Türk devlet yetkililerinin taşeronluk hinterlandı varsaymaya başladıkları eski göz ağrısı “tarihsel topraklar” Ortadoğu-Kafkasya-Balkanlar’daki “gezileri” olağanüstü artış gösterdi. Artış, özellikle Obama’nın gelişini önceleyip yükselişini de koşullamak üzere Bush’un son zamanlarında başlayan siyasal stratejik “yenilenme”yle birlikte görülüyor. Birkaç yıldır bu gezip tozmalar fazlalaşmaktaydı, ama Obama’yla birlikte bu yeni yönelimin teorisyenliğini de yapan yeni Dışişleri Bakanı başta olmak üzere, Başbakan ve Cumhurbaşkanı gibi devletin ve dış politikanın ileri gelen yöneticileri ülke ülke gezmekten koltuklarında oturamaz oldular. Önde gelen askeri yetkililer de şüphesiz bu sürecin dışında kalmadı.
Yakın zamanlarda gerçekleşen bu gezilerin önemlileri şöyle bir hatırlanırsa, ilk ağızda, Suriye, Irak, İran, Pakistan, Slovakya, Makedonya, Rusya, hatta Ermenistan sayılabilecektir.
Burada, ortaya atılan son tartışmaları tetikleyen gezi ve ziyaretlerin sıralandığı hemen anlaşılacaktır. Yoksa, Obama’nın hemen seçilmesinin ardından ilk ziyaretini Türkiye’ye yaptığı ve bu ziyaretin, daha yeni, Erdoğan’ın BM ve G-20 toplantıları vesilesiyle gittiği ABD’de Obama başta, sair Amerikan yetkilileriyle yapılan görüşmelerle yanıtlandığı, Avrasya turlarının ardından görüşmek üzere Erdoğan’ın Obama tarafından yeniden (ziyaret tarihi 29 Ekim’di, Cumhuriyet kutlamaları nedeniyle Aralık’a ertelendi) ABD’ye davet edildiği biliniyor. Fransa ve Almanya başta olmak üzere, Avrupa’nın önde gelen ülkelerine yapılan geziler de hatırlanacaktır.
Ancak hemen bütün medya, söz birliği etmişçesine, bu gezileri ve gezilerde beliren Türkiye’nin belirli tutumlarını öne sürerek, bir “eksen kayması”, AKP Hükümeti eliyle ülkenin Batı’dan uzaklaşıp Doğu’ya, Ortadoğu)ya yönelmekte olduğu üzerine haber ve yorumlar üretmeye girişti. Batı basınından başladı ve ülkenin hükümet yanlısı ve sair medya gruplarına kadar yayıldı bu haber ve yorumlar. Kuşkusuz her eğilimden basın yayın organı ilgili haber ve yorumları kendi eğilimine uygun nüanslarla ve kendi kavlince verdi, ama Batı’dan Doğu’ya bir yöneliş tümünde işlendi. Neredeyse yalnızca hangi ülkelerin ziyaret için seçildiğine bakılarak bile yorumlar yapıldı; tamamen olağan biçimde Türk yetkililerin ziyaretlerinin ağırlıkla ve Ortadoğu-Kafkasya-Balkanlarda gerçekleşmekte oluşundan dahi sonuçlar çıkarıldı.
Ortadoğu’nun Müslüman Suriye ve Irak gibi Arap ve İran gibi ülkelerine yapılan ziyaretler ve bu ülkelerle imzalanan çok sayıda anlaşma, İsrail’e yönelik -Davos’ta “one munite” ile başlayan- eleştiriler ve İsrail’in -ABD ve İtalya’nın da katılımıyla yapılan- eğitim uçuşlarını kapsayan gelenekselleşmiş “Anadolu Kartalı” tatbikatından dışlanmasıyla birlikte ele alınınca, “eksen kayması” delillendirilmiş de oldu. İsrail, doğal olarak “Batı”ydı! Coğrafi olarak doğuda yer alması önemsizdi. Tarihsel, siyasal stratejik vb. olarak İsrail Batı’daydı, daha ileri gidilerek, “Batı”ydı! Doğu’nun kalbinde Batı’nın temsilcisi, sözcüsü, bir parçasıydı. ABD ve büyük Avrupa ülkelerinin gerçek anlamda stratejik ortağıydı. İsrail’le ilişkilerde nahoşluklar, bu nedenle, kolaylıkla “Batı ile sorunlar” ve “Batı’dan uzaklaşma” belirtisi ve Türkiye bakımından bir “eksen kayması”nın kanıtı sayıldı.
Öte yandan, AB ile girilen – Sarkozy’nin başlattığı, Merkel tarafından da benimsenen- “üyelik” yerine “imtiyazlı ortaklık” tartışmalarının damgaladığı sürecin Türkiye’nin “Batı” tercihine mesafeli yaklaşmaya başlamasına yol açtığı düşünülmekte; İsrail’le açılan mesafe ve Ortadoğu’nun Müslüman ülkeleriyle ilişkilerin geliştirilmesi çabasıyla tümü birlikte ele alındığında, “eksen kayması”nın bir diğer dayanağı olarak ileri sürülmektedir. Üzerinde durulan daha başka dayanaklar da var ki, bunlardan önemli biri, Türkiye’nin dış ticaretindeki gelişmelerdir: Türkiye’nin Ortadoğu ve Kuzey Afrika’yla ihracatı, son 7 yılda 7 kat artarak 2008 yılında 31 milyar dolara ulaşmıştır. Artık birçok Türk malı Cezayir’den Tahran’a kadar uzanan bir coğrafyada bulunabilmektedir.
Bir kez dayanağı icat edildikten sonra, artık hemen her uluslararası politik, diplomatik ilişki, ziyaret, anlaşma vb. bu “eksen kayması”nın unsuru olarak değerlendirilir olmaktadır. Son olarak Sudan Cumhurbaşkanı El Beşir’in İslam Konferansı Örgütü’nün İstanbul’da düzenlediği toplantıya katılmak üzere Türkiye’ye gelecek olması “kayış” tartışmasına tuz-biber ekti. Batı, ABD ve AB ile birçok Avrupa ülkesi protestolarını ilettiler; Beşir Uluslararası Ceza Mahkemesi tarafından Darfur’da 300-400 bin kişinin öldürüldüğü dinsel nedenli katliam gerekçesiyle aranmakta, görüldüğü yerde yakalanıp Mahkeme’ye gönderilmesi gerekmekteydi. Bir “Batı’lı” ülke, hem de bir AB aday üyesi, Batı’nın bu kararını, üstelik kurumsal ve uluslararası nitelikli kararını nasıl tanımazdı! Türkiye Batı’dan uzaklaşmaktaydı. Peki ne yapmaktaydı? Doğu’ya yaklaşmaktaydı! Yani? Son olarak Sudan krizinin de gösterdiği gibi, Irak, Suriye, İran gibi İslam ülkelerine yanaşmaktaydı…
“SIFIR SORUN” POLİTİKASI
Son bir bir buçuk yıldır, ortalığı, Türkiye’nin dış politikasının eksenleriyle oynayarak, ilişkilerine ve kuşkusuz bölgesine yeni bir çeki düzen vermekte olduğu yolunda giderek daha yüksek perdeden bir gürültü kaplamaktadır. Önemlisi, bölgede devletler ve güçler arasındaki ilişkiler belirli bir yenilenmeden geçmekte olduğu için, bu iddia kabul görmekte ve taraftar bulmaktadır. Davutoğlu, özellikle Dışişleri’nin başına geldiğinden bu yana övgüler alıyor. Türkiye’nin dış ilişkileriyle bu ilişkileri geliştirmeye yönelik dış politikasına “aktivite” ve dolayısıyla “kişilik” kazandırdığı ileri sürülerek, özellikle Davutoğlu yere göğe sığdırılamıyor.
Davutoğlu “Stratejik Derinlik” isimli kitabının önsözünde “Bugün her şeyden daha çok, ülkenin geleceğine alternatif bakış açıları getirecek stratejik analiz çerçevelerine ihtiyaç” olduğunu söyleyerek işe başlamıştı. Alternatiflere, dolayısıyla “yenilikler”e ihtiyaç vardı. Amiyane tabirle “dünya değişiyor”du. Her kesimin bir ucundan ileri sürdüğü ve kendine göre tanımlamaya ya da tanımlamamaya giriştiği/atladığı bu “değişim”in kendisinin oluş halinde olduğuna dair çok geniş çevreleri birleştiren bir ön kabul vardı. Liberallerin vurgulamaktan hoşlandıkları “değişim”in kendisi önemliydi, her şeyden önce! “Duvarlar yıkılmakta”ydı, dolayısıyla “ezberler bozulmalı”ydı! Ancak yalnızca liberaller değil, yıllar önce “değişim”i neden göstererek “yeni dünya düzeni”ni dünya halklarına dayatanlar, on yıllar sonra, kapitalizmin yeni büyük krizinin ardından bu kez “yeni” “yeni dünya düzeni”ni yine aynı gerekçeyle gündeme getirmişlerdi.
Davutoğlu’ysa, bu değişimin kendisiyle birlikte, ama daha çok, gereklerini, Türkiye bakımından analiz zorunluluğunu ileri sürmüş, yeni bir “çerçeve” ya da yeni bir “düzen” oluşturmanın ihtiyaç olduğunu söylemişti.
Bush ile birlikte Amerikan emperyalizmi bir dönemini kapatmıştı. Daha Bush, yönetimden ayrılmadan, “değişim”i tamamen Obama’ya bırakmadan, hayata geçirmeye başlamıştı. İleri sürülmüş olan GOP üzerine bugün hemen hiç konuşulmuyordu. Üstelik ABD Ortadoğu’dan, işgal ettiği Irak’tan çekilecekti; çok fazla masraflı olmaya başlamıştı çünkü. Ancak kuşkusuz bunun gerekleri olacaktı! Bir dizi “yenilik” ya da “değişim” gerekecekti, ABD’nin geride bırakacağı “boşluğu” doldurmak için.
