Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren, egemen sınıflar, sömürü ve baskı düzenini devam ettirmek için yığınları birbirine düşürme, kendi zemininde suni çatışmalarla düzene yedekleme çabasına girmiştir. Türkiye egemen sınıflarına has değildir. Sömürü düzenin mevcut olduğu her toplumda, sahte düşmanlar, abartılmış tehlikeler ve düzen zemininde saflaşmalar yaratılır. Egemen sınıflar, iktidarlarını, –bazen suni, bazen gerçek sorun ve sıkıntılardan kaynaklanan– bu düzen içi çatışmalar, saflaşma ve düşmanlıklar üzerinden kurar.
Egemen sınıflar için mesele; bu saflaşmaları düzenin sınırları içerisinde tutabilmek, ‘muhalefet’i de kontrol altına alabilmektir. Eğer laiklik tartışılacaksa; iki taraf da, kapitalizmin sınırlarını aşmayan, dahası, doğrudan sosyalist olmasa bile, demokratik/sosyalist mücadeleye hizmet etmeyecek bir noktada olmalıdır. Böylesi bir laiklik tartışması egemen sınıflar için mubahtır; sakıncasızdır; hatta elzemdir. ‘Sol’, ‘sosyalist’, muhalif güçler de, anti-emperyalist, demokratik, anti-faşist devrimci bir programın parçası olarak laiklik talebiyle mücadele etmek yerine, görünüşte ‘devrimci’ laflar edip, egemen güçler arasındaki çatışmada düzen içi güçlere yedeklenirse, onunla aynı hatta savrulursa, ne ala memleket!
GİRİŞ
Ülkemizde, milliyetçilik, yıllardır toplumu yönetmenin, halkları bölüp parçalamanın temel argümanlarından birisi olagelmiştir. Egemen güçlerin farklı fraksiyonları, halktan daha fazla oy alabilmek adına milliyetçilik konusunda yarıştan geri durmamışlardır. Sınır ötesi operasyonlarla birlikte yükselen şoven milliyetçi dalga, bu yarışı daha da hızlandırdı. Dahası yarışa katılmayanları, yarışta biraz geri kalanları “hain” ilan etmeye kadar vardırdı. ‘Sol’da yer aldıklarını söyleyenlerin büyük bir kesimi de, bu furyadan payına düşeni aldı. ‘Yeni’ tez ve görüşlerle bu ‘furya’ya ‘ayak uydurdu’; düzen içi bir mevziiye geçişi son noktasına vardırdı. Ya ‘teröre karşı mücadele’ kervanına katılacaksın ya da terörist ilan edileceksin baskısına teslim oldu!
Egemen sınıfların; Kürt halkını, –şimdilik henüz tüm Türkiye halkını değil belki, ama– buz gibi havada panzerden su sıkılan Tekel işçileri örneğinde olduğu gibi halkın uyanan ve hareketlenen kesimlerini, devrimcileri, demokratları ve işçi sınıfının devrimci öncüsünü terörist/bölücü ilan etmek, onları yığınlardan tecrit etmek için yükselttiği bu saldırı dalgasından, solun, ‘sosyalistlerin’ ve muhalif kesimlerin etkilenmemesi düşünülemezdi. ‘Normaldir’, nesnel koşulların ‘sol’daki yansımasıdır; ancak bu boyutlardaki bir etkide öznelliğin de ciddi bir payı vardır!
Şoven milliyetçi dalga, yıllardır süren Kürt sorunu ve sorun üzerinden yaratılan kamplaşma, ‘sol’un içinde bulunduğu reformist, revizyonist platformu daha da derinleştirdi. Marksizm-Leninizm’in en temel tezleri ‘sol’culuk, ‘sosyalistlik’ ve değişen koşullar adına inkar edildi. Aslında pratik-politik platform teorileştirildi. Yüz yıllık reformist, revizyonist ve sosyal-şovenist tezler yeniymiş gibi ‘piyasa’ya sürüldü.
Sosyal-şoven bir yaklaşımla ortaya atılan ‘yeni’ tezler oldukça çeşitli. Ancak içlerinde en pervasızı ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını (UKKTH), emperyalizmin girdiği yeni dönemde “geçersiz”, dahası “emperyalizmin çıkarlarına hizmet eden bir hak” olarak ele alan, ezilen ve baskı altına alınan ulusların mücadelesini; kendi kaderini tayin hakkını kazanma yoluna girdiği için ‘düşman’ ilan eden ‘yeni’ tez ve açılımlardır. Bu ‘yeni’ tezin sahipleri, ezilen ulusların ve asıl ‘dert’ olan Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkının artık geçersiz olduğunu ‘kanıtlamak’, dilini ve kültürünü özgürce kullanma ve varlığının tanınması mücadelesini “ikincil önemdeki”, hatta koşullar gereği “gereksiz” bir mücadele olarak ilan etmek için “halkların kardeşliği”, “işçi sınıfının mücadelesi” vb. genel doğruları sanki ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı bunlarla çelişiyormuş gibi yineleme ihtiyacı duyuyorlar.
UKKTH’nı “geçersiz” ilan eden yazar ve ‘teorisyen’lerimiz, ulusal hareketlerin ilerici nitelik taşıyabilme olanağını dışarıda bırakarak, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkının gerici, emperyalizmin çıkarlarına uygun bir ‘hak’ haline geldiğini, dolayısıyla sosyalistlerin kendi kaderini tayin hakkını savunmaması gerektiğini söylüyorlar. Buna göre, bir “taktik ilke” olarak savunulan ulusların kaderlerini tayin hakkı, yeni koşullar gereği –SSCB’nin ve sosyalist bloğun dağılması sonucu– savunulmaması gereken bir “taktik ilke” haline gelmiştir. Kurulan mantığa göre; yalnızca “taktik bir ilke” olan ulusların kaderlerini tayin hakkı; bölücü, Türk ve Kürt emekçilerin birlik ve mücadelesini engelleyen bir ilke haline gelmiştir; dolayısıyla yerini “sınırların değişmezliği” ilkesine bırakmalıdır.
UKKTH’NI İNKAR KİME HİZMET EDER?
Tarihsel bir kategori olan ulus, kapitalizmin doğuşuyla beraber ortaya çıkmıştır. Ulusal hareketlerin ortaya çıkması için kapitalizmin gelişmesi, en azından feodalizmin bağrında kapitalist ilişkilerin ortaya çıkmasını öngören nesnel koşulların belirmesi gerekmiştir. Bu nesnel koşullar ki; tarihin tekerleğinin peşinden yürüyen burjuvazinin güçlenip feodal sınıflardan iktidarı almasında başat rol oynamıştır. Ancak bugünden bakıldığında, burjuva/ulusal hareketi doğuran nesnel koşullar ortadayken, 18. yy. ve 19. yy. “ulusal hareketlerinin anlamsız” olduğunu söylemek hiç kimsenin aklına gelmemiştir. İş günümüze gelince, egemen sınıfların baskı ve zorbalığı somut/güncel bir hal alınca, emperyalizmin kendi karşıtını –sosyalist ve ulusal tepkileri– sürekli ve sürekli yaratmak zorunda olduğu, emperyalizm emperyalizm olarak kaldıkça başka türlüsü de mümkün olmadığı halde, ulusal hareketlerin ilerici niteliğini ve ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını inkar etmek nedense birden akıllara gelivermiştir!
***
Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını gündemden düşmüş ilan etmek için bu ilkeyi ifade ettiği anlamdan uzaklaştırmak, açıkça söylemek gerekirse, çarpıtmak gerekir. Çarpıtma, UKKTH meselesinde iki ayrı sorunun birbirine karıştırılmasında başlıyor. Birincisi; ulusların kaderlerini tayin hakkı nedir, her zaman geçerli bir ilke midir? İkincisi; proletaryanın devrimci mücadelesi açısından ezilen ulus nasıl örgütlenmeli, kaderini nasıl tayin etmelidir? Bu iki sorun birbirine bağlı, ancak ayrı sorunlardır. Ulusun kendi kaderini tayin hakkı, yani ayrılma hakkı vardır. Ancak proletaryanın çıkarları ayrılmakta veya tek bir devlet çatısı altında yaşamakta olabilir. Stalin sorunu şöyle ifade eder:“Ulus, kaderini serbestçe kararlaştırma hakkına sahiptir. Onun, elbette öbür ulusların haklarını çiğnemeksizin istediği gibi örgütlenme hakkı vardır. Bu, tartışma götürmez.”
UKKTH, ulusun kendi kaderini serbestçe belirleme hakkıdır. Kısacası, ayrılma dahil, geleceğini bizzat kendisinin belirleyebilme hakkıdır. Ulus isterse ayrı bir devlet çatısı altına örgütlenebilir, isterse diğer ulus ya da uluslarla aynı devlet çatısı altında yaşayabilir. Tartışmanın birinci yönü budur: UKKTH tartışma götürmez bir haktır. Ulusların kendi kaderini tayin hakkının “gündemden düştüğünü” öne süren Gelenek yazarlarına göre ise, bu hak “tartışma götürür”!. Kürt halkı baskı ve zulme karşı mücadelesinde sosyalizmi hedeflemediği sürece, –söylenene göre– kendi kaderini tayin hakkıyla sınırlı kaldığı sürece, emperyalizmin değirmenine su taşır. Bu anlayışa göre, sosyalist olmayan hiçbir hareket, anti-emperyalist veya demokratik, dolayısıyla ilerici olamaz. Buna göre, UKKTH ‘tartışma götürür’, tartışılmalıdır; öyle ki, UKKTH fetişleştirilmesin: “Sorun ulusların kaderlerini tayin hakkını bir siyasi fetiş olarak görmekte, onu bu fetişleştirmeyle siyasi bir taktik mertebesinden teorik bir ilkeye terfi ettirmektedir.” UKKTH fetiş haline getirilmemelidir! Amaçlanan, soyut bir fetişizme, yani körü körüne bağlanmaya karşı mücadele değildir. Mesele, UKKTH’nın önemini yitirdiğine, onun gereksizleştiğine ve gündemden düştüğüne varabilmektir: “Sınıflar mücadelesinde üçüncü bir tarafı veri alan UKKTH kavramı bu durumda gündemden düşmektedir”. Gelenek yazarlarının, UKKTH’nın kullanılması bir yana, sözünün edilmesine dahi tahammülleri yoktur: Söylediklerine bakılırsa, “Ayrılma hakkının kullanılması değil, tanınması dahi, abesleşmiştir.” “Gerekçe”leri var; göreceğiz.
***
Tartışmanın ikinci yönü de şudur: Eğer ulusun çoğunluğunun ve her şeyden önce de proletaryanın çıkarları göz önünde tutulursa, nasıl örgütlenmeli, gelecekteki kurtuluşu hangi biçimler almalıdır?
Ulusun kendi kaderini tayin hakkı vardır. Ancak proletarya ulusun kendi kaderini hangi yönde tayin edeceğine kendi politikası doğrultusunda müdahale etmek zorundadır. Proletarya ulusun kendi kaderini tayin hakkını tanır, ancak eğer ulus, kendini, ulusun çoğunluğunun, yani proletarya ve emekçi kitlelerin, halkın çıkarlarına ters düşecek şekilde örgütlüyorsa, proletarya buna karşı çıkar; emekçilerin çıkarlarının “burjuvazinin peşine takılmakta” olmadığını, “proletaryanın bağımsız politikasında” olduğunu açıklar ve bunun için mücadele eder.
