sıcak gündemin emek cephesine söyledikleri

Politik alanda, egemen güç odakları arasındaki çatışma, 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı etkinliklerine de yansıdı: AKP ve Erdoğan’la aynı çatı altında olmaya bile “katlanamayan” ana muhalefet lideri Baykal ve CHP’liler; mecbur kalmadıkça aynı kare içinde yer almadılar. Anıtkabir gibi bir araya gelmek zorunda kaldıkları mekanlarda ise, konuşmayarak tutumlarını sürdürmeye devam ettiler. Bu açıdan bir ölçü olan Cumhurbaşkanlığı resepsiyonuna, sadece CHP’liler değil, Genelkurmay Başkanı başta olmak üzere en üst askeri yetkiler de gitmedi. Başbakan da, DTP’li vekillerle yan yana görünmeme ve el sıkmama ısrarını sürdürdü. Ama MHP Genel Başkanı Bahçeli, DTP’li vekillere özel jest yaparak, Başbakan’a bir omuz atmayı ihmal etmedi. Alanlarda ilköğretim çocuklarının şeriat gösterilerine alet edilmesi, Milli Eğitim’in her yandan döküldüğü, kimin elinin kimin cebinde olduğunun belli olmadığı bir kuruma dönüştüğünün işaretlerine sahne oldu. Başbakan Erdoğan’ın 1 Mayıs’ı Taksim’de kutlamak isteyen sendikalara tepkisinin; “Ayakların baş olduğu yerde kıyamet kopar” itirafının, 23 Nisan’dan bir gün önceye rastlaması, bu itirafın Başbakan’ın ulusal egemenlikten ne anladığını ortaya koyması bakımından bir başka anlamı oldu. Ve 23 Nisan Ulusal Egemenlik Çocuk Bayramı’ndan bir gün sonra toplanan MGK’nın “Ülkemizin tüm Iraklı grup ve oluşumlarla ilişkilerini sürdürmesi” kararını alması da (bu, Türkiye’nin resmen Kuzey Irak’taki “Kürdistan Federe Devleti”yle ilişkiye geçmesi anlamına gelmektedir), son bir buçuk yıldır bu konuda asker ve hükümet arasındaki çelişmenin sona ermesi bakımından önem taşımaktadır. Dahası bu, ABD ile Türkiye’nin resmi Irak politikası arasındaki ana sorunun da aşılmış olduğu anlamına gelmektedir.

23 Nisan’daki tablo, bütün çıplaklığıyla; Kürt sorunundan laisizmin ayakları üstüne dikilmesi ihtiyacına, ifade özgürlüğünden siyaset alanının tıkanmışlığına, egemen sınıfların temsilcilerinin işçi sınıfı ve emekçileri “ayak takımı” olarak gördüklerini artık açıkça itiraf edip, iktidar kaygısıyla; sadece hükümet olmayı değil iktidarlarından kaygıya düşmeye başladıklarını açıkça yansıtmıştır.

23 Nisan günü sergilenen tablo, elbette bir günde ortaya çıkmadı. Uzunca bir zamandan beri, Türkiye’de Kürt sorununun çözümsüzlüğü, laisizmin tepe üstü duruyor olmasının anlaşılması, ifade özgürlüğüne dair taleplerin karşılanmaması, 12 Eylül Anayasası her konuda ayak bağı olurken, anayasayı değiştirmek için yola çıkan AKP Hükümeti’nin sadece kendisi için demokrasi istediği, ama Türkiye’nin demokratikleşmesi için atılan adımlara ve öne sürülen taleplere karşı düşmanca bir tutum takınması, Ergenekon operasyonu ve AKP’nin kapatılması girişimlerinin yarattığı sarsıntı, devletin yeniden yapılanması ihtiyacının dayatması, giderek derinleşen ve yıkıcı etkileri görünmeye başlayan bir ekonomik krizin kapıya dayanmış olması, milliyetçilik ve din istismarcılığı üstünden çatışmalarına karşın AKP ve CHP’nin arkasındaki güçlerin, siyaset ve ekonomideki açmazlarının ve krizlerinin faturasını halka kesen tutumlarının yarattığı fasit çember, egemen güçleri, iç ve dış politikanın başlıca alanlarında ve ekonomik alanda bir duvara çarpmakla karşı karşıya getirmiştir.

SICAK GÜNDEMİN BİRİNCİ BİLEŞENİ, ERGENEKON ÇETESİ OPERASYONU

Kuşkusuz ki; tablonun ardında, Türkiye’nin başlıca ekonomik ve siyasi sorunları, Türkiye’nin geleneksel güçleriyle AKP’nin arkasında yer alan ve sistemi yenilemek isteyen güç odakları arasındaki hesaplaşma vardır. Ama sıcak gündem, son haftalarda gelişen Ergenekon operasyonu ve dünyada kapitalizmin kriz etkenlerinin yükselmesine bağlı olarak, Türkiye’de de enflasyon ve durgunluğun artması ve genel olarak ekonomik verilerin olumsuz sinyallerinin çoğalması tarafından yönlendirilmektedir.

Ergenekon Çetesi operasyonunun Susurluk’tan beri süren çete operasyonlarından farkı; bu operasyonun, Susurluk operasyonu da dahil o günden bugüne çıkan çete organizasyonlarının birbiriyle bağlantılı olduğunu göstermesinin yanı sıra; çete organizasyonlarının 1950’lerden beri etkin bir organizasyon olan kontrgerilla örgütlenmesinin açığa çıkan (deşifre olan) yanı olduğunun herkesçe görülmeye başlanmasıdır.

Örneğin Ergenekon operasyonu, Cumhuriyet gazetesinin bombalanması, Danıştay baskını, Hrant Dink’in, Rahip Santoro’nun katledilmesi ve Malatya katliamını şimdiden birleştirmiştir. Dahası Atabeyler davasının yeniden görülmesini isteyen dava savcısının, Atabeyler grubu ile Ergenekon Çetesi arasında bağlantı bulunduğu gerekçesiyle iki davanın birleştirilmesini istemesi, Ergenekon Çetesi davasına yeni bir karakter kazandıracak görünmektedir. Çünkü böylece, emekli asker ve polisleri kapsayan çete organizasyonları ile muvazzaf askerler arasında da bir bağlantı kurulması, kontrgerillanın mekanizmasının daha gerçek görüntüsüyle ortaya çıkmasının imkanlarını genişletmektedir. Yine Yargıtay eski Başsavcısı Kanadoğlu, “Ergenekon davasının Şemdinli davası gibi sona ereceğini” iddia etmektedir; ama bu, aynı zamanda, Şemdinli davası ile Ergenekon davası arasında bir bağlantı olduğunun da itirafı olarak görülebilir.

Bütün bunların ötesinde; Ergenekon davasıyla, kendisine sivil toplum örgütü adını veren ve çeşitli emekli asker ve polislerin kurucusu olduğu “Vatansever Kuvvetler Birliği Derneği” gibi “kuvvacılık”, “milliyetçilik” iddiasındaki dernekler, ülkücü BBP’nin kimi örgütleri ve örgütlenmeleri ile onların son yıllarda giriştikleri kitlesel gösteriler (bayrak mitingleri, linç girişimleri eylemleri, asker cenazelerinin provoke edilmesi) ve kimi faaliyetlerin Ergenekon çetesiyle amaç ve eylem birliği içinde olduğunu gösteren sayısız belirti de ortaya çıkmıştır.

Bu tablo, bir yanıyla, en azından 2005 Newroz’unda “bayrak provokasyonu” ile başlayan linç girişimleri, laisizm ve cumhuriyet gösterilerini, iki seçim etrafında oluşan muhtıra, açıklamalar ve Anayasa Mahkemesi kararlarını kapsayan, ama aynı zamanda Hrant Dink, Rahip Santoro, Malatya cinayetleri, Şemdinli Çetesi, Cumhuriyet saldırısı ve Danıştay baskınlarıyla da birleşen bir tablodur. Öte yandan, bu tablo, son 60 yıllık kontrgerilla faaliyetlerine uzanan ilişkilerin de bugüne bir yansımasıdır.

MİLLİYETÇİ CENAHTA YENİDEN SAFLAŞMA ALAMETLERİ

Bu gelişmeler ışığında bugün şunlar söylenebilir:

1-) Ergenekon Çetesi operasyonuna kadar gelen bu gelişmeler; son yıllarda milliyetçi-ulusal güçler olarak bir mihrak oluşturan “milliyetçi cephe”de derin çatlaklar da meydana getirmiştir. Geçtiğimiz yaz boyunca, dergi sayfalarında süren “Kim daha milliyetçi” tartışmaları, çeşitli eylemlerde, miting alanlarında da görülen farklılaşmalar ve rekabete dayalı ayrışmalar, 22 Temmuz seçiminden sonra askerlerin milliyetçi odağın arkasından çekilmesiyle yeni bir safhaya girmiştir. Askerin, AKP Hükümeti ile Kürt sorunu, laisizm sorunu gibi başlıca sorunlarda uzlaşarak, milliyetçi cenaha en azından paralel olan tutumundan vazgeçmesi, bu cenah için bir darbe olmuştu. Ergenekon operasyonu ise, bu cenahın çözülmesinde ikinci darbe olmuş görünmektedir.

Bu çözülmenin en açık ifadesi, öncelikle Ergenekon operasyonunun son halkasında, İlhan Selçuk’un gözaltına alınıp bırakılması sonrasında, Cumhuriyet gazetesinin kızılelmacı, milliyetçi kesimlerle arasına bir mesafe koyması ve o cenahtan gelen çağrılara karşı ihtiyatlı davranma tutumuyla ortaya çıkmıştır. Bunu, serbest bırakıldıktan sonra Selçuk’un “Başbakan Tayyip Erdoğan”a yaptığı “uzlaşma” çağrısında gördük. Bu çağrı, geleneksel Cumhuriyet gazetesi Kemalizminin, açıkça, kızılelmacı sağ ve sol odaktan ayrışma isteğinin işaretidir. Ve bu çağrıdan sonra, Cumhuriyet’in yayınlarında bir üslup farkı fark edilmeye başlamıştır. En son, Doğu Perinçek’e methiye ve Ergenekon çetesi suçlamalarına karşı, Cumhuriyet Yazarı Ümit Zileli’nin yazısının, taşra baskısında yayınlandıktan sonra, yazı işleri tarafından, ara-taşra ve şehir baskılarında gazeten çıkarılması da, Cumhuriyetin kızılelmacılarla arasına bir çizgi çekmek için giriştiği yeni yönelişin işareti olarak görülebilir.

CHP de, bir zamandan beri; seçim öncesindeki her tür milliyetçiliğe verdiği ‘açık çek’i (Son yıllarda, MHP’nin reddettiği linç girişimlerini bile CHP’nin, BBP ile birlikte desteklediği, “duyarlı vatandaşların eylemi” olarak selamladığı hatırlansın) rezervli hale getirmiş, şimdi daha da ihtiyatlı bir çizgiye çekilmiştir. Kaldı ki, CHP’nin içinde de bu dönemle ilgili tartışmaların giderek derinleşeceğini, bir ayrışmanın yaşanacağını söylemek abartı olmaz.

MHP ise; dün kızılelmacılara karşı CHP’ye göre daha ihtiyatlıyken, bugün de bu ihtiyatını sürdürmektedir. Öyle görünmektedir ki, sağın ve solun Kızılelmacıları, şu anda, son yıllardaki en yalnız dönemlerini yaşamaktadırlar. Bundan sonrası; kendi içlerinde de ayrışmaların, çatışmaların gündeme gelmesidir.

Kendisine Kemalist diyen bu cenaha toplam açısından bakıldığında, önümüzdeki dönem bir ayrışmanın yaşanacağını, dolayısıyla bu cephede yeni bir saflaşma olacağını söylemek bir kehanet olmaz. Özellikle de Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet’in olumlu değerlerini savunan, laisizmle, Cumhuriyet’le demokrasiyi birleştiren Kemalist kesimle, Kemalizm’i başka amaçların örtüsü olarak kullananlar arasında bir mücadelenin olması kaçınılmaz görünmektedir.

DEVLETİN YENİDEN YAPILANDIRILMASI VE MGK KARARI

2-) Ergenekon operasyonu, “soğuk savaş” koşullarında oluşan ve deşifre olduğu ve ayağa düştüğü için artık egemen güç odaklarının da ayağına dolanan kesimin tasfiyesidir. Bunun diğer anlamı ise, “derin devlet”in yeniden yapılandırılması girişimidir. Dolayısıyla, bu operasyonun, asker ve polis emeklileri ve kimi siyasilerle sınırlı kalmayacağı açıktır. Ve eninde sonunda, bu operasyonun, asker ve emniyet içinde de bir devamının olacağından kuşku duyulamaz. Zaten savcıların bu amaçla Genelkurmay’a dosya sundukları kulislerde konuşulmaktadır. Ancak, operasyon bu yanıyla, eğer başka etkenler farklı bir yöne sevk etmez ve iç tasfiye bir çatışmaya dönüşmezse, bu tasfiyenin, askerin, kendi kuralları içinde, ‘eski’de kalmış olanları tasfiye ettiği çok yönlü bir süreç olarak işleyeceğini söyleyebiliriz. Ancak her halükarda, bu yeniden yapılanma sürecinin çok sancılı olacağı, provokasyonlardan darbe girişimlerine kadar varabilecek dirençlerin oluşabileceğini ihtimal dışı bırakmamak gerek.

3-) Türkiye’nin egemenlerinin milliyetçilik tanımlarının da değişeceğini gösteren sayısız belirti ortaya çıkmış bulunmaktadır. 24 Nisan’da toplanan MGK’da alınan, Türkiye’nin “Irak’taki bütün grup ve oluşumlarla ilişkisini sürdürmesi” kararı, MİT’in 2007 başında yayımladığı rapordaki “aktif dış politikaya geçiş” için ayak bağlarının çözülmesidir. Böylece, Kuzey Irak Kürtleriyle barışacak olan Türkiye’nin, orta vadede, Irak’ta etkinliğini Kürtler üstünden artırmaya yönelmesi, Ortadoğu, Kafkasya ve Orta Asya’da daha “aktif girişimlere” yönelmesini beklemek gerekir. Yani ‘bayrak’ ve ‘dış düşman’ milliyetçiliğinden ‘dış hegemonya’ amaçlı, başka ülkelerde sömürü ve hegemonya peşinde koşan bir ‘milliyetçiliğe’ yönelmek, yeni ve yükselen bir değer olacağa benzemektedir. Öte yandan, İslam dininin devlet ve toplum içinde etkisinin arttığı, dolayısıyla daha yumuşak bir laiklik anlayışının egemen güç odakları tarafından benimseneceği de anlaşılmaktadır. Dolayısıyla devletin yeniden yapılanmasında, din ve devlet ilişkisinde, din lehine düzenlemeler yapılması da sürpriz olmaz. Bu, ABD’nin, “Ilımlı bir İslamcılık”la birlikte yürütülen “Genişletilmiş Ortadoğu Projesi” ile bağlantılı ve ABD çıkarlarına bağlanmış bir dış politika ve strateji için gerekli bir değişimdir. Devleti yeniden yapılandırırken, AKP’nin Meclis gücüne dayanan ve onun yapacağı anayasayı da kendi düzenlerinin temeline koymak isteyen sermaye güçleri; dinle devletin yakınlaşmasını; bu devletin, sosyal görevlerinden arınmış, kamu hizmetlerini piyasanın ürettiği mal ve hizmetlerle karşılamayı esas alan, ABD’nin dünya hegemonyasıyla birleşen bir stratejiyi benimsemekte zorlanmayan ve aynı zamanda bölgede, İslam dünyasında ve ‘Türki Cumhuriyetler’de büyük sermayenin çıkarlarının takipçiliğini üslenen bir yapılanma olmasını istemektedirler.

Kuşkusuz böyle bir talep ve devletin yeniden yapılanması ihtiyacı, en büyük sermaye güçlerinin talebi ve ihtiyacıdır. Ama bu böyle isteniyor diye de, bunun kolayca olacağı beklenemez. Tersine, bu yeniden yapılanma, uzun bir zaman içinde; statükocularla dincilerin ve liberallerin, dincilerle liberallerin, liberallerle gelenekçilerin ve nihayet halk ve demokrasi güçleriyle sermayenin çeşitli güç odaklarının çatışması içinde ilerleyecek; zaman zaman darbe girişimlerinden, çete müdahalelerinden; yargıdan üniversiteye, Meclis’ten asker ve emniyet güçlerine, çeşitli alanlarda skandallara varan gelişmelerle; ‘ileri’ye hamlelerle, ‘geri’ye düşüşlerle belirlenen karmaşık bir süreç olacak, büyük olasılıkla da, sermayenin amaçlarına varmasından çok, bu amaçlara varma mücadelesi olarak gelişecektir.

GÜÇ ODAKLARI KARŞI KARŞIYA

Devletin yeniden yapılandırılması alanında, bugün oluşan güç odaklarının çözümleri, kendi cephelerinin çıkarlarına göre biçimlenmektedir.

Bunları şöyle belirleyebiliriz:

a-) AKP ve arkasında yer alan liberal kesimler: Devleti; yukarıda ifade edildiği gibi, en büyük patronların, piyasanın, ABD’nin Ortadoğu stratejisinin ihtiyaçlarına göre yeniden biçimlendirmek istemekte ve böylece devletin demokratikleşeceğini iddia etmektedirler. Ancak bu cenahın, ne Kürt sorununun demokratik çözümü, ne laisizmin gerçek bir laisizm olarak şekillendirilmesi, ne de ülkenin genel olarak demokratikleştirilmesi gibi bir dertleri olamadığı için; halktan destek almaları girişimlerinin başarılı olması beklenemez. Nitekim AKP’nin, gerek anayasa değişikliği, gerek AKP’nin kapatılması, gerek türban ve üniversite reformu, gerekse 301 konularında yaptıkları girişim, kendisini pek çok konuda destekleyen liberal aydın kesimlerden bile destek görmemiş, tersine AKP’nin “kendine Müslüman” “özgürlük ve demokrasi”(!) anlayışı açığa çıkmıştır. Bu yüzden de, örneğin seçimlerden sonra girişilen, anayasa değişikliği merkezli girişim bugün akamete uğramıştır ve yeniden toparlanıp etrafında anayasayı yeniden yapacak bir güç oluşturması son derece güçleşmiştir. Bu nedenlerle, Ergenekon operasyonunun ‘gittiği yere kadar götürülmesi’ de, eğer demokrasi güçlerinin müdahaleleri yeterince etkin olmazsa, olanaksız görünmektedir. Tersine AKP, dinin ve dini değerlerin devletin içinde daha etkin olmasını; Milli Eğitim ve üniversitede dini referanslarla bilimin aynı düzeye getirilmesi gibi ortaçağcı eğilimin güçlendirilmesini, sosyal görevlerinden arınmış, piyasacı bir yapılanmayı savunmaktadır. “Devrim”, “reform”, “özgürlükçülük”, “demokrasicilik” diye öne sürdükleri; tamamen kendilerinin özgürlüğüdür ve kendileri için demokrasidir! Kısacası, bunların demokrasi anlayışında, devletin yeniden biçimlendirilmesi iddiaları içinde, Kürt sorununun demokratik çözümü, laisizm sorunu, ifade ve basın özgürlüğü sorunu, siyasi partilerin faaliyetlerinin garanti altına alınması gibi Türkiye’nin en temel sorunları yoktur.

b-) CHP-MHP ve arkasındaki güçler: Bu güçler, 12 Eylül Anayasası’nın biçimlendirdiği kontrgerillasıyla, tek uluslu, tek dilli yapısıyla, baskıcı kurumlarıyla, ‘devletten bir çivi söktürmem’ stratejisinde ayak diremektedirler. Onlara göre, 12 Eylül Anayasası’nın tarif ettiği demokrasi de, Kürt sorununun çözümüne dair çözümsüzlük stratejisi de, laisizmin yasalardaki hali de yerindedir. Bunları sorun yapanlar, teröristlerdir, şeriatçılardır, liberallerdir, AB yanlılarıdır vb… Ne var ki, bu görüşün de hiçbir inandırıcılığı kalmamıştır.

c-) Demokrasi güçleri cephesi: Türkiye’nin elbette yeni bir anayasaya ihtiyacı vardır, ama gerçekten demokratik bir anayasaya! Kürt sorununun demokratik bir çözümünün yolunu açacak, laisizmi gerçek anlamda yeniden tanımlayacak, Türkiye’nin bağımsız ve demokratik bir ülke olması mücadelesinin önünü açacak bir anayasa olmalıdır, bu. Ancak böyle bir anayasanın yapılmasını Meclis’teki partilerden beklemek olası değildir. Çünkü böyle bir Türkiye’den çıkarları olanların Meclis’teki sayısı çok azdır. Kürdüyle, Alevisiyle ezilen, sömürülen milyonlarıyla bütün halk; böyle bir anayasanın yapılmasına müdahil olmak durumundadır. Ancak böyle bir müdahale, Meclis’te de yankılanabilir ve halkların kardeş olduğu, baskının ve asimilasyonun değil, özgürlüklerin birleştirdiği bir Türkiye’nin kurulmasının yolunu açabilir.

Elbette, sadece anayasa değil, bugün Türkiye’nin demokratikleşmesi için verilen her mücadele, çetelerin açığa çıkarılmasından 301’in kaldırılmasına, Kürt dili ve kültürü üstündeki baskıların kaldırılmasından ifade özgürlüğüne, üniversitedeki bilim özgürlüğünden, özerklik sorununa, antiemperyalist mücadele sorununa kadar, her mücadele, demokratik ve bağımsız bir Türkiye mücadelesinin parçası olarak; Türkiye’nin demokrasi güçleri için vazgeçilmezdir.

SICAK GÜNDEMİN İKİNCİ BİLEŞENİ: EKONOMİK KRİZ ALAMETLERİ

Türkiye’nin sıcak gündemini belirleyen ikinci gelişme; ekonomik kriz etkenlerinin hızla büyümeye başlamış olmasıdır. Gerçi Başbakan başta olmak üzere, etkili ve yetkili zevat; “Dünyada kriz olur bizde olmaz; bize geçemez bu kriz. Hatta dünya krizi bizim için iyi de olur, çünkü yararlanırız” demeye devam etse de, kapitalizmin ciddi politikacıları, iktisatçıları ve patronlar, giderek daha çok kriz beklentisi içindedirler. Dahası, derinleşen ve yaygınlaşan dünya krizinden en çok etkilenen ülkelerin başında da, Türkiye ve diğer birkaç ülkenin geleceği, iktisatçıların ortak kanısıdır. Bu ülkelerin büyük dış ticaret açığının, krizle birlikte katlanılamaz ölçüde büyüyeceğine ve dış ticaret açığının tetiklediği çöküşün diğer sektörlerde yıkıcı sonuçlara yol açacağına dikkat çekilmektedir.

Bu krizin, 1995 ve 2001 krizinden farklı olduğu ve kapitalist dünyayı saran ve bilinen türden önlemlere, piyasaya para sürme ve çekme gibi klasik müdahalelere de tepki vermediği şimdiden ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla işaretler; bu krizin uzun süreceğini, zaman zaman yükselen, zaman zaman alçalan bir seyir izlese de; giderek derinleşen ve ekonomin bütün sektörlerini kapsayarak genişleyeceğini göstermektedir.

Türkiye açısından bunun anlamı ise, krizin derin ve uzun sürmesinin yanı sıra; bu krizin, siyasal alandaki anayasanın yenilenmesi, Ergenekon operasyonu, AKP’nin kapatılma girişimi gibi önemli siyasal çatışmaları da kapsayan siyasal alandaki hesaplaşmanın bir siyasal istikrasızlığa dönüşme eğilimine işaret eden gelişmelerle üst üste gelmesidir. Bu üst üste geliş, krizin etkisini derinleştireceği ve yıkıcı etkilerini artıracağı gibi, ekonomik krizin de, siyasal alandaki çalkantı ve çatışmaları devasa büyütecek bir etki yaratmasını kışkırtacaktır.

Kuşkusuz ki, hükümet ve Başbakan ‘Kriz bizi etkilemez’ diye böbürlense de; ‘İstihdam Paketi’ adı altında girişilen, Hazine’den sermaye sınıfına yapılmak istenen aktarmalarla, Başbakan, Cumhurbaşkanı ve ekonomiden sorumlu bakanların Katar, Dubai, Körfez Emirlikleri, Suudi Arabistan gibi ülkeleri her vesileyle yeniden yeniden ziyaretlerinin arkasında bir kriz beklentisi olduğu da anlaşılmaktadır. Çünkü büyük dış ticaret açığını kapatacak doları, hükümet, bu Arap-İslam “kardeşlerinden” sağlamayı düşünmektedir. Çünkü bir dünya krizinde, petro-dolar merkezlerinden biri olarak, Arap şeyhlerinin elindeki dolarları Türkiye’ye çekmeyi hesaplamaktadırlar. Artık özelleştirecek de fazla bir şey kalmayınca, toprak satmak, eldeki özel sanayi kuruluşlarını, kalan birkaç bankayı, öteki hizmet alanlarını (sağlık, eğitimi vb.) satmak ‘sıcak para’ için tek seçenek olacaktır. Hükümet, kendi geldiği siyaset ekolünün yönlendirmesiyle, bunları da, ancak petro-dolar şeyhlerine satacağını düşünmektedir. Onun içindir, Arap ülkelerine gidip gelmeler. Elbette ‘din kardeşliği’ ve gitmişken, yakınlarını tanıştırıp, ‘alışveriş etmeleri için aracılık’ yapmak da vardır (Sabah-atv’yi alan Çalık grubuna kredi sağlanması gibi); ama genel strateji açısından, bunlar işin teferruatıdır.

Kuşkusuz ki; Türkiye’nin egemenleri açısından, bu krizden çıkışta tek seçenek; faturayı emekçilere yıkmaktır. Ama aynı zamanda, krizi bir fırsat olarak değerlendirmeyi ihmal etmeyeceklerini de, önceki deneylerden biliyoruz. En büyükler, bu krizden, başta kendileri zarar görse de, sonuçta daha küçükleri de yutarak, kârlı çıkmaya çalışacaklardır. Ama bütün olarak sermaye açısından, krizden çıkışın yolu; Hazine ve devletin üstünden krizin yükünü emekçilerin sırtına yıkmaktır.

KRİZİ YAVAŞLATMA VE FATURAYI HALKIN SIRTINA YIKMA ÖNLEMLERİ!

Bu açıdan bakıldığında, sermayenin şu önlemleri alacağını ve daha önce yapmaya cesaret edemediği bir gözü karalıkla davranacağını söylemek kehanet olmaz:

* Koşulları ne olursa olsun dış borç bulmak.

* Elde kalan kamu kurumlarını acilen özelleştirmek.

* Halen elde kalan kamu kuruluşlarını, ucuz pahalı demeden, hızla satıp savmak.

* Sağlık, eğitim, enerji, yerel yönetim hizmetlerinin piyasalaştırılması ve bunların paralı hale getirilmesi.

* Sosyal güvenlik kurumlarının birleştirilmesiyle daha büyük bir miktara ulaşan fonun ucuz kredi olarak patronların kullanımına açılması için gerekli düzenlemelerin yapılması.

* İşsizlik fonunda birikmiş olan 32 katrilyonu aşan meblağın patronlara hortumlatılması, (ki bunun için şimdiden; bu paranın GAP’ın bitirilmesi için kullanılacağı doğrultusunda girişimler başlatılmıştır.)

* İşletmelerin işçi maliyetlerinin düşürülmesi adı altında; ücretlerin daha hızlı düşürülmesi, esnek çalışmanın, taşeron çalışma uygulamalarının yaygınlaştırılması, çalışma saatlerindeki keyfiyetin artırılması, iş yasası ve işçi sağlığı ve iş güvenliği yasalarındaki sınırların dinlenmemesi, sendikalı çalışmanın giderek ortadan kaldırılması.

* Başlıca tüketim maddelerine zamlar, KDV, ÖTV gibi dolaylı vergilerin artırılması türünden pek çok önlem alınarak, krizin yükünü halka yıkmaya çalışacaklarını biliyoruz.

Dahası, bunların, daha kriz ciddi etkisini göstermeden, kalem kalem uygulamaya sokulması da sürpriz değildir. Nitekim, bu tür önlemlerin, gıda başta olmak üzere, hizmetlere yapılan çeşitli zamlar ve ücret ve maaşların enflasyonun altında tutulmasında ilk işaretlerini görüyoruz.

EMEK CEPHESİNİN KRİZE KARŞI MÜCADELESİ

Sınıf partisinin, emek örgütlerinin ve sendikaların sermayenin krizden çıkış programına karşı tutumu; krizin faturasını sermayenin üstüne yıkmak üzere mücadele etmektir. Ancak böyle bir mücadele, emek cephesinin, krizin egemenler cephesinde yaratacağı kargaşa ve çatışmalardan yararlanarak, kendi güçlerini yeniden mevzilendirmesini, krizden devrimci bir atılım çıkarmasını sağlayabilir.

Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası (SSGSS) Yasası’na karşı mücadele içinde birleşen emekçiler; 13-14 Mart’ta kendi tutumlarını ortaya koymuşlardır. Kimi sendikaların arkadan hançerleme girişimine karşın; mücadelenin yükselmeye devam edeceğini gösteren sayısız belirti ortaya çıkmıştır. SSGSS mücadelesi ihanetinin hemen arkasından yapılan eylemlere katılmalar ve 1 Mayıs hazırlıkları sırasında emekçilerin yansıttıkları hava; mücadelede yükseliş eğiliminin süreceğini göstermektedir. Dahası, genel olarak dünyadaki emek mücadelesinde de eğilim bu doğrultudadır ve bunun da, bizim ülkemizdeki emek mücadelesini olumlu etkileyeceğini düşünmek gerekir.

Egemen güçler açısından ise, kendi iç çatışmalarının büyüyeceği ve krizden çıkış ya da alınacak önlemler konusunda da aralarında çatışacakları gözlenmektedir. Dış destek bakımından da, önceki yıllara göre, sermaye güçleri daha büyük güçlüklerle karşılaşacaklardır. Çünkü geçmiş yıllarda bu desteği veren IMF ve Dünya Bankası, dünyanın gözünde, bu krizin hazırlayıcısı olarak görüldüğü gibi, başlıca kapitalist ülkeler kendi canlarının derdine düşmüşlerdir.

Bütün bu veriler göstermektedir ki, krizin bugünkü seyri, sermaye güçlerini, onların işçi ve emek mücadelesine yönelik saldırısını püskürtmek ve halk için bir ekonomi ile ilgili talepleri savunmak için son derece önemli bir fırsat sunacaktır. Bu fırsatları şimdiden görüp değerlendirmek, krizin bütün sektörlerde yıkıcı sonuçlarıyla ortaya çıktığı aşamada emek güçlerinin birleşmesi için de önemli olacaktır. Sınıf partisi ve emekçilerin ileri kesimleri, bu imkanları iyi değerlendirmek durumundadır.

Krizin giderek derinleşmesi, işçilerin, işsizlerin, emeklilerin, kamu emekçilerinin yaşamlarını önemli bir biçimde etkilemektedir. Esnaf ve zanaatkarlar da giderek daralan ekonominin cenderesiyle sıkılmaktadır, ama bu krizden, daha doğrusu son çeyrek yüzyıldaki ekonomik politikalardan en çok mağdur olanın üretici köylülük olduğunu şimdiden söyleyebiliriz. Bu kesimin AKP’nin kırsal alandaki desteği olduğu göz önüne alındığında, bu kesimin hükümetle karşı karşıya gelmesinin, sadece ekonomide değil, siyasal alanda da bir karşılığı olacağını atlayamayız. Sınıf patisi ve emekçilerin ileri kesimleri bunu iyi değerlendirmek, krizin yükünü sermayenin üstüne yıkmak için mücadelede köylülüğe özel önem vermek durumundadırlar.

Öte yandan, böyle bir krizin, AKP’nin emekçilerle karşı karşıya gelmesi, bu karşı karşıya gelişin bir hesaplamaya dönüşmeyle ilerleyeceği gerçeği de göz önüne alındığında (bunun belirtileri Telekom grevi, TEKEL özelleştirmesi, Başıbüyük’teki yıkım gibi olaylarda görülmektedir), krizin, sadece ekonomik değil, siyasal bakımdan da bir dönüşümün önünü açacağı, bu açıdan da önemli sonuçlar doğuracağını şimdiden görmek gerekir.

KRİZİN FATURASINI REDDETME MÜCADELESİNİN BAŞLICA TALEPLERİ

Bu amaçla, işçiler, emekçiler başlıca şu talepleri savunarak, krizin yükünden kendilerini koruyabilirler:

* Dış ve iç borç ödemelerinin durdurulması.

Eğitimden sağlığa, yerel yönetim hizmetlerinden ulaşıma, kazanılmış hakların korunması.

* Ücretlerin aşağı çekilmesine ve TİS’lerin kriz gerekçesiyle oldubittiye getirilmesine izin vermemek.

* Özelleştirmelere karşı mücadele.

* Taşeron sistemine son verilmesi.

* Emekçilerin birikimlerinin (emeklilik, sağlık ve işsizlik fonları gibi) patronlara kredi olarak aktarılmasına, gerekçesi ne olursa olsun, izin vermemek.

* Kıdem tazminatı yağmasının önlenmesi.

* Sendikaların örgütlenmesinin önündeki engellerin kaldırılması.

* Kamuda sözleşmeli personel uygulaması ve performansa göre ücret temelli uygulamalara son verilmesi.

* Köylülüğün gübre, mazot, tohumluk bakımından desteklenmesi ve desteğin doğrudan üretici köylüye yapılması.

* Köylülüğün tarım tekellerinin baskısından kurtulması için gereken önlemlerin alınması.

* Eğitim, sağlık ve tüm diğer kamu hizmetlerinin piyasalaştırılması girişimlerine son verilmesi ve bu hizmetlerin parasız verilmesi.

* İş saatlerinin kısaltılması ve ücretlerin insanca yaşanacak bir düzeye getirilmesi, sigortasız çalışmaya son verilmesi.

* Esnek çalışma uygulamalarına son verilmesi.

* IMF-TÜSİAD programına, halkçı bir ekonomi programıyla karşı çıkılması.

* Kentlerimizi rant alanı olarak gören ‘kentsel dönüşüm’ projelerine son verilmesi ve halkın sağlıklı konutlarda yaşaması için gereken bir barınma programı geliştirilmesi.

* SSGSS Yasası’nın iptal edilmesi ve herkese sağlık, herkese emeklilik sağlayan ve masraflarının Hazine’den karşılandığı bir emeklilik ve sağlık sistemi getirilmesi.

Krizin etkilerinden korunma ve mücadeleyi ilerletmenin, sermaye saldırılarını püskürtmenin ve faturayı patronlara, kapitalist sınıfa kesmenin tek yolu mücadeleden geçmektedir.

****

Sermaye güçlerinin kendi siyasi sistemlerini yenilemek için yaptıkları hamlenin, bir yandan AKP’nin yarattığı kaygılar, öte yandan da statükocu kesimlerden gelen tepkiyle çok zorlandığı, her adımda yeni çatışmalara gebe olduğu açıktır. Ekonomik politikalarda ise, bir çöküşe gidilmektedir. Dahası, piyasacı kapitalizm, küreselleşme politikaları diye ifade edilen ekonomik politikaların çöktüğü, IMF ve Dünya Bankası tarafından bile ilan edilmiştir. Ancak bu alandaki büyük sorunlara karşın, egemenlerin gerek siyaset, gerekse ekonomi alanında yeniden bir yapılanma için seçenekleri hiç de fazla değildir. Dahası, yıpranan eski değerlerin yerine yenilerini koyacak cesaretleri kırılmıştır. Özellikle de ekonomi politikaları bakımından, henüz küreselleşme politikaları tam devreye sokulamadan, bu politikaların dayanağı olan değerler hızla çözülmeye başlamıştır. Bu durum, egemen güçler için tam bir kabus halidir.

Egemenler için açmazlar, değer erozyonları, kuşkusuz ki, emek cephesinin kendi seçenekleri ve kendi değerlerinin yaygınlaşıp itibar kazanması için bulunmaz bir fırsattır.

Krizle, işçi sınıfı ve emekçilerin eylemlerindeki yükselişle, çatışmalarla, kapitalist değerlerde hızlı çözülmelerle kendisini ortaya koyan ‘kıyamet alametleri’, ‘ayakların baş olduğu’ bir Türkiye ve dünya mücadelesi için iyi işaretlerdir.

Bunlar, emek cephesi için yüksek tempolu bir mücadele döneminin habercisidir.

 

kentler, yerel yönetimler ve “yerelleşme”

1980’li yılların sonlarından bu yana siyasi ve iktisadi dönüşümler, açıkça mekânsal göndermeleri olan “küreselleşme” ve “yerelleşme” gibi kavramlarla ifade ediliyor. “Küreselleşme”, en genel anlamıyla emperyalistlerin dünyayı türdeş bir bütün haline getirmek için kullandıkları anahtar bir kavram olurken; “yerelleşme” de, bu genel amaç için küçük mekânsal ölçekler üzerinde yapılacak dönüşümleri ifade etmek için kullanılıyor. Ve aslında bu iki kavramla birkaç on yıldır meydana gelen değişimler hem açıklanabiliyor hem de gizlenebiliyor.

Bütün dünyada en küçük siyasi birimlerden en büyüklerine kadar toptan bir dönüşümü öngören “küreselleşme-yerelleşme” süreci, belki de en tuhaf etkilerini bizim ülkemizde gösterdi. Avrupa ile Uzak Doğu arasında uzanan coğrafyada yer alan, nüfusu 10 milyonu geçen benzer şehirler gibi “küresel kent” modeli olarak görülen ve “küreselleşme” odakları tarafından bu modele nasıl dönüşeceğinin yol haritası çizilmiş olan İstanbul, bu tuhaflığın merkezinde duruyor. Zira İstanbul’un, diğer yerleşim mekânlarını, ulusal sınırlar içinde kalan diğer kentleri olduğu kadar, Ortadoğu kentlerini de peşinden sürükleyecek kadar bir örnek-ivme yaratması öngörülüyor. Mevcut olanın yakılıp yıkıldığı, kamusal mekânları özel kullanıma açmanın yollarının arandığı, işyeri ve konutların zamana yayılarak taşındığı, senelerce uğraşılmış nazım planların yırtılıp atıldığı, yerlerine dönüşüm projelerinin geçirildiği, her kurumun eline etüt edilmiş haritaların verildiği ve bütün bu hengâmede, gelecekte kendisine nasıl uygun bir konumlama yapabileceğini haritalar üzerinden tartışan bir yerli-kentli “iş güç sahibi” kitle ile, İstanbul’un taşının toprağının altın olduğuna inanan yabancı yatırımcı ajanların oluşturduğu bir kalabalık, kentte görülmemiş bir hareket yaratıyor. İstanbul bir şantiyeye dönüştürüldü ve yıkıntıların, molozlarının ortasından “küresel bir kent” yükseltmek için merkezi yönetim, yerel yönetim ve emperyalist tekeller marifetiyle bir koalisyon çoktan kuruldu.

İstanbul dışındaki kentlerde de son yirmi yılda önemli değişiklikler oldu. Bazı Anadolu kentlerinde, genişleyen sermaye hareketi, “Anadolu Kaplanları” denilen yerel bir sermaye sınıfını palazlandırdı, bu sınıfın ihtiyaçlarına uygun bir kentsel düzenleme hızla gerçekleştirilmeye başlandı. Birçok şehirde sermaye birikimini düzenlemek için idari önlemler alındı ve organize sanayi siteleri gibi oluşumlarla, buna mekânsal bir yoğunlaşma da sağlandı. Köy-belde-ilçe düzenlemeleri yeniden gözden geçirilerek, belde olmak için gereken nüfus miktarı 5000’e çıkarıldı. Buna göre, en son gelişme de, geçtiğimiz ay, bir dizi ara yerleşim ünitesinin yeniden köy kategorisine geçirilmesine yol açılırken, eski ilçelerin birleştirilerek ya da mevcut mahallelerin toparlanarak yeni ilçeler oluşturulmasıydı. Buna, 90’lı yılların başından bu yana belediye hizmetlerinin halka sunumundaki değişim, başlıca belediye hizmetlerinin yabancı tekellere özelleştirilmesi, belediyelerin maddi kaynaklarını edinme biçimini düzenleyen kararname, yasa ve yönetmeliklerin çıkarılması da eklenmelidir.

