‘Açılımın’ Sınırları ve Demokratik Çözümün Yolu

Ekim ayında Kandil ve Maxmur’dan gelen barış gruplarının Silopi’de on binlerce kişi tarafında karşılanmasından sonra tırmandırılan gerilim ve Meclis’te 10 Kasım’dan sonra yürütülen tartışmalar, barış ve ‘çözüm’den kimlerin ne anladığını bir kez daha göstermesi bakımından öğretici olmuştur. Kürt halkının barış için atılan adımı Silopi’den Diyarbakır’a kadar alanlara çıkarak sahiplenmesi, süreci kendi politikalarına dayanak yapmak isteyen AKP Hükümeti ve Başbakan Erdoğan tarafından “en başa dönme” tehdidiyle karşılanmıştır. Egemenlerin barış gruplarının Kürt halkı tarafından sahiplenilmesi karşısında duydukları rahatsızlığı, Cumhurbaşkanı Gül “Efendice gelsinler” sözleriyle ortaya koymuştur. Başbakan Erdoğan’ın Avrupa’dan gelecek barış gruplarının gelişinin durdurulduğunu söylemesi ve ardından Öcalan ve Kürt ulusal hareketinin artık barış gruplarının gelmeyeceğini açıklamaları, bundan sonra sürecin nasıl ilerleyeceği/şekilleneceği sorusunu beraberinde getirmiştir.

AKP Hükümeti; ABD, Irak, Kürdistan Federe Hükümeti ve Suriye’nin desteğiyle dışarıda PKK’yi sıkıştırmaya çalışırken, içerde de Meclis’te başlayan görüşmeler ve bağlı olarak yapılacağı açıklanan düzenlemeler üzerinden süreçte inisiyatifi yeniden eline alma hesapları yapmaktadır. AKP Hükümeti’nin 29 Mart yerel seçimleri öncesinde başlayıp bugüne kadar zaman zaman kesintiye uğratarak devam ettirdiği ‘açılım’ politikası, Bölge’de kendine yeni dayanaklar oluşturmaya ve Kürt ulusal hareketini bölmeye hizmet ettiği oranda adımlar atılması anlayışına dayanmaktadır. Öte yandan, Kürt ulusal hareketinin güç kazandığı noktalarda ise süreci kesintiye uğratarak, DTP’ye karşı sürdürülen operasyonlarda somutlanan çok yönlü bir baskılama üzerinden ‘açılım’, iki yönlü bir politika olarak sürdürülmektedir. 2009 Newroz’undan yerel seçimlere ve barış gruplarının karşılanmasına kadar Kürt halkının yürüttüğü mücadele ve ortaya koyduğu tutum, sürecin, Kürt ulusal hareketi bakımından, sorunun demokratik çözümü ve eşit haklar mücadelesinde kendi gücüne olan güveni arttıran, dolayısıyla bu mücadeleye güç taşıyan bir süreç olarak ilerlediğini göstermiştir. Dolayısıyla önemli oranda Kürt ulusal mücadelesinin egemenlerin sorunu erteleme olanaklarını giderek daraltmasının bir sonucu olarak atılan adımların, hareketi bölmek bir tarafa, Kürt halkının kendi mücadelesine duyduğu güveni perçinlemesi, ‘açılım’ politikasının en önemli açmazı durumundadır. Son barış gruplarının gelişinde açık bir şekilde görüldüğü gibi, AKP’nin kendi gölgesinden korkarcasına atılan adımların sonuçlarından korkup geri çekilmesi, bu tutumdaki açmaz ve tereddütleri gören CHP ve MHP’nin, AKP’nin çelişkilerini gericilik ve şovenizmi kışkırtmak için kullanmasına da fazlasıyla ortam yaratmaktadır.

