2010’da kazanmak için bir mücadele platformu

 

2009 sona ererken, Ankara’da siyasi atmosferi tarif edenlerin en çok kullandığı niteleme, “Ankara toz duman” biçimindeydi.

2010 başlarında da durum çok değişmedi, hatta siyasetteki, diplomasideki ve ekonomideki toz dumanı artıracak etkenlerin daha da yükseldiğinin işaretleri ortaya çıktı. Örneğin 2010’la birlikte, “açılım”, “kriz”, “kozmik oda”, “tele kulak”, “muhalefet-iktidar”, “asker-sivil”, “hükümet-yargı”, “İsrail-Türkiye” çatışmalarına “erken seçim” tartışmaları da eklendi!

Ülkenin Kürt sorunundan çeteleşmelere, ekonomik sorunlarından emekçilerin taleplerine, her alanda, AKP Hükümeti’nin, arkasındaki güçlerin açmaza sürüklenmesinin yarattığı sorunlar; ABD’nin “bölge gücü”, “ABD’nin model ortağı” olarak bölge ülkeleriyle giriştiği bir yanı şova dayanan “başarılar” tarafından bile üstü örtülememektedir.

2009’DAN 2010’A…

2009 yılı ABD Başkanı Obama’nın (20 Ocak’ta) Bush’tan ABD yönetimin devralmasıyla başladı. Obama çöken küreselleşen dünya–sistemini yeniden ayağa kaldırmak için pembe tablolar çizen vaatlerle ABD egemenliğini Bush’tan daha farklı bir üslupla yenileyeceğini ilan etti. Ve onun bu imajı, 2009 boyunca, emperyalist propaganda odakları tarafından kullanıldı, kullanılmaya da devam ediyor.

2009’un başında toplanan Dovos’ta dünya kapitalizmin en önemli temsilcileri, “Kriz sonrası dünyasının yeniden inşası” konusunu ele aldılar. Davos’u, G-20 Zirvesi, NATO’nun yenilenmesine ilişkin NATO Zirvesi izledi. G-20 krizin aşılması için 6 trilyon dolara ihtiyaç olduğunu açıklarken, aynı zamanda devletleri de krize müdahale etmek için göreve çağırdı. Dahası, küreselleşmecilerin en büyük iddiası ve adeta tabu haline getirilen, “devletin ekonomiden elini çekmesi ve her derde deva olara gösterilen serbest piyasa”dan vazgeçilerek, devletlerin gidişata el koyması ve “kontrollü bir kapitalizm dönemine geçilmesi” doğrultusunda kararlar aldı.

Bütün bu gelişmeler, elbette Türkiye’yi de yakından ilgilendiriyordu. Ama daha özel olarak Obama’nın dünyanın yeniden inşası konusunda Bush’un savaş araçlarına fazlaca başvurmasını eleştirirken, Ortadoğu’nun yeniden şekillendirilmesi konusunda da, Türkiye’yi ziyaret edip Türkiye’nin rolüne açıkça vurgu yapması, sonraki gelişmelerin de önemli bir etkeni oldu. Türkiye’nin “bölgesel güç”, “bölgesel lider ülke” olması, ”model ortaklık” denilen özel ilişkilerle yükümlendirilip tanımlanması, Türkiye-ABD ilişkilerinden Kürt sorunun çözümüne ve iç politikaya, Türkiye-İsrail ilişkilerinden komşu ülkelerle ilişkide “yeni bir çizgi” oluşturulmasına, Obama’nın açıklamalarında vurgu yapılan “model ortaklık” nitelemesinin içeriği önemli bir rol oynadı. Erdoğan’ın 2009 Davos’unda Şimon Perez’e “One Minute” resti ve 2010’daki “alçak kanepe krizi”ne gelen İsrail’i her vesileyle azarlama tutumu da, bu ABD stratejisinin uygulanmasında bölgesel güç olma rolüyle anlaşılır hale geldi.