Öte yandan sorun, ABD’nin Irak’tan çekilmesiyle sınırlı da değildir. NATO yenilenmek zorundadır ve bu süreç başlamıştır. Nedeni açıktır ve asıl değişikliğe işaret etmektedir: Dünya ölçeğinde güç ilişki ve dengeleri değişmektedir. ABD, tek başına ve kimseyi dikkate almadan istediğini yapabileceğini sanmış, denemiş ve olmayacağı görülmüştür. Bu noktada bir “değişim” ve “yeni yeni dünya düzeni” kaçınılmaz hale gelmiştir. Buysa, Türkiye’nin göbeğinde yer aldığı bölge olan ve üstelik dünya ölçeğinde emperyalist çekişmenin üzerinde cereyan edeceği/etmekte olduğuna ilişkin öngörü ve tezler (örneğin Zbigniew Brzezinski) çoktan geliştirilmiş Avrasya ya da bir ucu Afganistan ve Pakistan üzerinden Çin’e, batı ucu Balkanlara, kuzeyi Kafkasya üzerinden Rusya’ya uzanan, güneyindeyse Ortadoğu üzerinden büyük denizlere açılan bölgede bir “yenilenme”yi dayatmaktadır. Ama bölgenin “yenilenmesi” ya da “değişmesi” onunla ilişkili her şeyin değişmesi demektir. Bölgeye yeniden bir çeki-düzen verilmesi zorunluluğudur. Davutoğlu haklıdır; “yeni çerçeveler”e ihtiyaç vardır; Türkiye de değişmek zorundadır. Eskisi gibi gidemez. Liberaller bu değişim ihtiyacını, “duvarların yıkılması”na, “sınıfların kalkmasına” ve gerçekleştiricisi “teknolojik ilerleme” ve onun ürünü “küreselleşme”ye yoruyorlar! Başkası başka nedene bağlıyor. Ama değişme herkesin gözleri önünde gerçekleşmektedir ve özellikle bunca çekişmenin odağını oluşturan Avrasya’nın yenilenme ihtiyacı, Türkiye ve dış politikalarının yenilenmesi ihtiyacını da güdümlemektedir.
Davutoğlu, “yeni çerçeve” ihtiyacının yanı sıra ve bu değişikliklerin ortasında “proaktif” adını taktığı “aktif” dış politikadan başkasının kurtarmayacağını ileri sürerek işe başladı. Bu aktiflik ihtiyacının saptanması ve üzerinden ileri sürülenler, 2007 tarihli MİT raporunun da temel tezi durumundadır. Yüksek sesle ve açıktan dile getirilmemişti, ama asıl hedefin, zamanında dış politikanın başlıca ilkesi kılınmış “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” yaklaşımı olduğu ortadadır.
Ancak ileri sürülmüş “barışçıl amaçlar” ve asıl olarak bununla ifade edilen “içe kapanıklık”ın değiştirilmekte oluşunun üzeri Türkiye’nin “proaktif” politikasının “barışçıl” amaçlarına ilişkin vurgular ve gürültülü bir propagandayla örtülmek yoluna gidildi. Olur olmaz her yer ve zamanda Türkiye’nin barışçıl amaçlarına vurgu, dış politikanın “yeni çerçevesi”nin bir gereği olarak öne çıktı.
Dış politikanın “barışçıl amaçları” en çok Suriye’yle ilişkilerin geliştirilmesi çabaları üzerinden vurgulandı. Değil mi ki, Öcalan’ın ülke dışına çıkarılması için Kara Kuvvetleri Komutanı’nın Suriye’yi savaşla tehdit eden açıklamalarından, savaşa ramak kalmışken, iki ülke arasında vizenin kaldırıldığı bugünlere gelinmişti; işte ortadaydı, -belki dünkü değildi, ama- Türkiye’nin bugünkü dış politikasının barışçıl amaçları ortadaydı!
Sadece Suriye ile ilişkiler söz konusu olduğunda ortada değildi Türkiye’nin “barışçıllığı”. Türkiye’nin, komşuları başta olmak üzere, özellikle bölgede bütün ülkelerle “sıfır sorun”u amaçlamakta olduğu ileri sürüldü: Tekrarlanıp duran, Türkiye’nin, sürtüşme konuları olmasın, hiçbir çatışma nedenine yer olmasın isteğiydi ilişkilerinde.
Barışçıl amaçlar ve barışçıl dış politika ile “sıfır sorun” yaklaşımı doğal olarak tamamen örtüşmez. Sorun olabilir ve barışçıl yöntemlerle çözülebilir. Ama hayır, Türkiye’nin dış politikasının, bunun da ötesinde, “sıfır sorun” üzerine kurmakta olduğu açıklandı. Sorun olmadığında “barış”tan başkası akla bile gelemeyecekti!
Buradan hareketle, dünya ve Avrasya’da zorunluluk haline gelen aktiflik ve ABD’nin değişerek yenilenmekte olan stratejik yaklaşımlarının ihtiyaç haline getirdiği ya da oluşan bir dizi değişikliğe uyumlanarak elde edilebileceği düşünülen uluslararası çıkarların gereksineceği yenilenmeler, “sıfır sorun”, “sorunları çözüyoruz” propagandasıyla açıklanacaktır artık.
Suriye ile yakınlaşma politikasına geçilmişti. Suriye ile sorunlar sıfırlanacaktı. Esat ve Erdoğan’ın karşılıklı ziyaretlerinin ardından iki ülke arasında stratejik işbirliği oluşturulduğu açıklandı ve ortak bakanlar kurulu toplantıları başlatıldı. İki ülkeyi ilgilendiren sorunların giderek bu ortak toplantılarda ele alınıp çözüleceği açıklandı. Adı “Türkiye-Suriye Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi Bakanlar Toplantısı” olarak konulan bu toplantılardan sonuncusunun ardından törenle iki ülke arasındaki sınırdan vizesiz geçiş gerçekleştirildi. Türkiye, ülkedeki direniş ve çeşitli sabotajlarla ilgili Iraklı yetkililerce suçlanan Suriye ile Irak arasında arabuluculuk yaparak, Suriye ile Irak’ı, kuşkusuz -dünya ölçeğindeki güç ilişkileriyle bölgesel değişikliklerin gereği olarak bölgeye yönelik Amerikan stratejisindeki yenilenmeye bağlamış olduğu- kendi amaçlarına uygun olarak yakınlaştırmaya yöneldi. Bu çabasıyla, yalnızca kendisiyle başka ülkeler arasındaki sorunlarını sıfırlamaya yönelik “iradesi”ni değil, ama sunduğu propaganda fırsatını değerlendirerek “barıştan yana” genel tutumunu ortaya koymuş olacaktı. Üstelik “sıfır sorun” ilkesinin bir gereği olarak, Suriye ile yakınlaşma, Türkiye’nin çıkarları lehine bir gösterge olarak, Kürt açılımı kapsamında, eğer bir silahsızlanma sağlanacak olursa, B. Esad’ın PKK’ye katılmış Suriyeli Kürtleri ülkesine kabul edeceğini açıklamasını da kapsadı.
Irak ile yakınlaşma politikası, hemen hemen eş zamanlı olarak yürütülmekteydi. Türkiye, önceleri “aşiret ağası”, “eşkıya” vb. olarak görüp muamele ettiği Iraklı Kürtlerle yakınlaşmayı da kapsayarak, Irak ile arasını “sıfır sorun” esasına oturtarak iyileştirmeye çoktan başlamıştı. İlki İstanbul’da düzenlenen “Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi Bakanlar Toplantısı”nın ikincisi kısa süre sonra Bağdat’ta düzenlendi ve toplantıya Türk tarafından dokuz bakan katıldı. Stratejik ilişkili bu toplantının asıl önemiyse, toplantıda “mutabakat muhtırası” adıyla 48 anlaşmanın karar altına alınıp imzalanmasıydı. İmza altına alınan anlaşma konuları arasında, serbest ticaret ve serbest ticaret bölgeleri, ortak yatırım, Irak doğal gazının Türkiye üzerinden Avrupa ülkelerine nakli, doğal gaz boru hatlarının planlanması, yapımı, işletimi, iki ülke arasındaki yeni elektrik iletim hatlarının tamamlanması ve mevcut kapasitesinin artırılması, müteahhitlik, müşavirlik, toplu konut, altyapı, yol ve köprü yapımı, tarımsal işbirliği gibi ekonomik, güvenlik işbirliği, polis eğitimi, “terörle mücadele” gibi “güvenlik”e ilişkin olanları bulunmaktadır. Türkiye herhalde ilk kez bir diğer ülkeyle bu kadar kapsamlı anlaşmayı bir arada imzalamıştır. “Terör”e karşı işbirliği ya da PKK’ye karşı mücadelede Türkiye’nin Irak’ın, özellikle Irak Kürt federe devletinin desteğini sağlama konusunda aldığı mesafeyse, Irak’la yakınlaşmanın iki temel direğinden biri durumundadır. Diğer “direk”, bununla bağlantılı olarak ekonomik alandadır ve belkemiğini enerji sorunu ve işletimi, nakli, “bekçiliği” vb. oluşturmaktadır.
İran ile yakınlık politikası, Suriye ve Irak’la yakınlaşmadan farklılıklar taşısa da, gelişmesi bakımından benzer çizgiler de içermektedir. Yine karşılıklı sık ziyaretler, yine “barışçıl” amaçlar üzerine söylem eşliğinde aynı “sıfır sorun” yaklaşımı. Öncelikli sorun, ilk elde akla geleceği gibi enerji olabilirdi. Ama enerji sadece İran’da bulunur, Türkiye yalnızca alıcı durumdayken, dengeleyici bir başka alanda bir başka tutum zorunluluğu kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Bu nedenle Suriye ve Irak’la “sıfır sorun”lu ilişki geliştirmeyle karşılaştırıldığında zorlukları vardı. Yine de belirli ilerlemeler sağlandı.