10 Kasım’da Meclis’te ‘açılım’ın görüşülüp görüşülemeyeceği tartışmalarının ardından 13 Kasım’da yapılan görüşmeler, gerek AKP’nin ve gerekse CHP ve MHP’nin politika ve tutumlarını, sorunun çözümünden çok, süreçteki tutumlarını birbirlerini alt etmek üzerine kurmuş olduklarını gözler önüne sermiştir. AKP’nin, Başbakan Erdoğan’ın “Kürt kökenli vatandaşların sorunları ile terör örgütünü ayırıyoruz” sözleriyle ortaya konan ve süreçte kontrolü elde tutarak Kürt halkını yedekleme olarak tarif edilebilecek ‘açılım’ politikası, Kürt halkının temsilcileri ve taleplerinin dikkate alınmak istenmediğini ortaya koymuştur. Onur Öymen’in; Şeyh Sait, Ağrı ve Dersim isyanları sırasında yapılan katliamlara sahip çıkarak, bu politikayı bir çözüm yolu olarak sunması, CHP’nin, bütün “sosyal demokrat” iddialarını bir tarafa bırakarak ırkçı şoven politikaların bayraktarlığına soyunduğunu bir kez daha göstermiştir. MHP lideri Bahçeli “dağa çıkmak”tan bahsetse de, aslında MHP, yıllardır, seçme MHP’lilerden oluşma ‘özel harekât timleri’ ile dağdadır! CHP ve MHP, AKP’nin zayıflıklarından faydalanarak sürdürdükleri gerilim politikası üzerinden son kozlarını oynamaya çalışmaktadır. Egemen güç odaklarının Kürt halkının talep ve beklentilerinden uzaklığını göstermiş olsa da, Meclis’te yapılan tartışmalar, artık sorunun hiçbir güç odağının kaçamayacağı noktaya gelmiş olduğunu bütün ülkeye göstermiş olması bakımından önemlidir. Gelinen noktada, süreç artık başa döndürülemeyeceğine göre, sorun, önümüzdeki dönemde kimlerin denetiminde ve nasıl bir çözümün/barışın gündeme geleceğinde düğümlenmektedir.

ABD’NİN TÜRKİYE’YE BİÇTİĞİ ROL VE ‘AÇILIM’IN BÖLGESEL DAYANAKLARI…

ABD Ankara Büyükelçisi James Jeffrey’nin “ABD, Irak’tan çekilmeden önce PKK meselesini bitirmek istediklerini” ve bu amaçla “Türkiye, Irak ve ABD’nin birlikte çalıştığını” söylemesi, sorunun çözümünün, Türkiye’nin Bölge’de üstlenmek istediği/ABD tarafından Türkiye’ye yüklenen rol bakımından taşıdığı öneme işaret etmektedir. ABD ve son dönemde Kürdistan Federe Hükümeti Başkanı Barzani tarafından yapılan “açılımı destekledikleri” açıklamaları, bu politikanın, ABD’nin Bölgesel politikaları temelinde bir araya getirilmiş güçler tarafından birlikte yürütülen bir süreç olduğunu ortaya koymaktadır. Yapılan ziyaretler ve hızlanan diplomatik ilişkiler, ABD’nin Irak’tan çekilme sürecinde özellikle Türkiye ve Güney Kürtlerini kendi Bölgesel politikaları ekseninde birleştirme politikasında önemli bir mesafe alındığına işaret etmektedir. Genellikle temkinli açıklamalar yapan Barzani’nin, barış gruplarının ülkeye girişlerinden sonra yaşananlarla ilgili olarak PKK’yi “süreci sabote etmek”le suçlaması ve aynı süreçte Türkiye’nin Erbil’de başkonsolosluk açması, bu ekseni ilerletme yönünde atılan adımlardır.

Başbakan Erdoğan, Dışişleri Bakanı Davutoğlu ile Cumhurbaşkanı Gül’ün Bölge’nin çeşitli ülkelerine yaptıkları ziyaretlerle şekillenen ve Türkiye’nin Bölge’nin “lider ülkesi” olmasıyla izah edilen gelişmeler, bugün ancak ABD ekseniyle kesiştiği oranda yaşam şansı olan arayışlardır. Osmanlının ‘ruh’unun geri çağrılması amacıyla atıldığı belirtilen bu adımların, 2007 sonlarında ABD ile yenilenen ilişki ve işbirliği üzerinden tarif edilen ‘aktif dış politika’ yönelimi sonrasında ortaya çıktığı göz önünde bulundurulduğunda, “yeni Osmanlıcılık”ın, Bölge’de ABD taşeronluğu olarak anlam kazandığı açıktır. Bu bakımdan, Ermenistan’la imzalanan protokol, Suriye ve Irak’la yapılan anlaşmalar, İran’la ilişkiler ve İsrail’e karşı tutum üzerinden Türkiye egemenlerinin oynamaya soyunduğu Bölgesel rolün seyrinin ne olacağını sorusunun cevabını vermek bakımından, Aralık ayının ilk haftasına ertelenen Obama-Erdoğan görüşmesinin büyük önem taşıyacağını söylemek bir kehanet olmayacaktır.

