Politik alanda, egemen güç odakları arasındaki çatışma, 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı etkinliklerine de yansıdı: AKP ve Erdoğan’la aynı çatı altında olmaya bile “katlanamayan” ana muhalefet lideri Baykal ve CHP’liler; mecbur kalmadıkça aynı kare içinde yer almadılar. Anıtkabir gibi bir araya gelmek zorunda kaldıkları mekanlarda ise, konuşmayarak tutumlarını sürdürmeye devam ettiler. Bu açıdan bir ölçü olan Cumhurbaşkanlığı resepsiyonuna, sadece CHP’liler değil, Genelkurmay Başkanı başta olmak üzere en üst askeri yetkiler de gitmedi. Başbakan da, DTP’li vekillerle yan yana görünmeme ve el sıkmama ısrarını sürdürdü. Ama MHP Genel Başkanı Bahçeli, DTP’li vekillere özel jest yaparak, Başbakan’a bir omuz atmayı ihmal etmedi. Alanlarda ilköğretim çocuklarının şeriat gösterilerine alet edilmesi, Milli Eğitim’in her yandan döküldüğü, kimin elinin kimin cebinde olduğunun belli olmadığı bir kuruma dönüştüğünün işaretlerine sahne oldu. Başbakan Erdoğan’ın 1 Mayıs’ı Taksim’de kutlamak isteyen sendikalara tepkisinin; “Ayakların baş olduğu yerde kıyamet kopar” itirafının, 23 Nisan’dan bir gün önceye rastlaması, bu itirafın Başbakan’ın ulusal egemenlikten ne anladığını ortaya koyması bakımından bir başka anlamı oldu. Ve 23 Nisan Ulusal Egemenlik Çocuk Bayramı’ndan bir gün sonra toplanan MGK’nın “Ülkemizin tüm Iraklı grup ve oluşumlarla ilişkilerini sürdürmesi” kararını alması da (bu, Türkiye’nin resmen Kuzey Irak’taki “Kürdistan Federe Devleti”yle ilişkiye geçmesi anlamına gelmektedir), son bir buçuk yıldır bu konuda asker ve hükümet arasındaki çelişmenin sona ermesi bakımından önem taşımaktadır. Dahası bu, ABD ile Türkiye’nin resmi Irak politikası arasındaki ana sorunun da aşılmış olduğu anlamına gelmektedir.
23 Nisan’daki tablo, bütün çıplaklığıyla; Kürt sorunundan laisizmin ayakları üstüne dikilmesi ihtiyacına, ifade özgürlüğünden siyaset alanının tıkanmışlığına, egemen sınıfların temsilcilerinin işçi sınıfı ve emekçileri “ayak takımı” olarak gördüklerini artık açıkça itiraf edip, iktidar kaygısıyla; sadece hükümet olmayı değil iktidarlarından kaygıya düşmeye başladıklarını açıkça yansıtmıştır.
23 Nisan günü sergilenen tablo, elbette bir günde ortaya çıkmadı. Uzunca bir zamandan beri, Türkiye’de Kürt sorununun çözümsüzlüğü, laisizmin tepe üstü duruyor olmasının anlaşılması, ifade özgürlüğüne dair taleplerin karşılanmaması, 12 Eylül Anayasası her konuda ayak bağı olurken, anayasayı değiştirmek için yola çıkan AKP Hükümeti’nin sadece kendisi için demokrasi istediği, ama Türkiye’nin demokratikleşmesi için atılan adımlara ve öne sürülen taleplere karşı düşmanca bir tutum takınması, Ergenekon operasyonu ve AKP’nin kapatılması girişimlerinin yarattığı sarsıntı, devletin yeniden yapılanması ihtiyacının dayatması, giderek derinleşen ve yıkıcı etkileri görünmeye başlayan bir ekonomik krizin kapıya dayanmış olması, milliyetçilik ve din istismarcılığı üstünden çatışmalarına karşın AKP ve CHP’nin arkasındaki güçlerin, siyaset ve ekonomideki açmazlarının ve krizlerinin faturasını halka kesen tutumlarının yarattığı fasit çember, egemen güçleri, iç ve dış politikanın başlıca alanlarında ve ekonomik alanda bir duvara çarpmakla karşı karşıya getirmiştir.
SICAK GÜNDEMİN BİRİNCİ BİLEŞENİ, ERGENEKON ÇETESİ OPERASYONU
Kuşkusuz ki; tablonun ardında, Türkiye’nin başlıca ekonomik ve siyasi sorunları, Türkiye’nin geleneksel güçleriyle AKP’nin arkasında yer alan ve sistemi yenilemek isteyen güç odakları arasındaki hesaplaşma vardır. Ama sıcak gündem, son haftalarda gelişen Ergenekon operasyonu ve dünyada kapitalizmin kriz etkenlerinin yükselmesine bağlı olarak, Türkiye’de de enflasyon ve durgunluğun artması ve genel olarak ekonomik verilerin olumsuz sinyallerinin çoğalması tarafından yönlendirilmektedir.