Başbakan Tayyip Erdoğan’ın İran’a yaptığı resmi gezide Türk Petrolleri Anonim Ortaklığı’na (TPAO) Güney Pars sahasından 35 milyar metreküp doğalgaz çıkarma hakkı veren anlaşma imzalanması kararlaştırıldı. Çok önemliydi. Hem Türkiye hem Avrupa ülkelerinin çektikleri doğalgaz sıkıntısı bilinmekte ve sözü edilen anlaşmanın bu sıkıntıyı giderebileceği öngörülmekteydi.
Türkiye ile İran arasında tartışılıp üzerinde fikir birliği sağlanan bir diğer konu ise, iki ülke arasında yerel parayla ticaret yapılmasıydı. Türkiye, bu açıdan gerekli yasal düzenlemeyi yapmıştı. Başbakan Erdoğan, Tahran’da Türk-İran İş Forumu’nda işadamlarına hitap ederken, İran ile ticarette yerel paraya geçmek için hem İran’ın hem de Türkiye’nin yasal zemini hazırladıklarını, uygulama için hiçbir engel kalmadığını söyledi. Erdoğan, “Biz bunun yasasını düzenledik ve çıkardık. İran’da da hallolduğuna göre ne duruyoruz? O zaman adımı bununla birlikte atalım. Çünkü bu kur farklarından kaybettiğimizi neyle ödeyeceğiz, ne lüzumu var. Madem ticaret yapıyoruz, madem menfaat meselesi bu, o zaman biz bu menfaatimizi başkalarına niye kaptıralım?” diye konuştu ve İranlı yetkililerden olumlu yanıt aldı.
İran’la Türkiye’yi yakınlaştıran önemli üç sorunsa siyasal stratejik alana ilişkindi. Türkiye’nin, başlıca başbakanı ağzından ortaya konan İsrail’e yönelik eleştiriler ve bu eleştirilerin Konya’daki Anadolu Kartalı tatbikatında olduğu gibi pratiğe yansıtılması, İsrail’i meşru bir devlet saymayan İran’ın fazlasıyla hoşuna gitmekteydi ve bir yakınlaşma etkeni oluşturmaktaydı. İkinci sorun, Kürt sorunuydu ve iki ülke son yıllarda bu sorun karşısında ortak tutumlar geliştirmeye, hatta kuzey Irak’taki gerilla üslerine yönelik ortak harekatlar düzenlemeye yönelmişlerdi. Üçüncüsü ise, İran’ın nükleer araştırma ve geliştirme yönelimi karşısında Türkiye’nin müttefiklerinden daha “yumuşak” bir tutum ortaya koyması ve hatta başbakan Erdoğan’ın İran’ın nükleer faaliyetlerini anlayışla karşılamanın ötesine geçerek destekleme/kefil olma tutumu alma eğilimi göstermesiydi. İran-Türkiye ilişkilerinin son yılların en iyi düzeyinde olduğu söylenebilirdi.
Komşu Müslüman ülkelerin yanı sıra, Türkiye Kafkasya ve kuzeyindeki büyük komşusuyla da iyi ilişkiler geliştirmeye girişmişti. Cumhuriyet öncesinden miras Ermeni sorunu bir “açılım” konusu haline getirilmiş, sınırların açılması noktasına yaklaşılmıştı. Arada yığılmış çok sayıda sorun ve önyargı olması bir zorluk kaynağıydı, ancak iki ülke devlet başkanları karşılıklı ziyaretlere çoktan başlamış ve ilişkilerin geliştirilmesi İsviçre’nin arabuluculuğunda bir “yol haritası”na bile bağlanmıştı. Önümüzdeki ay içinde anlaşmanın karşılıklı olarak parlamentolarda onaylanması gerekiyordu.
Rusya ile tarihsel çekişmelerin yanı sıra kırk yıla yakın süre iki karşıt sistem olarak yaşamanın biriktirdiği zorluklar vardı, ama ilişkiler de geliştirilmekteydi. Örneğin ticaretin, özellikle enerji ticaretinin hızlı artışının yanında Türkiye’nin özellikle tarımsal ihracatında yaşanan sorunlar aşılmaktaydı. Daha önemlisi, iki ülke arasındaki ticaretin yerel para ile yapılması ilk kez Türkiye ve Rusya arasında ele alınıp görüşülmüş ve üzerinde anlaşma sağlanmıştı. Petrol ve doğalgaz ticaret ve nakliyatı alanında bir dizi anlaşma yapılmıştı. Türkiye, Rusya’dan Bulgaristan’a Karadeniz’in altından Türkiye karasularından boru hattı döşenmesine “olur” vermişti örneğin. Ve ikinci olarak, Rusya Karadeniz ve Hazar bölgesinden elde ettiği petrolü Samsun-Ceyhan boru hattına verecekti. Türkiye, Rusya ve katılımcı üçüncü ortak İtalya’nın yetkilileri ortak deklarasyon yayınlayarak, projeye verdikleri siyasal desteği açıkladılar. Projenin ortakları arasında yer alan Türkiye’nin son yıllardaki “göz bebeği” şirketlerden hükümet desteğine mazhar Çalık Holding, İtalyan ENI ve Rus şirketlerinden Transneft ve Rosneft arasında mutabakat zaptı imzalandı.
Üstelik Türkiye ile Rusya, sadece Samsun-Ceyhan boru hattının kuruluşu üzerinde değil, aynı zamanda petrol ürünlerinin ortak pazarlanması için bir rafineri kurma konusunda da anlaşmışlardı. Çalık grubunun, yine hükümet destekli olarak Ceyhan’da kuracağı rafineri, Ruslarla ortak inşa edilecek ve işletilecekti.
Bu kadarı Türkiye’nin “eksen değiştirmekte olduğu” tartışmalarının başlatılması için yetmiştir.
“ÇOK TARAFLILIK”
Türkiye, “eksen değişikliği” nitelemelerine yol açmak üzere, komşularından başlayarak, ikinci ülkelerle, (hem de “iç ve dış düşmanlar”, “dört bir yandan düşmanlarla çevrili olmak”, “Türkün Türkten başka dostu yoktur” vurgularını açıklamak üzere) eskiden sırtını döndükleri ya da yüzüne bakmaya gerek görmedikleri de içinde olmak üzere, çoğuyla anlaşmazlık halinde olduğu ülkelerle yakınlaşma ve “sıfır sorun” esasına oturtma iddiasıyla ilişkiler kurma yönelimini “çok taraflı” dış politika olarak tanımlamaktadır.
Artık nasıl anlaşılırsa öyle anlaşılsın diye, moda olduğu üzere, “ucu açık” bırakılmaktadır. Eskiden tek taraflı mıydı? Şimdi çok taraflıysa, öyle olmuş olmalıdır! Peki, kimin tarafındaydı da, şimdi çok taraflılığa yönelmektedir dış politika? Şimdi, başbakan ve cumhurbaşkanının “eksen değiştirme” eleştirilerine yanıtlarına bakılırsa, eskiden izlenen dış politikanın en azından “Batı yanlısı” nitelemesini hak edeceği görülecektir. Çünkü, “Hem Doğu’yla hem Batı’yla” diyen Gül’ün yanı sıra Erdoğan da, “Bir yüzümüz Batı’ya bir yüzümüz Doğu’ya dönük” demekte, hatta diğer “iki yüz”ün de Kuzey ve Güney’e dönük olduğunu söyleyerek tabloyu tamamlamaktadır. Davutoğlu tarafından yeni bir hız ve ivme kazandırılan “çok taraflı” ilişkilenme tutumu, kuşkusuz “eskide kaldığı” ima edilen Amerikan eksenli bir Batı yanlılığına alternatif olarak sunulmakta ve kendi içinde “bakın biz Amerikan yanlısı değiliz”, “Batı yanlısı değiliz” tersten -eskiden Amerikan yanlısı olunduğu- itirafçılığını barındırmaktadır.
“Çok taraflılık”ın belirtileri olarak ileri sürülen ve aklı evvel bir takım Batılıyla Türkiye’nin manevrasını örtmek isteyen iç ve dış çevreler tarafından “eksen” tartışmasına konu edilen ilişkiler, elbette, Türkiye’nin İran, Rusya gibi ülkeler ve HAMAS gibi güçlerle olumlu, İsrail gibi ülkelerle olumsuz seyreden ilişkileridir. Yoksa “eksen değiştirme” tartışması yaparken, kimsenin örneğin Ermenistan’la ilişkilenme yönelimini ya da Irak’la yakınlaşmayı konu ettiği yoktur. Ama içeride “Kürt Açılımı”, dışarıda “Ermeni Açılımı” ve Kürt sorunuyla ilişkili olarak Barzani ve Talabani ve tabii ki eskiden bir farklılık ve yenilenme etkeni olarak Irak Kürt federe devletleşmesiyle işbirliği tutumuyla yarattığı gürültü ve verdiği çok yönlülük ve “eski prangaları atarak” yenilenme görünümünün yanına kendine özgü (eski Rus yanlılığı ve sonra İran’la stratejik ortaklık ilişkisi vb.) konumuyla Suriye ile -ve yanı sıra İran’la- yakınlaşma politikası eklendiğinde, Türkiye adına ileri sürülen “çok taraflılık” iddiasının en azından ayaklarının havada kalmayacağı düşünülmüştür. Ve tabii Rusya ile geliştirilen ilişkiler, Çin’le öngörülen gelişmeler, bu “çok taraflılık” iddiasının asıl dayanakları olmayı hak edecek türdendir.
