapitalizmin ‘tutucu’ yapısını değiştirdi. Uzay yarışının yaşanması teknolojiyi geliştirdi, işçi sınıfına gerek kalmadı, Sovyetler çöktü ama kapitalistler de yapısal bir dönüşümden geçtiler.” (Taraf, “Sol ve Globalizm, 29.08.08)

* Bkz. M. Belge, Taraf, “Sınıf mücadelesi”, 27.07.08

** Bkz. M. Belge, Taraf, “Sol ve Ergenekon, 19.07.08

* İstanbul indymedia, “Bendenizin oyu ve AKP”, tarihi 07.10.2005 olarak veriliyor.

 

bir krizin anatomisi

 

 

Geçtiğimiz haftalarda gündemin ilk sıralarını ABD’den gelen batık banka haberleri ve hazinenin finans sektörüne müdahaleleri işgal etti. Üretimdeki daralma ise, borsadaki düşüşün gölgesinde kalmakla birlikte yaşanan krizin finansal denetimin geliştirilmesiyle kontrol altına alınamayacak denli yapısal sorunlardan kaynaklanan bir süreç olduğunu gözler önüne seriyor. İktisatçılar krizin giderek derinleşeceği konusunda birleşirken, kimileri 1929 buhranından bu yana yaşanan en büyük krizin kapıda olduğunu dile getiriyor.

Aslına bakılırsa bugün yaşananlar pek de sürpriz sayılmaz. Mortgage sektöründe yaşanan tıkanıklık, daha bir yıl öncesinde, yaşanacak krizin sinyallerini vermişti. 2008’in Mart ayında en büyük yatırım bankalarından Bear Sterns’in çöküşü ve Hazine’nin müdahalesiyle işin ciddiyeti bir kez daha ortaya çıkmıştı. Ne var ki, spekülatif kazanç arayışında olan yatırımcıların yönlendirdiği borsaların verdiği tepkiye odaklanan kamuoyu, müdahaleler sonrasında toparlanan ve tekrar yükselişe geçen borsaya aldanarak, kriz bulutlarının dağılmaya başladığı yanılgısına kolaylıkla düştü. Bu durum, Fannie Mae ve Freddie Mac’in kamulaştırılmasına varan süreçte de aynı şekilde tekrar etti. Riskli piyasalardan çıkışlarını kolaylaştırmak amacıyla kamuoyunda olumlu bir hava yayma çabasındaki büyük yatırımcılar, yaşanacak krizin boyutunun bu denli geç algılanmasında veyahut hala algılanamamasında önemli pay sahibi oldular. Lehman Brothers’ın iflası sonrasında dünya borsalarında yaşanan sert düşüş, hazinenin kaynak aktaracağına dair açıklamaları ve sonrasında yaratılan iyimser hava da benzer bir süreç. Aynı senaryo, giderek sıklaşan aralıklarla tekrarlanıyor, ne var ki ikna ediciliğini de hızla kaybediyor. Uluslararası düzeyde üretim düşerken, kredi piyasaları da daralıyor. Devletlerin ve uluslararası kurumların müdahaleleri ne oranda etkisini hafifletir şimdiden öngörmek pek de olası değil, ama büyük bir krizin arifesinde olduğumuz kesin.

 

MORTGAGE KRİZİNİN PERDE ARKASI

Dilimize “tutsat” olarak çevrilen “mortgage,” aslen ülkemizde ve Kıta Avrupa’sında kullanılan ipotek kelimesinin Anglo-Saxon’lardaki karşılığı. Kaldı ki, ülkemizde “mortagage yasası” olarak kamuoyuna sunulan yasada da tercih edilen kelime ipotek. İpoteğe dayalı uzun vadeli konut kredileri, geçmişten beri ülkemizde Emlak Bankası gibi kimi kuruluşlar tarafından uygulanmaktaydı. Bu açıdan, yeni yasa, ayrıntılı bir kredi düzenlemesinden öte bir yenilik taşımıyor. ABD’deki mortgage piyasası 10 trilyon dolar gibi bir hacme sahip pek çok katmandan oluşan dev bir piyasa. Elbette piyasasının böylesi bir hacme ulaşmasında son dönemdeki yüksek riskli mortgage kredilerinin katkısı büyük. Şöyle ki, sadece dar gelirlilerin kullandığı “yüksek riskli krediler”in boyutu 1,5 trilyon dolar düzeyine ulaşıyor.

ABD’de her bireyin yaşamı boyunca kullandığı krediler ve ödediği (ya da ödeyemediği) taksit ve borçlardan oluşan bir kredi tarihçesi bulunuyor. Tıpkı bir şirket ya da ülke ekonomisi gibi, bireylere kredi puanı veriliyor ve bireyler, puana göre değişen faiz hadlerinde kredi kullanma olanağına sahip oluyor. Eğer bireyin kredi tarihçesi kötüyse ya da yoksa, değil kredi kullanmak, ev kiralamak, hatta telefon hattı almak dahi büyük bir problem haline geliyor. Ev sahibi olmak isteyen bireyler, bu kredi tarihçesi ile, krediyi sağlayacak finansal kuruluşa başvuruyor. Bir miktar nakit ve 30 seneye varan taksitlerle krediyi sağlayan kurum adına ipoteklenmiş bir ev satın alabiliyor. Ödemenin gerçekleşmemesi durumunda ise, eve alacaklı kurum tarafından el konuluyor. Mevcut işleyişte, finansmanı ilk sağlayan kurum bu borcu üzerinde tutmuyor ve ikinci pazarda satıyor. İkinci pazardaki şirketler ise, bir havuz oluşturarak, piyasadaki yatırımcılara hisse satıyorlar. Böylece ikili bir kontrattan doğan borç ve taşıdığı risk piyasadaki binlerce yatırımcıya aktarılıyor.

Son dönemde dünya piyasalarını sarsan mortgage krizinin perde arkasını görebilmek için,  2001 yılından itibaren ABD emlak piyasasında yaşanan gelişmelere kısaca bir göz atmakta fayda var. 2001 yılı içerisinde dot-com balonunun patlamasıyla ortaya çıkan krizin önünü almak amacıyla, FED (Amerikan Merkez Bankası), gecelik faiz oranlarını 11 kez indirerek, %6,5’tan %1,75 seviyesine çekmişti. 2003 Haziran’ında %1 seviyesine düşen ve 1 yıl kadar bu seviyeyi koruyan düşük faiz oranları, aslında emlak balonunun ardındaki başlıca etkenlerden biriydi. Kısacası dot-com balonunun patlamasıyla oluşan kriz ortamında, yaraları sarmak amacıyla faizleri düşüren FED, bu politikasıyla emlak balonunun tehlikeli boyuta ulaşmasına ön ayak olmuştu. Gerçekten, bu süreçte ev alıp 2005 yılında emlak fiyatlarının duraklamaya başladığı dönemde satış yapan yatırımcılar, %100’lere varan kârlar elde ettiler. 2006 yılı içerisinde ise, emlak satışları durma noktasına geldi ve emlak fiyatları gerilemeye başladı.

2001 yılından itibaren düşük faizler ve piyasadaki atıl fonların artışı karşısında, kimi finansal kuruluşları, kredibilitesi zayıf olan (kredi geçmişi problemli olan) kişilere de mortgage kredisi vererek, kredi hacmini arttırmayı tercih etti. Yüksek riskli krediler (subprime credit) olarak adlandırılan bu krediler, dar gelir gruplarının da mortgage piyasasına daha yüksek faizlerle de olsa dahil olmasına olanak tanıdı. Bu durum, piyasa faiz oranının üzerinde faiz gelirleri elde eden mortgage yatırımcılarına kısa vadede cazip kâr olanakları ve yepyeni bir piyasa sunarken, uzun vadede geri dönüşü riskli bir mali yapıyı da ortaya çıkardı.

Krizin ağırlaşmasındaki bir diğer etken ise, yüksek riskli mortgage kredilerinin faiz yapısı oldu. ABD mortgage piyasasında, faiz yapısına göre, iki farklı kredi sistemi uygulanmakta. Bunlardan ilki, sabit faizli 20, 25 ya da 30 yıllık krediler. Sabit faizli krediler, gelecekteki faiz riskinin kredi veren finansal kuruluşlar tarafından üstlenmesi anlamına gelmektedir. Faiz riskinden kaçınmak isteyen alıcılar, bunun karşılığında, piyasa faiz oranının üzerinde sabit bir faiz oranından kredi kullanmayı tercih etmekteler.

İkinci tip kredi sistemi ise, faiz riskini alacaklıdan borçluya aktaran değişken faizli kredilerdir. Yakın zamana kadar ABD’de piyasa faiz oranı son derece düşük bir seviyede seyrettiği için, özellikle “yüksek riskli kredilerden faydalanan” orta ve alt gelir grubundaki kişiler, değişken faizli kredileri kullanmayı tercih ettiler. Ancak, FED’in son iki yılda faiz oranlarını aşamalı olarak artırması, konut satış fiyatları ile kira gelirlerinin de piyasa düzeyinin altına inmesiyle, bu krediyi kullanan düşük gelirli gruplar, geri ödemelerini sürdüremez hale geldiler.

Mortgage piyasasındaki krizi ağırlaştıran bir diğer etken ise, “Home equity loan” adı da verilen ikinci ipotekler oldu. Çok sayıda orta ve dar gelirli, emlak fiyatlarındaki hızlı yükselişten faydalanarak, artan emlak değeri üzerinden ikinci kez ipotek yaptırıp, yeniden kredi almıştı. Ev fiyatlarındaki artışın ortaya çıkardığı bu kredi olanağı, borç ödemeleri altında ezilen yeni ev sahiplerini bir süre için rahatlatıp, tüketim harcamalarını arttırabilmelerine olanak sağladı. Elbette giderek büyüyen bir borç yükü pahasına… Emlak balonunun sönmesi ve yükselen faizler karşısında yalnızca kredilerin geri ödenmesi zorlaşmadı, ikinci ipotekten doğan krediler de büyük oranda karşılıksız kaldı. Bu durum da krizin ağırlaşmasına neden oldu.

 

KRİZİN YAPISAL DİNAMİKLERİ

Finansal krizlerin ardında, kapitalizmin yapısından kaynaklanan gelir dağılımındaki asimetrinin tetiklediği aşırı üretim/yetersiz talep olgusu yatmaktadır. Reel ekonomideki kâr oranları düştükçe açığa çıkan atıl fonlar, spekülatif alanlara kaymakta ve dönemsel olarak farklı yatırım araçları ya da emtia fiyatları üzerinde şişkinlik yaramaktadır. Bir noktadan sonra, fiyatın artık düşeceğine dair inanç piyasada yaygınlaşır ve kaçışlar başlar. İşte bu noktada balon patlar. Bu açıdan, ekonomik balonların varlığı, krizin habercisi sayılmalıdır.

ABD ekonomisinden uluslararası piyasalara yayılan bu kriz dalgası ve arkasındaki dinamikler, 2000 yılından başlayarak, ABD ekonomisinin içine düştüğü ekonomik durgunluk ve onu aşma çabalarından soyutlanarak anlaşılamaz. Bilgisayar teknolojisinin itici gücünü oluşturduğu ekonomik büyüme dalgası, 1990’ların sonundan itibaren durgunluğa girmiş; iç piyasada kâr oranları düşerken, yatırım alanı bulamayan atıl fonlar ortaya çıkmıştır. Bu fonların bir kısmı ülke riskinin göreli olarak düşük olduğu yüksek kârlar vadeden deniz aşırı ülkelere akarken, bir kısmı da, ülke içerisinde kâr oranlarını arttıracak yeni yatırım alanları arayışına girmişlerdir.

Bu dönemde, çevre ekonomileri, kimi zaman “aktif dış politika” yoluyla yeniden yapılandırılarak, “yabancı sermayeyle daha barışık” ve güvenli bir yatırım ortamı oluşturulmaya çabalanmıştır. 1990’ların son yarısında kamuoyunun gündemine oturan MAI ve MIGA, bu arayışın yansımalarıdır. Bu açıdan, aynı dönemde ABD emperyalizminin sergilediği, önce Afganistan, sonra ise Irak’ın işgaliyle doruğa ulaşan saldırgan dış politika, dönemin ekonomik ihtiyaçlarıyla yakından ilişkilidir. 2001 yılında Kemal Derviş’in Türkiye’ye “atanmasıyla” başlayan ve günümüzde de süren ekonomik dönüşüm süreci de, bu küresel yeniden yapılandırma sürecinin bir parçası olarak ele alınabilir. Ekonomik durgunluğun ABD’de iç piyasaya yansıması ise, düşük faiz politikası yoluyla iç talebi canlandırma çabası ve finansal sermayenin daha önce risk kaygısıyla kredi vermekten geri durduğu kesimlere yönelmesi olmuştur. Bir yandan emlak piyasasındaki yapay şişkinlik, diğer yandan ise yüksek riskli kredilerin toplam içerisinde artmakta olan payı, bugünkü krizin de altyapısını oluşturmuştur.

 

FİNANSAL KRİZİN BOYUTU NE OLUR?

2007’nin Temmuz ayında New Century Financial Corporation, American Home Mortgage Investment Corporation gibi ABD’de yüksek riskli mortgage kredilerinde başı çeken kimi kurumlar iflas etmiş, yine ABD mortgage piyasasındaki en büyük kreditör olan Countrywide Special gibi kimi şirketlerin hisselerinde büyük düşüşler yaşanmıştı. ABD piyasalarında başlayan kriz, Avrupa’daki büyük mortgage yatırımcılarını da vurmakta gecikmedi. Fransa’nın en büyük bankalarından BNP Paribas, Alman IKB Deutsche Industriebank ve İngiliz Northern Rock, Avrupa ve İngiliz Merkez Bankaları’nın kaynak aktarımlarıyla ayakta tutuldu. Kriz sinyallerinin sıklaşmasıyla birlikte Amerikan ve Avrupa Merkez Bankaları sistematik bir şekilde faizleri düşürmeye başladılar. Düşük faizler hali hazırda yükselen enflasyon riskini daha da tetiklese de, piyasalar umutlanmış ve borsalar toparlanmıştı. Yaratılan bu olumlu hava, önce Bear Sterns’in, sonrada mortgage sisteminde ikincil piyasanın omurgasını oluşturan Fannie Mae ve Freddie Mac’in batışı ve kamusallaştırılmalarıyla büyük ölçüde dağıldı. Krizin boyutlarını daha iyi anlamak için, bahsi geçen kurumların Amerikan ekonomisinde ne denli hayati bir yer tuttuğuna kısaca bakmakta fayda var.