Öncesi bir tarafa, Türkiye’nin, ABD’nin Bölgesel politikalarında geri plana itildiği ve Irak müdahalesi sonrasında kurulan Kürdistan Federe Yönetimi karşısında ‘kırmızı çizgi’ siyasetine sarıldığı 2003’ten bu yana yaşananlara bakıldığında, Kürt sorununun Bölgesel gelişme ve hesaplar bakımından önemli bir rol oynadığı görülecektir. ABD, önce Bölgesel gericiliklerin Kürt sorunundaki baskıcı politikaları nedeniyle Kürdistan Federe Yönetimi için kendi varlığını bir ihtiyaç haline getirme politikasını izlemiş, ardından, mevcut durumda Bölge’de ilerleme koşullarının daraldığı; dolayısıyla Irak’taki askerlerini geri çekme gerekliliği ortaya çıktıktan sonra, oluşacak boşluğu Türkiye egemenlerinin taşeronluğu üzerinden kapatmak için politikalar geliştirmiştir. Bu temelde, önce Türkiye’nin PKK’ye karşı sınır ötesi hava ve kara operasyonlarına onay verilerek, bu operasyonlara istihbarat desteği sağlanmış, ardından PKK’ye karşı Kürdistan Federe Yönetimi ile ortaklık yapılması sağlanarak, bu güçlerin ABD ekseninde bir araya gelmesinin önü açılmıştır. PKK’nin Bölge’deki varlığı sadece Türkiye egemenleri için bir sorun oluşturmamaktadır. ABD ve Kürdistan Federe Yönetimi bakımından da, PKK, istikrarsızlık yaratabilecek askeri bir güç olarak görüldüğü için, sorunun çözümü, en azından PKK’nin tasfiyesi boyutunda bu güçler tarafından da bugün istenilir durumdadır. Ancak hem bu çok yönlü baskılamaya, hem de yapılan onca manevraya rağmen, Kürt ulusal hareketinin güç ve etkisini koruması, hatta arttırması, istenilen çözümün silah ve çatışma dışı yöntemlerle gerçekleştirilmesi gerekliliğini ortaya çıkarmıştır. İşte ‘açılım’ın uluslararası dayanakları, PKK’nin Kandil’de silahlı bir güç olarak varlığını sürdüremez hale getirilmesi amacıyla ABD ile Irak’taki merkezi ve federe hükümetler tarafından sürekli baskılanması ve öte yandan Türkiye egemenlerinin tasfiyeye uygun koşullar yaratması biçiminde özetlenebilecek politikalar üzerine kurulmuştur.

AKP ‘AÇILIM’LA NEYİ ÇÖZMEK İSTİYOR?

Bugüne kadar AKP’nin ‘açılım’ politikasına getirilen eleştiriler, öncelikle bu politika ile nelerin yapılmak istendiği/hangi adımların atılacağının belli olmaması konusunda odaklanmaktaydı. Meclis’te yapılan görüşmelerde İçişleri Bakanı Beşir Atalay’ın ‘açılım’ politikası kapsamında kısa, orta ve uzun vadede yapılmak istenenleri açıklaması, yeni bir soruyu; bu adımlarla neyin çözülmek istendiği sorusunu gündeme getirmiştir.

Bakanın yaptığı  açıklamaya göre, kısa vadede üniversitelerde Kürtçe bölümleri kurulmasının önü açılacak (bu konuda ilk girişimi Mardin Artuklu üniversitesi yapmış, ama YÖK, Kürdoloji bölümü yerine  ‘Yaşayan Diller’ bölümünün açılabileceği kararını vermişti),  yol kontrolleri azaltılarak yayla yasakları kaldırılacak, vatandaşların sosyal yaşamlarında anadillerini kullanmalarının önündeki engeller kaldırılacak. Orta vadede yapılacaklar arasında ise, ayrımcılıkla mücadele komisyonu kurulması, Kürtçe yer isimlerinin iade edilmesi ve siyasi partilerin Türkçe dışındaki dillerde propaganda yapma yasaklarının kaldırılması yer alıyor. Atalay, uzun vadeli hedeflerinin değişmez hükümlerin korunması şartı ile bir anayasa değişikliğinin yapılması olduğunu açıklamıştır.