Türkiye’nin tüm son dış politika atakları ve bir dizi yakınlaşmalarla politikasını yenilenme eğiliminin baştan aşağı “görüntü”ye ilişkin ve “gürültü”den ibaret olduğu şüphesiz iddia edilemez.
Türkiye’nin eski az-çok içe kapanık, Amerikan yanlısı ve hemen yalnızca Amerikancı ülkelerle belirli ilişkilere sahip, eski “Demirperde” denen “Doğu Bloku”na karşı “Batı yanlısı” tek taraflı blokçu politikasında farklılaşmanın ve belirli bir esnekleşmenin ortaya çıktığı doğrudur. Eskisi, Türkeş’in 27 Mayıs anonsunda ifadesini bulan “NATO’ya, CENTO’ya bağlıyız” türü bir pozisyondu. Batı yanlısı, Amerikancı paktlarda yer almanın ötesinde fazlaca bir ikili ve çok taraflı ilişkiye sahip olmamakla karakterizeydi. Şimdi mümkün olan tüm ülkelerle ilişkiler kurma ve geliştirme pozisyonu tutulmaktadır. Üstelik bu pozisyon, başlıca Kürt ve Ermeni açılımlarıyla, tüm Cumhuriyet tarihi, hatta öncesinden gelen dış politika yöneliminin değiştirilmekte olduğu iddiasıyla pekiştirilmektedir.
Suriye ve İran’la, özellikle Rusya ile ilişkiler geliştirilirken, bu ilişkilerin belirli bir “çok taraflılık”a işaret ettiği şüphesiz tümüyle reddedilemez. Türkiye’nin kendi “ulusal” çıkarlarını gerçekleştirmeyi hedef alarak dış politikada belirli adımlar attığı söylenebilir. Sorun, son yıllarda geliştirilmekte olan “çok taraflı” “sıfır sorun” esaslı proaktif dış politikanın Türkiye’nin “ulusal” çıkarlarının gerekleriyle bağlantılı olup olmadığı değildir, tabii ki bağlantılıdır; ancak sorun, bu proaktif politikanın niteliğini veren, onu karakterize eden çıkarların hangi çıkarlar olduğu ya da söz konusu “ulusal çıkarlar”ın başka (kuşkusuz emperyalist) çıkarlara ve bu çıkarlarının elde edilmesini amaçlayan stratejilere bağlanıp bağlanmadığıdır.
Örnekse, Türkiye İran’la ilişkilenirken, şüphesiz, ucuza enerji sağlamayı öngörmekte, İran’da doğalgaz çıkarmak üzere yatırımı düşünürken gelir elde etmeyi hesaplamaktadır. Aynı şey, Rusya ile yapılan enerji anlaşmaları dolayısıyla da söylenebilir: Ucuz enerjiye ulaşma, enerji nakliyatından kazanma, Ceyhan’da kurulacak ortak rafineriden kâr sağlama… Ya da İran ve Rusya ile geliştirilen ilişkilere konu olan önemli bir sorun olarak dış ticaretin dolar ya da euro ile değil, ama yerel parayla yapılması örneğin…
İran’ın Pars bölgesinde milyarlarca ton doğalgaz çıkarma konusu ve konuya ilişkin anlaşma tartışmaları yeni değil. Konu üzerinde önceden de anlaşma sağlanmış, ama olmamıştı. Evveliyatı 2007’ye kadar uzanıyordu ve ABD tarafından bir türlü onaylanmıyordu. Yine aynı şey oldu ve İran “tamam” derken, anlaşma, Türk tarafının isteği üzerine üç ay ertelendi. Ve İtalya’nın da katılımıyla Rusya ile olan ortak petrol nakliyatı ve rafinesi projesi de imzalanmasına imzalanmıştır, ancak akıbeti üzerine şimdiden bir şey söylemek zordur. Proje, NABUCCO, Baku-Ceyhan vb. türü birbiriyle çekişmeli projelerden biridir, birbirlerinin yerine adaydırlar ve Türkiye’nin “çok taraflılık” kapsamında savunageldiği gibi hepsinin bir arada hayata geçmesi olağanüstü zordur. Bu projelerde, Türkiye’den çok ve öncelikle başlıca Amerika, Rusya ve Avrupa’nın büyük devletleri ve dev uluslararası tekellerin çıkarları çatışmaktadır. Dolayısıyla, adım atılmak tasarlanmaktadır, ama evdeki hesap çarşıya uyar mı, bilinmez! Ermeni açılımı, Azerbaycan’la ilişkilerin bundan etkilenmesi, Rusya’nın bu ülkeyle ilişkilerini geliştirmesi ve yakınlaşma politikasının sonuçları İran-Türk ilişkileri vb.’nin tümü konuya ilişkin gelişmeleri etkileyecektir. Ama asıl kararlaştırıcı etki, Amerikan-Rus ilişkileri ve Türkiye ile bağlantısı bakımından Amerikan tutumu olacaktır.
Yerel parayla ticaret konusu da evdeki hesabın çarşıya uyup uymayacağının tartışmalı olduğu konulardan bir diğeridir. Hesap uygulanabilir mi uygulanamaz mı, görülecektir, ancak AKP hükümetinin aynı hesabı İran ve Rusya’nın yanı sıra Çin ile olan ticarete ilişkin olarak da yapmakta olduğu biliniyor. Rusya ile konuşulup anlaşılmıştır bile. Çin’e de teklif götürülecektir. Böylelikle Türkiye’nin dış ticaretinin %20’si dolar ve euro bandının dışında gerçekleşecektir. Ancak bu da kolay değildir. Evet, G-20 toplantısında gündeme getirilmiştir. Ama kolay iş değildir. Sadece Türkiye’yi ve yerel parayla ticarete geçmeyi tasarlayan olası ortaklarını, bu çerçevedeki çıkarları değil, dünya ölçeğini, bu ölçekteki çıkarları ve dev uluslararası tekellerle büyük kapitalist emperyalist devletler arasındaki güç ilişkilerini ilgilendirmektedir. Başlayacaksa, şüphesiz bir yerden başlayacaktır; ancak bu sorunun Türkiye ve çevresindeki ülkelerin “ulusal çıkarları”yla sınırlı bir çerçevede anlaşılıp çözümlenemeyeceği açıktır.
Tüm bu örneklerde ilişkilerin geliştirilmesi ve gelişme unsuru olarak beliren sorunların Türkiye’nin “ulusal” çıkarlarına uygun, bu çıkarların gereği olduğu ve olacağı ortadadır. Türkiye’nin bu çerçevede bu ilişkileri geliştirmek istemesinde de anlaşılmayacak şey yoktur. İleri sürülen dış politikada “çok taraflılık” iddiasının da bu “işe gelirliği” hiç değilse ima ettiği açıktır.
Öte yandan şimdiye kadar söylenenlerle sınırlı değerlendirmelerin, ancak dünya ve özellikle bölgeye ilişkin belirli güç ilişkileri ve dengelerinin, çıkarlarını dayatan ve bu çıkarları hayata geçirmek üzere tarihselliği içinde pekişmiş belirli iktisadi ve siyasal stratejik ilişkilerin, bu ilişkilerle karakterize egemenliklerin yok sayılmasıyla yapılabileceğini kanıtlamak için uğraşmaya herhalde gerek yoktur.
İran ve Rusya gibi ülkelerle iktisadi ticari sorunlar üzerinden ortaklık ve yakınlaşmalar zorluklarla yüz yüzeyken, siyasal sorunlar üzerinden yakınlaşmalar da, kolaylık unsuru “laf”ın ötesine geçildiğinde, yine zorluklarla yüzleşmeye götürmektedir.
İran’la ilişkilerde İslam bir ortak noktadır. İki ülkede de Kürt sorununun varlığı ve inkarcı milliyetçi tutumların egemenliğiyse bir diğer ortak nokta. Bu alanda öteden beri ortak tutumlar geliştirilmiş, örneğin Irak’ın kuzeyi birlikte bombalanmış, koordineli askeri harekatlar düzenlenmiştir. İslami “ortaklık”ın ise, en kolay yoldan İsrail karşıtlığı üzerinden değerlendirilebileceği açıktır. Hem, uzun süre “stratejik ortaklık” ilişkileri sürdürülmüş İsrail’le, “sıfır sorun” yaklaşımıyla çelişerek araya mesafe konulup, sadece İran’la değil, tüm Müslüman nüfuslu Ortadoğu ülkeleriyle yakınlıklar geliştirilebilirdi. Ama burada İsrail’in başka stratejik ortakları işin içine giriyordu! Ve geçmiş bir örnekte, ABD’ye gitmesi için vize vermeye yanaşmayan İsrail’in Ecevit’i neredeyse ağlattığı, ancak diz çöktürdükten sonra vetosunu kaldırdığı hatırlanacaktır. Hem İsrail’in gücü, hem de iktisadi, mali ve siyasal stratejik ilişkileri, fazla uzak olmayan bir gelecekte, Türkiye’den diyetin koparılıp alınmasına götürürdü!
Ama başka yolu var mıdır ki? Tıpkı “Ermeni açılımı”nın Ermenistan’la sorunları çözmeye kurgulanmışken Azerbaycan’la aranın bozulmasına neden olması ve uluslararası ilişkilerde cümle alemle “sıfır sorun”un tutturulması olanaksız oluşu gibi, İsrail’le sorun çıkması göze alınacak ya da karşılıklı olarak sorun çıkmış ve gereği yapılır gibi yapılacaktı! Ermenistan ile ilişkiler ve Ermeni açılımı yalnızca bir büyük devleti, Amerikalı emperyalistleri ilgilendirmiyordu, soruna, büyük bir devlet olarak Rusya’nın da yakın ilgisi vardı; oysa İsrail-Türkiye ilişkilerinin yakın ilgilisi ABD’den ibaretti. Üçlünün bir tür ilişki tutturması imkan dahilindeydi. Koşulsa, bu ilişkinin, “büyük ortak” ABD’nin çıkarlarını yansıtması, ona uygun olmasıydı.