Ulusların (özellikle Kürt ulusunun) kendi kaderlerini tayin hakkını kabul edersek –diye düşünüyor UKKTH’nı inkar eden ‘teorisyen’lerimiz–, ulus geleceğini proletaryanın çıkarlarına uygun bir şekilde örgütlemeyi kabul etmeyecek olursa, ne olacak? Böyle bir ihtimal karşısında, ‘teorisyen’lerimiz, UKKTH’nın artık kabul edilemez olduğunu, artık “geçersizleşmiş bir ilke” olduğunu iddia ediyorlar.
UKKTH’nı inkâr eden ‘teorisyen’lerimiz, soyut bir birlik savunusuyla, Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkını inkar ediyor. Gerekçe de, “işçilerin ortak mücadelesi”, “emperyalizme karşı mücadele” vb. Evet; halklar birlik olmalıdır, ama nasıl? Ezen ulus işçileri UKKTH’ı tanımadan, ezilen ulus işçilerinin demokratik taleplerine sahip çıkmadan birlik olabilir mi, enternasyonalizmden bahsedilebilir mi? Gelenek yazarlarının savunduğu birlik, UKKTH’nı içermeyen; ezen ulus işçilerinin Kürt halkının ayrılma hakkını tanımadığı, Kürt halkına yönelik saldırılara nasıl olsa “sosyalizmde çözülecek” diyerek ses çıkarmayan bir birliktir.
‘Teorisyen’lerimiz, “birliği” savunma adına UKKTH’ı gereksiz buluyor ve inkar ediyor. Lenin, bu konuda, yaklaşık 100 yıl önce şunu söyler: “Biz onların (ulusların) kaynaşmasından yanayız, ama şimdiki durumda ayrılma özgürlüğü olmadan, zorla kaynaşma ve ilhaktan, gönüllü kaynaşmaya geçiş olamaz. … Bütün uluslar sosyalizme varacaklardır – bu kaçınılmazdır, ama hepsi tamamen aynı yoldan varmayacak.”
SSCB’nin kuruluş sürecine baktığımızda, ulusların kaderlerini tayin hakkının nasıl anlaşılması gerektiğini daha iyi görebiliriz. Finlandiya, SSCB’ye katılmama, ayrı bir kapitalist devlet olarak örgütlenme yönünde görüş bildirir. Ulusların kaderlerini tayin hakkı gereği, Finlandiya ulusu (kendi burjuvazinin oyununa gelerek) SSCB’ye katılmak istememiştir, saygı gösterilir. Ayrı bir devlet kurma hakkı vardır. Ancak proletaryanın bu hakkı tanıması, burjuvazinin çözümünü onaylayacağı, sessiz kalacağı anlamına gelmez. Proletarya (başta Finlandiya komünist partisi), tüm gücüyle birlik yönünde propaganda faaliyetinde bulunur ve çaba gösterir. Bu çabaya rağmen, ulusun çoğunluğu ayrı bir devletten yanaysa ya da birlikten yana mücadeleyle kendi hükümetlerini devirmeye gücü yetmiyorsa, ulusun kendi kaderini tayin hakkı gereği, ayrı bir devlet hakkı tanınmak zorundadır ve tanınmıştır.
Tersten anlamaya hacet yoktur. Ulusun kendi kaderini tayin hakkı vardır, ancak bu hakkın kullanış biçimi her zaman proletaryanın çıkarlarına uygun düşmeyebilir. Proletarya bu hakkın kullanımını tanımakla beraber, hakkın kullanılış biçiminin proletaryanın çıkarlarına uygun olarak gerçekleşmesi için çaba gösterir. Stalin, bu konuda Tatarları örnek vererek şöyle der:
“Kafkas-ötesi Tatarları, ulus olarak, diyelim ki kendi diyetlerinde toplanabilir ve kendi beyleri ve mollalarının etkisi altında, ülkelerinde eski düzeni yeniden kurabilir, devletten ayrılmalarını kararlaştırabilirler. Kendi kaderini kendisinin tayin etmesi maddesi uyarınca, buna yerden göğe kadar hakları vardır. Ama bu, Tatar ulusu emekçi katmanlarının çıkarına uygun düşecek mi? Sosyal-demokrasi ulusal sorunun çözümünde, beylerin ve mollaların, yığınları kendi arkalarından sürüklemelerine kayıtsız kalabilir mi? Sosyal-demokrasi işe karışmamalı ve ulusun iradesi üzerinde belgin bir yönde etkide bulunmamalı mı? Sorunu çözmek için en elverişli bir plan formüle etmemeli mi?”
Ulusun kendi kaderini tayin hakkının kayıtsız, koşulsuz kabulü, proletaryanın tayin hakkının her türden kullanılışına sessiz kalacağı anlamına gelmez. Proletarya çıkarları doğrultusunda müdahale eder. Bu çaba, birlikten veya ayrı bir devletten yana olabilir. Bunun biçimini somut tarihsel koşullar belirler.
Gelenek yazarlarıysa, Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkının geçersizliğini buradan açıklıyor. UKKTH, işçi sınıfının çıkarlarıyla uyuşmadığı zaman geçersizdir; kabul edilmezdir diyorlar: “Emperyalizme karşı mücadele etmeden, enternasyonalizmi savunmadan, işçi sınıfının ve sosyalist devrimin çıkarlarını düşünmeden, sırf kendi kaderini tayin etmek için bir ulusun kendi kaderini tayin hakkını kullanmasını sol destekleyemez”.
Stalin’in verdiği örnek önemlidir. Mollaların etkisi altındaki Tatarlar “Emperyalizme karşı mücadele etmeden, enternasyonalizmi savunmadan, işçi sınıfının ve sosyalist devrimin çıkarlarını düşünmeden, sırf kendi kaderini tayin etmek için” bir mücadeleye girmiş bulunuyorlar. İşçi sınıfı böyle bir mücadelenin parçası olamaz, buna destek veremez. Tüm güçleriyle (başta Tatar işçi sınıfı olmak üzere) Tatar molla ve beylerin etkisine karşı savaşır, birlikten, demokrasi ve sosyalizmden yana tutum sergiler. Ancak sonuçta, Tatar ulusu, “kendi beyleri ve mollalarının etkisi altında, ülkelerinde eski düzeni yeniden kurabilir, devletten ayrılmalarını kararlaştırabilirler. Kendi kaderini kendisinin tayin etmesi maddesi uyarınca, buna yerden göğe kadar hakları vardır”.
Kürt ulusal mücadelesinin durumu, zaten, Tatar mollalarının durumundan farklıdır. Türkiye egemenleri, Cumhuriyetin kuruluşundan beri uyguladıkları ulusal baskı siyasetiyle, Kürt halkının kimliğini, dilini ve kültürünü tanımamış, tanımak bir yana baskı altına almıştır. Kürt ulusu yok sayılmış, Kürtler Türk ulusunun ögelerinden birine indirgenmiştir. On yıllardır süren egemen sınıfların baskı ve zulmü Kürt halkını mücadeleye ve direnişe itmiştir. Mücadele ve direnişin yönü ülke içindeki gericiliğe ve dolayısıyla emperyalizme karşıdır. 80 yılı aşkın süredir baskı altına alınmış; varlığı ve kimliği yok sayılmış Kürt halkı, kendi kaderini tayin hakkı gereği, ayrı bir devlet çatısı altında örgütlenebilir. Bu, Kürt ulusunun en doğal hakkıdır. Bırakın bir sosyalisti, tutarlı bir demokrat dahi, Kürt ulusun zorla aynı devlet çatısı altında tutulmasını savunamaz. Zorla bir arada ‘tutulmaya’ karşı çıkmak; ulusların kendi kaderini tayin hakkı ilkesini tanımayı gerektirir.
UKKTH DÖNEMİ BİTTİ Mİ?
‘Gelenek yazarları, UKKTH’nın “taktik bir ilke olarak kullanılması”nı üç döneme ayırıyorlar: “i) burjuva devrimler çağı; ii) sosyalizm çağı (1917-1991); ve iii) sosyalizmin çöküşünden günümüze uzanan ve henüz kapanmamış olan dönem.”
Birinci dönemde burjuva demokratik devrimlerin gerçekleştiğini, ikinci dönemde SSCB’nin varlığıyla beraber ulusal hareketlerin ilerici bir nitelik kazandığını, üçüncü dönemde ise, SSCB ve sosyalist blok ülkelerinin dağılmasıyla ulusal hareketlerin emperyalizmin yörüngesine girdiğini iddia ediyorlar. Buna göre; UKKTH, esas olarak 1917 Ekim devrimiyle beraber devrimci bir karakter kazanmış, sosyalist bloğun dağılmasından sonra emperyalizmin uydu devletler kurmak için kullandığı bir ilke olmuştur!
‘Teorisyen’imizin dönem tasnifleri yanlıştır. Kuşkusuz sosyalizmin bir sistem olarak kapitalizmin karşısına dikilmesi önemli ve ulusal hareketlerin yönünü etkileyicidir; ancak bu, –emperyalizme karşı mücadele üzerinden sosyalizme bağlandığı durumda bile– ulusal hareketin burjuva demokratik karakterini değiştirmez. ‘Teorisyen’imiz ise, ulusal hareketlerin evrimini kapitalizmin evriminden ayrı ele alıp, ulusal hareketin kapitalizmin nesnel gelişmesiyle olan bağlantısı yerine öznel bağlantılarla ulusal hareketi tanımlamaya ve dönem tasnifi yapmaya çalışıyor. Nesnellikten koparak, kapitalist gelişmenin sonuçlarından birisine baştan sona belirleyici rol vererek, öznel idealizme düşüyor; kapitalizmin evrimini, bu evrimin ulusal hareketlerle ilişkisini gözardı ediyor, SSCB ile ulusal hareketler arasındaki ilişkiye belirleyicilik atfederek tarihsel materyalizm yerine öznel idealizm ve burjuva toplumbilimini koyuyor.
İlkin; “birinci dönem” diye ifade edilen, kapitalizmin doğuşundan 1917 yılına (sosyalist Ekim Devrimine) kadar olan kesit, kapitalizmin iki farklı dönemini içine almaktadır. 1917 yılına kadar süren dönem; Lenin’in 19. yy. bitişi ile sonlandırdığı, burjuvazinin ilerici bir rol oynadığı kapitalizmin ilk evresi –rekabetçi evresi– ile sermayenin dünya ölçüsünde hızla tekelleştiği, egemen burjuvazinin ilerici barutunu tükettiği kapitalizmin tekelci evresini –emperyalizm evresi– kapsar. Bu iki evreyi birbirinden ayırmadan, genel bir burjuva devrimler çağı tarif etmek, bilimsel olmamakla beraber, başka hesaplarla anlam kazanmaktadır.