Bakan Atalay’ın yapılacağını belirttiği düzenlemelerin, Kürt halkının anadilde eğitim, siyasi genel af, yerel ve bölgesel özerkliğin sağlanması ve anayasadaki ayrımcı maddelerin anayasal eşitlik temelinde düzenlenmesi taleplerini karşılamaktan uzak olduğu ortadadır. Atalay, ‘sosyal yaşamda anadil kullanımının önündeki engeller kaldırılacak’ derken, aslında kamusal alanda anadilin kullanımının önünün açılmayacağını söylemektedir. Yine uzun vadede ‘anayasanın ilk üç maddesi hariç yeni anayasa yapılabileceği’ni söylerken, aslında yeni anayasa yapmanın en temel gerekçelerinden biri olan  “ülkede yaşayan herkesin anadilinin Türkçe” olduğu ibaresinin değiştirilmesi yerine korunacağını söylemekte, dolayısıyla, daha baştan, yeni bir anayasa yapmanın gerekçesini ortadan kaldırmaktadır. Kürt halkının talepleri ile yapılacağı belirtilen düzenlemeler yan yana konduğunda, AKP’nin, sorunu çözmeye yönelik adımlar atmak yerine çözümün kıyısında dolaştığını; sorunu çözmek istiyormuş gibi yapmanın ötesine geçmediğini söyleyebiliriz. Bu noktada, Başbakan Erdoğan’ın Meclis konuşmasında da vurguladığı “Kürt kökenli vatandaşların sorunları ile terör örgütünü ayırmak” sözlerini hatırlamak, AKP’nin ne yapmak istediği sorusunun cevabını vermek bakımından önem taşımaktadır.

PKK’nin, Kürt sorununda çözümsüzlüğü dayatan politikalar sonucunda ortaya çıkmış bir hareket olduğu, birçok çevre tarafından kabul görmektedir. Kürt ulusal hareketi, cumhuriyetin kuruluşundan bu yana sürdürülen, Kürtlerin varlığını, dilini, kültürünü yok sayan politikaların bir sonucu olarak gelişmiş ve bugün Kürt halkının eşit hak taleplerinin temsilcisi haline gelmiştir. Bu nedenle, bugün milyonlarca Kürdün desteklediği ve ulusal taleplerinin temsilcisi olarak gördüğü bir hareketi görmezden gelerek, “biz terör örgütüyle değil, Kürtlerin sorularıyla uğraşıyoruz” demek, sorunun çözümünden çok ulusal hareketi etkisizleştirmek, bölmek arayışlarıyla izah edilebilecek bir durumdur. Bugün sorunun çözümü, Kürtlerin anayasal eşitlik temelinde tarif edilen taleplerinin karşılanması ve bağlı olarak Kürt ulusal hareketinin ve silahlı unsurlarının sosyal/siyasal yaşama katılımı önündeki engelleri kaldıracak düzenlemelerin yapılmasından geçmektedir. Oysa ‘açılım’ politikası, ne Kürt halkının eşit hak istemlerini karşılamakta, ne de sorunun bir sonucu olarak gelişen hareketi dikkate almaktadır. AKP Hükümeti; CHP, MHP gibi ırkçı şoven güçlerle sürdürdüğü polemikler üzerinden, Kürt halkı ve genel olarak demokrasi isteyen tüm halk kesimleri tarafından demokrasiyi savunan bir odak olarak görünmeye çalışmakta ve bu görüntüyü tamamlayacak kimi adımlarla Kürt ulusal hareketini etkisizleştirerek, geniş halk kesimlerini yedeklemeye çalışmaktadır. Son örneğini barış gruplarının gelişi sonrasında gördüğümüz gibi, atılan adımların Kürt ulusal mücadelesini güçlendirdiğini gördüğü noktada, Kürt ulusal hareketinin “açılımı baltaladığı” söylemi eşliğinde geri çekilerek, kendine yeniden manevra alanları oluşturmaya çalışmaktadır. Özetle söylemek gerekirse; AKP Hükümeti, Kürt sorununu değil, Kürt ulusal hareketini çözmek istemekte ve ‘açılım’, bu politikaya hizmet ettiği oranda adımlar atılması anlayışına dayanmaktadır.