Ancak her halükarda, ister iktisadi, ister siyasal stratejik içerikli olsun, ki çoğu durumda bu alanlar birbirine bağlanır, İran, Rusya vb. gibi üçüncü ülkelerle ilişkilerin dünya ölçüsünde ve özellikle bölgeye ilişkin güç ilişkileri ve dengeleri çerçevesinde gerçekleşebileceği, dolayısıyla Türkiye’nin tarihsel olarak çıkarlarını birleştirdiği Batı ve en başta ABD ile ilişkileri ilgilendirdiği ve bu ilişkilerle birlikte ele alınıp anlaşılabileceği tartışmasızdır. Burada, görülüyor ki, “çok taraflılık” tartışması, gelip, yine “eksen” ve “eksen değiştirme” tartışmasına bağlanmaktadır.
AMERİKANCI BATICILIK
Türkiye’nin “çok taraflı”, “sıfır sorun” esaslı “yeni dış politika yönelimi”nin “ulusal” çıkarları yansıtmasına yansıttığı doğrudur, ama sorun, bu “yeni dış politika”nın ne ölçüde “ulusal çıkarlar” “ekseni”nde kurgulanıp yürütüldüğüdür. “Yeni dış politika” yöneliminde, kuşku yok, “ulusal çıkarlar” işlevseldir; ama yürütülen “eksen” tartışması da göstermektedir ki, başbakan ve devlet başkanı da içinde yerli ya da yabancı hiç kimse bu dış politikanın “ulusal çıkarları” “eksen” aldığı düşüncesinde değildir. Yüksek Türk yetkilileri de dahil, herkes, “yeni” “eksen”in, eskisi gibi Batı mı yoksa Doğu mu olduğunu, “Batı”dan “Doğu”ya bir kaymanın olup olmadığını tartışmakta ve yanıtlamaktadırlar. Amerikan ve Avrupa medyası “Batıdan Doğuya bir eksen kayması” ihtimali üzerinde durmakta, Türk yetkilileriyse “hayır” demektedir. “Hayır” yanıtı verilirken kullanılan iki argüman vardır: Birincisi, “hem Batı hem Doğuya yüzü dönük olmak” yanıtında ifade edilen “çok taraflılık” ve ikincisi, “eski” eksenin ve teminatı olarak başlıca dayanaklarının devam ettiği vurgusu.
Tahran’da gazetecilerin sorularını yanıtlarken, Davos tavrı hatırlatılarak İsrail’e karşı tutumun Batı’dan uzaklaşma anlamına gelip gelmediği sorusu üzerine, “…tavrımızı Batı’ya karşı olmak gibi değerlendirme ayrı bir yanlıştır ve biz Batı’yla da Doğu’yla da ilişkilerini en iyi şekilde devam ettirmenin gayreti içindeyiz. Türkiye’nin bir yüzü Batı’ya bakıyor, bir yüzü Doğu’ya. Biz, hem Batı’nın hem Doğu’dan giriş kapısıyız” diyerek devam eden başbakan Erdoğan’ın yanıtı açıktır: “AB ile müzakereci bir ülkeyiz. NATO üyesiyiz, birçok Batılı ülkelerle bir aradayız. Ve yapımızın demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti olarak zaten şekillenmesinin neler ifade ettiği zaten çok açık net ortadır. Herhangi bir olay bizim bir yerden kopup, bir yere varmamız gibi tanımlanmamalı.”
Doğrudur. Türkiye NATO üyesidir. NATO, hele son genişlemelerin ardından dünya ölçeğinde işlev üstlendirilmiş Batı’nın siyasal-askeri ortaklık aygıtıdır. NATO kararları ortaklık konseyinde alınmaktadır ve burada sözü geçen ülkeler tahmin edilebilir. Türkiye olmadığı kesindir! PATRİOT alımlarında da görülebileceği gibi, Türkiye, yalnızca NATO üyesi olması dolayısıyla değil, ama askeri bakımdan, ordusunun tüm ihtiyaçları dolayımıyla, silahlanma, standardizasyon vb. yönleriyle NATO’ya, onun ifadesi olduğu ittifaka ve bu ittifakın halen yönlendirici gücü olmaya devam eden ABD emperyalizmine bağlıdır.
Sadece askeri bakımdan değil, ama iktisadi, mali, siyasal, kültürel bakımlardan da, hem de tarihsel olarak, Türkiye Batı’ya, özellikle Amerikan emperyalizmine bağlıdır. Uluslararası sermaye ilişkileri içinde, ticari faaliyetler içinde olduğu kadar, özenti oluşturmuş Amerikan yaşam tarzı dolayısıyla da Batı ve Amerikan yanlılığı belirgindir.
Ve Türkiye iktisadi ve ticari ilişkilerinin yoğun olduğu Avrupa ülkeleriyle tam bir birlik oluşturmayı amaçlayarak AB aday üyesi bir ülkedir. Toplumsal örgütlenmesini, iktisadi, siyasi, mali, ticari, sosyal vb.. yönleriyle Avrupa müktesebatına uygun hale getirmek üzere görüşmeleri ve “reform” uygulamalarını sürdürmektedir. Gümrük Birliği’nin ise çoktandır üyesidir. “Uluslararası toplum” adı takılan belli başlı Batılı büyük devletler etrafında kümelenmiş devletlerin bağlandığı uluslararası iktisadi, siyasi, hukuki… anlaşmalara taraftır ve bunlarla bağlanmıştır.
Bunlar, “sağlam kazıklar” olarak, Türkiye’yi Batı’ya ve özellikle ABD’ye bağlamaktadır. Öyle birkaç ziyaret ve bir-iki yeni düzenlemeyle gerçekleşip gerçekleşmeyeceği belli olmayan bir dizi yeni anlaşma ileri sürülerek, Türkiye’nin yüzünü Batı’dan Doğu’ya ve hele “Ortadoğu’ya” ya da “bölge”ye çevirdiği iddiasında bulunmak, fazlasıyla acelecilik ve gerçeklerden uzaklaşma olur.
Kaldı ki, bu tür yeniliklerin, İran’la Pars bölgesinde doğalgaz çıkarma anlaşmasında olduğu gibi, gerçekleşmesi, bugünkü koşullarda ABD’nin “olur”una bağlıdır. Türkiye’nin çıkarlarına uygun olmasına rağmen, bizzat Türkiye tarafından anlaşmanın ertelenmesinin, Amerikan vetosundan başka nedeni olamaz.
Türkiye yüzünü Doğu’ya ya da Ortadoğu’ya çevirmesine elbette çevirir, nitekim, son birkaç yıldır Ortadoğu’da ilişkileri gelişmektedir; ancak bu ilişkiler, ABD’ye sırtını dönerek gerçekleşmemiş, tersine ABD ile “model ortaklık” yakınlığı içinde, Amerikan emperyalizmiyle stratejik iliştiler sürerken, üstelik ABD’nin çıkarına aykırı olmak bir yana, bu çıkarları da gözeterek gelişmektedir.
Öte yandan, kuşkusuz hiçbir şey olmaz değildir ve dış politikada da eksen değişiklikleri de dahil değişiklikler gerçekleşebilir. Ancak dünya ve bölgenin olağan gidişatı içinde, akşam yatıp sabah kalkıldığında ülkelerin dış politika eksenlerini değiştirdikleri görülmemiştir. Güç ilişkileri ve dengelerindeki büyük ve önemli değişiklikler ve bunlara yol açacak dünyanın gidişatındaki önemli alt-üst oluş ve savrulmalar, bu tür değişiklikler için önkoşuldur. İkinci bir önkoşul ise, dünya ölçeğinde güç ilişkileri tablosunda ağırlığı bulunacak ve bu ağırlığıyla belirli bir “denge” oluşturacak güçlerin kendi çıkarlarını eksen olarak dayatacak varlıklarıdır. Bu ikisinden anlaşılması gereken; uluslararası ilişkilerin ancak güç ilişkileri olarak anlaşılabileceği, eksen ve eksen değişikliklerinin sadece ve yalnızca güce bağlı olarak ve eksen koyucuların gücü ölçüsünde olanaklı olduğudur. İran ya da Irak ve Suriye’nin ya da toplam olarak Ortadoğu’nun böyle bir ağırlığa sahip bir güç olduğu ve Türkiye’nin yüzünü Batıdan çevirip Ortadoğu’ya döndürdüğü/döndürmekte olduğu ileri sürülemez. Rusya’nın, Şanghay İşbirliği Örgütü dolayımıyla Çin’i de yanına çekerek, dış politikada giderek eksen oluşturacak böyle bir yeni ağırlık haline gelmekte olduğundan söz edilebilir ve “Doğu” ya da “Doğu ekseni” dendiğinde, anlaşılabilecek olan ancak böyle bir eksen olabilir. Ancak Türkiye’nin böyle bir yeni “eksen”i dış politikasının kıblesi yapmaktan uzak olduğu, Rusya’ya yakınlık lafları eden Ergenekoncular’ın düştüğü durumdan öğrenmek gerekirse, şimdilik bunun tartışmasının bile açılamayacağı görülmektedir.
“ULUSAL” ÇIKARLAR SORUNU
“Çok taraflı” ve “sıfır sorun” esaslı dış politikanın “ulusal” çıkarları ilgilendirdiğini, sanki hiç ilgilendirmiyormuş gibi yalnızca Batı ve özellikle ABD çıkarları etkeni üzerinde durularak değerlendirmeler yapılamayacağını söylemiştik. “Ulusal” çıkarları hiç hesaba katmadan ve sanki Türkiye’nin kendisine özgü çıkarları yokmuş ya da geliştirmekte olduğu devletten devlete ilişkilerde bu çıkarların hiç rolü bulunması gerekmiyormuş gibi değerlendirmeler, Türkiye’nin Batı ve ABD ile ilişkilerini anlamamak demek olmanın yanında, Türkiye’ye bir sömürge muamelesi etmek olur ki, sömürgelerin bile belirli yerel çıkarlarından söz etmemek olmaz.