Uzun zamandır unsurları yavaş yavaş ve parça parça ortaya çıkan eğilim, sermayenin başlıca karar organlarının, sermayenin dağılımını kolaylaştıracak siyasi önlemleri almak için idari birimlerde ne gibi düzenlemeler yapılması gerektiğine ilişkin fikirlerine genel bir onay bulmalarına bağlı olarak, giderek netleşen bir gerçeklik haline geldi. ANAP hükümeti döneminde gündeme gelmesine karşın, kentsel değişimlerin, AKP iktidarı döneminde yoğunlaşmasının bir nedeni de budur. Anılan organlarda yıllardır süren görüşmelerin ve etüt çalışmalarının, ancak 90’ların ikinci yarısında nihayet bir sonuç verdiği söylenebilir. AKP hükümeti dönemi boyunca uğraşılan yerel yönetimler yasası da, kendi aralarında, artık, bu konuda uzlaşmış uluslararası emperyalist siyasi birlikler ve finans kurumlarının yol göstericiliğinde; saymak gerekirse; GATS, OECD, IMF’nin niyet mektupları veya yapısal uyum programları, AB katılım Ortaklığı Belgesi, Dünya Bankası tavsiyeleri vb. gibi bir dizi prosedür eşliğinde bir şekle sokuldu.

Peki ama, başta İstanbul olmak üzere, milli misak içindeki kentsel mekânların idari, sosyal, siyasal olarak değiştirilip dönüştürülmesine niçin ihtiyaç duyuluyor? Şimdi yıkılmaya, ortadan kaldırılmaya çalışılan ve modernleştirilmesi gerektiği iddia edilen kentsel düzende hoşa gitmeyen nedir? Ve sahiden, bu girişimler, kentleri modernleştirmeye ve geliştirmeye hizmet edecek midir? Dahası, pek sık işitildiği gibi, “kent yönetimlerinin merkez sultasından kurtarılarak, yetkinin yerel yönetimlere devredildiği” bir “yerelleşme”ye sessiz sedasız boyun eğilirse, bütün kentlerde, bütün kentlilerin karar alma süreçlerine katılacağı “doğrudan demokrasi” mi kurulacaktır? Bu yazı, “yerelleşme” ve “kentsel dönüşüm projesi”yle akla gelen bu sorulara veya “yerelleşme”yle ilgili ileri sürülen olumlayıcı iddialara ayrıntılı yanıtlar verme iddiasında olmasa da, ülkedeki kentleşme pratiğinin şimdiye kadar öne çıkan başlıca özelliklerine, sorunun uluslararası boyutları kapsamına da dikkat çekerek, kısaca değinmeyi amaçlıyor.

MERKEZDEN YERELE

Dünyanın diğer ülkelerinde olduğu gibi, Türkiye’de de, yerel birimlerin yönetimi, merkezi yönetimi oluşturan temel ilkelerden ayrılamaz. 1923’te cumhuriyetin kuruluşu ile başlayan, günümüze kadar değişerek gelen kent yönetimi anlayışı, devletin dönemsel tercihleri ile ve bu tercihleri belirleyen veya etkileyen güncel uluslararası bağlamla yakından ilişkili olmuştur. Başlangıçta kırsal nüfusu kentsel nüfusundan fazla olan ülkede, modern ve Batılı kentler oluşturma çabası, hem iç pazarın kontrollü bir biçimde geliştirilmesini, hem kırsal gelirlerin kentlerde yoğunlaşan sermayeyi düzenli beslemesini sağlayacak kaynak aktarımının rastlantıya bırakılmamasını, hem de kentteki emekçi nüfusun asgari yeniden üretimi için gerekli hizmetlerin düzenlenmesini amaçlıyordu. Geçtiğimiz yüzyılın ikinci yarısında, emperyalizmle siyasal bağlarını koparmış ancak iktisadi bağımlılığını sürdüren ülkeler için emperyalistler tarafından öngörülmüş prensipler kapsamında, Türkiye’de de, kentleşme, kalkınma politikalarına bağlanmıştı. Bu kapsamda egemen bir söylem haline gelen, icrasının, ancak kaynakların dağılımının merkezi kontrolüyle mümkün olabileceği, bölgesel eşitlik, ülkenin en büyük kentlerinden en ücra yerleşimlerine kadar temel kentsel hizmetlerin götürülmesini gerektiriyordu. Aslında bu, “hizmetlerin eşit dağılımı” gibi etkileyici bir tarifle sunulsa da, ülkenin en uzak köylerinin dahi sermayenin dolaşım ağında tutulmasını/bağlanmasını amaçlamak demekti. Ancak sermaye birikiminin yetersizliği, büyük kentsel mekânlarda yoğunlaşma eğiliminin yol açtığı kır ve kent arasındaki dengesizlik kapitalizmin en önemli karakterlerinden birini oluşturduğu için, bölgesel eşitlik, bir mit olmaktan çıkamadı. Kalkınma anlayışı doğrultusunda, kırsal kesim yerleşimlerine yol, elektrik, su dağıtımı, kentlerin alt yapı çalışmalarının tamamlanması gibi temel hizmetler öncelikli ve yakıcı bir sorun olarak görülmeye ve gündeme alınmaya başlanmış; Yol Su Elektrik Kurumu (YSE), Türkiye Karayolları İşletmesi, İller Bankası gibi kurumlar oluşturulmuş olmasına karşın, aydınlatılmamış köyler, karda yolları kapanan yerleşimler, kışın aylarca dünyayla bağlantısı kesilen ücra alanlar bugün bile vardır. Dolayısıyla, bölgesel eşitlik, asla tamamlanamayan bir süreç olarak kaldı. Türkiye’nin metropolüyle herhangi bir Anadolu kenti arasındaki kalkınmışlık düzeyi arasındaki oran, azalacağına giderek arttı.

Cumhuriyetin başlangıcında, kent yönetimleri, üstlendikleri hizmetler için gerekli mali kaynakları büyük oranda merkezi idareden alan düzenlemelerdir. 1950’lere gelinceye kadar, nüfusun ancak dörtte birinin kentli, daha doğrusu belediyelere bağlı yerel birimlerde yerleşik sakinlerden olduğu düşünülürse, kentleşmenin devlet kaynaklı teşviki ve sübvansiyonu anlaşılır olacaktır. Bu yeni kentler, kapitalist gelişme aşamasının başında olan bir ülkede kendilerine yeter bir ekonomiye sahip değildirler. Ülkenin kırsal ekonomisine bağımlılıkları hâlâ sürmektedir. Bu yüzden, kentsel hizmetlerin dağılımının düzenlenmesi, planlanması ve finansmanı tamamen merkezi otoritenin yetkisi dahilindedir. Belediyeler, kentlerde yerel ticaretin ihtiyaçlarını gözeten bir tür düzenleyici gibidirler. Fiyat denetimleri yapar, pazaryerleri açar ve kontrol eder, perakende ticaretin gelişmesi için gerekli mekânsal ayarlamalarla uğraşır. Bunların yanı sıra da çöp toplanması, çevre düzenlenmesi, su işleri, kömür tevzi vb. gibi hizmetlerle sınırlı yeniden üretim görevlerini üstlenmiştir. Yerel yönetimlere konut yapma yetkisi de sonradan sınırlı olarak verilmiştir. 1980’li yıllara gelindiğinde, yerel yönetimlerin gelirlerinin hâlâ ortalama yüzde 35’ini devlet gelirleri, yüzde 18’ini borç ve yardımlar, geri kalan miktarını da öz gelirler oluşturmaktadır.* Ancak borç kaleminde görülen miktarlar da, ya devlete olan borçlanmalardan ya da yerel yönetimle ilgili kurulmuş finans kurumlarından alınan paralardan oluşur.

Kalkınma politikaları doğrultusunda ülkede sanayinin teşvikini, tarımın mekânizasyonunu ve modernleşmesini üstlenen, sosyal hizmetleri merkezileştiren devlet için, kentler de, bütün bu işlevleri üstlenmek için kurulan KİT’ler gibi, gözetilmesi gereken bir birim olarak görülür. Ama elbette, kentlerle KİT’ler arasındaki benzetme bu kadar kurulabilir. Kent, esasen farklı sınıfsal aidiyetleri olan sakinlerinin ihtiyaçlarına ve birbirleriyle ilişkilerine göre dönüşmek ve değişmek zorunda kalan, merkezin, evdeki hesabının çarşıya uymayabileceği hareketli ve canlı bir organizmadır. Zaten, evdeki hesaplarda da karışıklıklar başlamıştır. Egemen sınıf siyasetinin tek bir parti tarafından yürütülmesi devrinin bitmesi, merkezi politikaların yürütücülerinin çoğullaşması, belediyeler arasında siyasal tercihleri de gündeme getirmiş, “bölgeler arası eşitlik” söylemi, iktidar partilerinin, gözdelerini kayırma diğerlerini görmeme yöntemiyle yer değiştirmiştir.

Türkiye’nin çok partili sisteme geçtiği 1950’li yıllar, bir yandan yerel yönetimlerin, hükümetler tarafından siyasal egemenliğin ve yaptırımın bir aracı haline geldiği, siyasi iktidarın kaynak aktarımında kendi yandaşı belediyeleri gözetmeye başladığı, finansmanın cezalandırma-ödüllendirme esasına göre yapıldığı bir dönemi başlatmıştır. İktidardaki siyasi parti için yerel yönetimler, bölgedeki oy oranını güçlendirmenin, yerel halkı, hizmet sunumundaki kısıntı veya artış ile terbiye etmenin aracıdır. Belediye yönetimi muhalefetteki partiden seçilmişse, iktidardaki hükümet dönemi boyunca bu yerel yönetim kuşkusuz oldukça zorlanacaktır.

Diğer yandan, ’50’li yıllar, kentsel nüfus hareketlerinde önemli değişimlerin gündeme geldiği yıllardır. Türkiye’nin yabancı sermayeye açılma hızındaki artış ve bunu kolaylaştıran düzenlemelerin yapılması, büyük kentlerde, özellikle İstanbul’da belirli oranda bir sanayileşmenin gerçekleşmesi, Cumhuriyet’in ilk yıllarında zorunlu olarak kırsal ekonomiyi destekleyen ve köylüyü milletin efendisi ilan eden Kemalist kadroların tercihinin tersine, yeni bir eğilimi gündeme getirdi. Kırsal nüfusun hatırı sayılır bir kısmının hızla kentlere göç ederek işçileşmeye başlaması, kırsal nüfusun azalmasına yol açarken, kentlerde de, çözülmesi gereken devasa sorunlar biriktirmeye başladı.

Şimdi artık kentlere doluşmuş bu nüfusun her şeyden önce düzenli bir geçim olanağına kavuşması, bu yeni işçi kitlelerinin günlük yeniden üretimi için gerekli yatırımların yapılması ve kırsal kökenli nüfusun kültürel bakımdan kente entegrasyonu gibi önemli ihtiyaçları gündeme getiren yoğun göç karşısında, siyasi iktidarın köklü önlemler aldığı söylenemez. Kentin fabrikalarını dolduran ucuz emek gücünün yeniden üretimi için hemen hemen hiçbir şey yapılmadığını söylemek, daha doğru olacaktır. Tersine, bu nüfusun kentin dışında veya fabrikaların yakınında sağlıksız gecekondu konutlar yapmasına zaman zaman şikayet edilmesine karşın ses çıkarılmadı. Gecekondu mahalleleri, genel olarak, görmezden gelindi. Böylece, göçle gelen yeni kent sakinleri için gerekli yeniden üretim maliyeti, devlet tarafından karşılanmak yerine, bu nüfusun becerilerine bırakılmış oldu. Öte yandan, bu kitlenin kente entegrasyonu da pek istenmiyor gibiydi. Geldikleri kırsal bölgeyle organik ilişkileri sürdüğü sürece, köyden gönderilen nevale ve erzak, emekçilerin düşük ücretlerden şikayet etmesinin önünü de kapatabilecekti. Ama daha önemlisi, kontrolden çıkmış göç hareketini en iyi emebilecek sistem, yeni gelen köylülere derme çatma evlerinde ve sofralarında yer açabilecek bir nüfusun kültürel bakımdan değişmeden kalmasıyla sağlanabilirdi. Çünkü bu durum, gecekondulu emekçilerin bir sınıf olarak davranabilmelerinin önünü de kapatıyor, akrabalık ve köylülük ilişkileri içinde dayanışma ağları, sendikal örgütlenmelerin çekiciliğini de azaltıyordu. Türkiye burjuvazisi, sendikalarda örgütlenmeye ihtiyaç duymayan bir emekçi kitlesiyle karşı karşıya kalmaktan kuşkusuz son derece hoşnuttur. Böylece, siyasi iktidar, gecekondu nüfusunu kontrol altında tutabilecek mekanizmaların bozulmadan kalmasını desteklemeyi tercih etti. Sonuçta, gecekondu sakinlerinin akrabalık ilişkileri, feodal bağları, kırsal kültürü, büyük kentlerin işgücü ihtiyacını, devlete herhangi bir yük oluşturmadan karşılamak için bulunmaz nimetti.

Yine de kentin görünümünü bozan, yoksulluğu göze batıran, eşitlik söylemlerini boşa çıkaran, hem sosyal hem de ideolojik sorunlar yaratan gecekonduların varlığına ilişkin politikalar değişkendir. Bunlara yokmuş gibi davranmak, belediye hizmetlerinden yoksun bırakmak, yol, su elektrik sağlamamak, zaman zaman şikayet etmek, bazen mahallelere buldozerler sokarak konduları yıkmaya çalışmak, bazen tapu dağıtmak, bu yasadışı yaşamı bağışlamak vb. gibi, dönemsel olarak değişen tavırlar alınmıştır. Gecekondu nüfusuna ve gecekondulara daha kabullenici yaklaşım, sakinleri oy deposu olarak gören siyasi partilerin, bir takım vaatlerde bulunmaya kendilerini zorunlu hissetmeleriyle ilişkilidir. Gecekondu gerçekliği kabullenilmek zorunda kalındığında ise, bu bölgelere belediye hizmetlerinin götürülmesi de gündeme gelmiştir. Dahası, gecekondululara önce tapu verilmiş, böylece sahip oldukları konut arazisi sınıf atlamaya kapı açar hale gelmiştir. İlk gecekondu mahalleleri, sonradan, çok katlı apartmanların yükseldiği, alt yapısı tamamlanmış semtlere dönüşmüş, sakinlerinin ekonomik durumu arsanın rantından dolayı kısmen iyileşmiştir. Konut sahibi olmanın sosyal güvenlik sahibi olmak yerine geçtiği günümüzde, bir arsaya müteahhidin diktiği apartmandan üç dört daire kazanan gecekondulu, çocuklarının konut derdini, belki emeklilik sorununu ya da günlük geçim derdini çözmüş demektir. Dolayısıyla, gecekondu devlet tarafından pek çok derde deva olarak görülür, çünkü devlet, kendi işini kendi gören gecekondu sakininin hem bugününden hem yarınından kaygılanmak zorunda kalmayacak, emekçilerin nesil olarak yeniden üretimine önemli miktarda kaynak ayırmak zorunda olmayacaktır. Gecekondulunun fabrikada veya hizmet sektöründe ekonomiye kattığı artık da cabasıdır.

Türkiye’de kalkınma politikaları döneminin kentleri, aslında, sermaye sınıfı ve devlet için ucuz, emekçi sınıflar için son derece pahalıdır. Bu dönemde, Avrupa ülkelerinde başlatılan sosyal devlet uygulaması, bizim ülkemizin kentlerinde son derece güdük uygulanmış, emekçilerin sosyal sorunları kendi geleneksel ilişkilerine havale edilerek, çözümsüz bırakılmıştır. Çocukların ve yaşlıların aile ücretiyle bakıldığı, sosyal ihtiyaçların geleneksel mahalle ilişkileriyle tatmin edildiği, kentin kıyısında kalmış bu kitlenin yaşadığı bölgeye, “sosyal devlet” pek ulaşamamış gibidir. Dolayısıyla, kısmen bile olsa, bütün kent sakinleri arasındaki eşitsizlik görünümünü giderecek hiçbir şey yapılmamıştır. Sadece finansmanı merkezden karşılanan ilköğretim ve sağlık gibi sosyal hizmetler, birkaç on yıl, devletin, topladığı vergileri denetleme işlevini üstlenerek kontrol ettiği alanlar olabilmiştir.

Elbette ülke çapında iç pazarın birbirine bağlanması, sermaye yatırımlarına uygun alanlar oluşturulması bakımından gerekli olan yatırımlar yapılmış, emekçilerin işyeri ve konutları arasında gidip gelmelerini sağlayacak yaygın toplu taşıma sorununun çözümüne ilişkin kaygılar duyulmuş ve bunların çözümü yoluna gidilmiştir. Bu arada, göçle birlikte büyüyen işçi sınıfının yanı sıra büyük kentlerde palazlanan orta sınıfın ihtiyaçları da gözetilmek zorunda kalınmış, belediyelere sonradan tanınan konut yapma, imar planı düzenleme gibi yetkilere bağlı yatırımlar, giderek artan otomobilli nüfusun hareket alanını geliştirecek biçimde otoyollar yapma gibi hizmetler üstlenilmiştir.

Sermaye birikimindeki artışa bağlı olarak, üst ve orta sınıfların güçlenmesi, kimi kentsel yatırımların, sadece merkezden ve devlet eliyle değil, bizzat özel teşebbüs tarafından üstlenilmesinin de yolunu açmıştır. Daha çok rant ve kâr getiren yatırımlar olmasına karşın bunlar, büyük kentlerin geleneksel görünümlerini değiştirerek, onları modern kapitalist kentler haline getiren adımlar olmuştur. Eğlence alanları, alışveriş merkezleri, modern konutlar, turistik binalar, kültürel kurumlar vb., burjuvazinin inşa ettiği birçok yapı, kentsel dokuya eklenmiştir. Ancak kâr esaslı bu yapılar, çoğu kere kentlerin imar ve nazım planlarını hiçe sayar. Kentlerin en işlek, en iyi, en manzaralı alanlarını işgal ettikleri için, eklendikleri dokuyu tahrip edip etmedikleri, onları inşa edenler tarafından ve bu sermaye sahibi sınıfın iktidarı tarafından bir kaygı konusu değildir. Bu yüzden, İzmir Konak Meydanı’na Galleria açma girişimi ve İstanbul’da Park Otel inşaatı sırasında görüldüğü gibi, eğitimli orta sınıfın direnişlerine de zaman zaman rastlanmıştır.

1980’li yıllardan itibaren yerel yönetimlerin kaynak kullanımında önemli değişiklikler gündeme geldi. Belediyelere, merkezden kaynak aktarımı giderek azaltılarak kendi gelir kalemlerini yaratmaları dikte edildi. Bu kapsamda alt yapı yapma yetkisi de belediyelere devredildi. Yerel yatırımların yapılmasında, ihaleler ve satın almalarda etkili bir kurum olan ve belediyelere kaynak aktarımında bulunan İller Bankası’nın yavaş yavaş devreden çıkarılması da bu zamana denk düşer. 80’ler Türkiye’deki mevcut yerel yönetim anlayışının terk edilmeye başlandığı yıllardır ve aslında bu tercihte uluslararası burjuvazinin yeni eğilimlerinin etkisi büyüktür.

BÖLEGELERARASI EŞİTLİKTEN YARIŞAN KENTLERE

1970’li yıllarda devrevi krizlerinden birine daha yakalanan kapitalist sistemde sosyal devlet harcamaları, daha doğrusu emekçi kitlelerin yeniden üretimi için merkezi iktidarlar tarafından ayrılan kaynaklar artık yük olarak görülmeye başlanmıştı. Daha o yıllarda sosyal devletin tasfiyesinin planları ve sermayenin dünyanın her tarafında yerel düzeylerde dolaşımının sağlanabilmesi için neler yapılması gerektiği emperyalist odaklar tarafından gündeme alınmaya başlandı. 1973 yılından 1979 yılına kadar GATT-Tarifeler ve Ticaret Genel Anlaşması kapsamındaki Tokyo Raundu oturumlarında tavsiye niteliğinde gündeme gelen kamusal yatırımların özelleştirilmesi, 1980’li yıllardan itibaren giderek daha net formüle edilecek, 90’lı yıllara gelindiğinde ise, finans ve siyasal kurumlarla imzalanan sözleşmelerin vazgeçilmez şartı olarak her fırsatta belirecekti. Avrupa Birliği’nin Türkiye’ye verdiği ev ödevlerinin en büyük kalemini de kamu kurum ve kuruluşları aracılığıyla sağlanan hizmetlerin özelleştirilmesi oluşturdu. Bu süreçte, devletin üstlendiği kamu yatırımlarıyla yerel yönetimlerin üstlendiği hizmetlerin doğrudan doğruya sermayeye devri konusunda, uluslararası tekellerin üst organları, hem gelişmiş ülkeleri hem de gelişmekte olan ülkeleri sıkıştırmaya ve atılan her adımı denetlemeye başladı.

Sermayenin talebi “devlet küçültülsün”, “yetkiler yerel idarelere devredilsin”, “ulus devlet kaldırılsın” gibi terimlerle dile getirildi ve bu kavramlar entelektüel platformlarda gerekçelendirildikten sonra, günlük dile de çevrildi. Yerelleşme üst başlığının altında sıralanan devletin küçültülmesi, ulus devletlerin ortadan kalkması, yönetişim vb. gibi parıltılı sözler, sözde, devletin tepeden inme sultasına karşı, yerel müdahalelere, yerel karar alma süreçlerine ve yerinden yönetime imkan tanıyan bir demokratikleşmeyi ima ediyordu. “Yerelleşme”nin, “küreselleşme” ile esmeye başladığı öne sürülen özgürleşme rüzgarlarının en doğrudan ifadesi olduğu konusundaki kabuller de, bu terimlerin çok önemli ve derin iktisadi çıkarları ve aslında bu dönemin özgürleşme değil tamamen sermayeye teslim alınma dönemi olduğunu başarıyla gizliyordu.

“Ulus devletin küçültülmesi” olarak tabir edilen yenilik, aslında devletin sosyal harcamalardan elini çekmesi, yerel bir sanayi geliştirmek için sürdürdüğü üretici yatırımlardan vazgeçmesi, sermayenin dolaşımını kısıtlayan geleneksel yasa ve uygulamaların ortadan kaldırılarak kamu yararına kurulmuş kurum ve kuruluşların ayrıcalıklarının bertaraf edilmesiydi. Bu, aslında ülkede çok kısmi bir biçimde hayata geçirilmeye çalışılan “bölgesel eşitlik” ilkesine dayalı kalkınma iktisadı döneminin kentleşme anlayışının terk edilmesi talebiydi. Bunun için, süreç içinde, kalkınma iktisadı döneminin kurumları olan Karayolları, YSE, Köy Hizmetleri vb.’nin ortadan kalkması, İller Bankası gibi oluşumların da zayıflatılması gündeme geldi.

Uluslararası sermayenin öngördüğü devlet organizasyonu, kentleri merkezi olarak finanse etmekten, borçlanmaların muhatabı olmaktan, en gelişmiş kentlerden ülkenin ücra kentlerine kadar hizmet götürme sorumluluğundan kurtulmuş bir devlettir. Ve doğal olarak bu, kaynağı kesilen kentlerin kendi kaynaklarını yaratmak zorunda kalmaları anlamına gelir. Bunun, aynı anda başvurulacak iki yolu vardır. Birincisi, yerel yönetimin hizmet sunucu olarak bir tüccar haline gelmesi, halkı da müşteri olarak görmeye başlaması. Fiyat denetimi işlevini bir yana bırakmış yerel yönetimin, hizmetlerin ücretlendirilmesinde elini tutacak kimse olmayacağı için, bu durum, kentsel hizmetlerin kentlilere giderek daha pahalıya gelmesiyle sonuçlanacaktır. İkincisi de, yerel yönetim hizmetlerinin doğrudan sermayeye, son zamanlardaki fizibilite araştırmalarında hizmet sektöründe devasa kârlar bulunduğunu keşfeden uluslararası tekellere devri olacaktır. Halk açısından, bunun sonucu da birincisiyle aynıdır. Bunun yanı sıra sermayenin tercihlerinin kârlılık kaygılarıyla ilintili olması nedeniyle, bölgesel eşitsizliklerin önceki döneme kıyasla görülmemiş ölçüde derinleşeceğini tahmin etmek zor olmaz. Büyük kentlerin hizmet yatırımlarını üstlenecek olan uluslararası tekel, nüfusun daha seyreldiği, hizmetlerin değişim değerinin kullanım değerini aşmadığı, yani kullanıcıya statü sağlayamadığı bölgelerde bu yatırımı yapmaktan, hizmeti üstlenmekten kaçınacaktır.

Ancak sermaye kendisini de bir statü nesnesi haline getirmiştir. Sermaye, bir kenti tercih etmesi için, o kentin sermayenin gelişine kendisini hazırlamasını şart koşmuş, bunu nasıl başaracağını da göstermiştir. GATTS sözleşmeleri, Dünya Bankası belgeleri ve AB normları bunu açıkça belirtir. Kentlerin sermayeyi çekebilecek kadar cazip mekânlar haline gelmesi için, bütün sektörlerin yeniden bakirleştirilmesi, her türlü kısıtlamalarından kurtulmuş sektörlerin sermayeyle gerdeğe girmek üzere hazır bekletilmesi, kentin bütün alt yapısının sermayeye uygun düzenlenmesi ve o kentin görsel bakımdan da değişmesi gerekmektedir. Bu dönüşüm için gerekecek krediler de, yine yabancı sermayeden sağlanabilecektir.

“Küreselleşme-yerelleşme” sürecinin kentlerinin bizzat kendileri de, artık, yaşanacak alanlar değil, değişim değerleri artırılmış metalar haline gelmiştir. Küresel kent ilan edilen İstanbul’un şantiye haline gelmesinin nedeni de sadece budur. Şirketlerin karar merkezleri için dikilen gökdelenler, üst ve üst orta sınıfın yaşam alanları olarak kurulan yüksek güvenlikli ama kentin en iyi manzarasına sahip siteler ve üst sınıf kent sakininin ayakkabıdan beyaz eşyaya, meyveden bahçe düzenleme malzemelerine kadar her şeyi temin edebileceği, restoranlarında, kafelerinde ve sinemalarında vakit geçirebileceği, otomobille ulaşılan yalıtılmış devasa alış veriş merkezleri, ön görülen kent statüsünü artırmaya yönelik olarak son yıllarda hızla yapılandırılmışlardır. Kentin yoksul sakinlerinin iş yerleri ve konutları ise, göz önünden kaldırılması gereken yapılar olarak görülmektedir. Son yıllarda artan gece kondu yıkımları ve fabrikaları, kentin en dış sınırlarına taşıma çabası da, kentin uluslararası sermayeye hazırlandığı bu sürecin bir parçasıdır. Çünkü “küresel kent”, içinde parası olanın yaşayabileceği, kentin gerçek emekçileri için gittikçe pahalanmış, emek gücünün yeniden üretimi için hiçbir kaygının duyulmadığı, bütün sosyal ilişkilerin kapitalizmin “vahşi” dönemini aratmayacak bir pervasızlıkla yeniden kurulduğu bir kenttir. Gecekondu alanları, üzerine kurulu konutlar yıkıldıktan sonra, yeniden değerlendirilerek satılması gereken arazilerdir buna göre. Esasen kentin bütünü bir arazi olarak görülmektedir.

Öte yandan kentteki yıkıp-yeniden satma sürecinden, kentin tarihsel dokusu ve geçmiş kültürle bağlantılar kuran ve hâlâ yaşayan yapıları da nasibini alır. Bütün “küresel kentler” gibi, İstanbul da, ulusal bir tarihe, geçmiş çağlardan bugüne kadar dayanarak gelmiş kültürel anıtlara sahip olmayan New York’un, üzerinde gökdelenler yükselen Manhattan’ına benzetilmek istendiği için, kentin kendine özgü tarihsel silüeti ciddiye bile alınmaz. Emperyalist kent estetiği, kentlerin silüetindeki özgünlükleri dışlar, eski kültür merkezlerinin, tiyatro binalarının, sinemaların vb. geleneksel binaların kent merkezindeki görünümünden rahatsız olur. Bunları bir an önce yakıp, yerine daha büyük hacimli, kültürel değil ama rantsal getirisi çok olan binalar yapmayı amaçlar. Kültürün, kâr getiren bir endüstri olarak kurumlaştırılması çabasına koşut bir gelişimdir bu.

İstanbul, içinde yaşayan, üreten, kendi özgünlüğünü kente yansıtan bir halkın, ülkenin işçi sınıfının göz bebeği olmamalıdır, bu hesaba göre. Sahip olunması hoşnutluk üreten bir meta, ama bu hoşnutluğu ancak büyük sermayenin duyabileceği emekçisizleştirilmiş bir finans merkezi; ya da akışkanlığın yüksek ama yerleşimin sorunlu olduğu bir fast food kent. Sonuna kadar pazarlanan, sonra yeniden pazarlanan bir kent.

Bütün bunlar olurken, ülkenin diğer kentlerinde de, İstanbul kadar yoğun olmasa da, belirli ölçüde bir dönüşüm yaşanmaya başlandı. Kuşkusuz bu süreçte en önemlisi, kentlerdeki belediye hizmetlerinin yavaş yavaş özelleşmeye başlamasıdır. Su ve atık hizmetleri, çöp toplama vb. gibi temel kentsel hizmetler kimi kentlerde görücüye çıkarıldı ve bunlar yabancı tekellere sunuldu. Örneğin sadece 2000’li yıllara gelmeden kısa bir süre önce, Antalya Büyükşehir Belediyesine 100 milyon dolarlık kredi açan Lyonnaise des Aux adlı bir Fransız tekeli, Antalya suyunun işletmeciliğini 10 yıllığına aldı. Isparta Belediyesi katı atık tesisi müşavirliği, Fichtner ve Tugal çevre teknolojileri konsorsiyumunun oldu; Erzurum ve Samsun kentsel katı atık ihalesi Alman firmalarının üzerine geçti; İzmir, Denizli, Trabzon-Rize hattı, Zonguldak atıkları da yabancı firmaların eline geçti vb.* Bu liste elbette eksiktir, ayrıca aradan geçen 10 yıllık süreci içermez. Ülkenin, kamu malı olan büyük sanayi tesislerinin yanı sıra yerel yönetim hizmetlerinin en kâr getiren türleri, en rantabl olan yerel yönetimlerden, sessiz sedasız özelleştirilmiş bulunuyor. Son dönemlerde, belediyelerin birer ihale kurumu gibi çalıştığını, uluslararası sermayenin kentlerin çoğunda konuşlandığını söylemek, bu durumda çok abartı olmayacaktır.

Bunun yanı sıra AKP hükümeti döneminde çıkarılan yasalarla kentsel arazinin metalaştırılması da kolaylaştırmıştır. Orman Yasası, Maden Yasası, SİT Yasası gibi birbiriyle ilişkili maddeler içeren yasalar, hazine arazilerini ve ormanlık araziyi olduğu kadar, tarihsel kalıntı arazilerini de satılabilir bir duruma getirmiştir. Bu, kentlerin doğal veya kültürel varlıklarının da artık kâr uğruna elden ve gözden çıkarılabileceği, köksüz, geleceksiz ve insansız siber kentlerin kurulmak istendiği anlamına gelir. Başbakanın en son, tarihi binaları otel yapmak istediğini beyan etmesi de bu konsepte uygundur.

Kısacası “küreselleşme-yerelleşme” sürecinde sermayenin değiştirmek istediği eski kent, aslında, prensipte, emekçi sınıfların bir sınıf olarak yeniden üretimini az çok gözetmiş olan kenttir. Kentler, geçen yüzyılda, bu kentleşme anlayışını şu veya bu ölçüde yansıtmış olabilirler. Ama kentlerin insan odaklı düzenlenmesi anlayışı, lafızda bile olsa, üzerinde mutabakat sağlanan bir anlayıştı. Bugün ise, tamamen sermayenin çıkarlarına uygun, kentin metalaştırıldığı, kentlerin eşit gelişiminin değil birbiriyle yarışının körüklendiği, kent emekçilerinin ihtiyaçlarının gözetilmeyeceği, üstelik düzenlemenin can yakarak sağlandığı bir sürece girilmiş durumda. Üstelik sermaye, “yönetişim” adı verilen bir yönetme biçimiyle, kentlerin karar alma süreçlerinde halk iradesini tamamen dışlayacak biçimde, kendisine büyük bir koltuk da talep ediyor. Kırtasiye işlemleri görmeye indirgenmiş yerel bürokrasinin, kentte yatırım yapan sermaye temsilcilerinin ve sermaye çıkarlarıyla uyumlu sivil toplum kuruluşlarının oluşturduğu belediye meclislerinin yönetiminden oluşacak kent yönetimi anlayışı, küresel sermayenin işlerini kolaylaştırmak gibi bir işlevi üstlenecek. Yerinden yönetim ve doğrudan demokrasinin örneği olarak gösterilen “yönetişim” modeli, gerçekten de, sermayenin, kentleri yerinden ve doğrudan kontrol etmesine ve yönetmesine olanak sağlıyor.

Fakat elbette “yerelleşme” tamamlanmış bir süreç değildir. Çünkü kentler, yukarıda da değinildiği gibi, farklı sınıf aidiyetlerine sahip sakinlerin karşılıklı ilişkilerinin düzeyi, egemen sınıflar aralarındaki çıkar çelişkileri, emekçilerin ülke çapındaki örgütlülük düzeyi gibi faktörlerle yapılanan; canlı ve hareketli birer organizma olduklarından, bu sürecin nasıl tamamlanacağı, sadece sermayenin niyetleri ve projeleriyle belirlenmez. Uluslararası sermayenin yasalardan daha çok ayağına dolanan da, kent emekçilerinin kentteki dönüşüm konusundaki tutumudur. Birçok yasa, sermaye akışını kolaylaştıracak biçimde değişti; merkezi yönetim, kentleri, uluslararası sermayeye tamamen açtı, ama kentlerin sermayeye açılıp açılmayacağına karar verme yetkisi kent emekçilerinden başka kimsenin elinde değildir. Şimdilik işyerleri yıkılan, gecekonduları başlarına geçirilen gecekonduluların muhalefetiyle ve TMMOB gibi meslek odalarının itirazıyla karşılaşan kentsel dönüşüm projesine daha geniş bir karşı koyuşun örgütlenmesi, alternatif kent özleminin bir bilinç haline getirilmesi için şarttır. Emekçi sınıflar için az-çok yaşanabilecek bir kentin özelliklerine ilişkin genel anlayış yakın geçmişteki deneyimlerden çıkarılabilir. “Yerelleşme”nin sonucunda ortaya çıkacak resminse, göz önünde sürekli olarak bulundurulmasında kuşkusuz büyük bir yarar vardır.

YAŞANILIR KENTLER İÇİN

Yaşanabilir bir kentin, her şeyden önce, içinde yaşayan emekçilerin gündelik hayatını kolaylaştıracak bir nitelikte olması, işyeri zamanı ile iş dışı sosyalleşme ve eğlenme ihtiyaçlarına ayrılan zaman arasındaki dengeyi mekânsal bakımdan kolaylaştırıcı kılması gerekiyor. Bu, emekçinin emek gücünün maliyetinin, hem kendisinin, hem ailesinin, hem de ait olduğu sınıfın bir parçası olduğu gözetilerek karşılanabilmesi için yüklü bir sosyal harcamayı gerektirir. Emek gücü maliyetinin donmuş ve zamanla değişmeyen bir miktarla ya da sınırlı geçim malzemeleriyle karşılanabileceğini düşünmek, baştan bu dengenin ciddiye alınmadığını gösterir. Çünkü insanın günlük ihtiyaçları, onun kişisel gelişimine, sosyal ilişkilerinin çeşitlenmesine, teknolojinin ilerlemesine bağlı olarak sınır tanımadan artar. Her emekçiye yeterli yaşam alanı sağlayan aydınlık konutların yapılması, kolay ulaşılabilen eğlence ve dinlenme mekânları, iş dışı kişisel gelişime yönelik eğitim kurumları, ücretsiz katılınabilen kültürel etkinlikler, çocukların sağlıklı ve eğitimli yetiştirilmesi için parasız eğitim ve sağlık, gelecek güvencesi, kadınların çalışma ve annelik süreçlerini uyumlulaştıran kolaylaştırıcı destekler, ücretli tatil hakkı vb. gibi her insanın günlük hayatını kolaylaştırıcı önlemler, emekçinin ailesiyle birlikte sağlıklı bir günlük hayat geçirmesinin öncelikli koşullarındandır. Ne yazık ki, bizim ülkemizin emekçileri için, bu, “Amerikan hayat tarzı” propagandasının yapıldığı reklam afişlerinde veya filmlerde rastlanan türden bir görüntüdür. Tıpkı Amerikan emekçilerinin çoğu için olduğu gibi, bu ülkenin emekçileri için de hayaldir bu hayatlar. Ama eninde sonunda emekçileri cezbeden bir içeriğe sahiptirler; mutlu, sağlıklı, doygun bir hayat. Kısacası her emekçi böyle nitelikli ve doygun bir hayata kavuşmak ister.

Yakın geçmişte, emekçilerin iktidara geldiği Sovyetler Birliği’nde, aslında, nitelikli bir gündelik hayatı esas alan insan odaklı kentler oluşturuldu. Emekçilerin yüzlerini Sovyetler Birliği’ne dönmesinden tedirgin olan Avrupa burjuvazisi de, kendi ülkelerindeki emekçi sınıfları sömürerek elde ettiği devasa artı değerden ve geçmişte sömürgelerden elde ettiği birikimlerden bir miktarını sosyal kurumlar oluşturmak için ayırmak zorunda kalmıştı. Ancak bu, emekçilerin bu ülkelerdeki örgütlü gücünün denetimi altında gerçekleşen bir sosyalleştirmeydi.

Bizim ülkemizde ise, emekçilerin örgütlü gücünü kırmak, yeniden üretim maliyetini bizzat emekçiye ve onun geleneksel sosyal çevresine yıkmak için, burjuvazi ve devleti elinden geleni yaptı. Sınıfı, sağlıklı sosyal konutlarda yaşamaya layık görmediği için gecekondulara tıktı. Yaşlılar ve çocuklarla ilgili sosyal politikaların yanından geçmeyerek, bu türden ihtiyaçları aile ücretine dahil etmedi. Böylece işçi sınıfının, gerçek anlamda kentli ve modern bir sınıf olmasını sermayenin çıkarları doğrultusunda engelledi. Göç kökenli işçi ailelerinin yeniden üretiminin, kendi doğal çevrelerine ve geleneksel cemaat ilişkilerine bırakılması, çoğunlukla bu ilişkileri bir varoluş biçimi olarak gören, geleneksel ilişkileri için harcadığı çabayı külfet olarak görmeyen emekçiler tarafından önemli bir sorun olarak da görülmedi. Fakat bu, işçi sınıfının birleşmesini zorlaştıran bir sorun olarak var olmaya devam etti.

Halbuki, modern emekçiler arasında kentli olmanın, geleneksel ilişkilere sığınmaktan değil, sınıf dayanışmasının sağlayacağı güvenceye sahip çıkmaktan geçtiği anlayışının yaygınlaşması gerekmektedir. Çünkü modern ve emekçilerin ihtiyaçlarına uygun bir kent örgütlenmesinin önündeki en büyük engel, aynı zamanda bir sınıf tavrı göstermenin de en büyük engeli olan, bu geleneksel ilişkilerdir.

Modern bir sınıf gibi, emek gücünün maliyetini yükseltmek, emek gücünün yeniden üretiminden burjuvaziyi sorumlu tutmak yerine, cemaat ilişkilerinden gündelik çözümler arayışına girmek, içinde yaşanılan kenti, emekçiler için daha pahalı bir kent haline getirmekten başka bir şeye yaramaz. Karşılığını burjuvazinin ödemediği yeniden üretim için harcanan her kuruş, emekçi ailelerinin cebinden çıkıp, sermayenin kasasına akmaktadır. Böylece, kent, emekçiler için pahalı hale geldikçe, sermaye için ucuzlamaktadır.