CHP VE MHP’NİN IRKÇI SÖYLEMLERİ AKP’NİN İŞİNİ KOLAYLAŞTIRMAKTADIR

Bugün AKP’nin demokrasiyi savunan bir mihrak olarak görülmesi/gösterilmesini kolaylaştıran etmenlerin başında, CHP ve MHP’nin en gerici söylem ve tutumlar üzerinden siyaset yapmaya çalışmaları yer almaktadır. Meclis’te ‘açılım’ ile ilgili yapılan görüşmelerde CHP Genel Başkan Yardımcısı Onur Öymen’in, “Şeyh Sait isyanında analar ağlamadı mı? Dersim isyanında analar ağlamadı mı?” sözleriyle, toplumun geniş kesimleri artık “akan kan dursun” derken savaş ve çatışmaların devamından yana açık tutum takınması, AKP’nin, ‘açılım’ politikasını demokrasinin geliştirilmesi politikası olarak lanse etmesine hizmet etmiştir. Bakan Atalay, “Demokratik açılım sürecinin sloganı: Herkes için daha fazla özgürlük” derken, Başbakan Erdoğan Meclis konuşmasında, sözü Öymen’e getirerek, “Dersim’de olanları savunanları ben insanlık noktasında nasibini almamış olarak değerlendiriyorum” açıklamasıyla barıştan yana bir görüntü çizmiştir. Oysa, aynı Erdoğan ve partisi, daha bir ay önce, sınır ötesi savaş tezkeresinin uzatılmasını meclise getirerek, bu tezkerenin süresini yeniden uzatmış; çözüme uygun ortam yaratmak için PKK’nin aldığı çatışmasızlık kararına operasyonların durdurulmasıyla yanıt verilmesi taleplerini, “devlet terör örgütleriyle pazarlık yapmaz” sözleriyle reddetmişti.

AKP’nin, Kürt sorununu bir halkın eşit haklar sorunu olarak kabul ederek bu kabule dayalı bir çözüm planı yerine, Kürt ulusal hareketini etkisizleştirmeye ve inisiyatifi ele almaya yönelik hamleler üzerinden bir “çözüm” öngörmesi; CHP, MHP gibi ırkçı şoven çevrelerin “terör örgütüyle pazarlıklar yapıldığı” söylemleri üzerinden bölünme histerisi yaratarak siyaset yapma zeminlerini genişletmelerine olanak sağlamaktadır. Öte yandan, tersinden, bu çevreler gerici söylemlere yaslandığı oranda, AKP’nin de, başta bayraktarlığını Taraf gazetesinin yaptığı liberal çevreler olmak üzere, demokrasi beklentisi içindeki kesimlerin bu beklentilerini onları yedeklemek için kullanmasına zemin yaratmaktadır. Halkın talep ve beklentileri üzerinden siyaset yapma yerine, temsilciliğini yaptıkları egemen güç odaklarının çıkarlarını korumaya çalıştıkları için, aslında her ne kadar çatışma halinde olsalar da, bu iki gerici odak, kendi politikalarına dayanak yaratmak için aslında karşıtlarına ihtiyaç duymaktadırlar. Bu bakımdan, Başbakan Erdoğan’ın Meclis’teki konuşmasını protesto eden CHP’lilere, “Kaçın kaçın… Ben siz yokken daha rahat konuşurum” demesi, adeta bu durumu özetlemektedir: CHP’liler yaptıkları protesto ile cumhuriyeti koruyup savunduklarını ve AKP de, karşıtlarının ‘demokratik açılım’dan kaçtığını göstermiş olmaktadır!