Feodal gericiliğe karşı burjuva devrimler çağı, esas olarak, kapitalizmin birinci dönemine ait bir olgudur. Egemen burjuvazi ilerici bir nitelik taşımakta ve burjuva/demokratik devrimlere önderlik edebilmektedir. 1900’lü yılların başından itibaren egemen burjuvazinin ilerici nitelikte olduğu, burjuva devrimlere önderlik edebildiği kapitalizmin birinci döneminin olguları ortadan kalkmıştır. Egemen burjuvazi, kapitalizmin gelişip serpilmesiyle, anti-feodal, demokratik ilerlemelerin engeli haline gelmiş, gerici, emperyalist ve anti-demokratik siyasal yaşamın başlıca temsilcisi olmuştur. ‘Teorisyen’lerimizden Çulhaoğlu’nun “birinci dönem” dediği “burjuva devrimler çağı”; bu nedenle, i) burjuvazinin ilerici barutunu henüz tüketmediği kapitalizmin birinci evresindeki burjuva devrimler çağını, ii) (alt kesimleri, küçük burjuvazi vb. dışta tutularak) burjuvazinin ilerici barutunu tükettiği emperyalizm ve proleter devrimler çağını kapsar. Tekelci kapitalizm, diğer deyişle emperyalizm, burjuva devrimler çağı olarak adlandırılamaz. Lenin, 1873 bunalımından itibaren sermayenin dünya ölçüsünde tekelleşmesi ile girilen yeni evreyi “emperyalizm ve proleter devrimler çağı” olarak niteler. Çulhaoğlu 20. yy. başı ile 1917 yılı arasındaki “emperyalizm ve proleter devrimler çağı” içindeki bir dönemi; neden “burjuva devrimler” çağına dahil etmiştir? Lenin, yanılmış mıdır da, içinde bulunulan dönemin ayrıntılı tahlili sonucu “emperyalizm ve proleter devrimler” çağının tespitini yapmıştır?
‘Teorisyen’imiz de bilmektedir ki; 20. yy. başı ile 1917 yılı arasındaki dönem “emperyalizm ve proleter devrimler” çağının bir parçasıdır. Ancak Çulhaoğlu, bunu, ‘başka hesaplarla’ es geçmektedir. Buna göre, 1-) 1917 yılında gerçekleşen Ekim devrimiyle sosyalizm çağına girilmiş, böylece ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı ilerici bir karakter kazanmıştır; 2-) Emperyalizm çağında ulusların kaderlerini tayin hakkı ilerici bir nitelik taşıyamaz, ancak SSCB’nın varlığı ona ilerici bir nitelik verebilir; öyleyse, 1917 öncesi Lenin’in UKKTH savunusunu açıklamak için, bu dönemi, “emperyalizm ve proleter devrimler çağı” yerine burjuva devrimler çağı olarak nitelemek gerekir. Bu mantıkla hareket edildiğinde, –buna göre Lenin “emperyalizm ve proleter devrimler” çağında UKKTH’nı savunmuyor– Lenin, yalnızca burjuva devrimler döneminde ve SSCB’nin varlığı koşullarında UKKTH’nı savunmaktadır. Böylece, günümüzde –yani emperyalizm ve proleter devrimler çağında– ulusların kaderlerini tayin hakkının geçersizliğini, bu hakkı –emperyalizm ve proleter devrimler çağında değil– burjuva devrimler ve SSCB’nin varlığıyla başlayan “sosyalizm çağında” savunan Lenin’e dayandırmak ‘mümkün oluyor’!
Bu “ince” hesaplar, yazarımız açısından önemlidir. Burjuva devrimler çağını 20-30 yıl genişletmekten, bir döneme “emperyalizm ve proleter devrimler çağı” yerine “burjuva devrimler” çağı demekten ne çıkar ki! Normal koşullarda ‘çok şey’ çıkmasa da, niyet, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını inkar etmek ve bu inkarı ‘zorlamayla’ Lenin’e dayandırmak olursa, çok şey çıkar!
Tekelci kapitalizm/emperyalizm ve proleter devrimler çağının, 1873 bunalımıyla ve sonrasındaki bunalımlarla hızlanan tekelleşme sürecinin sonucunda, burjuvazinin gerici niteliğinin giderek belirginleştiği bir dönemde başladığı kabul edilir. Elbette, ‘serbest rekabetçi’ kapitalizmden tekelci kapitalizme geçiş, bir olayla tanımlanabilecek belli bir tarihsel noktanın geçilmesi değil, nicel değişimlerin biriktiği bir süreç meselesidir. Sermayenin dünya ölçüsünde tekelleşmesi, geniş bir dünya pazarının oluşması, uluslararası sömürünün meta ihracının yanında sermaye ihracıyla birleşmesi, geri ülkelerin dahi dünya pazarının bir parçası haline gelmesi, yeryüzünün ezen ve ezilen uluslar olarak ikiye bölünmesi ile tanımlayabileceğimiz “emperyalizm ve proleter devrimler” çağı, 1917 Ekim Devrimi’yle başlamamıştır. “Sosyalizm çağı” olarak da niteleyebileceğimiz, Lenin’in ifadesiyle “emperyalizm ve proleter devrimler” çağı, Ekim Devrimi’yle başlamak ya da Ekim Devrimi’nin sonucu olmak bir yana, Ekim Devrimi’nin nesnel temelidir.
Kapitalizmin dünya ölçeğinde egemen olmasıyla, sosyalizm ve sosyalist devrim, yalnızca gelişmiş kapitalist ülkelerin gündemindeki bir mesele olmaktan çıkıp, bütün ülkelerde –sınıflar arasındaki mücadelenin durumuna bağlı olarak– gerçekleşebilecek bir olanak haline geldi. Ve devrim, emperyalizmin en zayıf halkasında –kapitalizmin ileri derecede gelişmiş olduğu ülkelerin dışında– gerçekleşti. Ekim Devrimi, Lenin’in çağa ilişkin ayrıntılı tahlil ve tespitlerini doğruladı. Ekim Devrimi, ‘teorisyen’imizin söylediğinin aksine, “proleter devrimler çağının” başlangıcı değil, bu çağın ürünü ve sonucudur; etkili ve süreci hızlandırabilecek bir sonuç!
“Emperyalizm ve proleter devrimler” çağında, egemen burjuvazinin ilerici bir rol oynadığı ‘burjuva devrimler’ çağı son bulmuştur. Lenin, tam da bu son bulan çağın –kapitalizmin birinci evresinin– ardından gelen dönemde –emperyalizm ve proleter devrimler çağında–, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını savunmuştur. Lenin, henüz SSCB ortada yokken, burjuvazinin ilerici bir rol oynadığı “burjuva devrimler” çağı bir yana, bizzat burjuvaziye karşı mücadele içerisindeyken, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını savunmuştur. Çulhaoğlu’nun kabullenmek istemediği gerçek de budur.
19. yy’ın sonlanmasıyla kapitalizmin işleyişindeki nicel gelişmelerin nitel değişmelere yol açtığı, sermayenin/kapitalizmin dünya ölçüsünde egemen olduğu, dolayısıyla ulusal sorunun da kendi içinde bir sorun olmaktan çıkıp dünya ölçüsünde bir sorun haline geldiği, içeriğinin de değiştiği bir döneme girilmektedir. Emperyalizm aşamasında ulusal sorun, yalnızca ulusu ilgilendiren bir sorun olmaktan çıkıp, emperyalizme karşı uluslararası mücadelenin bir parçası, gündemi konumuna gelmiştir. Burjuva devrimleri de, klasik olan; burjuvazinin feodal sınıflara karşı mücadelesi olmaktan çıkıp, egemen burjuvaziye karşı ulusun, emperyalizm –ve işbirlikçileri– tarafından ezilen sınıfların devrimine dönüşmüştür.
Emperyalizm çağında, dünya, ezen uluslar (emperyalist ülkeler) ve ezilen uluslar (sömürge, yarı-sömürge ve bağımlı ülkeler) olarak ikiye bölünmüştür. Ulusal sorun, ülke içinde ve yalnızca ulusu ilgilendiren bir sorun olmaktan çıkmış; sömürge ülkelerin ve ezilen ulusların emperyalizmden ve gericilikten kurtuluş sorununa dönüşmüştür.
***
Emperyalizm, ulusal başkaldırının nesnel temelidir. Emperyalist sömürgecilik ve ulusal baskı siyaseti yığınların katmerli sömürüsü üzerine kuruludur. Başta işçi sınıfı olmak üzere, ezilen uluslar, emperyalist sömürü ve ulusal baskıya karşı mücadele için nesnel zemine sahiptirler. Keza sosyalizme ilerlemek için de…
‘Teorisyen’imiz, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını bu temelde ele almıyor. Ona göre, UKKTH’nın mubah olduğu iki dönem vardır. Birincisi, tahrif edilip sınırları fazlaca geniş tutulan –yukarıda bunun nedenini açıkladık– “burjuva devrimler” çağı, ikincisi, emperyalizmin nesnelliğiyle –dönemin emperyalizm ve proleter devrimler çağı– olmasıyla değil, SSCB’nin varlığıyla özleştirilen “sosyalizm çağı”dır. Çarpıtılmış “burjuva devrimler” çağını bir yana bırakırsak; UKKTH’nın mubah olup olmadığı, SSCB’nin varlığı ve yokluğuyla ilgili bir sorun olarak gündeme geliyor. SSCB mevcutken ulusal hareketler ilerici bir nitelik alabiliyor, emperyalizme karşı ulusal hareketler sözkonusu olabiliyor; böylece UKKTH’nı sosyalistler destekliyor; tersine, SSCB mevcut değilken ulusal hareketler “‘küresel eklemlenme’ ve emperyalist-kapitalist sistem içinde avantajlı yer kapma” çizgisinin dışına çıkamıyor ve sosyalistlerin UKKTH’nı desteklemesine gerek kalmıyor. Hele Kürt sorunu gibi ateşten gömlek giymeyi gerektiren bir mevzuda ‘riske girmeye’ ihtiyaç kalmıyor! Buna göre, ulusal sorunda son iki dönem; SSCB’nin olduğu ve olmadığı dönemler olarak belirleniyor!
Yukarıda biraz değindik. Emperyalizme karşı mücadele eden ulusal hareketler, emperyalist-kapitalist dünya sisteminin nesnelliğinde var olurlar. Ulusal hareketleri yaratan, sosyalistlerin ulusların eşitlik idealleri veya ezilen ulus milliyetçilerinin ‘heyecanlı’ sloganları değildir. Ulusal hareketi yaratan, emperyalist sömürü ve baskı sisteminin kendisidir. Bu anlamda, ulusal hareketlerin emperyalizme karşı mücadelesini, dolayısıyla ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını yalnızca SSCB’nin varlığıyla açıklamak, anti-emperyalist ulusal hareketleri yaratan nesnel koşulları göz ardı etmek; öznelliğe abartılı bir rol vererek toplumbilimde idealizme düşmektir. Bu mantığa göre, 1917 Ekim Devrimi gerçekleşmemiş olsaydı; ulusal kurtuluş savaşları mümkün olmaz; örneğin Türkiye, Vietnam, Kore, Çin, Mısır, Angola’da uluslar kesinlikle kurtuluş savaşlarına girişemezlerdi! Ulusal kurtuluş hareketlerinin nesnel temeli emperyalizmin ekonomi-politiğindedir; SSCB’nin varlığıysa, ulusal kurtuluş hareketlerini yaratmaz; onlara güç ve destek verir.
