Kapitalizmin üretim anarşisine dayalı yapısı itibariyle dalgalanmalara açık olduğu, her büyük genişleme döneminin şiddetli bir krize ve daralmaya gebe olduğu yaklaşık yüz elli yıl önce Marx tarafından dile getirilmişti. Buna rağmen egemen iktisat teorisi her genişleme döneminde yeni bir umutla “krizsiz bir kapitalizm” söylemine sıkı sıkıya sarılmış, savunucuları Marksizmin tarihsel yenilgisini ilan etmekte vakit kaybetmemişlerdir. Kriz dönemlerinde ise, egemen teoride yaşanan kaos üstü örtülmeye çalışılan Marksizm ve diğer eleştirel yaklaşımların yeniden su yüzüne çıkmasını engellenemez kılmıştır.
Bugün içinde bulunduğumuz ekonomik bunalım, egemen iktisat ideolojisinde kırılma yaratacak derecede güçlü ekonomik bunalımlardan birisidir. Ve o çok korkulan Marx’ın hayaleti akademinin puslu koridorlarında bir kez daha dolaşmaya başlamıştır. Kapitalizmin yaşadığı derin bunalım ve içe dönük ideolojik sorgulamalarla birlikte akademide yeniden kendine yer bulmaya başlayan bir diğer isim ise J. M. Keynes’dir. Her ne kadar hiçbir zaman Marx gibi tümüyle iktisat öğretisinin dışına itilmeye çalışılmasa da, Keynes ve öğretisi de sosyal devletin hızla tasfiye edildiği, özelleştirmelerin yaşandığı bir süreçte kapitalizmin dönemsel gereksinimleri ile uyuşmadığı için revaçtan düşmüş, miadını doldurduğu düşüncesi akademiye egemen olmuştur. Ve tıpkı Marx gibi, yaşanan kriz kapitalizmin yapısal kimi bozukluklarını tahlil etmekle beraber Marx’ın aksine onu sürdürülebilir kılmayı amaç edinmiş Keynes’i de bir kez daha su yüzüne çıkarmıştır. Bugün kapitalizmin krizlerine yaptığı vurgular nedeniyle bir kez daha ön plana taşınan bu iki yaklaşımın temel çelişkileri geçmişte olduğu gibi günümüzde de işçi hareketi içerisinde yaşanan devrim ve reformizm tartışmalarının da teorik altyapısını oluşturmaktadır.
TALEP YÖNLÜ ELEŞTİRİLERİN HAREKET NOKTASI: SAY YASASI
Keynes’in klasik iktisada getirdiği eleştirinin merkezinde ünlü “Say yasası” yer almaktadır. İlk olarak Say tarafından dile getirildiği halde, bugüne ulaşan rijid formülasyonu Ricardo’ya ait olan yasa basit ifadeyle kapitalizmde aşırı üretimin ve eksik istihdamın olanaksızlığını ifade eder.
Jean Baptist Say piyasaya arz edilen her üretimin eşit derecede talep yarattığını ve bu nedenle piyasanın kendiliğinden dengeye geleceğini ileri sürmüştür. Eşitliğin arz tarafında yer alan faktörlere karşılık gelen gelir (ücret, kira, faiz ve kar), piyasada eşit miktarda mal alımında kullanılmakta ve denklemin aynı zamanda talep tarafını oluşturmaktadır. Bu nedenle tekil olarak kimi mallar açısından arz talep dengesizliği söz konusu olabilirken toplamda ekonomi dengede işlemektedir. Malthus dışında tüm klasik iktisatçılar tarafından benimsenen bu kurama göre savaşlar, salgın hastalıklar veya doğal felaketler gibi dışsal etkenlerle ekonomi dönemsel olarak genel dengeden uzaklaşabilir, işsizlik oluşabilir, ama uzun vadede tam istihdam noktasında dengeye ulaşılır.