Şimdi 2010’un başındayız, Ocak ayı sonunda Davos yeniden toplandı. Ama dünya kapitalist krizi konusunda, dünyayı yöneten güçler, 2009’un başındakinden ne daha umutlu ne de krizi aşma konusunda yeni yol ve yöntemler oluşturma konusunda daha ileri bir aşamadalar. Tersine, 2010’un başında, sadece Afrika ülkeleri değil, Portekiz ve Yunanistan gibi orta büyüklükte, kişi başına geliri 20 bin doları aşmış ülkeler bile iflas etme tehlikesiyle karşı karşıya. Almanya’nın 2009’daki küçülmesi, beklenmedik biçimde yüzde 5’i buldu. ABD ve AB’de işsizlik, önceki yıla göre bile, yüzde 50 artarak, yüzde 10’u geçmiş bulunuyor. Borsalar ve finans piyasalarındaki suni şişmenin etkisiyle kriz aşılıyor gibi görünüyorsa da, sermaye politikacılarının iyimser yorumlarına karşın, genel olarak ekonomilerde belirsizlik ve giderek artan sorunlar her tür iyimserliği inandırıcı olmaktan çıkarmaktadır. Ve işsizlik ve yoksulluğun artması konusunda, uzun vadeli olarak bile, kapitalizmin iktisatçıları ve politikacıları vaatte bulunmuyor. Tersine, krizin yol açtığı tahribatı ve emekçileri sürüklediği durumu “normalleşme” olarak kabul etmeye dayanan bir tutum giderek egemen hale geliyor.

Uluslararası kapitalizmin, dünya kapitalizminin yeniden inşasında tek önemli dayanağı, sendikaların büyük ölçüde sistemle bütünleşmiş olması ve işçi hareketini kontrol altında tutuyor olmalardır.

AÇILIMIN İLAN EDİLDİĞİ VE TIKANDIĞI YIL: 2009

2009 yılı, AKP’nin, ülkenin, Kürt sorunu, Alevi sorunu, Ermeni sorunu, Kıbrıs sorunu, demokratikleşme sorunu gibi en kronik sorunlarını çözeceğini ve krizi aşma konusunda dev hamleler yapacağını ilan ettiği yıl oldu.

Kürt açılımı: Mart başında, ABD desteğini de arkasına alan AKP Hükümeti, Cumhurbaşkanı Gül’ün ağzından “Kürt açılımını” ilan etti!

Gül, İran’a giderken, “Türkiye’de hem içerde hem dışarıda iyi şeyler olacak” diyerek, 2009’un, Kürt sorununun demokratik çözümü yılı olacağını ilan etti. Açıklamalar ve girişimler arka arkaya geldi. Sonunda Hükümet, önce “Kürt açılımı”, sonra “Demokratik açılım” dediği politikaları, “Türkiye’nin birlik ve bütünlük projesi” olarak resmileştirerek, yılın sonuna kadar Kürt sorununun çözümünde başlıca adımların atılacağını, Kürtlerin isteklerinin yerine getirilmesi konusunda devletin tüm kurumlarının birleştiğini ilan etti.

Açıklamalar ve kullanılan yumuşak üslup, özellikle Kürtler içinde sorunun çözümü konusunda adımlar atılacağı konusunda umutları artırdı. Ancak yaz başından başlayarak, AKP Hükümeti, Kürt sorununun çözümü iddiasıyla ileri adım atacağına dair her çıkışını, Kürtlere karşı yeni bir saldırıyla yürüttü. Açılım toplantıları, Kürt çalıştayları, önce Kürt kamu emekçilerine, sonra Kürtlerin yerel örgütlenmelerindeki yöneticilere, insan hakçılarına karşı operasyonlarla yürütüldü. “Açılım’ konusunda iddialar yüksek tutulup gerçek hayatta da bir karşılığı ortaya çıkmadıkça, hükümet; “Kürt açılımı” olarak başlattığı açılım sürecinin başarısızlığını; Alevi sorununu da, Ermeni sorununu da, Kıbrıs sorununu da, AB’ye girmeyi de, Türkiye’nin komşularıyla ilişkilerini de, açılımın amacı ve hedefi ilan ederek, örtmeye çalıştı.

Yılın sonunda DTP kapatıldı. “Açılımın Koordinatör Bakanı” Beşir Atalay, Kürt sorununun çözümünden PKK ve Kürt direnç odaklarının tasfiyesini anladığın itiraf ederek, “açılım”dan demokratik standartların genel olarak yükseltilmesini anladıkların açıkça ilan etti.

2010’un ilk ayı da, KCK operasyonlarının bölgede ve batı illerinde sürdürülmesiyle geçti ve öyle anlaşılıyor ki, AKP Hükümeti ve açılımın arkasındaki güçler, KCK operasyonlarını sürdürmeye devam edecek.