Fannie Mae, 1938 yılında, F.Roosevelt tarafından New Deal politikası çerçevesinde, “Büyük Depresyon” sonrası çöken emlak piyasasını canlandırmak için kuruldu. Kurum, 1968 yılına kadar, düşük ve orta gelirli vatandaşları ev sahibi yapmak amacıyla yerel bankalara düşük faizlerle kredi sağlayan bir devlet kuruluşu olarak faaliyetlerine devam etti. 1968 yılında, Vietnam Savaşı dolayısıyla bütçe açığının büyümesiyle, bu kurumun özelleştirilmesi ve bütçede yarattığı yükün hafifletilmesi yoluna gidildi. 1970 yılında ise, bu şirketin piyasadaki tekelini kırmak amacıyla ABD kongresi, Freddie Mac’i kurdu. Bugün itibariye her iki kurum da özel fonlardan kaynak sağlamakla birlikte, vergi ayrıcalılarının yanı sıra, resmi olmasa dahi, üstü kapalı bir devlet desteğiyle faaliyetlerini sürdürmekteler. Herhangi bir kriz durumunda devletin bu kurumları kurtaracağına dair inanç, bu kurumların birincil piyasadan aldıkları kredi sözleşmelerini yurt dışı piyasalardan aldıkları düşük faizli kredilerle fonlayabilmelerinin de en önemli kaynağı. Ne var ki, emlak piyasasındaki krizle birlikte kredi ödemlerindeki geri dönüşün sekteye uğraması ve teminat olarak gösterilen evlerin fiyatların düşmesi, buna karşılık piyasadaki riskler dolayısıyla kredi maliyetlerinin artması, bu kuruluşları ciddi bir darboğazla karşı karşıya bıraktı. Bugün için piyasadaki 12 trilyon dolarlık toplam mortgage kredisinin 5.2 trilyon doları, bu şirketlerin üzerinde bulunuyor. Bu rakam, neredeyse ABD GSYİH’nın yüzde 40’ına eşit. ABD ekonomisinde tuttukları rol göz önüne alındığında, açıkça görülmekte ki, bu şirketler, batmalarına göz yumulamayacak kadar büyükler, ama diğer yandan, o denli büyükler ki, krizden kolayca çekilip kurtarılmaları da pek mümkün değil.

Mevcut durumun, toplam hacmi 45 trilyon doları bulan CDS (kredi riski swapleri) piyasasını da alaşağı edeceği korkusu piyasalara hakim. CDS’ler, yatırımcıların elde tuttuğu tahvillerin batık riskini bir diğer kuruluşa devretmesine olanak tanıyan, sigorta türevi kontratlar. CDS kontratı yapan tahvil sahibi, tıpkı evini yangına karşı sigortalayan ev sahibi gibi, dönemsel ödemeler karşılığında, yatırımını batık riskine karşı koruyor. CDS’ler piyasada alınıp satılabiliyor, yani batık riskini üstlenen kuruluş bunu başkasına devredebiliyor. Tüm büyük bankalar ve yatırım kuruluşları, hem “sigortalı” hem de “sigortacı” olarak, bu piyasanın içinde yer alıyor. Ekonominin iyi gittiği dönemde oldukça iyi kazandıran CDS’ler, artan mortagage krizi sonrası ortaya çıkan iflaslarla birlikte, yatırımcılar açısından büyük risk taşımaya başladı. CDS piyasalarının denetimsizliği de, bir diğer endişe sebebi. Yatırımcıların rahatlıkla alıp sattığı kontratlar aracılığıyla riski üstlenen alıcının yeterliliği denetime tabi tutulmadığı için, kontrolsüz büyümüş, ABD’nin milli gelirinin üç misli hacme ulaşmış bir piyasa var karşımızda. Bundan dolayı, CDS piyasalarının yiyeceği sert bir darbenin dünya piyasalarına etkileri, mortagage krizinin çok daha ötesinde olacaktır.

Keza yakın zamanda iflasa sürüklenen Lehman Brothers’ın, toplam değeri 800 milyar dolara varan CDS kontratına taraf olarak, bu piyasadaki en büyük on aktörden biri olması, CDS piyasalarının geleceğine yönelik endişeleri de haklı olarak arttırdı. Son olarak, devletin kolları altında krizden kurtarılmaya çalışılan AIG de, CDS piyasasında 440 milyar doların üzerinde bir pay sahibi. Bilindiği gibi, AIG ülkenin en büyük sigorta şirketlerinden biri ve tıpkı bir yatırım bankası gibi, sigorta primlerinden oluşan fonu, CDS ve türev piyasalarındaki benzeri yatırımlarını fonlamak için kullanıyor. Sigorta şirketlerinin aynı zamanda karşılıklı olarak birbirini de sigortaladığını göz önüne alırsak, AIG’nin içine düştüğü bu açmazın, aslında krizin yatırım bankalarıyla sınırlı kalmayacağını, sigorta şirketleri dahil tüm finansal aktörleri derin bir bunalıma sürükleyeceği kolayca düşünülebilir.

 

KRİZİN ÖNÜNÜ ALMAYA YÖNELİK ÇABALAR

Fiyat istikrarını tüm hedeflerin önünde tutan ve bunun dışında piyasanın işleyişine müdahil olmaktan olabildiğince kaçınan FED, mortgage sektöründeki krizi, ilk aşamada faizleri indirerek savuşturmayı denedi. Aşamalı olarak, gösterge faiz, yüzde 2 gibi oldukça düşük bir seviyeye çekildi. Ne var ki, kriz durulmadığı gibi, merkez bankalarının öncelikli hedefi olan enflasyon da giderek tırmanmaktaydı. Piyasalarda stagflasyon (durgunluk içinde enflasyon) endişelerin dillendirildiği bir dönemde, FED, yeterince uzaklaştığı enflasyon hedefini tümüyle göz ardı edemeyeceğini ifade ederek, faiz indirimlerini durdurdu.

Para politikasının geleneksel araçlarını enflasyon tehdidi altında daha fazla kullanamaz hale gelen FED ve Amerikan Hazinesi, krizin ağırlaşması ile birlikte doğrudan kaynak aktarımları ve kamusallaştırmalarla piyasalara müdahale etti. Bear Sterns, Fannny Mae, Freddy Mac derken, faturanın giderek kabarması üzerine, Amerikan Hükümeti Lehman Brothers’a müdahale etmeyerek, piyasanın kendi dinamikleriyle sorunu çözmeyi denedi. Ne var ki, şirkete piyasadan talep olmaması üzerine batışı kaçınılmaz oldu. Lehman tecrübesi sonrası Hazine’nin kurtarmayı seçtiği AIG ise, ülkenin en büyük sigorta şirketlerinden biri olarak, iflası sigortaladığı milyonlarca Amerikalı’yı doğrudan etkileyecek, diğer bir deyişle  “batamayacak kadar büyük” bir şirketti. Hele ki, ülkede seçim süreci yaşanırken, Lehman’dan dersini alan hükümetin, bir kez daha böylesi bir risk alıp, şirketi serbest piyasanın dinamiklerine terk etmesi pek de olası değildi. Hazine AIG’ye yüzde 12 gibi yüksek sayılabilecek bir faizle 80 milyar dolar kredi açarken, karşılığında, şirket hisselerinin yüzde 80’i geçici olarak ABD hazinesine devredildi. Son olarak, FED ve Hazine, zor durumdaki finansal kuruluşların elinde bulunan “kötü” aktifleri satın alarak piyasaya kaynak aktaracak 2 trilyon dolarlık bir fon kuracaklarını açıkladılar. Avrupa Merkez Bankası başta olmak üzere, diğer gelişmiş ülkelerin merkez bankaları da, benzer kaynak aktarımları için gerekli mekanizmaları devreye sokuyor. Batık kredilerin toplamının ise, 3.4 trilyon doları bulduğu kaydediliyor.

Amerikan hazinesi kredi piyasalarına para aktarırken, diğer yandan bütçe açığı da hızla tırmanıyor. Geçtiğimiz yıl 116 milyar dolar olan bütçe açığının, önümüzdeki yıl, iki dev mortgage şirketine aktarılacak kaynak göz ardı edildiğinde dahi, 438 milyar doları bulacağı, bizzat Bütçe Ofisi tarafından ifade edilmişti. Bu rakamın, oluşturulacak fon ve gelecekteki müdahalelerle katlanarak tırmanacağını söyleyebiliriz. Bu durum, önümüzdeki dönemde sosyal amaçlı kamu harcamalarının daha da kısılarak, batık kredilerin finansmanına kaydırılacağını gösteriyor. Kısacası, finans sektöründeki batık kredilerin maliyetini bir kez daha geniş halk kesimleri ödeyecek. Bu arada, Ağustos ayı itibariyle, ABD ekonomisinde işsizlik rakamlarının son 5 yılın en yüksek seviyesine eriştiğini ve reel ücretlerin hızla eridiğini de belirtmeden geçmeyelim. General Motors başta olmak üzere, ülkedeki otomotiv sektörü büyük bir bunalım yaşıyor. Şu an için kamuoyu reel sektördeki gelişmeleri göz ardı etse de, reel sektördeki daralma kriz endişesini besleyecek cinsten.

 

SERBEST PİYASA SÖYLEMLERİNİN İKİ YÜZLÜLÜĞÜ

ABD hazinesinin Mart ayında Bear Sterns’i kurtarma operasyonuyla birlikte, küresel ekonominin, aktif devlet müdahalelerinin sıkça görüldüğü yeni bir sürece doğru yol aldığı açıkça görülüyordu. Krizin çıplak gerçekleri ve büyük aktörlerin içine düştüğü açmaz karşısında, sadece emekçiler, küçük esnaf ve bireysel yatırımcılar için geçerli olduğu anlaşılan “serbest piyasa” söyleminin tüm ilkeleri rafa kaldırılmıştı. Müdahalelerle, finans piyasasındaki aktörlere şu mesaj verilmekteydi: Büyük oyna. Sadece kendi şirketini değil tüm finans piyasalarını riske atacak derecede büyürsen ve sadece kendine zarar verecek değil tüm finans piyasalarını alt üst edecek kadar başarısız olmayı becerebilirsen, devlet seni kurtarmak zorunda kalacaktır. Bir firmanın batmayacak, batmasına göz yumulamayacak kadar büyük olması ne demektir? Serbest piyasacıların diliyle, firmanın, gerekenden “fazla” büyükse küçülmesi, “fazla” küçükse büyümesi, aksi takdirde ise yok olması gerekmektedir. Teoriye göre, piyasa, böylesi bir seleksiyon süreci sonunda arınır ve gelişimini sürdürür. Ne var ki, bu süreçte, piyasacı ekonomi kitaplarındaki “doğrular”ın gündelik hayatın iktisadi ve politik denklemleri içerisinde çok da bir şey ifade etmediğine bir kez daha şahit olmaktayız. Aynı zamanda ünlü bir akademisyen olan FED başkanı Bernanke’nin, yazarı olduğu makro-ekonomi kitabını baştan aşağı yenilemesi gerekecek anlaşılan.

Kriz dönemlerinde serbest piyasacı argümanların hızla sahneden çekildiğini görüyoruz. Son krizde de, kimi yazarlar, ekonomideki şişkinliğe dikkat çekip, aşırı riskli yatırımların korunması halinde serbest piyasanın ihtiyaç duyduğu doğal seleksiyon sürecinin darbe yiyeceğini ve krizin daha şiddetli olarak geri dönmek üzere erteleneceğini yazdılar. Ama “krizin çözümünü piyasaya bırakalım” şeklinde özetlenebilecek bu yaklaşım, pek destek bulmadı. Bilindiği gibi, piyasa ideolojisini savunmayı kendine misyon biçen uluslararası tekeller, krizin büyümemesi için devletlerin daha aktif bir tutum benimsemesine yönelik lobi yaparken, dünya borsaları, hükümetlerin müdahale kararlarını coşkuyla karşılıyor. Aslında serbest piyasacıların bu konudaki ikiyüzlülüğü, yalnızca kriz dönemlerine özgü bir olgu değil. Özelleştirmelerle kapı önüne konulan, sosyal hakları tırpanlanan işçiye, memura serbest piyasa dersi verenlerin, teşvik almak, ihalelerden pay kapmak için Ankara’da nasıl kapı aşındırdığına sıkça şahit oluyoruz. Yurt dışında da durum farklı değil. ABD’de başkanlık yarışlarına milyarlarca dolar akıtan tekeller, bunu, daha adil bir serbest piyasa sistemi yaratacağına inandıkları adayı desteklemek için yapmıyorlar. Yakın geçmişte, Microsoft’un, Bush’un kampanyasına yaptığı büyük finansal yardım sonucunda tekel davasından nasıl kurtarıldığına hepimiz şahit olduk. Kısacası, serbest piyasa da bir yere kadar. Hiçbir şirket kâr oranları düşerken ya da piyasa payı azalırken, “ne yapalım, serbest piyasa” demiyor. Ama ücretlerin düşüklüğünden, sosyal hakların yetersizliğinden yakınan işçi, dünyanın her yanında, aynı “serbest piyasa” söylemiyle karşılaşıyor. İşçi sendikalarını rekabetçi ve krize zamanında cevap verebilen (işçi çıkarmaları kolaylaştırması açısından!) esnek bir işgücü piyasasının oluşmasının önünde en büyük engel olarak görenler, finans piyasalarında “rekabetçi” yapının korunması konusunda aynı hassasiyeti göstermiyorlar. Egemen sınıflara “oyunun kurallarını bir kez koydun, bir daha değiştiremezsin” diyecek bir engel olmadığına göre, her kavram gibi, “serbest piyasa” söyleminin altının da ihtiyaca göre yeniden doldurulup şekillendirilmesi bizleri şaşırtmamalı. Üretimin hızla daraldığı, reel ücretlerin gerilediği ve işten çıkarmaların artmakta olduğu bir süreç yaşıyoruz. Bir taraftan büyük sermayeye kaynaklar aktarılırken, diğer yandan işten çıkarma tazminatları tırpanlanacak, şirketlerin, az maliyetle, gereken derecede küçülerek, krizden olabildiğince az darbe yemelerine yönelik hukuki düzenlemelere gidilecek. Tüm bunların karşısında çalışanların nasibine ise, bir kez daha, fedakarlık söylemleri düşecek.

Dünya ekonomisinin içine girdiği son süreçle birlikte “krizsiz kapitalizm” söylemlerinin de bir hayal olduğu bir kez daha ortaya çıktı. Kapitalistler, her krizden, maliyeti işçi sınıfına yükleyerek yükselttikleri kâr oranları ile çıkmışlardır. Bu kez farklı bir strateji belirlemeleri için hiçbir sebep yok. İşten çıkarmaları kolaylaştırıcı düzenlemelere gidilmesi, reel ücretlerin geriletilmesi, sosyal hakların gaspı ve ülkemizde olduğu gibi, Batı’da da giderek güç kaybetmekte olan sendikaların birçok sektörden tasfiyesi, bu sürecin doğal sonuçlarıdır.