Say’in “her arz kendi talebini yaratır” şeklinde özetlenen bu argümanı 1800’lerden bugüne değin iktisat literatüründeki tartışmaların ana ekseninde yer aldı. J.M. Keynes Malthus’un Ricardo başta olmak üzere “Say yasasını” benimseyen diğer klasik iktisatçılarla tartışmalarına değinirken “Eğer Ricardo değil de Malthus 19. yüzyıl iktisadının temelini oluşturan ana akım olsaydı bugün dünya daha bilge ve müreffeh bir yer olurdu” derken iki önemli yazar arasındaki anlaşmazlığın modern ekonomi kuramında da halen önemli bir yer tuttuğunu vurgulamaktaydı.1
Klasik iktisatçıların temel yanılgısı sermaye birikimine dayalı kapitalist ekonomi ile geçimlik üretimin ağırlıklı olduğu feodal ekonomi arasındaki farklılıkları algılamaktaki eksiklikleridir. Egemen üretim tarzının sermaye birikimi amaçlı değil geçimlik üretime dayandığı, parasallaşmanın düşük düzeyde olduğu, değişimin büyük oranda takasa dayalı olduğu kapitalizm öncesi ekonomilerde pazara getirilen bir koyun aynı zamanda hem arz hem talepti. Koyunun sahibi sattığı hayvanın karşılığında ihtiyaçlarını pazardan temin ediyor böylece satılan mal aynı zamanda pazardaki diğer mallara yönelik alım gücünü oluşturuyordu. Böylesi ekonomilerde paranın rolü iki malın değişimine aracılık etmekle sınırlıydı. Peki kısıtlı oranda da olsa paraya neden ihtiyaç duyulmaktaydı?
Paranın olmadığı durumda pazara koyun getiren ve karşılığında buğday almak isteyen kişi, buğday satan ve karşılığında koyun almak isteyen bir kişi bulmak durumundadır. Aksi takdirde koyunu sözgelimi arpayla takas edecek ve biraz şansı varsa arpa karşılığı buğday temin etmeye çalışacaktır. Böylesi bir ortamda ticaretin gerçekleşmemesi olasılığı bir yana, zorlaşacağı ve hacminin düşeceği bir gerçektir. Bu anlamda paranın varlığı değişimi kolaylaştırmakta, ticareti geliştirmekte önemli rol oynamıştır. Paranın bir diğer kullanımı ise birikim amaçlıdır. Takasta kullanılan ihtiyaç mallarının aksine saklanabilir, dayanıklı ve zaman içerisinde değerini koruyan niteliği dolayısıyla para aynı zamanda bugünkü tüketimin ertelenerek geleceğe yönelik tasarrufuna da olanak tanımaktadır. Geçimlik üretime dayalı toplumlarda üretim gündelik tüketimin karşılanması üzerine planlandığından paranın birikim amaçlı kullanımı daha kısıtlı bir yer tutmaktaydı.
Parasallaşmanın ve kredi piyasalarının hızla genişlediği kapitalist sermaye birikimine dayalı günümüz toplumlarında ise tüketimin ertelenebilmekte ya da gelecek dönemdeki gelirin önceki dönemlerde tüketilebilmekte (kredi kartları, tüketici kredileri vs. aracılığıyla) olduğunu görüyoruz. Bu durum piyasaların hacminin hızla büyümesini sağladığı gibi önceki dönemdeki kar beklentileriyle şekillenen yatırımların ve mal arzının aşırı üretim krizlerine yol açmasını da kaçınılmaz kılmaktadır.