SSCB’nin emperyalizme karşı burjuva/ulusal kurtuluş savaşlarına desteği, emperyalizme karşı verilen mücadelelere katkısı küçümsenemez. Hatta öyle ki; emperyalizmin karşı müdahalelerini baskılaması, ulusal hareketlerin önünü açması, ezilen yığınlar açısından bir çekim merkezi olması ulusal kurtuluş savaşlarının başarısında önemli etkenlerdir. Ezilen uluslar, halkların özgürlüğünü savunan ve dünyanın 1/6’ında egemen olan sosyalizmde; emperyalizme karşı moral ve manevi destek/ittifak buldular. Emperyalizme karşı mücadelede maddi, manevi yardım ve kadro/örgütsel destek aldılar. Dünya ölçeğinde emperyalizme kafa tutan, eşitlik ve özgürlük ideallerini savunmakla kalmayıp, kendi sınırları içerisinde yaşama geçiren sosyalizm, ezilen dünya halkları için çekim merkezi oldu.
Ancak SSCB’nin maddi, manevi ve moral desteği ulusal kurtuluş savaşlarını yaratmadı, onların niteliğini değiştirmedi; değiştiremezdi. Zaten Lenin ve Stalin’in de böyle bir yanılgısı yoktu. Amaç; ulusal kurtuluş hareketleri emperyalizme karşı savaştığı sürece onları desteklemek; bu ülkelerdeki işçi sınıfı partilerinin kurtuluş savaşı içindeki ağırlığının arttırmasına ve bu savaşlara önderlik etmelerine yardımcı olmaktı.
Nesnellikten uzaklaşıp sorunları öznellik zemininde tartışınca, tarihsel materyalizm, dahası Markizm’in abecesi bile ortadan kalkıyor. Ulusal hareketlerin emperyalizme yedeklenmek zorunda oluşu, SSCB’nin dağılmasıyla açıklanıyor. SSCB varsa emperyalizme karşı ulusal hareketler olabilir yoksa olamaz deniyor. Oysa –yukarıda açıkladık– emperyalizme karşı ulusal hareketler ortaya çıkmak zorundadır; bu hareketleri yaratan, SSCB’nin varlığı değil emperyalizmin ekonomik işleyişi ve eğilimleridir. Emperyalizm emperyalizm olarak varlığını devam ettirdikçe, emperyalizme başkaldıran ulusal hareketler mevcut olacak; dolayısıyla ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı ilerici niteliğini korumaya devam edecektir.
‘Teorisyen’imiz “ortada bir karşıt sistemin olmayışı, bu yeni dönemi 1917 öncesine benzer kılmaktadır” diyor. Ancak yeni dönemde UKKTH’nın geçersiz olduğunu söylerken, yine SSCB’nin mevcut olmadığı, emperyalistlerin silah elde ulusları ‘ayartmaya’ ve baskı altına almaya çalıştığı bir dönemde (Ekim devriminden önce “emperyalizm ve proleter devrimler çağı”nın 1917 öncesindeki diliminde) UKKTH’ın geçerli olduğunu görmüyor mu? Lenin’in meseleyi insanın gözünün içine sokan yaklaşımlarını kavramıyor mu? Cevabı Lenin’e bırakalım: “Ayrılma özgürlüğünün inkarı teorik olarak baştan aşağı yanlıştır ve pratikte ezen ulusların şovenlerine köle olmağa varır – bunu biliyor, hergün görüyor ve hissediyoruz.”
Doğru mudur? Ulusal hareketler emperyalizme karşı çıkamaz mı? Emperyalizmin planlarını bozacak bir stratejiye sahip olamaz mı? “Küresel eklemlenme” dışında programı olamaz mı? Olabilir. Ulusal hareketler, emperyalizmin baskı ve sömürüsüne karşı mücadele edebilir. Sosyalist önderliğe sahip olmayan ulusal hareketler, tarihsel olarak emperyalizme bağlanmaya mecburdur; bu unutulmamalı; ancak ulusal hareketlerin emperyalizme karşı mücadele yürütmeleri imkansız değildir. Tıpkı burjuva/kapitalist önderlikli Türkiye ulusal kurtuluş savaşı gibi. Tıpkı Irak’taki burjuva önderlikli ulusal kurtuluş hareketinin ABD emperyalizmine karşı savaşması gibi. Çulhaoğlu, Irak’taki direnişçileri desteklemediğini söyleyebilir mi ya da direnişçilerin topunun ABD uşağı olduğunu? Irak halkının direnişinin desteklenmemesi gerektiğini iddia edebilir mi?
Bizce bu kadar açıktan yapamaz. Peki ‘teorisyen’imiz Irak direnişçilerini desteklemekten yana mıdır? “Burjuva önderliğe karşı destek sınırlıdır, emperyalizme karşı savaştığı sürece koşullu destek verilebilir” denilmelidir. Cevabın bu olduğunu varsayarsak; emperyalizme karşı ulusal kurtuluş savaşlarının mümkün olduğunu kabul etmiş olmaz mıyız? Ya da Venezuella’da, Bolivya’da, Ekvator’da emperyalizme karşı tutum alınmamış mıdır? ABD egemenliğindeki tekeller kamulaştırılmış; ABD’nin bölgedeki planlarına darbe vurulmuştur. Yani “ulusal hareket” emperyalizme “küresel eklemlenme”nin ötesine geçmiş; ona karşı mücadele edebilmiştir; SSCB’nin olmadığı koşullara rağmen…
SSCB’nin varlığı, ulusal kurtuluş hareketleri için büyük bir maddi ve manevi destekti. Yığınları harekete geçirme gücüydü. Ancak temel sebep değildi. SSCB kurulmamış olsaydı; dünyada emperyalizme karşı ulusal mücadeleler olmayacaktı denilemez. Emperyalizmin bugünkü ‘devasa’ gücüne bakılarak, ulusal hareketlerin emperyalizme karşı mücadele edemeyeceğini söylemek de doğru olmaz. Emperyalizme karşı verilen ulusal mücadelelerin temelini, nesnellikte, emperyalizmin ekonomik temelinde aramak gerekir. Gerisi, küreselleşmeci, burjuva sivil toplumcu argümanların sola etkisidir.
‘Teorisyen’imizin içine düşmüş bulunduğu idealizmin dönüp dolaşıp vardığı yer, ‘küreselleşme’ ideologlarının tespitleridir. Aynı noktada buluşurlar. Buna göre, SSCB’nin ortadan kalkması anti-emperyalist ulusal hareketlerin temelini ortadan kaldırmış; dünya ölçüsünde ekonomik ve siyasal birliği sağlayacak küreselleşmeyi gündeme getirmiş; böylece, emperyalizme karşı ulusal hareketler –dolayısıyla ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı da– gündemden düşmüş; mevcut ulusal hareketler, “‘küresel eklemlenme’ ve emperyalist-kapitalist sistem içinde avantajlı yer kapma” amacının dışına çıkamaz olmuştur. Aynı düşünceye göre; emperyalizm nitelik değiştirmiştir –‘teorisyen’imiz bunu açıktan söylemez, ama tezlerinin mantıksal sonucu budur– ve bu yeni dönemde ulusal kurtuluş savaşları mümkün değildir.
Hayır! Bunlar burjuva vaazlardır. Ulusal kurtuluş hareketlerini gündeme getiren maddi temel, ulusal baskı ve ayrıcalık politikalarını var eden emperyalizmin kendisiydi. Ve emperyalizm emperyalizm olarak kaldığı sürece; burjuva propagandacıların tüm küreselleşme çığırtkanlıklarına rağmen, ulusal baskı ve sömürü devam ettikçe, emperyalizme karşı ulusal hareketler nesnelliğini ve zorunluluğunu korumaya devam edecektir. Ulusal baskı bitmemiştir; keza ulusal başkaldırı da bitemez. Ulusal hareketler emperyalizme karşı olabilir. Dolayısıyla ulusların kendi kaderlerini tayin hakkının güncelliğini yitirdiğine dair sunulan bu kanıt yersizdir, yanlıştır. Ya bu görülecek ve burjuva ‘küreselleşmeci’ idealizmden dönülecek; ya da ‘teorisyen’imiz Irak, Ekvator vb. ülkelerdeki sosyalist olmayan ulusal hareketlerin desteklenmemesi gerektiği ilan edecek!
‘EMPERYALİST EKONOMİZM’DEN SOSYAL-ŞOVENİZME
Emperyalist ekonomizm, proletarya hareketinin karşısına kapsamlı olarak ilk defa –1915 yılında– Birinci Dünya Savaşı sırasında çıktı. Emperyalist ekonomizme göre; proletarya, –ulusların kaderlerini tayin hakkı vb.– gerçekleşmesi ‘imkansız’ demokratik taleplerden vazgeçmeli, bu talepler için mücadele etmemeli, bütün sorunların çözümü olacak “sosyalist bir mücadele” vermelidir. Buna göre; asgari program, –UKKTH gibi– demokratik haklar için mücadele gereksiz, hatta sosyalist mücadelenin önünde engeldir. Demokratik talepler –başta UKKTH olmak üzere– emperyalizm koşullarında gerçekleşemezdir; dahası, demokratik hak ve talepler için mücadele sosyalist mücadelenin önünde engeldir.
Emperyalist ekonomizm, devrimci işçi partisinin ekonomik ajitasyonun dışına çıkıp siyasal mücadeleye girmesine karşı çıkan, devrimci öncüyü sendikal taleplerle sınırlayan, siyasal demokrasi mücadelesini burjuvaziye bırakan ilk dönem ekonomizmi gibi, demokratik haklar ve bir bütün olarak siyasal demokrasi için mücadeleyi proletaryanın mücadele alanının dışına koyar. İlk dönem ekonomizminden farkı biçimseldir; demokrasi mücadelesini burjuvaziye bırakan ekonomist yaklaşımın yerine, demokrasi için mücadelenin sosyalizm mücadelesine engel olduğunu söyleyip mücadeleyi burjuvaziye havale eden ekonomist yaklaşım getirilmiştir. Sonuç ise, demokrasi mücadelesini proletaryanın görevleri dışında tanımlamak, sosyalist mücadeleyi, demokrasi mücadelesinden soyutlayıp sözde “saf sosyalist” mücadeleye indirgemek; böylece proletaryanın en tutarlı demokrat sınıf olarak demokrasi mücadelesinin önderliğini yapmasına, dolayısıyla sosyalizme ilerlemesine engel olmaktır.
Tarif edilen tam da budur. ‘Teorisyenler’imiz, ulusal haklar için mücadeleyi “değersiz”, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını için gösterilen çabayı “kıymeti” olmayan bir mücadele olarak ifade edip, demokrasi mücadelesinin görevlerini kolayca bir kenara iterek, şöyle diyorlar: “Bugün, ulusların kendi kaderini tayin hakkının Türkiye’de bir siyasi taktik olarak komünistlerin nezdinde bir değeri ve kullanılabilirliği kalmamıştır. Dolayısıyla bu taktiğin, bir şekilde el altında bulundurulmasının da hiçbir kıymeti yoktur. Bu taktiği koruma ve yaşatma çabasının öznesi komünistler olamaz.”