Ergenekon Çetesi operasyonunun Susurluk’tan beri süren çete operasyonlarından farkı; bu operasyonun, Susurluk operasyonu da dahil o günden bugüne çıkan çete organizasyonlarının birbiriyle bağlantılı olduğunu göstermesinin yanı sıra; çete organizasyonlarının 1950’lerden beri etkin bir organizasyon olan kontrgerilla örgütlenmesinin açığa çıkan (deşifre olan) yanı olduğunun herkesçe görülmeye başlanmasıdır.
Örneğin Ergenekon operasyonu, Cumhuriyet gazetesinin bombalanması, Danıştay baskını, Hrant Dink’in, Rahip Santoro’nun katledilmesi ve Malatya katliamını şimdiden birleştirmiştir. Dahası Atabeyler davasının yeniden görülmesini isteyen dava savcısının, Atabeyler grubu ile Ergenekon Çetesi arasında bağlantı bulunduğu gerekçesiyle iki davanın birleştirilmesini istemesi, Ergenekon Çetesi davasına yeni bir karakter kazandıracak görünmektedir. Çünkü böylece, emekli asker ve polisleri kapsayan çete organizasyonları ile muvazzaf askerler arasında da bir bağlantı kurulması, kontrgerillanın mekanizmasının daha gerçek görüntüsüyle ortaya çıkmasının imkanlarını genişletmektedir. Yine Yargıtay eski Başsavcısı Kanadoğlu, “Ergenekon davasının Şemdinli davası gibi sona ereceğini” iddia etmektedir; ama bu, aynı zamanda, Şemdinli davası ile Ergenekon davası arasında bir bağlantı olduğunun da itirafı olarak görülebilir.
Bütün bunların ötesinde; Ergenekon davasıyla, kendisine sivil toplum örgütü adını veren ve çeşitli emekli asker ve polislerin kurucusu olduğu “Vatansever Kuvvetler Birliği Derneği” gibi “kuvvacılık”, “milliyetçilik” iddiasındaki dernekler, ülkücü BBP’nin kimi örgütleri ve örgütlenmeleri ile onların son yıllarda giriştikleri kitlesel gösteriler (bayrak mitingleri, linç girişimleri eylemleri, asker cenazelerinin provoke edilmesi) ve kimi faaliyetlerin Ergenekon çetesiyle amaç ve eylem birliği içinde olduğunu gösteren sayısız belirti de ortaya çıkmıştır.
Bu tablo, bir yanıyla, en azından 2005 Newroz’unda “bayrak provokasyonu” ile başlayan linç girişimleri, laisizm ve cumhuriyet gösterilerini, iki seçim etrafında oluşan muhtıra, açıklamalar ve Anayasa Mahkemesi kararlarını kapsayan, ama aynı zamanda Hrant Dink, Rahip Santoro, Malatya cinayetleri, Şemdinli Çetesi, Cumhuriyet saldırısı ve Danıştay baskınlarıyla da birleşen bir tablodur. Öte yandan, bu tablo, son 60 yıllık kontrgerilla faaliyetlerine uzanan ilişkilerin de bugüne bir yansımasıdır.
MİLLİYETÇİ CENAHTA YENİDEN SAFLAŞMA ALAMETLERİ
Bu gelişmeler ışığında bugün şunlar söylenebilir:
1-) Ergenekon Çetesi operasyonuna kadar gelen bu gelişmeler; son yıllarda milliyetçi-ulusal güçler olarak bir mihrak oluşturan “milliyetçi cephe”de derin çatlaklar da meydana getirmiştir. Geçtiğimiz yaz boyunca, dergi sayfalarında süren “Kim daha milliyetçi” tartışmaları, çeşitli eylemlerde, miting alanlarında da görülen farklılaşmalar ve rekabete dayalı ayrışmalar, 22 Temmuz seçiminden sonra askerlerin milliyetçi odağın arkasından çekilmesiyle yeni bir safhaya girmiştir. Askerin, AKP Hükümeti ile Kürt sorunu, laisizm sorunu gibi başlıca sorunlarda uzlaşarak, milliyetçi cenaha en azından paralel olan tutumundan vazgeçmesi, bu cenah için bir darbe olmuştu. Ergenekon operasyonu ise, bu cenahın çözülmesinde ikinci darbe olmuş görünmektedir.