Say yasası klasik iktisatçılar tarafından büyük oranda kabul görmüş 1929 krizine kadar egemen iktisat teorisinin merkezinde yer almaya devam etmiştir. Klasik iktisatçılar içerisinde bu kuramın en önemli muhalifi olan Malthus kapitalist üretimin eksik-tüketime dayalı karakterine dikkat çekerken, işçiler gibi artı değer üretmeyen ya da kapitalist gibi üretime yatırım yapmayan toprak sahiplerinin lüks tüketiminin talep yetersizliğini ya da aşırı üretimi gidermekteki önemi üzerinde durmuştur. 1936 yılında, Büyük Buhran’ın etkilerinin henüz savılamadığı bir ortamda “Genel Teori” adlı eserini yayımlayan Keynes de Malthus’un bıraktığı yerden devam etmiştir. Daha önce (Lenin’in Emperyalizm kitapçığında sıkça referans verdiği) J.A. Hobson tarafından da ifade edildiği gibi gelir seviyesi arttıkça bireylerin marjinal tüketim eğilimi (ilave gelirin tüketime ayrılan kısmı) düşmektedir. Dolayısıyla, ücretli kesimin marjinal tüketim eğilimi son derece yüksek iken, kapitalist sınıf el koyduğu artı değerin ancak ufak bir bölümünü tüketir ve geri kalan bölümünü tasarrufa yönelir. Burada kritik unsur tasarrufların yatırıma dönüşmesidir. Bu yatırım bir yandan talep yarattığı gibi diğer yandan sistemin üretim kapasitesini arttırarak büyümeyi sağlar. Ne var ki, bu tüm tasarrufların kısa zamanda harcamaya dönüşeceği anlamına gelmez. Burada “sermayenin marjinal etkinliği” ve piyasa faiz oranları arasındaki ilişki önemlidir. Keynes’e göre sermaye bollaştıkça ve yatırımlar arttıkça sermayenin marjinal etkinliği ya da diğer bir deyişle yatırımın getirisi düşmektedir. Kapitalist getiri oranı piyasa faiz oranlarının üzerinde olduğu sürece yatırıma yönelecektir. Aksi takdirde ise, tasarrufunu yatırıma dönüştürmeyerek istifleyecektir. Kapitalistler özellikle durgunluk dönemlerinde cazip kar olanakları bulamadıklarından tasarrufların yatırıma dönüşme oranı azalmakta, işten çıkarmalarla kriz daha da keskinleşmektedir.
Dolayısıyla Keynes açısından sistemin büyümesini sağlayacak ana unsur tüketim ve yatırım harcamalarından oluşan “toplam talep”tir. Kriz sürecinde kapitalistlerin yatırımları kısarak işten çıkarmalara yönelmeleri, ücretleri düşürmeleri ücretli kesimin tüketimini daha da baskılamakta, geleceğin belirsizliği nedeniyle tasarruf eğilimini arttırmakta ve aşırı üretim krizini derinleştirmektedir. Keynes’e göre serbest piyasanın bu açmazından kurtulmasının yolu genişletici para politikaları, devlet harcamalarının arttırılması ve marjinal tüketim eğilimini arttıracak şekilde gelir dağılımının yeniden düzenlenmesi yoluyla toplam talebin desteklenmesinden geçmektedir. Keynezyen reçeteye göre daralma dönemlerinde merkez bankaları faiz oranlarını düşürerek tüketimi ve tasarrufların yatırıma dönüşmesini kolaylaştırmalıdır. Piyasa faiz oranı zaten düşmekte olan sermayenin getiri oranının altına çekildiğinde yatırıma yönelik kredi talebinin de canlanacağı varsayılmaktadır. Ne var ki, yakın geçmişte Japonya’da ve günümüzde dünya ekonomisinin büyük bölümünde görüldüğü gibi faiz oranlarının düşürülmesi belli bir seviyeden sonra tasarrufların yatırıma dönüşmesini sağlamakta yetersiz kalmaktadır. Keynes’in “likidite tuzağı” adı verdiği bu koşullar altında bütçe açığı verilerek, devlet harcamalarının arttırılması ve bu harcamaların yaratacağı çarpan etkisiyle toplam talebin yukarıya çekilmesi elzem olmaktadır.