Kısa zamanda yüklü bir faturayla karşılaşacak emek örgütleri şunu unutmamalıdır ki, işçi sınıfı açısından bu maliyetten kaçınmanın yegane yolu, krizi her dönem bünyesinde barındıran kapitalizme karşı sınıf mücadelesini yükseltmekten geçmektedir. Sermayenin krizinin sorumlusu mülksüz sınıflar değildir, faturayı da sahibi ödemelidir.

kafkaslar neden şimdi ve nereye kadar?

  

Kafkaslardaki son ve hızlı gelişmeler, bazı, ama aslında her zamanki çarpıtıcı çevre ve kişilerin, “yüksek ihtisas yapmış analizci takımı”nın dediği gibi, “sadece önünü göremeyen, maceracı Şaakvaşvili’nin başının altından çıkmış bir hesapsızlık hatası” olarak değerlendirilebilir mi?

Eğer TV ekranlarına yansıyan Şaakvaşvili’nin o kaçış görüntüleri olmasaydı, belki bu abukluğu daha rahat kullanabilir, macera, hesap hatası gibi savları ileri sürmeye devam edebilirlerdi. Ancak, hem de yanında başka bir devlet adamı var ve kameralar önünde tam da cesaret gösterisine çıkıp halkına “Rusya’dan korkmayın”, Rusya’ya da “benden korkun”, mesajı verir, posta koyarken, yukarılarda sadece bir helikopterin motor uğultusunu duyup tabana kuvvet kaçmaya başlayan “korkak” –korkağın da ötesinde kafası sıyrık adam profiline herkesleri ikna eden– bir adamdan elbette kendi başına böylesi çıkışlar beklenemeyeceği açıktı.

Öyleydi ki, Şaakvaşvili tüm heybetiyle Rusya’ya posta koyuyor, vatandaşları gaza getirmeye çalışıyor, ama o sırada tepelerde bir yerlerde bir helikopter motorunun uğultusu duyuluyor, “yiğit ve korkusuz lider”in o anda suratı değişiyor, açıklamayı, meydan okumayı, posta koymayı, halka cesaret aşılamayı ve yanındaki Fransız bakan misafirini bırakıp tabana kuvvet kaçmaya başlıyordu. Öyle kaçıyordu ki, yanındaki korumalar ona yetişemiyorlardı! Yetişseler, liderlerini koruyacaklardı, ama korumak için koruyacakları kişiyi yakalamaları gerekiyordu!

Tam bir komedi yaşanıyordu. Sonunda, korumalar birkaç koldan kovaladıktan sonra, üstüne atladıkları lideri yere yatırıp korumaya çalıştılar!

Ki, burada, neden korudukları sorusu da ayrı bir mizah konusuydu. Duyulan, sadece bir helikopter motorunun uğultusuydu! Bu durumda, ortaya, “yüce ve korkusuz özgürlük sevdalısı lideri” motor uğultusundan korumaları gibi bir tablo çıkıyordu ki, nereden baksanız traji-komik bir hadise!

Motor gürültüsünden tırsıp son düzlükte depara kalkan ve yakalamasalar 100 metrede olimpiyat rekorunu kıracak görünen “cesur ve posta koyucu lider”, ertesi gün durumunu kurtarmak için kameralar önüne geçtiğinde, bileği sarılıydı. Bu durumda bir savaş gazisi sayılabilir miydi? Kaçarken düşmüş, elini incitmişti. Olsundu. Amerika için her şey feda olsundu!

Tam vatanını kahramanlar gibi savunacakken, yüz metreci sprinterlara taş çıkartacak biçimde, vatanı matanı, eşi dostu, misafirlerini, halkı malkı bırakıp tabana kuvvet kaçan üstün cesaretli bir lider!

Bu görüntüler, posta koyucunun bugüne kadar verilmek istenen imajına fena halde posta koymuştu! Onu parlatmaya çalışan, demokrasi ve özgürlükler kahramanı ilan edenler bile, bir motor sesinden tabana kuvvet kaçan birisinin kahramanlık masallarına artık kimseyi inandırmanın güçlüğünü biliyorlardı!

Elbette bu olay, son çatışmayı Şaakvaşvili’nin gözü karalığının doğurduğu hesap hatasıyla açıklamaya çalışanların işini zora soktu. Böyle bir hikayenin inandırıcılığını da işin başında bitirdi.

Bundan sonradır ki, hatanın bir bölümünü ABD’nin hesap hatalarına bağlamayı seçenler çıktı ortaya.

Hitler’in işgallerini bile, hesap hatası yapmak, hatta delilikle açıklamaya kalkanların olduğu bir kapitalist analizciler dünyasında, elbette buna da şaşmamak gerekirdi. Öyle ya, dünyadaki olayları, savaşları, işgalleri, emperyalist kapitalist sitemde, onun aşırı kâr peşinde dolaşmasından, hammadde kaynakları ve pazar alanlarına el koyma iştahı ve zorunluluğundan, emperyalistler arası rekabet ve hegemonya kavgalarından kopartıp, kişisel hesap hatalarıyla, maceracılık ve kişisel açgözlülüklerle açıklamaya kalkanlardan başka ne beklenirdi ki?

Nitekim savunulacak durumu kalmayan Şaakvaşvili’nin bu kaçışı, bizim “çok satan, etkili” gazetelerin sayfalarında bile alayla karşılandı. Gürcistan’ın son kalkışması pek tasvip edilmedi. Bunun nedenlerinde birisi, elbette Türkiye’nin stratejik konumu, Rusya ile komşu olup, bu güçlü komşu ile en azından daha sorunsuz bir arada yaşama mecburiyetinin ağır basması, diğer yandan da Türkiye’nin Rusya ile ticari ilişkileri, enerji bağlantıları, Türk patronların bu ülke ve çevresinde süren işleri ve de medya patronu durumundaki kişilerin bu ülke ile iş yapmaları olmuştu.

En azından şu görülmüştü ki, –hadi Rusya’yı bir kenara koyalım– bölgedeki ülkelerle Rusya’ya rağmen, Rusya dışlanarak, hele hele karşıya alınarak iş yapmak en azından şimdilik mümkün değildi.

Ama öte taraftan da ABD’ye sapına kadar bağımlılık, NATO’ya üyelik vardı. Tam anlamıyla iki arada kalma durumu…

En kötüsü de buydu; yaşamın nispeten daha normal olduğu zamanlarda işler nispeten daha kolay yürüyebiliyordu. Ama sıkışık durumlarda, her iki tarafı da aynı oranda memnun etmenin, aradan sıyrılmanın, başka bir deyişle iki tarafa da buseler verip idare etmenin zorluğu ortadaydı.

Peki, Gürcistan-Rusya kapışması nasıl ve hangi nedenlerle ortaya çıkmış, bugünlere nasıl gelinmişti? Bugünlere gelinmesinde hangi etkenler rol oynamıştı? Bundan sonra neler olabilecekti?

Bunları anlamak için yine ve bir kez daha başa dönmek, neden ve nasılların arka planına, hangi “zorunlu ihtiyaçların” bugünlerde rol oynadığına ve bundan sonra daha fazla biçimde oynayacağına göz atmak gerekiyor.

 

GERÇEK NEDEN: EMPERYALİZMİN KARAKTERİ

 

Bir kere, hemen başında altını çizerek söylemek gerekiyor ki, bu kanlı savaşlar, hegemonik mücadeleler, otomatiğe bağlamış kapitalist analizcilerin, kulaktan dolma yazı yazanların dediği gibi, kişisel hırsların, hataların, yanlış hesaplamaların eseri değil, bizzat emperyalist kapitalist sistemin sonucu, ama kaçınılmaz bir sonucudur. Yakın zaman diliminde yaşanan ve özellikle etrafımızda gelişen savaşlar, çatışmalar zincirinin gelişimi de, giderek genişleyecek bölgesel sıkıştırmaların, büyük hesaplaşmaya doğru gidişin ön adımlarıdır.

Oysa hatırlanacak olursa, “küreselleşme”yi pazarlayanlar ilk başta şunu söylüyorlardı: Artık savaşlar olmayacaktı! Çünkü “küreselleşme” medeniyeti her tarafa götürecek, demokrasi ve özgürlükler her tarafa yerleşecek, insanlar ve ülkeler konuşa konuşa anlaşacaklardı. Ama bu sözler soğumadan Irak işgali başlamış ve “medeni küreselleşmenin insanları yakıp kavuran akıllı bombaları barışçıl biçimde” sahneye konmuştu!

Elbette hammadde kaynakları üzerindeki hakimiyet mücadelesi, pazar alanlarını ele geçirme ve buralardan rakipleri kovma savaşı, bununla kalmayacak, dört bir yana yayılacak, dünya dar gelmeye başlayacak, yeni haritalar gündeme gelecekti.

Çünkü emperyalist kapitalizmin bugünkü temel ihtiyacı, enerji kaynaklarının elde tutulmasında yatıyordu. Öyleydi ki, enerji olmadan ne ilerleme, ne gelişme oluyor, enerjiyi elinde tutamayanlar daha savaşımın başında arka sıralara düşüyorlar ya da enerjiyi elinde tutanların bir nevi vesayeti, tahakkümü altına gidiyorlardı. Yani, “sopa” enerjiyi elinde tutanların elindeydi ve diğerleri onların kabul edebildiği oranda yol alabileceklerdi.

Elbette böyle bir tablo, diğer emperyalistlerin gönüllü ve sessizce kabul edip, kaderlerine boyun eğebileceği bir şey değildi. Hegemonik mücadelede onlar da, kendilerine göre, mevcut güçleri, ekonomik göstergeleri oranında yeni çıkışlar arayacak, arayışlarını sürdürecek, yeni ittifaklar, anlaşmalar, yakınlaşmalar, gizli veya açık oluşumlar peşinde koşacaklardı. Bunları yaparken, bir yandan kendi durumlarını ilerletme, manevra alanlarını genişletme peşinde koşarken, diğer yandan da egemen emperyalistin zayıflaması için çaba harcayacaklardı.

Bugün enerji alanları üstünde, yanımızdaki Ortadoğu’da süren savaşların, tezgahların, oyunların gerçek nedeni de buydu.

Ortadoğu ki, yeryüzündeki petrol ve hammadde kaynaklarının önemli bölümü oradaydı; bu bölgeyi elinde veya denetiminde tutan emperyalist, hem enerji açısından kendini güvenceye alıyor, hem de rakipleri üzerinde güçlü bir koz elde ediyordu.

Nitekim tablo tam da böyleydi. Petrol bölgesi üzerinde ABD’nin ağırlığı vardı. Suudi Arabistan, Katar, Bahreyn, Kuveyt gibi ülkeler ABD tarafından kuşatılmış, krallar, prensler, taht çevresi öyle ya da böyle teslim alınmıştı. Geriye “baş ağrıtan” Irak ve İran kalmış; Irak ortaya konan senaryo ile ele geçirilmişti. Irak’ın ele geçirilmesiyle birlikte bu ülkede etkin yatırımları bulunan Fransa gibi ülkeler kapı dışarı edilmiş, bu ülkeyle ileri ilişkileri bulunan Japonya’ya yol gösterilmiş, Çin başını eğmek zorunda kalmış, Almanya’ya kaderine boyun eğmek düşmüştü.

İran üzerindeki hesaplar ise devam ediyor, bu ülke dört koldan sıkıştırılmaya çalışıyordu. Henüz ortada açık bir savaş durumu yoksa da, her an olabilecekmiş gibi yaratılan hava, ABD’nin sık sık yaptığı açıklamalar, tansiyonun sürekli yüksek, ortamın gergin tutulması, bu kuşatmanın taktik ayaklarından birisiydi. Böylelikle bir yandan İran sürekli hedefte tutulurken, bir yandan da bu ülke ile ilişkisi olanlar baskı altına alınıyor, “ayağınızı denk alın” mesajları veriliyor, ilişkilere sınırlama getiriliyordu. Nitekim en son olarak Fransa, petrol devi Total, Almanya’nın dev inşaat firmaları vb., İran ile yaptıkları anlaşmaları iptal edip geri çekildiklerini açıklamışlardı. Daha kestirme ifade ile, bu yöntemle, en azından İran ile ilişkide olan ülkelerin ilişki düzeyini ve sınırlarını yine ABD belirliyordu.

Petrol bölgesi böylece karadan denetim altına alınırken, çevresel kuşatma da sürüyor, Afganistan işgali ile İran diğer yandan da sıkıştırılırken, bir yandan da Rusya ile Çin arasına giriliyordu.

Ekonomik olarak değilse de, Afganistan, stratejik açıdan önemli bir köşe noktasıydı.

Çünkü Rusya ile yakınlaşan Çin ve de diğer bir büyük pazar alanı ve Hint Okyanusuna açılan büyük kapı olan Hindistan arasında önemli bir noktadaydı. Aynı zamanda, buradan, Tacikistan içlerine ve daha içerilere sızma işleminin yapıldığı üs gibiydi.

Dolayısıyla Ladin hikâyesine bu açıdan bakmakta fayda ve zorunluluk vardı. “Ladin tehdidi”, aslında en fazla ABD’nin işine geliyordu. Nasıl ki, 11 Eylül İkiz Kuleler düzenlemesi ABD’nin dünyada hegemonik yeni planının başlangıç noktasıysa ve sonrasında her şey bunun etrafında formüle edilmiş, ABD’nin dünya egemenliğinin yegâne dayanağı olmuşsa, “Ladin tehdidi de” bu senaryonun içindeki önemli bir unsurdu: Bir türlü yakalanamayan “kurnaz ve müthiş örgütçü Ladin”, ABD’nin bölgede kalmasının en önemli dayanağı ve bahanesiydi ve bu açıdan bakıldığında, “Ladin efsanesi”nin ABD’ye zarar mı verdiği yoksa “küresel hegemonik amaçlarının uzantısı mı olduğu daha açık görülebiliyordu. ABD’nin elinde sismik araçlardan, casus uçaklara, uydu izleme araçlarına kadar her şey vardı, çok sayıda aşiret ve bunlara mensup bölgeyi avuçlarının içi kadar iyi bilen binlerce yerli ajan emirlerinde çalışıyor, karşılığında uyuşturucunun dünyaya ortak dağıtımına izin veriliyor, ama “Kurnaz Ladin” bir türlü bulunamıyordu! Ortadaydı ki, Amerika’nın ihtiyacı sürdüğü sürece bulunamayacak, ABD ise onu aramak için işgale devam edecekti!