Yaşanabilir kentin yaşanabilir bir dünyadan ayrı, ondan kopuk olmayacağı açıktır. Sonuçta, her dönemin kenti, o dönemde dünyada yaşanan ilişkiler ve siyasal bağlam tarafından da belirlenir. Bu bakımdan, “yerelleştirme” savunucularının ileri sürdüğü gibi, yerel sorunlara müdahale edebilir olmak, bir kentin istenildiği biçimde değiştirilmesi için yeterli olmaz. Tersine, yerel sorunlara müdahale olanaklarının yaratılması, çoğu kere, kent sakinlerini merkezi politikalara katılım olanağından uzak tutmak ve ufuklarını sınırlamak amacını taşır. Kentlerin düzenlenmesini etkileyen politik kararlar, yerel düzeylerde değil, esas olarak merkezi düzeylerde alınır.

Bu bakımdan, burjuvazinin kentlere saldırısını püskürtmek için, örneğin, sadece canı yanan konduluların ses çıkarması yetmeyecektir. Bütün emekçilerin, kentsel yaşam alanlarına sahip çıkmak ve kentlerde emekçilerin gerçek dönüşüm programlarını hayata geçirebilmek için, her şeyden önce kendi güçlerine, kendi örgütlülüklerine güvenmekten başka şansları kalmamıştır. Bir gün Sulukule’de, bir gün Başıbüyük mahallesinde, bir başka gün Okmeydanı’ndan duyulan buldozer ve ekskavatör seslerine karşı yapılacak en iyi şey budur.

KAYNAKÇA:

Birgül Ayman Güler, Yerel Yönetimler, TODAİ, 1998

H. Tarık Şengül, Kentsel Çelişki ve Siyaset, Demokrasi Kitaplığı, 2001

Yaşar Hacisalioğlu, Küreselleşme Mekânsal Etkileri ve İstanbul, Akademik Düzey Yayınları, 2000

David Harvey, Sosyal Adalet ve Şehir, Metis, Çeviren: Mehmet Moralı, 2003

Mike Davis, Gecekondu Gezegeni, Metis, Çeviren: Gürol Koca, 2007

Kürşat Bumin, Demokrasi Arayışında Kent, Kürşat Bumin

Genel İş-Emek Araştırma Dergisi, 2001/1

Genel İş-Emek Araştırma Dergisi, 2002/1

Genel İş-Emek Araştırma Dergisi, 1999/2

Hizmetler Ticaretinde Küreselleşme – GATS, DİSK-Genel İş, 2002

TMMOB 18 Kasım 2006 Kentsel Dönüşüm Sempozyumu Kitabı

Katılımcı Demokrasi, Kamusal Alan, Yerel Yönetim (Derleme), Demokrasi Kitaplığı, 1999

Selim Yılmaz, Sıra Kamu Çalışanlarının Artı Değerinde, Kızılcık Dergisi, 30 Haziran 2003


* Yerel Yönetimler, Birgül Ayman Güler, TODAİ, 1998, sf. 148

* Genel-İş Emek Araştırma dergisi 1999/2

geleneksel inkârın ‘gelenek’sel tekrarı!

Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren, egemen sınıflar, sömürü ve baskı düzenini devam ettirmek için yığınları birbirine düşürme, kendi zemininde suni çatışmalarla düzene yedekleme çabasına girmiştir. Türkiye egemen sınıflarına has değildir. Sömürü düzenin mevcut olduğu her toplumda, sahte düşmanlar, abartılmış tehlikeler ve düzen zemininde saflaşmalar yaratılır. Egemen sınıflar, iktidarlarını, –bazen suni, bazen gerçek sorun ve sıkıntılardan kaynaklanan– bu düzen içi çatışmalar, saflaşma ve düşmanlıklar üzerinden kurar.

Egemen sınıflar için mesele; bu saflaşmaları düzenin sınırları içerisinde tutabilmek, ‘muhalefet’i de kontrol altına alabilmektir. Eğer laiklik tartışılacaksa; iki taraf da, kapitalizmin sınırlarını aşmayan, dahası, doğrudan sosyalist olmasa bile, demokratik/sosyalist mücadeleye hizmet etmeyecek bir noktada olmalıdır. Böylesi bir laiklik tartışması egemen sınıflar için mubahtır; sakıncasızdır; hatta elzemdir. ‘Sol’, ‘sosyalist’, muhalif güçler de, anti-emperyalist, demokratik, anti-faşist devrimci bir programın parçası olarak laiklik talebiyle mücadele etmek yerine, görünüşte ‘devrimci’ laflar edip, egemen güçler arasındaki çatışmada düzen içi güçlere yedeklenirse, onunla aynı hatta savrulursa, ne ala memleket!

GİRİŞ

Ülkemizde, milliyetçilik, yıllardır toplumu yönetmenin, halkları bölüp parçalamanın temel argümanlarından birisi olagelmiştir. Egemen güçlerin farklı fraksiyonları, halktan daha fazla oy alabilmek adına milliyetçilik konusunda yarıştan geri durmamışlardır. Sınır ötesi operasyonlarla birlikte yükselen şoven milliyetçi dalga, bu yarışı daha da hızlandırdı. Dahası yarışa katılmayanları, yarışta biraz geri kalanları “hain” ilan etmeye kadar vardırdı. ‘Sol’da yer aldıklarını söyleyenlerin büyük bir kesimi de, bu furyadan payına düşeni aldı. ‘Yeni’ tez ve görüşlerle bu ‘furya’ya ‘ayak uydurdu’; düzen içi bir mevziiye geçişi son noktasına vardırdı. Ya ‘teröre karşı mücadele’ kervanına katılacaksın ya da terörist ilan edileceksin baskısına teslim oldu!

Egemen sınıfların; Kürt halkını, –şimdilik henüz tüm Türkiye halkını değil belki, ama– buz gibi havada panzerden su sıkılan Tekel işçileri örneğinde olduğu gibi halkın uyanan ve hareketlenen kesimlerini, devrimcileri, demokratları ve işçi sınıfının devrimci öncüsünü terörist/bölücü ilan etmek, onları yığınlardan tecrit etmek için yükselttiği bu saldırı dalgasından, solun, ‘sosyalistlerin’ ve muhalif kesimlerin etkilenmemesi düşünülemezdi. ‘Normaldir’, nesnel koşulların ‘sol’daki yansımasıdır; ancak bu boyutlardaki bir etkide öznelliğin de ciddi bir payı vardır!

Şoven milliyetçi dalga, yıllardır süren Kürt sorunu ve sorun üzerinden yaratılan kamplaşma, ‘sol’un içinde bulunduğu reformist, revizyonist platformu daha da derinleştirdi. Marksizm-Leninizm’in en temel tezleri ‘sol’culuk, ‘sosyalistlik’ ve değişen koşullar adına inkar edildi. Aslında pratik-politik platform teorileştirildi. Yüz yıllık reformist, revizyonist ve sosyal-şovenist tezler yeniymiş gibi ‘piyasa’ya sürüldü.

Sosyal-şoven bir yaklaşımla ortaya atılan ‘yeni’ tezler oldukça çeşitli. Ancak içlerinde en pervasızı ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını (UKKTH), emperyalizmin girdiği yeni dönemde “geçersiz”, dahası “emperyalizmin çıkarlarına hizmet eden bir hak” olarak ele alan, ezilen ve baskı altına alınan ulusların mücadelesini; kendi kaderini tayin hakkını kazanma yoluna girdiği için ‘düşman’ ilan eden ‘yeni’ tez ve açılımlardır. Bu ‘yeni’ tezin sahipleri, ezilen ulusların ve asıl ‘dert’ olan Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkının artık geçersiz olduğunu ‘kanıtlamak’, dilini ve kültürünü özgürce kullanma ve varlığının tanınması mücadelesini “ikincil önemdeki”, hatta koşullar gereği “gereksiz” bir mücadele olarak ilan etmek için “halkların kardeşliği”, “işçi sınıfının mücadelesi” vb. genel doğruları sanki ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı bunlarla çelişiyormuş gibi yineleme ihtiyacı duyuyorlar.

UKKTH’nı “geçersiz” ilan eden yazar ve ‘teorisyen’lerimiz, ulusal hareketlerin ilerici nitelik taşıyabilme olanağını dışarıda bırakarak, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkının gerici, emperyalizmin çıkarlarına uygun bir ‘hak’ haline geldiğini, dolayısıyla sosyalistlerin kendi kaderini tayin hakkını savunmaması gerektiğini söylüyorlar. Buna göre, bir “taktik ilke” olarak savunulan ulusların kaderlerini tayin hakkı, yeni koşullar gereği –SSCB’nin ve sosyalist bloğun dağılması sonucu– savunulmaması gereken bir “taktik ilke” haline gelmiştir. Kurulan mantığa göre; yalnızca “taktik bir ilke” olan ulusların kaderlerini tayin hakkı; bölücü, Türk ve Kürt emekçilerin birlik ve mücadelesini engelleyen bir ilke haline gelmiştir; dolayısıyla yerini “sınırların değişmezliği” ilkesine bırakmalıdır.

UKKTH’NI İNKAR KİME HİZMET EDER?

Tarihsel bir kategori olan ulus, kapitalizmin doğuşuyla beraber ortaya çıkmıştır. Ulusal hareketlerin ortaya çıkması için kapitalizmin gelişmesi, en azından feodalizmin bağrında kapitalist ilişkilerin ortaya çıkmasını öngören nesnel koşulların belirmesi gerekmiştir. Bu nesnel koşullar ki; tarihin tekerleğinin peşinden yürüyen burjuvazinin güçlenip feodal sınıflardan iktidarı almasında başat rol oynamıştır. Ancak bugünden bakıldığında, burjuva/ulusal hareketi doğuran nesnel koşullar ortadayken, 18. yy. ve 19. yy. “ulusal hareketlerinin anlamsız” olduğunu söylemek hiç kimsenin aklına gelmemiştir. İş günümüze gelince, egemen sınıfların baskı ve zorbalığı somut/güncel bir hal alınca, emperyalizmin kendi karşıtını –sosyalist ve ulusal tepkileri– sürekli ve sürekli yaratmak zorunda olduğu, emperyalizm emperyalizm olarak kaldıkça başka türlüsü de mümkün olmadığı halde, ulusal hareketlerin ilerici niteliğini[1] ve ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını inkar etmek nedense birden akıllara gelivermiştir!

***

Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını gündemden düşmüş ilan etmek için bu ilkeyi ifade ettiği anlamdan uzaklaştırmak, açıkça söylemek gerekirse, çarpıtmak gerekir. Çarpıtma, UKKTH meselesinde iki ayrı sorunun birbirine karıştırılmasında başlıyor. Birincisi; ulusların kaderlerini tayin hakkı nedir, her zaman geçerli bir ilke midir? İkincisi; proletaryanın devrimci mücadelesi açısından ezilen ulus nasıl örgütlenmeli, kaderini nasıl tayin etmelidir? Bu iki sorun birbirine bağlı, ancak ayrı sorunlardır. Ulusun kendi kaderini tayin hakkı, yani ayrılma hakkı vardır. Ancak proletaryanın çıkarları ayrılmakta veya tek bir devlet çatısı altında yaşamakta olabilir. Stalin sorunu şöyle ifade eder:“Ulus, kaderini serbestçe kararlaştırma hakkına sahiptir. Onun, elbette öbür ulusların haklarını çiğnemeksizin istediği gibi örgütlenme hakkı vardır. Bu, tartışma götürmez.[2]

UKKTH, ulusun kendi kaderini serbestçe belirleme hakkıdır. Kısacası, ayrılma dahil, geleceğini bizzat kendisinin belirleyebilme hakkıdır. Ulus isterse ayrı bir devlet çatısı altına örgütlenebilir, isterse diğer ulus ya da uluslarla aynı devlet çatısı altında yaşayabilir. Tartışmanın birinci yönü budur: UKKTH tartışma götürmez bir haktır. Ulusların kendi kaderini tayin hakkının “gündemden düştüğünü” öne süren Gelenek yazarlarına göre ise, bu hak “tartışma götürür”!. Kürt halkı baskı ve zulme karşı mücadelesinde sosyalizmi hedeflemediği sürece, –söylenene göre– kendi kaderini tayin hakkıyla sınırlı kaldığı sürece, emperyalizmin değirmenine su taşır. Bu anlayışa göre, sosyalist olmayan hiçbir hareket, anti-emperyalist veya demokratik, dolayısıyla ilerici olamaz. Buna göre, UKKTH ‘tartışma götürür’, tartışılmalıdır; öyle ki, UKKTH fetişleştirilmesin: “Sorun ulusların kaderlerini tayin hakkını bir siyasi fetiş olarak görmekte, onu bu fetişleştirmeyle siyasi bir taktik mertebesinden teorik bir ilkeye terfi ettirmektedir.[3] UKKTH fetiş haline getirilmemelidir! Amaçlanan, soyut bir fetişizme, yani körü körüne bağlanmaya karşı mücadele değildir. Mesele, UKKTH’nın önemini yitirdiğine, onun gereksizleştiğine ve gündemden düştüğüne varabilmektir: “Sınıflar mücadelesinde üçüncü bir tarafı veri alan UKKTH kavramı bu durumda gündemden düşmektedir[4]. Gelenek yazarlarının, UKKTH’nın kullanılması bir yana, sözünün edilmesine dahi tahammülleri yoktur: Söylediklerine bakılırsa, “Ayrılma hakkının kullanılması değil, tanınması dahi, abesleşmiştir.[5]Gerekçe”leri var; göreceğiz.

***

Tartışmanın ikinci yönü de şudur: Eğer ulusun çoğunluğunun ve her şeyden önce de proletaryanın çıkarları göz önünde tutulursa, nasıl örgütlenmeli, gelecekteki kurtuluşu hangi biçimler almalıdır?

Ulusun kendi kaderini tayin hakkı vardır. Ancak proletarya ulusun kendi kaderini hangi yönde tayin edeceğine kendi politikası doğrultusunda müdahale etmek zorundadır. Proletarya ulusun kendi kaderini tayin hakkını tanır, ancak eğer ulus, kendini, ulusun çoğunluğunun, yani proletarya ve emekçi kitlelerin, halkın çıkarlarına ters düşecek şekilde örgütlüyorsa, proletarya buna karşı çıkar; emekçilerin çıkarlarının “burjuvazinin peşine takılmakta” olmadığını, “proletaryanın bağımsız politikasında” olduğunu açıklar ve bunun için mücadele eder.

Ulusların (özellikle Kürt ulusunun) kendi kaderlerini tayin hakkını kabul edersek –diye düşünüyor UKKTH’nı inkar eden ‘teorisyen’lerimiz–, ulus geleceğini proletaryanın çıkarlarına uygun bir şekilde örgütlemeyi kabul etmeyecek olursa, ne olacak? Böyle bir ihtimal karşısında, ‘teorisyen’lerimiz, UKKTH’nın artık kabul edilemez olduğunu, artık “geçersizleşmiş bir ilke” olduğunu iddia ediyorlar.

UKKTH’nı inkâr eden ‘teorisyen’lerimiz, soyut bir birlik savunusuyla, Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkını inkar ediyor. Gerekçe de, “işçilerin ortak mücadelesi”, “emperyalizme karşı mücadele” vb. Evet; halklar birlik olmalıdır, ama nasıl? Ezen ulus işçileri UKKTH’ı tanımadan, ezilen ulus işçilerinin demokratik taleplerine sahip çıkmadan birlik olabilir mi, enternasyonalizmden bahsedilebilir mi? Gelenek yazarlarının savunduğu birlik, UKKTH’nı içermeyen; ezen ulus işçilerinin Kürt halkının ayrılma hakkını tanımadığı, Kürt halkına yönelik saldırılara nasıl olsa “sosyalizmde çözülecek” diyerek ses çıkarmayan bir birliktir.

‘Teorisyen’lerimiz, “birliği” savunma adına UKKTH’ı gereksiz buluyor ve inkar ediyor. Lenin, bu konuda, yaklaşık 100 yıl önce şunu söyler: “Biz onların (ulusların) kaynaşmasından yanayız, ama şimdiki durumda ayrılma özgürlüğü olmadan, zorla kaynaşma ve ilhaktan, gönüllü kaynaşmaya geçiş olamaz. … Bütün uluslar sosyalizme varacaklardır – bu kaçınılmazdır, ama hepsi tamamen aynı yoldan varmayacak.[6]

SSCB’nin kuruluş sürecine baktığımızda, ulusların kaderlerini tayin hakkının nasıl anlaşılması gerektiğini daha iyi görebiliriz. Finlandiya, SSCB’ye katılmama, ayrı bir kapitalist devlet olarak örgütlenme yönünde görüş bildirir. Ulusların kaderlerini tayin hakkı gereği, Finlandiya ulusu (kendi burjuvazinin oyununa gelerek) SSCB’ye katılmak istememiştir, saygı gösterilir. Ayrı bir devlet kurma hakkı vardır. Ancak proletaryanın bu hakkı tanıması, burjuvazinin çözümünü onaylayacağı, sessiz kalacağı anlamına gelmez. Proletarya (başta Finlandiya komünist partisi), tüm gücüyle birlik yönünde propaganda faaliyetinde bulunur ve çaba gösterir. Bu çabaya rağmen, ulusun çoğunluğu ayrı bir devletten yanaysa ya da birlikten yana mücadeleyle kendi hükümetlerini devirmeye gücü yetmiyorsa, ulusun kendi kaderini tayin hakkı gereği, ayrı bir devlet hakkı tanınmak zorundadır ve tanınmıştır.

Tersten anlamaya hacet yoktur. Ulusun kendi kaderini tayin hakkı vardır, ancak bu hakkın kullanış biçimi her zaman proletaryanın çıkarlarına uygun düşmeyebilir. Proletarya bu hakkın kullanımını tanımakla beraber, hakkın kullanılış biçiminin proletaryanın çıkarlarına uygun olarak gerçekleşmesi için çaba gösterir. Stalin, bu konuda Tatarları örnek vererek şöyle der:

Kafkas-ötesi Tatarları, ulus olarak, diyelim ki kendi diyetlerinde toplanabilir ve kendi beyleri ve mollalarının etkisi altında, ülkelerinde eski düzeni yeniden kurabilir, devletten ayrılmalarını kararlaştırabilirler. Kendi kaderini kendisinin tayin etmesi maddesi uyarınca, buna yerden göğe kadar hakları vardır. Ama bu, Tatar ulusu emekçi katmanlarının çıkarına uygun düşecek mi? Sosyal-demokrasi ulusal sorunun çözümünde, beylerin ve mollaların, yığınları kendi arkalarından sürüklemelerine kayıtsız kalabilir mi? Sosyal-demokrasi işe karışmamalı ve ulusun iradesi üzerinde belgin bir yönde etkide bulunmamalı mı? Sorunu çözmek için en elverişli bir plan formüle etmemeli mi?[7]

Ulusun kendi kaderini tayin hakkının kayıtsız, koşulsuz kabulü, proletaryanın tayin hakkının her türden kullanılışına sessiz kalacağı anlamına gelmez. Proletarya çıkarları doğrultusunda müdahale eder. Bu çaba, birlikten veya ayrı bir devletten yana olabilir. Bunun biçimini somut tarihsel koşullar belirler.

Gelenek yazarlarıysa, Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkının geçersizliğini buradan açıklıyor. UKKTH, işçi sınıfının çıkarlarıyla uyuşmadığı zaman geçersizdir; kabul edilmezdir diyorlar: “Emperyalizme karşı mücadele etmeden, enternasyonalizmi savunmadan, işçi sınıfının ve sosyalist devrimin çıkarlarını düşünmeden, sırf kendi kaderini tayin etmek için bir ulusun kendi kaderini tayin hakkını kullanmasını sol destekleyemez”.[8]

Stalin’in verdiği örnek önemlidir. Mollaların etkisi altındaki Tatarlar “Emperyalizme karşı mücadele etmeden, enternasyonalizmi savunmadan, işçi sınıfının ve sosyalist devrimin çıkarlarını düşünmeden, sırf kendi kaderini tayin etmek için” bir mücadeleye girmiş bulunuyorlar. İşçi sınıfı böyle bir mücadelenin parçası olamaz, buna destek veremez. Tüm güçleriyle (başta Tatar işçi sınıfı olmak üzere) Tatar molla ve beylerin etkisine karşı savaşır, birlikten, demokrasi ve sosyalizmden yana tutum sergiler. Ancak sonuçta, Tatar ulusu, “kendi beyleri ve mollalarının etkisi altında, ülkelerinde eski düzeni yeniden kurabilir, devletten ayrılmalarını kararlaştırabilirler. Kendi kaderini kendisinin tayin etmesi maddesi uyarınca, buna yerden göğe kadar hakları vardır[9].

Kürt ulusal mücadelesinin durumu, zaten, Tatar mollalarının durumundan farklıdır. Türkiye egemenleri, Cumhuriyetin kuruluşundan beri uyguladıkları ulusal baskı siyasetiyle, Kürt halkının kimliğini, dilini ve kültürünü tanımamış, tanımak bir yana baskı altına almıştır. Kürt ulusu yok sayılmış, Kürtler Türk ulusunun ögelerinden birine indirgenmiştir. On yıllardır süren egemen sınıfların baskı ve zulmü Kürt halkını mücadeleye ve direnişe itmiştir. Mücadele ve direnişin yönü ülke içindeki gericiliğe ve dolayısıyla emperyalizme karşıdır. 80 yılı aşkın süredir baskı altına alınmış; varlığı ve kimliği yok sayılmış Kürt halkı, kendi kaderini tayin hakkı gereği, ayrı bir devlet çatısı altında örgütlenebilir. Bu, Kürt ulusunun en doğal hakkıdır. Bırakın bir sosyalisti, tutarlı bir demokrat dahi, Kürt ulusun zorla aynı devlet çatısı altında tutulmasını savunamaz. Zorla bir arada ‘tutulmaya’ karşı çıkmak; ulusların kendi kaderini tayin hakkı ilkesini tanımayı gerektirir.

UKKTH DÖNEMİ BİTTİ Mİ?

‘Gelenek yazarları, UKKTH’nın “taktik bir ilke olarak kullanılması”nı üç döneme ayırıyorlar: “i) burjuva devrimler çağı; ii) sosyalizm çağı (1917-1991); ve iii) sosyalizmin çöküşünden günümüze uzanan ve henüz kapanmamış olan dönem.[10]

Birinci dönemde burjuva demokratik devrimlerin gerçekleştiğini, ikinci dönemde SSCB’nin varlığıyla beraber ulusal hareketlerin ilerici bir nitelik kazandığını, üçüncü dönemde ise, SSCB ve sosyalist blok ülkelerinin dağılmasıyla ulusal hareketlerin emperyalizmin yörüngesine girdiğini iddia ediyorlar. Buna göre; UKKTH, esas olarak 1917 Ekim devrimiyle beraber devrimci bir karakter kazanmış, sosyalist bloğun dağılmasından sonra emperyalizmin uydu devletler kurmak için kullandığı bir ilke olmuştur!

‘Teorisyen’imizin dönem tasnifleri yanlıştır. Kuşkusuz sosyalizmin bir sistem olarak kapitalizmin karşısına dikilmesi önemli ve ulusal hareketlerin yönünü etkileyicidir; ancak bu, –emperyalizme karşı mücadele üzerinden sosyalizme bağlandığı durumda bile– ulusal hareketin burjuva demokratik karakterini değiştirmez. ‘Teorisyen’imiz ise, ulusal hareketlerin evrimini kapitalizmin evriminden ayrı ele alıp, ulusal hareketin kapitalizmin nesnel gelişmesiyle olan bağlantısı yerine öznel bağlantılarla ulusal hareketi tanımlamaya ve dönem tasnifi yapmaya çalışıyor. Nesnellikten koparak, kapitalist gelişmenin sonuçlarından birisine baştan sona belirleyici rol vererek, öznel idealizme düşüyor; kapitalizmin evrimini, bu evrimin ulusal hareketlerle ilişkisini gözardı ediyor, SSCB ile ulusal hareketler arasındaki ilişkiye belirleyicilik atfederek tarihsel materyalizm yerine öznel idealizm ve burjuva toplumbilimini koyuyor.

İlkin; “birinci dönem” diye ifade edilen, kapitalizmin doğuşundan 1917 yılına (sosyalist Ekim Devrimine) kadar olan kesit, kapitalizmin iki farklı dönemini içine almaktadır. 1917 yılına kadar süren dönem; Lenin’in 19. yy. bitişi ile sonlandırdığı[11], burjuvazinin ilerici bir rol oynadığı kapitalizmin ilk evresi –rekabetçi evresi– ile sermayenin dünya ölçüsünde hızla tekelleştiği, egemen burjuvazinin ilerici barutunu tükettiği kapitalizmin tekelci evresini –emperyalizm evresi– kapsar. Bu iki evreyi birbirinden ayırmadan, genel bir burjuva devrimler çağı tarif etmek, bilimsel olmamakla beraber, başka hesaplarla anlam kazanmaktadır.[12]

Feodal gericiliğe karşı burjuva devrimler çağı, esas olarak, kapitalizmin birinci dönemine ait bir olgudur.[13] Egemen burjuvazi ilerici bir nitelik taşımakta ve burjuva/demokratik devrimlere önderlik edebilmektedir. 1900’lü yılların başından itibaren egemen burjuvazinin ilerici nitelikte olduğu, burjuva devrimlere önderlik edebildiği kapitalizmin birinci döneminin olguları ortadan kalkmıştır. Egemen burjuvazi, kapitalizmin gelişip serpilmesiyle, anti-feodal, demokratik ilerlemelerin engeli haline gelmiş, gerici, emperyalist ve anti-demokratik siyasal yaşamın başlıca temsilcisi olmuştur. ‘Teorisyen’lerimizden Çulhaoğlu’nun “birinci dönem” dediği “burjuva devrimler çağı”; bu nedenle, i) burjuvazinin ilerici barutunu henüz tüketmediği kapitalizmin birinci evresindeki burjuva devrimler çağını, ii) (alt kesimleri, küçük burjuvazi vb. dışta tutularak) burjuvazinin ilerici barutunu tükettiği emperyalizm ve proleter devrimler çağını kapsar. Tekelci kapitalizm, diğer deyişle emperyalizm, burjuva devrimler çağı olarak adlandırılamaz. Lenin, 1873 bunalımından itibaren sermayenin dünya ölçüsünde tekelleşmesi ile girilen yeni evreyi “emperyalizm ve proleter devrimler çağı” olarak niteler. Çulhaoğlu 20. yy. başı ile 1917 yılı arasındaki “emperyalizm ve proleter devrimler çağı” içindeki bir dönemi; neden “burjuva devrimler” çağına dahil etmiştir? Lenin, yanılmış mıdır da, içinde bulunulan dönemin ayrıntılı tahlili sonucu “emperyalizm ve proleter devrimler” çağının tespitini yapmıştır?

‘Teorisyen’imiz de bilmektedir ki; 20. yy. başı ile 1917 yılı arasındaki dönem “emperyalizm ve proleter devrimler” çağının bir parçasıdır. Ancak Çulhaoğlu, bunu, ‘başka hesaplarla’ es geçmektedir. Buna göre, 1-) 1917 yılında gerçekleşen Ekim devrimiyle sosyalizm çağına girilmiş, böylece ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı ilerici bir karakter kazanmıştır; 2-) Emperyalizm çağında ulusların kaderlerini tayin hakkı ilerici bir nitelik taşıyamaz, ancak SSCB’nın varlığı ona ilerici bir nitelik verebilir; öyleyse, 1917 öncesi Lenin’in UKKTH savunusunu açıklamak için, bu dönemi, “emperyalizm ve proleter devrimler çağı” yerine burjuva devrimler çağı olarak nitelemek gerekir. Bu mantıkla hareket edildiğinde, –buna göre Lenin “emperyalizm ve proleter devrimler” çağında UKKTH’nı savunmuyor– Lenin, yalnızca burjuva devrimler döneminde ve SSCB’nin varlığı koşullarında UKKTH’nı savunmaktadır. Böylece, günümüzde –yani emperyalizm ve proleter devrimler çağında– ulusların kaderlerini tayin hakkının geçersizliğini, bu hakkı –emperyalizm ve proleter devrimler çağında değil– burjuva devrimler ve SSCB’nin varlığıyla başlayan “sosyalizm çağında” savunan Lenin’e dayandırmak ‘mümkün oluyor’!

Bu “ince” hesaplar, yazarımız açısından önemlidir. Burjuva devrimler çağını 20-30 yıl genişletmekten, bir döneme “emperyalizm ve proleter devrimler çağı” yerine “burjuva devrimler” çağı demekten ne çıkar ki! Normal koşullarda ‘çok şey’ çıkmasa da, niyet, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını inkar etmek ve bu inkarı ‘zorlamayla’ Lenin’e dayandırmak olursa, çok şey çıkar!

Tekelci kapitalizm/emperyalizm ve proleter devrimler çağının, 1873 bunalımıyla ve sonrasındaki bunalımlarla hızlanan tekelleşme sürecinin sonucunda, burjuvazinin gerici niteliğinin giderek belirginleştiği bir dönemde başladığı kabul edilir. Elbette, ‘serbest rekabetçi’ kapitalizmden tekelci kapitalizme geçiş, bir olayla tanımlanabilecek belli bir tarihsel noktanın geçilmesi değil, nicel değişimlerin biriktiği bir süreç meselesidir. Sermayenin dünya ölçüsünde tekelleşmesi, geniş bir dünya pazarının oluşması, uluslararası sömürünün meta ihracının yanında sermaye ihracıyla birleşmesi, geri ülkelerin dahi dünya pazarının bir parçası haline gelmesi, yeryüzünün ezen ve ezilen uluslar olarak ikiye bölünmesi ile tanımlayabileceğimiz “emperyalizm ve proleter devrimler” çağı, 1917 Ekim Devrimi’yle başlamamıştır. “Sosyalizm çağı” olarak da niteleyebileceğimiz, Lenin’in ifadesiyle “emperyalizm ve proleter devrimler” çağı, Ekim Devrimi’yle başlamak ya da Ekim Devrimi’nin sonucu olmak bir yana, Ekim Devrimi’nin nesnel temelidir.

Kapitalizmin dünya ölçeğinde egemen olmasıyla, sosyalizm ve sosyalist devrim, yalnızca gelişmiş kapitalist ülkelerin gündemindeki bir mesele olmaktan çıkıp, bütün ülkelerde –sınıflar arasındaki mücadelenin durumuna bağlı olarak– gerçekleşebilecek bir olanak haline geldi. Ve devrim, emperyalizmin en zayıf halkasında –kapitalizmin ileri derecede gelişmiş olduğu ülkelerin dışında– gerçekleşti. Ekim Devrimi, Lenin’in çağa ilişkin ayrıntılı tahlil ve tespitlerini doğruladı. Ekim Devrimi, ‘teorisyen’imizin söylediğinin aksine, “proleter devrimler çağının” başlangıcı değil, bu çağın ürünü ve sonucudur; etkili ve süreci hızlandırabilecek bir sonuç!

“Emperyalizm ve proleter devrimler” çağında, egemen burjuvazinin ilerici bir rol oynadığı ‘burjuva devrimler’ çağı son bulmuştur[14]. Lenin, tam da bu son bulan çağın –kapitalizmin birinci evresinin– ardından gelen dönemde –emperyalizm ve proleter devrimler çağında–, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını savunmuştur. Lenin, henüz SSCB ortada yokken, burjuvazinin ilerici bir rol oynadığı “burjuva devrimler” çağı bir yana, bizzat burjuvaziye karşı mücadele içerisindeyken, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını savunmuştur. Çulhaoğlu’nun kabullenmek istemediği gerçek de budur.

19. yy’ın sonlanmasıyla kapitalizmin işleyişindeki nicel gelişmelerin nitel değişmelere yol açtığı, sermayenin/kapitalizmin dünya ölçüsünde egemen olduğu, dolayısıyla ulusal sorunun da kendi içinde bir sorun olmaktan çıkıp dünya ölçüsünde bir sorun haline geldiği, içeriğinin de değiştiği bir döneme girilmektedir. Emperyalizm aşamasında ulusal sorun, yalnızca ulusu ilgilendiren bir sorun olmaktan çıkıp, emperyalizme karşı uluslararası mücadelenin bir parçası, gündemi konumuna gelmiştir. Burjuva devrimleri de, klasik olan; burjuvazinin feodal sınıflara karşı mücadelesi olmaktan çıkıp, egemen burjuvaziye karşı ulusun, emperyalizm –ve işbirlikçileri– tarafından ezilen sınıfların devrimine dönüşmüştür.

Emperyalizm çağında, dünya, ezen uluslar (emperyalist ülkeler) ve ezilen uluslar (sömürge, yarı-sömürge ve bağımlı ülkeler) olarak ikiye bölünmüştür. Ulusal sorun, ülke içinde ve yalnızca ulusu ilgilendiren bir sorun olmaktan çıkmış; sömürge ülkelerin ve ezilen ulusların emperyalizmden ve gericilikten kurtuluş sorununa dönüşmüştür.

***

Emperyalizm, ulusal başkaldırının nesnel temelidir. Emperyalist sömürgecilik ve ulusal baskı siyaseti yığınların katmerli sömürüsü üzerine kuruludur. Başta işçi sınıfı olmak üzere, ezilen uluslar, emperyalist sömürü ve ulusal baskıya karşı mücadele için nesnel zemine sahiptirler. Keza sosyalizme ilerlemek için de…

‘Teorisyen’imiz, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını bu temelde ele almıyor. Ona göre, UKKTH’nın mubah olduğu iki dönem vardır. Birincisi, tahrif edilip sınırları fazlaca geniş tutulan –yukarıda bunun nedenini açıkladık– “burjuva devrimler” çağı, ikincisi, emperyalizmin nesnelliğiyle –dönemin emperyalizm ve proleter devrimler çağı– olmasıyla değil, SSCB’nin varlığıyla özleştirilen “sosyalizm çağı”dır. Çarpıtılmış “burjuva devrimler” çağını bir yana bırakırsak; UKKTH’nın mubah olup olmadığı, SSCB’nin varlığı ve yokluğuyla ilgili bir sorun olarak gündeme geliyor. SSCB mevcutken ulusal hareketler ilerici bir nitelik alabiliyor, emperyalizme karşı ulusal hareketler sözkonusu olabiliyor; böylece UKKTH’nı sosyalistler destekliyor; tersine, SSCB mevcut değilken ulusal hareketler “‘küresel eklemlenme’ ve emperyalist-kapitalist sistem içinde avantajlı yer kapma[15] çizgisinin dışına çıkamıyor ve sosyalistlerin UKKTH’nı desteklemesine gerek kalmıyor. Hele Kürt sorunu gibi ateşten gömlek giymeyi gerektiren bir mevzuda ‘riske girmeye’ ihtiyaç kalmıyor! Buna göre, ulusal sorunda son iki dönem; SSCB’nin olduğu ve olmadığı dönemler olarak belirleniyor!

Yukarıda biraz değindik. Emperyalizme karşı mücadele eden ulusal hareketler, emperyalist-kapitalist dünya sisteminin nesnelliğinde var olurlar. Ulusal hareketleri yaratan, sosyalistlerin ulusların eşitlik idealleri veya ezilen ulus milliyetçilerinin ‘heyecanlı’ sloganları değildir. Ulusal hareketi yaratan, emperyalist sömürü ve baskı sisteminin kendisidir. Bu anlamda, ulusal hareketlerin emperyalizme karşı mücadelesini, dolayısıyla ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını yalnızca SSCB’nin varlığıyla açıklamak, anti-emperyalist ulusal hareketleri yaratan nesnel koşulları göz ardı etmek; öznelliğe abartılı bir rol vererek toplumbilimde idealizme düşmektir. Bu mantığa göre, 1917 Ekim Devrimi gerçekleşmemiş olsaydı[16]; ulusal kurtuluş savaşları mümkün olmaz; örneğin Türkiye, Vietnam, Kore, Çin, Mısır, Angola’da uluslar kesinlikle kurtuluş savaşlarına girişemezlerdi! Ulusal kurtuluş hareketlerinin nesnel temeli emperyalizmin ekonomi-politiğindedir; SSCB’nin varlığıysa, ulusal kurtuluş hareketlerini yaratmaz; onlara güç ve destek verir.

SSCB’nin emperyalizme karşı burjuva/ulusal kurtuluş savaşlarına desteği, emperyalizme karşı verilen mücadelelere katkısı küçümsenemez. Hatta öyle ki; emperyalizmin karşı müdahalelerini baskılaması, ulusal hareketlerin önünü açması, ezilen yığınlar açısından bir çekim merkezi olması ulusal kurtuluş savaşlarının başarısında önemli etkenlerdir. Ezilen uluslar, halkların özgürlüğünü savunan ve dünyanın 1/6’ında egemen olan sosyalizmde; emperyalizme karşı moral ve manevi destek/ittifak buldular. Emperyalizme karşı mücadelede maddi, manevi yardım ve kadro/örgütsel destek aldılar. Dünya ölçeğinde emperyalizme kafa tutan, eşitlik ve özgürlük ideallerini savunmakla kalmayıp, kendi sınırları içerisinde yaşama geçiren sosyalizm, ezilen dünya halkları için çekim merkezi oldu.

Ancak SSCB’nin maddi, manevi ve moral desteği ulusal kurtuluş savaşlarını yaratmadı, onların niteliğini değiştirmedi; değiştiremezdi. Zaten Lenin ve Stalin’in de böyle bir yanılgısı yoktu. Amaç; ulusal kurtuluş hareketleri emperyalizme karşı savaştığı sürece onları desteklemek; bu ülkelerdeki işçi sınıfı partilerinin kurtuluş savaşı içindeki ağırlığının arttırmasına ve bu savaşlara önderlik etmelerine yardımcı olmaktı.

Nesnellikten uzaklaşıp sorunları öznellik zemininde tartışınca, tarihsel materyalizm, dahası Markizm’in abecesi bile ortadan kalkıyor. Ulusal hareketlerin emperyalizme yedeklenmek zorunda oluşu, SSCB’nin dağılmasıyla açıklanıyor. SSCB varsa emperyalizme karşı ulusal hareketler olabilir yoksa olamaz deniyor. Oysa –yukarıda açıkladık– emperyalizme karşı ulusal hareketler ortaya çıkmak zorundadır; bu hareketleri yaratan, SSCB’nin varlığı değil emperyalizmin ekonomik işleyişi ve eğilimleridir. Emperyalizm emperyalizm olarak varlığını devam ettirdikçe, emperyalizme başkaldıran ulusal hareketler mevcut olacak; dolayısıyla ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı ilerici niteliğini korumaya devam edecektir.[17]

‘Teorisyen’imiz “ortada bir karşıt sistemin olmayışı, bu yeni dönemi 1917 öncesine benzer kılmaktadır[18] diyor. Ancak yeni dönemde UKKTH’nın geçersiz olduğunu söylerken, yine SSCB’nin mevcut olmadığı, emperyalistlerin silah elde ulusları ‘ayartmaya’ ve baskı altına almaya çalıştığı bir dönemde (Ekim devriminden önce “emperyalizm ve proleter devrimler çağı”nın 1917 öncesindeki diliminde) UKKTH’ın geçerli olduğunu görmüyor mu? Lenin’in meseleyi insanın gözünün içine sokan yaklaşımlarını kavramıyor mu? Cevabı Lenin’e bırakalım: “Ayrılma özgürlüğünün inkarı teorik olarak baştan aşağı yanlıştır ve pratikte ezen ulusların şovenlerine köle olmağa varır – bunu biliyor, hergün görüyor ve hissediyoruz.[19]

Doğru mudur? Ulusal hareketler emperyalizme karşı çıkamaz mı? Emperyalizmin planlarını bozacak bir stratejiye sahip olamaz mı? “Küresel eklemlenme” dışında programı olamaz mı? Olabilir. Ulusal hareketler, emperyalizmin baskı ve sömürüsüne karşı mücadele edebilir. Sosyalist önderliğe sahip olmayan ulusal hareketler, tarihsel olarak emperyalizme bağlanmaya mecburdur; bu unutulmamalı; ancak ulusal hareketlerin emperyalizme karşı mücadele yürütmeleri imkansız değildir. Tıpkı burjuva/kapitalist önderlikli Türkiye ulusal kurtuluş savaşı gibi. Tıpkı Irak’taki burjuva önderlikli ulusal kurtuluş hareketinin ABD emperyalizmine karşı savaşması gibi. Çulhaoğlu, Irak’taki direnişçileri desteklemediğini söyleyebilir mi ya da direnişçilerin topunun ABD uşağı olduğunu? Irak halkının direnişinin desteklenmemesi gerektiğini iddia edebilir mi?