Marx’ın Joan Robinson başta olmak üzere kimi Keynezyen iktisatçılar tarafından tüketimin önemini ihmal etmekle, hatta Say yasasını kabul etmekle eleştirildiği bilinmektedir.2 Marx’ın görüşlerine dair bu yanılgı büyük ölçüde Marx’ın Malthus-Sismondi ekolünün “eksik-tüketim” teorilerini ısrarlı eleştirisinden kaynaklanmaktadır. Oysa ki Marx Keynes’den uzun bir süre önce Say yasasının ve Ricardo’nun kapsamlı bir eleştirisini sunmuş, aşırı üretimin dinamiklerine dikkat çekerken, artı değerin üretimi kadar realizasyonunun (malın karla satılabilmesi) da önemine vurgu yapmıştır.3
“Doğrudan doğruya sömürü koşulları ile, bu sömürünün gerçekleştirilmesi (realizasyonu) koşulları özdeş değildir. Bunlar yalnız yer ve zaman olarak değil mantıken de birbirinden farklıdır. Birincisi yalnız toplumun üretici gücü ile, ikincisi ise, çeşitli üretim kollarının aralarındaki orantılı bağıntı ve toplumun tüketici gücü ile sınırlıdır. Ama bu son sözü edilen güç, ne mutlak üretim gücü ile ve ne de mutlak tüketim gücü ile belirlenmeyip, toplumun büyük bir kesiminin tüketimini, az çok dar sınırlar içerisinde değişen bir asgariye indirgeyen uzlaşmaz karşıtlık halindeki bölüşüm koşulları temeline dayanan tüketim gücü ile belirlenir Bu, bir de, birikim eğilimi ile, sermayeyi genişletme ve genişlemiş ölçekte artı-değer üretme dürtüsü ile sınırlandırılmıştır… Ne var ki üretkenlik geliştikçe kendisini, tüketim koşullarının dayattığı dar temeller ile o denli çatışır bulur.”4
“…görüldüğü gibi, üretime yatırılmış bulunan sermayenin yerine konması, geniş ölçüde, üretken olmayan sınıfların tüketim gücüne bağlı bulunuyor; oysa işçilerin tüketim gücü kısmen ücretler yasası ile, kısmen de bunların kapitalist sınıf tarafından karlı bir biçimde çalıştırılabildiği sürece kullanılmaları olgusu ile sınırlıdır. Bütün gerçek bunalımların son nedeni, daima kapitalist üretim güçleri sanki yalnız toplumun mutlak tüketim gücü bu güçlerin sınırını teşkil edermişçesine geliştirme çabasına zıt olarak, kitlelerin yoksulluğu ve sınırlı tüketimidir.” 5
EKSİK TÜKETİMCİ YAKLAŞIMLARIN MARKSİST ELEŞTİRİSİ
Yukarıdaki alıntılardan da anlaşıldığı gibi Marx kapitalist üretimin genel yasaları gereği ancak kendini yeniden üretebilecek seviyede bir ücrete mahkum edilen emekçilerin düşük tüketim gücünün, sermayenin sınırsız üretim arayışı ile oluşturduğu çelişkinin altını ısrarla çizmektedir. Ama buradan kapitalizmi krize sürükleyen başlıca etkenin “eksik-tüketim” olduğu sonucuna varmak büyük hata olur. Engels’in de belirttiği gibi artık emeğine el konan geniş kitlelerinin “eksik tüketimi” kapitalizme özgün bir durum değildir. Sömürünün ve artık emek aktarımının söz konusu olduğu tüm sınıflı toplumlar için geçerlidir. Ne var ki, ekonomik krizler ancak kapitalizme özgün bir durumdur. Bozuk gelir dağılımı, ya da ürettiği artı değere el konulan kitlelerin “eksik tüketimi”, kapitalizmin krize açık yapısının ardındaki önemli etkenlerden biri olmakla beraber tek başına krizlerin neden kapitalizm öncesi diğer sınıflı toplumlarda değil de, kapitalizmde yaşandığını açıklamakta yetersiz kalmaktadır.