Kimbilir yarın kaçan Ladin’in peşinden Pakistan’a ya da başka yere girecekti! Maksat, dünyayı “Ladin belası”ndan kurtarmaktı! Söz konusu insanlığa hizmet olunca, Amerika hiçbir fedakarlıktan kaçınmazdı!

Karadan bu kuşatma sağlanırken, elbette, deniz yolları da boş bırakılmayacaktı. Ortadoğu petrollerinin Uzakdoğu’ya sevkiyatının tek deniz yolu olan Hint Okyanusu da Amerikan harp gemilerince kontrol altına alınmıştı. Amerikan 7. Filosu; Carl Winson uçak gemisi, ona eşlik eden füze taşıyan 12 savaş gemisi, 8 denizaltısı ile birlikte toplam 42 gemilik ve 25 bin kişilik asker sayısı ve  füze sistemleriyle başlı başına bir savaş üssü niteliğindeydi.

Ayrıca Theodore Roosvelt uçak gemisi, savaşa hazır ve nazır olarak bölgedeki diğer bir savaş üssü niteliğindeydi.

Bu kadarı da yetmiyordu. Petrol Körfezi’nde mevzilenen 5. Filo, 14 gemi, denizaltı ve 8 bin askeri personeli ile Petrol Körfezi’ni ve Akdeniz’in girişini denetim altına almıştı.

Ayrıca Hint Okyanusu’ndaki Diego Garcia askeri üssünde 350 civarında savaş uçağı hazır kıta bekliyordu.

Bunun anlamı şuydu: Ortadoğu petrol kaynakları ve nakil yolları ABD’nin denetimi altındaydı.

Bir başka anlamı da, bölgenin ve denizlerinin ABD savaş üssü haline geldiğiydi.

Yani şöyle diyordu ABD: Burada, bu bölgelerde, denizlerde her şey benimdir, benden izinsiz ve bana rağmen kimse bir şey yapamaz. İtiraz edenin enerjisini düğümlerim!

Aslına bakılırsa, bu bile, başlı başına savaş kışkırtıcılığının kendisiydi. Ama emperyalizm güce dayanıyordu ve güç kimdeyse efendi oydu!

Ancak bu, işin bir yönüydü. Diğer yönünde ise, diğer kapitalist, emperyalistler için böyle bir tahakküm, tek taraflı denetim, kabul edilebilecek, en azından sessizce kabullenilip boyun eğilecek, sonsuza dek katlanılacak bir durum değildi. Üstelik dünyanın en hızlı gelişmesinin ibresi Uzakdoğu’ya, doğu Asya’ya kaymış, en hızlı enerji talebi buradan gelmeye başlamıştı. Çin, Japonya, Kore, Hindistan, Tayvan gibi ülkelerin enerji ihtiyacı durmadan büyüyordu. Bu büyüme, aynı zamanda, petrole daha fazla bağımlılık, dolayısıyla petrol kaynaklarına bağımlılık demekti. Bunun ucu da, nihayetinde Amerika’ya dayanıyordu.

Şüphesiz yapılacak tek şey, yeni arayışlara girmek, enerji ihtiyacının karşılandığı kaynakları ve yolları çeşitlendirmek, uzun vadede enerji kaynakları üzerinde söz sahibi olmak, kısa vadede tek yere bağımlılıktan mümkün olduğunca kurtulmaktı. Elbette bu da, kesin çözüm, enerji ihtiyacında ve doğal olarak sanayi üretiminde tam bağımsızlık demek değildi, ama tek kaynağa ve ülkeye bağımlıktan çıkmak, en azından olasılık hesaplarını çeşitlendirmekti.

Üstelik yukarıda sözü edilen Uzak Asya ülkeleri, enerji kaynakları bakımından, daha doğrusu petrol ve doğal gaz rezervleri bakımından zengin değildi. Çin, petrol ihtiyacının küçük bir bölümünü kendi rezervlerinden karşılayabiliyor, bu rezervler de ağırlıklı olarak, rakiplerin sürekli kaşıdığı ve huzursuzluk merkezi haline getirdiği bölgelerinde bulunuyordu. Günlük ortalama 3,6 milyon varili kendisi üretirken, tüketimi 9 milyon varile yaklaşıyordu. Bu ise, günlük yaklaşık 5,5 milyon varil kadar bir açık demekti ve ihtiyacın ne kadar büyük olduğu ortadaydı. Asıl zenginlik kömürdeydi ve Çin, enerji ihtiyacının büyük bölümünü buradan karşılıyordu. O kaynak ise, çevre kirliliği yaratıyor diye, Çin’in sıkıştırıldığı noktalardan birisiydi. Öyleydi ki, son olimpiyatlar, Amerika ve Avrupa ülkeleri tarafından adeta Çin’in kömürle enerji üretimine karşı propagandaya çevrilmiş, petrol ve doğalgaza dönüş için zorlanmasının, baskı altına alınmasının paspaye bir aracı durumuna getirilmişti. O denli yoğun bir propaganda yapılmış, bu propaganda öyle “insani” objeler ve simgelerle desteklenmişti ki, söz konusu propagandacı ülkeler, sporcularını, ağızlarında oksijen maskeleriyle sokaklarda dolandırmaya kalkmış, hatta sporcularının bu ülkeye gitmekle sağlıksal sorunları yaşayabileceğini ileri sürerek, olimpiyatlara katılıp katılmamayı tartıştırmıştı! Ne kadar sporcu sağlığına önem veren, insan sağlığını önde tutan bir tablo değil mi? Sanki sporcuları hormonlayıp kendi çıkarları için sağlıksızlığa, ölümlere sürükleyenler onlar değilmiş gibi! Sanki adı amatör, kendisi profesyonel olan yarış sporlarında, uluslararası yarışmalara katılıp da doping kullanmayan bir ülke, bir yarış sporcusu kalmış gibi! İşi genlerle oynamaya kadar vardırmamışlar gibi! Bu bakımdan olimpiyatlar tartışılacaksa, bu noktadan tartışılması lazımken, her şeyi, ülkeleri, insanları, sporu ve sporcuları kirletenlerin, hava kirliliğinden şikayet etmesi ne kadar aşağılıkça! Bu tablo ve arkadaki amaçları görünce, masum gibi duran bir isteğin ardındaki asıl nedenler, insanın tüylerini diken diken edebiliyor. Ama zaten kendisini Kyoto anlaşmasına laf olsun diye imza koymaktan bile kaçınan, evreni her bakımından en çok kirleten, kimyasal nükleer bombalar üretip ülkelerin üstüne atan ve satan Amerika’nın çevreye bu kadar duyarlı oluvermesinde bir iş olduğu belli ve bunu da en masumane görüntülü olimpiyatlarda sahnelemesi, aslında her şeyin ne kadar kirletildiğinin göstergesi değil mi?

Bölgedeki diğer önemli gelişen sanayi devi Japonya ise, neredeyse petrole tamamen bağımlıydı. Bu yüzden de, bugüne kadar, ABD ile karşı karşıya gelmeden sessiz ve derinden gitmeyi yeğlemişti.

Bu durumda, enerji için, bu ana bölge dışında kalan daha az üretime sahip diğerlerini saymazsak, geriye Kafkaslar kalıyordu ve emperyalist kapışmanın yaşanacağı diğer önemli bir bölge, kaçınılmaz olarak burasıydı.

Hem petrol, hem doğalgaz rezervleri bakımından zengin olan bu bölge, aynı zamanda başka nedenler dolayısıyla da kapışıcıların gözlerinin daima üzerinde olduğu coğrafyadaydı.

Bir kere her ne kadar dağılmış, eski sosyalist birlik bütünlükten uzaklaşmış, halklar arasındaki barış, kardeşlik, paylaşım ve dayanışmanın, özgürlüğün yerini, haklar arası rekabet, sürekli bölgesel alt üst oluşlar, debelenmeler, daha fazla egemenlik, güç olma istekleri almış olsa, buna bağlı olarak emperyalist kamplara biat etme ya da ettirilme eğilimleri açıkça ortaya çıksa da, bölgenin lideri durumdaki Rusya’nın tarihsel kökleri, tarih boyunca oynadığı etkin rol, birikim, etkinlik öyle kolayca dağılacak, bir üfleyişte toz duman olacak zayıflıkta değildi.

Öte yandan da, bölge, stratejik olarak da, tam da dönemin gelişen bölgesi Avrasya’nın önemli yerinde ve geniş coğrafyada şu veya bu biçimde etkin ve denetim olanaklarına sahip olup, Asya ile Avrupa’nın tam ortasında, geçiş yolunda bulunuyordu.

Ve enerji sahaları, stratejik konum ve tarihsel etki gücü ve birikim bir araya geldiğinde, ortaya, öyle kolay burun kıvrılamayacak bir tablo çıkıyordu.

 

KAFKASLAR VE RUSYA

Elbette bu unsurlar, başta ABD olmak üzere diğer emperyalistlerin de gözünden kaçmıyordu. Aklı olan herkes tahmin edebiliyordu ki, dağılmanın ilk şoku, moralsizliği, güven bunalımı ortadan kalktığında, Rusya, bir biçimde daha aktif olabilmek adına harekete geçmek için daha fazla zaman kaybetmeyecekti.

Tam da bunun için, en başta ABD, Rusya’nın toparlanmasına öyle uzun boylu izin vermeyi hiçbir zaman düşünmeyecekti. Sıkışmış Rusya’yı daha fazla sıkıştırmak, alabildiği kadar teslim alabilmek, daha fazla yerlerde süründürmek için tekme üstüne tekme atacak, çelmeler takacak, rakibini dört bir yandan kuşatmaya çalışacaktı.

Nitekim öyle olmuş, ABD bazen direkt kendisi, bazen NATO, bazen AB veya Türkiye gibi ülkelerin egemen güçlerini devreye sokarak, yarma harekatına çoktan girişmişti. Çok uzaklara gitmeye gerek bile yok, örneğin ABD’nin şu an açık manevralar yaptığı, gidişatı şekillendirmeye çalıştığı, bölgesel karışıklıkları yürüttüğü Gürcistan, Azerbaycan gibi ülkelerin ordularının eğitiminde Türkiye önemli görevler almıştı. Bu ordular kime karşı eğitilmişti acaba?

Ama bu arada Rusya’nın başına Putin gelmiş, daha ilk günden daha aktif bir politika yürüteceğinin sinyallerini verip, en azından şimdilik bölgesel, ama daha sonra toparlandıkça daha geniş sahalarda, dünya yüzeyinde güç olmaktan vazgeçmeyeceğini ilan etmişti.

Bu sırada bir şey daha olmuştu; Amerika Irak’ı işgal etmiş, bölgedeki en önemli petrol kaynaklarını kendi açısından güvenceye almış, savaş, bölgesel gerginlikler, İran üzerine yöneltilen tehditler, vurmasa da her an vuracakmış gibi yaratılan hava, spekülatif tezgahların güçlü bir ayağı olarak devreye girmiş, petrol fiyatları tarihte görülmemiş biçimde yükselmişti.

Şüphesiz, petrol üzerinde ana kontrolü elinde tutan ABD, İngiliz petrol tekelleri için bu istenmiş, yaratılmış bir zaferdi. Ve bu vesileyle, Irak işgaline yönelik Amerikan ve İngiliz petrol ve silah tekellerinin aşırı isteklerinin nedeni daha somut olarak gözler önüne seriliyordu.

Nitekim petrol şirketleri tarihlerinde aklına bile getiremeyecekleri düzeyde kârlara erişmişler, en çok kazanan sektörler listesinde en başa geçmişlerdi. Hatta öyle olmuştu ki, aşırı para kazanmaları diğer sektördeki aktörlerin tepkisini çekip eleştiriler başlayınca, kendilerini savunma durumunda kalmak gibi komik bir durum yaşanmıştı Amerika’da.

Öyle paralar kazanılmıştı ki, son dört-beş senelik dünya kapitalist siteminin nispeten istikrarlı döneminde bu bol paranın büyük katkısı olmuş, para bolluğu, bağımlı ülkelere yüksek faizlerle borç olarak akıtılmış ya da o ülkelerin en değerli kaynakları, işletmeleri, bankaları ele geçirilmiş, bu ülkeler daha fazla borçlandırılmış, sanki o ülkelerde de ekonomi istikrara girdi, gelişme oluyor havası yaratılmıştı. Ama bu süpekülasyona, vurguna, aşırı üretime dayanan “parlak” günler, aynı zamanda yakın büyük krizin de habercisi ve garantisiydi.

Gelişme rakamlarının şişirildiği son dört beş yıllık dönemde, aslında şöyle geriye bakıldığında, en yakın örnek olarak Türkiye’de olduğu gibi, toplam borçlar birkaç misli artmış, bu arada ülkenin en değerli kaynakları, işletmeleri, bankalar vb. elden gitmiş, geriye borç içinde batık bir iskelet kalmıştı. Ve bütün bu tablo, “çok parlak bir büyüme ve kalkınma rakamları”yla” pazarlanmıştı! Öyle büyük ve muhteşem bir “kalkınma”ydı ki bu, memleketin ya da genel olarak yoksul ülkelerin en değerli varlıkları elden gitmiş, taşı toprağı satılmış ya da rehin edilmiş, borçları birkaç yıl önceye göre dört misli katlanmış, ödenemez duruma gelmişti. Satılanlardan gelen paralar ise, yeniden borç ödemeye ve müteahhitlik işlerine, yollara, köprülere, yüksek gökdelenlere yatırılmış, bir başka deyişle, asıl olarak üretken olmayan sermaye olarak “değerlendirilmiş”ti. Tüm bunlara karşın, dünyada birkaç sektör aşırı kârlanmış, petrol ve silah tekelleri vurgunu vurmuştu.

 

RUSYA-AVRUPA İLİŞKİLERİ

Fakat hayat tek taraflı işlemiyordu elbette. Amerikan-İngiliz petrol şirketleri, silah üreticileri, dev bankalar, aracı kurumlar paraları koyacak yer bulamaz, keyifle göbeklerini kaşır, dişlerini parlatıp yeni avlar peşine düşer ve de bol keseden krediler dağıtıp, “hava”dan para peşine düşer ve aşırı üretim dizginsiz hal alırken, elde olmayan başka bir şey oluyordu, kaçınılmaz olarak. Düşman safta gördükleri Rusya, İran gibi enerji kaynakları zengin ülkeler de, bu vurgundan paylarını alıyordu.