Bizce bu kadar açıktan yapamaz. Peki ‘teorisyen’imiz Irak direnişçilerini desteklemekten yana mıdır? “Burjuva önderliğe karşı destek sınırlıdır, emperyalizme karşı savaştığı sürece koşullu destek verilebilir” denilmelidir. Cevabın bu olduğunu varsayarsak; emperyalizme karşı ulusal kurtuluş savaşlarının mümkün olduğunu kabul etmiş olmaz mıyız? Ya da Venezuella’da, Bolivya’da, Ekvator’da emperyalizme karşı tutum alınmamış mıdır? ABD egemenliğindeki tekeller kamulaştırılmış; ABD’nin bölgedeki planlarına darbe vurulmuştur. Yani “ulusal hareket” emperyalizme “küresel eklemlenme”nin ötesine geçmiş; ona karşı mücadele edebilmiştir; SSCB’nin olmadığı koşullara rağmen…

SSCB’nin varlığı, ulusal kurtuluş hareketleri için büyük bir maddi ve manevi destekti. Yığınları harekete geçirme gücüydü. Ancak temel sebep değildi. SSCB kurulmamış olsaydı; dünyada emperyalizme karşı ulusal mücadeleler olmayacaktı denilemez. Emperyalizmin bugünkü ‘devasa’ gücüne bakılarak, ulusal hareketlerin emperyalizme karşı mücadele edemeyeceğini söylemek de doğru olmaz. Emperyalizme karşı verilen ulusal mücadelelerin temelini, nesnellikte, emperyalizmin ekonomik temelinde aramak gerekir. Gerisi, küreselleşmeci, burjuva sivil toplumcu argümanların sola etkisidir.

‘Teorisyen’imizin içine düşmüş bulunduğu idealizmin dönüp dolaşıp vardığı yer, ‘küreselleşme’ ideologlarının tespitleridir. Aynı noktada buluşurlar. Buna göre, SSCB’nin ortadan kalkması anti-emperyalist ulusal hareketlerin temelini ortadan kaldırmış; dünya ölçüsünde ekonomik ve siyasal birliği sağlayacak küreselleşmeyi gündeme getirmiş; böylece, emperyalizme karşı ulusal hareketler –dolayısıyla ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı da– gündemden düşmüş; mevcut ulusal hareketler, “‘küresel eklemlenme’ ve emperyalist-kapitalist sistem içinde avantajlı yer kapma” amacının dışına çıkamaz olmuştur. Aynı düşünceye göre; emperyalizm nitelik değiştirmiştir –‘teorisyen’imiz bunu açıktan söylemez, ama tezlerinin mantıksal sonucu budur– ve bu yeni dönemde ulusal kurtuluş savaşları mümkün değildir.[20]

Hayır! Bunlar burjuva vaazlardır. Ulusal kurtuluş hareketlerini gündeme getiren maddi temel, ulusal baskı ve ayrıcalık politikalarını var eden emperyalizmin kendisiydi. Ve emperyalizm emperyalizm olarak kaldığı sürece; burjuva propagandacıların tüm küreselleşme çığırtkanlıklarına rağmen, ulusal baskı ve sömürü devam ettikçe, emperyalizme karşı ulusal hareketler nesnelliğini ve zorunluluğunu korumaya devam edecektir. Ulusal baskı bitmemiştir; keza ulusal başkaldırı da bitemez. Ulusal hareketler emperyalizme karşı olabilir. Dolayısıyla ulusların kendi kaderlerini tayin hakkının güncelliğini yitirdiğine dair sunulan bu kanıt yersizdir, yanlıştır. Ya bu görülecek ve burjuva ‘küreselleşmeci’ idealizmden dönülecek; ya da ‘teorisyen’imiz Irak, Ekvator vb. ülkelerdeki sosyalist olmayan ulusal hareketlerin desteklenmemesi gerektiği ilan edecek!

‘EMPERYALİST EKONOMİZM’DEN SOSYAL-ŞOVENİZME

Emperyalist ekonomizm, proletarya hareketinin karşısına kapsamlı olarak ilk defa –1915 yılında– Birinci Dünya Savaşı sırasında çıktı. Emperyalist ekonomizme göre; proletarya, –ulusların kaderlerini tayin hakkı vb.– gerçekleşmesi ‘imkansız’ demokratik taleplerden vazgeçmeli, bu talepler için mücadele etmemeli, bütün sorunların çözümü olacak “sosyalist bir mücadele” vermelidir. Buna göre; asgari program, –UKKTH gibi– demokratik haklar için mücadele gereksiz, hatta sosyalist mücadelenin önünde engeldir. Demokratik talepler –başta UKKTH olmak üzere– emperyalizm koşullarında gerçekleşemezdir; dahası, demokratik hak ve talepler için mücadele sosyalist mücadelenin önünde engeldir.

Emperyalist ekonomizm, devrimci işçi partisinin ekonomik ajitasyonun dışına çıkıp siyasal mücadeleye girmesine karşı çıkan, devrimci öncüyü sendikal taleplerle sınırlayan, siyasal demokrasi mücadelesini burjuvaziye bırakan ilk dönem ekonomizmi gibi, demokratik haklar ve bir bütün olarak siyasal demokrasi için mücadeleyi proletaryanın mücadele alanının dışına koyar. İlk dönem ekonomizminden farkı biçimseldir; demokrasi mücadelesini burjuvaziye bırakan ekonomist yaklaşımın yerine, demokrasi için mücadelenin sosyalizm mücadelesine engel olduğunu söyleyip mücadeleyi burjuvaziye havale eden ekonomist yaklaşım getirilmiştir. Sonuç ise, demokrasi mücadelesini proletaryanın görevleri dışında tanımlamak, sosyalist mücadeleyi, demokrasi mücadelesinden soyutlayıp sözde “saf sosyalist” mücadeleye indirgemek; böylece proletaryanın en tutarlı demokrat sınıf olarak demokrasi mücadelesinin önderliğini yapmasına, dolayısıyla sosyalizme ilerlemesine engel olmaktır.

Tarif edilen tam da budur. ‘Teorisyenler’imiz, ulusal haklar için mücadeleyi “değersiz”, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını için gösterilen çabayı “kıymeti” olmayan bir mücadele olarak ifade edip, demokrasi mücadelesinin görevlerini kolayca bir kenara iterek, şöyle diyorlar: “Bugün, ulusların kendi kaderini tayin hakkının Türkiye’de bir siyasi taktik olarak komünistlerin nezdinde bir değeri ve kullanılabilirliği kalmamıştır. Dolayısıyla bu taktiğin, bir şekilde el altında bulundurulmasının da hiçbir kıymeti yoktur. Bu taktiği koruma ve yaşatma çabasının öznesi komünistler olamaz.[21]

Günümüzde –yine emperyalizm çağında–, ulusların kendi kaderini tayin hakkının ‘gerçekleşemez’ olduğunu iddia etmek, demokratik haklar için; bir bütün olarak gericiliğe, emperyalizme ve faşizme karşı demokrasi mücadelesinin anlamsız olduğunu söylemek, 1915 yılında ortaya atılan emperyalist ekonomizmin çok çok gerisine düşmekle kalmaz; dahası Kürt sorunu gibi yakıcı bir sorunun mevcut olduğu Türkiye’de demokrasi mücadelesini inkar etmek, egemen sınıfların anti-demokratik, gerici, şoven saldırıları karşısında “sosyalist eleştiri” ile eli kolu bağlı oturmak demektir. Ancak pratik, eleştiriyi –teoriyi– de etkilerse, ki etkiler; bu ‘eleştirinin’ de sınırlanması ve gerici saldırılar karşısında ulusların kaderlerini tayin hakkını inkâra varması kaçınılmazdır.

Oysa ulusların kaderlerini tayin hakkı –ve bunun bir parçası olarak Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkı– için mücadele, işçi sınıfının es geçemeyeceği, “sosyalist devrimin çıkarları” gereği üzerinden atlayamayacağı bir meseledir. İşçi sınıfı, sosyalist mücadelesini, ezilen ve baskı altına alınan Kürt halkının demokratik mücadelesiyle birleştirmezse, Kürt halkının –UKKTH dahil– demokratik taleplerine sahip çıkmazsa, enternasyonalist ve sosyalist tutum almak bir yana, emperyalist ekonomizmin günümüzdeki pratiği olarak sosyal-şovenizme boğazına kadar batmaktan kurtulamaz. Lenin’in konuya dair görüşleri ayrıntılı ve anlamlıdır. Emperyalist ekonomistlerin demokratik hakların, UKKTH’nin ve ilerici ulusal savaşların “kapitalizm koşullarına gerçekleşemeyeceğini”, dahası “demokratik talepler –ve UKKTH– için mücadele etmenin gereksiz” olduğunu savunan görüşlerini uzun uzadıya eleştirir. Lenin’in ayrıntılı tahlillerini burada tekrarlayacak değiliz; ancak biraz uzun olmasına rağmen, Lenin’in demokrasi mücadelesine yaklaşımını belirten bir alıntı açıklayıcı olacaktır:

Söylediklerine bakılırsa Parabellum, demokrasi cephesinde tutarlı devrimci bir programı, sosyalist devrim adına küçümseyerek reddetmektedir. Böyle yaparken yanılgı içindedir. Proletarya, demokrasi aracılığıyla, yani demokrasiyi tam uygulayarak ve savaşımının her adımını, en kararlı biçimde formüle edilmiş demokratik isteklerle ilişkilendirerek zafer kazanabilir, böyle yapmaksızın kazanamaz. Sosyalist devrimi ve kapitalizme karşı devrimci savaşımı, demokrasinin sorunlarından yalnızca biriyle, burada ulusal sorunla karşı karşıya koymak saçmadır. Kapitalizme karşı devrimci savaşımı, bütün demokratik isteklerle, yani cumhuriyet, halk ordusu (militia), resmi görevlilerin halk tarafından seçilmesi, kadınlara eşit hak verilmesi, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı, vb. gibi isteklerle ilgili devrimci bir program ve taktiklerle birleştirmeliyiz. Kapitalizm varoldukça bu istekler –hepsi– yalnızca bir istisna olarak elde edilebilir. Üstelik tam olarak değil, çarpıtılmış olarak… Şimdiye dek başarılmış demokrasiye dayanarak ve bu demokrasinin kapitalizmde tam olamayacağını gözler önüne sererek, yığınların içinde bulunduğu yoksulluğun ortadan kaldırılmasının ve bütün demokratik reformların tam ve her yönüyle gerçekleştirilmesinin gerekli temeli olarak kapitalizmin devrilmesini ve burjuvazinin mülküne elkonmasını istiyoruz. Bu reformların bir bölümü burjuvazinin devrilmesinden önce, bir bölümü burjuvazinin devrilmesi sırasında, bir bölümü de devrildikten sonra yapılacaktır. Toplumsal devrim tek bir çarpışmadan ibaret değildir, ama ekonomik ve demokratik reformun bütün sorunları üzerinde, ancak burjuvazinin mülksüzleştirilmesiyle tamamlanan bir dizi çarpışmayı kapsayan bir dönemdir. Demokratik isteklerimizin herbirini, bu sonal amaç için A’dan Z’ye kadar tutarlı devrimci bir yolda formüle etmeliyiz. Bazı ülkelerde, tek bir temel demokratik reform bile yapılmadan önce, işçilerin burjuvaziyi devirmelerinde akla-aykırı hiçbir yan yoktur. Ne var ki, tarihsel bir sınıf olarak proletaryanın, en tutarlı ve kararlı devrimci bir demokrasi ruhuyla eğitilerek hazırlanmadıkça burjuvaziyi yenebilmesi aklın alabileceği bir şey değildir.[22]

Lenin, açık ki, demokrasi mücadelesini içermeyen bir “sosyalist mücadele”nin mümkün olmayacağı düşüncesindedir; hele demokratik sorunların ağırlıkla yaşandığı Türkiye gibi ulusal baskının mevcut olduğu ülkelerde, demokrasi mücadelesinin, bunun bir parçası olarak UKKTH’nın inkarı, Lenin’in deyimiyle Marksizm’i karikatürleştirmek ve boğazına kadar sosyal-şovenizme batmaktır: “Ezen ülkelerin işçilerinin enternasyonalist eğitimi, zorunlu olarak her şeyden önce, ezilen ülkelerin özgürlüğü ve ayrılması ilkesinin savunulmasını içermelidir. Yoksa ortada enternasyonalizm diye bir şey kalmaz. Bu propagandayı yapmayan ezen bir ulusun sosyal-demokratını, emperyalist ve alçak saymak, hakkımız ve görevimizdir. Sosyalizmin gerçekleşmesinden önce ayrılma olasılığının binde-bir olması durumunda bile, bu istem, mutlak bir istemdir.[23] (abç)

HALKLARIN BİRLİĞİ; ZORUNLU MU GÖNÜLLÜ MÜ?

Ulusal sorunun, proletaryanın sınıf mücadelesinin ihtiyaçları, yani sosyalizm mücadelesinin çıkarları açısından çözümü, her ülke ve her durum için farklılık gösterebilir. Proletarya her ulusal sorunda kesin biçimde “ayrılıktan veya birlikten yana olmalıdır” şeklinde bir belirleme yapılamaz. Belirleyici olan, nesnel durum ve somut koşullardır. Çok uluslu devletlerde, ezen ulus burjuvazisi, ulusal baskı siyasetiyle diğer ulusları ezerken, kendi ulusundan işçi ve emekçileri de yedeklemeye çalışır. Bu ülkelerde, ulusal baskı, işçi sınıfını milliyetçi önyargılarla bölmenin, birbirine düşürmenin aracı olur. Proletarya ve onun devrimci öncüsü ise, tüm uluslardan işçilerin birliğini temel alarak; ulusların kendi kaderini tayin hakkı ve eşit haklar temelinde gönüllü birliğini savunur. Ülkenin tam demokratlaştırılması ve ulusların eşitliği/kardeşliği çok uluslu devletlerde proletaryanın genel çizgisidir.

‘Teorisyen’lerimiz hiç gündeme gelmemiş bir öneri ortaya atıyorlarmuş gibi, “Türk ve Kürt emekçilerinin birliği” ve “ulusların eşitliği”nden söz ediyorlar! Ama ne söz ediş! Hem ulusların kaderlerini tayin hakkının artık geçersiz olduğunu, ulusal/demokratik hakların savunulmaması gerektiğini söyleyip bunu teori düzeyine çıkaracak ve işi, Kürt ulusunun ayrılma hakkının baskı altına alınmasını ‘onaylama’ noktasına, egemen sınıflarla “Misak-ı Milli sınırlarının değişmezliği”nde anlaşmaya kadar vardıracaksın, ardından da, emekçilerin birliği ve ulusların eşitliğinden yana olduğunu söyleyeceksin, açıklık ve samimiyet bunun neresinde? ‘Teorisyen’lerimiz, Kürt ve Türk halklarının birliği ile UKKTH arasında bir çelişki görüyor. UKKTH temelinde halkların birliği ve ortak mücadelenin mümkün olmadığından yola çıkarak, “birlik ve kardeşlik” adına Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkını inkar ediyor. Oysa gönüllü birlik, eşitlik ve kardeşlik; Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkına saygı göstermeden; Kürt ulusuna özgürce seçme hakkı tanınmadan sağlanamaz; gönüllü birlik ile UKKTH bütündür; sosyalistler için birbirinden ayrılmazdır: “Proletarya, ‘kendi’ ulusu tarafından ezilen sömürgeler ve uluslar için siyasal ayrılma özgürlüğü istemelidir.” (…) “Bir yandan da, ezilen ulusların sosyalistleri, ezilen ulusun işçileriyle, ezen ulusun işçilerinin tam ve kayıtsız şartsız birliğini, örgütsel birlik dâhil olmak üzere, savunmalı ve uygulamalıdırlar.[24]

Evet, çok uluslu devletlerde, proletaryanın –somut koşulların somut tahlili temelinde– çözümü, genel olarak ülkenin tam anlamıyla demokratlaştırılması, ulusların, kendi kaderlerini tayin hakkı temelinde, eşit ve gönüllü birliğinin sağlanmasıdır. Ülkemizde de, Kürt sorununda proletaryanın çözümü, Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkını kullanması; bu hakkını Türk ve Kürtlerin kardeşçe yaşayacağı bir ülke lehine değerlendirmesi yönündedir. Türk ve Kürt proletaryası ve partisinin hedefi, halkların kardeşliğinin tesis edildiği, Türk ve Kürt halklarının eşitliğinin güvenceye alındığı, milliyetçiliğin tüm alanlardan silindiği bir ülke inşa etmektir. ‘Teorisyen’lerimizin sandığının aksine; Kürt halkının demokratik haklarının tanınması için mücadele, dahası kendi kaderini tayin hakkı için mücadele, emekçileri bölmek bir yana, Gelenek yazarlarının çokça ‘korktuğu’ “devletin çözülmesi” tehlikesini de azaltır; işçi sınıfının birlik duygularını, enternasyonalist bilincini arttırır; halkların birliğine işaret eder. Lenin, ezilen ulusun anadilde eğitim hakkı vb. ulusal-demokratik haklarının tanınmasının, kendi kaderini tayin hakkının savunulmasının ‘devletin çözülüp dağılmasına’ sebep olacağını, ülkenin bölünmesine yol açacağını söyleyenlere şöyle der: “ulusların ayrılma hakkının tanınması, ‘devletin çözülüp dağılma’ tehlikesini azaltır.[25] Kaldı ki, devrimci olan için sorun, burjuva devletlerinin ‘çözülüp dağılması’ ya da olduğu gibi kalması olarak belirlenemez.

‘Teorisyen’lerimizin çokça telaş ettikleri “bölünme tehlikesi”, egemen sınıfların, ezilen halkların hak ve taleplerini baskı altına almada kullandıkları bir propaganda aracı olmanın ötesinde bir gerçeklik de taşımaktadır. Ancak “bölünme tehlikesi”nin baş aktörü, ezilen halkların hak ve taleplerini, ulusların kendi kaderlerin tayin hakkını savunanlar değil, emperyalizm ve işbirlikçileri; Kürt halkının taleplerine silahla karşılık verenlerdir. Bölünme tehlikesinin sorumluları, Kürt halkının demokratik hak ve taleplerini kabul etmeyen anti-demokratik yapı ve gerici burjuvazidir. Kürt halkının demokratik talepleri karşılanmadığı, demokrasi mücadelesinin gelişip serpilmesi sonucu halklar arasındaki kardeşlik sağlanmadığı sürece, bu “tehlike” varlığını korumaya devam edecektir.

Bu gerçek gözönünde olmasına karşın, Gelenek yazarları, “devletin dağılma” ve “bölünme tehlikesi”nin sorumlusu olarak demokratik taleplerini savunan Kürt halkını gösteriyorlar. Türkiye devletinin “çözülmesi”nden, “bölünme”sinden, “sınırların değişmezliği” ilkesinin zarar görmesinden ödü patlayan ‘teorisyenler’imiz, “Osmanlı’nın dağıtılmasında temel rolün yüklendiği Hıristiyan halkların misyonunun Kürt ulusallığına devrolunduğu[26], dolayısıyla Kürt halkının taleplerini savunmanın ülkeyi bölünmeye götüreceğini iddia ediyorlar. Ülkenin dağılmaması adına “bugün, solun Kürt sorununun çözümü adına ve Kürt halkına hitaben, demokratik ulusal haklar ihalesine katılmaması[27] nı istiyor, “ayrılma hakkının kullanılması değil, tanınması dahi, abesleşmiştir[28] diye ahkam kesiyorlar. Onlara göre “ayrılma hakkı” başka bir deyişle Kürt halkının demokratik talepleri ve kendi kaderini tayin hakkı savunulmamalı; bunun için mücadele edilmemeli; mücadele “işçi sınıfının ortak taleplerinin” dışına çıkmamalıdır.

İlişkiyi tersten kuruyor, sorunu başaşağı koyuyorlar: demokratik taleplerin savunulması ve ulusların kaderlerini tayin hakkının tanınması, işçi sınıfını bölünmeye değil, birliğe, ama gerçek ve gönüllü birliğe götürür. Lenin, meseleyi “boşanma hakkı” örneği üzerinden ele alarak şöyle tarif eder: “Boşanma serbestliğini savunan bir kimseyi aile bağlarını yıkmak istemekle suçlamak ne kadar ahmakça ve ne kadar ikiyüzlüce bir davranışsa, ulusların kendi kaderlerini tayin etme özgürlüğünü savunanları da, yani ayrılma özgürlüğünü savunanları da, ayrılmaya isteklendirmeyle suçlamak, o ölçüde ahmakça ve ikiyüzlü bir davranıştır. Tıpkı burjuva toplumda, burjuva evlenme kurumunun üzerine kurulu bulunduğu ayrıcalıkların ve ahlaksızlıkların savunucuları boşanma kurumuna karşı çıktıkları gibi, aynı şekilde, kapitalist devlette, ulusların kendi kaderini tayin etme hakkını, yani ulusların ayrılma hakkını reddetmek, egemen ulusun ayrıcalıklarını ve demokratik yöntemlere karşı polis yönetim yöntemlerini savunmaya eşittir.[29] Lenin, aynı yerde, ulusal toplulukların “belirli bir ülkede” özgürlüklerden yararlandıkları ölçüde “o ülkeye bağlanacağı”ndan da söz ederek, konuya açıklık getirmeyi sürdürür; “Ve bir ulusal-topluluk için, ayrılma özgürlüğünden, bağımsız bir ulusal devlet kurma özgürlüğünden büyük özgürlük olabilir mi?[30] diye yazar.

Bizim ülkemiz açısından da, proletaryanın çözümü, ifadesini Kürt ve Türk halklarının eşit ve gönüllü birliğinin sağlandığı, ulusal sorunun çözüldüğü, emperyalizmle bağlarını koparmış, faşist örgütlenmelerin ortadan kaldırıldığı, emekçilerin haklarının güvenceye alındığı siyasal demokrasinin gerçekleştirilmesinde ve kapitalist sömürünün ortadan kalktığı, dolayısıyla ulusal sömürünün de ortadan kalktığı sosyalizmin kurulmasında bulur. Ancak proletaryanın ve onun partisinin öngördüğü çözümü ulus ve ulusun çoğunluğu kabul etmez; kendi kaderini tayin hakkını proletaryanın çıkarlarına uygun olmayan bir biçimde gerçekleştirmek isterse, proletarya ve partisi, gönüllü birlikten yana olmasına rağmen, ezilen ulusun gerici burjuva baskı ve saldırıyla susturulmasına sessiz kalmaz ve ona karşı mücadeleyi sürdürür. Askeri yöntemlerle, zor ile ezen ulusun ezilen ulus üzerindeki baskısı yoluyla, ‘halkların birliği’nin sözüm ona sağlanmasına, daha doğru deyişle halkların zor ve baskıyla bir arada tutulmasına destek olan, buna sessiz kalan, bırakalım sosyalistliği demokrat dahi olamaz.

Çünkü tutarlı demokratizmin de, enternasyonalizmin de başlıca koşullarından biri, siyasal demokrasinin tüm öteki temel talepleri gibi, ulusların kaderlerini tayin hakkının önkoşulsuz savunulmasını içerir. Bu hakkın kullanılması ve kabulü, halklar ve işçi sınıfı arasında gerçek birliğin yolunu açar; hakkın reddi ise, işçi sınıfının milliyetçi önyargılarla zehirlenmesine yol açarak onun birliğini zaafa uğratır.

UKKTH, ulusların mutlaka ayrı bir devlet kurması anlamına gelmez. Ayrı bir devlet kurma hakkı da dahil, kendi kaderini belirleyebilme hakkı anlamına gelir. UKKTH gereği, bir ulus, geleceğini ayrı bir devlet örgütlenmesi biçiminde belirleyebilir ya da aynı devlet çatısı altında yaşamı tercih edebilir. UKKTH, ulusların birbirinden uzaklaşması, ulusal önyargıların egemen olmasını değil, tersine, ulusal önyargıların kırılmasına işaret eder. Eğer bir ulusa UKKTH sağlanmazsa, ulus için kendi kaderini tayin hakkı geçerli değilse, zorla ezen ulusun devletinde yaşamanın dayatılması, halkların birliği adına, bu zoraki durumun savunulması, halkların birliğinin sağlanması bir yana halkları düşmanlaştırır, gelecekteki birleşmeleri daha da zorlaştırır. Oysa UKKTH’nın tanınması koşuluyla, eğer ezilen ulus aynı devlet çatısı altında yaşamak isterse, zorunlu birliğin yerine gönüllü birlik yaşama geçmiş olur. Yine aynı ilke gereği, ayrı bir devlet kurmayı isterse, ezen ulus emekçilerinin bu hakka saygı duyması, halkların zorunlu bir aradalığının yarattığı düşmanlığı ve önyargıları zayıflatır. Halklar arasında kardeşlik ve diyalogu güçlendirir. Kısa vadede ayrı bir devlet anlamına gelse de, gelecekteki gönüllü birlikteliğin yolunu açar.

UKKTH, farklı ulustan işçiler arasındaki güven ve birliği arttırır. Çünkü başka bir ulusun işçilerinin kendi kaderine tayin hakkına saygı duyan ezen ulus işçileri, milliyetçilikten uzak enternasyonalist bir tutum içindedir. Keza ezen ulus işçileriyle eşit haklar temelinde demokratik bir devlette beraber yaşamı savunmak (UKKTH’nı birlikten yana kullanmak), ezilen ulus işçilerinin alması gereken enternasyonalist tavırdır. Ancak bu hak ortada yokken, bir ulusun zorla aynı devlet çatısı altında tutulması, bunun ‘sol’ söylemlerle meşru kılınması, “misak-ı millicilik”; yapılan parça-bütün ‘diyalektiğine’ karşın, enternasyonalizme ve tutarlı demokratizme karşı milliyetçi-gerici ezen ulus burjuvazisinden yana tavır almak olacaktır.

Gelenek yazarlarıyla Türkiyenin sosyal şovenleri, “dünya devriminin çıkarlarını her şeyin üzerinde tutma”, “dar bölgeciliği aşma” ve “gerektiğinde ‘parça’nın çıkarlarını ‘bütün’ün çıkarlarına tabi kılma[31] adına, Kürt sorununun, “işçi sınıfının sosyalist mücadelesinin çıkarlarına tabi kılınması” gerektiğini söylüyorlar. Peki bu nasıl yapılacaktır; yol ve yöntemi nedir? Ulusların kaderlerini tayin hakkı ve gönüllü birlik yoluyla mı; yoksa Kürt sorununu inkar ederek, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını bir kenara koyarak mı, kısacası şovence bir tutum alarak mı? Öyle görünüyor ki, ikinci seçenek, dönem ve karşı-devrimci güçlerin baskılaması vb. nedenlerle ‘teorisyen’lerimizce ‘daha makul’ bulunmaktadır. Buna göre; Kürt ulusal sorunu, işçi sınıfının sosyalist mücadelesinde engeldir; Kürt sorununun çözümü için mücadele, sosyalist mücadelenin gerisinde kalmalıdır. Tez budur: sosyalist devrimi temel alır gibi gözükmektedir. Ancak yeni değildir. Emperyalist ekonomizmden sosyal-şovenizme giden renkli yelpazede yer alan akımlarca yaklaşık yüz yıldır savunulmaktadır.[32]

Oysa sosyalizm için mücadele, –ulusal baskının mevcut olduğu, demokratik hak ve kazanımların henüz yerleşmediği bir ülke bahis konusuysa– egemen sınıfların ulusal baskı siyasetine karşı çıkmadan, faşizme karşı demokratik hak ve kazanımları savunmadan olamaz. “Sosyalist mücadele” gerekçesiyle ulusal sorunlara dair söz söylememek, ezilen ulusun haklarını savunmamak, UKKTH’nı inkar etmekle “sosyalist mücadele” olmaz. Sosyalist mücadele, yalnızca ‘işçi sınıfının ekonomik sorunlarına’ indirgenemez. Ezilen ulus üzerindeki baskı politikalarına karşı çıkmayan bir işçi hareketinin, sosyalist olduğu, dahası enternasyonalist olduğu iddia edilemez. Enternasyonalizm adına ezilen ulusun taleplerini savunmamak, sosyalizmden sonra çözülecek diyerek, tüm güncelliğine ve zehirlenmeye karşın bu talepleri dikkate almamak, ezen ulus milliyetçiliğine kuyrukçuluk, gericiliğe boyun eğmektir. Komünist hareketin tarihsel birikimi açısından da, adı, sosyal-şovenizmdir.

Enternasyonalizm, parça-bütün diyalektiği içinde UKKTH’ı inkar ederek savunulamaz ve gerçekleştirilemez. Lenin, II. Entarnasyonal partilerinin yozlaşmalarını, sosyalizmden sosyal-şovenizme giden yol olarak tarif ediyordu.[33] II. Enternasyonal partileri, UKKTH’nı inkar ederek, kendi burjuvalarının işgalci, emperyalist politikalarını desteklemişler, kendi burjuvalarının siyasetlerini ‘devrimci’ gerekçelerle aklamışlar ya da onlarla uyumlu bir politik hat çizmişlerdi. Buna göre, “ilhaklar ve savaşlar kötü”ydü, ancak ezilen ulusların karşı çıkışlarına destek vermek, II. Enternasyonal partilerini “kendi ülkelerinde zor duruma düşürür, komünist partilerin gelişimini zora sokardı”! Bu baskılanmanın etkisi, bürokratik ve burjuva eğilimlerle birleşince, sosyal-şoven politikalar egemen oldu. Burjuvazinin kurduğu sınırlar mutlak kabul edildi (Misak-ı Milliciler gibi), ezilen ulusun taleplerini savunmak (tabi ezilen ulus hareketindeki eksikliklerle bunu gerekçelendirerek) yasak ilan edildi (bugün UKKTH’yi inkar edenler gibi). II. Enternasyonal partileri UKKTH’na karşı çıktılar, onu reel/gerçekçi bulmadılar. Diğer emperyalistlerin oyunu olarak açıkladılar ya da rakip emperyalist güçlere hizmet ettiği gerekçesiyle inkar ettiler vb. vb.. Ama sonuç netti: “UKKTH gereksizdir”!

EZEN VE EZİLEN ULUS MİLLİYETÇİLİĞİ

Sosyal şovenizmin temel tez ve argümanlarından birisi de milliyetçiliğe karşı çıkıştır. Öyle ki, milliyetçilikle yan yana anılmayı hiç sevmez; inanmak gerekirse milliyetçilikle hiç işleri olmaz! Ama asıl kızdıkları ezen ulus milliyetçiliği değildir. Aksine, ezen ulus milliyetçiliğinin ağırlığı altında ezilip, üstlerine binen ağırlığı, ezilen ulus milliyetçiliğinin eleştirisiyle hafifletmeye çalışırlar!

Ezilen ulus milliyetçiliği –burada uzun uzadıya ele almayacağız– hareketin burjuva demokratik karakteriyle anlaşılır olmaktadır; adı üzerinde milliyetçiliktir. Ancak, milliyetçilik söz konusu olduğunda, ilk akla gelen, ezen ulus milliyetçiliği, dahası şovenizmdir. Marksizm ise, –ezen veya ezilen ulusun milliyetçiliği olabilir– milliyetçilikle bağdaşmazdır[34]. Ancak milliyetçiliği, ülkenin emperyalizmle ilişkileri, ulusal sorunun varlığını, sınıf mücadelesinin dinamikleri, ülkenin siyasal yapısını dikkate almadan, “saf” bir milliyetçilik olarak ele almak “saf”lıktır. Ezen ulus milliyetçiliği, başka bir ulusun baskı altına alınmasına, imha ve asimilasyona dayanır. Ezilen ulus milliyetçiliği ise, ulusal baskı siyasetine karşı çıkar; ezilen ulusun en temel haklarını, dilini ve kültürünü özgürce kullanabilme, kimliğini ifade edebilme, kendi kaderini tayin haklarını savunur. Bu yönüyle ezen ulus baskısına karşı yöneldiği, (işçi sınıfına düşmanca bir tutum sergilemediği) sürece ilericidir, demokratiktir.[35]

Ezilen ulus milliyetçiliğinin ulusal baskı siyasetine karşı mücadelede ilerici ve demokratik yönünü görmeden, onu ezen ulus milliyetçiliğiyle eşitlemek/aynı kefeye koymak, genel bir milliyetçilik eleştiriyle sözde tarafsız kalmak, sosyal-şovenizme geçişte başka bir altın taşlı yoldur. Lenin, Rosa Lüksemburg’la polemiğinde, ezilen ulus hareketinin ilerici niteliğini vurgulayarak, Rosa’nın bunu görmediğini ve milliyetçilikten uzak durmak adına ezen ulus milliyetçiliğine düştüğünü belirtir.

Ezen ulus ile ezilen ulus arasında mücadele sözkonusu olduğunda, sosyalistler için belirleyici olan, ezen ulus baskısına karşı mücadelenin ihtiyaçları, bu mücadelenin sosyalizm mücadelesinin bir parçası haline getirilmesidir. Sosyalist devrimi, “saf” ve işçilerin sorunlarını çözmek üzere gerçekleşen bir “salt işçi devrimi” olarak algılayan “hayalcilik”, hiçbir zaman toplumsal gerçeklikle denk düşmedi; ütopyanın ötesine de geçemedi. Sosyalizm mücadelesi; başta işçi sınıfının acil talep ve sorunları, ancak bununla beraber ve bunu güçlendirecek şekilde, ezilen ulusların, ezilen ve baskı altına alınan inanç sahiplerinin, cins ve sınıf olarak çifte sömürüye maruz kalan kadınların, her türlü ve her biçimde baskı ve sömürüyle karşı karşıya bulanan yığınların tepki ve öfkesinin tek bir potada, tek bir önderlik altında birleştirilip sosyalist çizgide ilerlenmesiyle başarıya ulaşabilir.

Marksizm’in en “ince” bir milliyetçilikle dahi bağdaşamaz olması, ezen ve ezilen ulus milliyetçiliğini aynı kefeye koyduğu ve aralarında fark görmediği anlamına gelmez. Ulusal tepkiler tipiktir; olağandır. Emperyalizme karşı yöneldikleri sürece demokrat ve ilericidirler: “Her ezilen ulusun burjuva milliyetçiliği, zulme karşı yönelmiş olan genel bir demokratik içerik taşır[36]. İşte bu olgu; işçi sınıfı ile ezilen ulusun ittifakının temelini oluşturur. Ezen ulus milliyetçiliğine karşı ise, kesin mücadele edilmelidir.

Ezilen ulusun mücadelesi, örneğin Kürt ulusal mücadelesinde sözkonusu olduğu gibi, emperyalizmin işbirlikçisi bir iktidara karşı demokratik hak ve özgürlükler talebiyle, ulusların kendi kaderini tayin etme hakkı için mücadele ediliyorsa; işçi sınıfının desteği ve ittifakı zorunludur. İşçi sınıfının enternasyonalist eğitimi buradan geçer.[37] Elbette işçi sınıfı ve onun devrimci öncüsünün görevleri ulusal harekete destek veya ittifakla sınırlı kalmaz. Sınıf partisi, ulusal hareket içinde işçi sınıfının etkinliğinin artması, demokratik hareketin tutarlı bir demokratik ve anti-emperyalist yön kazanması, dahası ve esas olarak, işçi sınıfının sınıf bilincine ulaşıp devrime önderlik etmesi, kendisi için sınıf olması, demokrasi mücadelesini sosyalist mücadele ile birleştirmesini amaçlar. Bu yönüyle işçi sınıfı hareketi ile –ezilen ulus milliyetçiliğini de içinde barındıran– ezilen ulus hareketinin ittifakı mümkündür; hatta zaruridir.

AYRILMA PROPAGANDASI KAFA KARIŞTIRIR MI?

Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı, Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkı, ulusların eşitliği, ulusal baskının ortadan kaldırılması için temel koşuldur. Türk işçi sınıfının enternasyonalist eğitimi ve sosyalist bilince ulaşması, dahası Kürt ve Türk işçilerinin ortak mücadelesi, böyle bir eğitim ve Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkı mücadelesi olmadan söz konusu olamaz.

Türk işçi sınıfı, egemen sınıfların baskı ve sömürü düzenine karşı çıktığı gibi, ezilen Kürt ulusunun üzerindeki ulusal baskı siyasetine de karşı çıkmalı, bu karşı çıkışın gereği olarak, Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkını savunmalıdır. Bu yüzden, ezen ulus işçilerinin ayrılma hakkını, ezilen ulus işçilerininse birliği savunması, işçi sınıfı ve emekçilerin gönüllüğü birliğini sağlayabilir. ‘Teorisyen’lerimiz, Türk işçi sınıfının ayrılma hakkını savunmasını mümkün görmeyerek, “sosyal-şovenist gerçekçi” zeminde hareket etmekte, “ayrılma hakkı” propagandasının kafa karıştıracağını iddia ederek, “En siyasallaşmışlarının dahi, Türk işçisinin ‘Sen birlikten yana ol, ama Kürtlerin ayrılma hakkını tanı!’ propagandasından somut bir görev çıkarması mümkün müdür? ‘Birlik için çalışalım ama karar sizin’ denen bir Kürt yoksulunun sağlıklı bir siyasi irade üretmesi mümkün müdür?[38] diye sorkmaktadırlar.

Onlara göre, kendi kaderini tayin hakkı propagandası, işçi sınıfının aklını karıştırıp işçilerin birliği ve ortak mücadelesini engelleyecektir. Oysa Türk işçilerine, Kürt halkının varlığı ve kimliğinin tanınması, eşitlik, dolayısıyla Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkı için yapılan propaganda, Türk işçisini Kürt işçisinden değil, egemen sınıfların şoven milliyetçiliğinden koparır. Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkını tanıyan Türk işçisinin kafası karışmış olmaz; başka bir ulusu baskı altına alan ulus emekçilerinin özgür olamayacağının bilinciyle; enternasyonalist bir tutum almış olarak, Kürt işçileriyle birlik mücadelesi verir. Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkını tanımayan Türk işçisi ise, şovenizm ve ezen ulus milliyetçiliğiyle zehirlenmiş, kendi burjuvazisinin kuyruğuna takılmış olur.

Ayrılma propagandası açısından Kürt işçilerinin tutumu ise, birlikten yana olmak durumundadır. Kürt proletaryasının önderi, Kürt işçi sınıfına, ulusal baskının çözümünün ayrılıkta, yani kendi burjuvazisinin egemenliğinde olmadığını, Türk işçisiyle birlikte mücadelede olduğunu anlatır. Ezen ulus burjuvazisinin işçileri yedekleme çabasına karşı, birlik, kardeşlik ve ortak mücadele propagandası yapar. Kürt işçilerinin çıkarı, düşmanlarının Türk işçileri olmadığı bilinciyle, ayrılık yerine birliği tercih edip, Türk işçileriyle ortak düşmana karşı mücadelede birleşmektedir. Lenin, ezen ve ezilen ulus işçilerinin ulusal sorun konusundaki görevlerini şöyle tarif eder: “Sorunu derinlemesine incelememiş olanlar, ezen ulusların sosyal-demokratları ‘ayrılma hakkı’ üzerine ısrar ederlerken; ezilen ulusun sosyal-demokratları ‘birleşme özgürlüğü’ üzerinde direnmelerinin çelişki olduğunu düşünürler. Ama biraz düşününce, enternasyonalizme ve bugünkü durumdan hareket ederek ulusların birbiriyle kaynaşmasına varabilmek için başka yolun olmadığı, olamayacağı anlaşılır.[39]

Türk işçilere “ayrılık propagandası”, Kürt işçilere “birlik propagandası” – işçi sınıfı partisinin enternasyonalist devrimci politikası budur. Bunun aksini iddia etmek/yapmak, ezen ulus veya ezilen ulus milliyetçiliğine kuyruk olmak anlamına gelir. Söz konusu olan, işçilerde kafa karışıklığı değil ulusal/milliyetçi önyargılardır. Bu önyargılar kırılmadan, işçi sınıfı ulusal baskı siyasetine karşı tek vücut olmadan, işçi sınıfının birliğini sağlamak hayal olmanın ötesine geçemez.