“Ne yazık ki, yığınların eksik-tüketimi, yığın tüketiminin, yaşama ve çoğalma bakımından zorunlu asgariye indirgenmesi, hiç de yeni bir olay değil. Sömüren ve sömürülen sınıflar var olduğundan beri bu olay da vardı….Öyleyse, eksik tüketim binlerce yıldan beri devam eden tarihsel bir olgu olduğuna, oysa pazarın, üretim fazlalığı sonucu olan bunalımlarda patlak veren durgunluğu, ancak elli yılan beri duyulur bir duruma geldiğine göre, yeni çatışmayı, yeni aşırı üretim olayı ile değil, ama binlerce yıllık eksik-tüketim olayı ile açıklamak için Bay Dühring’in tüm bayağı iktisat yavanlığı gerek.”6
Marx’ın da sık sık vurguladığı gibi kapitalizmin ayırt edici özelliği tüketim amaçlı mübadelenin (M-P-M) egemen olduğu pre-kapitalist toplumların aksine birikim amaçlı (P-M-P) mübadele ya da “birikim amaçlı birikim”dir. Bu aşırı birikimin ardında yatan “sürekli kar arayışı” ile bozulan gelir dağılımının sınırladığı toplumsal tüketim arasındaki temel çelişki aşırı üretime neden olan başlıca etkendir. Marx’ın üretim anarşisi olarak da adlandırdığı durum kapitalist rekabetin ve kar arayışını doğal sonucu olarak sürekli genişleme arayışındaki sermaye ile aynı kar arayışının sonucu olarak sınırlanan ücretli emeğin tüketim gücü arasındaki ayrışmanın bir sonucudur.
Eksik tüketim yaklaşımlarının bir diğer önemli problemi kapitalizmin krizinin neden sürekli bir durum olmadığını açıklamaktaki yetersizliğidir. Diğer bir deyişle bozuk gelir dağılımı ve gelirinin tümünü tüketmek durumunda olan geniş emekçi kitlelerinden yapılan artı değer transferi sürekli bir durumdur. Ne var ki, kapitalizmin aynı koşullar altında büyük genişleme yaşadığı dönemler de göz ardı edilemez. İşte Marx’ın Kapital 2’de sermaye birikim sürecini açıklamak için kullandığı yatırım ve tüketim malları üreten iki sektöre dayalı genişletilmiş yeniden üretim şeması sistemin dengede büyümesini mümkün kılan bu hassas koşulları ortaya koymaktadır. Burada amaçlanan kronik eksik tüketimcilerin aksine kapitalizmin genişleme dönemlerini de açıklama çabasıdır, elbette ki genişlemenin kalıcılığını değil.
Marx, günümüzde içine Keynesciliği de dahil edebileceğimiz eksik tüketimci yaklaşımların gelir dağılımının yeniden düzenlenmesi ve işçi sınıfının gelirden aldığı payın yükseltilmesi yoluyla krizlerin önlenebileceği şeklindeki argümanını da şiddetle eleştirmektedir. Ücretlerin yükselişi kapitalistler açısından hiçbir dönem tercih edilmeyeceği gibi kriz döneminde zaten düşmekte olan kar oranlarını daha da aşağıya çekerek kapitalizmin krizini derinleştirecektir.
“Bunalımlara, fiili tüketim ya da fiili tüketici azlığının neden olduğunu söylemek, boş bir yinelemeden başka bir şey değildir. Kapitalist sistem, fiili tüketim biçiminden başka bir tüketim biçimi, sub forma pauperis ya da dolandırıcılık dışında bir tüketim biçimi tanımaz. Metaların satılamaması, ancak, bunlar için fiili satıcı, yani tüketici bulunmaması anlamına gelir (çünkü, son tahlilde, metalar üretken ya da bireysel tüketim için satın alınırlar). Bir kimse, eğer işçi sınıfının kendi ürününden çok küçük bir kısım aldığını, bundan daha büyük bir pay aldığı zaman ve dolayısıyla ücretleri yükselir yükselmez bu kötülüğe bir çare bulunacağını söyleyerek bu boş yinelemeye derin bir gerekçe görüntüsü vermeye kalkışırsa, bunalımların daima ücretlerin genellikle yükseldiği ve işçi sınıfının, yıllık ürünün tüketime ayrılan kısmından daha büyük bir pay aldığı bir dönemde hazırlandığına işaret etmek yeteri olacaktır.”7
Lenin’in emperyalizm kitapçığında Hobson’ın kitlelerin alım gücünün yükseltildiği, gelir dağılımının eşitlikçi bir şekilde düzenlendiği bir kapitalizmde sermaye fazlasının ortadan kalkacağı dolayısıyla emperyalizmin de bir zorunluluk olmaktan çıkacağına dair argümanına verdiği cevap da benzerdir.