Bütün bu gelişmeler, Kürtlerin içinde açılıma karşı tepkilerin yanı sıra AKP’ye karşı tepkileri de yoğunlaştırdı. Hükümet, kendi Kürtlerini muhatap almama ve sorunu ABD-Irak-Türkiye “üçlü görüşmeleri” çerçevesinde ve ABD’nin bölge stratejisiyle uyumlu olduğu kadar AKP’nin iç politik çıkarlarıyla da uyumlu bir biçimde “çözme”de ısrar etmektedir. Bu da, süreci son derece tehlikeli hale getirmiştir. Yılın son aylarında Bayramiç ve Selendi’de de görüldüğü gibi, Kürtlere ve Romanlara (aşağı ırklara ve istenmeyen topluluklara) karşı ırkçı-şoven kitle saldırılarına kadar varılmış bulunulmaktadır.

2010’un başına gelindiğinde, AKP Hükümeti’nin ve devletin “açılım” politikası, sorunu daha tehlikeli bir hale getirmiş; her yeni askeri çatışma sonrasında linç girimleri, giderek, Kürtleri, Romanları toptan karşıya alan ırkçı karakterini ortaya koymuştur. Öyle ki, 2009’un sonlarına doğru bir Türk-Kürt çatışmasından daha çok söz edilir olmaya başlarken, Kürt sorununun çözümü de, 2010’a, daha da aciliyet kazanmış bir sorun olarak devredildi.

Alevi açılımı: Son yıllarda Alevileri içlerinden bölmek üzere Aleviler içindeki anlayış farklılıklarına da oynayan AKP; dedelere maaş bağlanması ve diyanette Alevilere yer verme türü rüşvetleriyle Alevileri yedeklemek istemiş ancak bunda başarılı olamamıştır. Bu amaçla yapılan “Çalıştaylar”ın beşincisine Maraş Katliamı’nın bir numaralı faili Ökkeş Şendiller’i de çağıran AKP, Alevi açılımından ne anladığını ortaya koşmuştur. Alevilerin bütün itirazlarına karşın; “Diyanetin yeniden tarif edeceği bir Alevilik çerçevesinde Aleviliği yeniden kurmaya” niyetlenen AKP, aynı zamanda laisizmin en temel ilkesi olan devletin dinden tamamen uzak olması ilkesini de bir kez daha “demokrasi” adına, “Alevi açılımı” adına ayaklar altına almaktadır. Tıpkı Kürtler gibi hak isteyen Alevileri de sevmeyen AKP hükümeti, Alevi açılımının “inanç özgürlüğünü” savunan ve bunun için mücadele eden (böyle bir Alevi kesim ortaya çıkmış ve meydanlarda gerçekten laik bir Türkiye talebini dile getirmektedir) Alevileri bölüp etkisizleştirmeye çalışmaktadır. Bunun için de milletvekillerinden, maaş bağlamaya ve ihalelerden çıkar sağlamaya her olanak kullanılmaktadır. Örneğin Dersim İsyanı konusunda CHP’li Onur Öymen’in ırkçı şoven yaklaşımını da kullanan AKP, Dersim’de Alevi-Kürt ayırımını kurma ve bu yolla bir bölünme yaratmayı bile kullanmak istemektedir. Ancak bu konuda da AKP’nin seçenekleri azalmış, Aleviliği tanımlamada bile sıkıntıya düşmüştür. Çünkü kafasındaki Alevilikle Alevilerin Aleviliği uyuşmamaktadır. Bu gelişmeler ışığında bakıldığında, 2009 Alevi açılımının da “tıkandığı” bir yıl olmuştur. 2010 ise, “Alevi açılımının” iflas ettiği yılı olmaya adaydır.

Azınlık hakları açılımı: İktidara geldiğinden beri bazen ABD’den gelen baskılarla ve bazen AB’ye şirin görünmek için “azınlıkların hakları” konusunda, bu hakları teslim etme yanlısı olduğunu iddia eden AKP, (bu hakların önceki hükümetler tarafından ortadan kaldırıldığını öne sürerek) bu konuda hiçbir adım atmamıştır. AKP Hükümeti, sonunda bu konuyu da “açılma dâhil ettiğini” açıklamıştır. Ancak, Patriğin, 2009 sonlarında ABD’de yaptığı, “Kendimi çarmıha gerilmiş hissediyorum” açıklamasından sonra, Türkiye’deki Hıristiyan azınlığı, rehin olarak tuttuğunu göstermek istercesine, Ruhban Okulu’nu açılmasını Yunanistan’ın Batı Trakya’daki Türk asıllı azınlığın taleplerini yerine getirme koşuluna bağlamıştır. Yani Türkiye kendi vatandaşlarının haklarını tanıyıp tanımamayı Yunanistan’ın tutumuna bağlayarak, tipik ırkçı, milliyetçi politikaları benimsediğini göstermiştir. Hükümetin bu konuda geldiği nokta, ne insan hakları, ne vatandaş hakları ne de az çok laiklik açısından anlaşılır değildir.