ŞOVENİZME ‘SOL’DAN DESTEK YA DA DAHA FAZLASI!

Gelenek yazarları, Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkını –yukarıda bir kısmına değindiğimiz– bir takım gerekçelerle gündemden düşmüş ilan ediyorlar. Buna göre, Türk ve Kürt işçilerinin “birliği”, ulusal sorun ve ulusal baskı siyasetinin dışında, bu sorunla ilgili söz söylemeden, “ortak sorunlar” üzerinden tarif ediliyor. Dahası, Kürt sorunu, bir ulusal sorun olarak yok sayılıyor.[40] Ülkemizdeki Kürt sorununun özgünlüğü göz ardı edilip, sanki ulusal/demokratik sorunlar yokmuşçasına ve sanki işçi sınıfı demokratik görevleri sahiplenmezmiş gibi, –ve üstelik “teorisyenlerimiz” sanki “solun birliği”nden sıra kalıp da işçi sınıfının birliğini akıllarına getirip savunurlarmış gibi– soyut bir “sınıf birliği” vaaz ediliyor. Türk işçileri Kürt halkının kimliğini, varlığını, dili ve kültürünü tanımayacak, bunun için mücadele vermeyecek, ama Türk ve Kürt işçileri “kardeş olup” “ortak mücadele” edecekler! Kürt işçilerine egemen sınıfların zorunlu birlik dayatması, geleceğini tayin hakkının engellenmesi meşru bellenip, şovenizmin ‘sol’dan sözcülüğü yapılacak, sonra da Kürt işçilerinin Türk işçileriyle birliğinden bahsedilecek! Şoven milliyetçiliğe, ulusal baskı siyasetine karşı çıkmadan “işçi sınıfı”nın “sosyalist” mücadelesinden bahsedilecek, ulusal sorun “gereksiz” sayılarak ve ondan bahsetmeden “ortak sorunlar” üzerinden mücadele edilecek!

Böylesi bir “birlik”, egemen sınıfların zorunlu birlik dayatmasından farksızdır. Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı tanınmadan halkların gönüllü birliğinden bahsedilemez. Bu hak tanınmadan, işçi sınıfının enternasyonal eğitimi ve sosyalist bilinci kazanması söz konusu olamaz. Ezen ulus burjuvazisinin baskı ve zulmü karşısında boyun eğip, Kürt halkının en basit ve insani taleplerini savunmaya gelince yan çizmek, bunu “sosyalist mücadelenin ihtiyaçları” gereği “gereksiz” bulmak, cehenneme –şovenizme– giden altın taşlı yollardan birisidir.

Kürt halkının dili ve kültürü yasaklanmışken, Kürt halkı çocuklarına kendi dilinde isim veremez, kendi dilinde eğitim alamazken, bu talepleri dillendirenler linç kampanyası eşliğinde baskı altına alınırken, “sosyalist mücadele” gereği sessiz kalmak, söz söylememek, “sosyalizmden sonra çözülecek” demek, dahası bu talepleri savunmamanın çağırısını yapmak, ezen ulus burjuvazisinin yüzyıllık söylemlerini “sosyalist” gerekçelerle tekrarlamaktan başka anlama gelmez.

‘Teorisyen’lerimizin söylediğinin aksine “hem eşitlik ve ortaklık hem de ‘ayrılma hakkı’ için mücadele gerçekçidir”. Halkların birliği, işçi sınıfının ortak mücadelesi için zorunludur. UKKTH hakkını tanımadan, Türk ve Kürt işçilerinin milliyetçi önyargılardan arınmış entarnasyonalist birliğinden söz etmek mümkün değildir. Halkların özgür birliği, ancak ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı tanındığı sürece mümkün olabilir. Tersi, yani UKKTH’ın tanınmaması, halkların zora dayalı birliğine onay vermek, bir şovenist haline gelmek demektir. Ayrılma hakkı tanınan ezilen ulus işçileri, kendi dilini ve kültürünü özgürce yaşayabileceğini samimi bir şekilde ifade eden ezen ulus işçileriyle ortak düşmana karşı mücadele birleşebilirler. Ancak ezen ulus işçileri bu hakkı tanımadığı sürece, ezilen ulus işçileri, ezen ulus işçilerine güven duymaz, duyamazlar.

İşçi sınıfının devrimci öncüsü; ezilen ulus hareketiyle ittifak olsun veya olmasın; demokratik hareket içinde, işçi sınıfının ağırlığını hissettirmesi için mücadele eder; işçi sınıfının sınıf bilincine ulaşması için çaba gösterir. “İttifak” adına işçi sınıfını ezilen ulus burjuvazisine terk ederse; ezilen ulus burjuvazisine kuyrukçuluk yapmış olur. Kuyrukçuluk, oportünizm; sağdan ‘sol’a savrulmakla maluldür. Dün Kürt ulusal hareketine kuyrukçuluk, Kürt işçileri içinde örgütlenmeyi gereksiz görmek; bugün Kürt ulusal hareketinin ilerici niteliğini, hatta bunun da ötesinde, UKKTH’nı inkar etmek ve şovenizm yolunda “emperyalizm karşı mücadele” adına ilerlemek; Gelenek’in önerdiği ve yaptığı budur! ‘Doğu’dan gelen seslere benzetmemek elde değil…

Emperyalizmle ilişkiler”, Kürt hareketinin AB’den “beklentileri” vb. gerekçeler sosyal-şovenizmi gizleme amaçlıdır.[41] Kürt ulusal hareketinin niteliği bir yana, Kürt halkının ulusal demokratik haklarını ve UKKTH’yı savunma, olmazsa olmazdır. Kürt hareketi ilerici veya gerici –ki ilericidir–; bunu bir kenara koyarsak; Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkı, kayıtsız koşulsuz, sosyalistler tarafından tanınır. Eşitliğin ve işçi sınıfının birliğinin gerçek zemini budur. Emperyalizmin işbirlikçisi tekelci burjuvazi ve iktidarının şoven milliyetçi ulusal baskı politikasına karşı ulusal/demokratik hakları ısrarla savunmak, bunu bedel ödeyerek savunan Kürt ulusal hareketiyle[42] ittifak yapmak –elbette kayıtsız koşulsuz değildir–, egemen sınıfların ‘bölücülüğüne’ karşı halkların birliği için mücadele etmek, emperyalizmin ve onun işbirlikçilerinin tekerine çomak sokmaktır; emperyalizme karşı sözde değil gerçek bir mücadele örgütlemektir.

Kürt halkının ulusal demokratik mücadelesi –yani demokrasi mücadelesi– ile sosyalist mücadeleyi birleştirmek; demokratik görevleri atlamadan –böylece demokrasi talebiyle mücadele eden/etmek zorunda olan yığın hareketini es geçmeden–, “bütün zorluklarına” rağmen işçi sınıfının enternasyonalist sosyalist bilince ulaşması için çaba göstermek; halkların gericiliğe, emperyalizme ve kapitalizme karşı birlik ve mücadelesini yükseltmek; sözde “birlik” –ama zorunlu birlik– lakırdılarının perdelediği şovenizmi yenecek; işçi sınıfının sosyalizm yürüyüşünü yükseltecek temel görevlerdendir. Bu yüzden, bugün gericiliğin, kontr-gerilla ve faşist güçlerin, emperyalizm ve işbirlikçilerinin tüm saldırılarına ve bunların ‘sol’ yankılarına karşı ulusların kaderlerini tayin hakkını ısrarla savunmak, ısrarla enternasyoanlizme bağlı kalmak, Kürt halkının demokratik taleplerini en zor koşullarda bile desteklemek; bunu işçi sınıfının iş, ekmek, özgürlük, halkların emperyalizme karşı bağımsızlık talepleriyle birleştirmek; kısaca, demokrasi mücadelesini kapitalist sömürü düzenine karşı mücadeleyle birleştirmek, sosyalizme giden yolun olmazsa olmazıdır. Ötesi şovenizm ve onun ‘sol’dan yankısı olan sosyal-şovenizmdir.

SONUÇ

Kürtlerin kendi kaderlerini kendilerinin belirlemeleri hakkının inkarı, “Kürt sorunu ortadan kalkmıştır” demeye kadar varan egemen sınıflarla yakınlaşmanın mantıksal sonucuna varmaması beklenemezdi. Sonuç: Ulusların kendi kaderini tayin hakkının inkarı ve bunun bir parçası olarak ulusal/demokratik talepler için mücadelenin askıya alınmasıdır. “İşçi sınıfı zemini”, “birlik” adına demokrasi mücadelesinden yan çizilmesi, “yan çizme” ile de sınırlı kalmayıp, bu mücadelenin baştan sona reddedilmesi. Ezen ulus milliyetçiliğine karşı savaşmak yerine “Kürt ulusal hareketiyle aralarındaki mesafeyi hızla açmak[43], ezen ulus milliyetçiliğinin “kanı ve canı” ile savunduğu sınırlara “siper olmak[44], “bölünme tehlikesi” gerekçeleriyle egemen sınıfların temel felsefesini “sosyalist” kılıf geçirerek yeniden üretmek, “cesurca” sahiplenmek. Daha da uzatılabilir… Gelenek’çi ‘teorisyen’lerimiz saflarını seçmişlerdir. “2001 yılından itibaren” ‘yoğun mesai harcanan’ UKKTH’nın “somut koşullarda Marksizm-Leninizmde tuttuğu yerin yeniden tarif edilmesi[45] süreci tamamlanmış; sosyal-şovenizmin ‘kapalı’sından açık biçimlere geçiş yapılmıştır.


[1] Gerici nitelikli ulusal hareketlerin olmadığı anlamında kullanmıyoruz. Ancak mesele şudur ki, ilerici, anti-emperyalist ve demokratik nitelikte burjuva/ulusal hareketler mümkün müdür, değil midir? Bu kapsamda Kürt ulusal hareketiyle ilişki biçimi nasıl olacaktır? Egemen sınıfların saldırı dalgası karşısında ‘bizi ilgilendirmez’ denilip köşeye çekilmek mi, yoksa ilerici nitelikteki ulusal harekete destek/ittifak mı?

[2] Stalin, “Marksizm, Ulusal Sorun ve Sömürge Sorunu”, Sol Yayınları, sf. 27

[3] Özgür Şen, Gelenek, s. 98, “Bir Taktiği Güncelleme Zorunluluğu”, sf. 49

[4] Aytek Soner Alpan, Gelenek, s. 98, “Devrimin Kaderini Tayin Hakkı”, sf. 113

[5] Kemal Okuyan, Gelenek, s. 98, “Sosyalist İktidar Perspektifinden Kürt Sorunu”, sf. 17

[6] Lenin, “Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı”, Sol Yayınları, sf. 78

[7] Stalin, Marksizm, Ulusal Sorun ve Sömürge Sorunu, Sf. 27

[8] Özgür Şen, Gelenek, s. 98, “Bir Taktiği Güncelleme Zorunluluğu”, sf. 55

[9] Stalin, age., sf. 27

[10] Metin Çulhaoğlu, Gelenek, s. 98, “Kuru Gürültüyü Aşmak”, sf. 68

[11] Lenin, “Kapitalizmin En Yüksek Aşaması Emperyalizm” isimli eserinde, emperyalizmin “kesinlikle” egemen olduğu tarihi şöyle ifade eder: “Avrupa için, yeni kapitalizmin, eskisinin yerini kesinlikle aldığı tarih, oldukça belirgin bir biçimde gösterilebilir: 20. yüzyılın başıdır bu. … Böylece tekellerin tarihindeki başlıca evreler şöyle beliriyor: (1) Serbest rekabetin gelişmesinin en yüksek noktaya eriştiği 1860-1880 yılları. Tekeller, ancak farkedilir embriyonlar halindedir. (2) 1873 bunalımından sonra, kartellerin önemli gelişme dönemi; böyle olmakla birlikte, bunlar henüz istisna halindedir. Oturmuş bir durumları yoktur. Henüz geçici bir niteliktedirler. (3) 19. yüzyılın sonundaki ilerleyiş ve 1900-1903 bunalımı; bu dönemde, karteller, baştanbaşa ekonomik yaşamın temellerinden biri haline geliyor. Kapitalizm, emperyalizme dönüşmüştür.

[12] Yazar, “burjuva devrimler” çağı ile 20. yy’ın başında sonlanmış Avrupa’daki “burjuva devrimler” çağını ve 20. yy’da başlayan Doğu ülkelerindeki “burjuva devrimler” çağını birleştirdiğini söyleyebilir. Öyle olsa bile, kapitalizmin birinci evresinden emperyalizm aşamasına geçişi gözardı edip, genel bir “burjuva devrimler çağı” tarif etmek bilimsel yöntemle çelişir; yanlıştır.

[13] Emperyalizm çağında da, feodal gericiliğe karşı burjuva devrimler devam etmiştir. Ancak kapitalizmin birinci evresindeki burjuva devrimlerden farklı olarak, aynı zamanda, emperyalizme karşı, yani tekelci burjuvaziye karşı “burjuva devrimler” biçiminde devam etmiştir. Ve bu “burjuva devrimler”, yeni bir çağın, “emperyalizm ve proleter devrimler” çağının “burjuva devrimler”idir.

[14] Burjuva devrimler son bulmamıştır; “egemen burjuvazinin” “ilerici” bir rol oynadığı “burjuva devrimler çağı” son bulmuştur. Artık burjuva/demokratik devrimler, işbirlikçi, faşist, gerici ve anti-demokratik burjuvaziye karşı gerçekleşmektedir.

[15] Metin Çulhaoğlu, agy, Sf. 69

[16] 1917 Ekim Devrimi gerçekleşmemiş olsaydı; anti-emperyalist ulusal hareketlerin büyük bir destekten/itici güçten mahrum kalacağı açıktır.

[17] Çulhaoğlu, olguları, nesnel zemin, üretim ilişkileri/ekonomik ilişkiler bağlamında tartışmak yerine öznelliğe abartılı bir rol biçerek idealizme düşüyor. Mahir Çayan’ın ‘üçüncü bunalım döneminde SSCB’nin varlığı nedeniyle emperyalist savaşlar mümkün değildir’ derken düştüğü öznelliği tekrarlıyor. Çayan emperyalizmin ekonomik temelini ve bu temelden kaynaklı emperyalistler arasındaki kutuplaşmanın nesnel/zorunlu dinamiklerini görmezden gelerek; SSCB’nin varlığını nesnel zeminin önüne koyarak, dünya savaşının imkansız hale geldiğini söylüyordu. Benzer bir akıl yürütme ve idealizm, Çulhaoğlu için de geçerlidir. Çulhaoğlu, emperyalizmin ekonomik temelini ve bu ekonomik temelden kaynaklı zorunlulukları (ulusal sömürü ve baskı siyaseti ile buna karşı ulusal tepkiler) görmezden gelerek, SSCB’nin yıkılmasının, emperyalizmin nesnel niteliğinden kaynaklı olguları ortadan kaldıracağını iddia ediyor. Buna göre; artık emperyalizme karşı ulusal hareketler mümkün değildir; dolayısıyla ulusların kaderlerini tayin hakkı güncelliğini yitirmiştir!

[18] Metin Çulhaoğlu, agy, sf. 69

[19] Lenin, Emperyalist Ekonomizm, Koral Yayınları, sf. 81

[20] ‘Emperyalizm nitelik değiştirmiştir’ denmese de, emperyalizm aşamasında, hem de SSCB’nin mevcut olmadığı ilk dönemlerinde –ve günümüzde- anti-emperyalist ulusal hareketlerin mevcut olduğu tarihsel bir gerçek iken, bugün yine “SSCB’nin dağılması” gerekçesiyle emperyalizme karşı ulusal hareketlerin mevcut olamayacağını söylemek, emperyalizmin ‘küreselleşmeci’ bir niteliksel değişimini varsayar.

[21] Metin Çulhaoğlu, Gelenek, Sayı: 98, “Kuru Gürültüyü Aşmak”, Sf. 62

[22] Lenin, Ulusal Sorun ve Ulusal Kurtuluş Savaşları, Sol Yayınları, Sf. 197

[23] Lenin, Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, Sol Yayınları, Sf. 179

[24] Lenin, Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, Sol Yayınları, sf. 139–140

[25] Lenin, Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, Sol Yayınları, sf. 80

[26] Aydemir Güler, Gelenek, s. 98, “Yeniden Doğu Sorunu”, sf. 38

[27] Aydemir Güler, agy, sf. 39

[28] Kemal Okuyan, Gelenek, s. 98, “Sosyalist İktidar Perspektifinden Kürt Sorunu”, sf. 17

[29] Lenin, Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, Sol Yayınları, sf. 81

[30] Lenin, agy, sf. 81

[31] Kemal Okuyan, s. 98, “Sosyalist İktidar Perspektifinden Kürt Sorunu”, sf. 9

[32] Lenin, 1916 yılında, emperyalist ekonomizm savunucularının sahte “sosyalist devrimci”liğini yerden yere vurmuş, görünüşteki ‘sol’culuğun sağ niteliğini sergilemiştir.

[33] Elbette, II. Enternasyonal partileri küçük burjuva hatta burjuva partiler haline gelmişlerdi. Ancak sosyal-şovenizm, II. Enternasyonal’den kopuşun temel unsurlarından birisiydi.

[34]En ‘adil’, ‘saf’, en ince ve en uygarı olsa bile, Marksizm milliyetçilikle bağdaşmaz.” (Lenin, Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, Sol Yayınları, sf. 31)

[35]Eğer ezilen ulusun burjuvazisi, ezen burjuvaziye karşı savaşırsa, biz, her zaman ve her durumda, herkesten daha kararlı olarak bu savaşın yanayız; çünkü biz, zulmün en amansız ve en tutarlı düşmanlarıyız.” (Lenin, Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, Sol Yayınları, sf. 69)

[36] Lenin, Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, Sol Yayınları, sf. 70

[37] Bunun zorlukları karşısında ezilmek; bunu hayalcilik olarak adlandırmak da sosyal-şovenizmin “gerçekçiliğine” örnek gösterilebilir.

[38] Kemal Okuyan, Gelenek, s. 98, “Sosyalist İktidar Perspektifinden Kürt Sorunu”, sf. 18

[39] Lenin, Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, Sol Yayınları, sf. 179

[40] Aydemir Güler, “Sınırın Ötesinde de Yasalar Var” başlıklı yazısında, Kürt sorununun ulusal sorun olarak ortadan kalktığını söylüyor: “Bu ‘Kürt sorunu’ değildir. Ya da Kürt sorununun son 25 yıllık etabı bütün özellikleriyle birlikte ortadan kalkmıştır.” (http://www.sol.org.tr/index.php?yazino=15033)

[41] ‘Teorisyen’lerimizin UKKTH’nı ve Kürt halkının demokratik talepleri için mücadeleyi inkar ederken kullandığı gerekçelerden birisi, “emperyalizmin bu hakları savunması”dır. Oysa Lenin, bugünden konuşurmuş gibi, şöyle der: “Bazı başka durumlarda bir başka ‘büyük’ devlet tarafından aynı ölçüde emperyalist amaçları için yararlanılması hali de, sosyal-demokratların, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını reddetmelerine neden olmaz.” (Lenin, Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, Sol Yayınları, sf. 140)

[42] Kürt ulusal hareketi, savunduğu talepler gereği, gerek AB, gerek ABD ile arasını açmak durumundadır. Emperyalizmin “demokratik haklar” savunusu bir aldatmacadan ibarettir. Emperyalizmin işbirlikçisi iktidara karşı demokrasiyi savunmak, emperyalizme karşı mücadelenin önemli bir halkasıdır. Kürt ulusal hareketi, tüm eksiklik ve çelişkilerine rağmen bu çizgide bedel ödeyerek mücadele etmektedir. Kürt hareketi, içindeki farklı unsurların AB ve ABD’den farklı beklentileri olmakla beraber, nesnel konumu itibarıyla ilericidir; emperyalizm karşıtıdır. Bu karşıtlık önümüzdeki dönem daha da gelişmeye açıktır.

[43] Özgür Şen, Gelenek, Sayı: 98, “Bir Taktiği Güncelleme Zorunluluğu”, sf. 65

[44] Özgür Şen, agy, Sf. 62

[45] Aytek Soner Alpan, Gelenek, Sayı: 98, “Devrimin Kaderini Tayin Hakkı”, Sf. 112

 

enflasyon hedeflemesi ve hesaplamasında manipülasyon

En basit sorunda dahi iç içe geçmiş birçok etkenin bir araya geldiği ve birbirini etkilediği bir gerçektir. Konu enflasyon olunca da, birçok etkenin iç içe geçtiği, birbirini etkilediği görülür. Elbette ki enflasyonu birçok yönüyle incelemek geniş kapsamlı bir araştırmayı gündeme getirmektedir. Birçok ayrıntının, değişik “burjuva iktisat” okullarının görüşlerinin de dile getirilmesi düşünülebilir.

Ama biz, enflasyona, gerek uygulanan para-maliye politikaları, gerekse enflasyon hesaplama yöntemleri ile hesaplamaya konu olan sepetteki malların nüfusun hangi kesiminin tüketim alışkanlıklarını temsil ettiği meseleleri açısından bakmak istiyoruz. Enflasyonu ortaya çıkaran etkenlere de bu yönüyle değineceğiz.

Enflasyonun önce tek haneli rakamlara düşüp(!), sonra yeniden çift haneli rakamlarda seyrettiği günümüzde, bu rakamların, nüfusun büyük çoğunluğunu oluşturan emekçilerin günlük yaşamlarında reel anlamda bir etkisi görülmemektedir. Açıklanan rakamlar doğrultusunda emekçilerin satın alma gücünde değişiklik olmamıştır. Çünkü açlık sınırının çok altında olan ücretler (Türk-İş Mart 2008 için açlık sınırını 696,78 YTL, yoksulluk sınırını ise 2.269 YTL olarak açıkladı) temel yaşamsal ihtiyaçlarını karşılamada yetersiz kalmaktadır. Dolayısıyla, iç talebi kısıtlayıcı bu olan durum, –talep-enflasyon ilişkisinin doğru orantılı olmasından– enflasyonun düşükmüş gibi görünmesine neden olmaktadır! Bu durumda, hükümet tarafından açıklanan enflasyon rakamları gerçekleri ifade etmemektedir. Çünkü, enflasyon hesaplanmasına konu olan sepetteki mallar nüfusun çoğunluğunun (%80’ninin) tüketim alışkanlıklarını temsil etmemektedir.

– ENFLASYONUN EN TEMEL SONUCU HAYAT PAHALILIĞIDIR

Enflasyon, para dolaşımının, meta dolaşımı için zorunlu olduğu miktardan daha fazla kağıt para ile dolup taşması, şişirilmesidir. Enflasyonun en temel sonucu hayat pahalılığıdır. Ortaya çıkan bu hayat pahalılığından en çok sabit gelirliler zarar görür. Gün geçtikçe yoksullaşır, yaşam standartları düşer, enflasyon altında ezilirler. Enflasyon oranının üzerinde gelirlerini artıranlar ise, zarar görmek bir yana daha da zenginleşirler. Bu duruma verilecek en iyi örneklerden birisi ise, enflasyonun dizginlenemez biçimde arttığı dönemlerde temel ihtiyaç mallarına olan talep düşerken, lüks otomobil ithalatında görülen artıştır.

– ENFLASYONUN EN TEMEL NEDENİ SANAYİNİN YAPISAL NİTELİĞİDİR

Ülkemizde enflasyonun en temel nedeni, ekonomik yapının, özellikle sanayileşme biçiminin belirlediği yapısal niteliğidir. Türkiye, “gelişmekte olan”, “orta gelişmişlik düzeyinde” ya da “kapitalizmin çarpık bir şekilde geliştiği” bir ülke olarak tanımlanır. Bu aslında şunu ifade eder; Türkiye emperyalizme bağlı ülkeler kategorisindedir. Sanayinin emperyalizme bağımlı, montaj sanayi olarak temelleri atılmış ve gelişerek günümüze kadar gelmiştir. Bu süreç, ithal edilmekte olan sanayi ürünlerinin bir bölümünün ülke içerisinde üretilmesiyle başlamış ve hız kazanmıştır. Ve şu anda da girdilerinin büyük çoğunluğu ithal mallara dayanan bir ihracata dayalı “yoksullaştırıcı büyüme” yaşanıyor!

Dünya üretim planı çerçevesinde, uluslararası sermaye, kimi malların üretiminde bazı ülkelerin daha “uzmanlaşmasını” sağlarken; diğer ülkeleri de, farklı mal ve hizmet bileşenleri ile tek yönlü olarak gelişmesini esas alan bir üretim gerçekleştirmektedir.

Uluslararası tekeller, IMF (Uluslararası Para Fonu) ve DB (Dünya Bankası) gibi emperyalist örgütler aracılığıyla, Türkiye pazarını ele geçirmek için; dışa bağımlı ekonomimizi çökertip, sistematik bir şekilde saldırı programlarını uyguladılar. “Yapısal uyum programları” adıyla sürdürülen saldırılar sonucu borç sarmalına giren Türkiye, birçok az ya da orta düzeyde gelişmiş ve bağımlı ülke gibi, iç piyasalarını uluslararası tekellere açmak zorunda kaldı. Ardından temel üretime dayalı “üretim deseni” terk edilerek; tekellerin belirlediği koşullara ve ihtiyaçlara göre ihraç mallarının üretimine geçildi. IMF ve DB reçetelerinin uygulanmasıyla, bizim gibi ülkeler, kendi kendini besleyemeyen bir konuma gelerek, ithalatçı oldular.

Mevcut kaynakların, üretim araçlarının ve teknolojinin gelişmişlik düzeyi vb., bir ülkede hangi malların üretilebileceğine dair ipuçları verir. Ama söz konusu olan bizim gibi bağımlı ülkeler ise, mevcut kaynakları ve sahip olduğu teknoloji ile belirli bir zamanda çok sayıda (veya az) mal bileşimini istediği kadar üretemez. Ayrıca, mevcut kaynaklar ve teknoloji ile üretebileceğimiz malların bile ne oranda üretileceği kararını verme özgürlüğüne sahip değiliz. Bu kararı, IMF ve DB, bizimle yaptıkları stand-by anlaşmaları ve verdikleri-verecekleri kredi ve borçlara karşılık getirdikleri ön koşullarla vermektedir. Ya da, IMF ve DB tarafından atanan BDDK gibi “özel kurumlar”, “üst kurullar” ve bürokratlarca ülkemizdeki üretim miktarı, çeşidi ve hangi pazara yönelik olacağı belirlenmektedir.

Dolayısıyla böyle bir durumda, hangi kaynaklarla, nasıl bir teknoloji kullanarak, hangi malların üretileceğinin önemi kalmamaktadır. Birçok mal üretilemeyeceği için, ülkemizde, özellikle tarımda mal çeşitliliği –ürün deseni– azalmış olacaktır.

Üretimin çeşitliliği ve nasıl üretildiğinin yanı sıra, bunların, kimin için ya da hangi gelir seviyesindeki tüketiciye yönelik olarak üretilmek istendiği sorusu önemli olan diğer bir noktadır. Hangi malların nasıl ve kimin için üretileceğine dair sorunların çözüm yolu ve yöntemini piyasa ekonomisi olarak göstermektedirler.

Piyasa ekonomisinde çözümü ise; fiyatlar, kâr ve zararlar, teşvik ve ödüller gibi piyasa unsurları belirlemektedir. Hangi malların üretileceği sorunu, şirketlerin en fazla kâr elde edecekleri malları üretmeleriyle; nasıl üreteceklerini sorunuysa, en düşük maliyetle üretimin gerçekleştirileceği (düşük ücretli iş-gücü ve hammadde, vergi muafiyeti, faizsiz ve geri ödemesiz kredi vb.) ortamın oluşturulmasıyla çözülmektedir. Ürünlerin kimin için (hangi pazara yönelik) üretileceği sorunu ise, insanların ücret ve diğer gelirlerini nasıl harcayacaklarına göre çözümlenmektedir.

– SATIN ALMA GÜCÜ OLMAZSA TALEPTEN SÖZ EDİLMEZ

Piyasanın satın alma yönünü ilgilendiren “talep”; genel olarak “alıcıların, belirli bir süre boyunca (gün, hafta, ay) farklı fiyatlarda, bir malın farklı miktarlarını satın alma konusundaki arzularını ve satın alma yeteneklerini gösterir” diye bilinir. Ama, talep, insanların gerçek satın almalarının bir açıklaması değildir. Talepten söz etmek için, bir satın alma gücü ve isteğinin olması gerekir. Bunun için, satın alma gücü olamadıkça, herhangi bir talepten söz edilemez. Haliyle, kişi veya kurumlar alıcı duruma gelmez.

Genel olarak, insanlar, bir malın fiyatı düşükken o maldan daha fazla satın alırlar. Fiyatlar yükseldiğinde ise, az satın alırlar. Gelir dağılımındaki mevcut adaletsizlikle, açlık ve yoksulluk sınırında yaşayan halkın büyük çoğunluğu, bırakalım sosyal kültürel açıdan ihtiyaçlarının karşılanmasını, en temel ve zorunlu insani ihtiyaçlarını bile giderememektedir. Fiyatların artıp azalmasıyla birlikte emekçiler, bu dalgalanmalara karşı tüketici refleksi dahi verememektedirler.

Gelir dağılımı adaletsizliği, talebin yapısında köklü değişmelere yol açmaktadır. Nitekim milli gelirden en büyük payı alan zengin küçük bir kesimin yat, mücevher, lüks otomobil gibi “normal mallar”a (gelir artıkça talebi artan mallar); en küçük payı alan nüfusun ezici çoğunluğunu oluşturan yoksul işçi ve emekçilerin ise patates gibi “düşük mallar”a (gelir azaldıkça talebi artan mallar ) olan talebi artmaktadır.

Gerek ülkeye kayıt dışı akan döviz, gerekse sıcak para olarak adlandırılan yabancı sermaye girişleri nedeniyle döviz kurları baskılanmakta ve YTL olduğundan daha değerli görünmektedir. Aşırı değerlenmiş YTL’nin ihracat üzerinde yarattığı olumsuz etkiyle birlikte ithalat-ihracat dengesizliğinden doğan döviz açığı büyümektedir. Normal koşullar altında bu dengesizlikten ötürü bir döviz darboğazı yaşanması gerekirken, Merkez Bankası döviz rezervleri tarihinin en yüksek oranlarına ulaşmıştır.

– TÜRKİYE ENFLASYONLA MÜCADELEDE IMF TARAFINDAN DESTEKLENİYOR

Yüksek borç-düşük ücret kıskacı altındaki yığınların sosyal patlama tehlikesini bertaraf etmeye çalışan; Ortadoğu’da “Ilımlı İslam” ülkesi olarak gösterilen; ABD’nin BOP’una dahil olan; IMF politikalarının doğruluğunun kanıtı olarak lanse edilen bir model ülke olarak, Türkiye’nin ekonomik istikrarı, emperyalistlerin bu dönemde çıkarınadır. Bunun için de, Türkiye, enflasyon ile mücadelede emperyalistlerce özellikle desteklenmektedir. Bu destek ise, en sade ifadeyle, “sıcak para” akışıyla sağlanmaktadır. “Sıcak para” akışının devamlılığı için, bir yandan IMF ile işbirliği içinde yürütülen ekonomik program sonucu elde edilen ‘başarılar’ abartılmakta, diğer yandan ise uluslararası kredi kuruluşları ekonomik gerçekliklerle örtüşmeyecek biçimde Türkiye’nin kredi notlarını yüksek göstermektedir. Bütün bu suni pompalamaların sonucu olarak gelinen nokta ise, menkul kıymetler borsasında yabancı hissedarların payının %70 gibi bir rakama ulaşması olmuştur.

Bu nitelikte bir ekonomik yapı, tartışmasız olarak, enflasyonu artırıcı rol oynamaktadır.

– KRONİK ENFLASYONUN DİĞER BİR NEDENİ: KAMU HARCAMALARI

Uzun yıllar boyunca kronik yüksek enflasyon yaşanmasının bir diğer nedeni de, kamunun toplam kaynakların karşılamayacağı boyutlarda harcama yapması; devletin giderlerinin gelirlerini aşmasıdır. Kamu harcamalarının yüksekliği, kuşkusuz zaten çok küçük bir sayıya geriletilmiş kamu işçileri ve memurların ücret ve maaşları dolayısıyla değildir; bu harcama kalemleri en düşük seviyelerde tutulmaktadır. İstihdam yaratmayan türden “yatırımlar”dan olan askeri harcamalar ve ihalelerdeki vurgunculuk/komisyonculuk vb. türü harcamalar, bunların üzerine binen hortumcuların zararlarının devlet tarafından üstlenmiş olması, tümü karşılıksız harcamalar olarak büyük bir yekûn tutmaktadır. Bu durum, kamunun borçlanma gereğini sürekli artırmış ve devlet yüksek faiz oranlarıyla borçlanmış, borçlarını ise –karşılığı olmadığı için– para basarak ödemiştir. Dolayısıyla, üretim artışıyla, yani ekonomik büyümeyle orantılı olmayan oranlarda para basımı gerçekleştirilmiştir. Para basımına yönelen devlet, enflasyonun dizginlenemez hale gelmesine neden olmuştur. Burada dikkat edilmesi gereken nokta, yıllar boyunca enflasyonun bilinçli bir şekilde yüksek tutulmuş olmasıdır. Kamu kesimi iç borç oranının yüksekliği, böyle bir ekonomi politikasını izlenmesini gerektirmiştir. Çünkü böylece devlet, bugün aldığı borcu, değerini hızla kaybetmiş olarak geri ödemekteydi. Yani devlet bir tür enflasyon vergisi elde etmekteydi.

2002 yılından itibaren uygulanan ekonomi politikalarının birincil amacıysa, mali disiplinin sağlanmasıdır. Bu amaçla, devlet, öncelikli olarak, kamu harcamalarını kısmıştır. Örneğin; tarımdaki sübvansiyonların kaldırılması, küçük üreticilere verilen kredilerin miktarının düşürülmesi, kamu emekçilerine vb. verilen maaşın dondurulması ya da enflasyonun oranının altında arttırılması, eğitim, sağlık, sosyal güvenlik gibi alanlara ayrılan paylardaki düşüş gibi… Tabii, harcamalarda gidilen kısıntılar kadar, 2002 yılından itibaren artış gösteren özelleştirme gelirlerinin bütçede haneye artı olarak kaydedilmesinin mali disiplinin sağlanmasındaki katkılarını da göz ardı etmemek gerekir!

ENFLASYON HEDEFLEMESİ

1930’lardaki altın standardının kaldırılmasına kadar, enflasyon bir iktisadi sorun olarak dünya gündeminde yer almamıştır. Bu dönemde yoğun olarak karşılaşılan sorun, enflasyon değil, durgunluktur. Keynesyen politikalar bu ortam içerisinde şekillenmeye başlamış ve efektif talebin canlı tutulması önerileri gündeme gelmiştir.

ABD dolarının değerinin altında sabitlenmesi üzerine kurulan Bretton Woods sisteminin 1970’li yıllarda çöküşüyle birlikte, dünya genelinde, uzun süreli yüksek enflasyonun maliyetlerinin ortaya çıkması, enflasyonu öncelikli ekonomik sorun olarak gündeme taşımıştır. Bu gelişme sonrası, fiyat istikrarının sağlanması, para politikasının öncelikli hedefi haline gelmiştir. Enflasyonun ciddi sorun olarak görülmeye başlandığı bu dönemde, politikaların ve araçların değiştirilmesi gereği de ortaya çıkmıştır.

Fiyat istikrarı, bir ülkenin sosyal ve ekonomik istikrarının sağlanmasının önkoşuludur. Fiyat istikrarı, genel bir tanım çerçevesinde; insanların yatırım, tüketim ve tasarrufa yönelik kararlarında dikkate almaya gerek duymadıkları ölçüde düşük bir enflasyon oranını ifade eder.

ENFLASYONLA MÜCADELEDE BAŞARISIZLIĞIN YÜKÜNÜ EMEKÇİLER ÇEKİYOR

1970’lerin ikinci yarısına gelindiğinde, birçok ülke faiz ve kur hedefini bırakmış ve parasal hedefleme stratejilerine yönelmiştir. 1990’lardan sonra, parasal hedefleme ve döviz kuru hedeflemelerinin enflasyonu önlemede başarısız olmasıyla birlikte, Yeni Zelanda, Kanada, İngiltere, Şili, İsrail gibi ülkelerin enflasyon hedeflemesini alternatif bir para politikası olarak kabul ederek uygulamaya başlamalarıyla, tartışmalar, enflasyon hedeflemesi üzerinde yoğunlaşmıştır.

Uluslararası alanda enflasyona karşı yürütülen mücadelenin oluşturduğu modellerden bazıları Türkiye’de de denenmiş, ancak uygulanan modellerin başarısızlığının tüm ekonomi genelinde ağırlığını yoğun bir şekilde hissettirmesi sonrası, toplumun geneli ve özellikle dar gelirli emekçi kesimler, her defasında yeni “acı reçeteler”e katlanmak zorunda kalmıştır.

EKONOMİDEKİ YENİDEN YAPILANDIRMAYLA ENFLASYON HEDEFLEMESİ DEĞİŞİYOR

Türkiye’de Kasım 2000 ve Şubat 2001’de yaşanan krizlerin neticesinde, kura dayalı program başarısızlıkla sonuçlanmış ve 22 Şubat 2001’de program terk edilerek, kur dalgalanmaya bırakılmıştır. Kur rejiminin terk edilmesi ile birlikte, kamu yönetiminin ve ekonominin yeniden yapılandırılmasına yönelik alt yapıyı oluşturmak amacıyla, “güçlü ekonomiye geçiş programı” uygulanmaya başlamıştır.

2 Ocak 2002’de, Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası, basın duyurusu ile “gelecek dönem enflasyonuna odaklanan bir para politikası” uygulayacağını ilan etmiştir. Bu basın duyurusunda, “gelecek dönem enflasyonuna” odaklanan bir para politikasının, aynı zamanda, örtük bir enflasyon hedeflemesi anlamına geldiği vurgulanmıştır.

Esnek veya örtük enflasyon hedeflemesi ise, Merkez Bankası’nın enflasyon hedefinin yanında diğer değişkenlerle de ilgilenmesidir. Örneğin, döviz kurları, faiz oranları, üretim ve istihdam gibi…

Merkez Bankası, 20 Aralık 2004 tarihinde yayınladığı “2005 Yılı Para ve Kur Politikaları” raporuyla, 2002’den bu yana uyguladığı örtük enflasyon hedeflemesi stratejisinin gittikçe artan bir şekilde açık enflasyon hedeflemesine yakınsadığını belirterek, 2006’nın başından itibaren, açık enflasyon hedeflemesine geçileceğini duyurmuş ve uygulamaya geçirmiştir.

Katı enflasyon hedeflemesi de denen, açık enflasyon hedeflemesi; Merkez Bankası’nın, sadece hedeflenen enflasyon oranına ulaşmaya ya da enflasyonu hedeflenen seviyeye yaklaştırmaya çalışmasıdır. Bunun dışında herhangi bir değişkeni dikkate almadığı veya enflasyon dışında hiçbir değişkende istikrar sağlamaya çalışmadığı enflasyon hedeflemesidir.

2006 yılı başından beri, Türkiye’de, yeni bir enflasyonla mücadele modeli olan “Enflasyon Hedeflemesi” uygulanmaya başlamıştır.

ENFLASYON PARA POLİTİKASININ ESAS VE TEK AMACI HALİNE GELİR

Enflasyon hedeflemesi stratejisi; Merkez Bankası’nın, nihai hedefi olan fiyat istikrarının sağlanması ve sürdürülmesi amacına yönelik olarak, para politikasının, makul bir dönem için belirlenen sayısal bir enflasyon hedefi ya da hedef aralığına dayandırılması ve bunun kamuoyuna açıklanması şeklinde tanımlanabilen para politikası uygulamasıdır.