Böylece iskelete döndü dedikleri Rus ekonomisi canlanıyor, parasal bolluktan aslan payını alıyor, çok uzun zaman kendini toparlayamaz denilen ülke, hızla toparlanıyordu. Bu durum, aynı zamanda, Putin’in işini içte ve dışta kolaylaştırıyor, enerji kaynakları üzerinde söz sahibi olmanın avantajıyla, ABD’ye karşı, başka ülkelerle manevra yapma olanağı yaratıyordu.

Nitekim bir yandan AB ile yakınlaşan ilişkiler, enerji anlaşmaları, diğer yandan Şanghay İşbirliği Örgütü, federasyon içersinde değişik ülkelerle yapılan ticari, askeri, ekonomik işbirliği anlaşmaları vb., bu amaca yönelik adımlardı.

AB ile özellikle son dönemde geliştirilen enerji anlaşmaları, bu yakınlaşan ilişkilerin göze çarpanıydı ve genel olarak söz konusu ilişkilerin temelini enerji meselesi oluşturuyordu. Yunanistan üzerinden İtalya’ya ulaşacak boru hattı ve diğer alternatif hatlar, projelerde bizzat Almanya’nın aktif olarak rol alması, bu ilişkinin en göze çarpanıydı. Elbette bu projenin içersinde Gürcistan’da önemli bir role sahip gözüküyordu; ama yılların kurtları, AB’nin koçbaşları, bu işin Rusya’ya rağmen olamayacağını iyi biliyor, Rusya ile karşı karşıya gelmekten, ona rağmen oyunlardan özenle kaçınmaya çalışıyordu.

Nitekim bunun en çarpıcı örneklerinden birisi, son Gürcistan olayında İtalya’nın tavrıydı. Malum, İtalya son dönemlerde Amerika’nın sözcüsü gibi hareket eder olmuştu. Hatta ABD’nin Avrupa Birliği içersindeki manevra, harekat ve operasyonel girişimlerde İngiltere ile İtalya başı çekiyordu. Ancak, son Gürcistan olayında İtalya’nın sesi çok fazla çıkmamış, yaygara yapmadığı, olayı birkaç diplomatik mesajla geçiştirdiği, Almanya ve Fransa’dan ayrı hareket etmediği görülmüştü. İşte bunun başlıca nedeni, Gürcistan’ın karşısında Rusya olması ve son dönemde girişilen enerji koridoru anlaşmaları idi.

Elbette Avrupa ile Rusya arasında hızla gelişen diğer ticari ilişkilerin payını, Avrupalı tekel ve dev şirketlerin bu bölgede büyük yatırımlara girişmelerini de, bu tabloya eklemek gerekmektedir. Sonuçta, devasa boyutta ticari ilişkiler tablosu gözümüzün önüne gelir. Avrupa’nın bu tabloyu kolayca elinin tersiyle itmesinin çok zor olduğu da anlaşılabilir. Ayrıca bütün enerji ihtiyacının ABD’nin denetimde olmaktan şikayetlenen Avrupa’nın, bu alternatif ve önemli güzergahı bir anda elinin tersiyle itmesi mümkün olmadığı gibi, böyle bir niyeti de yoktur. Tersine o, alternatif güzergahları çoğaltmak peşindedir.

 

ŞANGHAY İŞBİRLİĞİ ÖRGÜTÜ

Rusya, Çin, Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan tarafından kurulan bu örgüte Özbekistan katılmıştır. İran, Moğolistan, Hindistan, Pakistan ise, şimdilik gözlemci statüsünde katılmaktadır. Örgütün başını ise, Rusya ve Çin çekmektedir. Değişik çevrelerce her ne kadar NATO’ya karşı kurulduğu öngörülmesine rağmen, şimdilik NATO’ya alternatif olabilecek güçten yoksunsa ve ABD ile sıcak bir çatışma peşinde koşuyor gözükmekten kaçınsa da, taraflar arasında yapılan anlaşmaların içeriği de göstermektedir ki, bu örgüt, sadece ticari değil, esas anlamda siyasi ve askeri bir işbirliği örgütü görünümündedir. Çünkü imzalanan anlaşmaların temelindeki, “bölgedeki ‘terörist ayrılıkçı faaliyetlere karşı’ birlikte hareket etme” vb. gibi özetlenebilecek maddeler dikkate alındığında, niyet apaçık ortadadır.

Yine Çin, enerji ihtiyacı için, Rusya ve Kazakistan ile işbirliği yaparak, buralardan alınan petrol ve doğalgaz’ın Pasifik’e taşınması için harekete geçmiştir. Projenin yanında, arkasında, bazen açıktan bazen çekingen de olsa, Japonya, Kore, Singapur gibi ülkeler de bulunmaktadır. Şüphesiz Çin için, bu, tek kutuplu bağımlılıktan birkaç kutuplu bağımlığa geçiştir, ama yarın öbür gün dengeler değiştiğinde, bu kez, bu iki ülke “kafa kafaya” gelecektir. Ve böylece, bir kez daha emperyalist savaş ve kavgaların nedeninin hegemonik mücadele, yeraltı ve üstü kaynaklarına sahip olmanın olduğu tüm açıklığıyla ortaya çıkmaktadır.

Son Rusya-Gürcistan olayı sonrasında ŞİÖ bir kez daha toplanmış, ama toplantıdan ABD’ye karşı sert bir ses çıkmamıştır. Zaten çıkması da düşünülemezdi. Çünkü ne Çin, ne diğerleri henüz ABD ile “kafa kafaya” gelecek bir pozisyon içersinde değillerdi. Onların bugün ihtiyacı olan, gelecekteki daha sıcak dönemlere hazırlanmak, mevziler tutmak ve şu geçiş dönemini nispeten kavgasız, ABD ile karşı karşıya gelmeden atlatmak, toparlanmak ve ilerleme sürecini geliştirmekti. Şüphesiz bu yolun sonunda, kaçınılmaz olarak ABD ile karşı karşıya gelinecek, askeri seçenek ön plana çıkacaktı, ama o an, şimdiki an değildi. Bundan dolayıdır ki, ŞİÖ’den daha sert, “kılıçları çeken” bir tutum beklenemezdi. Nitekim öyle oldu, yumuşak bir geçiş yapıldı.

Çin’in bu konuda, ama esas olarak Güney Osetya ve Abhazya’nın bağımsızlık ilanına sessiz kalışı ve açık destek vermemesine başka bir neden olarak, Tayvan sorunu gösterilebilir. Çin’in başında Tayvan sorunu vardır. Uzunca bir süredir Tayvan’ın bağımsızlığı meselesi gündemde tutulmakta, ısıtılıp ısıtılıp Çin’in karşısına getirilmekte, Çin ise Tayvan’dan vazgeçmeye yanaşmamaktadır. Güney Osetya ve Abhazya’yı tanımaya kalkışması halinde, önüne Tayvan’ın bağımsızlık sorununun sürüleceğinden adı gibi emindir. Bu yüzden de, Çin, ABD ve İngiltere’nin onaylamadığı bağımsızlık meselelerine şimdilik ilgi gösteremeyecek kadar sıkıntıdadır. Üstelik Tayvan meselesine ilaveten uzun süredir rakipleri tarafından kaşınan ve içerden faaliyet sürdürülen Uygur Özerk Bölgesi vardır ki, buradaki mikserin parçalarından birisi de Türkiye yönetimleridir.

Ancak ŞİÖ’nün şimdiki bu tavrına bakıp, bundan sonra da her şeyin böyle gideceği anlamı çıkarılamaz. Yarın-öbür gün, taraflar kendilerini daha hazır hissettiklerinde, mevzileri tahkimi sağladıklarında ve nihayetinde o kaçınılmaz gün geldiğinde, şüphesiz başka dilden konuşacaklardır. Ne de olsa bu örgüt süs için, arada bir toplanıp hasbıhal etmek için kurulmuş bir örgüt değildir. Karşılıklı saflaşmaların sonucu ortaya çıkan bu örgütler, yarınki kapışmaların ön habercisi, başka bir deyişle sert ve kapsamlı kapışmaların ön hazırlıklarından başka şeyler değildir.

 

NEDEN ŞİMDİ, NEDEN GÜRCİSTAN

Bu çerçeveyi çizdikten sonra, “neden şimdi, neden Gürcistan” sorusu daha kolay ve anlaşılır bir yanıt bulmaktadır.

Rusya ve Kafkaslar, dünyanın enerji kaynakları bakımından en zengin bölgelerindendir. Buraya sahip olan, egemenlik kuran, etkin rol kapan, hem kendine daha güvenli bir gelecek sağlamakta, hem de rakipleri üzerinde önemli bir avantaja, üstünlüğe ve şantaj silahına sahip olmaktadır.

Bu bölge, aynı zamanda Petrol Körfezi’ne karşı güçlü bir alternatif olup, ABD’nin enerji tahakkümü, şantajı altında olanlar için dayanılmaz bir cazibe merkezi, enerji yollarını çeşitlendirme sahasıdır.

Aynı zamanda, burası, enerji kaynakları deposu olduğu kadar, yeri ve konumu itibarıyla Avrupa ile Asya’nın ortasındaki karargah gibidir ve olağanüstü stratejik öneme sahiptir.

Dişleri dökülmüş gibi sunulan Rusya, tarihsel birikiminin yanı sıra petrol fiyatlarının muazzam yükselmesinin etkin katkısıyla, bakıma alıp çürükleri elden geçirdiği, dolgu yaptırdığı ve uçlarını keskinleştirdiği dişlerini göstermiş, silkinmiş, kendine gelmiş, şimdilik gücü oranında, dişine göre olanları ısıracağını, henüz ısıramayacaklarına da yeni dişleri, yani ısırma potansiyelini göstermiş, eski, bölgesel güç konumu için kolları sıvamıştır. Üstelik, onun, işe sıfırdan başlamak gibi bir pozisyonu yoktur. Bölgenin en eski ve uzmanlaşmış merkezidir, bölgede kendisine çok sayıda dayanak vardır ve Amerika’dan çok daha büyük avantajlara sahiptir.

Tekrar toparlanmaya başladıktan sonra, askeri, diplomatik, ticari ataklara girişmiş, ŞİÖ’nün kurulmasında etkin rol oynamış, Çin ile ilişkileri geliştirmiş, AB ile yakınlaşmıştır.

Buna karşın ABD, bölgede hiç boş durmamış, yıllardan beri süren kuşatma, yarma, içerilere sızma, iç karışıklar çıkarma, bölgede istikrasızlığı egemen kılma oyunlarını sergileyedurmuştur. Kendine göre en zayıf halkalardan işe başlamış, Çeçenistan atakları sürerken Azerbaycan içlerine dalmış, buradan Rusya’ya karşı hamlelere girişmiş, NATO’yu devreye sokmaya çalışmış, aynı zamanda buradan nüfusunun bir bölümü Azeri olan İran içlerinde Azerileri kışkırtma ve örgütleme faaliyetleri yürütmüş, bu faaliyetlerde ünlü Amerikan kontr-gerillacı Albay Oliver North bizzat kurucu ve örgütleyici görev yapmış, kışkırtıcı “Özgür ve Bağımsız Azeri Kurtuluş Radyosu”ndan İran Azerilerine dönük “insani yayınlar” yapılmıştı. Yani özel kuvvetlerin eğitimine, bunların İran içlerine sızdırılmasına, radyodan başlayıp propaganda faaliyetlerinin çeşitlendirilmesine kadar hiçbir fedakarlıktan kaçınılmamıştı!

Hesapta Azerbaycan’ın NATO’ya katılması vardı. Ama son anda Azerbaycan NATO’ya hemen girmeye çekince koymuş, böylece bölgedeki dengeleri göz önüne alacağını hissettirmişti.

Hiç şüphesiz bu süreçte, ABD’ye, buralarda daha etkin olabilmek ve daha kısa yoldan giriş yapabilmek için yardımcı kuvvetler, yatakçılık yapacaklar lazımdı. Aranan kan ise Türkiye’de mevcuttu.  Ve o mevcutlu Türkiye yönetimleri, ABD’nin bu bölgedeki en yakın operasyonel destekçileri, karanlık operasyonların aktif taşeronuydu. Elbette onlar bunu, Amerika için değil, “ Birleşmiş, Kaynaşmış Büyük Türki Dünyası” için yapıyorlardı!

Gerçi Büyük Türki hayallerinden daha büyük hayallere ve realiteye sahip olan Amerika, zamanı geldiğinde büyük Türki hayallerinin kıçına tekmeyi basıyor, Türkiye’nin emperyal heveslerine teskereyi verip gönderiyordu! Ama olsundu! Onlar büyük Türki dünyası için çarpışmaya devam edeceklerdi! Nerede ihtiyaç varsa oraya koşacaklar, Bugün Çeçenistan’da, Azerbaycan’da, yarın Uygur Özerk Bölgesi’nde, ihtiyaca uygun mevkilerde mevzileneceklerdi!

Mesela Azerbaycan ve Gürcistan’da da biraz böyle olmuş, Amerika, Azerbaycan ve Gürcistan ordularının eğitimini Türkiye vermiş, sonra iş yoluna koyulunca, görevi kendisi almış, “Gürcü vatanseverler” Irak’a eğitime götürülüp eğitilmişler, Rusya ile çarpışma sırasında geri gönderilmişlerdi! Emperyal hevesleri hüsrana uğrayan Türkiye’ye ise, ikinci bir ihtiyaç emrine kadar evine yollanmıştı.

Amerika’nın diğer yoğun bir şekilde içeri daldığı ülkelerden birisi de Ukrayna idi. “Kadife”ydi, “turuncu”ydu derken, Amerikan maşası yönetimler başa geçirilmiş, Gürcistan, Ukrayna, Azerbaycan hattında giderek genişleyecek bir platform öngörülmüştü.

Gürcistan’da, Amerika’da yetiştirilip atanmış bir yönetici olan Şaakvişvili iktidara getirilmişti. “Genç, atak, cesur, gözü kara ve özgürlükçü lider” olarak takdim edilen Şaakvaşvili, başından itibaren “özgürlük-bağımsızlık” adına, ama ABD’ye bağlanmak ve bölgeyi ateş hattına çevirmek için provokatif rol sütlenmişti. Varlık nedeni Amerika idi ve bütün eylem planı onun tarafından düzenlenmişti. AB ile ilişkilerde de, devamlı Rusya’nın arkasından dolanan bir işlev üstlenmişti. Şüphesiz birkaç dalda oynamayı seven, ABD’nin zayıflamasını, ama aynı zamanda Rusya’nın da güçlenip karşılarına çıkmasını istemeyen Avrupa için de iyi ve kullanabilir bir nesneydi Şaakvaşvili’nin varlığı. Bunun için, Gürcistan’ın içinde bulunduğu enerji hattı projeleri planlanmıştı. Ama Avrupa bunu yaparken, kartlarını dikkatli oynamayı yeğliyor, Rusya ile direkt karşı karşıya gelmekten ince kıvırmalarla kaçınıyordu. Çünkü eğer alternatif enerji güzergahları peşinde koşuyor, belalısı ABD’nin zayıflamasını istiyorsa, başka çaresi yoktu.