Bu çözülmenin en açık ifadesi, öncelikle Ergenekon operasyonunun son halkasında, İlhan Selçuk’un gözaltına alınıp bırakılması sonrasında, Cumhuriyet gazetesinin kızılelmacı, milliyetçi kesimlerle arasına bir mesafe koyması ve o cenahtan gelen çağrılara karşı ihtiyatlı davranma tutumuyla ortaya çıkmıştır. Bunu, serbest bırakıldıktan sonra Selçuk’un “Başbakan Tayyip Erdoğan”a yaptığı “uzlaşma” çağrısında gördük. Bu çağrı, geleneksel Cumhuriyet gazetesi Kemalizminin, açıkça, kızılelmacı sağ ve sol odaktan ayrışma isteğinin işaretidir. Ve bu çağrıdan sonra, Cumhuriyet’in yayınlarında bir üslup farkı fark edilmeye başlamıştır. En son, Doğu Perinçek’e methiye ve Ergenekon çetesi suçlamalarına karşı, Cumhuriyet Yazarı Ümit Zileli’nin yazısının, taşra baskısında yayınlandıktan sonra, yazı işleri tarafından, ara-taşra ve şehir baskılarında gazeten çıkarılması da, Cumhuriyetin kızılelmacılarla arasına bir çizgi çekmek için giriştiği yeni yönelişin işareti olarak görülebilir.
CHP de, bir zamandan beri; seçim öncesindeki her tür milliyetçiliğe verdiği ‘açık çek’i (Son yıllarda, MHP’nin reddettiği linç girişimlerini bile CHP’nin, BBP ile birlikte desteklediği, “duyarlı vatandaşların eylemi” olarak selamladığı hatırlansın) rezervli hale getirmiş, şimdi daha da ihtiyatlı bir çizgiye çekilmiştir. Kaldı ki, CHP’nin içinde de bu dönemle ilgili tartışmaların giderek derinleşeceğini, bir ayrışmanın yaşanacağını söylemek abartı olmaz.
MHP ise; dün kızılelmacılara karşı CHP’ye göre daha ihtiyatlıyken, bugün de bu ihtiyatını sürdürmektedir. Öyle görünmektedir ki, sağın ve solun Kızılelmacıları, şu anda, son yıllardaki en yalnız dönemlerini yaşamaktadırlar. Bundan sonrası; kendi içlerinde de ayrışmaların, çatışmaların gündeme gelmesidir.
Kendisine Kemalist diyen bu cenaha toplam açısından bakıldığında, önümüzdeki dönem bir ayrışmanın yaşanacağını, dolayısıyla bu cephede yeni bir saflaşma olacağını söylemek bir kehanet olmaz. Özellikle de Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet’in olumlu değerlerini savunan, laisizmle, Cumhuriyet’le demokrasiyi birleştiren Kemalist kesimle, Kemalizm’i başka amaçların örtüsü olarak kullananlar arasında bir mücadelenin olması kaçınılmaz görünmektedir.
DEVLETİN YENİDEN YAPILANDIRILMASI VE MGK KARARI
2-) Ergenekon operasyonu, “soğuk savaş” koşullarında oluşan ve deşifre olduğu ve ayağa düştüğü için artık egemen güç odaklarının da ayağına dolanan kesimin tasfiyesidir. Bunun diğer anlamı ise, “derin devlet”in yeniden yapılandırılması girişimidir. Dolayısıyla, bu operasyonun, asker ve polis emeklileri ve kimi siyasilerle sınırlı kalmayacağı açıktır. Ve eninde sonunda, bu operasyonun, asker ve emniyet içinde de bir devamının olacağından kuşku duyulamaz. Zaten savcıların bu amaçla Genelkurmay’a dosya sundukları kulislerde konuşulmaktadır. Ancak, operasyon bu yanıyla, eğer başka etkenler farklı bir yöne sevk etmez ve iç tasfiye bir çatışmaya dönüşmezse, bu tasfiyenin, askerin, kendi kuralları içinde, ‘eski’de kalmış olanları tasfiye ettiği çok yönlü bir süreç olarak işleyeceğini söyleyebiliriz. Ancak her halükarda, bu yeniden yapılanma sürecinin çok sancılı olacağı, provokasyonlardan darbe girişimlerine kadar varabilecek dirençlerin oluşabileceğini ihtimal dışı bırakmamak gerek.