Günümüzde –yine emperyalizm çağında–, ulusların kendi kaderini tayin hakkının ‘gerçekleşemez’ olduğunu iddia etmek, demokratik haklar için; bir bütün olarak gericiliğe, emperyalizme ve faşizme karşı demokrasi mücadelesinin anlamsız olduğunu söylemek, 1915 yılında ortaya atılan emperyalist ekonomizmin çok çok gerisine düşmekle kalmaz; dahası Kürt sorunu gibi yakıcı bir sorunun mevcut olduğu Türkiye’de demokrasi mücadelesini inkar etmek, egemen sınıfların anti-demokratik, gerici, şoven saldırıları karşısında “sosyalist eleştiri” ile eli kolu bağlı oturmak demektir. Ancak pratik, eleştiriyi –teoriyi– de etkilerse, ki etkiler; bu ‘eleştirinin’ de sınırlanması ve gerici saldırılar karşısında ulusların kaderlerini tayin hakkını inkâra varması kaçınılmazdır.
Oysa ulusların kaderlerini tayin hakkı –ve bunun bir parçası olarak Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkı– için mücadele, işçi sınıfının es geçemeyeceği, “sosyalist devrimin çıkarları” gereği üzerinden atlayamayacağı bir meseledir. İşçi sınıfı, sosyalist mücadelesini, ezilen ve baskı altına alınan Kürt halkının demokratik mücadelesiyle birleştirmezse, Kürt halkının –UKKTH dahil– demokratik taleplerine sahip çıkmazsa, enternasyonalist ve sosyalist tutum almak bir yana, emperyalist ekonomizmin günümüzdeki pratiği olarak sosyal-şovenizme boğazına kadar batmaktan kurtulamaz. Lenin’in konuya dair görüşleri ayrıntılı ve anlamlıdır. Emperyalist ekonomistlerin demokratik hakların, UKKTH’nin ve ilerici ulusal savaşların “kapitalizm koşullarına gerçekleşemeyeceğini”, dahası “demokratik talepler –ve UKKTH– için mücadele etmenin gereksiz” olduğunu savunan görüşlerini uzun uzadıya eleştirir. Lenin’in ayrıntılı tahlillerini burada tekrarlayacak değiliz; ancak biraz uzun olmasına rağmen, Lenin’in demokrasi mücadelesine yaklaşımını belirten bir alıntı açıklayıcı olacaktır:
“Söylediklerine bakılırsa Parabellum, demokrasi cephesinde tutarlı devrimci bir programı, sosyalist devrim adına küçümseyerek reddetmektedir. Böyle yaparken yanılgı içindedir. Proletarya, demokrasi aracılığıyla, yani demokrasiyi tam uygulayarak ve savaşımının her adımını, en kararlı biçimde formüle edilmiş demokratik isteklerle ilişkilendirerek zafer kazanabilir, böyle yapmaksızın kazanamaz. Sosyalist devrimi ve kapitalizme karşı devrimci savaşımı, demokrasinin sorunlarından yalnızca biriyle, burada ulusal sorunla karşı karşıya koymak saçmadır. Kapitalizme karşı devrimci savaşımı, bütün demokratik isteklerle, yani cumhuriyet, halk ordusu (militia), resmi görevlilerin halk tarafından seçilmesi, kadınlara eşit hak verilmesi, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı, vb. gibi isteklerle ilgili devrimci bir program ve taktiklerle birleştirmeliyiz. Kapitalizm varoldukça bu istekler –hepsi– yalnızca bir istisna olarak elde edilebilir. Üstelik tam olarak değil, çarpıtılmış olarak… Şimdiye dek başarılmış demokrasiye dayanarak ve bu demokrasinin kapitalizmde tam olamayacağını gözler önüne sererek, yığınların içinde bulunduğu yoksulluğun ortadan kaldırılmasının ve bütün demokratik reformların tam ve her yönüyle gerçekleştirilmesinin gerekli temeli olarak kapitalizmin devrilmesini ve burjuvazinin mülküne elkonmasını istiyoruz. Bu reformların bir bölümü burjuvazinin devrilmesinden önce, bir bölümü burjuvazinin devrilmesi sırasında, bir bölümü de devrildikten sonra yapılacaktır. Toplumsal devrim tek bir çarpışmadan ibaret değildir, ama ekonomik ve demokratik reformun bütün sorunları üzerinde, ancak burjuvazinin mülksüzleştirilmesiyle tamamlanan bir dizi çarpışmayı kapsayan bir dönemdir. Demokratik isteklerimizin herbirini, bu sonal amaç için A’dan Z’ye kadar tutarlı devrimci bir yolda formüle etmeliyiz. Bazı ülkelerde, tek bir temel demokratik reform bile yapılmadan önce, işçilerin burjuvaziyi devirmelerinde akla-aykırı hiçbir yan yoktur. Ne var ki, tarihsel bir sınıf olarak proletaryanın, en tutarlı ve kararlı devrimci bir demokrasi ruhuyla eğitilerek hazırlanmadıkça burjuvaziyi yenebilmesi aklın alabileceği bir şey değildir.”
Lenin, açık ki, demokrasi mücadelesini içermeyen bir “sosyalist mücadele”nin mümkün olmayacağı düşüncesindedir; hele demokratik sorunların ağırlıkla yaşandığı Türkiye gibi ulusal baskının mevcut olduğu ülkelerde, demokrasi mücadelesinin, bunun bir parçası olarak UKKTH’nın inkarı, Lenin’in deyimiyle Marksizm’i karikatürleştirmek ve boğazına kadar sosyal-şovenizme batmaktır: “Ezen ülkelerin işçilerinin enternasyonalist eğitimi, zorunlu olarak her şeyden önce, ezilen ülkelerin özgürlüğü ve ayrılması ilkesinin savunulmasını içermelidir. Yoksa ortada enternasyonalizm diye bir şey kalmaz. Bu propagandayı yapmayan ezen bir ulusun sosyal-demokratını, emperyalist ve alçak saymak, hakkımız ve görevimizdir. Sosyalizmin gerçekleşmesinden önce ayrılma olasılığının binde-bir olması durumunda bile, bu istem, mutlak bir istemdir.” (abç)
HALKLARIN BİRLİĞİ; ZORUNLU MU GÖNÜLLÜ MÜ?
Ulusal sorunun, proletaryanın sınıf mücadelesinin ihtiyaçları, yani sosyalizm mücadelesinin çıkarları açısından çözümü, her ülke ve her durum için farklılık gösterebilir. Proletarya her ulusal sorunda kesin biçimde “ayrılıktan veya birlikten yana olmalıdır” şeklinde bir belirleme yapılamaz. Belirleyici olan, nesnel durum ve somut koşullardır. Çok uluslu devletlerde, ezen ulus burjuvazisi, ulusal baskı siyasetiyle diğer ulusları ezerken, kendi ulusundan işçi ve emekçileri de yedeklemeye çalışır. Bu ülkelerde, ulusal baskı, işçi sınıfını milliyetçi önyargılarla bölmenin, birbirine düşürmenin aracı olur. Proletarya ve onun devrimci öncüsü ise, tüm uluslardan işçilerin birliğini temel alarak; ulusların kendi kaderini tayin hakkı ve eşit haklar temelinde gönüllü birliğini savunur. Ülkenin tam demokratlaştırılması ve ulusların eşitliği/kardeşliği çok uluslu devletlerde proletaryanın genel çizgisidir.
‘Teorisyen’lerimiz hiç gündeme gelmemiş bir öneri ortaya atıyorlarmuş gibi, “Türk ve Kürt emekçilerinin birliği” ve “ulusların eşitliği”nden söz ediyorlar! Ama ne söz ediş! Hem ulusların kaderlerini tayin hakkının artık geçersiz olduğunu, ulusal/demokratik hakların savunulmaması gerektiğini söyleyip bunu teori düzeyine çıkaracak ve işi, Kürt ulusunun ayrılma hakkının baskı altına alınmasını ‘onaylama’ noktasına, egemen sınıflarla “Misak-ı Milli sınırlarının değişmezliği”nde anlaşmaya kadar vardıracaksın, ardından da, emekçilerin birliği ve ulusların eşitliğinden yana olduğunu söyleyeceksin, açıklık ve samimiyet bunun neresinde? ‘Teorisyen’lerimiz, Kürt ve Türk halklarının birliği ile UKKTH arasında bir çelişki görüyor. UKKTH temelinde halkların birliği ve ortak mücadelenin mümkün olmadığından yola çıkarak, “birlik ve kardeşlik” adına Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkını inkar ediyor. Oysa gönüllü birlik, eşitlik ve kardeşlik; Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkına saygı göstermeden; Kürt ulusuna özgürce seçme hakkı tanınmadan sağlanamaz; gönüllü birlik ile UKKTH bütündür; sosyalistler için birbirinden ayrılmazdır: “Proletarya, ‘kendi’ ulusu tarafından ezilen sömürgeler ve uluslar için siyasal ayrılma özgürlüğü istemelidir.” (…) “Bir yandan da, ezilen ulusların sosyalistleri, ezilen ulusun işçileriyle, ezen ulusun işçilerinin tam ve kayıtsız şartsız birliğini, örgütsel birlik dâhil olmak üzere, savunmalı ve uygulamalıdırlar.”
Evet, çok uluslu devletlerde, proletaryanın –somut koşulların somut tahlili temelinde– çözümü, genel olarak ülkenin tam anlamıyla demokratlaştırılması, ulusların, kendi kaderlerini tayin hakkı temelinde, eşit ve gönüllü birliğinin sağlanmasıdır. Ülkemizde de, Kürt sorununda proletaryanın çözümü, Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkını kullanması; bu hakkını Türk ve Kürtlerin kardeşçe yaşayacağı bir ülke lehine değerlendirmesi yönündedir. Türk ve Kürt proletaryası ve partisinin hedefi, halkların kardeşliğinin tesis edildiği, Türk ve Kürt halklarının eşitliğinin güvenceye alındığı, milliyetçiliğin tüm alanlardan silindiği bir ülke inşa etmektir. ‘Teorisyen’lerimizin sandığının aksine; Kürt halkının demokratik haklarının tanınması için mücadele, dahası kendi kaderini tayin hakkı için mücadele, emekçileri bölmek bir yana, Gelenek yazarlarının çokça ‘korktuğu’ “devletin çözülmesi” tehlikesini de azaltır; işçi sınıfının birlik duygularını, enternasyonalist bilincini arttırır; halkların birliğine işaret eder. Lenin, ezilen ulusun anadilde eğitim hakkı vb. ulusal-demokratik haklarının tanınmasının, kendi kaderini tayin hakkının savunulmasının ‘devletin çözülüp dağılmasına’ sebep olacağını, ülkenin bölünmesine yol açacağını söyleyenlere şöyle der: “ulusların ayrılma hakkının tanınması, ‘devletin çözülüp dağılma’ tehlikesini azaltır.” Kaldı ki, devrimci olan için sorun, burjuva devletlerinin ‘çözülüp dağılması’ ya da olduğu gibi kalması olarak belirlenemez.
‘Teorisyen’lerimizin çokça telaş ettikleri “bölünme tehlikesi”, egemen sınıfların, ezilen halkların hak ve taleplerini baskı altına almada kullandıkları bir propaganda aracı olmanın ötesinde bir gerçeklik de taşımaktadır. Ancak “bölünme tehlikesi”nin baş aktörü, ezilen halkların hak ve taleplerini, ulusların kendi kaderlerin tayin hakkını savunanlar değil, emperyalizm ve işbirlikçileri; Kürt halkının taleplerine silahla karşılık verenlerdir. Bölünme tehlikesinin sorumluları, Kürt halkının demokratik hak ve taleplerini kabul etmeyen anti-demokratik yapı ve gerici burjuvazidir. Kürt halkının demokratik talepleri karşılanmadığı, demokrasi mücadelesinin gelişip serpilmesi sonucu halklar arasındaki kardeşlik sağlanmadığı sürece, bu “tehlike” varlığını korumaya devam edecektir.