Para politikası yoluyla enflasyonun kontrol edilmesi ile ilgili bu yeni yaklaşım, enflasyon hedeflemesi olarak bilinmektedir. Enflasyon hedeflemesi, üretim ve işsizlikten ziyade, enflasyonu, para politikasının esas ve tek amacı haline getirmiştir.

Enflasyon hedeflemesi[1] stratejisinde, para politikası uygulamaları sonucu varılmak istenen fiyat istikrarına, belirli bir dönem içinde ve belirli bir enflasyon hedefi veya hedef aralığı koyulmak suretiyle ulaşılmaya çalışılmaktadır. Başka bir deyişle, enflasyon hedeflemesinde, çapa görevini enflasyonun kendisi yapmakta ve söz konusu hedef veya hedef aralığına ulaşılması için gerekli koşullar, para politikası araçları kullanılmak suretiyle oluşturulmaktadır.

ENFLASYON HEDEFİ VEYA HEDEF ARALIĞI İŞÇİ ÜCRETLERİNİ DÜŞÜK TUTMAYI HEDEFLER

Bu stratejide fiyat istikrarının sağlanabilmesi için hedeflenen amaç enflasyonun kendisi olduğundan dolayı, ara hedeflerin kullanılmasına da gerek kalmamaktadır. Enflasyon hedeflemesi stratejisinin diğer bir özelliği ise, geçmiş ya da cari dönem enflasyon rakamlarının değil, gelecek dönem enflasyon tahminlerinin hedeflemede kullanılıyor olmasıdır. Gelecek dönem enflasyon tahminleri Merkez Bankalarınca yapılmakta ve yapılan tahminler sonucu belirlenen enflasyon hedefi veya hedef aralığı, ekonomik politika uygulamalarında temel alınmaktadır. İşçi ve emekçileri etkileyen en önemli yanı ise, toplu iş sözleşmelerinde işçi ücretlerinin hangi sınırı aşmayacağının belirlenmesidir.

ENFLASYON HEDEFLEMESİ UYGULAMASI

Enflasyon hedeflemesi stratejisi iki şekilde uygulanabilir. Ya belirli bir fiyat seviyesi hedeflenebilir ya da belirli bir enflasyon oranı hedeflenebilir. Fiyat seviyesi hedeflemesinde, para politikasının temel amacının fiyat seviyesi hedefi olduğu kabul edilmekte ve hedef, sabit bir fiyat olarak belirlenmektedir.

Enflasyon oranı hedeflemesi ise, uzun dönemde fiyat seviyesindeki eğilimi ifade eden enflasyon oranı hedefinden sapmalara sistematik olarak tepki vermeye dayalı bir politikadır.

Her iki hedefle amaçlanan, fiyat istikrarının sağlanmasıdır. Fakat aralarında, hem anlam hem de neticeleri açısından farklılıklar bulunmaktadır. Enflasyon oranı hedeflenmesi tercih edildiğinde, hedeften sapmaların olması durumunda, “gerekli önlemler” alındıktan sonra mevcut politikaların uygulanmasına devam edilir. Yani Merkez Bankası, hedeflenen enflasyon oranını gerçekleştiremezse, bir sonraki dönemde bunu “telafi” etmeye çalışmayacaktır. Dönem içindeki revizyonlarla hedefi tutturmaya yönelecektir.

Hedefin fiyat seviyesi olarak belirlenmesi durumunda ise, gerçekleşen enflasyon hedeflenen fiyat seviyesini aşarsa, fiyat seviyesi hedefinin korunması için gelecek dönemde hedeflenecek fiyat seviyesinin, bir önceki hedef düzeyine indirilmesi gerekecektir. Yani hedefin sapması durumunda, izleyen dönemde ortaya çıkan “sapmanın telafi edilmesi” gerekecektir!

Sonuçta, Merkez Bankası hangi enflasyon hedeflemesini uygularsa uygulasın, her halükarda, emekçiler olumsuz olarak payını alacaktır. Şöyle ki; hedeflemeyi tutturmak/hedeften sapmamak için, emekçilerden “fedakârlıklar” istenmektedir. Eğer ki hedefleme tutmamış ise, ortaya çıkan “sapmanın telafisi” için yine emekçilere acı reçeteler dayatılmaktadır.

HEDEFLEME BAŞARISININ DİĞER KOŞULLARI

Para politikasının güvenilirliğini kaybetmesi, enflasyon beklentilerini yukarıya kaydırır, enflasyonu kontrol altında tutma maliyetlerini yükseltir ve bu yüzden para politikası için yüksek bir güvenilirlik seviyesi çok önemlidir.

Merkez Bankası, belirsizlikleri azaltmak amacı ile enflasyon hedeflerini ve politikalarını ileriye dönük olarak belirlemektedir. Belirsizliğin istikrarı bozucu en önemli unsur olması nedeniyle, ileriye yönelik bekleyişleri belirli hale getirmek, Merkez Bankası’nın temel stratejilerinden birini oluşturmaktadır.

Enflasyon hedeflemesi politikasını uygulayan ülkeler, enflasyon hedeflerinin gerçekleştirilmesi ve fiyat istikrarının sağlanması için belli bir zaman sürecini hedeflemişlerdir. Bu yaklaşım, sadece para politikasının yavaş ilerlemesi anlamında değil, aynı zamanda, enflasyonist beklentiler ve ekonomik davranışların ayarlanmasına yönelik olarak uzun vadeli sözleşmelerin ve düzenlemelerin yapılması için de bir zaman diliminin öngörülmesi gerekli görülmektedir.


bir bant uygulaması ise, Merkez Bankası’nın enflasyonu düşürme konusunda niyeti ve gücü hakkında kamuoyunun kafasında şüpheler uyandırarak, politikanın kredibilitesini azaltabilir.

Bant hedeflemesinde, belirlenen aralık ister geniş ister dar olsun, ekonomik birimlerin bandın alt veya üst sınırına odaklanması, enflasyonun gerçekleşmesinde önemli bir etken olabilir. Buna aralık eğilimi adı verilmektedir.


Hedef enflasyonun ilan edildiği dönem başlangıcı ile hedefin gerçekleştirilmesinin beklendiği dönem arasındaki süreyi ifade eden “zaman aralığı”nın uzun ya da kısa olarak belirlenmesi, farklı sonuçlara neden olabilir. Ama en önemlisi, gerçekleşen enflasyondur. Hedeflenen enflasyon, nüfusun çoğunluğunu teşkil eden emekçilerin enflasyon beklentileri ile örtüşmediği için, inanırlığını yitirmiş durumdadır. Bu durumda da, Merkez Bankası’nın enflasyon hedeflemesinin emekçiler açısından bir anlamı kalmamıştır. Çünkü emekçilerin tükettikleri mal ve hizmetlerdeki artış ile Merkez Bankası tarafından açıklanan enflasyon hedefi arasında uçurum vardır.

ENFLASYON HESAPLANMASINDA MANİPÜLASYON

Tüketici Fiyat Endeksi’nin (TÜFE) hesaplanması ile amaçlanan, hane halklarının tüketimine yönelik mal ve hizmet fiyatlarının zaman içindeki değişimini ölçmektedir. Bu amaca yönelik olarak, “Hanehalkı Bütçe Anketi”, kurumsal nüfus anketi ve turizm anketinden yola çıkarak, hanehalklarının, yabancı ziyaretçilerin ve kurumsal nüfusun yurtiçinde yaptığı tüm nihai parasal tüketim harcamalarını belirlemektedir.

Endekste harcamaları temel alınan nüfus, gelir gruplarına veya coğrafi bölgelere göre herhangi bir ayırım yapılmadan, Türkiye içinde yaşayan toplam nüfus olarak belirlenmiştir.

2003 temel yıllı TÜFE’de, tüm il merkezlerinden ve 72 ilçeden fiyat alınmaktadır. Endekste yer alan fiyatlar, satın alış fiyatlarını kapsamaktadır ve vergiler dahil peşin ödemeler olarak belirlenerek, taksitli satışlar üzerinden fiyatlandırmalar veya anlaşmalı fiyatlar dikkate alınmamaktadır. Taze sebze ve meyveler, petrol ürünleri haftada bir kez ve diğer ürünler ayda iki kez; kiralar ayda bir kez derlenmektedir.

Enflasyon hesabı yapılırken, bir “mal sepeti”nden faydalanılır. Bu “sepet”te, ana tüketim maddeleri ve hizmet unsurlar yer almaktadır. “Sepet”te yer alan ve toplum tarafından yoğun olarak tüketilen tüketim maddelerinin ya da hizmet bedellerinin aylık ya da yıllık artış oranları, oluşturulan fiyat artış endeksi ortalamaları ile aylık ya da yıllık enflasyon oranlarını ortaya koyar. Temel olarak tanımı bu şekilde yapılan ve enflasyon hesaplamasında kullanılan “mal sepeti”nin kapsamındaki mal ve hizmetlerin, bugün hali hazırda toplumun çoğunluğunu oluşturan kesimlerin harcama alışkanlıklarını yansıtıp yansıtmadığı dikkate alınması gereken önemli bir noktadır.

ENFLASYON SEPETİ REVİZE EDİLİYOR

TUİK, enflasyon hesaplamalarında kullandığı “mal sepeti”nde yaptığı son değişikliklerle, bir kısım malı “sepet”ten çıkarmış, yanı sıra da yeni mallar ekleyerek sepeti revize etmiştir. Örneğin; cep telefonu, simkart, bilgisayar, kasko, paket turlar, araç lpg, kontakt lens, patates cipsi, kuru temizleme ücreti, yaş maya, ketçap, çevre temizlik vergisi, aspiratör, vileda, antifriz, cam suyu, fotokopi kağıdı, mouse, bilgisayar bakım ve tamiri, bilgisayar ve dil kurs ücreti, bira ve simit, gofret, kargo, cep telefonu ekipmanları, internet ücreti, at yarışı, sayısal loto, şans topu, epilasyon, kombi, kreş ücreti, banka havalesi ücreti, kâğıt havlu, ekonomik ampül, PVC, çöp vergisi, metro ücreti, CD, ıslak mendil, el kremi, alkalin ince kalem pil, mercan balığı, dizel otomobil gibi maddeler yeni sepette yer alıyor.

Toplamda 454 mal bulunan “sepet”e yeni eklenen maddelere bakıldığında, birçoğunun geniş emekçi kesimlerinin talebini, harcama alışkanlıklarını yansıtmaktan çok uzak olduğu rahatlıkla görülebilmektedir. Dolayısıyla, TUİK, toplumun büyük bir kısmı tarafından talep edilmeyen mal ve hizmetler üzerinden enflasyon hesabı yapmaktadır. Bu durumda, hanehalklarının tüketimine yönelik mal ve hizmet fiyatlarının zaman içindeki değişimini ölçme amacına dönük olarak hesapladığı iddia edilen enflasyon rakamları gerçekçi olmamakta, olduğundan düşük çıkmaktadır.

ÜCRETLİLERİN ENFLASYONU YAKLAŞIK %23,1

Buradan yola çıkarak, ortalama bir emekçi ailenin tüketebileceği mal ve hizmetlerin fiyatlarındaki artış oranlarına bir göz atarsak, hükümetin açıkladığı ve halkın yaşadığı enflasyon arasındaki bariz farkı niceliksel olarak da göz önüne sermiş oluruz.

Şöyleki:

 

SIRA

MADDE ADLARI

2007 Mart (YTL)

2008 Mart (YTL)

% DEĞİŞİM

1

Limon

1,18

3,0544

158,8

2

Ayva

1,93

3,3364

72,9

3

Mercimek

1,88

2,9449

56,6

4

Kabak

1,37

2,1097

54,0

5

Ayçiçek Yağı

3,27

4,9367

51,0

6

Bulgur

1,44

2,1457

49,0

7

Lahana Beyaz Lahana

0,68

0,9615

41,4

8

Pırasa

0,91

1,2719

39,8

9

Diğer bakliyat (Kuru Barbunya)

3,71

5,1805

39,6

10

Makarna

1,39

1,8848

35,6

11

Şehriye

1,39

1,8817

35,4

12

Marul

0,90

1,2104

34,5

13

Ispanak

0,96

1,2856

33,9

14

Turp Kırmızı

0,86

1,1388

32,4

15

Havuç

0,96

1,2561

30,8

16

Kuru Fasulye

3,26

4,1819

28,3

17

Portakal

1,29

1,6284

26,2

18

Ekmek

1,49

1,8265

22,6

19

Patlıcan

2,11

2,5772

22,1

20

Maydanoz

0,38

0,463

21,8

21

Su

0,21

0,2546

21,2

22

Peynir (Beyaz Peynir)

8,94

10,8235

21,1

23

Tavuk Eti

3,78

4,5359

20,0

24

Mandalina

2,00

2,3938

19,7

25

Yoğurt

2,48

2,9321

18,2

26

Salça

3,25

3,7656

15,9

27

Yeşil Soğan

1,98

2,2817

15,2

28

Pirinç

3,09

3,553

15,0

29

Karnabahar

1,18

1,352

14,6

30

Baharat

11,03

12,6341

14,5

31

Toz Şeker

2,03

2,2729

12,0

32

Salatalık

1,75

1,953

11,6

33

Kesme Şeker

2,34

2,5972

11,0

34

Süt

1,69

1,873

10,8

35

Tuz

0,70

0,7738

10,5

36

Nohut

2,94

3,2456

10,4

37

Biber Dolmalık

3,46

3,7963

9,7

38

Margarin

3,39

3,7151

9,6

39

Biber Çarliston

3,09

3,3238

7,6

40

Zeytin

7,89

8,3979

6,4

41

Biber sivri

3,47

3,6867

6,2

42

Çay

9,50

10,0872

6,2

43

Sakatat

8,28

8,7208

5,3

44

Armut

3,11

3,229

3,8

45

Yumurta

0,19

0,1928

1,5

46

Kuru Soğan

0,77

0,7036

-8,6

47

Patates

0,84

0,7622

-9,3

48

Sarımsak

8,57

7,5519

-11,9

49

Domates

1,80

1,3689

-24,0

 

NOT: Yaptığımız her türlü başvurulara rağmen, TUİK, “alt gruplara ve maddelere ilişkin ağırlıklar yasalara göre” vermediğinden dolayı, ekonomin geneli için geçerli bir enflasyon hesaplaması yapmak sağlıklı olmayacağından, madde bazlı fiyat artışları hesaplamak zorunda kaldık.

Hükümetin 2007 yılı için açıkladığı enflasyon rakamı, 8,7. Bir önceki yılın Mart ayına (2007 Mart) göre, TÜFE endeksi 9,15 olarak açıklandı. Tabloya göre ise, ücretlilerin enflasyonu yaklaşık %23,1dir. Diğer bir deyişle, ücretliler ve köylüler, talep etmedikleri mal ve hizmetler üzerinden yapılan bu hesaplama ile, 2007 yılına göre %14,4 ; 2008 Mart ayına göre ise %13,95 oranında gelir kaybına uğramışlardır. Çünkü gelirleri veya toplu sözleşme zamları bu enflasyon oranlarına göre belirlenmiştir.

İçerdiği mal ve hizmetlerin kimlerin talebini yansıtıp yansıtmadığının irdelenmesinin yanı sıra, “mal sepetleri”nin ve ağırlıklarının güncellenme yöntemi de, enflasyon hesaplamalarının bir diğer sıkıntılı yanını oluşturmaktadır. “Mal sepetleri”nin ve ağırlıklarının güncellenmesi, her yıl Aralık ayı itibari ile yapılmakta, yeni maddeler endekse dahil edilmekte ya da önemini kaybeden maddeler endeksten çıkarılmakta ve yeni ağırlıklar endeks hesabında kullanılmakta ve zincirleme Laspeyres formülü[2] ile seri devam ettirilmektedir. Dolayısıyla, zincirleme yönteminin kullanılması ile, enflasyon oranlarının bir önceki yılla mukayese edilmesi olanağı ortadan kalkmaktadır. Çünkü hesaplamalara konu olan “mal sepeti”nin içindeki ürünler ve ağırlıkları her yıl değiştirilmektedir.

MADDE AĞIRLIKLARINDA GÜNCELLEMELER ENFLASYONU DÜŞÜK GÖSTERME AMAÇLIDIR

Hatta enflasyon rakamları hükümetin belirlediği hedeften saptığı zaman, güncellemeler, Aralık ayına bile bırakılmamaktadır! Örneğin 2007’nin ilk üç ayında petrol ve ana tüketim malları fiyatları neredeyse üç kat artış göstermişken, enflasyon oranı çok düşük çıkmıştır. Sebebi ise hiç de karmaşık değil: TUİK tarafından 18 Ocak 2007’de açıklanan 2007 TÜFE “sepeti”nde ve madde ağırlıklarında güncelleme yapılmıştır. Buna göre, TUİK, TÜFE içerisinde yer alan ana harcama grupları için daha önce tespit edilmiş olan ağırlıkları değiştirmiş, enflasyon hesaplaması için kullandığı “mal sepeti”nde ufak tefek(!) değişiklikler yapmıştır. Örneğin, fiyatlarında önemli artışlar olan alkollü içecekler ve tütün grubunun endeks içerisindeki ağırlığı 5.62’den 5.06’ya, haberleşme grubunun ağırlığı 4.55’den 4.41’e düşürülürken, gıda ve alkolsüz içecekler grubunda bulunan tüketim mallarının ağırlığı 27.68’den 28.47’ye çıkartılmıştır. Ayrıca, fiyatı çok yükselen 8 ürün o ay için sepetten çıkarılmış, bunların yerine fiyatları en çok düşen beş kalem sepete dahil edilerek, enflasyon oranı hesap edilmiştir. Bu durumda da, enflasyon oranı beklenenin oldukça altında gerçekleşmiştir.

 

Tüketici Fiyatları Endeksi (TÜFE)

12 Ana Harcama Grubu İçin Ağırlıklar

Ana Harcama Grupları

2006

2007

Gıda ve alkolsüz içecekler

27,68

28,47

Alkollü içecekler ve tütün

5,62

5,06

Giyim ve ayakkabı

8,28

7,86

Konut

16,29

16,62

Ev eşyası

6,89

7,22

Sağlık

2,54

2,66

Ulaştırma

10,48

11,60

Haberleşme

4,55

4,41

Eğlence ve kültür

3,63

3,16

Eğitim

2,41

2,15

Lokanta ve oteller

6,74

6,40

Çeşitli mal ve hizmetler

4,89

4,39

TOPLAM

100

100

Tüketici Fiyatları Endeksine Giren ve Çıkan Ürünler İçin Bazı Örnekler  (2007)

Giren

Çıkan

Bilgisayar (diz üstü)

Tek Kapılı

Televizyon (LCD Ekran)

Buzdolabı

Özel Havayolları Bilet Ücreti

Klasik Fotoğraf Makinası

Köprü Geçiş Ücreti (OGS ve KGS)

Elbise Dikiş Ücreti

OKS Hazırlık Dershane Ücreti

Açık Tütün

VCD Film Kiralama Ücreti

Oto Cam Suyu

Kombi Tamiri

Uyku Seti

Damacana Su

Erkek Kot Mont

 

SONUÇ

Emekçiler, daha insanca yaşamak, temel ihtiyaçlarını karşılamak için ücret artışını ne zaman gündeme getirirseler, işverenler, “enflasyon yükselir bunun zararını da toplum öder” deyip, karşı saldırıya geçerler. Yani işçi ve emekçilerin, enflasyon karşısında eriyen reel gelirlerini en azından sabitlemek amacıyla, nominal gelirlerinin artırılmasının talep etmelerinin enflasyonu besler nitelikte olduğunu söylemektedirler. Ancak 1980 yılından bu yana, 24 Ocak ve 5 Nisan kararları, işçi ücretlerinin Türkiye’de enflasyonun nedeni olamadığını; ama işçilerin bir türlü önlenemeyen enflasyonun başlıca kurbanı olduğunu açıkça ortaya koymuştur.

Reel ücretler, 1938 yılındaki reel ücretleri aratır duruma gelmiştir. Yapılan araştırmalara göre, 1980 yılının da öncesindeki reel işçi ücreti düzeyinde olduğumuz anlaşılmaktadır. 24 Ocak Kararları sonrası baz alınırsa, gerçek ücretler kamu sektöründeki endeksi 1980’de 82.9 iken, 1994’te 82.6’ya; özel sektörde, 1980’de 77.5 iken, 1994’te 76.4’te düşmüştür. Dolayısıyla 1980 sonrası gerileyen ücretler, sendikal hakların en kısıtlı olduğu 1950’li yılları bile aratır olmuştur.

TÜİK’in açıkladığı enflasyon rakamları; Merkez Bankası’nın para politikalarında, Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu kararlarında, tüm bankalar arası işlemler, borsa işlemleri, memur, işçi ve emekli maaş artışları, ev ve işyeri kiraları artışı vb. pek çok konuda doğrudan etkindir. Ama görünen o ki, TUİK rakamlarla oynayarak, ülkenin ne kadar istikrarlı(!) bir durumda olduğunu yabancı sermayedarlara gösterip, düşük kur-sıcak para politikalarının devamı için çabalamayı daha uygun buluyor.

Olur mu ve yapılar mı, ayrı sorundur ve bu tür hesap oyunlarına ihtiyaç duyulduğu anlaşılmaktadır. Ancak, TUİK, hem topluma karşı sorumluluğu, hem de itibarını korumak açısından, enflasyon hesaplamalarında şeffaf olmalı, sistemli bir şekilde enflasyon oranı üzerinde oynama yapmamalıdır. Belirlediği “mal sepeti”, gerçek anlamda halkın harcama alışkanlıklarını yansıtan mal ve hizmetlerden oluşmalıdır.

Çünkü toplu iş sözleşmesi görüşmelerinde, memurlara yapılan zam oranlarında göz önünde bulundurulan rakam, maalesef emekçilerin hayatlarına yansıyan gerçek enflasyon oranı değil, TUİK’in belirlediği oran olmaktadır. Dolayısıyla, açıklanan enflasyonu ile gerçekte yaşanan enflasyon arasındaki farkın maliyeti emekçilere yüklenmektedir. Emekçi halkın hem alım gücü düşmekte, hem de üzerlerinden bir kazanç transferi yapılmaktadır. Ürettikleri mal ve hizmetlere zam yapanlar gelirlerini arttırırken, enflasyon oranı altında zam alan emekçilerin kazançlarına el koymaktadırlar.

Endekste harcamaları temel alınan nüfusta, gelir gruplarına veya coğrafi bölgelere göre herhangi bir ayırım yapılmamasının sonucu olarak, hesaplanan tüketici fiyatları endeksleri, tüm tüketicileri, yani Sabancılar, Koçlar vb. ile işçileri aynı gruptan tüketiciler olarak kabul etmektedir. Aslında ücretli olarak çalışan işçi ve emekçiler ile sermaye sahipleri arasında fiyat artışlarının yansıması farklı olduğu gibi, sonuçları da farklıdır. Dolayısıyla yol gösterici ve gerçekçi bir enflasyon hesaplaması için, tüketiciler, gelir gruplarına göre sınıflandırılmalı ve her gelir grubu için enflasyon ayrı ayrı hesaplanmalıdır.


[1] NOKTA YA DA BANT HEDEFLEMESİ

Enflasyon hedeflemesi stratejisinde, karar verilmesi gereken konulardan birisi, hedefin, nokta hedef mi yoksa belli bir aralık mı olacağıdır. Bant ya da nokta hedeflemesinin temel amacı, Merkez Bankası’nın belirli bir enflasyon hedefi ilan ederek, ekonomik birimlerin enflasyon beklentileri için bir çapa oluşturmaktır.

Bant hedeflemesinin temel avantajı, tek bir oran üzerinden ilan edilen enflasyon hedefinin gerçekleştirilebilme olanağının her zaman mümkün olmaması ve hedeflenen oranda ortaya çıkacak bir sapmanın güven kaybına neden olmasıdır. Yani enflasyon hedefi olarak nokta hedef tercihinin yapılması, para otoritelerinin hareket alanını kısıtlayarak, hedefe yönelik izlenecek politikalarda önemli sayılabilecek revizyonlara neden olabilir. Bu, sisteme olan güvenin sarsılması anlamına gelir.

Bant aralığı hedefinin gerçekleştirilememe olasılığı, nokta hedeflemesine göre daha düşük olduğundan, bant hedefinin tutturulamaması durumunda yaşanacak güven kaybı, nokta hedeflemesine göre daha fazla olacaktır. Bant aralığı hedeflemesi, Merkez Bankası’na, kısa vadeli şoklara cevap verebilmek için daha fazla esneklik sağlar. Bant aralığı genişledikçe, para politikasının esnekliği artacaktır. Ancak bant genişliğinin aşırılaşması, Merkez Bankası’nın enflasyonu düşürme konusunda samimiyeti ve gücü hakkında kamuoyunda şüpheler oluşmasına neden olur.

Dar bir hedef bandının uygulanması, kamuoyunun Merkez Bankası’nın enflasyonu düşürmede daha istekli olduğunu düşünmesine, yani Merkez Bankası’nın kredibilitesinin artmasına neden olmaktadır. Fakat dar bir bant aralığının sürekli ıskalanması çok olasıdır. Bu nedenle, hedeflenen enflasyon ile gerçekleşen enflasyon arasındaki sürekli sapmalar, Merkez Bankası’nın kararlılığı hakkında şüpheler yaratabilir. Ayrıca dar bir bant hedefi, para politikası araçlarında da istikrarsızlığa yol açabilir. Geniş bir bant uygulaması ise, Merkez Bankası’nın enflasyonu düşürme konusunda niyeti ve gücü hakkında kamuoyunun kafasında şüpheler uyandırarak, politikanın kredibilitesini azaltabilir.

Bant hedeflemesinde, belirlenen aralık ister geniş ister dar olsun, ekonomik birimlerin bandın alt veya üst sınırına odaklanması, enflasyonun gerçekleşmesinde önemli bir etken olabilir. Buna aralık eğilimi adı verilmektedir.

[2] Bu fiyat indeksinde, sadece temel (baz) yıla ait miktarlar standart miktar “sepeti”ne konulur, yani temel yılına ait miktarlar “sepeti” önce cari yıl fiyatlarıyla değerlendirilir ve aynı temel yılı miktarları “sepeti”, sonra, temel yılı fiyatları ile değerlendirilir. Bu iki değer oranı Laspeyres Fiyat Indeksi’ni oluşturur.

 

kapitalist ‘yeniden yapılanma’, emek değer teorisi ve birikim yazarlarının çarpıtmaları üzerine

Makalemizin birinci bölümünde, “sanayi sonrası yeni bir uluslararası toplumsal-iktisadi sistem” iddiasını merkezine alan liberal-sol teorinin açmazlarına işaret edildi. Üretim sisteminde “yeni bir toplum” olarak nitelenebilecek köklü değişimlerin olduğu iddiası, ulaşım ve iletişim araçlarındaki gelişmeyi, bilim ve teknolojideki ilerlemenin üretim ve “değişim” süreçlerinde sağladığı yenilikleri; üretimin belli bir mekan-alan ve işyeriyle sınırlı kalmayan “dağılımı”nı; üretimin ve dolaşımın uluslararası niteliğinin kazandığı etkinliği veri alıyor; bu değişme ve gelişmelerin, maddi ürün üretiminin iktisadi faaliyet içindeki yerini önemsizleştirdiğini; bilgi üretiminin ve “gayrı-maddi emeğin” üretim ilişkilerini belirler hale gelmesine yol açtığını vaaz ediyor; proletaryanın toplumsal konumu ve rolünün esastan değişime uğradığını ileri sürüyordu. Buna göre, “emek dünyasının bu dönüşümü… yaygın fabrika ve üretimin merkezsizleşmesi”ne ve çeşitli hizmet biçimlerinin ağırlık kazanmasına yol açmış, “gayri-maddi emek döngülerinin üretimin küresel örgütlenmesindeki stratejik rolünün önemini” artırmış ve böylece “küresel üretimin işlerliği ancak ‘gayrı-maddi’ süreçlerin başatlığıyla açıklanabilir” hale gelmişti.[1]![abç]

Sermayenin uluslararası hareketinin 19. yüzyıldaki gelişimini, tekeller ve mali sermayenin ortaya çıkması ve bir dünya pazarının oluşmasını; bir tekelin birçok ülkede ve çeşitli sektörlerde faaliyet göstermesini, sermaye ihracının meta ihracını yedekleyerek öne çıkmasını -yani ulusal sınırların aşılmasını- 1970’lere dek “görülmemiş/yaşanmamış” yeni olgular olarak gösteren liberal “sol” ve sözde Marksist teorisyenler, bu değişimin, Marx’ın artıdeğer teorisini, özellikle de “üretken emek-üretken olmayan emek” üzerine söylediklerini “anlamsız kıldığını” ileri sürmekteydiler ve bu uluslararası teorinin Türkiye “acenteliği”ni Birikim Dergisi çevresi üstlenmişti.

BİRİKİM’İN BİRİKTİRDİĞİ!

Birikim Dergisi’nin Mayıs 2007 tarihli 217 nolu sayısında “Soyuttan Somuta Emeğin Halleri” genel başlığı altında yayımlanan ve “emeğin hallerindeki değişimi irdeleme” temel temasını işleyen bir dizi makale, “sanayi kapitalizmi” olmayan ve maddi meta üretimini esas almayan “sanayi sonrası” yeni bir “günümüz kapitalizmi” koşullarında olunduğu ortak iddiasına sahipti. Tony Negri, Gilles Deleuze, M. Lazarato, M. Foucault gibi yeni liberal ‘sol’ teorisyenlerin tezlerini esas alan Birikim Dergisi yazarları (Ö. Madra, A. Özgün, A. Akalın ve diğerleri)[2], “günümüz kapitalizminin üretim biçimleri ve bunların yarattığı toplumsal koşullar”ı söz konusu ederek, Marksist değer-artıdeğer; üretim-artı üretim teorisiyle üretken-üretken olmayan emek ayrımının “günümüz kapitalizminin üretim biçimleri”ni açıklamada “yetersiz” ve “anlamsız kaldığı”nı ileri sürüyor; “günümüz kapitalizmi”nin Marx’ın ekonomi politik kuramı ve “siyaset felsefesine yönelik uzantılarını” “gözden geçirme”yi zorunlu kıldığı görüşünü, iddialarının merkezine koyuyorlardı.

Birikim yazarlarının esinlendikleri “ağababa” teorisyenler, kullanım değeri değişim değerini artıran emeğin ve kullanım değeri değişim değerini artırmayan emeğin durumu üzerine Marksist –onlar “Marksgil” diye sözümona küçümseyici bir sözcük kullanıyorlar– tahlillerin “anlamsızlaştığını”; “günümüz kapitalizminin üretim biçimleri”nin “merkezi üretim stratejileri ve birikim modelleri”ni önemsizleştirdiğini vazediyor, ve Birikimciler de bunları harfi harfine dergilerinin sayfalarına aktarıyorlardı.

BİRİKİM’İN FABRİKAYA VE MADDİ ÜRETİME “AŞKIN” ZIRVALARI

Marx’ın teorisinin sanayi proletaryasını ve fabrikayı merkez aldığını söyleyen Birikim yazarları, “gelişkin iletişim ve bilişim teknolojileri”nin “önceki dönemdeki mekanik üretim teknolojilerini egemen konumundan uzaklaştırdıklarını”; kapitalizmin “yaygın yönetim ve üretim biçimlerine” yönelerek, üretimi, emeğin daha ucuz olduğu “çevresel bölgelerde” yoğunlaştırdığını; “küresel pazarlar”ın “ulus devlet sınırlarını ve coğrafi uzaklıkları” yok sayarak “ulusal ekonomilerin ölçeğini” aştığını; bu gelişmelerin de, “üretken olmayan” diye tanımlanan “emek süreçlerini doğrudan ve gayet etkin bir şekilde bu yeni üretim biçimleri”ne ekleyerek Marx’ın üretken emek-üretken olmayan emek ayrımını “anlamsız kıldığını” ileri sürüyorlardı. Bunlara göre, bilimsel teknik “devrim” üretken emeğin işlevini önemsizleştirip hizmetler vb. üretken olmayan sektörün hakimiyetini sağlamış, “geleneksel mavi-beyaz yakalı işçi ayrımı” aşınmış; “yeni işçi sınıfı”, “işçi gömleği giymek”ten çıkmış, kapitalizmin bu “yeni biçimi”nde, artık “basitçe kullanıma hazır, bitmiş ürünlerin değil, bileşik hizmetler, yaşam biçimleri, markalar, imajlar, ‘olay’lar, ve ‘deneyim’ler satma”, üretimin amacını oluşturur hale gelmişti!

Deleuze’yi yorumlayan Aras Özgün ve Ayşe Akalın, “üretimin artık fabrikaların içinde olup bitmediğini, fakat gündelik hayatın geneline yayılıp onu kuşatarak toplumsal ilişkilerin içine sızıp bu ilişkileri örgütleyerek yürütüldüğü”nü; “kapitalizmin toplumsal ilişkileri bu şekilde örgütleyerek ve düzenleyerek, maddi üretimden ziyade yeni emek ve değer biçimleri üretmeye yöneldiğini”; böylece bir yandan şimdiye değin ‘yeniden üretim’in alanında değerlendirilen faaliyetler ve toplumsal ilişkiler en temel ‘üretici güçler’ olarak (üretken/üretken olmayan ayrımını anlamsız kılacak şekilde) yeniden kurgulanırken, diğer yandan da şimdiye değin ‘ekonomik değer’ atfedilmeyen olsa olsa kültürel üretim alanının marjinal nosyonları olarak kabul edilen ‘sinerji’, ‘gösterge değeri’, ‘marka değeri’ gibi kavramlar(ın) postFordist kapitalizmin egemen ekonomik değer biçimleri haline” geldiklerini; “kapitalizmin bu yeni biçiminde” artık “basitçe ‘işgücü’ değil, ‘toplumsal faaliyetler’”in üretime “koşulan şey” olduğunu ileri sürüyorlardı.[3]

Aras Özgün, “gösterge değeri ve marka değeri”nin kazandığı önemi Apple bilgisayarları örneği üzerinden kanıtlamaya çalışırken, bilgisayar programı ve parçalarının farklı bölge ve ülkelerde üretilmesinden söz ediyor, parçaların üzerindeki “made in…, İrlanda, Çin, Tayvan vs” yazılarından ziyade kutuların üzerinde “gözden kaçması mümkün olmayan” harflerle yazılan “Kaliforniya’da tasarlanmıştır” (‘Designed in California’) yazısının belirleyici olduğunu; bunun “kapitalistin sattığı malın değerini nasıl sunduğunun, hangi değer biçimine vurgu yaptığının, bize egemen değer biçimini işaret ettiğini”n göstergesi olduğunu belirtiyor; Akalın da, işçinin evinde oturup televizyon seyrederken ya da büroda çalışan emekçi müşterilere “hoş geldin” derken de artıdeğer ürettiğini belirterek, “yeni bir emek türü” olarak “duygulanımsal emek”in artan etkinliğinden söz ediyordu. Aras Özgün’ün “bıraktığı yer”den alarak, Akalın, “görünenden, tutulabilirlikten, anlamlamadan (signification) her daim biraz fazla kalma hali”; “kelimelerin tam olarak yakalayamadığı bir şeyi düşünmenin bir yolu” olarak tanımladığı “duygulanım”ı; “felsefe ve psikoloji temellerinden ödünç” alınıp kullanıldığını belirttiği “duygulanımsal emek” kavramını, kendi deyişiyle, “mikro boyutlardaki etkileşimleri açıklama amacı ile” yeni bir “emek türü” olarak karşımıza getirip, “Marks’ın göremedikleri” arasına yazıyordu. Ona göre, “duygulanımsal emekten bahsetmenin en sağlıklı yolu, kimler ile ilişkilendirildiğinin ve nelere bakarken kullanıldığının hesabını tutmaktan geçiyor”du. Akalın, Sipinoza’nın, “dürtüler, güdüler, duygular ve sezgiler topluluğu” olarak tanımladıklarını, Deleuze’i kopyalayarak, “bir çeşit bedenler yaratma aracı”, “somut, sayılabilir ya da görünür bir şey olmaktan ziyade bir dolaşım hali” şeklinde hayal ederek, “gayri-maddi emek” türlerinden biri olarak gösterdiği bu “tür”ü; bir tür psikolojik his-duygu, “doyuma ulaşma yardımı”, “bedenin bir deneyim halinden bir başkasına geçerken yasadığı bir yoğunluk ile bu geçiş sırasında bedensel kapasitelerde oluşan artma ya da eksilmeler”; “durumlar ile bedenler arasındaki ilişkiselliği kuran yoğunluklar” olarak, aslında nereye oturtacağını, nasıl tarif edeceğini de tam bilmeden, “duygu alanıyla ilişkili” bir “emek türü” olarak tarif ediyordu.

Ayşe Akalın, “hizmet sektörünün nasıl insanlar-arası, özellikle yüzyüze ilişkilere dayanan bir işkolu olduğu”na dikkat çekerek, hizmet sektöründe çalışan emekçinin “dış görünüşü, davranışları”nın normal fabrika işçisinin davranışlarından çok daha fazla önem kazandığını; onlardan asıl beklenenin, “müşterilerin memnuniyet hali üzerinde etkili olmaları”; “bu müşterileri memnun etme çabalarını her daim yüzlerine bir maske gibi takmaları” olduğunu; bunun işçinin amirleri tarafından denetlendiğini, “çalışanların kendilerine ait, emek dışı diye düşündüğümüz duyguları”nın “verdikleri hizmetin bir parçası” olup metaya dönüşmüş olduğunu ileri sürüyordu. “Pizza gibi uluslararası zincirlerde çalışanların sunduğu hizmet”i “duygusal emek”e örnek gösterip, çalışanların “bu tür yerlere girerken ve çıkarken” müşterileri, “güle güle gene bekleriz!” türü sözlerle karşılayıp göndermelerinin içilen “kahvenin hazırlanmasından daha az önemli” olmadığını belirtiyor, telefon görüşmelerinde “bu görüşme -size daha iyi hizmet verebilmek için- kayda alınmaktadır” sözünü bir diğer örnek olarak gösteriyordu. “Duygusal emek kavramı”nın, “hizmet sektöründe gerçekleştirilen üretimin de aslında bir ilişkisellik üretmek üzerine kurulu” olduğunu belirten A. Akalın’a göre, “duygulanımsal emek”ten söz edildiğinde, “sermayenin yalnız varolan bedenlerin bir kısmını belirli dönemler için ödünç almasından çok daha öte, sermayenin yeni bedensel maddeleştirme biçimlerine girişmesi”ni anlamak gerekirdi. O, bunu “bedenlerini yegâne sermayeleri haline dönüştürmüş bir emek gücü” olarak tanımladığı mankenlerin “mesai saatleri içinde ortaya çıkan duygusal yabancılaşmadan çok daha karmaşık” durumlarıyla izaha çalışıyor, mankenlerin “bütün hayatları”nın “bedenlerini kontrol etmek üzerine kurulmuş” olduğuna işaret ederek, “kendilerine ait olan duygusal hayatları ile ‘işleri adına’ yaptıkları”nın ayırt edilmesinin kolay olmadığını belirtiyordu. Negri’ye baş vurarak, onun “emekte son dönemlerde gerçekleşen önemli değişim”in, “değerinin artık ölçülemez hale gelmiş olması” sağladığını belirterek, “Emek, artık sermaye dışında duramadığı ve onun içinde aldığı mübadele değerinden (exchange value) bağımsız bir kullanım değerine (use value) sahip olmadığından, hem değer-dışı, hem de değer-ötesi hale gelir” dediğini; bütün bunlarınemeğin değerini üretenin ne olup ne olmadığını belirleyebilmeyi imkansız” kıldığını; kapitalizmin geçirdiği değişim sonucu, duygulanımın “ölçülemez bir değer üretimi” olarak önem kazandığını ileri sürüyordu.