3-) Türkiye’nin egemenlerinin milliyetçilik tanımlarının da değişeceğini gösteren sayısız belirti ortaya çıkmış bulunmaktadır. 24 Nisan’da toplanan MGK’da alınan, Türkiye’nin “Irak’taki bütün grup ve oluşumlarla ilişkisini sürdürmesi” kararı, MİT’in 2007 başında yayımladığı rapordaki “aktif dış politikaya geçiş” için ayak bağlarının çözülmesidir. Böylece, Kuzey Irak Kürtleriyle barışacak olan Türkiye’nin, orta vadede, Irak’ta etkinliğini Kürtler üstünden artırmaya yönelmesi, Ortadoğu, Kafkasya ve Orta Asya’da daha “aktif girişimlere” yönelmesini beklemek gerekir. Yani ‘bayrak’ ve ‘dış düşman’ milliyetçiliğinden ‘dış hegemonya’ amaçlı, başka ülkelerde sömürü ve hegemonya peşinde koşan bir ‘milliyetçiliğe’ yönelmek, yeni ve yükselen bir değer olacağa benzemektedir. Öte yandan, İslam dininin devlet ve toplum içinde etkisinin arttığı, dolayısıyla daha yumuşak bir laiklik anlayışının egemen güç odakları tarafından benimseneceği de anlaşılmaktadır. Dolayısıyla devletin yeniden yapılanmasında, din ve devlet ilişkisinde, din lehine düzenlemeler yapılması da sürpriz olmaz. Bu, ABD’nin, “Ilımlı bir İslamcılık”la birlikte yürütülen “Genişletilmiş Ortadoğu Projesi” ile bağlantılı ve ABD çıkarlarına bağlanmış bir dış politika ve strateji için gerekli bir değişimdir. Devleti yeniden yapılandırırken, AKP’nin Meclis gücüne dayanan ve onun yapacağı anayasayı da kendi düzenlerinin temeline koymak isteyen sermaye güçleri; dinle devletin yakınlaşmasını; bu devletin, sosyal görevlerinden arınmış, kamu hizmetlerini piyasanın ürettiği mal ve hizmetlerle karşılamayı esas alan, ABD’nin dünya hegemonyasıyla birleşen bir stratejiyi benimsemekte zorlanmayan ve aynı zamanda bölgede, İslam dünyasında ve ‘Türki Cumhuriyetler’de büyük sermayenin çıkarlarının takipçiliğini üslenen bir yapılanma olmasını istemektedirler.
Kuşkusuz böyle bir talep ve devletin yeniden yapılanması ihtiyacı, en büyük sermaye güçlerinin talebi ve ihtiyacıdır. Ama bu böyle isteniyor diye de, bunun kolayca olacağı beklenemez. Tersine, bu yeniden yapılanma, uzun bir zaman içinde; statükocularla dincilerin ve liberallerin, dincilerle liberallerin, liberallerle gelenekçilerin ve nihayet halk ve demokrasi güçleriyle sermayenin çeşitli güç odaklarının çatışması içinde ilerleyecek; zaman zaman darbe girişimlerinden, çete müdahalelerinden; yargıdan üniversiteye, Meclis’ten asker ve emniyet güçlerine, çeşitli alanlarda skandallara varan gelişmelerle; ‘ileri’ye hamlelerle, ‘geri’ye düşüşlerle belirlenen karmaşık bir süreç olacak, büyük olasılıkla da, sermayenin amaçlarına varmasından çok, bu amaçlara varma mücadelesi olarak gelişecektir.
GÜÇ ODAKLARI KARŞI KARŞIYA
Devletin yeniden yapılandırılması alanında, bugün oluşan güç odaklarının çözümleri, kendi cephelerinin çıkarlarına göre biçimlenmektedir.
Bunları şöyle belirleyebiliriz:
a-) AKP ve arkasında yer alan liberal kesimler: Devleti; yukarıda ifade edildiği gibi, en büyük patronların, piyasanın, ABD’nin Ortadoğu stratejisinin ihtiyaçlarına göre yeniden biçimlendirmek istemekte ve böylece devletin demokratikleşeceğini iddia etmektedirler. Ancak bu cenahın, ne Kürt sorununun demokratik çözümü, ne laisizmin gerçek bir laisizm olarak şekillendirilmesi, ne de ülkenin genel olarak demokratikleştirilmesi gibi bir dertleri olamadığı için; halktan destek almaları girişimlerinin başarılı olması beklenemez. Nitekim AKP’nin, gerek anayasa değişikliği, gerek AKP’nin kapatılması, gerek türban ve üniversite reformu, gerekse 301 konularında yaptıkları girişim, kendisini pek çok konuda destekleyen liberal aydın kesimlerden bile destek görmemiş, tersine AKP’nin “kendine Müslüman” “özgürlük ve demokrasi”(!) anlayışı açığa çıkmıştır. Bu yüzden de, örneğin seçimlerden sonra girişilen, anayasa değişikliği merkezli girişim bugün akamete uğramıştır ve yeniden toparlanıp etrafında anayasayı yeniden yapacak bir güç oluşturması son derece güçleşmiştir. Bu nedenlerle, Ergenekon operasyonunun ‘gittiği yere kadar götürülmesi’ de, eğer demokrasi güçlerinin müdahaleleri yeterince etkin olmazsa, olanaksız görünmektedir. Tersine AKP, dinin ve dini değerlerin devletin içinde daha etkin olmasını; Milli Eğitim ve üniversitede dini referanslarla bilimin aynı düzeye getirilmesi gibi ortaçağcı eğilimin güçlendirilmesini, sosyal görevlerinden arınmış, piyasacı bir yapılanmayı savunmaktadır. “Devrim”, “reform”, “özgürlükçülük”, “demokrasicilik” diye öne sürdükleri; tamamen kendilerinin özgürlüğüdür ve kendileri için demokrasidir! Kısacası, bunların demokrasi anlayışında, devletin yeniden biçimlendirilmesi iddiaları içinde, Kürt sorununun demokratik çözümü, laisizm sorunu, ifade ve basın özgürlüğü sorunu, siyasi partilerin faaliyetlerinin garanti altına alınması gibi Türkiye’nin en temel sorunları yoktur.