“Kuşkusuz, kapitalizm, bugün her yerde sanayiye göre geri kalmış tarımı geliştirebilseydi, baş döndürücü teknik ilerlemeye karşın, her yerde aç ve yokluk içinde bulunan halk kitlelerinin yaşam düzeyini yükseltebilseydi, bir sermaye fazlası sorunu olmayacaktı. Kapitalizmin küçük burjuva eleştirmenleri her fırsatta bu ‘kanıtı’ ileri sürmektedirler. Ama o zamanda kapitalizm, kapitalizm olmaktan çıkacaktı, çünkü gelişmesindeki eşitsizlik, yığınların yarı aç yaşıyor olması bu üretim tarzının koşulları ve kaçınılmaz temel öncülleridir.” 8
Bizzat Keynes’in kendisi de talep yönünde yarattığı tüm sorunlara rağmen eşitsiz gelir dağılımının sermaye birikimine katkısını takdir etmekten kendini alamaz. “Barışın Ekonomik Sonuçları” adlı çalışmasında Keynes “Savaştan yarım yüzyıl önce oluşan ve insanlığa büyük fayda sağlayan bu dev sermaye birikiminin refahın eşit bir şekilde dağıtıldığı bir toplumda ortaya çıkması mümkün değildir” diye yazar.9
KEYNESCİ POLİTİKALARIN YÜKSELİŞİ VE DİNAMİKLERİ
Keynes’in teorisinin yükselişi kapitalizmin en sıkıntılı dönemine denk gelmiştir. Kapitalizm Marx’ın tüm öngörülerini haklı çıkaracak biçimde hızla tekelleşmiş, sınıflar arasında gelir uçurumu büyümüş ve patlak veren aşırı üretim krizi ile birlikte tırmanan işsizlik büyük bir sefaleti de beraberinde getirmiştir. İşsizliğin yüzde 20’lerin üzerinde seyrettiği bir ortamda durum klasik iktisatçıların bireylerin mevcut piyasa ücretlerini karşısında çalışmamayı tercih ettiği “gönüllü işsizlik” kavramı ile açıklanamayacak bir boyuta ulaşmıştır. Diğer yandan, kısa bir süre önce devrim yaşamış SSCB ekonomisi iç savaşın yaralarını sarmış, hızlı bir yeniden yapılanma ve büyüme sürecine girmiştir. Kapitalizmin sorgulanmasını kaçınılmaz kılan bu ortamda, egemen ideoloji belki de hiçbir zaman olmadığı kadar kendini savunmasız hissederken, egemen sınıfların komünizm paranoyası giderek güçlenmektedir. Keynes de böylesi bir ortamda komünizm tehdidine karşı duyulan endişeleri paylaşmakta ve amacının kapitalizmi kurtarmak olduğunu ısrarla vurgulamaktadır. “Genel Teori”de devletin ekonomiye müdahale alanının genişletilmesi, gelir dağılımının düzenlenmesi gibi önerilerinin bireyciliğe saldırı gibi algılanmaması gerektiğinin altını çizerken, aksine amacının bireysel girişimin mevcudiyetini sağlayan sistemin yıkılmasını önlemek olduğunu belirtmektedir.10 Yine benzer bir şekilde, 1933 yılında Başkan Roosevelt’e yazdığı mektubunda da ABD’de uygulamaya konan New Deal politikalarının mevcut sosyal yapıyı koruyarak kapitalizmin sorunlarını gidermede önemli bir deney oluşturduğuna dikkat çekmiş, başarısızlık halinde oluşacak ön yargı sonucunda meydanın tutucu piyasa taraftarları ile devrimcilere kalacağını ifade etmiştir.11