MADDEDEN ENFORMATİĞE GEÇİŞ KURGUSU

Marks eleştirmeni Deleuze, Tarde, Negri, Lazzarato’yu adım adım izleyerek ilerleyen Birikim yazarları, “Adam Smith’ten Ricardo ve Marx’a ekonomi politiğin maddesel (yani fiziksel bir nesneye tekabül eden) üretimin üretimine odaklandığı ve maddesi olmayan üretim ve dolaşım süreçlerini göz ardı ettiği”ne “kanaat getirmiş” olarak, Marksist teoriye yönelik sorgulamaların kendilerine “bilginin ekonomisinin endüstriyel üretimden çok farklı şekilde tezahür ettiğini” gösterdiğini; “endüstriyel olarak üretilen eşyaların aksine bilgi ürününün değeri”nin “kullanım süreci içerisinde” tüketilmeyip arttığını; “bilginin ürününün kullanımı”nın “ürünün kendisini tüketip nihayetlendir”mediğini; “tam tersine bir yandan kendi varlığını muhafaza ederken öte yandan başka üretken süreçleri doğurup bu süreçlere eklemlen”diğini; bunlara bağlı olarak “bilgi ürününün dolaşım döngüleri”nin de “endüstriyel üründen çok farklı bir karakter” sergileyerek “dolaşımdaki ürün miktarının ve dolaşım döngülerinin artması (mesela bir kitabın çok miktarda basılıp, sürekli el değiştirerek dolaşımda kalması) ürünün ‘değişim değeri’ni olumsuz yönde etkilemiyor, tam tersine artırıyor” olmasını sağladığını; “en önemli fark”ın ise, “nesnel üretimlerin aksine, ‘dil’in alanında üretildiği ölçüde bilginin zorunlu olarak kolektif bir üretim sürecine’ işaret etmesi” olduğunu belirtiyorlardı.

Bunlara göre, “günümüzün sayısal iletişim teknolojileri” “bilişsel ürünün tamamıyla gayri-maddi bir şekilde üretimine ve dolaşımına olanak tanıyor”du! A. Özgün, yorumladığı görüşlere bir vurgulama eki yapıyor ve “bu koşullarda dilsel/bilişsel/kültürel ürünün basitçe-salt bu alanlarda doğurganlık gösteren bir ‘kültürel dolaşım nesnesi’ olmanın çok ötesine geçtiği”ni, “doğurduğu/eklemlendiği üretim süreçlerinin zihinsel üretimleri ötesinde çok doğrudan ekonomik değere tekabül eden mallar olduğu ve bu nedenle artık bir gayri-maddi ‘üretim aracı’ kategorisi yaratır hale geldiği”ni belirterek bilgisayar yazılımlarının böyle bir kategori içinde değerlendirilmesini istiyordu. Ona göre, “gayri-maddi dilsel ürünler”, “bilgi ürünleri”, “zorunlu olarak ‘kolektifçe’ üretilen dilsel ürün”lerdi; kapitalistler bu ürünlere, “aynı zamanda bir ‘üretim aracı’ haline dönüşmeleri”nin akabinde, ‘telif hakları’ düzeneğiyle el koyarak doğrudan sermayeye dönüştürüyor; bu gayri-maddi sermayeyi “..’kullanım lisansları’ aracılığıyla” denetimleri altında tutuyor ve üretilen ‘artık-değer’i sahipleniyorlardı ve bu da, “bugün karşımızda duranın ‘gayri maddi sermaye’ ve ‘telif kapitalizmi” olduğunu göstermekteydi. “Endüstri sonrası ekonominin bütün karakteristikleri”nin (endüstri ve toplum olarak) “‘gayri maddi’ üretimin geleneksel biçimlerinde yüksek oranda mevcut” olduğunu ileri süren Birikim yazarları, görsel-işitsel ürünleri, reklam ve modayı, yazılım üretimi, fotoğraf, kültürel faaliyetleri örnek göstererek, “bu türden gayri-maddi emek faaliyetleri”nin kendilerini ‘iş’ ve ‘işgücü’nün geleneksel tanımlarını sorgulamaya ittiğini belirterek, “kültürel-bilişsel içerik açısından zihinsel becerileri”, “yaratıcılık ve imgelemi teknik ve el emeğiyle” birleşen el becerilerini, “parçası oldukları toplumsal işbirliğini yapılandırmak ve toplumsal ilişkilerini yürütmek bakımından işletmecilik becerileri”ni, “kendini hemen baştan kolektif olarak” kurma yeteneğindeki “bu gayri maddi emek”in “örülümler ve akışlar”ı içinde ya da onun belirgin özellikleri olarak sıralayarak, “gayri-maddi emeğin üretim döngüsünün örgütlenmesi”nin sadece fabrikanın dört duvarı arasında tanımlanmadığı” için hemen göze çarpmamakla birlikte belirleyici öneme haiz hale geldiğini vazediyorlardı. Mario Lazzarato’nun saçmalığa vardırdığı tezlerini kanıt göstererek, “gayri-maddi emeğin hegemonik yükselişini ‘70’lerin büyük dönüşümüne, o zamana değin el emeğiyle yapılan işlerin zihinsel içerik kazanıp bilgi donanımı olan özneler gerektirmeye başlamasına” bağlıyor; Lazzarato’nun “malların bilişsel ve kültürel içeriğini üreten emektir” şeklinde tarif ettiği “gayri-maddi emek”in, “daha önce normal ‘iş’ olarak kabul edilmeyen bir faaliyetler serisi”ne işaret ettiğini ve “sanatsal ve kültürel standartları tanımlama ve doğrulama, modalar, zevkler, tüketici normları, ve daha stratejik olarak, kamuoyu oluşturulması işleri”ni öne çıkardığını ileri sürerek, bunu maddi üretime karşı bir önem ve değer kazanma hali olarak gösteriyor; “bu yeni biçim altında”ki üretimin “iletişimsel süreçlerle belirlendiği oranda dilsel ve toplumsal becerileri gerektiriyor” olduğunu; “Taylorist modelin aksine”, işçinin “bir yandan kendini ifade edip üretime aktif olarak katılmakla yükümlü iken öte yandan hala bir emir komuta zinciri içerisinde” yer alarak “eti ve kemiği sömürülen edilgen bir özne” olma yerine “kendi sömürüsüne canla başla, aktif bir şekilde katılması” gereken biri durumuna gelmesine yol açtığını; bunun da “toplumsal çelişkiyi yeniden formüle” etmeyi zorunlu kıldığını söylüyorlardı. Lazarato’nun, “gayri-maddi emek” kavramını, “her türlü toplumsal ilişkinin ve iletişimin (ki bunlar da elle tutulamayan, tam olarak asla yakalanamayan durumlardır) artık kapitalist üretim sürecinin bir parçası haline gelmiş olması” şeklinde tanımladığını belirten A. Akalın, –Aras Özgün gibi–, üretimin, 1970’lerle birlikte, “somut, sayılabilir” maddi ürün üretimi olmaktan çıktığı iddiasındaydı. Ona göre, “özellikle 1970’lerden itibaren bilgi ve bilişim sektörlerinin yükselişi”, üretimi “fabrikaların dışına taşır”mış, hizmet sektörünün “aynı dönemde kapitalist üretimin önemli bir ayağı olarak belir”mesini sağlamış; “bu iki ana gelişmenin sonucu olarak, daha önce ‘iş’ olarak adlandıramayacağımız pek çok durum kapitalist mübadelenin parçası” haline gelmiş ve “üretim, geleneksel manadaki somut, sayılabilir, ölçülebilir ürünler yerine hizmet, bilgi ve iletişim gibi ölçülemez şeylerin ortaya çıkarılması sürecine dönüş”müştü! Linux örneğinin “bir ürünün önce üretilmesi, daha sonra piyasaya sürülüp tüketilmesini beklemeye dayanan bir sistem” olmayıp “sınır tanımayan bir zihinsel işbirliğinin örneği” olduğunu belirten Akalın, bilgisayarlarda oluşturulmuş programların “paylaşılması”nı örnek göstererek, Üretim belirli bir yere ve döneme ait olma mecburiyetini kaybettiği için hem mekânsal hem de zamansal olarak sınırlara sıkışma zorunluluğunu yitirir. Artık-değer her yere nüfuz eder, toplumun tamamı üretimin vuku bulma biçimine dönüşür diyordu.

Birikim yazarları, “bir yandan ‘yaygın fabrika’ ve üretimin merkezsizleşmesi, öte yandan çeşitli hizmet biçimleri” olan bir “emek dünyası dönüşümü”nün gerçekleştiğini; “gayri-maddi emek döngülerinin üretimin küresel örgütlenmesinde” stratejik rol kazandığını; üretimin “çeşitli araştırma, tasarım, beşeri kaynakların idare edilmesi türünden faaliyetler, tüm diğer çeşitli hizmet sektörü faaliyetleri ile birlikte bilgisayar ve multimedya ağlarınca” örgütlendiğini; öyleyse, “üretim döngüsü ve emek örgütlenmesini bu terimler aracılığıyla anlamak durumunda” olmak gerektiğini ileri sürüyorlardı. Tezlerini güçlendirmek amacıyla hizmet sektörünün ekonomideki ve sosyal yaşamdaki yerine işaret ediyor, Türkiye, Hindistan gibi ülkelerde, bu sektörün istihdam içindeki nisbi yüksek oranını ya da örneğin Hindistan’da “yazılım, müşteri destek hizmetleri ve çeşitli iletişim hizmetleri” sağlayan “büro” tipi işletmelerin yaygın olmasını “sektörü oluşturan alanların, kültür ve turizm endüstrisinin, medya sektörünün vs ne kadar gelişmiş olduğu”na kanıt gösteriyor; ABD ekonomisi üzerine bazı araştırmaların, bu ülke ekonomisinde “üretken olmayan emekçiler”in sayısının üretken emekçilere göre hızla arttığına işaret etmesini (bu ülkede 1987 itibariyle üretken olmayanlar çalışanların %44’ünü oluşturuyordu), “bu kadar ‘üretken’ bir ekonominin, aslında ‘üretken olmayan’ emeğin ürünü olması”nın kanıtı olduğunu ileri sürüyorlardı.

EKONOMİ-POLİTİKA VE İKTİDAR İLİŞKİLERİNE BİRİKİMCİ TAKLA!

Michael Foucault’dan “biyopolitik üretim” kavramını ödünç alarak, onu “ekonomi politiğin kuramsal çerçevesini tamamen yerinden eden” bir “eleştiri” olarak sahiplenen A. Özgün ve A. Akalın, bu eleştirinin “ekonomik altyapıyı belirleyen mülkiyet ilişkilerinin dönüştürülmesi ve üretim araçlarının kamulaştırılması”nın, “toplumsal özgürlüğü sağlamak için tek başına” yeterli olmadığını göstermeyi de içerdiğini, Foucault’nun “iktidar ilişkilerinin klasik Marksist kuramın ekonomist perspektifinde ‘üstyapısal’ olarak ötelenen toplumsal kurumlarda ve ilişkilerde, günlük hayatın yeniden üretim rejimleri içerisinde nasıl yapılandığını” deşifre ederek, “kapitalizmin sadece bir üretim tarzından ibaret olmayıp güç ilişkilerinin salt ekonomik üretim döngüleri etrafında kurulmadığı; fakat gündelik hayatın tamamına yaygın bir şekilde onu çevreleyen dilsel ve iletişimsel süreçlerde, bedenler üzerinde, toplumsal ilişkilerin genelinde kurulduğu ve yeniden üretildiği”ni gösterdiğini hayranlık duygusu içinde ve katılarak belirtiyor; Negri ve M. Hardt’an aktararak, iktidarın “artık doğrudan bedenleri ve beyinleri kontrol eden makineler aracılığıyla (iletişim sistemleri, bilgi ağları vs. ve refah sistemleri, gözlem altındaki faaliyetler vs.) çalışıyor” olduğunu ileri sürüyor ve Marksizm’in, yeni gelişmeleri izahta “yetersiz kaldığı” hükmüne varıyorlardı. Onlara göre, “artık-değer sadece fabrikada çıplak emeğin sömürülmesiyle üretilmez”di: “günlük hayatın tamamı sömürü alanına dönüşmüştü”; “artık-değer toplumsal dil ve gündelik ilişkiler içerisinde üretilir”di; “hayat işten ibaretti” vb. vb.. Yazılım programlarını, “somut, sayılabilir ürün”leri, maddi üretimin yerine geçiriyor; üretimi “kar getiren bir iş” ile özdeşleştiriyor; bilgisayar yazılım programlarını kullanan “herhangi firma”nın, “bu zihinsel işbirliğini kurumsal kara dönüştürmesi”ni üretimin kendisiyle eşitliyorlardı. Onlara göre, kapitalist üretim açısından “özellikle 1970’lerden itibaren” söz konusu olan, artık “elle tutulur” bir üründen ziyade aslen “günlük hayattaki ilişkilerin bir parçası gibi düşünülen fikir, imge, bilgi, iletişim ve işbirlikleri”ne dayanan ve “sadece belirli sektörlerin koşullarının gerektirdiği özel bir emek cinsi” olmayıp “her tür üretim biçimine sirayet etmiş” olan “gayrı-maddi üretim süreci”ydi. Bu “gayri maddi üretim” ürünlerin “maddi halden, çeşitli biçim ve düzlemlerde oluşan ilişkisellikleri içeren durumlara dönüşmüş” olmalarını sağlamış; disiplin toplumu”ndan “denetim toplumuna” doğru gelişen kapitalizm, henüz “şu noktada en belirleyici emek biçimi olmasa da”, “duygulanımsal emek”in “her türlü üretimin gittikçe enformatiğe dayanır hale gelmesi sonucu, yükselen bir biçimde üretim içi asli yardımcı etken haline” gelmesine yol açmıştı. (abç)

Birikim yazarları “üretken olmayan emeğin başatlığı”nı (abç) kanıtlamak için bu kadar çaba gösterdikten sonra, “gayri-maddi emek” kavramını, “esas olarak birtakım mesleklere atfedilen bir emek biçimi”ne değil, tıpkı Marx’ın “üretken/üretken olmayan emek” ayrımını kurduğu gibi, “belli bir toplumsal biçime, emeğin içinde yeraldığı toplumsal ilişkilere” işaret etmek için kullandıklarını, “bu kavram etrafında esasen tartışılan”ın “ne şu iş kollarında gayri-maddi emek var, bu iş kollarında ise el emeği var” gibisinden bir ayrım, ne “zihinsel emek/bedensel emek” türünden bir zıtlık, “ne de bu dolayımlarda kurulan bir emek hiyerarşisi” olmadığını; “tam tersine, gayri-maddi emek tartışması(nın) emeğin sermayeyle ilişkisinin (ve dolayısıyla doğasının), ürettiği değerin, içinde ve etrafında kurulduğu toplumsal ilişkilerin ve yapıların dönüşmesine işaret eden, bu dönüşümün tartışmasını çağıran bir kavram” olduğunu belirtiyorlardı. Çıkardıkları toz dumanın dağılıp gitmesi olasılığına karşı, meşru olmayan bir “nefs-i müdafaa” ruh haliyle, daldan dala atlayarak, “örneklerde tarif edilen belli iş ve emek süreçleri”nin, “meslekleri kategorize etmek için değil”, “bu emek biçiminin yoğunlaştığı alanları, dönüşen ilişkileri net olarak göstermek için bahis konusu edilmiş” olduğunu söylüyor; “ABD’de 2010 yılında kaç tane nakliye işçisine ihtiyaç duyulacağının tek başına bu tartışmayla bir alakası” olmadığını belirterek, “bizim perspektifimizden önemli olan, bu nakliye biçimlerinin ne iş yapacağı ki önümüzdeki örneklerle daha bu günden belli olan şey, artık ‘az biraz da motordan anlayan’ kamyon şoförleri olmaktan çıkıp, bunun yanı sıra GPS ve envanter/veritabanı sistemleri kullanabilen, ve onun da ötesinde nıüşteriyle sosyal ilişkiler kurması beklenen işçiler olacakları, ve aynı kamyonda hem endüstriyel tüketim ürünlerini hem de en kişisel mektupları birlikte taşıyacakları..” olmaları olduğunu söylüyorlardı. Buna göre, söz konusu olan, “bir yandan el emeğiyle yapılan işlerin zihinsel ve dilsel süreçleri barındırır hale gelmesi ve bu işlerde çalışan işçilerin salt bedensel faaliyetlerin ötesinde üretime toplumsal özne olarak katılmak durumunda kalmaları, öte yanda ise kapitalizmin yeni biçiminde artık değer üretiminin gayrı maddi ürünlerin (ve dolayısıyla gayri maddi emek süreçlerini daha yoğun olarak içeren üretim alanlarının) egemenliğinde gerçekleşir hale gelmesi”ydi.

Birikim yazarları, bütün bunlardan, artı-değerin “tüm yaşam alanlarında ve tüm anlarda üretildiği” sonucuna ulaşarak, devlet asalaklarıyla “hiç bir şey yaratmayanlar” da dahil neredeyse herkesi “üretken emekçi” kategorisine sokacak, böylece onları “onurlandıracak” genel bir sonuç çıkarıyorlardı.

Şuradan buradan okumalarla, Marx’ın “emek değer kuramı”nın “bilimsel projesini detaylı bir eleştiriye tabi tutmak ve son tahlilde ona sirayet etmiş bilimselciliği reddetmek” gerektiği sonucuna varan Birikim yazarlarına göre, böylece, soyut emek kavramı “kapitalizm-merkezci ve bilimselci prangalarından kurtulmuş” olacak; “hem toplumun ve disiplinin imkansızlığını inkar etmeyen hem de emeği sorunsallaştıran bir siyasal iktisadın kapısı” aralanacak, somut emek sürecinin “ortak bir çerçeve içinden düşünülmesi” mümkün hale gelecekti vb. vb..

Birikimcilerin ve izinde yürüdükleri anti Marksist liberal ‘sol’ teorisyenlerin bu iddialarını makalenin sonraki bölümlerinde daha yakından irdeleyeceğiz.[4] Ancak ondan önce, bu iddiaların da bir biçimde ilişkilendirildiği modern makineli üretim ve bilimin sermayenin üretken gücü olarak kullanılmasının emeğin üretken ya da üretken olmayan, maddi ya da gayri maddi emek olması bakımından ne ifade ettiği üzerinde durmamız gerekiyor. Bunu da başlıca iki yönüyle; a) makineli üretim, bilimin üretken güç olması ve emek gücüne etkisi; ve b) maddi ve gayri maddi emek ayrımı açısından bu gelişme ve değişimin anlamı ortaya koyarak yapmaya çalışacağız.

Bu ise, modern makineli üretimin ve bilimin üretimde kullanılmasının bazı sonuçlarını göz önüne getirmeyi ve Marksist artı-değer teorisinin ana çerçevesinin ne olduğunu mümkün en özet haliyle de olsa, yeniden ortaya koymayı gerekli kılıyor. Böylece, Birikim ve yazarlarıyla ardı sıra yürüdükleri liberal ‘sol’ teorisyenlerin çarpıtmaları ve bilimsel görüş adına ortaya koydukları kurguların saçmalığı daha iyi görülecek.

a) MAKİNELİ ÜRETİM, BİLİMİN ÜRETKEN GÜÇ OLMASI VE EMEK GÜCÜNE ETKİSİ

Bilim ve teknolojideki gelişmenin kapitalist uygulanışı üretimde ve işgücü sömürüsünde artışa yol açarken, “iki yönlü” işlev görür. Bir yandan, teknik ilerleme ve donanım, daha az işçiyle üretimi olanaklı kılarak “fazla” ve “yedek” işgücünü artırır ve çalışan işçilerin bir kısmını işsizlerin safına iter; öte yandan, yeni sektör ve ürünlerin doğmasını sağlayarak yeni iş alanlarının açılmasıyla işçilerin saflarını genişletir. Makinenin çok amaçlı teknik yetkinleşmesi ve teknolojik yeniliklerin iş sürecine girmesine bağlı olarak, yeni işkolları, iş türleri ortaya çıkar; uygarlığın gelişmesi, yeni sektörler ve meslek kategorilerinin ortaya çıkmasına; hizmet sektörünün gelişmesine ve bu sektörde çalışanların bazı kesimlerinin sanayi emekçilerine dönüşmesine ve üretimin artan şekilde vasıfsız, “düz” işçi tarafından gerçekleştirilmesine yol açar. Makineler mükemmelleştikçe, işçinin görevi giderek artan bir biçimde, işleyen mekanizmaya “göz kulak olma”ya “geriler” ya da dönüşür. Bir yandan “kapitalistlerin emrine amade işçi sayısını artırmak üzere” emek pazarına sürülen işsiz kitleleri büyürken, diğer yandan, yeni ve öteki sanayi dallarında işçi gereksinmesi artarak devam eder. Makine kullanımı, ağır sanayi başta olmak üzere ve başlıca gelişmiş kapitalist ülkelerde sanayi işçisi sayısında nispi bir düşüşe neden olmasına; bunun koşullarını yaratmasına karşın, yeni üretim kollarının, hammadde ve ara ürünlerin işlenmesiyle ilgili işlerin doğması, üretim araçlarının ve tüketim nesnelerinin artışı, kapitalist pazarın genişlemesi vb. nedenlerle emek-gücü gereksinmesini artırır.

Sermayenin yoğunlaşması ve merkezileşmesi, büyük çapta üretim yapan makinelerin daha az sayıda kapitalistin elinde toplanması, “soyut” (cansız-birikmiş) emeğin canlı-“somut” emek karşısındaki konumunun güçlenmesi, canlı emeğin onun sermaye olarak ifade edilen biçimi tarafından daha fazla baskı altına alınması, makinenin, işçinin karşısına, onu “gereksiz kılan bir rakip gibi” çıkmada daha etkin bir işlev yüklenmesi de demektir.

Kapitalist dünya ekonomisine baktığımızda; imalat sanayinde mutlak bir gerileme olmadığını; ancak hizmet sektörü kapsamındaki işlerin yaygınlığı ve genişliğinde bir artışın olduğunu görürüz. Sanayi işçisinin istihdamında, özellikle başlıca sanayi ülkelerinde geçici ya da kısmen daha uzun süre bir düşüş görülmesine rağmen, imalat sanayi büyümeye, üretken emek-gücü ve genel olarak işçi sayısı büyümeye devam etmiştir. Bu, başlıca iki bakımdan söz konusudur: a) Kapitalizmin uluslararası gelişmesi başlıca kapitalist ülkelerde nüfusun artan kesimlerini işçilerin saflarına çekerken, geçmişte “köylü ülkeler” olarak bilinen çok sayıdaki ülkenin kapitalist uluslararası zincirin halkaları olarak değişime sürüklenmeleriyle birlikte yüz milyonlarca yeni emekçi proletaryanın saflarına doğru itilmiştir ve b) makine kullanımı ve bilim ve teknikteki hızlı ilerleme yeni sanayi dallarının oluşmasına, yeni ürünlerin ihtiyaç haline gelmesine yol açmış, bu da, sanayide çalışan nüfus ihtiyacını artırmıştır. Bilimsel teknik ilerleme ve makinenin etkin ve yaygın kullanımı, bir yandan meta üretiminin daha az işçiyle gerçekleştirilmesini olanaklı kılarak emek-gücü yedek ordusunun genişlemesine neden olurken, öte yandan yeni iş alanlarının ortaya çıkmasını ve yeni ürünlerin ihtiyaç haline gelmesini sağlayarak üretken emeğin faaliyet sahasını genişletmiş, üretken emek-gücünün nicel büyümesini gerçekleştirmiştir. (Sermayenin merkezileşmesi ve yoğunlaşması mülksüzleşmeyi genişleterek, nüfusun diğer sınıf ve katmanlarından işçi sınıfına doğru “göçü” durmaksızın doğurarak proletaryanın saflarını çoğaltır.) Maddi metaların kitlesi büyümüş, kapitalist gelişme maddi ihtiyaçları ve ihtiyaç maddelerini daha fazla çeşitlendirmiş, yeni ürünlerin kullanımına yol açmış, sanayi ürünlerinin sayısını artırmış ve böylece hem eski kapitalist ülkelerde hem de kapitalist dünya pazarına “gecikerek” dahil olmuş ülkelerde üretken emeğin faaliyet alanını genişletmiş; üretken emeğin ve imalat sanayinin istihdam içindeki yeri, bazı kapitalist ülkeler bazında göreli bir zayıflama göstermesine karşın, bu gelişmelere bağlı olarak, sanayi işçilerinin tek tek ülkelerde ve uluslararası alanda safları genişlemeye ve kitlesi büyümeye devam etmiştir.

Bilimin üretici güç olarak kullanılmasıyla üretkenliğin artması, “metaların üretimi için gerekli emek-zamanı”nın yok denecek sınırlara çekilmesi, “ürün miktarıyla ilintili” üretken nüfus sayısının düşmesi ve “başkalarının olabilen en çok miktardaki emeğini sahiplenme” kapitalist amacı için olanakları genişletir. Tüm nüfus için gerekli geçim araçlarının, daha önce doğrudan maddi üretimde çalışan nüfusun “varsayım”sal olarak daha az bir kesimi tarafından üretilmesi ve böylece yine varsayımsal olarak “eşit” dağıtıldığında, “üretken olmayan çalışma ve boş vakit”in herkes için daha fazla olması olanaklı hale gelir. Ancak, kapitalist üretim, ilkin, daha az işçiyle daha fazla üretimi olanaklı kılmasına rağmen, yeni sanayi dallarının doğuşu; yeni maddi ürünlerin gereksinim haline gelmesi, kapitalist pazarın genişlemesi vb. nedenlerle işçi kitlelerini artan şekilde üretime çeker, proletarya dışı sınıfların saflarından proletaryanın saflarına doğru nüfus akışını hızlandırır ve böylece işçi sınıfının büyümesini getirir ve ikinci olarak kapitalizm, “eşit dağıtım”ı ve “boş vakit”in herkes için artırılmasını değil, üretim araçlarının ve ürünlerin kapitalist sahiplenilmesini ve emekçilerin tüm vakitlerinin gaspını gereksinir ve hedefler. Gerçekte olan, kapitalizmin birbiriyle karşıt eğilimlerinin bir arada kendini sürdürmesidir.

Bu, “gerçek yaşamdaki karşıtlığın” bir benzeridir. “Makine, işçileri yerinden eder, … sayısını azaltır, ürünü artırır (ki bu ürünlerin bir bölümü üretken olmayan emekçiler tarafından tüketilir, bir bölümü yurt dışında değişime girer, vb.” Bu arzulanır olandır. Ama bununla çelişen bir diğer durum da söz konusudur. Bu gelişme, onun doğrudan etkisi altında kalan nüfus açısından bir şok etkisinden sonra, yeniden, makinenin işe sokulmasından öncesine göre, daha çok insanın çalışacağı ve üretken emekçilerin sayısının artacağı bir durumla yüz yüze gelinir.[5] Makineleşme ve sanayinin üretkenliği, emek gücünün tüm üretim alanlarında daha yoğun şekilde sömürülmesi olanaklarını genişleterek daha çok insanı üretime çeker, daha önceki çalışan nüfusa oranla üretken emek kesimini artırır, işçi sınıfının bir kesiminin üretken olmayan şekilde çalıştırılmasına yol açar ve erkek ve kadın emekçilerin hizmetçi, uşak vb. şekilde çalışmalarının koşullarını yaratır. Makine canlı emeğe yatırılan sermaye kısmına (değişen sermaye) karşı değişmeyen sermayeyi artırma olanaklarını genişletirken, sınai çevrimin dönemsel değişmelerine bağlı olarak “çalışma yaşamı ve dolayısıyla işçinin varolma koşullarında” neredeyse süreklilik gösteren güvensizlik ve kararsızlığa yol açar. Bunlar, “normal görülen şeyler olur…” Böylece işçiler, “durmadan işten atılır, işe alınır, oradan oraya sürüklenir ve bu arada da işçilerin cinsiyetleri, yaşları ve hünerleri konusunda sürekli bir değişme sürer gider.[6]

Makineleşme, öte yandan, “emek koşulları”nın emeğe teknolojik egemenliği; makinenin emeğin yerini alması, “bağımsız biçimiyle emeği gereksiz hale” getirmesi, emeğin görülür ürünlerinin emekçiye egemen olarak ortaya çıkmaları, emeğin toplumsal niteliğinin, onun sermayeleşmesine bağlı olarak emekçilerin karşısına sermayenin gücü olarak çıkması; bilimin ve doğal güçlerin sermayenin güçleri olarak kullanılması, “makinede gerçekleşen bilim”in “işçilere karşı sermaye olarak” ortaya çıkması ve “bilimin, doğal güçlerin ve emeğin ürünlerinin büyük ölçekte, toplumsal emek üzerine kurulmuş uygulanmalarının tümü”nün, emeğin sömürülmesinin araç ve gücü olarak kullanılması da demektir. Kapitalistler tüm bunları sömürü için kullanırlarken, “emeğin toplumsal üretken güçlerinin gelişmesi ve bu gelişmenin koşulları, sermayenin eylemi olarak belirir”ler. Bilim sermayenin üretken gücü haline gelir ve makine, kapitalist bireye de, kapitalist sınıfa da, daha az emekçiyle “aynı fazlayı üretme” olanağı sağlar. Makine, kendi başına, insanın “doğa üzerindeki zaferi olduğu halde, sermayenin elinde, insanları bu kuvvetlerin kölesi haline” getirir; “kendi başına üreticilerin servetini artırdığı halde”, sermayenin elinde onları sefilleştirir.[7] Böylece, aslında tüm toplum açısından daha az fiziki çalışma olanağı ve zihni yetenekleri geliştirmek için daha fazla zaman ve olanak yaratan araçlar, işçinin daha fazla sömürülmesi ve emekçiler üzerindeki kapitalist baskı için, sermayenin güç, araç ve olanakları haline gelir/getirilirler.

b) ÜRETKEN EMEK-ÜRETKEN OLMAYAN EMEK AYRIMI “ANLAMSIZLAŞTI” MI?

Birikim yazarları, liberal ‘sol’ teorisyenleri yineleyerek, “bilişsel-iletişimsel üretim teknolojileri”nin “günümüz kapitalizmi”nin özellikleri yönünden temel karakterde değişiklikler yarattığını iddia ediyor; “üretken olmayan ekonomi”nin, tüm ekonominin sözümona belirleyici “başat” olgusu haline gelmiş olmasını (!) “bugünkü kapitalizm”in özsel en önemli yeniliklerinden biri olarak gösteriyorlardı. Birikim yazarlarının bu hokkabazlıklarını sergilemek açısından yapmamız gereken ilk şey, üretken ve üretken olmayan emek ayrımı üzerine Marksist görüşü mümkün en özet haliyle de olsa, –bu yine de uzun bir bölüm olacaktır–, buradan yeniden ortaya koymaktır.

Bilindiği üzere, Marx, Kapital ciltlerinde ele aldığı artı-değer teorisine bir ön hazırlık olarak da görülen çalışmalarının toplandığı “Artıdeğer Teorileri” üzerine Birinci Kitap’ın “Dördüncü Bölüm”ünde, “Üretken emek ve üretken olmayan emek üzerine teoriler” genel başlığı altında, Fizyokratlar ve Merkantilistlerden A. Smith-Ricardo’ya ve daha birçok modern iktisat teorisyeninin görüşlerini ele alarak, sorunu özel olarak en etraflı şekilde irdelemiştir. Tüm bu büyük bölümün ‘ana fikri’ şudur: “Yalnızca sermaye üreten ücretli emek üretkendir.[8]

Marx, üretken emeğin “kapitalist üretim açısından” tanımlanması konusunda, A. Smith’in “işin tam özüne” dokunduğunu; “üretken emeği sermayeyle değişilen emek olarak tanımlaması”nın onun “en büyük başarılarından biri” olduğunu belirterek, bu tanımın “üretken olmayan emeğin ne olduğunu” da açıkça belirlediğini söylüyordu.

Marx, üretken emeği, parayı ya da metaları sermayeye dönüştüren, başka deyişle, emek-gücü karşısında bağımsız duruma gelen maddeleşmiş emeğin değerini sürdüren ve artıran emek, kapitalist üretim süreci içinde emek-gücünün aldığı biçimin ve tarzın ve tüm ilişkinin kısa adı” şeklinde tanımladıktan sonra, üretken emeği emeğin öteki türlerinden ayırt etmenin “çok büyük önem taşımakta” olduğuna dikkat çekiyordu. “Çünkü –diyordu Marx–, bu ayrım, tüm kapitalist üretim tarzının ve sermayenin kendisinin de üzerinde temellendiği emeğin özgül biçimini ifade eder.” Çünkü, “kendi ürününü sermaye olarak üreten”; “başka deyişle, yalnızca, maddeleşmiş emekle değişildiğinde, onun daha artmış miktarda maddeleşmiş emek biçimini almasını sağlayan”, “işvereni için artı-değer üreten ya da emeğin nesnel koşullarını sermayeye ve onların sahibini de kapitaliste dönüştüren emek” olmasaydı, kapitalist üretim de söz konusu olmazdı. Çünkü, emeğin sermaye için “özgül kullanım değeri” olması demek, soyut emeği yaratan öge olması, “yani emek-gücünün değerinde yeralandan daha büyük miktarda emeği temsil etmesidir.[9] Çünkü, kapitalist üretim süreci, sermaye için artı-değer yaratılmasını ve “dolayısıyla paranın ya da metanın fiilen sermayeye dönüşümünü, sonuç olarak öngörür. Kapitalist üretim sürecinin doğrudan amacı işçinin ödenmemiş emeğini sahiplenerek zenginlik birikimi sağlamak, artı-değer yaratılması yoluyla değeri artırmaktır.

Yalnız doğrudan sermayeye dönüştürülebilen emek üretkendir; yani değişen sermayeyi, değişken bir büyüklük yapan ve bunun sonucu, [toplam sermaye S’yi] S +’ya eşit yapan emek üretkendir” diye yazan Marx, bunu “açıklanması gerekli ilk nokta” olarak belirlemişti. “[Yani] artı-değer üreten ya da sermayeye artı-değer üretimi için etmen olarak hizmet eden ve böylece kendini sermaye olarak, kendini genişleten değer olarak ortaya koyan emek” üretken emekti.[10]Sermaye ile doğrudan değiştirilen emek” olarak üretken emek, emek-gücünün belirlenmiş değerini yeniden üretir, “değer yaratan etkinlik olarak” para ve metaı sermayeye dönüştürür ve sermayenin değerini artırır. “Emeğin doğrudan sermaye ile değişilmesi”, üretim sürecinde sermayeye, “sermayenin maddi oluşturucu bir parçasına doğrudan dönüşümü” ve “belirli miktardaki maddeleşmiş emeğin aynı miktarda canlı emek, artı, değişim olmaksızın sahiplenilen bir miktar fazla canlı emek ile değişil”mesi demektir.

Yalnızca sermaye üreten ücretli emek üretkendir” tanımının “kapitalist üretim anlamında” ifade ettiği şey; üretken emeğin, sermayenin ücretle, onun karşılığı ödenen parçasıyla değişilen ve sermayenin yalnızca bu parçasını değil, ek olarak kapitalist için bir artı-değer üreten emek olmasıdır. Bu, kendi değerinden daha fazla değer üreten emeğin, kapitalist sınıfın varoluşunun “göreli” koşulu olması demektir. İşçinin yalnızca kendi varlığını yeniden üretmesine karşılık gelen üretimi, mutlak olarak üretken olmakla birlikte, kapitalist anlamda sermayeye eklenen, onun kendini genişletmesini sağlayan emek değildir. “Yalnızca işçiyi yaşatmaya, yani emek-gücünün yeniden üretilmesine” yeten emek, “mutlak anlamda üretken” olmakla birlikte, “kapitalist anlamda” üretken değildir. İşçi, yaşamını sürdürmesine yetecek olanla sınırlı üretimde, geçim araçlarının üzerinde bir değer üretmemektedir. Emeğin kapitalist anlamda üretken olmasının koşulu, üretim araçlarının sahibi için bir artı değer yaratmasıdır.Metada kapitalisti ilgilendiren şey, ödediğinden daha fazla değişim değeri yaratılmış olmasıdır.” Onun açısından kullanım değeri, ücret olarak ödediği emek zamanını daha fazla miktarda geri alıyor olmasındadır. Kapitalizm, tüm metalar dünyası ve maddi üretimin tüm alanlarının giderek belirginlik kazanan tarzda kapitalist üretime tabi kılınması ve bağlanmasıyla birlikte, “meta üretiminde yer alan tüm emekçiler”in ücretli-işçiler haline gelmelerine ve tüm bu alanlardaki üretim araçlarının, onlarla, “sermaye olarak” karşı karşıya gelmelerine doğru bir gelişmeyi ifade eder. “Bu durumda, üretken emekçilerin yani sermaye üreten emekçilerin, tipik özelliğinin, emeklerinin, metalarda, maddi zenginlikte somutlaşması olduğu söylenebilir. Böylece, üretken emek için, belirleyici tipik özelliği doğrultusunda –ki bu tipik özellik, hiçbir biçimde, emeğin içeriğini dikkate almaz ve o içerikten tamamen bağımsızdır– ikinci, farklı ve ek bir tanım daha yapılabilir.[11] Bu üretken işçiler, asıl makine işçisinden mühendise kadar, meta üretimine şu ya da bu biçimde, ancak “…(kapitalistten farklı olarak)” katılanların hepsidir.[12]

Demek ki, üretken emek, kullanım değeri üretmekle kalmayıp değişim değeri sermaye sahibi için bir artı-değere de karşılık gelen emektir. Üretken emekçi, meta üreterek, “ücret biçiminde sürekli olarak tükettiği değişen sermayeyi sürekli olarak yeniden-üretir. Kendisini ödeyen fonu, ‘geçimini sağlayan ve onu çalıştıran’ fonu sürekli olarak üretir.

Bu durum ya da özellik, üretken olmayan emeğin artı-değer üretmeyen emek olmasını da belirlemektedir. Üretken olmayan emek, sermaye ile değil, doğrudan gelirle (yani ücret ve kârla), doğal olarak kapitalistin kârından, co-partners [iş ortakları] olarak faiz ve rantla pay alan çeşitli kategoriler dahil) değişilen emektir.

Emeğin üretken ya da üretken olmayan emek olarak tanımlanması, “onun belirli içeriğiyle, özgül yararıyla ya da kendini ifade ettiği belli kullanım-değeriyle” ilgili değildir. “Aynı tür emek üretken emek de olabilir, üretken-olmayan emek de olabilir.” (sf. 375) diye, önemle belirten Marx, yazdığı kitabı belli bir fiyat karşılığı satışa sunan yazarın üretken olmayan emekçi, ancak aynı yazarın bir girişimci/yayıncıya bağlı olarak çalışması durumunda üretken emekçi olduğuna dikkat çekiyordu. Birinci durumda geçimini sağlamak üzere kullanım değeri yaratan emek, ikinci durumunda patronu olan yayımcı için kitap üreten ‘yazın proleteri’nin emeği olarak daha baştan sermayenin artırımı sürecine katılmaktadır. Yine, buna göre, “Şarkısını kendi hesabına satan” şarkıcı üretken-olmayan; ancak para kazanmak amacıyla bu işin ticaretini yapan bir girişimci tarafından tutulan şarkıcı üretken emekçidir; birinci durumda basit kullanım değeri, ikincisinde sermaye üretmektedir. Eve, kişinin hizmetini görmek üzere çağrılan emekçinin emeği, örneğin pantolon dikmesi ya da ev ve eşyasının tamiri için gelen “gündelikçi terzinin emeği” ile duvar kağıdı ve boya vs. işleri yapan işçinin emeği; bu emek bir ürün yaratmasına ve karşılığında para (emeğinin fiyatı) almasına karşın, üretken değildir. Bu durumda, çünkü, emekçinin az ya da çok çalışması, aldığı ücretin yaptığı işin (gördüğü hizmetin) içerdiği değerden az ya da fazla olması vs., hizmeti verdiği kişiyi zenginleştirmez, sermayesini artırmaz, aksine parasından bir miktar harcanmasına, yani gelirinin azalmasına yol açar. Oysa aynı ‘gündelikçi terzi’nin “bir tüccar terzi”ye bağlı olarak çalışması durumunda, ona verdiği hizmet bu kapitalist terzi için, pantolonda maddeleşen emek zamanının bir bölümüne el koyması nedeniyle artı değer üretir. “Tüccar terzi, olabildiğince ilk fırsatta, pantolonu yeniden paraya, yani belirli terzi emeği karakterinin tamamen ortadan kalktığı bir biçime çevirmeye çalışır; o para biçimi içinde artık, terzinin verdiği hizmet, altı saatlik bir emek-zamanının belli miktarda para olarak ifadesi yerine, o paranın bir kat fazlasıyla, 12 saatlik bir emek-zamanının ifadesi olarak yeralır.[13]

Birinci durumda, terzinin emeği, bireysel gereksinimin karşılanması için, belirli bir kullanım değeri yaratması karşılığında satın alınmıştır; ikincisinde, tüccar terziye mal olduğundan daha fazla değişim değeri yaratmak üzere. Emeğin üretken olup olmaması, para karşılığı “basit değişimi” tarafından belirlenmiyor ya da “paranın emekle basit değişimi, emeği üretken emek haline getirmiyor.” Emeğin içeriği, somut niteliği, özel bir yararı olması gibi özellikleri, “görünüşe göre, ilkin hiçbir fark yaratma”maktadır; “aynı terzi işçinin aynı emeği, bir durumda üretkendir; öteki durumda üretken değil”dir.[14]

Eve, eşya tamiri ya da duvarların yeniden kağıtla kaplanmasını için çağrılan işçiler açısından da aynı şey geçerlidir. Bu işçiler, onları evin onarımı ya da boyasını yapmak üzere çalıştıran ev sahibiyle ilişkilerinde, üretken olmayan emekçilerdir. Ama aynı işçiler, onları çalıştıran ve evin onarımı için gönderen patron için, artı-değer üreten üretken emekçilerdir; onu zenginleştirmekte, sermayesini artırmaktadırlar.