Diğer yandan Şaakvaşvili, acil olarak NATO’ya katılmak istiyor, ABD de, bunun için AB’ye bastırıyordu.

NATO’ya girmiş bir Gürcistan, hem Şaakvaşvili hem ABD için iyi bir güvence olacak, daha rahat hareket edilebilecekti. Ancak Avrupa, yani başta Almanya ve Fransa, Güney Osetya ve Abhazya sorunlarıyla başı dertte bir Gürcistan’ı içeri almaya şimdilik çok istekli değildi. Çünkü bu sorunlarla içeri gelen bir Gürcistan, Güney Osetya ve Abhazya meselesini NATO meselesi haline getirecek, olası bir Gürcistan-Rusya kapışmasında otomatikman NATO ve dolayısıyla Avrupa, Gürcistan yanında Rusya’ya karşı devreye girmek zorunda kalacaktı.

Bu ise, Avrupa’nın işine gelmez, ABD’nin ise memnuniyetle gelirdi.

Diğer yandan seçimler yaklaşıyor, Şaakvaşvili hızla puan kaybedip, etkiliğini yitiriyordu. Seçimleri kazanabilmesi, ancak dış destek ve yeni agresif hamlelerle mümkündü, dolayısıyla NATO’ya girmeye muhtaçtı. Ancak ABD, Avrupa, NATO desteğiyle ayakta kalabilir gözüküyordu.

Diğer taraftan, Ukrayna’daki son gelişmeler, ABD için hiç de iyi sayılmazdı. Genişlemeyi umarken, eldekileri kaybetmek de vardı.

Nitekim Gürcistan olayından hemen sonra, İngiliz Dışişleri Bakanı Milibend Ukrayna’yı ziyaret etti ve Rusya’ya karşı koalisyon oluşturma konusunda mutabakata varıldı.

Ardından Dick Cheney Ukrayna’ya koştu.

Bu girişimler, Gürcistan’a destek olduğu kadar, Rusya’nın Gürcistan’a indirdiği kararlı yumruğun Ukrayna’da yarattığı moralsizliği, çekingenliği, tedirginlik ve kararsızlığı aşmak için planlanmış destek ve “gaz verme” ziyaretleri olarak da nitelendirilebilirdi.

Ancak yine de Viktor Yushchenko’nun durumu sallantıda. Başında bulunduğu koalisyon çöktü. Yakında seçimler var ve Yushchenko’nun kazanması zor görülüyor. Yushchenko, bu manevralarıyla seçim için destek arıyor.

Ama elbette iş Yushchenko’nun istekleri ile bitmiyor. Çünkü, Ukrayna halkının büyük çoğunluğu NATO’ya açıkça karşı.

Ayrıca Ukrayna’nın batısında Yushchenko etkinken, doğu ve güney bölgeleri ise Viktor Yanukoviç’in yanında ve doğu ve güney bölgeler ayrılmayı da talep ediyor. Üstelik zenginlik de bu bölgelerde.

Gürcistan olayları söz konusu olunca, en çok Kırım Yarımadası ve buradaki –Yushchenko’nun tartışma konusu ettiği ve kapanmasını istediği– Rus deniz üssü gündeme getirildi. Ancak işler, ABD ve yanlıların sunduğu kadar basit değil elbette. Çünkü Kırım’ın nüfusunun yüzde 60’tan fazlası Rus… Üstelik Rusya, Kırım’ın kendisinin olduğunu iddia ediyor ve burayı istediği gibi denetimi altında tutup kullanıyor.

Görüntüye bu pencereden bakınca, Şaakvaşvili’inin neden şimdi harekete geçtiği, neden Gürcistan’ın koçbaşılık yaptığı daha kolay anlaşılabiliyor.

Şaakvaşvili, ABD tarafından güdümlü bir uyduydu, NATO desteği, kendi geleceği, güvenceler vb. için bu işi yapmaya mecbur bırakılmış, yani başka bir ifadeyle, Amerika, çıkarları ve hegemonik amaçları için ilk kurşunu atmıştı.

Yoksa bazılarının demeye çalıştığı türden bir “hesapsızlık”, “gözü karalık” gibi bir durum yoktu.

Ya Amerikan çıkarları için ileri çıkacak ya da “tası tarağı toplayıp” yalnızlığına ve geleceksizliğine teslim olacaktı. Ama o kadar yaptığı şeyden sonra, öyle rahat rahat köşesine çekilemezdi elbette.

Amerika’nın bir diğer hesabı oydu ki, eğer burada bir çıkış noktası yakalanabilirse, Ukrayna ve Azerbaycan da işin işine katılabilirdi. Azerbaycan’ın başına bir Karabağ sorunu sarılmış, oradan Rusya, buradan ABD kurcalayıp duruyordu ve bu alan, aynı zamanda, Ermenistan’ın saflara tam kazanılması mücadelesinin ön arenası idi.

Gürcistan çıkışında, hesapların içersinde olan diğer bir nokta da, AB idi. AB ile Rusya yakınlaşıyor, enerji köprüleri kuruluyor, AB yeni alternatif yollarla ABD’ye olan bağlılığı nispeten azaltmaya çalışıyordu.

Gürcistan’ın ABD yönlendirmeli bu çıkışı, aynı zamanda, AB’ye karşı bir nota, ayağını denk alması, işi fazla ileriye götürmemesi için verilmiş bir mesaj olarak da değerlendirilebilir kuşkusuz. Böylece ABD, Şaakvaşvili maşasıyla, AB’ye Rusya ile ilişkilere fren koyması, iki taraf arasında seçim yapması –aslında kendisi ile Rusya arasında seçim yapması– ikazını yapmıştır.

Nitekim Gürcistan-Rusya kapışmasının ilk günlerinde, Avrupa olaylara direkt cepheden atlamamış, bir-iki diplomatik klasik açıklamanın dışında çok tarafgir yaklaşmamış, ancak sonradan, ABD’nin baskısı ve tavır almaya zorlamasıyla sesini yükseltmiş, işin içinde olduğu mesajlarını vermiş, ama bu durumda bile, dengeli ve oldukça diplomatik bir dil kullanmaya özen göstermiştir. Bu tavır, Amerika’dan kopmamış görünen, onu kızdırmamaya dikkat eden, ama tam karşı cepheden Rusya ile de ipleri kopartmayan, hatta bir noktaya kadar gidip, onu kızdıracak söylemlerden kaçınan bir ince çizgide gelişmiştir.

Gürcistan’ın çıkışındaki bir başka hesap, askeri açıdan bilinen bir taktik uygulama olarak kendisini hissettirmektedir. Bu taktik, rakibin gücünü, silahlarını, askeri yeteneklerini, son durumunu pratikte görme ihtiyacıdır. Aynı zamanda, kararlılık ve cesaret yoklamasıdır.

Rusya’nın toparlandığı biliniyordu. Putin’in çıkışlarından askeri anlamda da toparlanıldığı izlenimi tüm dünyaya yayılıyor, üstelik Putin yeni gelişkin füze sistemlerinden, şimdiye kadar üretilmemiş bombalardan bahsediyordu. Bu ne kadar gerçekti? Restorasyonun ardından Rus ordusunun en çok yara alan, deformasyona uğrayan kurumlardan birisi olduğu biliniyordu. Ordu silahlarının, toplara, helikopterlere varıncaya kadar, hem de filolar halinde nasıl satışa sunulduğu, depoların, ambarların nasıl boşatıldığı, cephaneliklerin nasıl yağmalandığı filmlere kadar konu olmuştu. Peki, son durum nasıldı acaba? Askeri yetenek ne düzeydeydi? Harekât ve manevra kabiliyeti nasıldı? Silah ve mühimmat durumunda gelinen son nokta hakkında bir fikir edinilebilir miydi? Putin’in meydan okuyan ve kendisine güvenen nutuklarının arka planı nasıldı?

Gürcistan’ın bu çıkışına, ABD’nin bu tür yoklama hesaplarını dahil etmek yerinde olur. Çünkü askeri taktiklerde bunlar her zaman vardır.

Ama harekatın ardından, Rusya’nın askeri açıdan da toparlanmış olduğu, hızlı harekat kabiliyetine eriştiği, kararlılık bakımından da kendini kanıtladığı söylenebilir.

Son gelişmelere Rusya açısından bakıldığında, kısa vadede kârlı çıktığı belirtilebilir. Uzun vadeli hesaplamaları ise, zamana bırakmak doğru olandır.

Bir kere, Rusya, kararlığını ve gücünü gösterme fırsatı bulmuş ve bunu iyi değerlendirmiştir. Bölgedeki ülkelere “ben hâlâ bölgenin en güçlüsüyüm, ayağınızı denk alın” mesajını açıkça vermiştir. Buradan, Azerbaycan, Ukrayna gibi ülkelerin çıkartacağı dersler olmuştur. En azından ABD yanlıları üzerinde bir baskı unsuru olmuş, öyle rahat hareket edemeyeceklerini göstermiş, kararsızlar üzerinde ciddi bir ağırlık koymayı başarmıştır Rusya, yandaşlarına ise moral ve güven vermiştir. Aynı zamanda, AB’nin koçbaşlarına, bölgede kendisine rağmen öyle uzun vadeli hesaplar yapılamayacağını bir kez daha hatırlatmıştır.

Ancak, yine de Rusya, koşulların ve işi daha ileriye götürüp çatışmayı genişletmenin kendisine fayda sağlamayacağının, şimdilik o aşamada olmadığının da farkındadır. Şimdi ona en gerekli olan şey, zamandır.

Nitekim kapılarını yabancı sermayeye açan, uluslararası işbirliklerine giden Rusya’ya, finans kuruluşlarının, tekellerin bir yanıtı olmuş, birkaç günde ülkeden çekilen 17 milyar dolarla piyasalar sarsılmış, borsa tepetaklak aşağı yuvarlanmış, ekonomik göstergeler aşağı doğru seyre geçmiştir.

Eh, kapitalist dünyada yarışan, ayıyla yatağa giren pençeleri göze alacaktır elbet. Emperyalist kapitalist tekeller de, böylece Rusya’ya mesajı vermiş, “haddini bilme” uyarısını yapmıştır.

 

TÜRKİYE’NİN DURUMU

Şüphesiz Rusya-Gürcistan kapışmasından, coğrafi konumu, bölgedeki grift ilişkileri ve ekonomik bağlantı ve bağımlılıkları bakımından gelişmelerden en çok başı ağrıyacak ülke Türkiye idi.

Birincisi, Türkiye, Rusya’nın yakın komşusu, onun Akdeniz’e iniş yolu üzerindeydi. Öte yandan da, NATO üyesi, ABD’nin en yakın müttefikiydi.

Ayrıca zaman zaman içinde emperyal hevesler kabarıyor, boyundan büyük işler yapmaya kalkışıyor, elini kolunu bölgeye uzatıyor, karanlık işlerin aktörü oluyordu.

Gürcistan, Azerbaycan, Çeçenistan, Özbekistan vb.’ne kadar, pek çok ülkede sızma harekatları yapıyor, derin devlet denilen devletin kontr güçlerinin bölgesel ayakları aktif bir şekilde faaliyet gösteriyordu. Ergenekon olayında bile basına küçük çapta sızdığı gibi, bölgede, silahtan uyuşturucuya, değişik türden örgütlenmeler ve çalışmalar içersine giriliyor, her türlü karanlık ilişkinin merkezinde görev yapılıyordu. Hatta denilebilir ki, direkt veya dolaylı olarak ABD’nin bu ülkelerde ileri karakolu gibi çalışılıyor, kanallar açılıyor, ilişkiler sağlanıyor, “mayın tarama bölüğü” işlevi görülüyordu. Elbette bu operasyonel işlerde kendine yontma da oluyordu.

Ancak Rusya durumun pekala fakındaydı, zaman zaman Türkiye’yi sert biçimde uyarıyordu.

Bölgedeki operasyonların bir başka ayağı da Fethullah tarikatıydı. Okullar aracılığıyla içte faaliyet gösteren, bu ne olduğu bilinen ağlak suratlı adamın başındaki teşkilat, bölgedeki yarma ve Amerikancı yayılmacı ayağının önemli unsurlarından birisiydi. Ve nitekim Rusya, bu okulların CIA’nın uzantısı olduğunu söyleyerek, faaliyetini yasaklamış bulunuyor.

Bir yandan bunları yapan Türkiye, bir yandan da Rusya ile ilişkileri iyi tutmaya çalışıyordu. Çünkü enerji açısından hem zorunluluk vardı, hem de Rusya ile ticari ilişkiler gelişmiş, büyük rakamlara ulaşmıştı.

Öyle ya, ticaret denilen şey, uluslararası ilişkiler için hem satın alma, yanına çekme, hem rüşvet, hem de baskı ve şantaj aracı niteliğinde işlev görmüyor muydu? Türkiye, doğalgazının yüzde 65’inden fazlasını Rusya ve Kafkaslardan alıyordu. Buna karşın, bu ülkede ve çevresinde müteahhitlik, gıda, tekstilde önemli işler almış, büyük gıda ihracatı yapıyordu. Rusya’ya olan ihracat, toplam 10 milyar doları bulmuştu. Bunlara ilaveten, Türkiye turizminin motor gücü bu ülkelerden gelen turistlerden oluşuyordu.

Diyelim Rusya Türkiye’den gelen gıda ürünleri üzerinden hafif bir yoklama yaptı, iş yavaşlattı. Gümrüklerde bir anda binlerce TIR’lık kuyruklar oluşuyor, mallar çürümeye başlıyor, depolar dolup taşıyor, ürünler üreticinin elinde kalıyordu. Rusya’nın veto etmesi halinde milyarlarca dolarlık inşaat işleri elden giderdi.

Bu yüzden de, Rusya ile “kafadan” karşı karşıya gelmek, Türkiye için istenilecek bir hadise değildi.

Ayrıca bu hükümet yakınlarının bölgede önemli işleri vardı ve bu işlerin bir bölümüne bizzat ülkenin en tepesindekiler aracı olmuş, iş bağlamışlardı!

Öte yandan, Rusya güçlü bir komşu idi. “Kafa kafaya” gelmek, öyle gözü kapalı biçimde göze alınacak bir şey değildi.