Bağımsızlığından ancak görünüşte söz edilebilecek bağımlı bir ülkeye çoktan dönüşmüş Türkiye’nin, yine de hâlâ görünüşte bağımsız da olsa, ayrı bir ülke olduğunu unutmak, hatalı değerlendirmelere götürecektir. Türkiye, evet, NATO üyesi, AB ile aday üyelik sürecini yürüten, dolayısıyla bir dizi yükümlülük altına şimdiden girmiş ve üstelik Avrupa ülkeleriyle Gümrük Birliği üyeliği ilişkisine sahip bir ülke. İktisadi, mali, siyasal, hukuki hemen her yönden Batı’ya bağlanmış, karar süreçlerini onların eline bırakmış bir ülke. Tartışma yok. Baştan ayağa bağımlı hale getirilmiş olsa da, kuşkusuz kendine özgü bir iktisadı, maliyesi, siyasal stratejik konum ve pozisyonu var.
Dolayısıyla bu kendine özgü görünüşte de olsa bağımsızlığa denk düşecek kendine özgü çıkarlar da olacaktır. Baştan beri bu çıkarları belirtirken tırnak içinde ‘ulusallık’ı kullanmamız, bunların, kuşkusuz Türkiye’ye özgü, ama özellikle iktisadi ve mali bakımdan dünya kapitalizmine bağlanmış görünüşte bağımsız bir ülkenin ancak tırnak içinde ulusal olabilecek çıkarları oluşu nedeniyledir.
Böyle “ulusal” çıkarların iktisadi temeli tekelci kapitalizm, sosyal temeliyse işbirlikçi tekelci burjuvazidir. Bu burjuva tabaka, Türkiye’de burjuva sınıf iktidarın ipini asıl elinde tutan kesimi oluşturmaktadır ve dolayısıyla Türkiye’nin “ulusal” çıkarları dendiğinde, sözü edilen ve anlaşılması gereken onun işbirlikçilikte olan çıkarlarıdır.
İşbirlikçi nitelikli bu burjuvazinin ulusallıkla ilişkisi yoktur, ulusal nitelik taşımaz, ulusal değerleri dolar ve euro ile çoktan trampa etmiştir. Tekelci niteliğiyle bu sermaye, asıl faaliyet alanı Türkiye olmakla birlikte, “ulusal Pazar”ın ihtiyaçlarını gözeten ulusal bir sermaye değil, tersine yatırım ve ticari ortaklıklar, kredi, borç… mali ilişkiler vb. yoluyla uluslararası sermaye ile birleşmiş, onun bir parçasını oluşturmakta olan bir sermaye durumundadır. Emperyalizmle işbirliği içinde, Türkiye pazarının uluslararası pazara, Türkiye kapitalizmini uluslararası kapitalizme eklemlenmesini örgütlemiş, çıkarlarının alanını bu eklemlenme oluşturmuştur. Sermayesi tekelci ve mali sermaye olan büyük burjuvazi de uluslararası kapitalizme, emperyalizme bağlanmış burjuvazinin “kaymak tabakası” olarak işbirlikçi niteliktedir.
Dolayısıyla işbirlikçi büyük burjuvazinin ve burjuva iktidarının iplerini elinde tuttuğu onun egemenliğindeki Türkiye’nin çıkarları dendiğinde, bu çıkarlar, ancak tırnak içinde ulusal olabilir; bu “ulusal çıkarlar”, emperyalizmle birleşmiş burjuvazinin, gerçekleşmesini bu birleşmede gördüğü, emperyalizmle birliğe koşullanmış, uygulamasını bu birlik koşullarında bulan çıkarlardan başkası değildir, olamaz. Örneğin konu İran’la belirli anlaşmalar yapılmasıysa, Türkiye burjuvazisi, emperyalizmin, bugünkü koşullarda Batı ve özellikle Amerikan emperyalizminin çıkarlarıyla karşıtlık oluşturacak anlaşmalara imza atmaz/atamaz. İran’la arasındaki ilişki söz konusu olduğunda en çok işine geliyor, en çok çıkarına uyuyor gibi görünen konularda bile, Türkiye burjuvazisinin eğilimini, emperyalizmle birlik yönündeki çıkarları belirlemektedir. Eğer emperyalizmle birliğine halel gelmeyecekse, dolayısıyla Batı ve özellikle Amerikan emperyalizminin çıkarlarıyla uzlaştırılamaz biçimde çelişmeyecekse, Türkiye’nin “ulusal” çıkarları, İran ya da başka ülkelerle birlik, ortaklık, yakınlık vb. aranmasından yana olacaktır.
“ULUSAL” ÇIKAR TAŞERONLUKTA
“Ulusal çıkar”a ilişkin söylenenler, kuşkusuz böyle bir çıkarın hesaba katılması, ama ona olmadık emperyalizm karşıtı “ulusal” yaklaşımlar yüklenmemesi gerektiğini ortaya koymaktadır. Türkiye, bu çerçevede, İran, Suriye gibi ülkelerle ilişkilerinde kendi çıkarlarını gözetecektir, ama bu ilişkilerin koşulu, Türkiye burjuvazisinin çıkarlarını çoktan birleştirmiş olduğu ve kendi “ulusal çıkarları”nın gerçekleşmesini de onunla birlikte aradığı emperyalizme, özellikle Amerikan emperyalizmine karşıtlık içinde olmamasıdır.
Bunun anlamı, -Türkiye’nin bağlantılarıyla birlikte bağlandığı tarafın değişmesinin de etkeni olacak ve genel çerçevenin değişmesine götürecek köklü altüst oluşlar ve güç ilişkilerinde değişiklikler olmadıkça- “eksen” ve “eksen değiştirme” tartışmasının anlamsızlığıdır. Eksen bellidir; bu eksen, 2. Dünya Savaşı’ndan bu yana ve bugün de öncelikle emperyalist kapitalizm çerçevesinde şekillenmiştir ve ikinci olarak da Batı ve özellikle Amerikan emperyalizmi tarafından verilmiştir. Ve kuşkusuz Türkiye’nin ilişkilerini de kökten etkileyecek şekilde emperyalist büyük devletler arasındaki güç ilişkileri değişikliğine bağlı olarak değişmez değildir, değişebilir; ama verili güç ilişkileri koşullarında, İran, Suriye vb. ülkelerle, hatta Rusya ile ilişkiler geliştirilmesi, verili eksenin değişikliğine değil, ama bu ülkelere yöneltilmiş Batı kuşatmasına daha aktif katılmak anlamına gelmektedir.
Eksen, Batı kapitalizminin ve özellikle Amerikan emperyalizmi ve çıkarlarıdır, bu çıkarlar üzerinden kurgulanmış siyasal stratejik yaklaşımdır. Türkiye, uluslararası kapitalizmin, zayıflama belirtileri gösterse de hâlâ patronajı elinde tutan Amerikan emperyalizminin “dünyanın kalbi” olarak nitelenen Avrasya’ya yönelik stratejik hesapları içinde bir yer tutmaya gönüllü olmuştur, “ulusal çıkarları”nı -Davutoğlu’nun etraflıca analiz edilmesini istediği- bu “çerçevede” görmekte ve gerçekleştirmeye çalışmaktadır. Elbette bu “çerçeve”de kendi tabağına da düşecek birkaç yağlı parça olacağını düşünmekte; “ulusal çıkarı”nı, emperyalizme taşeronluktan alacağı “komisyon”da aramaktadır.
“Ulusal çıkarlar”ın elde edilmesine yönelik arayış ve yönelimlerin verili “çerçeve”yi esnetme olanakları tabii ki vardır, ama bu esneme payını belirleme durumunda olan, çerçevenin kendisinin varlığının ve kuşkusuz çerçeveyi ağırlığıyla belirleyen Batılı ve özellikle Amerikalı emperyalistlerin çıkarlarının temelden tehlikeye düşmemesidir.
Bu ilişkiyi Türkiye ile emperyalist ülkeler ve özellikle Amerikan emperyalizmi arasında “su sızmaz” bir ilişki, Türkiye’ye hiçbir alan ve az-çok bile inisiyatif bırakmayan bir “kuklalık” ilişkisi olarak anlamak yanlış olacaktır. Ancak söz konusu “özerklik” alanı ve inisiyatifi abartıp, “model ortaklık”ı belirleyen “aracılık” ve “taşeronluk” biçiminde şekillenen içeriğinin ötesine taşıyarak, Türkiye’nin pozisyonuna kararlaştırıcı bir rol yüklemek de gözlerimizin önünde olup bitenlere, nesnel gerçeğe ters düşecektir.
Türkiye, şüphesiz kendi inisiyatiflerini geliştirme uğraşındadır. Böyle olacaktır da. Koşulları doğduğunda eksen değiştirme eğilimi bile geliştirebilir. Nitekim, örneğin, başlıca tarafsızlık politikası izlediği 2. Dünya Savaşı yıllarında, Türkiye, önce Alman ve ardından İngiliz yanlılığı ağırlıklı politikalar izleme eğilimi içine girmiş, hatta bu eğilimlerine uygun hükümetleri de başa geçirmiştir. Olabilir. Üstelik olanaklı olduğunda, bugünden alınan “ulusal” inisiyatiflerle atılan adımların sağladıkları, böyle bir eksen değişikliğinin üzerinde yükseleceği birikimi verecektir. Ancak, şimdi böyle bir değişiklik eğilimi ve buna zemin sağlayacak, Türkiye’ye yeni eksen dayatan yeni bir güç ve yeni bir güçler ilişkisi oluşmuş da değildir. Tersine, bugünü ve Türkiye açısından belirleyici ilişkisini, en iyi açıklayan, Obama iktidara geldiği günlerde Washington’a giderek ön temaslarda bulunan, “yeni çerçeve arayışı”ndaki yeni Dışişleri Bakanı A. Davutoğlu olmuştur: “Türk-ABD ilişkilerinde en iyi döneme giriyoruz.” Bu açıklama, bırakalım eksen değişikliğini, Türkiye ve ABD’nin ilişkilerindeki sorunlu dönemi atlatarak, bölgeye yönelik stratejik işbirliğini yenilediklerinin ilanından başka bir şey değildi.