Aynı şey, öğretmenin, doktorun, avukatın, kişinin bireysel hizmetine dair çalışması için de geçerlidir. Eve çağrılan öğretmenin, kişinin zihin yetilerinin geliştirilmesine katkısının karşılığını hizmet verdiği kişiden alması; doktorun sağlık kontrolü ve hastayı iyileştirmek üzere çaba göstermesi; avukatın bir davayı kazanmak için üstlenmesi, bu iş ya da hizmet, bireyin beklentilerini karşılayıp karşılamamasından bağımsız olarak, o belli yarara rağmen, kişiye parasını sermayeye dönüştürme olanağı yaratmaz; onu öğretmenin, doktorun, avukatın patronu/kapitalisti durumuna getirmez, yani bir artı değer sağlamaz. Onlar emek harcamalarına, hizmet vermelerine karşın, hizmetleri sermayeye dönüşebilecek bir değişim değeri olarak maddileşmez. Ödeme gelirden yapılmıştır.

Burada önemli olan, yaratılan nesnenin bir kullanım değeri olması değildir. Bu açıdan alındığında, eve “gömlek dikmesi için” çağrılan gündelikçi de, mobilyaları onaran ustalarla evi temizleyen hizmetçiler de, “ete, şuna buna lezzeti veren aşçı” da, emeklerini “bir şeyin içinde saptamakta ve gerçekte o şeylerin değerini artırmaktadır”lar. Bunların ürününün maddi kullanım değeri olması ve eyleminin niteliği, “tıpkı gündelikçi terzinin fabrikada dikiş dikmesi, makineleri onaran makine ustası, makineleri temizleyen işçi, ya da kapitalistin ücretli işçisi olarak bir otelde yemek pişiren bir aşçı gibi” üretken karakterdedir. “Hizmetlerin büyük bir bölümü, bir aşçının, bir hizmetçinin durumunda olduğu gibi, tüketimin maliyetlerine girer”ler. “Bu kullanım-değerleri ayrıca potansiyel metalardır; gömlek belki de rehinciye gönderilecektir, ev yeniden satılacaktır, mobilya açık artırmaya çıkarılacaktır, vb.. Şu halde bu insanlar da potansiyel olarak meta üretmektedirler, üzerinde çalıştıkları nesneye değer katmaktadırlar. Ne var ki, bunlar üretken-olmayan emekçiler arasında çok ufak bir grupturlar; kuşkusuz geniş hizmetliler kitlesi için, ya da rahipler, devlet memurları, askerler, müzisyenler, vb. için bu söz konusu değildir.

Marx, ‘üretken-olmayan emekçiler’in sayısının büyük ya da küçük olmasından bağımsız olarak, emeği, ‘üretken’ ya da ‘üretken-olmayan’ emek yapan şeyin, “emeğin özel türü” ve “dış görünümü” olmadığına dikkat çekerek, aynı emeğin kapitalist tarafından “daha fazla değer üretmek üzere” satın alınması durumunda üretken ve fakat “bir tüketici olarak, bir gelir harcayıcı olarak, onun kullanım-değerini tüketmek üzere” satın alındığında üretken olmayan emek kategorisine girebildiğine işaret eder. Buna göre, örneğin “Oteldeki aşçı, onun emeğini bir kapitalist olarak satın alan kişi için, otel sahibi için meta üretir.” Bu durumda aşçının emeği, “(kârdan ayrı olarak) otel sahibinin aşçıya ödeme yapmaya devam ettiği fonu yerine geri koyar.” Aşçının emeğinin, “ondan genel olarak yararlanmak üzere değil”, ama kişisel hizmet için satın alınması durumunda ise, “bu emek kendini maddi bir üründe saptadığı halde ve bu ürün (sonuçta), otel sahibi için olduğu gibi, satılabilir bir meta olabildiği halde”, üretken emek olmamaktadır. Birincisinde aşçı, kendisine ödeme yapılan fonu yenilemekte, ikincisinde yenilememektedir; birincisinde otel sahibinin sermayesini artırmakta; ikincisinde, sonuçta bir meta-bir kullanım değeri üretmesine karşın, kişi için sermaye yaratmamaktadır. Bu ilişki, “hizmetleri”, bir tiyatro, konser, genelev, vb. patronu tarafından pazarlanmak üzere satın alınan aktörlerin, müzisyenlerin, fahişelerin vb. durumu açısından da geçerlidir. Girişimci onların emek gücünü kendi emrine aldığında, “dolaylı bir biçimde yalnızca ekonomik bir çıkar ilişkisi”ne girmiş görünür; ancak “sonucu bakımından süreç aynıdır”; ‘hizmetleri görüldüğü anda sona eren’ ve kendini, kendileri dışında ‘herhangi satılabilir bir metada’ “sabitleşip gerçekleştirmeyenlerin şu ‘üretken-olmayan emek’ denen emekleri” satın alınmış, bunların satılması sonucu, “ücret ve kâr” elde edilmiştir. Bu ilişkide, satın alınan hizmetlerin kullanımıyla, onların emek-gücünün yeniden satın alınmasını sağlayacak fon yenilenmektedir, “onlar, kendilerine ödeme yapılan fonları yenilerler.” Buna benzer bir durum, “bir avukatın bürosunda çalıştırdığı clers’in (katiplerin) emeği için de” geçerlidir, ve yine Marx’ın deyişiyle “bu tür bir ilişkinin yaşandığı bolca örnek gösterilebilir.[15]

Marx, “..şu üretken-olmayan emek denen bir kısım emek, bir yandan kendini, aynı zamanda pekala meta da olabilecek (vendible commodities [satılabilir metalar]) maddi kullanım değerlerinde somutlaştırırsa, bir yandan da bu hizmetlerin, dar anlamda herhangi bir nesnel biçim almayan –yani hizmetleri görenlerden ayrı şeyler olarak bir varlık kazanmayan ve bir metaya onun değerinin parçası olarak girmeyen– bir başka kısmı (emeği doğrudan satın alan tarafından) sermaye karşılığı satın alınabilir; böylece kendi ücretini çıkarır ve girişimciye de bir kâr bırakır” diye yazıyordu.

Bu hizmetler ya da hizmetlerin üretimi, “kısmen sermayenin kapsamı içine alınabilir”; “kendini yararlı şeylerde somutlaştıran” diğer bir kısmı ise doğrudan gelir tarafından satın alınır ve sermaye üreten emeğin kapsamı içine girmez. “Emek-gücünü eğiten, devamını sağlayan ya da değiştiren vb., yani tek sözcükle ona özgül bir biçim veren ya da devamını sağlayan türden hizmetler” bu türdendir. Kendisi de meta olan, dahası meta üreten tek meta olan emek-gücünün yenilenmesi sürecine katılan eğitmen/öğretmen ve sağlıkçı (doktor) emeğinin, üretilen metaların üretim maliyetine şu ya da bu oranda girmesi, “satılabilir meta”da bir biçimde ifade edilir olması demektir. Ancak bu emek türü, hem “katılma payı”nın üretilen metaın maliyeti içindeki “çok az” yeri, hem de tüm değerleri yaratan üretim maliyetleri fonu”na girmesine rağmen, “kendi ücretini ödediği fonu” doğrudan yaratmaması nedeniyle, emek-gücü “onarımı” ve “eğitimi”ne katılan emek olarak “satılabilir meta”ın üretimine katıldığı oranda üretken; ama kendi başına ve üretim maliyeti içindeki payının küçüklüğü bakımından da kendi ödeme fonunu doğrudan yaratmayan ve emek-gücünün onarımı giderleri içinde sayılabilir bir emektir. İşçinin fabrika içindeki işi yapması sırasında, onun eyleminin hazırlığına ya da iş yaparken fiziki ve ruhi olarak sağlıklı ve yetkin olmasını sağlamak üzere katılan bu tür emek, meta üreten emek gücünün devamlılığına yardım ve hizmet eden emektir.

Marx, tüm gösteri sanatçıları, konferansçılar, aktörler, öğretmenler, doktorlar, rahipler vb.” için, kapitalist üretim tarzının “ancak sınırlı bir dereceye kadar” karşılaşılır ve “pek az alanda uygulanabilir” olduğunu belirterek, eğitim kurumlarındaki öğretmenlerin, “kurumun girişimcisi için birer ücretli-emekçi” olabildiklerine ve İngiltere’de “bu tür birçok eğitsel fabrika”nın bulunduğuna işaret etmekteydi. Bu öğretmenler, öğrencilerle ilişkilerinde (öğrenciler söz konusu olduğunda) üretken emekçi olmadıkları halde, “kendi işverenleri söz konusu olduğunda” (girişimciyle ilişkilerinde) üretken emekçidirler. Bu ikincisinde, girişimci –örneğin dershane ve özel okul sahipleri–, sermayesini öğretmenlerin emek-gücüyle değişir ve “bu süreç aracılığıyla” sermayesini artırarak zenginleşir. “Tiyatrolar, eğlence yerleri, vb. için de durum aynıdır. Bu durumlarda, aktör, kamu karşısında bir sanatçı olarak davranır, ama kendi işvereni karşısında o bir üretken emekçidir.” (aynı yerde)

Bir aktör, hatta bir palyaço, “ücret olarak aldığından daha fazla emeği geri döndürdüğü bir kapitalistin (girişimcinin) hizmetinde çalışıyorsa” üretken bir emekçidir; ama kapitalistin evine, pantolonunu onarmak için giden gündelikçi terzi, kapitalist için “yalnızca bir kullanım-değeri ürettiği için” üretken olmayan emekçidir. “Birincinin emeği sermayeyle değişilmiştir, ikincininki gelirle. Birincinin emeği bir artı-değer üretir; ikincisinde gelir harcanır.

Bir yazar, fikir ürettiği ölçüde değil, ama onun çalışmalarını yayınlayan yayıncıyı zengin ettiği ölçüde ya da bir kapitalistin ücretli-işçisiyse üretken emektir.” “İçinde üretken işçi emeğinin yer aldığı bir metanın kullanım değeri, en yararsız türden olabilir. Metanın maddi özellikleri, hiçbir biçimde, emeğin doğasıyla bağlantılı değildir; tam tersine, yalnızca belli bir toplumsal üretim ilişkisinin ifadesidir. Bu emeğin içeriğinden ya da sonucundan değil, ama belirli bir toplumsal biçiminden çıkarılmış bir tanımdır….[16] Keman yapımcısının, org yapımcısının, müzik ile ilgili ticaret yapanın, teknisyenin, vb. üretken olması”na karşılık, bir kapitalist girişimciye bağlı olmaksızın bu emeklerin ürünüyle mesleklerini icra eden keman, org vs. sanatçısının “üretken olmaması” çelişki oluşturmaz. Üretken olmayan emekçiler de “şu ya da bu tür” bir ürün üretirler. Bu, emekçi olmalarının belirleyenidir. İlaç reçetesini yazan doktor da, “o ilacı hazırlayan eczacı kalfası” da emek harcarlar, emekçidirler. Ancak ilki üretken emekçi değilken, ikincisi üretken emekçidir. Kemanın üreticisi üretken, kemanla müzik eserini icra eden müzisyen değildir. (Müzikle uğraşan sanatçının bir girişimciye bağlı olarak bunu yapması durumunda üretken emekçi olacağına yukarıda işaret edildi.) Bir piyano yapımcısının yanında çalışan, onun piyano üretiminde çalıştırdığı işçi üretken işçidir. Emeği, ücretini yeniden-üretmekle kalmaz, piyano yapımcısına, sattığı üründe (piyano) ‘cisimleşen’ ve ödediği metada, ücretin üstünde ve ötesinde bir artı-değer bırakır. Aşçının ya da garsonun emeği, “otel sahibi için sermayeye dönüştürüldüğü ölçüde”, üretken emektir. Ama bu aynı kişilerin emeği herhangi bir kişi tarafından, “onların hizmetinden bir sermaye yaratmak” için değil, “hizmetkârlar olarak” satın alındığında, hizmetlerinin karşılığı o kişinin gelirinden ödenen üretken olmayan emekçilerdir. Eve çağrılan gündelikçi terzinin pantolon dikmesi, duvar boyacısının duvarı kağıtla kaplaması ya da boyamasında olduğu gibi, yapılan iş, “maddi nesne kabul edilen” kullanım değerine karşılık düşmesine karşın, bunlar çalışmalarıyla kendilerini çağıranı zenginleştirmediklerinden, emekleri üretken emek değildir; “meta” değil, doğrudan “kullanım-değerleri” üretirler.

Ulaştırma sanayi yer değiştirmeyi satar. Yararlı etki, ulaştırma süreci ile sımsıkı bağlıdır. “Üretken ikmalin depolanması, büro vb. aygıtlar üretken sürecin parçalarıdır, bu işleyişin kendisi de artı-değer üretir. Üretken emek sürecinin bir parçasını, devamını oluşturur. Tüccar sermayesi, depolama, taşıma, ulaştırma, toptan ve perakende dağıtım gibi kendisiyle bağıntılı olabilecek bütün heterojen işlerden sıyrılmış” olarak alındığında değer ve artı-değer üretmez; “hiç değilse doğrudan doğruya yaratmaz.” Ticari işlerde çalışanlar, mal ve yolcu taşımacılığı, iletişim, mektup, telefon vb. iletimlerde çalışanlar doğrudan bir değer yaratmaz, yaratılmış ürünün ulaştırılmasına aracı işlerin çalışanları olarak katılırlar. Ticari işçi doğrudan doğruya artı-değer üretmez. “Doğrudan doğruya artı değer üretmez, ama, karşılığı ödenmeyen emek harcaması ölçüsünde, artı-değeri gerçekleştirme giderini azaltması için ona yardım ederek, kapitalistin gelirini artırır.[17] Devlet görevlileri, asker kişiler, rahipler, yargıçlar vb., bunlar yıkıcı olmakla kalmayıp, ‘maddi olmayan’ metalarını halka zorla dayatarak toplumsal zenginlikten yararlanır, onun büyük bir kısmını ele geçirirler. Bunlar, tüketimden pay alan ve “gerçek üreticilerin sırtından geçinen asalaklar” kategorisine girerler. Sanatçılar, doktorlar, avukatlar ise, emeklerinin sermaye ile ilişkisine göre, ya çalışmalarıyla emrinde oldukları patron için bir artı-değer üretirler ya da hizmetlerinin karşılığını yaratılmış toplam gelirden alırlar. Bürosunda çalışan avukat, büroda ya da devlet kurumunda çalışan doktor, herhangi yönde geliştirdiği yeteneğini icra eden sanatçı, emek harcamakta, karşılık olarak da bir ücret almaktadır. Bu, onların yaratılmış toplam toplumsal gelirden –ki kaynağı artı-değerdir– pay almaları demektir. Ancak, doktor, örneğin fabrikada meta üreten emeğin kendini yenilemesi sürecine katılır ya da özel bir işletmenin kapitalisti için, onun emrinde çalışırken, onun tarafından el konan meta ya da hizmetin üretimine katılmış olur.

Üretken emekçiler, üretken-olmayan emekçilerin üretiminin bir aracı olan ürünleri ve onların araçlarını üretmelerinin yanı sıra, “herhangi bir emek harcamayan kişiler tarafından tüketilen ürünleri” de üretirler. Maddi metaların esas olarak ücretli işçiler tarafından üretildiği kapitalist üretim koşullarında, üretken-olmayan emekçilerin hizmetleri, sonuçta ya üretken emekçilerin ücretinden ya da onların patronlarının (ve kâra ortak olanların) kârından –ki bu durumda da asıl kaynak yine üretken emekçinin ödenmemiş emeğidir– ödenmekte; üretken-olmayan emekçilerin varolma koşullarını üretken işçiler yaratmaktadırlar.

Marx, o dönem, “kapitalist üretimin bu alandaki bütün görünümleri”nin üretimin tümü bakımından “bütünüyle hesap dışı tutulabilir” düzeyde olmasına dikkat çekmişti. Durum, bu yönüyle, bugün için elbette belirli biçimde değişmiştir. Bugün, “bu görünümler” daha belirgin biçimler alarak, artık dikkate alınmayı zorunlu kılar şekilde yaygınlık göstermektedir. Ancak üretimin tümü bakımından, maddi meta üretimini gerçekleştiren emekçilerin belirleyici rolü ve konumu temel önemde kalmaya devam ediyor. Kapitalist üretim tarzının gelişmesi, hizmetlerinin karşılığı gelirden ödenen üretken-olmayan işçilerin “yalnızca pek önemsiz bir kısmı”nın maddi üretim alanında doğrudan rol oynamalarına yol açar. Bunların (üretken-olmayan işçilerin) gördüğü hizmetlerinin değeri de, “üretken işçilerinki gibi (ya da ona benzer biçimde)” “onların geçimini sağlamanın gerektirdiği üretim maliyetleriyle belirlenir … Kapitalizm gelişip sermaye üretimin tümüne hakim olunca, gelir (kâr ve ücret) emek karşılığı değişildiği ölçüde, “doğrudan meta üreten emeği değil”, üretken emeği değil, “yalnızca hizmetleri (satın almakta-ç) kullanılır” ve “kısmen kullanım değeri olarak işlev gören metalar için, kısmen de oldukları gibi bir kullanım değeri olarak tüketilen hizmetler için” harcanır.

Değişik emek türlerini ve dolayısıyla zihin emeğiyle kol emeğini –ya da bunlardan birinin daha hakim olduğu emek türlerini– birbirinden ayırma”nın ve “farklı insanlar arasında dağıtma”nın kapitalist üretim tarzının “gerçekten ayırdedici özelliği” olduğunu belirten Marx, bu ayırmanın, “maddi ürünün, bu insanların ortak ürünü olmasını ya da maddi zenginlik içinde yer alan ortak ürünleri olmasını” önlemediğini; tüm bu insanların, “maddi zenginliğin üretilmesine doğrudan katılmakla kalma”yıp emeklerini “doğrudan, sermaye olan parayla” değiştiklerini; ücretlerine ek olarak kapitalist için bir artı-değeri yeniden üretiklerini; emeklerinin, “ödenmiş emeği artı ödenmemiş artı-emeği” içerdiğini söylemekteydi.[18]

Marx, “Maddi Üretim Sürecinin Bütünü Açısından Üretken Emek Sorunu” arabaşlığı altında, kapitalist üretim biçiminin gelişmesiyle birlikte, örneğin bir fabrikada malzemeyi işlemekle doğrudan görevli olanlarla birlikte, onlara nezaretçilik yapan ustaların, vasıfsız işçilerin, esas olarak “beyniyle çalışan” iş mühendislerinin ve farklı değerde emek-gücüne sahip diğer emekçilerin “ifadesini metada ya da maddi üretimde bulan sonucu birlikte oluşturduklarını; “üretim süreci bir bütün olarak alındığında”, emeklerini sermaye karşılığında değişerek kapitalistin parasını sermaye olarak yeniden ürettiklerini belirtiyordu.

Marx, A. Smith’in, “[kendini sabitleştiren ve gerçekleştiren emeğin] içine, maddi üretim sırasında doğrudan tüketilen tüm entelektüel emeği de doğal olarak” kattığını belirterek “yalnızca elleriyle ya da bir makineyle doğrudan çalışan emekçi değil, ama overlooker, ingénieur, manager, commis [nezaretçi, mühendis, yönetici, memur] vb. –yani tek sözcükle, maddi üretimin belli bir alanında, belli bir metanın üretimi için çalışması (işbirliği) gereksinilen tüm personelin emeği”ni de değişmeyen sermayeye eklenen ve ürünün değerini o miktarda artıran toplam emek içinde değerlendiriyordu.

Bu çerçevede, bu tanımlar, emeğin maddi özelliklerinden (ne emek ürününün doğasından, ne emeğin somut emek olarak belirlenmesinden) değil, ama belli bir toplumsal biçimden, emeğin içinde gerçekleştirildiği toplumsal üretim ilişkilerinden çıkmaktadır.[19] Belirleyici olan; ürünün ‘doğası’, maddi özellikleri değil, emeğin sermaye ya da gelirle değişilmiş olmasıdır. Belirleyici olan, emeğin ve emek-gücünün hangi tür ilişki içinde olduğu; sermayeye dönüşüp dönüşmediği; artı-değer üretip üretmediğidir. “Bir durumda emek sermaye ile değişilmektedir, ötekinde ise gelirle. Birincisinde emek sermayeye dönüşmekte ve kapitalist için kâr yaratmaktadır; ikincisinde bir harcamadır, gelirin harcandığı nesnelerden biridir.

Kapitalist üretimin temel yasası, kapitalistin emek gücü kullanımından beklentisine cevap verir. Kapitalistin emek gücünden beklediği “özel hizmet”, çalışmasıyla geçim araçları karşılığı sahip olduğundan daha fazla bir değer üretmesidir. Değişen koşullar, makineler, iş aletleri, buluşlar ve teknik yenilenme, emek-gücünün eşdeğerini yeniden üretmesine ek olarak “az ya da çok” bir fazla, bir artı-değer üretmesi üzerinde etkili olurlar. Emek sürecinin, emek-gücünün kendi eşdeğerini ürettiği kısmı dışındaki zamanda da, işçi çalışmayı ve üretmeyi sürdürür. İşçinin, işgününün bu “ikinci kısmı”nda, bu artı-emek zamanında yarattığı, kapitalistin karşılığında herhangi ödeme yapmadığı artı-değerdir. Üretken olmayan emekçi de şu ya da bu tür bir ürün üretir. Aksi durumda emekçi dahi olamazdı. Emeğin bir metada yeniden ortaya çıkması için, öncelikle yararlı bir iş üzerinde, bir ihtiyacı karşılayacak bir şey üzerinde harcanması gerekir. İşçinin ürettiği ya da kapitalistin işçiye ürettirdiği, her şeyden önce, belli bir kullanım değeri, belirli bir nesnedir. Emek sürecinde, insan emeği, üzerinde çalıştığı malzemede, emek araçları aracılığıyla başlangıçta tasarlanan değişikliği meydana getirir. Tasarlanmış ürünler, bir yandan emek sürecinin sonuçları olarak ortaya çıkarlar, öte yandan “onun zorunlu koşulları olarak” bu sürece girerler ve canlı emekle temasları “kullanım değeri niteliklerini korumaları ve kullanabilmeleri”nin tek yoludur. Emek, “ürün yaratmak amacıyla bu ürünleri tüketir ya da başka bir deyişle, bir dizi ürünü, başka bir dizi ürünün üretim aracı haline getirmek için tüketir.” Marx, Smith’in tanımında, aynı tür emeğin üretken olan ve olmayan emek olarak adlandırılabileceği şeklindeki ayrımını, onun “kendi tanımına göre” “üretken olmayan” emeğin göreli olarak küçük bir parçasını üretken olarak görmesini, “doğru nokta” olarak ifade etmişti.

Kapitalist açısından üretim süreci, artı-değer elde etmek amacıyla emek-gücünün tüketiminden başka bir anlam ifade etmez. Emek süreci, kapitalistin, “malı haline gelen şeyler arasında cereyan eden bir süreçtir.” Bu sürecin ürünü kapitaliste aittir. “Kullanım değerlerini, kapitalistler, salt değişim değerinin maddi özü ve taşıyıcısı oldukları için ve sürece üretirler.” Kapitalistlerin üretmek istediği şeyin değeri, serbest piyasadan satın aldığı üretim araçları ve emek gücünden fazla olmalıdır. Amacı, yalnız kullanım değeri değil, değer üretmektir; yalnız değer değil aynı zamanda artı-değer üretmektir. Artı-değer üreten emeğin “basit hünersiz” ya da “daha karmaşık hünerli” niteliği, artı değerin üretilmesi yönünden hiç bir önem taşımaz. İşçi, “emeğinin özgül niteliği ve yararlılığı ne olursa olsun”, emeğin konusu üzerinde ek bir emek harcayarak ona yeni bir değer katıyorsa artı-değer üretmiş olur. Emeğin özel biçimleri; dokumacı, iplikçi, demirci emeği olması; dokumacı, iplikçi, demirci vs. olarak üretim konusu ürüne yeni değer katmasının farklı özel biçimleridirler ve bu farklı özel biçimler, artı-değer üretmede “özgün olma” anlamında bir farlılık göstermezler. Emeğin üretkenliği, çalışmasının konusu olan –üzerinde çalıştığı– malzemeye yeni değer ilave edip-etmediğiyle ilişkindir; iplikçi, doğramacı, demirci olmasıyla değil. Değer (ve artı-değer) üretme açısından belirleyici olan, emek gücünün herhangi özel biçimi değil, sermaye ile değişime girip girmediğidir.

Emek-gücü, eğer sermaye ile yeni bir ürün-yeni değer üretmek üzere değiştiriliyorsa, üretkendir; ve bu durumda, bütün bu araç ve koşulların gelişkinliği/teknik donanım zenginliği ve modernliği, üretilen değer ve (artı değer) miktarı yönünden, sermaye sahibinin elinde ancak olanak artışı olarak işlev görür. Yeni buluşlar, sermaye sahibine, emeği eskisine göre bir kaç kat ya da daha fazla etkin hale getirme olanağı sağlar. Bu yeni durumda, gerekli-emek zamanı, (işçinin kendi gereksinimlerini karşılayacak toplumsal emek zamanı) azalacak/kısalacak ve artı-emek zamanı uzayacak, bu da, artı-değerin artışını sağlayacaktır.

Üretken ve üretken olmayan emek ayrımını “anlamsız kılan” ve hemen tüm emek kullanımının üretken emek haline dönüşmesini sağlayan gelişmelerin yeni kapitalizmin gerçeği olduğu” ve temel üretim alanlarıyla maddi meta üretiminin önemsizleştiği iddiası, bu bakımdan, daha baştan dayanaksız kalır. Üretken emekçi için de, üretken olmayan emekçi için de, geçim araçlarını sağlamak üzere emek harcamak zorunludur. Emek-gücü onların metalarıdır. Ancak, üretken emekçi, emek-gücünü satın alan kapitalist için sermayeye dönüşen, onu zenginleştiren değişim değerleri üretirken, üretken olmayan emekçiler emeklerini gelirle değişirler ve aralarında maddi nesne üretenleri de dahil, emeklerinin kullanımı bir değer ve artı-değer yaratmaz ve sermayeye dönüşmez.

Sermaye egemenliği, maddi zenginlik üretimiyle “doğrudan bağlantılı olmayan üretim alanları”nın da giderek sermayeye bağlanmasına yol açar ve pozitif bilimlerin maddi üretime hizmet etmesini sağlar. Bu durum, “maddi zenginlik üretimiyle ‘bağlantısı’nı” ileri sürerek “her faaliyet alanı”nın üretken alana dahil edilmesi, herkesin “birincil anlamda sermayenin hizmetinde çalışarak kapitalisti şu ya da bu biçimde zengin etmeye yararı dokunan emekçi olarak, ‘üretken emekçi’ haline” getirilmesi yönündeki anlayışa kaynaklık eder. Marx’ın deyişiyle “hiçbir şey yapmayanlar ile onların asalakları” böylece onurlandırılmaya çalışılır.

(devam edecek)


[1] A. Özgün, Birikim s. 217

 

[2] Burada, A. Özgün ve Ayşe Akalın’ın yazılarını esas alacağız.

[3] Birikim yazarlarından alınan tüm alıntılar için bkz. Birikim, sayı 217

[4] Tez ve iddialarına temel aldıkları ve 1970’li yıllardan sonra şekillendiğini ileri sürdükleri “yeni bir ekonomi” ve “yeni bir toplum” üzerine makalemizin ilk bölümünde söylenenler burada yeniden anımsanabilir.

[5] Artı Değer Teorileri c.1, s. 215

[6] Kapital cilt 1, s. 465

[7] Kapital cilt 1, s. 453

[8] Artı Değer Teorileri 1. cilt, s. 142

[9] Artıdeğer Teorileri 1.cilt, s. 374

[10] Age, s. 368

[11] Artı Değer teorileri, 1.cilt, s. 383

[12] Buradan, meta üretimine katılan ya da emeği üretken emek olarak işlev gören herkesin dolaysız olarak proleterleştiği sonucu çıkmaz. Proleterleşme, kuşkusuz öncelikle üretim araçları karşısındaki konumla ya da üretim araçlarıyla ilişkinin karakteriyle bağlıdır ve ikinci olarak yaşam tarzı vb. açısından da bir süreç işidir.

[13] Age, s. 377

[14] Age,s.378

[15] age., s. 155

[16] age., s. 147

[17] Kapital, c. 3, s. 313

[18] Artı Değer Teorileri, c. 1, s. 385

[19] Artı Değer Teorileri, cilt 1, s. 147

 

bizim ‘68

 

‘Akın var
             güneşe akın!
    Güneşi zaptedeceğiz
             güneşin zaptı yakın!’

(Nazım Hikmet)

 

Bir süredir, özellikle görsel sanatlarda, ’80 dönemi ve öncesiyle ilgili eleştirel içerikte eserler verilmeye başlandı. “Babam ve Oğlum”, “Hoşçakal Yarın”, “Mavi Gözlü Dev”, “Çemberimde Gül Oya”, “Hatırla Sevgili”… vb. dizi ve filmler, eksik ve doğrularıyla, geçmişe eleştirel bir ışık tuttular. Birçok insanı ekran başına ya da sinema salonlarına toplamayı başardılar. Belli bir kuşak tarafından hafızalar tekrar tazelendi, gençlik açısından ise, yakın geçmişi tanıma imkanı sundular. Özellikle Hatırla Sevgili dizisi ile ’68 dönemini anlatan edebiyat çalışmaları da çok satanlar listesinin baş köşesine yerleştiler. Bir televizyon dizisinin aynı içerikte kitapların okunma oranını arttırması önemli. Çünkü; görsel sanatların etkisi belki de birçok sanatsal faaliyetten çok daha güçlü, ancak etkinin kalıcılığının aynı güçte olmadığını söyleyebiliriz. Bilginin derinleşmesi ve kalıcılığı için okuma ile bütünleşmesi gerekmektedir. Aydın Çubukçu’nun hazırladığı, Evrensel Basım Yayın’dan çıkan “Bizim ’68” kitabı, belgesel nitelikte bir edebiyat çalışması olması bakımından, döneme ilişkin sağlıklı bir bakış açısı kazandırmaktadır.

Aydın Çubukçu, kitaba hazırladığı önsözde, Bizim ‘68’i, bugünü ve geleceği anlamak için okumak gerektiğini söylüyor. Çünkü, ’68, üzerinde çok tartışılan bir geçmiş değil sadece, aynı zamanda, gelecektir de. Birçok yönüyle bir gençlik hareketi olarak düşünülebileceği gibi, idealleri ve karakteri bakımından, Türkiye ve dünya emekçilerinin savaşsız ve sömürüsüz bir gelecek arayışıdır. Aydın Çubukçu, “Bizim ’68” kitabına hazırladığı önsözde bu durumu şöyle aktarıyor: “… Gerçekte Türkiye’nin ’68’ini yalnızca bir gençlik hareketi olarak tanımlamak isteyenler, o yıllara asıl karakterini veren ve bütün ’70’li yıllar boyunca devam eden işçi ve emekçi mücadelesini göz ardı ediyor. Gerçekte bütün dünya, genç kitleler, dünyanın yaşamakta olduğu çürümeye, sömürüye, haksızlık ve zulme karşı çıkarken, aslında, şiddetli dip akıntıları halinde seyreden büyük toplumsal kaynaşmanın görünürdeki yüzünü oluşturuyordu…

 

TÜRKİYE’NİN ÖZGÜNLÜĞÜ

Amerikan 6. Filosu’nun Dolmabahçe’ye demirlemesi ve ’68 gençliğinin anti-Amerikancı duygularla geliştirdiği eylemde, Deniz Gezmiş’in gençliği harekete geçirmek için söylediği “akın var akın,… güneşin zaptı yakın!..” sözleri meşhurdur. Bu, ’68 gençliğinin edebiyatla ilgisinden öte, kendi geçmişiyle kurduğu bağdır, aynı zamanda. Dönemin öğrenci örgütlülükleri, gençliğin örgütlü mücadelesine hizmet ettiği kadar, gençlik hareketine entellektüel bir zenginlik de kazandırıyordu. ’68’de, güneşin zaptı, gerçekten yakın görünüyor olmalıdır. Örneğin ‘yarın’ kadar yakın. Bu, ’68 gençlik hareketinin önemli bir özelliği olarak da düşünülebilir. Bir diğer önemli özellik de, tartışmalar ve okunan her şey, dünya ve Türkiye’deki gelişmeler ışığında anlamını buluyordu. Sovyetler Birliği’nin girmiş olduğu revisyonist hat, Küba Devrimi, Vietnam halkının ABD işgaline karşı verdiği mücadele, Filistin halkının Direnişi, Çin’de Mao’nun zaferi, ’68 hareketinin genel siyasal karakterini de veriyordu.

Sadece gençlik hareketi değil emekçilerin eylemleri de, yalnızca Türkiye’de değil dünya işçi, emekçileri ve gençliğinin hareketi de, başta ABD olmak üzere, emperyalizmin çürümüşlüğüne karşı yükselişteydi. Gençlik, bu hareketin en dinamik yanını oluşturuyordu. Eylemlerin yöneliminde, dünyadaki bu siyasal gelişmelerin izini görmek mümkün. Ama bu genel hareketlilik içinde, Türkiye, kendi özgünlüklerini barındırıyordu. Bizim ’68 kitabında, Halit Çelenk’in değerlendirmesi, bu özgünlüğü özetliyor: “Aslında üniversite hareketleri üniversite sorunlarıyla, öğrenim sorunlarıyla ilgili alarak başladı. Ama devrimci gençlik, haklı olarak ve yerinde olarak, yurt sorunlarıyla ülkenin kalkınmasıyla, daha demokratik hakça bir düzene ulaşılabilmesi için yapılabilecek olanlarla da ilgilendi. Bu mücadeleyi yaparken de elbetteki faşizme karşı mücadele, emperyalizme karşı mücadele; döneme göre çok ileri ve haklı sloganlar haline geldi. Bu mücadele, 12 Mart dönemine kadar devam etti.

 

GÜNÜMÜZDEN BAKINCA

Nasıl ki ’68 gençlik hareketinin başlangıcı için bir tarih veremiyorsak ve bir süreç olarak ele alıyorsak; bugünün üniversite gençlik hareketine de öyle bakmak gerekiyor. Aydın Çubukçu’nun Bizim ’68 kitabının üçüncü baskısına hazırladığı önsöz, 1996 eylemleri ile ’68 arasındaki bağın güçlülüğünü anlamamızı kolaylaştırmakta.

Bütün kendine özgü özelliklerine karşın, 1996 eylemleri, 1968 ilkbaharının renklerini, heyecanını ve özgürlük duygusunu esin kaynağı olarak görmekten ve bunu ifade etmekten geri durmadı… 1996 kışının ortasında, ’68 eylemlerinin sıcaklığını, üniversite anfilerinden, büyük kentlerin en büyük meydanlarından başlayıp, Meclis koridorlarına, rektörlük binalarına, polis şeflerinin telsizlerine doğru, hem yeni bir bahar müjdesi, hem bir karabasanın yeniden canlanması gibi esti…

Süreci biraz daha ileri götürerek, bugünkü gençlik hareketi ve ’68 arasındaki bağları ‘güçlendirebiliriz’. 96 harç eylemleri, üniversitelerin piyasalaştırılmasına ve halk çocuklarına kapatılmasına karşı yakın tarihte yapılan önemli eylemlerden biriydi. Onu, ’99’da fen edebiyat fakültelerinde yapılan formasyon eylemleri izledi. Dünya Bankasına verilen sözler, binlerce fen edebiyat fakültesi öğrencisini geleceksizliğe itiyordu ve İstanbul Üniversitesi’nde başlayan eylemler, tüm Türkiye’ye büyük bir hızla yayıldı. Özünde ekonomik talepleri barındıran bu eylemler sönümlenmeye başladığı sırada, ABD’nin Irak’ı işgali gündeme geldi. 2003, tüm üniversitelerde savaş karşıtı eylemlere sahne oldu. Dünyadaki genel savaş karşıtlığı, Türkiye üniversitelerinde de boykotlara varan eylem biçimleri ile ete kemiğe büründü.

Bugün harçlar, formasyon hakkı, savaş karşıtlığı, bilimsel eğitim… vb. birçok somut talep, bazen fakülte ve üniversite sınırları içinde bir eyleme dönüşürken, taleplerin çok daha yakıcı olduğu dönemlerde eylemlerinde genelleştiği bir tarzda ilerliyor. Genelleşen eylemler, döneme özgü ve eylemler bittiğinde dağılan örgüt biçimleri de oluşturuyor. Taleplerin aciliyeti ve buna parelel olarak eylemlerin genişliği, siyasal görüş ayrılıklarının ötesinde bir birliktelik yaratıyordu. Tabii, bu tablo, tersten de kurulabilir. Yani taleplerin aciliyeti, farklı siyasal grupların ortak  tavır almasının zeminini yaratıyordu. ’90’ların başından 2008’e kadar getirebileceğimiz bu süreç, devam etmekte. Bizim ’68 kitabı ile birlikte bu yaşadığımız süreci yeniden ölçebilirsek, çok daha geniş bir yelpazede değerlendirme imkanı yakalayabiliriz.

’80 sonrasında üniversitelerde genel bir eylem karakteri alan bu hareketlilik, biçim bakımından olmasa da, yönelim açısından, dünya gençliğinin talep ve hareketine  paralellik gösteriyor. Üniversite amfilerinden başlayan ve bağımsız-demokratik Türkiye talebine doğru genişleyen ’68 gençlik hareketine ne oldu diye soracak olursak; onu bugün hâlâ sürmekte olan bu gençlik hareketi içinde bulabiliriz. Elbette ki, dünyadaki siyasal gelişmelerin ve dönemin diğer kendine özgü koşulları içinde.

 

6 Mayıs 1972

Mayıs ayı içerisinde Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın asılışlarının yıldönümünde yapılacak birçok etkinlikte hafızalar tekrar tazelenecek. Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının bağımsız, demokratik Türkiye mücadelesi, bugünün en acil sorunu olarak tekrar işlenecek. Bu yoğun dönem içerisinde belgesel niteliğindeki çalışmalara bakmak, hafızaları tazelemenin önemli bir yönü olacaktır. Bizim ’68 kitabı; geçmişimizi ve bugünümüzü anlamak, geleceğe doğru atılacak adımları sağlamlaştırmak için önemli bir belgesel kaynak sunuyor.

 

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