Ama bu tarafta da Amerika vardı. O da, domates, patlıcan biber, satıp, don gömlek ihracat etti diye bir müttefikinin kendisine sırt dönmesini kabul edemezdi. İstekler ve beklentiler “fanila don satmak”tan büyüktü. Müttefiklik, “fedakarlık”, Amerikan çıkarları için mücadele gerektirirdi. Yoksa paşa, asker, sivil hükümet, medya dengeleri değişebilirdi!

Bu arada, Gürcistan-Rusya kapışmasında, Türkiye tarafında ikinci bir Şaakvaşvili vakası yaşandı. Bakan Kürşat Tüzmen, Rusya’nın ticari engellemesine karşın, kısasa kısas yapılması çıkışını yaparak, politika ve dış ilişkiler konusunda ne kadar “dahi” bir yetenek olduğunu kanıtladı! Üstelik gözlerinin önünde Şaakvaşvili çıkışı ve ardından Rusya’nın ona dersini vermesi yaşanmışken… Tüzmen, bu işi, mayoyu çekip denize atlamak, kaya diplerinde zıpkınla balık peşinde koşturmak sanmış olsa gerekti, ancak yine de, bu çıkışıyla kendi istikbaline de noktayı koymuş, kendi ipini çekmiş oldu. Rusya ile bu derecede ileri ticari ilişkileri olan, enerji konusunda bu derece bağımlı Türkiye’de, seçimlerden sonra, eğer bu hükümet hâlâ işbaşında kalırsa, “ikinci” bir garip Şaakvaşvili vakası olan balıkadam Tüzmen’in yeni hükümette en azından Rusya tarafından istenmeyeceği ortadadır.

Öte yandan, Türkiye, bölgedeki ilişki ve kamplaşmaların sonuna kadar içindeydi ve tarafını seçmişti.

Bakü-Tiflis-Ceyhan boru hattı… Bakü-Tiflis-Erzurum doğal gaz boru hattı devredeydi ve Rusya’nın gözü zaten Türkiye’nin üzerindeydi.

Üstelik yeni bir hat gündemdeydi ve ABD bunun için bastırıyordu: Kafkas-Ortadoğu-İsrail boru hattı…

Aslında bu hat, Türkiye egemenlerinin ve onların sözcülerinin “enerji üssü olduk” sallamalarının sonuydu. Bir anlamda, bölgesel pozisyonunu elinden alan bir plandı ve Türkiye, bu kez Amerikan ve İsrail ayağının basit bir taşeronu duruma düşüyor, hem Kafkaslar, hem Ortadoğu, hem de Hindistan-Çin bölgelerindeki her hesaplaşmanın içine direkt olarak giriyordu. Bir taşla, en kritik tüm bölgesel kapışmaların merkezine oturmak, az bir başarı değildi ve şimdi, bu başarılmak isteniyordu! Böylece NATO belasının yanına yeni büyük bir bela ekleniyor, ülke toprakları Amerikan İsrail taşeronluğuna kurban ediliyordu. Peki, Bakü-Tiflis-Ceyhan ve Bakü-Tiflis-Erzurum hatlarına yapılan onca milyon dolarlık masraf ne oluyordu?

Amerikan müttefiki, NATO üyesi olunca bunların lafı olmaz, hizmetkârlığın maliyet hesabı tutulmazdı!

Oysa son kapışmada, NATO üyesi olmanın ne büyük belalar taşıdığı yakından bir kez daha görülmüş, ileriki dönemde kaçınılmaz olacak büyük kapışmada Boğazların nasıl merkez olacağı bir kez daha ispatlanmıştı. Üstelik işler kızışınca, nispeten olağan zamanlardaki esnek politikalar sökmez, Amerika daha açık ve net biçimde hizmet için bastırır, NATO hizmetkarlığı zorunlu kılardı.

Diyelim, Gürcistan NATO üyesi oldu. Olası Rusya saldırısında, bu saldırı NATO’ya yapılmış sayılacağından, Türkiye’nin Gürcistan’ın yanında yer alması, mesela Boğazları Rusya’ya kapatması, NATO gemilerine sonuna kadar açması zorunlu olacaktır.

Bu durumda Rusya Türkiye kapışması, sırf Amerikan ve NATO çıkarları için karşımızda durmaktadır. Ve bunun adı da, emperyalizm emrindeki dış politikanın kaçınılmaz sonucudur.

Son olaylar bir kez daha göstermiştir ki, Türkiye’nin başı, NATO üyeliğinden dolayı her an ve her zaman derttedir. Ve bölge, bundan çok daha büyük olaylara, çatışmalara gebedir. NATO’dan çıkış olmadıkça, bu uluslararası oyunların parçası ve kurşun askeri olmak mecburidir.

 

BUNDAN SONRAKİ HESAPLAR VE SIKIŞTIRILMIŞ TÜRKİYE VE ERMENİSTAN İŞLERİ

Rusya çabuk ve kararlı hareket etti, Gürcistan’a “dersini” verdi. Peki bölge yatıştı mı? Ya da film buraya kadar mıydı?

Hiç şüphesiz böyle bir şeyi savlayabilmek için en azından cahil ya da aptal olmak gerekir. Enerji bu kadar önemliyken, emperyalizm kaynakları ve pazarları eline geçirmek için savaşırken, bundan başka da bir yolu yokken ve de Kafkaslar enerji deposuyken, bu oyunun burada duracağını söylemek aptallıktan başka nedir ki?

Tersine, Gürcistan’ın çıkışı ön yoklama niteliğindedir ve giderek derinleşecek bölgesel bunalımların, kapışmaların, hesaplaşmaların minik bir işaretidir.

Ne Amerika orada duracak, konumuna razı olacak ve ne Gürcistan, Ukrayna, Azerbaycan, Ermenistan üzerine hesaplarından vazgeçecek, ne de NATO üyeliğinden mahkum Türkiye geri duracaktır.

Üstelik dünya emperyalist kapitalist sitemi bir kez daha bir devrevi büyük krizin eşiğindeyken, ekonomik bunalım kapıya dayanmış, çıkış için yeni kaynaklar, yeni pazarlar, yeni hegemonya alanları gerekliyken, bölgenin sükûna kavuşacağını düşünmek, bu işlerden hiç anlamamak, kapitalist sistemi hiç tanımamak ya da işi saptırmak demektir.

Oysa sükûn bir yana, işler çok daha fazla kızışacaktır.

NATO üyeliğiyle, Boğazlar ve Karadeniz üzerinden Türkiye ateşin ortasındadır.

Bağımsız Abhazya’yı kazanmak, Batı’nın yanına çekmek, en azından içerde sorunlar çıkartmak için, bu ülke ile yakın ilişkiler nedeniyle, ABD tarafından Türkiye’ye aktif görev verilebilir. Ne de olsa Türkiye, yıllardır buralarda derin ilişkilere sahiptir, birikimi vardır! Eğer böyle olursa, Çeçenistan işinde olduğu gibi, Türkiye, Rusya ile bir kez daha karşı karşıya gelebilir.

Peki, Türkiye hükümetinde birden kabaran Ermenistan aşkına ne demeli?

Öyle ya, Gül’ün bundan beş-on sene önceki konuşmalarına bakınca, içinde nasıl bir Ermeni düşmanlığı beslediği açıktır. Peki, ne olmuştu da Gül birden değişmiş, maçı bahane ederek Ermenistan’a koşmuştu! Gül ve onun nezdinde hükümetteki bu ani “halkların kardeşliği” sevdasının nedeni neydi acaba? Beş-on sene öncesine kadar “en kafir düşmanlar listesinde” ene başlarda olan Ermenistan’la ilgili, bir gecede aniden vahi inip yüreklerine kardeşlik aşkı mı dolmuştu?

Kafkaslardaki kapışmanın, mevzi elde etmenin yansımasından başka bir şey değildi aslında olup bitenler. Ermenistan “mecburen” Rusya’ya yakın görünüyordu. Mecburiyeti, Azerbaycan ile Karabağ meselesinden kapışık olması, ayrıca Türkiye ile ilişkilerinden dolayı kapalı bir alana hapsedilmesi, Rusya’dan başka çıkış yolu olmayıp zorunlu mahkumiyet içinde olmasıydı. Oysa ABD, Ermenistan’ı yanında görmek, aktif bir katılımcı olarak saflara kazanmak istiyordu. Ancak gerek Azerbaycan ilişkileri, gerekse coğrafi durumu, Ermenistan’ın saflarda açıktan yer almasını engelliyordu.

Diğer yandan Ermenistan-Azerbaycan uyuşmazlığı Rusya’nın da işine geliyor, iki tarafa karşı da bu kozu elinde tutuyor, bir nevi silah olarak kullanıyordu. Aynı silahı, ABD de elinde tutmaktan geri durmuyordu elbette. Ama Ermenistan’ının başka çıkış kapısı olmaması, Rusya’ya mecburiyetinin en önemli nedenlerinden birisiydi. Oysa Türkiye gerekli kolaylığı gösterse, kapıyı açsa, Ermenistan’ın Rusya’ya bu anlamda bağımlılığı bir ölçüde azalacak, daha rahat hareket etme olanağına kavuşup, Amerika için yeni kazanım olanağı doğacaktı.

İşte bu yüzdendir ki, ABD, Türkiye’ye, Ermenistan kapısını açması için bastırıyordu. Bu anlamda, bu kapı, aslında Rusya’ya karşı açılan bir kapı olacaktı objektif olarak.

Meselenin özeti aslında buydu. Nitekim medyadaki patentli Amerikan yazarçizer takımının bu işe dört elle sarılmasında, kardeşlik şampiyonu kesilmelerinde, işte bu Amerikan gereksinimleri rol oynamıştı. Yoksa ABD Irak’ı işgal eder, ortalığı kan gölüne çevirir, bombaları yağdırıp çoluk çocuk katlederken komşularla kardeşlik aklına gelmeyen, aksine işgali ve kan dökülmesini savunanların, birden komşuyla kardeşlik yanlısı kesilmesinin başka ne gibi açıklaması olabilirdi?

Peki, şimdi akla şöyle bir soru gelebilir:

Amerikan planı diye Ermenistan-Türkiye yakınlaşmasına karşı çıkmak mı gerekir?

Elbette hayır.

Ancak şunun bilinmesi gerekir, bu yolla halklar arasında barış olmaz. Bu yol, barışa değil, aslında uzun vadede, Türkiye ile Ermenistan arasında değilse de, daha kemikleşmiş bölgesel kamplaşmalara, dolayısıyla yeni büyük kapışmalara, yani Rusya’yı kuşatma, bölgedeki Amerikan varlığını güçlendirmeye hizmet eder.

Yoksa halkların kardeşliği falan emperyalist akbabaların umurunda değildir. Böylece, Türkiye, başka bir taraftan da işin içine çekilmekte, bölgesel hesaplaşmaların aktif bir vurucu timi görevinde yeni fonksiyonlar üstlenmektedir!

Belki de şu en basit soruyu sormak, meselenin geleceğini anlayabilmek için iyi olacaktır? Amerika’nın içinde yer aldığı hangi şey barışa hizmet etmiştir? Hangi girişimleri halkları kardeşleşmeye götürmüştür?

Bu yönde örnek yoktur, ama ABD’nin içinde yer aldığı tüm plan ve harekatlarda hep kan ve barut, halklar arasında düşmanlık ve birbirinin boğazına sarılmak vardır.

Bu bakımdan değerlendirildiğinde, Gül’ün Ermenistan’a gidişi, masumane bir girişim değil, Amerika’nın bölgesel planlarının uzantısı, emperyalist politikaların devamıdır. Ve buradan barış, kardeşlik değil, daha kapsamlı mecralara akan oyunlar çıkar.

Ve son söz olarak, bir şey daha acı biçimde karşımızdadır:

Emperyalist politikaların uzantısı durumundaki ülke yönetimi, Türkiye’yi dört bir yandan belaya sürüklemekte, daha fazla sıkıştırılmasına yol vermektedir.

Bunları gizlemek için savrulan “bölgesel güçlü aktör oluyoruz” vb. türden söylemlerin içeride halkı kandırmaya yönelik palavralardan başka bir değeri yoktur. Emperyal hevesler açısından ise, dünyadaki kapışma buna imkan tanımamaktadır. Herkes boyu kadar, gücü kadar harekete edecektir. Kaldı ki, Türkiye açısından sonuçta son sözü Amerika söylemektedir. Nitekim Gürcistan-Rusya kapışmasının ardından, Türkiye’nin ortaya attığı Kafkas İşbirliği projesi başlamadan bitmiş, hükümetin bu girişimi komiklikten öteye gidememiştir. Öyle ya, nispeten normal zamanlarda arada beride idare edilebilen durumlar, ortalık kızışıp saflar netleşmek için zorlanınca, idare edilemez hale gelir. Efendiler laf değil iş ister. Verilen desteklerin bedelinin geri dönüşümünü bekler. Emperyalist politikaların uzantısı olmaktan başka seçenek tanınmaz.

O zaman Türkiye nerelere sürükleniyor?

Gürcistan-Rusya kapışması ilk kurşun niteliğindedir. İkinci ve sonraki kurşunların ne zaman, nerede patlayacağı henüz belli değildir. Ortadoğu zaten karışıktır. Buna eklenecek Kafkaslar hesaplaşmasının, Çin, Hindistan, uzak Asya’yı içine alarak genişleyeceği şimdiden bellidir. Bir başka belli olan şey ise, NATO üyesi Türkiye ateşin ortasındadır ve giderek daha büyük belaların içine sürüklenmektedir.

 

***

Sonuç olarak söylemek gerekirse; Rusya ve Çin şimdilik tuttukları yolda, daha engelsiz, çatışmasız, özellikle ABD ile direkt karşı karşıya gelmeyen bir seyir istemektedir.

Görünen o ki, taraflar, bir süre daha, dolaylı yollardan, aracılar vasıtasıyla karşı karşıya geleceklerdir.

Ve yine görünen o ki, ABD, tarafları asla rahat ve kendi başlarına bırakmayacak, onlara dümdüz bir yolda geçiş imkanı tanımayacaktır. Ama bu süre, tarafların asıl büyük kapışmaya hazırlık sürecidir ve koşullar, emperyalizmin egemen olma, yağmacı karakteri, dünyayı o büyük kapışmaya sürüklemektedir. Zaten enerji ve hammadde kaynaklarının, pazar sahalarının ele geçirme zorunluluğun olduğu emperyalist kapitalist sistemde başka da bir yol yoktur.