Keynesci politikaların en bilinen örneklerinden birini teşkil eden New Deal’ın zamanlaması da büyüyen toplumsal muhalefetin bu dönüşümdeki rolünü ortaya koymaktadır. New Deal’ın açıklandığı 1933 yılı itibariyle krizin başlangıcından itibaren 3 yılın üzerinde bir zaman geçmiş, işsizlik rakamları hali hazırda yüzde 4.6 seviyesinden yüzde 19.8’lere tırmanmıştır (tarihi zirvesi ise 1934 yılında ki yüzde 21.30 seviyesidir). Bu süre zarfında uygulamaya konulmayan önlemler, 1932 yılında yapılan seçimler sonrasında koltuğu Cumhuriyetçi Hoover’dan devralan Demokrat aday Roosevelt ile birlikte devreye sokulmuştur. Bu seçimin sonuçlarının bir diğer özelliği ise Amerikan toplumundaki hızlı radikalleşmeyi gözler önüne sermesidir. Keza, “iki partili” sisteme rağmen 1 milyon Amerikalı Sosyalist ya da Komünist adaylara oy vermiştir. Bu rakam önceki seçimlerdeki toplamın 3 katından fazladır. Yine aynı dönemde Lousianalı senatör Huey Long devletin herkese yıllık 2500 dolar gelir garanti etmesi, zenginler üzerindeki vergilerde keskin bir artış sağlanarak sosyal harcamaların arttırılması ve benzeri radikal popülist söylemleriyle halktan büyük destek ve ilgi görmüş, hatta Roosevelt New Deal’ın kapsamını genişlettiği 1935 yılında bu politikalarla Long’un “popülaritesini çalmayı” amaçladığını açıkça ifade etmiştir.12 Radikal söylemleriyle sermaye sınıfının büyük tepkisini toplayan Long ise 1936 yılında yapılacak olan seçimlerde başkan adayı olmayı amaçlarken 1935 yılında bir suikast sonucu öldürülmüştür.
Keynes ile Marx’ın kapitalizmin aşırı üretime dönük yapısı ve periyodik krizlerine dair ortak vurguları ve ayrılan yönlerini kısaca özetlemeye çalıştık. Bu teorik ayrılıklar kadar önemli olan bir diğer tartışma ise bu ayrışmanın emekçi hareketinin siyasi çizgisine yansımasıdır. Keynezyen teorinin yükselişi ile birlikte Avrupa solunda ve işçi sendikalarında devrimcilik- reformizm tartışmaları hız kazanmıştır. Keynes’in gelir dağılımının düzenlenerek tüketici talebinin yükseltilmesi, devlet girişimleri aracılığıyla istihdamın arttırılması, spekülatif sermaye hareketlerinin denetlenmesi yoluyla sermayenin reel sektöre yönelmesinin teşvik edilmesi gibi kimi reçeteleri geçmişte olduğu gibi günümüzde de bazı “sol” çevrelerce sahiplenilen reformist taleplerdir. Unutulmamalıdır ki, II.Dünya Savaşı sonrası Avrupa’da gelişen sosyal devlet uygulaması savaş sonrası yıkıma uğramış bir ekonominin ortaya çıkardığı kimi zorunluluklarla birlikte yükselen işçi sınıfı muhalefetinin kazanımlarıyla şekillenmiştir. Dolayısıyla, egemen sınıfın daha “insancıl bir kapitalizm” yaratma çabasından ziyade dünyayı saran devrim dalgası karşısında bir ricat taktiği olarak algılanmalıdır. Sınıfsal çelişkilerin merkezinde durduğu politik alanın dışında kalan bir ekonomik yapı düşünülemez. Kapitalistler tarihin hiçbir döneminde gönüllü olarak kar oranlarını düşürecek düzenlemelere yanaşmadıkları gibi fırsat buldukları anda daha fazla artı-değer transferi sağlayabilecekleri düzenlemeleri hayata geçirirler. Marksizmin reformizme yönelttiği eleştiri, işçi sınıfının yaşam seviyesini, çalışma koşullarını, sendikal örgütlülüğünü geliştirecek kazanımları olumlamadığı ya da önemsemediği anlamına gelmez. Aksine böylesi kazanımlar daha kapsamlı bir toplumsal dönüşüme giden yolda büyük önem taşır. Ne var ki, kapitalist sistemin içerisinde elde edilecek kazanımların sınırları üretim araçlarını elinde bulunduran egemen sınıfın kırmızı çizgileriyle belirlendiği gibi kalıcılığı da işçi sınıfının örgütlü mücadelesine sıkı sıkıya bağlıdır.