Suriye ile ilişkileri alalım. Suriye, eski Sovyet yanlısı, Batı’dan uzak bir ülkedir. Irak savaşının ardından İran’la stratejik savunma anlaşması yapmıştır, ama İran gibi güçlü ve dayanıklı bir ülke de değildir. On yıl önce bu ülkeye savaş açma tehdidinde bulunmuş olan Türkiye, henüz Obama öncesi Amerika ile ilişkilerini yenilemeden ve daha Irak’ta Amerikalılar tarafından askerlerinin başına çuval geçirilmesinin şokunu tam atlatmadan, ama hafiflemesiyle birlikte, Suriye ile özel bir ilişki tutturmaya çalışmıştır. İsrail’le barış görüşmelerinde arabuluculuğu da kapsayan bu ilişkinin Amerikalılar ve genel olarak Batılılardan habersiz ve bir dayatma olarak geliştirilmeye çalışıldığı sanılmamalıdır, ama Batı ve özellikle ABD’nin Suriye’yi kuşatma ve dayatmalarla çökertme asıl yaklaşımından farklılaştığı da ortadadır. Türkiye, bir tür “iyi polis” rolü üstlenmiş, bal gibi, Suriye’ye yönelik asıl çizgi olan “kuşatma” çizgisiyle birleşen ve onu güçlendiren bir tutum izlemiş, ama örneğin -son zamanlarda diplomatik yöntemlerle kazanma eğilimini benimsemekte oluşundan da güç aldığı- Amerikalıların doğrudan dayatmalarından farklı ve Suriye’ye Batıya doğru yürümesi gereken yolu açan dolaylı kolaylıklar sağlama ve “ikna” ve “iyilikle teslim alma” tutumuyla bu ülkenin Batı’ya kazandırılmak üzere yakınlaştırılmasında ciddi bir mesafe alınmasına önemli katkıda bulunmuştur.
Bu sonucu yalnızca Türkiye’ye ve aldığı inisiyatife yormak, kuşkusuz ki doğru olmaz. Suriye’ye yönelik Batılı kuşatma olmasaydı, bu ülkenin yalnızca Türkiye’nin “dostluk” gösterileriyle yüzünü Batıya çevirmesi tabii ki sağlanamazdı. Batılı kuşatma ve Suriye’nin önünde Irak örneği olması, diz çöktürücü asıl unsurdur; inisiyatifi bu nedenle asıl olarak Batılılar ve özellikle Amerikalıların elinde tuttuğu, Türkiye’nin yumuşatıcı inisiyatifinin ise sınırlı bir inisiyatif olduğu belirtilmelidir. Bu nedenle, -bugün artık Türkiye’nin tutumuyla örtüşmüş olan- Batılıların tutumundan bir sapma gibi görünen Türkiye’nin Suriye’ye yönelik izlediği çizgi, ancak bir taşeronluk çizgisi olarak nitelenebilir. Yine de Türkiye kendi çıkarları doğrultusunda bir inisiyatif almıştır, ancak Suriye, asıl Türkiye’ye değil, Batı’ya yakınlaşma adımları atmış, bunu Türkiye ile olan ilişkileri üzerinden yapmış, Türkiye de Suriye karşısında Batıyı temsil etmiş ve tüm bu “macera”dan şüphesiz ki kendi payına düşen bir “yüzde” almıştır. Ne olabilir bu yüzde? Türkiye ile Suriye arasında geliştirilmiş olan “özel” ilişkilerin getireceği tüm kazançlar!
İran’la geliştirilmekte olan ilişkiler de farklı değildir.
İran’ın Batılı kuşatma altında olduğu ve özellikle Amerikan emperyalizminin hedefinde olduğu biliniyor. Batılılar İran’a ambargo uygulamaktadırlar. Sorunsa, nükleer silah geliştirme programı olarak sunulmaktadır.
Kuşkusuz, İran söz konusu olduğunda bir nükleer sorun da yok değildir, bu ülke “barışçıl amaçlar için geliştiriyorum” diyerek nükleer çalışmalar yapmakta ve kolaylıkla tahmin edilebileceği gibi, kendi üzerindeki baskının başlıca unsuru olarak görülmekle birlikte bu baskıyı kırmanın da başlıca yolu olarak herhalde nükleer silahlara ulaşmaya çalışmaktadır. Ancak, sorunun bundan ibaret olmadığı herhalde açıktır. İran dünya enerji üretiminin önemli bir bölümünü tek başına yapmakta ve “enerji” dendiğinde ilk akla gelen ülkelerin başında gelmektedir. Ve İran enerjiyi ulusallaştırmış, Amerikan kullanımına/yağmasına kapatmıştır. Bu, temel önemdedir. Öte yandan, İran stratejik konumu bakımından da başlıca çatışma ve hegemonya alanı olan Avrasya’nın odağındaki ülkelerdendir. Rusya ile komşudur ve ilişkileri iyidir; Rusya ise, ABD’nin en azından potansiyel rakibidir ve giderek öne çıkmakta, özellikle çevresindeki ağırlığı, -Gürcistan savaşından sonra- giderek daha fazla hissedilmektedir. İran, üstelik ŞİÖ gözlemcisidir de. Daha bir dizi özellik sayılabilir, ancak bunlar, Amerikan emperyalizminin İran’ı hedefine koyması için yetip artmaktadır. Birkaç yıldır, nükleer sorun ve İran’ın tam denetimi reddetmesi ileri sürülerek, ABD ve İsrail tarafından İran’a yönelik olarak düzenlenecek bir hava saldırısı gündemde tutulmakta ve bu “askeri seçenek masada” denerek ilan edilmektedir. Öte yandan Avrupalıların başlangıçtaki görece yumuşak ya da askeri harekat olmadan diz çöktürmeyi amaçlayan yumuşak görünen tutumuyla, İran’la görüşmeler yolu da açılmıştır ve ambargoyla birlikte sürdürülmektedir.
Türkiye, bu koşullarda İran’la karşılıklı ziyaretleri başlatmış ve ilişkileri geliştirme yoluna girmiştir. Ambargo nedeniyle ekonomik ve ticari ilişkileri geliştirmek zordur, büyük devletlerin koyduğu ambargo, Türkiye’nin geliştirmeye çalıştığı inisiyatifi kırmakta (ya da “eksen” kendisini dayatmakta) ve değinildiği gibi, Türkiye’nin İran’da doğalgaz çıkarma hesapları Amerikan vetosuyla karşılaşmaktadır. Yine de ticari ilişkiler ilerlemektedir. Ancak Amerikan-İran gerginliği koşullarında, Türkiye’ye başlıca siyasal içerikli ve daha çok laf üretimi üzerinden ilişkiler geliştirmeye çalışma kalmaktadır.
Geçtiğimiz aylarda Türkiye Batı’yla arabuluculuk önererek İran’la yakınlaşmaya çalışmış, ancak Türkiye’ye gereksiz yere prim tanımak istemeyen İran tarafından bu öneri açıktan reddedilmiştir. Bu, Türkiye’ye içeriği tamamen boş laflar yoluyla İran’la ilişkilerini geliştiremeyeceğini göstermiş ve bu kez, Suriye’ye karşı üstlenilen “iyi polis” rolünün bir benzeri, İran’ın önem vereceği düşünülen birkaç argüman da kullanılarak yürütülmek üzere gündeme alınmıştır. Washington görüşmelerinde konunun ele alınmış olması gerektir, Türkiye’nin, Suriye konusunda olduğu gibi, ama onunla kıyaslandığında “çok daha tehlikeli sularda kulaç atmak” demek olan İran’la “yakınlaşma”sını Batılılar ve özellikle Amerikalılardan habersiz gündemlerine alma olasılığı herhalde yoktur. Ve tersine, yakın geçmişteki gelişmeler hatırlanırsa, daha Bush zamanından beri (örneğin Erdoğan’ın Büyükanıt’ının ikinci başkanıyla birlikte katıldığı ünlü 5 Kasım Washington görüşmesinde) ABD, durmaksızın bölgenin iki önemli gücü arasındaki sorunları hatırlatarak, Türkiye’yi İran’a karşı aktif politika yürütmeye yönelmiş, ama bölgeye ilişkin inisiyatif almaya zorlamıştır.
ABD’nin yönelttiği bu aktifleşme iki türden olabilirdi: Birincisi, giderek yerini kuşatmanın görüşmeler ve ambargo yoluyla sürdürülmesine bırakarak, olasılığı azalan askeri seçenek çerçevesinde, özellikle kara gücüyle yer almak ve ikincisi, daha özel ve görüşmeler yoluna uygun bir rol üstlenmek. Türkiye’nin de tercihiyle, ikincisi üzerinde fikir birliği oluşturulduğu ve Türkiye’nin ikinci seçeneği uygulamaya koyduğu anlaşılmaktadır. Ancak yine kuşatma sürmektedir ve Türkiye kuşatmayı zayıflatacak değil, ondan güç alarak İran’ı yumuşatacak bir inisiyatif üstlenmiş görünmektedir.