 

enver hoca 100 yaşında

 

 

İçinde bulunduğumuz ay, Arnavutluk’ta sosyalizmin mimarı Enver Hoca’nın 100. doğum yılı. Küçük bir ülkede sosyalizmi kurmanın zorlukları bir yana her yandan “büyük” ülkelere karşı verdiği mücadele ile dolu bir yaşam, yüz yıl önce bugün başladı ve 22 yıl önce sona erdi. Ancak, Enver Hoca’nın açtığı mücadele yolu ve çizdiği rota Uluslararası Komünist Hareket’e yol göstermeye devam ediyor.

Doğumunun 100. yılında Enver Hoca, şahsına methiyeler düzmekten ziyade, sadece kendi ülkesi için yaptıklarıyla değil, uluslararası işçi sınıfının davasına yaptığı katkılarla anılmalı, bu katkılar onu tanımayan yeni nesillere anlatılarak, mücadelesi yaşatılmalıdır. Çünkü Enver Hoca’nın revizyonizme ve onun Kruşçevcilik, Titoculuk ve “Avrupa Komünizmi” türlerine karşı mücadelesi, Marksizm-Leninizmi savunmada gösterdiği kararlılık ve emperyalizmin kuşatmasına karşı direnişi, hem emperyalizmin hem de Sovyetler Birliği’nin içine düştüğü sosyal emperyalizmin stratejilerini ve güncel politikalarını tespit etme yönündeki değerlendirmeleri büyük bir öneme sahiptir.

Açıktır ki, bu büyük direniş ve kavrayış açıklığının temelinde Marksizm-Leninizmin proleter niteliğinin korunması ve somut durumun analizi üzerinden katkılarla geliştirilmesi ve uygulamaya geçirilmesi vardır. Enver Hoca, Marksizm-Leninizmin dört bir yandan karşı karşıya kaldığı saldırıların nedenini şöyle ifade ediyor: “Emperyalistler, burjuvazi ve revizyonistler… bu savaşta mızrağın sivri ucunu muzaffer öğretimiz Marksizm-Leninizme yöneltiyorsa, rastlantı değildir; Marksizm-Leninizm olmadan gerçek sosyalizm yoktur, olamaz da.” (Arnavutluk Emek Partisi 8. Kongre Raporu) Enver Hoca, bu saldırılar karşısında tutulacak dalın ve kullanılacak silahın tarifini ise şöyle yapıyor: “Marx, Engels, Lenin ve Stalin’in ölümsüz öğretisine partimizin sonsuz bağlılığı, bu öğretiyi ülke koşullarına ve karışık uluslararası durumlara yaratıcı bir biçimde uygulayabilmesi, pek çok iç ve dış düşmanın saldırı ve çarpıtmaları karşısında bu öğretinin saflığını ve ilkelerini savunmada kararlı tutumu, halkımızın bütün başarıları ve zaferlerinin temel taşı olmayı sürdürüyor.” (agy)

 

İÇ VE DIŞ DÜŞMANLARA KARŞI

Peki, neydi Enver Hoca’nın bahsettiği “pek çok iç ve dış düşmanın saldırı ve çarpıtmaları”? Enver Hoca’nın içeride (Arnavutluk’ta) sosyalizmin inşası ve sağlamlaştırılması için verdiği mücadelenin yanı sıra, kuşkusuz bu mücadeleyle bağlantılı olarak karşı durduğu en büyük saldırı Kruşçevcilerden gelmiştir. Kruşçevciler, ilk görünüşte Stalin’e saldırıyorlardı. Fakat bu saldırının hedefi sadece Stalin ya da ona atfedilen “hatalar” değildi. Kruşçevcilerin esas hedefi, dünyanın ilk sosyalist ülkesi ve proletaryanın kurtuluş mücadelesiydi. “Kruşçevciler, başlangıçta tüm saldırılarını Stalin’e yönelttiler. Çünkü emperyalistler ve revizyonistler Stalin’in adının ve eserlerinin Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin kurulmasıyla ayrılmazcasına birbirine bağlandığını çok iyi biliyorlardı. Ve yine çok iyi biliyorlardı ki, eğer bu gerici saldırı başarılı olursa, Stalin’in kurulması için tüm yaşamını harcadığı sosyalizm ölümcül bir yara alacak, giderek yıkılacak, yüz milyonlarca proleterin, emekçinin sınıfsız bir toplum kurma hayallerine ağır bir darbe vurulacaktı. Kruşçevciler bu gerçeklerden dolayı ihanete ve saldırıya tam da bu noktadan başladılar. Stalin adıyla özdeşleşmiş sosyalist inşa teorisi ve pratiğine saldırdılar. Devamını ardılları getirdi ve sonrasında olanlar çok iyi biliniyor. Şimdi olup bitenleri açık yüreklilikle değerlendiren hiçbir komünist ve devrim sempatizanı, revizyonist ihanetin ve emperyalist saldırının Stalin’le sınırlı kalmadığını, sosyalizmle ve onun tarihiyle köklü bir hesaplaşmayı ve öç almayı içerdiğini inkar edemeyecek, yaşanan bu somut gerçekliğe sırtını dönemeyecektir.” (Birlik ve Mücadele, sayı 3, Mart 1997)

Kruşçevcilerin ardından gelenlerin yanı sıra Avrupa’da ortaya çıkan inşa modeliyle “yeni” “komünist” partiler de aynı yolda ilerlediler. “Avrupa komünizmi”, başta Leninist parti modeli olmak üzere, sosyalizmin teorik ve pratik tüm değerlerine karşı bir mücadele özelliği taşıyordu. Öte yandan Titocular ve Maocular da, sosyalizmin temellerine saldırmaktan geri durmadılar. Bu akımların her biri, “kendine özgü bir sosyalizm yoluna girdiklerini” ilan ettiler. Ancak bu “yeni” akım ve modellerin uluslararası işçi sınıfı mücadelesine ve sosyalizme ihanetten başka bir anlama gelmediği kısa bir süre sonra net olarak ortaya çıktı.

Avrupa’nın göbeğinde bir ülkenin parçalara ayrılması ve halkların birbirine kırdırılması ile sonuçlanan sürece zemin hazırlayan Tito yönetimi, Enver Hoca’nın eleştiri oklarından nasibini almıştı: “Ta başından beri, Yugoslav revizyonistleri, tüm sorun ve alanlarda, Lenin ve Stalin’in gerçek sosyalizminin teori ve pratiğine karşıydılar. Tito ve grubu, siyaset, ideoloji, devlet ekonomisi ve ordunun örgütlenmesi de dahil olmak üzere, Yugoslavya’daki her şeyi Batılı devletlerin yanına çekme görevini yüklendi ve ülkeyi kapitalist dünyaya bağladı. Amaçları, ülkeyi olabildiğince kısa zamanda burjuva kapitalist bir ülkeye dönüştürmekti…

 

REVİZYONİZME KARŞI MÜCADELENİN ÖNDERİ

Bütün bu “iç ve dış” saldırılara karşı tüm dünyada sosyalizm mücadelesine bağlı kalmaya çalışanları aydınlatan, onları ideolojik olarak donatan ve sosyalizmi pratik olarak da Arnavutluk’taki emekçilerle birlikte hayata geçiren, Enver Hoca oldu. Emperyalist burjuvaziye ve revizyonizme karşı cepheden mücadele eden Enver Hoca, bu süreçte “yalnız bırakılmasına” rağmen geri adım atmadı.

Büyük bir güvenle ileri sürebiliriz ki, nasıl ikinci Enternasyonal oportünizmden kurtulma ve sosyalist devrimi gerçekleştirme, Marksizmi yeniden ve güçlü bir şekilde ayakları üzerine dikme döneminin önderi Lenin ise, nasıl ki sosyalist inşayı gerçekleştirme, Troçkizme, diğer sapmalara ve emperyalist kuşatmaya karşı mücadele döneminin önderi Stalin ise; geriye dönüşe ve modern revizyonizme karşı mücadele döneminin önderi de Enver Hoca’dır.” (BM, sayı 3)

Enver Hoca’nın “revizyonizme karşı mücadelenin önderi” olarak ifade edilmesinin tek nedeni verdiği ideolojik mücadele değildir kuşkusuz. Kendi döneminde çoğu “iktidarda” olan revizyonist ve oportünist akımların uluslararası işçi sınıfı ve dünya halklarını kandırmak için arkasına saklandığı maskeleri parçalayan Enver Hoca, bu akımların peşinde gidenlerin varacakları noktayı önceden göstermiştir. Üstelik bütün bunları, kendi ülkesinde sosyalizmi tüm güçlüklere ve olanaksızlıklara, hatta sosyalizm adına engellemelere karşın inşa ederek yapmış olması, onun değerini ve yaptığı işin büyüklüğünü bir kez daha göstermektedir.

Güncel ekonomik bunalım, kapitalizmin genel bunalımının keskinleşmesini açıkça ve somut biçimde gösteriyor. Özellikle Amerika Birleşik Devletleri’ni ve gelişmiş büyük ülkeleri kaplamış bulunan 1930’lu yılların bunalımıyla karşılaştırılırsa günümüz bunalımı ister gelişmiş ister gelişmemiş olsun, istisnasız bütün kapitalist ülkeleri girdabına çekmiş bulunuyor. Günümüz ekonomik bunalımının bu yaygınlığı ve derinliği, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra kapitalist sistemin evriminde bazı yeni unsurlara bağlı; sermaye daha yoğunlaştı ve uluslararası çehre aldı; dolar, dünya mali sistemine hemen hemen tek egemen oldu; çokuluslu şirketlerin çalışmaları yaygınlaştı ve bu şirketlerin dünya üretimindeki ağırlığı sürekli arttı; üretici olmayan harcamaları, özellikle silahlanma harcamaları ölçüsüz arttı.

Bu alıntı, içinde bulunduğumuz “küresel kriz” günleri üzerine yazılmış bir makaleden alınmadı. Bu satırlar, Arnavutluk Emek Partisi’nin (AEP) 8. Kongre Raporu’nda yer alıyor. Kuşkusuz, krizleri içinde bulunduran bir sitem olması nedeniyle, kapitalizmin, bugün de, 1981 yılında yayınlanan bu raporda tanımlanana benzer bir durum içinde olduğu söylenebilir. Ancak, Enver Hoca’nın tespitleri sadece kapitalizmin içine düştüğü krizle sınırlı kalsaydı, bu ifadenin güncelliği, tekrarlanan bir sürece tesadüf etmesi olarak değerlendirilebilirdi. Fakat Enver Hoca’nın ne durum tespiti, ne de bu tespit sonucunda aldığı tutum, bununla sınırlı kaldı.

Emperyalizmin artık eski “barbarlığını” üzerinden attığı, küreselleşmenin barış getireceği, artık savaşların yaşan(a)mayacağı gibi sonuçlar çıkaran “yeni model” sosyalizm anlayışlarına karşı Enver Hoca, bu olgulardan, çelişkilerin yoğunlaştığı ve son derece olgunlaştığı sonucunu çıkarmıştır. Enver Hoca, Emperyalizm ve Devrim eserinde bu durumu şöyle ifade ediyor: “Bugün kapitalist dünyayı niteleyen ve üretimin büyük çapta toplumsallaşmasına yol açmış olan üretimin ve sermayenin yoğunlaşması ve sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesi, emperyalizmin sömürücü niteliğinde en ufak bir değişiklik dahi yaratmadı. Tam tersine, onlar; emekçiler üzerindeki baskıyı ve sefaleti daha da artırdı ve yoğunlaştırdı.

 

100 YAŞINDA HALA YOL GÖSTERİYOR

Emperyalizmin “yeni” kimlik kazandığını öne süren revizyonizme karşı mücadele bayrağını yükselten Enver Hoca, bu yolda savunmada kalmak yerine karşı saldırıya geçmenin gerekliliğine inanıyor ve “Modern Revizyonizmle Mücadele” adlı eserinde bu kararlılığın altını çiziyordu: “Partimiz, durumun; kendine komünist ya da devrimci adını veren hiç kimsenin bir seyirci olarak kalarak, revizyonistlerin saldırısını bekleyip başkalarının revizyonizme karşı sürdürdüğü mücadeleyi selamlamakla yetinmesine elverişli olmadığı düşüncesindedir. Zaman beklemez. Marksist-Leninistler savunmada değil; hücumda olmalı, geri çekilmeyip saldırmalıdır. Revizyonistlerden, onların tehdit ve baskılarından korkmuyorlardı, yine korkmuyorlar. Korku, Marksist-Leninistlere yabancıdır. Bunu, ne emperyalizme karşı mücadelelerinde ne de revizyonizme karşı verilen mücadelede tanırlar. Emperyalizmden korkan, revizyonistlerdir. Revizyonizmden korkmak, emperyalizmden daha da fazla korkmak ve Marksizm-Leninizmin gücü ve zaferine hiç inancı olmamak demektir.” Aynı eserde, Enver Hoca, teorik mücadelede “saldırgan” bir tutum almanın yanında bu tutumun pratik olarak hayata geçirilmemesi halinde başarıya ulaşma şansının olmadığını da vurguluyor. Pratik mücadele içerisinde ise, Enver Hoca, işçi sınıfının günlük yaşamı ve talepleri üzerinden bir örgütlenmenin gerekliliğine işaret ediyor: “Gerçek Marksist-Leninist parti ve devrimci komünistler, işçilerin grev ve gösterilerine aktif olarak katılırlar; bunları siyasal grev ve eylemler yapmak ve bu yolla, kapitalizme, patronlara, kartellere, tekellere ve sendika kodamanlarına hayatı dayanılmaz hale getirmek için mücadele ederler. Bu yoğun faaliyet boyunca proletarya, burjuva düzenin silahlı güçleriyle daha sık ve daha açık biçimde karşı karşıya gelecektir. Ama bu çatışmalar boyunca dövüşmeyi daha iyi öğrenecektir. Proletarya, mücadele sürecinin kendisi içinde, devrimci örgütlenme ve mücadelenin olanaklı, iyi ve uygun biçimlerini de bulacaktır. Bir halk deyiminin belirttiği gibi ‘suya girmeden yüzme öğrenilmez’. Grevler ve gösterilerde mücadele etmeksizin, genel olarak kapitalizme karşı eylemlere aktif olarak katılmaksızın, son zafer için mücadele örgütlenemez ve yükseltileme; burjuva düzeni yıkılmaz.

Kapitalizme, emperyalizm ve revizyonizme karşı yürüttüğü“uzlaşmaz”  ideolojik ve pratik mücadele ile Enver Hoca yoldaş, 100. doğum gününde Uluslararası Komünist Hareket’in ögelerinin ve her konumdaki militanlarının yolunu aydınlatmaya devam ediyor.

Enver Hoca’nın anısı kuşkusuz devrimci işçi hareketinin önümüzdeki yükselişinde yaşayacak.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