Bu gerçek gözönünde olmasına karşın, Gelenek yazarları, “devletin dağılma” ve “bölünme tehlikesi”nin sorumlusu olarak demokratik taleplerini savunan Kürt halkını gösteriyorlar. Türkiye devletinin “çözülmesi”nden, “bölünme”sinden, “sınırların değişmezliği” ilkesinin zarar görmesinden ödü patlayan ‘teorisyenler’imiz, “Osmanlı’nın dağıtılmasında temel rolün yüklendiği Hıristiyan halkların misyonunun Kürt ulusallığına devrolunduğu”, dolayısıyla Kürt halkının taleplerini savunmanın ülkeyi bölünmeye götüreceğini iddia ediyorlar. Ülkenin dağılmaması adına “bugün, solun Kürt sorununun çözümü adına ve Kürt halkına hitaben, demokratik ulusal haklar ihalesine katılmaması” nı istiyor, “ayrılma hakkının kullanılması değil, tanınması dahi, abesleşmiştir” diye ahkam kesiyorlar. Onlara göre “ayrılma hakkı” başka bir deyişle Kürt halkının demokratik talepleri ve kendi kaderini tayin hakkı savunulmamalı; bunun için mücadele edilmemeli; mücadele “işçi sınıfının ortak taleplerinin” dışına çıkmamalıdır.
İlişkiyi tersten kuruyor, sorunu başaşağı koyuyorlar: demokratik taleplerin savunulması ve ulusların kaderlerini tayin hakkının tanınması, işçi sınıfını bölünmeye değil, birliğe, ama gerçek ve gönüllü birliğe götürür. Lenin, meseleyi “boşanma hakkı” örneği üzerinden ele alarak şöyle tarif eder: “Boşanma serbestliğini savunan bir kimseyi aile bağlarını yıkmak istemekle suçlamak ne kadar ahmakça ve ne kadar ikiyüzlüce bir davranışsa, ulusların kendi kaderlerini tayin etme özgürlüğünü savunanları da, yani ayrılma özgürlüğünü savunanları da, ayrılmaya isteklendirmeyle suçlamak, o ölçüde ahmakça ve ikiyüzlü bir davranıştır. Tıpkı burjuva toplumda, burjuva evlenme kurumunun üzerine kurulu bulunduğu ayrıcalıkların ve ahlaksızlıkların savunucuları boşanma kurumuna karşı çıktıkları gibi, aynı şekilde, kapitalist devlette, ulusların kendi kaderini tayin etme hakkını, yani ulusların ayrılma hakkını reddetmek, egemen ulusun ayrıcalıklarını ve demokratik yöntemlere karşı polis yönetim yöntemlerini savunmaya eşittir.” Lenin, aynı yerde, ulusal toplulukların “belirli bir ülkede” özgürlüklerden yararlandıkları ölçüde “o ülkeye bağlanacağı”ndan da söz ederek, konuya açıklık getirmeyi sürdürür; “Ve bir ulusal-topluluk için, ayrılma özgürlüğünden, bağımsız bir ulusal devlet kurma özgürlüğünden büyük özgürlük olabilir mi?” diye yazar.
Bizim ülkemiz açısından da, proletaryanın çözümü, ifadesini Kürt ve Türk halklarının eşit ve gönüllü birliğinin sağlandığı, ulusal sorunun çözüldüğü, emperyalizmle bağlarını koparmış, faşist örgütlenmelerin ortadan kaldırıldığı, emekçilerin haklarının güvenceye alındığı siyasal demokrasinin gerçekleştirilmesinde ve kapitalist sömürünün ortadan kalktığı, dolayısıyla ulusal sömürünün de ortadan kalktığı sosyalizmin kurulmasında bulur. Ancak proletaryanın ve onun partisinin öngördüğü çözümü ulus ve ulusun çoğunluğu kabul etmez; kendi kaderini tayin hakkını proletaryanın çıkarlarına uygun olmayan bir biçimde gerçekleştirmek isterse, proletarya ve partisi, gönüllü birlikten yana olmasına rağmen, ezilen ulusun gerici burjuva baskı ve saldırıyla susturulmasına sessiz kalmaz ve ona karşı mücadeleyi sürdürür. Askeri yöntemlerle, zor ile ezen ulusun ezilen ulus üzerindeki baskısı yoluyla, ‘halkların birliği’nin sözüm ona sağlanmasına, daha doğru deyişle halkların zor ve baskıyla bir arada tutulmasına destek olan, buna sessiz kalan, bırakalım sosyalistliği demokrat dahi olamaz.
Çünkü tutarlı demokratizmin de, enternasyonalizmin de başlıca koşullarından biri, siyasal demokrasinin tüm öteki temel talepleri gibi, ulusların kaderlerini tayin hakkının önkoşulsuz savunulmasını içerir. Bu hakkın kullanılması ve kabulü, halklar ve işçi sınıfı arasında gerçek birliğin yolunu açar; hakkın reddi ise, işçi sınıfının milliyetçi önyargılarla zehirlenmesine yol açarak onun birliğini zaafa uğratır.
UKKTH, ulusların mutlaka ayrı bir devlet kurması anlamına gelmez. Ayrı bir devlet kurma hakkı da dahil, kendi kaderini belirleyebilme hakkı anlamına gelir. UKKTH gereği, bir ulus, geleceğini ayrı bir devlet örgütlenmesi biçiminde belirleyebilir ya da aynı devlet çatısı altında yaşamı tercih edebilir. UKKTH, ulusların birbirinden uzaklaşması, ulusal önyargıların egemen olmasını değil, tersine, ulusal önyargıların kırılmasına işaret eder. Eğer bir ulusa UKKTH sağlanmazsa, ulus için kendi kaderini tayin hakkı geçerli değilse, zorla ezen ulusun devletinde yaşamanın dayatılması, halkların birliği adına, bu zoraki durumun savunulması, halkların birliğinin sağlanması bir yana halkları düşmanlaştırır, gelecekteki birleşmeleri daha da zorlaştırır. Oysa UKKTH’nın tanınması koşuluyla, eğer ezilen ulus aynı devlet çatısı altında yaşamak isterse, zorunlu birliğin yerine gönüllü birlik yaşama geçmiş olur. Yine aynı ilke gereği, ayrı bir devlet kurmayı isterse, ezen ulus emekçilerinin bu hakka saygı duyması, halkların zorunlu bir aradalığının yarattığı düşmanlığı ve önyargıları zayıflatır. Halklar arasında kardeşlik ve diyalogu güçlendirir. Kısa vadede ayrı bir devlet anlamına gelse de, gelecekteki gönüllü birlikteliğin yolunu açar.
UKKTH, farklı ulustan işçiler arasındaki güven ve birliği arttırır. Çünkü başka bir ulusun işçilerinin kendi kaderine tayin hakkına saygı duyan ezen ulus işçileri, milliyetçilikten uzak enternasyonalist bir tutum içindedir. Keza ezen ulus işçileriyle eşit haklar temelinde demokratik bir devlette beraber yaşamı savunmak (UKKTH’nı birlikten yana kullanmak), ezilen ulus işçilerinin alması gereken enternasyonalist tavırdır. Ancak bu hak ortada yokken, bir ulusun zorla aynı devlet çatısı altında tutulması, bunun ‘sol’ söylemlerle meşru kılınması, “misak-ı millicilik”; yapılan parça-bütün ‘diyalektiğine’ karşın, enternasyonalizme ve tutarlı demokratizme karşı milliyetçi-gerici ezen ulus burjuvazisinden yana tavır almak olacaktır.
Gelenek yazarlarıyla Türkiyenin sosyal şovenleri, “dünya devriminin çıkarlarını her şeyin üzerinde tutma”, “dar bölgeciliği aşma” ve “gerektiğinde ‘parça’nın çıkarlarını ‘bütün’ün çıkarlarına tabi kılma” adına, Kürt sorununun, “işçi sınıfının sosyalist mücadelesinin çıkarlarına tabi kılınması” gerektiğini söylüyorlar. Peki bu nasıl yapılacaktır; yol ve yöntemi nedir? Ulusların kaderlerini tayin hakkı ve gönüllü birlik yoluyla mı; yoksa Kürt sorununu inkar ederek, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını bir kenara koyarak mı, kısacası şovence bir tutum alarak mı? Öyle görünüyor ki, ikinci seçenek, dönem ve karşı-devrimci güçlerin baskılaması vb. nedenlerle ‘teorisyen’lerimizce ‘daha makul’ bulunmaktadır. Buna göre; Kürt ulusal sorunu, işçi sınıfının sosyalist mücadelesinde engeldir; Kürt sorununun çözümü için mücadele, sosyalist mücadelenin gerisinde kalmalıdır. Tez budur: sosyalist devrimi temel alır gibi gözükmektedir. Ancak yeni değildir. Emperyalist ekonomizmden sosyal-şovenizme giden renkli yelpazede yer alan akımlarca yaklaşık yüz yıldır savunulmaktadır.
Oysa sosyalizm için mücadele, –ulusal baskının mevcut olduğu, demokratik hak ve kazanımların henüz yerleşmediği bir ülke bahis konusuysa– egemen sınıfların ulusal baskı siyasetine karşı çıkmadan, faşizme karşı demokratik hak ve kazanımları savunmadan olamaz. “Sosyalist mücadele” gerekçesiyle ulusal sorunlara dair söz söylememek, ezilen ulusun haklarını savunmamak, UKKTH’nı inkar etmekle “sosyalist mücadele” olmaz. Sosyalist mücadele, yalnızca ‘işçi sınıfının ekonomik sorunlarına’ indirgenemez. Ezilen ulus üzerindeki baskı politikalarına karşı çıkmayan bir işçi hareketinin, sosyalist olduğu, dahası enternasyonalist olduğu iddia edilemez. Enternasyonalizm adına ezilen ulusun taleplerini savunmamak, sosyalizmden sonra çözülecek diyerek, tüm güncelliğine ve zehirlenmeye karşın bu talepleri dikkate almamak, ezen ulus milliyetçiliğine kuyrukçuluk, gericiliğe boyun eğmektir. Komünist hareketin tarihsel birikimi açısından da, adı, sosyal-şovenizmdir.
Enternasyonalizm, parça-bütün diyalektiği içinde UKKTH’ı inkar ederek savunulamaz ve gerçekleştirilemez. Lenin, II. Entarnasyonal partilerinin yozlaşmalarını, sosyalizmden sosyal-şovenizme giden yol olarak tarif ediyordu. II. Enternasyonal partileri, UKKTH’nı inkar ederek, kendi burjuvalarının işgalci, emperyalist politikalarını desteklemişler, kendi burjuvalarının siyasetlerini ‘devrimci’ gerekçelerle aklamışlar ya da onlarla uyumlu bir politik hat çizmişlerdi. Buna göre, “ilhaklar ve savaşlar kötü”ydü, ancak ezilen ulusların karşı çıkışlarına destek vermek, II. Enternasyonal partilerini “kendi ülkelerinde zor duruma düşürür, komünist partilerin gelişimini zora sokardı”! Bu baskılanmanın etkisi, bürokratik ve burjuva eğilimlerle birleşince, sosyal-şoven politikalar egemen oldu. Burjuvazinin kurduğu sınırlar mutlak kabul edildi (Misak-ı Milliciler gibi), ezilen ulusun taleplerini savunmak (tabi ezilen ulus hareketindeki eksikliklerle bunu gerekçelendirerek) yasak ilan edildi (bugün UKKTH’yi inkar edenler gibi). II. Enternasyonal partileri UKKTH’na karşı çıktılar, onu reel/gerçekçi bulmadılar. Diğer emperyalistlerin oyunu olarak açıkladılar ya da rakip emperyalist güçlere hizmet ettiği gerekçesiyle inkar ettiler vb. vb.. Ama sonuç netti: “UKKTH gereksizdir”!