b-) CHP-MHP ve arkasındaki güçler: Bu güçler, 12 Eylül Anayasası’nın biçimlendirdiği kontrgerillasıyla, tek uluslu, tek dilli yapısıyla, baskıcı kurumlarıyla, ‘devletten bir çivi söktürmem’ stratejisinde ayak diremektedirler. Onlara göre, 12 Eylül Anayasası’nın tarif ettiği demokrasi de, Kürt sorununun çözümüne dair çözümsüzlük stratejisi de, laisizmin yasalardaki hali de yerindedir. Bunları sorun yapanlar, teröristlerdir, şeriatçılardır, liberallerdir, AB yanlılarıdır vb… Ne var ki, bu görüşün de hiçbir inandırıcılığı kalmamıştır.
c-) Demokrasi güçleri cephesi: Türkiye’nin elbette yeni bir anayasaya ihtiyacı vardır, ama gerçekten demokratik bir anayasaya! Kürt sorununun demokratik bir çözümünün yolunu açacak, laisizmi gerçek anlamda yeniden tanımlayacak, Türkiye’nin bağımsız ve demokratik bir ülke olması mücadelesinin önünü açacak bir anayasa olmalıdır, bu. Ancak böyle bir anayasanın yapılmasını Meclis’teki partilerden beklemek olası değildir. Çünkü böyle bir Türkiye’den çıkarları olanların Meclis’teki sayısı çok azdır. Kürdüyle, Alevisiyle ezilen, sömürülen milyonlarıyla bütün halk; böyle bir anayasanın yapılmasına müdahil olmak durumundadır. Ancak böyle bir müdahale, Meclis’te de yankılanabilir ve halkların kardeş olduğu, baskının ve asimilasyonun değil, özgürlüklerin birleştirdiği bir Türkiye’nin kurulmasının yolunu açabilir.
Elbette, sadece anayasa değil, bugün Türkiye’nin demokratikleşmesi için verilen her mücadele, çetelerin açığa çıkarılmasından 301’in kaldırılmasına, Kürt dili ve kültürü üstündeki baskıların kaldırılmasından ifade özgürlüğüne, üniversitedeki bilim özgürlüğünden, özerklik sorununa, antiemperyalist mücadele sorununa kadar, her mücadele, demokratik ve bağımsız bir Türkiye mücadelesinin parçası olarak; Türkiye’nin demokrasi güçleri için vazgeçilmezdir.
SICAK GÜNDEMİN İKİNCİ BİLEŞENİ: EKONOMİK KRİZ ALAMETLERİ
Türkiye’nin sıcak gündemini belirleyen ikinci gelişme; ekonomik kriz etkenlerinin hızla büyümeye başlamış olmasıdır. Gerçi Başbakan başta olmak üzere, etkili ve yetkili zevat; “Dünyada kriz olur bizde olmaz; bize geçemez bu kriz. Hatta dünya krizi bizim için iyi de olur, çünkü yararlanırız” demeye devam etse de, kapitalizmin ciddi politikacıları, iktisatçıları ve patronlar, giderek daha çok kriz beklentisi içindedirler. Dahası, derinleşen ve yaygınlaşan dünya krizinden en çok etkilenen ülkelerin başında da, Türkiye ve diğer birkaç ülkenin geleceği, iktisatçıların ortak kanısıdır. Bu ülkelerin büyük dış ticaret açığının, krizle birlikte katlanılamaz ölçüde büyüyeceğine ve dış ticaret açığının tetiklediği çöküşün diğer sektörlerde yıkıcı sonuçlara yol açacağına dikkat çekilmektedir.