Dahası Rahip Santoro, Hrant Dink cinayetleri ve Zirve Yayınevi Katliamı AKP Hükümeti’nin son üç yılı içinde olmuş ve bu cinayetlerin failleri, AKP ile, siyesi değilse de, ideolojik bağları olan çevrelerdir. Ve bu konuda hükümet, bu çevrelerle bağların koparan bir tutum da takınmamıştır. Bu yüzden de, bu davalarda tetikçiler dışında gerçek yöneticiler açığa çıkarılmamış, bunun için hiçbir gayret gösterilmemiştir. Hrant Dink’in üçüncü öldürülme yıldönümünde yapılan açıklamalarda, “Bu davanın ne zaman başlayacağı” sorusu hala en yakıcı soru olmaya devam etmektedir.

Ermeni açılımı: “Komşularla sıfır sorun”, “tarihsel sorunları çözüyoruz” propagandasıyla ve milli maçların havası da kullanılarak başlatılan Ermeni açılımı da büyük ölçüde tıkanmıştır. Davutoğlu ve Nalbantyan tarafından İsviçre’de; ABD, AB ve MİNSK grubu ülkelerin baskısıyla imzalanan “protokoller”, 2010 başında, Türkiye’nin Azerbaycan’ın bakısıyla ayak sürümesi ve Ermenistan’da milliyetçi baskıların sonucu olarak Ermenistan Anayasa Mahkemesi’nin müdahalesiyle çökmüştür. Böylece AKP Hükümeti’nin en yaldızladığı “açılım” konularından birisi daha, girişim bir yılını doldurmadan akamete uğramış ve başa dönülmüş görünmektedir.

ERGENEKON’DA BİR ADIM İLERİ İKİ ADIM GERİ!

Ergenekon davası, AKP’nin “demokratlığı”nın bir yansıması olarak sürüyor. Davanın bir kontrgerilla davası, Türkiye’nin demokratikleşmesinin bir dayanağı olabilmesinin koşulu kontra faaliyetlerin açığa çıkarılması, sorumlularından hesap sorulmasıdır. 1950’lerden beri, özellikle de Maraş, Çorum katliamları, ’77 1 Mayıs katliamı, o yıllardaki sayısız cinayet ve katliamlar ile cuntaların mahkûm edilmesi, kontrgerillanın tasfiyesinin ilk adımıdır. Dahası, 80’li yıllardan başlayarak, bölgedeki kotra faaliyetler, binlerce faili meçhul, kayıp ve özel savaş yöntemleriyle halkın sindirilmesi suçlarının sorumlularının açığa çıkarılması, yine kontrgerillanın açığa çıkarılmasının bir ayağını oluşturmaktadır.

Ancak AKP Hükümetince, sorunun, kendi iktidarı dönemiyle ve AKP’ye yönelik akamete uğramış kimi girişimlerle sınırlı tutulması, Ergenekon davasının kamuoyunda zaten kuşkulu olan imajını iyice bozmuştur. Bu dava ile bağlantılı ortaya çıkan tele kulak skandalı, asker ve yargı ile hükümetin giriştiği çatışmalar da, tıpkı davanın kendisi gibi, demokrasi, özgürlükler adına, aslında hükümetin kendi çıkarları, geleneksel güçlerle giriştiği iktidar mücadelesine dönüştürülmüş bulunmaktadır.

Bu dava ile geçtiğimiz yıl içinde en önemli gelişme, Danıştay saldırısının bu davaya bağlanmasıdır, ama o konuda da nereye kadar gidileceği belirsizdir.

Hükümet, en iddialı olduğu ve “Gladio’yu açığa çıkarma” propagandasına dayanak yapacağı bu davada ileri adım atmadıkça da; “Arınç’a suikast” gibi ciddiyeti tartışılır iddialarla politik ortamı terörize etmektedir.