EZEN VE EZİLEN ULUS MİLLİYETÇİLİĞİ
Sosyal şovenizmin temel tez ve argümanlarından birisi de milliyetçiliğe karşı çıkıştır. Öyle ki, milliyetçilikle yan yana anılmayı hiç sevmez; inanmak gerekirse milliyetçilikle hiç işleri olmaz! Ama asıl kızdıkları ezen ulus milliyetçiliği değildir. Aksine, ezen ulus milliyetçiliğinin ağırlığı altında ezilip, üstlerine binen ağırlığı, ezilen ulus milliyetçiliğinin eleştirisiyle hafifletmeye çalışırlar!
Ezilen ulus milliyetçiliği –burada uzun uzadıya ele almayacağız– hareketin burjuva demokratik karakteriyle anlaşılır olmaktadır; adı üzerinde milliyetçiliktir. Ancak, milliyetçilik söz konusu olduğunda, ilk akla gelen, ezen ulus milliyetçiliği, dahası şovenizmdir. Marksizm ise, –ezen veya ezilen ulusun milliyetçiliği olabilir– milliyetçilikle bağdaşmazdır. Ancak milliyetçiliği, ülkenin emperyalizmle ilişkileri, ulusal sorunun varlığını, sınıf mücadelesinin dinamikleri, ülkenin siyasal yapısını dikkate almadan, “saf” bir milliyetçilik olarak ele almak “saf”lıktır. Ezen ulus milliyetçiliği, başka bir ulusun baskı altına alınmasına, imha ve asimilasyona dayanır. Ezilen ulus milliyetçiliği ise, ulusal baskı siyasetine karşı çıkar; ezilen ulusun en temel haklarını, dilini ve kültürünü özgürce kullanabilme, kimliğini ifade edebilme, kendi kaderini tayin haklarını savunur. Bu yönüyle ezen ulus baskısına karşı yöneldiği, (işçi sınıfına düşmanca bir tutum sergilemediği) sürece ilericidir, demokratiktir.
Ezilen ulus milliyetçiliğinin ulusal baskı siyasetine karşı mücadelede ilerici ve demokratik yönünü görmeden, onu ezen ulus milliyetçiliğiyle eşitlemek/aynı kefeye koymak, genel bir milliyetçilik eleştiriyle sözde tarafsız kalmak, sosyal-şovenizme geçişte başka bir altın taşlı yoldur. Lenin, Rosa Lüksemburg’la polemiğinde, ezilen ulus hareketinin ilerici niteliğini vurgulayarak, Rosa’nın bunu görmediğini ve milliyetçilikten uzak durmak adına ezen ulus milliyetçiliğine düştüğünü belirtir.
Ezen ulus ile ezilen ulus arasında mücadele sözkonusu olduğunda, sosyalistler için belirleyici olan, ezen ulus baskısına karşı mücadelenin ihtiyaçları, bu mücadelenin sosyalizm mücadelesinin bir parçası haline getirilmesidir. Sosyalist devrimi, “saf” ve işçilerin sorunlarını çözmek üzere gerçekleşen bir “salt işçi devrimi” olarak algılayan “hayalcilik”, hiçbir zaman toplumsal gerçeklikle denk düşmedi; ütopyanın ötesine de geçemedi. Sosyalizm mücadelesi; başta işçi sınıfının acil talep ve sorunları, ancak bununla beraber ve bunu güçlendirecek şekilde, ezilen ulusların, ezilen ve baskı altına alınan inanç sahiplerinin, cins ve sınıf olarak çifte sömürüye maruz kalan kadınların, her türlü ve her biçimde baskı ve sömürüyle karşı karşıya bulanan yığınların tepki ve öfkesinin tek bir potada, tek bir önderlik altında birleştirilip sosyalist çizgide ilerlenmesiyle başarıya ulaşabilir.
Marksizm’in en “ince” bir milliyetçilikle dahi bağdaşamaz olması, ezen ve ezilen ulus milliyetçiliğini aynı kefeye koyduğu ve aralarında fark görmediği anlamına gelmez. Ulusal tepkiler tipiktir; olağandır. Emperyalizme karşı yöneldikleri sürece demokrat ve ilericidirler: “Her ezilen ulusun burjuva milliyetçiliği, zulme karşı yönelmiş olan genel bir demokratik içerik taşır”. İşte bu olgu; işçi sınıfı ile ezilen ulusun ittifakının temelini oluşturur. Ezen ulus milliyetçiliğine karşı ise, kesin mücadele edilmelidir.
Ezilen ulusun mücadelesi, örneğin Kürt ulusal mücadelesinde sözkonusu olduğu gibi, emperyalizmin işbirlikçisi bir iktidara karşı demokratik hak ve özgürlükler talebiyle, ulusların kendi kaderini tayin etme hakkı için mücadele ediliyorsa; işçi sınıfının desteği ve ittifakı zorunludur. İşçi sınıfının enternasyonalist eğitimi buradan geçer. Elbette işçi sınıfı ve onun devrimci öncüsünün görevleri ulusal harekete destek veya ittifakla sınırlı kalmaz. Sınıf partisi, ulusal hareket içinde işçi sınıfının etkinliğinin artması, demokratik hareketin tutarlı bir demokratik ve anti-emperyalist yön kazanması, dahası ve esas olarak, işçi sınıfının sınıf bilincine ulaşıp devrime önderlik etmesi, kendisi için sınıf olması, demokrasi mücadelesini sosyalist mücadele ile birleştirmesini amaçlar. Bu yönüyle işçi sınıfı hareketi ile –ezilen ulus milliyetçiliğini de içinde barındıran– ezilen ulus hareketinin ittifakı mümkündür; hatta zaruridir.
AYRILMA PROPAGANDASI KAFA KARIŞTIRIR MI?
Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı, Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkı, ulusların eşitliği, ulusal baskının ortadan kaldırılması için temel koşuldur. Türk işçi sınıfının enternasyonalist eğitimi ve sosyalist bilince ulaşması, dahası Kürt ve Türk işçilerinin ortak mücadelesi, böyle bir eğitim ve Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkı mücadelesi olmadan söz konusu olamaz.
Türk işçi sınıfı, egemen sınıfların baskı ve sömürü düzenine karşı çıktığı gibi, ezilen Kürt ulusunun üzerindeki ulusal baskı siyasetine de karşı çıkmalı, bu karşı çıkışın gereği olarak, Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkını savunmalıdır. Bu yüzden, ezen ulus işçilerinin ayrılma hakkını, ezilen ulus işçilerininse birliği savunması, işçi sınıfı ve emekçilerin gönüllüğü birliğini sağlayabilir. ‘Teorisyen’lerimiz, Türk işçi sınıfının ayrılma hakkını savunmasını mümkün görmeyerek, “sosyal-şovenist gerçekçi” zeminde hareket etmekte, “ayrılma hakkı” propagandasının kafa karıştıracağını iddia ederek, “En siyasallaşmışlarının dahi, Türk işçisinin ‘Sen birlikten yana ol, ama Kürtlerin ayrılma hakkını tanı!’ propagandasından somut bir görev çıkarması mümkün müdür? ‘Birlik için çalışalım ama karar sizin’ denen bir Kürt yoksulunun sağlıklı bir siyasi irade üretmesi mümkün müdür?” diye sorkmaktadırlar.
Onlara göre, kendi kaderini tayin hakkı propagandası, işçi sınıfının aklını karıştırıp işçilerin birliği ve ortak mücadelesini engelleyecektir. Oysa Türk işçilerine, Kürt halkının varlığı ve kimliğinin tanınması, eşitlik, dolayısıyla Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkı için yapılan propaganda, Türk işçisini Kürt işçisinden değil, egemen sınıfların şoven milliyetçiliğinden koparır. Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkını tanıyan Türk işçisinin kafası karışmış olmaz; başka bir ulusu baskı altına alan ulus emekçilerinin özgür olamayacağının bilinciyle; enternasyonalist bir tutum almış olarak, Kürt işçileriyle birlik mücadelesi verir. Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkını tanımayan Türk işçisi ise, şovenizm ve ezen ulus milliyetçiliğiyle zehirlenmiş, kendi burjuvazisinin kuyruğuna takılmış olur.
Ayrılma propagandası açısından Kürt işçilerinin tutumu ise, birlikten yana olmak durumundadır. Kürt proletaryasının önderi, Kürt işçi sınıfına, ulusal baskının çözümünün ayrılıkta, yani kendi burjuvazisinin egemenliğinde olmadığını, Türk işçisiyle birlikte mücadelede olduğunu anlatır. Ezen ulus burjuvazisinin işçileri yedekleme çabasına karşı, birlik, kardeşlik ve ortak mücadele propagandası yapar. Kürt işçilerinin çıkarı, düşmanlarının Türk işçileri olmadığı bilinciyle, ayrılık yerine birliği tercih edip, Türk işçileriyle ortak düşmana karşı mücadelede birleşmektedir. Lenin, ezen ve ezilen ulus işçilerinin ulusal sorun konusundaki görevlerini şöyle tarif eder: “Sorunu derinlemesine incelememiş olanlar, ezen ulusların sosyal-demokratları ‘ayrılma hakkı’ üzerine ısrar ederlerken; ezilen ulusun sosyal-demokratları ‘birleşme özgürlüğü’ üzerinde direnmelerinin çelişki olduğunu düşünürler. Ama biraz düşününce, enternasyonalizme ve bugünkü durumdan hareket ederek ulusların birbiriyle kaynaşmasına varabilmek için başka yolun olmadığı, olamayacağı anlaşılır.”
Türk işçilere “ayrılık propagandası”, Kürt işçilere “birlik propagandası” – işçi sınıfı partisinin enternasyonalist devrimci politikası budur. Bunun aksini iddia etmek/yapmak, ezen ulus veya ezilen ulus milliyetçiliğine kuyruk olmak anlamına gelir. Söz konusu olan, işçilerde kafa karışıklığı değil ulusal/milliyetçi önyargılardır. Bu önyargılar kırılmadan, işçi sınıfı ulusal baskı siyasetine karşı tek vücut olmadan, işçi sınıfının birliğini sağlamak hayal olmanın ötesine geçemez.
ŞOVENİZME ‘SOL’DAN DESTEK YA DA DAHA FAZLASI!