Bugün egemen güç odakları arasında sürdürülen tartışmalar, halkı gerici politikalara yedeklemeye ve halk arasında kamplaşmalar yaratmaya yöneliktir. Sadece Meclis’te yapılan görüşmeye bakarak, Kürt halkının, ülkede yaşayan farklı milliyetlerden azınlıkların, başta Aleviler olmak üzere farklı inanç gruplarının eşit haklara sahip olmasının egemen güç odakları arasındaki çatışma üzerinden sağlanamayacağı görülmüştür. Bu ülkede yaşayan halkların ve emekçilerin demokrasi ve insanca yaşam talepleri, bu gerici çatışma ve kamplaşmalar üzerinden sağlanamayacağına göre, emek ve demokrasi güçlerinin yapması gereken ilk şey, geniş halk yığınlarının gerici çatışma ve kamplaşmanın etki alanından çıkartılmasıdır.

SONSÖZ: DEMOKRATİK  ÇÖZÜMÜN YOLUNU HALK GÜÇLERİNİN MÜCADELESİ AÇACAKTIR!

‘Açılım’ olarak adlandırılan politika, nasıl Kürt halkının bugüne kadar verdiği mücadelenin bir sonucu olarak, artık geleneksel inkârcı politikaların sürdürülemezliğinin görülmesine dayanıyorsa, bugün “nasıl bir çözüm” sorusunun cevabı da, Kürt halkı ile emek ve demokrasi güçlerinin yürüteceği mücadele tarafından verilecektir. Gerici güç odakları arasındaki tartışmalar, bir yandan geniş halk kesimlerinin bu güçlerin arkasında saflaşmasına hizmet ederken, öte yandan emek ve demokrasi güçlerinin ortaya çıkan çelişkiler üzerinden siyaset yapma zeminini de genişletmektedir. Dün anadilde eğitim, gerici propaganda üzerinden Türk emekçilerin geniş kesimlerinde “ülkeyi bölecek bir talep” olarak görülüp, emek örgütleri bile bu sorun üzerinden bölünürken, bugün TRT Şêş’in kurulması, Kürdoloji bölümlerinin açılması, Kürtçe yer adlarının iade edilmesi konusunda sürdürülen tartışmalar, bu talebin insani bir talep ve demokratik bir hak olduğunu anlatmayı kolaylaştırmaktadır. Yine CHP’nin, özellikle Onur Öymen’in Dersim’de yapılan katliamları sahiplenip baskı ve katliamlar tarihi olan tek partili iktidar döneminin mirasçısı olduğunu ortaya koyması ve ardından gelişen tepkiler, bugün CHP’nin etrafında yer alan barış ve demokrasi mücadelesine kazanılabilecek geniş sosyal demokrat kesimlerin emek ve demokrasi güçleri tarafından kazanılması olanaklarını oldukça arttırmıştır. Ayrıca Ergenekon, JİTEM davalarında ortaya çıkan bilgiler, büyük bir kısmı Bölge’de gerçekleştirilen katliamların kimler tarafından ve nasıl işlendiğinin ve savaşın, çatışmaların kimler tarafından tırmandırıldığının sayısız somut olay üzerinden anlatılmasına olanak sağlamaktadır.

Bu gelişmeler üzerinden operasyonların durdurulması ve Kürt sorununun barışçıl demokratik çözümü talebinin geniş halk kesimlerinin talebi haline getirilmesi için emek ve demokrasi güçlerinin, Kürt halkının taleplerini bütün yaşam ve üretim alanlarında ısrarla savunup sahiplenmesi ve bu temelde mücadelenin ilerletilmesini acil ve öncelikli bir görev haline getirmektedir. Gelinen yerde, Kürt halkının ulusal demokratik mücadelesi, egemenlerin sorunu görmezden gelme ve çözümünü geçiştirme olanaklarını giderek ortadan kaldırmaktadır. AKP Hükümeti’nin bu baskılanmanın etkisiyle başlattığı, ama mücadelenin etkisizleştirilip Kürtlerin yedeklenmesi hesaplarıyla birlikte yürütülen ‘açılım’ politikası ve bu politikanın çözüm çerçevesi, AKP’nin amacının, halkın talep ve beklentilerinin karşılanması değil; emperyalizmin ve işbirlikçilerinin çıkarlarının korunması olduğunu göstermektedir. Bu nedenle, Kürt halkı ve her milliyetten ülke emekçilerinin gerçek bir demokrasi ve insanca yaşam taleplerinin gerçekleşmesinin yolu, yine bu güçlerin birleşik mücadelesinden geçmektedir.

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