Bu krizin, 1995 ve 2001 krizinden farklı olduğu ve kapitalist dünyayı saran ve bilinen türden önlemlere, piyasaya para sürme ve çekme gibi klasik müdahalelere de tepki vermediği şimdiden ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla işaretler; bu krizin uzun süreceğini, zaman zaman yükselen, zaman zaman alçalan bir seyir izlese de; giderek derinleşen ve ekonomin bütün sektörlerini kapsayarak genişleyeceğini göstermektedir.
Türkiye açısından bunun anlamı ise, krizin derin ve uzun sürmesinin yanı sıra; bu krizin, siyasal alandaki anayasanın yenilenmesi, Ergenekon operasyonu, AKP’nin kapatılma girişimi gibi önemli siyasal çatışmaları da kapsayan siyasal alandaki hesaplaşmanın bir siyasal istikrasızlığa dönüşme eğilimine işaret eden gelişmelerle üst üste gelmesidir. Bu üst üste geliş, krizin etkisini derinleştireceği ve yıkıcı etkilerini artıracağı gibi, ekonomik krizin de, siyasal alandaki çalkantı ve çatışmaları devasa büyütecek bir etki yaratmasını kışkırtacaktır.
Kuşkusuz ki, hükümet ve Başbakan ‘Kriz bizi etkilemez’ diye böbürlense de; ‘İstihdam Paketi’ adı altında girişilen, Hazine’den sermaye sınıfına yapılmak istenen aktarmalarla, Başbakan, Cumhurbaşkanı ve ekonomiden sorumlu bakanların Katar, Dubai, Körfez Emirlikleri, Suudi Arabistan gibi ülkeleri her vesileyle yeniden yeniden ziyaretlerinin arkasında bir kriz beklentisi olduğu da anlaşılmaktadır. Çünkü büyük dış ticaret açığını kapatacak doları, hükümet, bu Arap-İslam “kardeşlerinden” sağlamayı düşünmektedir. Çünkü bir dünya krizinde, petro-dolar merkezlerinden biri olarak, Arap şeyhlerinin elindeki dolarları Türkiye’ye çekmeyi hesaplamaktadırlar. Artık özelleştirecek de fazla bir şey kalmayınca, toprak satmak, eldeki özel sanayi kuruluşlarını, kalan birkaç bankayı, öteki hizmet alanlarını (sağlık, eğitimi vb.) satmak ‘sıcak para’ için tek seçenek olacaktır. Hükümet, kendi geldiği siyaset ekolünün yönlendirmesiyle, bunları da, ancak petro-dolar şeyhlerine satacağını düşünmektedir. Onun içindir, Arap ülkelerine gidip gelmeler. Elbette ‘din kardeşliği’ ve gitmişken, yakınlarını tanıştırıp, ‘alışveriş etmeleri için aracılık’ yapmak da vardır (Sabah-atv’yi alan Çalık grubuna kredi sağlanması gibi); ama genel strateji açısından, bunlar işin teferruatıdır.
Kuşkusuz ki; Türkiye’nin egemenleri açısından, bu krizden çıkışta tek seçenek; faturayı emekçilere yıkmaktır. Ama aynı zamanda, krizi bir fırsat olarak değerlendirmeyi ihmal etmeyeceklerini de, önceki deneylerden biliyoruz. En büyükler, bu krizden, başta kendileri zarar görse de, sonuçta daha küçükleri de yutarak, kârlı çıkmaya çalışacaklardır. Ama bütün olarak sermaye açısından, krizden çıkışın yolu; Hazine ve devletin üstünden krizin yükünü emekçilerin sırtına yıkmaktır.
KRİZİ YAVAŞLATMA VE FATURAYI HALKIN SIRTINA YIKMA ÖNLEMLERİ!
Bu açıdan bakıldığında, sermayenin şu önlemleri alacağını ve daha önce yapmaya cesaret edemediği bir gözü karalıkla davranacağını söylemek kehanet olmaz:
* Koşulları ne olursa olsun dış borç bulmak.
* Elde kalan kamu kurumlarını acilen özelleştirmek.
* Halen elde kalan kamu kuruluşlarını, ucuz pahalı demeden, hızla satıp savmak.
* Sağlık, eğitim, enerji, yerel yönetim hizmetlerinin piyasalaştırılması ve bunların paralı hale getirilmesi.
* Sosyal güvenlik kurumlarının birleştirilmesiyle daha büyük bir miktara ulaşan fonun ucuz kredi olarak patronların kullanımına açılması için gerekli düzenlemelerin yapılması.
* İşsizlik fonunda birikmiş olan 32 katrilyonu aşan meblağın patronlara hortumlatılması, (ki bunun için şimdiden; bu paranın GAP’ın bitirilmesi için kullanılacağı doğrultusunda girişimler başlatılmıştır.)