Bu inisiyatifin unsurları, İran belirli bir yumuşama sürecine girdikçe uygulanabilir olacak ekonomik ve ticari yakınlıklarla, ki bunlar aynı zamanda Türkiye’nin yüzdelik payı da olacaktır, nükleer sorun ve İsrail’e ilişkindir.
Hem nükleer hem de İsrail’e ilişkin inisiyatif Davutoğlu’ndan çok başbakan Erdoğan tarafından üstlenilmiş ve yürütülmektedir. İsrail’in neredeyse itilip kakıldığı türden eleştirilmesi ve dışlanması, İran vb. Müslüman ülkeler üzerinde bir etkiyi amaçladığından, politik tutum olarak hoyratça yürütülmüş olsa da, kuşku yok ki, Obama ABD’sinin Ortadoğu yaklaşımı çerçevesine sığdırılmıştır. Ortadoğu’da ilişkileri stabilize etme politikası izleyen Obama, İsrail’in yeni hükümetinin milim geri adım atmayan, tersine eski saldırganlığını tırmandıran tutumundan hoşnut değildir ve İran’a yönelik bir Türk açılımını olanaklı kılmaya yarayacağını da bilerek, İsrail’i Türkiye ile terbiye etme tavrı geliştirerek, doğrudan İsrail eleştirmeni görünmekten de kaçınmış olmakta, deyim yerindeyse “kestane”yi “ateşten” Türkiye’ye “aldırmaktadır”. Ancak bu Türkiye’nin de işine gelmekte ve İsrail eleştirmenliğiyle Ortadoğu’nun Müslüman ülkeleri ve halkları nezdinde ciddi bir prestij elde etmiş olmaktadır.
Ve nükleer sorunda, zaten hiç kimse barışçıl amaçlı nükleer faaliyetlere karşı çıkmazken, aynı hoyratlıkla Erdoğan, bu sorunu da, İran’la yakınlaşma amacıyla kullanma yoluna gitmiş ve İsrail eleştirmeliğiyle de birleştirerek, Cumhurbaşkanı Gül tarafından düzeltilse ve sonradan geri alsa da, “İsrail’in nükleere silahları varsa İran’a da bir şey denemez” içerikli bir açıklama yaparak ileri bir adım atmıştır.
27 Ekim tarihli Türkiye medyası, başbakan Erdoğan’ın verdiği demeç üzerine kaleme alınan The Guardian’daki İran ve nükleer silahlara ilişkin haberlerle doluydu. Guardian, “Erdoğan’ın, Batı’nın, İran’ın nükleer silah sahibi olmaya çalıştığına ilişkin kaygılarını ‘dedikodu’ olarak nitelendirdiğini” belirterek, “İran’ın nükleer silahı olmamasına rağmen, bu ülkenin nükleer silaha sahip olmaması gerektiğini söyleyenler, nükleer silah sahibi olan ülkelerdir” dediğini aktarmıştı.
Birkaç gün sonraysa, İran devlet televizyonu IRIB, Erdoğan’ın, Tahran’da Ahmedinecad ile yaptığı görüşme sırasında, “İran’ın nükleer haklara sahip olduğunu” vurguladığını ve “Küresel nükleer silahsızlanma çağrısı yapıp duranlar işe ilk önce kendi ülkelerinden başlamalılar” dediğini duyurdu.
Türkiye’nin İsrail’i Anadolu Kartalı adlı yıllık ortak askeri tatbikattan dışlamasının üzerinden de henüz fazla zaman geçmemesiyle birlikte düşünüldüğünde, açıklamalar İran’ın fazlasıyla hoşuna gidecek ve belki de büyütülmesine çalışılacak “karşı cephede bir çatlak” olarak değerlendirilip alkışlanacaktı. Yine IRIB’e göre, “İsrail’in bütün devletler için tehdit oluşturduğunu” söyleyen Ahmedinecad, görüşme sırasında, Erdoğan’ın İsrail’e karşı tutumuyla ilgili memnuniyetini dile getirerek, “Siyonist rejime karşı açık tutumunuz İslam dünyasında olumlu bir etki yarattı ve birçok ulusu mutlu etti” demişti.
Ahmedinecad’ın umduğu ya da daha çok teşvik ettiği türden midir Türkiye’nin İran’a yönelik açılımı, yoksa Türkiye Amerikan stratejisine bağlanarak, Suriye gibi İran’ı da Batı’ya yakınlaştıracak yolu mu açmaya çalışmaktadır? Herhalde zaman öğretici olacaktır, ancak arkasında 2500 yılın birikimine sahip deneyli bir bürokrasi ve diplomasi varken Ahmedinecad’ın ham hayale kapılmayacağı, onun da karşılık olarak Türkiye’nin geliştirmekte olduğu politikayı değerlendirmeye ve ondan amaçlarının tersine karşı cephenin altını oymak için yararlanmaya çalıştığı ve çalışacağı herhalde kesindir. Ve zaten hayale kapılması için hiçbir neden yoktur, çünkü sadece Erdoğan’ın kendisi ve Gül’ün düzeltmeleri değil, ama ötesinde bir de Patriotlar konusu vardır.
Erdoğan, Tahran’daki konuşmasında, ileriye gittiğini bilerek ve toparlamaya çalışarak, nükleer konusunu barışçıl nükleer çalışmalarla sınırlamaya yönelmiştir: “Türkiye, nükleer silahlanma noktasında nerede olursa olsun bunun engellenmesine yönelik bir tavrın içindedir. İnsani amaçlı olarak nükleer enerjiyi kullanmak her ülkenin en tabii, doğal hakkıdır. Bu İran’ın da Türkiye’nin de hakkıdır. Soruna uluslararası toplumun güvenlik kaygılarını dikkate alan bir çözüm bulunmalıdır.”
Slovakya yolunda uçakta Sedat Ergin’e konuşan Gül’se, daha ileriden bir “toparlama” ile Türkiye’nin “haddini bildiğini” ortaya koymuştur:
“Türkiye şunu söylüyor: Bir,’Ben nükleer silahlara karşıyım’ diyor. İki, ‘Bölgemde bütün nükleer silahlara karşıyım’ diyor. Hele komşumda hiç istemem, şüphesiz ki… Üç, ‘Barışçı amaçlı nükleer enerjiden herkesin faydalana hakkı var, faydalanabilir’ diyor. Dördüncü olarak, İran’la bu mesele diplomasiyle, diyalogla çözülsün istiyor. Savaş istemiyor Türkiye. Aslında bu kadar net, hükümetin de net, hepimizin net…” Böylelikle afra tafradan geriye bir şey bırakılmamış oluyor!
Son haber, önceden sızdırılan ve son Türkiye ziyaretinde Ahmedinecad’a da iletildiği konuşulan İran’ın atom yakıtı yapmakta kullanılacak uranyumun Türkiye’de depolanmasına yönelik kuşatmanın devamı niteliğindeki talebin, Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu tarafından Türkiye’ye resmen önerilmiş olmasıdır. Bununla, tüm nükleer sorun ve İsrail’in eleştirisi edebiyatının nedeni ve nereye bağlanmak istendiği anlaşılmış olmakta, sorunun, Türkiye aracılığıyla İran’ın teslim alınmasında “iyilik”le adım atılması çabasından ibaret olduğu, İran yüzünü Batı’ya dönerse, aradan Türkiye’nin petrol vb. olarak payını almak üzere bu ülkeyle iyi ilişkilerin aracılığını sürdüreceği açıkça anlaşılmaktadır.
BARIŞÇIL DIŞ POLİTİKA NEREDE?
Patriotlar konusu ise tuzu biberidir, ama zaten diplomasinin savaşsız ve “sıfır sorun” esasıyla ilişkiler öngördüğünü Amerikancı aktivite ihtiyacı içinde “yeni çerçeve” analizleri yapma durumundaki Davutoğlu ortaya atmıştır. İlk kez o keşfetmemiştir tabii ki bu uydurmayı; salt barışçıl amaçları, diplomasi tarihi boyunca neredeyse dile getirmemiş diplomat yoktur, ama kesin ve uzun vadeli kararları veren daima savaşlar olmuş, diplomasi hiçbir zaman savaşları ve savaşa dayalı çözümleri dışlamamıştır. Ekim Devrimi ile başlayan yeni çağda, daha ilk günden itibaren, sosyalizmin gizli anlaşmaların açıklanmasını ve ikili ve çok taraflı barış önerilerini yedi düvele yapması ve bu yöndeki en küçük imkanları değerlendirmesi tek örnektir.
Şimdi de “sıfır sorun” denmekte ve dış politikada açılımlar yapılmaktadır, ancak kapitalist emperyalist güç ilişkileri ve dengeleri içinde silahlanmaktan, hem de kuşkusuz başkalarına karşı değil, “açılım” icabı “tabii hakkıdır” denilen İran’a karşı silahlanmaktan kaçınılamamaktadır. Patriotlar, Batı basınında menzili İstanbul’u da bulduğu söylenerek, İran tarafından geliştirildiği iddia edilen, atom başlığı da taşıyabilecek uzun menzilli füzelere karşı füze savar füze olarak alınacaktır. Ve milyarlarca dolara alınacaktır. Bu harcamayla yüzlerce okul ve kapatılmakta olan sağlık ocaklarından yapılabilecekken ve üstelik barıştan ve “sıfır sorun”a dayalı dış politikadan ve İran’la dostluktan söz ederken harcanması göze alınan milyarlar, bütün bir “çok taraflı” ikiyüzlülüğü açığa vurmaktadır.
Bir kez daha kanıtlanmaktadır ki, barışçı dış politika güzel laflarla yürütülebilir değildir. Emperyalizme karşı tutum almadan ve burjuva gericiliği dışlanarak halktan halka ilişkiler geliştirilmesine girişmeden barış ve sorunsuz ülkeden ülkeye ilişkiler olanaksızdır!