Gelenek yazarları, Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkını –yukarıda bir kısmına değindiğimiz– bir takım gerekçelerle gündemden düşmüş ilan ediyorlar. Buna göre, Türk ve Kürt işçilerinin “birliği”, ulusal sorun ve ulusal baskı siyasetinin dışında, bu sorunla ilgili söz söylemeden, “ortak sorunlar” üzerinden tarif ediliyor. Dahası, Kürt sorunu, bir ulusal sorun olarak yok sayılıyor. Ülkemizdeki Kürt sorununun özgünlüğü göz ardı edilip, sanki ulusal/demokratik sorunlar yokmuşçasına ve sanki işçi sınıfı demokratik görevleri sahiplenmezmiş gibi, –ve üstelik “teorisyenlerimiz” sanki “solun birliği”nden sıra kalıp da işçi sınıfının birliğini akıllarına getirip savunurlarmış gibi– soyut bir “sınıf birliği” vaaz ediliyor. Türk işçileri Kürt halkının kimliğini, varlığını, dili ve kültürünü tanımayacak, bunun için mücadele vermeyecek, ama Türk ve Kürt işçileri “kardeş olup” “ortak mücadele” edecekler! Kürt işçilerine egemen sınıfların zorunlu birlik dayatması, geleceğini tayin hakkının engellenmesi meşru bellenip, şovenizmin ‘sol’dan sözcülüğü yapılacak, sonra da Kürt işçilerinin Türk işçileriyle birliğinden bahsedilecek! Şoven milliyetçiliğe, ulusal baskı siyasetine karşı çıkmadan “işçi sınıfı”nın “sosyalist” mücadelesinden bahsedilecek, ulusal sorun “gereksiz” sayılarak ve ondan bahsetmeden “ortak sorunlar” üzerinden mücadele edilecek!
Böylesi bir “birlik”, egemen sınıfların zorunlu birlik dayatmasından farksızdır. Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı tanınmadan halkların gönüllü birliğinden bahsedilemez. Bu hak tanınmadan, işçi sınıfının enternasyonal eğitimi ve sosyalist bilinci kazanması söz konusu olamaz. Ezen ulus burjuvazisinin baskı ve zulmü karşısında boyun eğip, Kürt halkının en basit ve insani taleplerini savunmaya gelince yan çizmek, bunu “sosyalist mücadelenin ihtiyaçları” gereği “gereksiz” bulmak, cehenneme –şovenizme– giden altın taşlı yollardan birisidir.
Kürt halkının dili ve kültürü yasaklanmışken, Kürt halkı çocuklarına kendi dilinde isim veremez, kendi dilinde eğitim alamazken, bu talepleri dillendirenler linç kampanyası eşliğinde baskı altına alınırken, “sosyalist mücadele” gereği sessiz kalmak, söz söylememek, “sosyalizmden sonra çözülecek” demek, dahası bu talepleri savunmamanın çağırısını yapmak, ezen ulus burjuvazisinin yüzyıllık söylemlerini “sosyalist” gerekçelerle tekrarlamaktan başka anlama gelmez.
‘Teorisyen’lerimizin söylediğinin aksine “hem eşitlik ve ortaklık hem de ‘ayrılma hakkı’ için mücadele gerçekçidir”. Halkların birliği, işçi sınıfının ortak mücadelesi için zorunludur. UKKTH hakkını tanımadan, Türk ve Kürt işçilerinin milliyetçi önyargılardan arınmış entarnasyonalist birliğinden söz etmek mümkün değildir. Halkların özgür birliği, ancak ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı tanındığı sürece mümkün olabilir. Tersi, yani UKKTH’ın tanınmaması, halkların zora dayalı birliğine onay vermek, bir şovenist haline gelmek demektir. Ayrılma hakkı tanınan ezilen ulus işçileri, kendi dilini ve kültürünü özgürce yaşayabileceğini samimi bir şekilde ifade eden ezen ulus işçileriyle ortak düşmana karşı mücadele birleşebilirler. Ancak ezen ulus işçileri bu hakkı tanımadığı sürece, ezilen ulus işçileri, ezen ulus işçilerine güven duymaz, duyamazlar.
İşçi sınıfının devrimci öncüsü; ezilen ulus hareketiyle ittifak olsun veya olmasın; demokratik hareket içinde, işçi sınıfının ağırlığını hissettirmesi için mücadele eder; işçi sınıfının sınıf bilincine ulaşması için çaba gösterir. “İttifak” adına işçi sınıfını ezilen ulus burjuvazisine terk ederse; ezilen ulus burjuvazisine kuyrukçuluk yapmış olur. Kuyrukçuluk, oportünizm; sağdan ‘sol’a savrulmakla maluldür. Dün Kürt ulusal hareketine kuyrukçuluk, Kürt işçileri içinde örgütlenmeyi gereksiz görmek; bugün Kürt ulusal hareketinin ilerici niteliğini, hatta bunun da ötesinde, UKKTH’nı inkar etmek ve şovenizm yolunda “emperyalizm karşı mücadele” adına ilerlemek; Gelenek’in önerdiği ve yaptığı budur! ‘Doğu’dan gelen seslere benzetmemek elde değil…
“Emperyalizmle ilişkiler”, Kürt hareketinin AB’den “beklentileri” vb. gerekçeler sosyal-şovenizmi gizleme amaçlıdır. Kürt ulusal hareketinin niteliği bir yana, Kürt halkının ulusal demokratik haklarını ve UKKTH’yı savunma, olmazsa olmazdır. Kürt hareketi ilerici veya gerici –ki ilericidir–; bunu bir kenara koyarsak; Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkı, kayıtsız koşulsuz, sosyalistler tarafından tanınır. Eşitliğin ve işçi sınıfının birliğinin gerçek zemini budur. Emperyalizmin işbirlikçisi tekelci burjuvazi ve iktidarının şoven milliyetçi ulusal baskı politikasına karşı ulusal/demokratik hakları ısrarla savunmak, bunu bedel ödeyerek savunan Kürt ulusal hareketiyle ittifak yapmak –elbette kayıtsız koşulsuz değildir–, egemen sınıfların ‘bölücülüğüne’ karşı halkların birliği için mücadele etmek, emperyalizmin ve onun işbirlikçilerinin tekerine çomak sokmaktır; emperyalizme karşı sözde değil gerçek bir mücadele örgütlemektir.
Kürt halkının ulusal demokratik mücadelesi –yani demokrasi mücadelesi– ile sosyalist mücadeleyi birleştirmek; demokratik görevleri atlamadan –böylece demokrasi talebiyle mücadele eden/etmek zorunda olan yığın hareketini es geçmeden–, “bütün zorluklarına” rağmen işçi sınıfının enternasyonalist sosyalist bilince ulaşması için çaba göstermek; halkların gericiliğe, emperyalizme ve kapitalizme karşı birlik ve mücadelesini yükseltmek; sözde “birlik” –ama zorunlu birlik– lakırdılarının perdelediği şovenizmi yenecek; işçi sınıfının sosyalizm yürüyüşünü yükseltecek temel görevlerdendir. Bu yüzden, bugün gericiliğin, kontr-gerilla ve faşist güçlerin, emperyalizm ve işbirlikçilerinin tüm saldırılarına ve bunların ‘sol’ yankılarına karşı ulusların kaderlerini tayin hakkını ısrarla savunmak, ısrarla enternasyoanlizme bağlı kalmak, Kürt halkının demokratik taleplerini en zor koşullarda bile desteklemek; bunu işçi sınıfının iş, ekmek, özgürlük, halkların emperyalizme karşı bağımsızlık talepleriyle birleştirmek; kısaca, demokrasi mücadelesini kapitalist sömürü düzenine karşı mücadeleyle birleştirmek, sosyalizme giden yolun olmazsa olmazıdır. Ötesi şovenizm ve onun ‘sol’dan yankısı olan sosyal-şovenizmdir.
SONUÇ
Kürtlerin kendi kaderlerini kendilerinin belirlemeleri hakkının inkarı, “Kürt sorunu ortadan kalkmıştır” demeye kadar varan egemen sınıflarla yakınlaşmanın mantıksal sonucuna varmaması beklenemezdi. Sonuç: Ulusların kendi kaderini tayin hakkının inkarı ve bunun bir parçası olarak ulusal/demokratik talepler için mücadelenin askıya alınmasıdır. “İşçi sınıfı zemini”, “birlik” adına demokrasi mücadelesinden yan çizilmesi, “yan çizme” ile de sınırlı kalmayıp, bu mücadelenin baştan sona reddedilmesi. Ezen ulus milliyetçiliğine karşı savaşmak yerine “Kürt ulusal hareketiyle aralarındaki mesafeyi hızla açmak”, ezen ulus milliyetçiliğinin “kanı ve canı” ile savunduğu sınırlara “siper olmak”, “bölünme tehlikesi” gerekçeleriyle egemen sınıfların temel felsefesini “sosyalist” kılıf geçirerek yeniden üretmek, “cesurca” sahiplenmek. Daha da uzatılabilir… Gelenek’çi ‘teorisyen’lerimiz saflarını seçmişlerdir. “2001 yılından itibaren” ‘yoğun mesai harcanan’ UKKTH’nın “somut koşullarda Marksizm-Leninizmde tuttuğu yerin yeniden tarif edilmesi” süreci tamamlanmış; sosyal-şovenizmin ‘kapalı’sından açık biçimlere geçiş yapılmıştır.
Çulhaoğlu, olguları, nesnel zemin, üretim ilişkileri/ekonomik ilişkiler bağlamında tartışmak yerine öznelliğe abartılı bir rol biçerek idealizme düşüyor. Mahir Çayan’ın ‘üçüncü bunalım döneminde SSCB’nin varlığı nedeniyle emperyalist savaşlar mümkün değildir’ derken düştüğü öznelliği tekrarlıyor. Çayan emperyalizmin ekonomik temelini ve bu temelden kaynaklı emperyalistler arasındaki kutuplaşmanın nesnel/zorunlu dinamiklerini görmezden gelerek; SSCB’nin varlığını nesnel zeminin önüne koyarak, dünya savaşının imkansız hale geldiğini söylüyordu. Benzer bir akıl yürütme ve idealizm, Çulhaoğlu için de geçerlidir. Çulhaoğlu, emperyalizmin ekonomik temelini ve bu ekonomik temelden kaynaklı zorunlulukları (ulusal sömürü ve baskı siyaseti ile buna karşı ulusal tepkiler) görmezden gelerek, SSCB’nin yıkılmasının, emperyalizmin nesnel niteliğinden kaynaklı olguları ortadan kaldıracağını iddia ediyor. Buna göre; artık emperyalizme karşı ulusal hareketler mümkün değildir; dolayısıyla ulusların kaderlerini tayin hakkı güncelliğini yitirmiştir!
Elbette, II. Enternasyonal partileri küçük burjuva hatta burjuva partiler haline gelmişlerdi. Ancak sosyal-şovenizm, II. Enternasyonal’den kopuşun temel unsurlarından birisiydi.
“En ‘adil’, ‘saf’, en ince ve en uygarı olsa bile, Marksizm milliyetçilikle bağdaşmaz.” (Lenin, Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, Sol Yayınları, sf. 31)
‘Teorisyen’lerimizin UKKTH’nı ve Kürt halkının demokratik talepleri için mücadeleyi inkar ederken kullandığı gerekçelerden birisi, “emperyalizmin bu hakları savunması”dır. Oysa Lenin, bugünden konuşurmuş gibi, şöyle der: “Bazı başka durumlarda bir başka ‘büyük’ devlet tarafından aynı ölçüde emperyalist amaçları için yararlanılması hali de, sosyal-demokratların, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını reddetmelerine neden olmaz.” (Lenin, Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, Sol Yayınları, sf. 140)