* İşletmelerin işçi maliyetlerinin düşürülmesi adı altında; ücretlerin daha hızlı düşürülmesi, esnek çalışmanın, taşeron çalışma uygulamalarının yaygınlaştırılması, çalışma saatlerindeki keyfiyetin artırılması, iş yasası ve işçi sağlığı ve iş güvenliği yasalarındaki sınırların dinlenmemesi, sendikalı çalışmanın giderek ortadan kaldırılması.
* Başlıca tüketim maddelerine zamlar, KDV, ÖTV gibi dolaylı vergilerin artırılması türünden pek çok önlem alınarak, krizin yükünü halka yıkmaya çalışacaklarını biliyoruz.
Dahası, bunların, daha kriz ciddi etkisini göstermeden, kalem kalem uygulamaya sokulması da sürpriz değildir. Nitekim, bu tür önlemlerin, gıda başta olmak üzere, hizmetlere yapılan çeşitli zamlar ve ücret ve maaşların enflasyonun altında tutulmasında ilk işaretlerini görüyoruz.
EMEK CEPHESİNİN KRİZE KARŞI MÜCADELESİ
Sınıf partisinin, emek örgütlerinin ve sendikaların sermayenin krizden çıkış programına karşı tutumu; krizin faturasını sermayenin üstüne yıkmak üzere mücadele etmektir. Ancak böyle bir mücadele, emek cephesinin, krizin egemenler cephesinde yaratacağı kargaşa ve çatışmalardan yararlanarak, kendi güçlerini yeniden mevzilendirmesini, krizden devrimci bir atılım çıkarmasını sağlayabilir.
Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası (SSGSS) Yasası’na karşı mücadele içinde birleşen emekçiler; 13-14 Mart’ta kendi tutumlarını ortaya koymuşlardır. Kimi sendikaların arkadan hançerleme girişimine karşın; mücadelenin yükselmeye devam edeceğini gösteren sayısız belirti ortaya çıkmıştır. SSGSS mücadelesi ihanetinin hemen arkasından yapılan eylemlere katılmalar ve 1 Mayıs hazırlıkları sırasında emekçilerin yansıttıkları hava; mücadelede yükseliş eğiliminin süreceğini göstermektedir. Dahası, genel olarak dünyadaki emek mücadelesinde de eğilim bu doğrultudadır ve bunun da, bizim ülkemizdeki emek mücadelesini olumlu etkileyeceğini düşünmek gerekir.
Egemen güçler açısından ise, kendi iç çatışmalarının büyüyeceği ve krizden çıkış ya da alınacak önlemler konusunda da aralarında çatışacakları gözlenmektedir. Dış destek bakımından da, önceki yıllara göre, sermaye güçleri daha büyük güçlüklerle karşılaşacaklardır. Çünkü geçmiş yıllarda bu desteği veren IMF ve Dünya Bankası, dünyanın gözünde, bu krizin hazırlayıcısı olarak görüldüğü gibi, başlıca kapitalist ülkeler kendi canlarının derdine düşmüşlerdir.
Bütün bu veriler göstermektedir ki, krizin bugünkü seyri, sermaye güçlerini, onların işçi ve emek mücadelesine yönelik saldırısını püskürtmek ve halk için bir ekonomi ile ilgili talepleri savunmak için son derece önemli bir fırsat sunacaktır. Bu fırsatları şimdiden görüp değerlendirmek, krizin bütün sektörlerde yıkıcı sonuçlarıyla ortaya çıktığı aşamada emek güçlerinin birleşmesi için de önemli olacaktır. Sınıf partisi ve emekçilerin ileri kesimleri, bu imkanları iyi değerlendirmek durumundadır.
Krizin giderek derinleşmesi, işçilerin, işsizlerin, emeklilerin, kamu emekçilerinin yaşamlarını önemli bir biçimde etkilemektedir. Esnaf ve zanaatkarlar da giderek daralan ekonominin cenderesiyle sıkılmaktadır, ama bu krizden, daha doğrusu son çeyrek yüzyıldaki ekonomik politikalardan en çok mağdur olanın üretici köylülük olduğunu şimdiden söyleyebiliriz. Bu kesimin AKP’nin kırsal alandaki desteği olduğu göz önüne alındığında, bu kesimin hükümetle karşı karşıya gelmesinin, sadece ekonomide değil, siyasal alanda da bir karşılığı olacağını atlayamayız. Sınıf patisi ve emekçilerin ileri kesimleri bunu iyi değerlendirmek, krizin yükünü sermayenin üstüne yıkmak için mücadelede köylülüğe özel önem vermek durumundadırlar.
Öte yandan, böyle bir krizin, AKP’nin emekçilerle karşı karşıya gelmesi, bu karşı karşıya gelişin bir hesaplamaya dönüşmeyle ilerleyeceği gerçeği de göz önüne alındığında (bunun belirtileri Telekom grevi, TEKEL özelleştirmesi, Başıbüyük’teki yıkım gibi olaylarda görülmektedir), krizin, sadece ekonomik değil, siyasal bakımdan da bir dönüşümün önünü açacağı, bu açıdan da önemli sonuçlar doğuracağını şimdiden görmek gerekir.
KRİZİN FATURASINI REDDETME MÜCADELESİNİN BAŞLICA TALEPLERİ
Bu amaçla, işçiler, emekçiler başlıca şu talepleri savunarak, krizin yükünden kendilerini koruyabilirler:
* Dış ve iç borç ödemelerinin durdurulması.
Eğitimden sağlığa, yerel yönetim hizmetlerinden ulaşıma, kazanılmış hakların korunması.
* Ücretlerin aşağı çekilmesine ve TİS’lerin kriz gerekçesiyle oldubittiye getirilmesine izin vermemek.
* Özelleştirmelere karşı mücadele.
* Taşeron sistemine son verilmesi.
* Emekçilerin birikimlerinin (emeklilik, sağlık ve işsizlik fonları gibi) patronlara kredi olarak aktarılmasına, gerekçesi ne olursa olsun, izin vermemek.
* Kıdem tazminatı yağmasının önlenmesi.
* Sendikaların örgütlenmesinin önündeki engellerin kaldırılması.
* Kamuda sözleşmeli personel uygulaması ve performansa göre ücret temelli uygulamalara son verilmesi.
* Köylülüğün gübre, mazot, tohumluk bakımından desteklenmesi ve desteğin doğrudan üretici köylüye yapılması.
* Köylülüğün tarım tekellerinin baskısından kurtulması için gereken önlemlerin alınması.
* Eğitim, sağlık ve tüm diğer kamu hizmetlerinin piyasalaştırılması girişimlerine son verilmesi ve bu hizmetlerin parasız verilmesi.
* İş saatlerinin kısaltılması ve ücretlerin insanca yaşanacak bir düzeye getirilmesi, sigortasız çalışmaya son verilmesi.
* Esnek çalışma uygulamalarına son verilmesi.
* IMF-TÜSİAD programına, halkçı bir ekonomi programıyla karşı çıkılması.
* Kentlerimizi rant alanı olarak gören ‘kentsel dönüşüm’ projelerine son verilmesi ve halkın sağlıklı konutlarda yaşaması için gereken bir barınma programı geliştirilmesi.
* SSGSS Yasası’nın iptal edilmesi ve herkese sağlık, herkese emeklilik sağlayan ve masraflarının Hazine’den karşılandığı bir emeklilik ve sağlık sistemi getirilmesi.
Krizin etkilerinden korunma ve mücadeleyi ilerletmenin, sermaye saldırılarını püskürtmenin ve faturayı patronlara, kapitalist sınıfa kesmenin tek yolu mücadeleden geçmektedir.
****
Sermaye güçlerinin kendi siyasi sistemlerini yenilemek için yaptıkları hamlenin, bir yandan AKP’nin yarattığı kaygılar, öte yandan da statükocu kesimlerden gelen tepkiyle çok zorlandığı, her adımda yeni çatışmalara gebe olduğu açıktır. Ekonomik politikalarda ise, bir çöküşe gidilmektedir. Dahası, piyasacı kapitalizm, küreselleşme politikaları diye ifade edilen ekonomik politikaların çöktüğü, IMF ve Dünya Bankası tarafından bile ilan edilmiştir. Ancak bu alandaki büyük sorunlara karşın, egemenlerin gerek siyaset, gerekse ekonomi alanında yeniden bir yapılanma için seçenekleri hiç de fazla değildir. Dahası, yıpranan eski değerlerin yerine yenilerini koyacak cesaretleri kırılmıştır. Özellikle de ekonomi politikaları bakımından, henüz küreselleşme politikaları tam devreye sokulamadan, bu politikaların dayanağı olan değerler hızla çözülmeye başlamıştır. Bu durum, egemen güçler için tam bir kabus halidir.
Egemenler için açmazlar, değer erozyonları, kuşkusuz ki, emek cephesinin kendi seçenekleri ve kendi değerlerinin yaygınlaşıp itibar kazanması için bulunmaz bir fırsattır.
Krizle, işçi sınıfı ve emekçilerin eylemlerindeki yükselişle, çatışmalarla, kapitalist değerlerde hızlı çözülmelerle kendisini ortaya koyan ‘kıyamet alametleri’, ‘ayakların baş olduğu’ bir Türkiye ve dünya mücadelesi için iyi işaretlerdir.
Bunlar, emek cephesi için yüksek tempolu bir mücadele döneminin habercisidir.