2009’da Ergenekon davasında sayısız “dalgalarla” sürdürülen ve koparılan gürültünün ötesinde kontrgerillanın ortaya çıkarılması doğrultusunda ciddi bir adım atılmadığı gibi, bu dava, sansasyonlarla ayakta tutulan bir davaya dönüştürülmüştür. Her adımda askerle yeniden yeniden pazarlık yapılarak, davanın ortaya çıkardığı imkânları da heder eden AKP Hükümeti, davanın asıl faillerinin tahliyesini seyrederken, örneğin 12 Eylül darbecilerinin olduğu kadar, failleri en yüksek makamlarda olmaya devam eden kotra cinayetlerin üstüne gitmekten ve faillerin bulunup hesap sorulmasından özenle kaçınmıştır.

Bu dava etrafında kopartılan bütün gürültüye karşın, henüz kontra güçlerin üstüne AKP’nin çıkarlarını aşan bir ciddiyetle gidildiğini gösteren bir belirti yoktur. Davanın böyle ilerlemesininse, gerçek bir ilerlemeye karşılık gelmesi neredeyse imkânsızdır.

2010’da, eğer AKP Hükümeti’nin inisiyatifinde kalırsa, davanın, AKP’nin muhalefetini sindirmeye yönelik ve yığınları yedeklemesine dayanak olmanın ötesine geçmesi çok olanaklı görülmemektedir.

Benzer durum; JİTEM davası, Şemdinli çetesi davası, …bölgedeki öteki davalar için de geçerlidir. Bu davaların siyasi niteliği, dolayısıyla siyasal iktidarın iradesi olmadan ilerlemesi olanaksızlığı nedeniyle, onca delile karşın davalar oldukları yerde saymaktadır.

ANTİ DEMOKRATİK YASALARI HÜKÜMET KENDİ ÇIKARINA KULLANIYOR

Kendisinden önceki pek çok muhalefet partisi gibi, AKP de, kısa muhalefet döneminde, hatta iktidar olduktan sonra da; YÖK Yasası, Seçim yasası, Siyasi Partiler Yasası, hatta Anayasa’nın bütünü için; bu yasaların mutlaka değiştirilmesi gerektiğini savunmuştur. Ancak iktidara geldikten sonra bu yasalardan, onların anti demokratik karakterinden yararlanmaya başladıktan sonra, bu yasaları ve nimetlerini kullanmayı sürdürmüştür. Gerekçesi de, “Bu yasaları biz çıkarmadık. Bizden önce de bu yasalar vardı” olmuştur.

Bütün bunların da ötesinde, Anayasa’yı değiştirmek için taslak hazırlayan AKP’nin laisizm konusunda bazı yumuşatmalar ve AB’yi hoşnut edecek kimi makyajlar dışında, 12 Eylül Anayasası’nın sadece ırkçı, şoven, gerici özünü değil, anti demokratik maddelerini esas itibariyle koruduğuna da tanık olduk.

Kısaca AKP ve hükümetinin, Anayasa ve anti demokratik yasaların değiştirilmesine ilişkin tutumu, tamamen “ben merkezci” olmuş; kendi işine geliyorsa, daha önce karşı çıktıkları da dahil her yasayı savunmuş, savunamadığını, ayak sürüyerek, değişimini önleyecek bir çizgi izlemiştir. Bu tutumu, “AKP’nin kendine Müslüman bir demokrasi yanlılığı” yaptığı kanısını yaygınlaştırmıştır. Sonuçta, AKP hükümet olmadan önceki yıllarda Anayasa ve anti demokratik yasalar konusunda sorun neyse, bugün de, bu sorun büyük ölçüde durmaktadır. Süreç ilerlediği için de; düne göre bile çok geriye düşülmüş durumdadır. Nitekim, yılın sonlarına doğru, AKP ve hükümeti Anayasa değişikliğin yeniden gündeme getirmiştir. Ama AKP’nin bu değişikliği gündeme getirme nedeni, tümüyle kendi ihtiyaçlarına karşılamaya yöneliktir ve bir seçime doğru giderken yapamadıklarına bahane bulmak içindir. Dahası AKP, “Ben yapacaktım ama Anayasa izin vermiyor. Onun için Anayasayı değiştirecek kadar güç verilmesini istiyorum” diyeceği bir gerekçeye dayanak sağlamak için, Anayasa değişikliğin gündeme getirmektedir. En azından bir yanıyla da böyledir.

EMEKÇİLERİN ÖRGÜTLENME ÖZGÜRLÜĞÜ TALEBİ

Demokrasi mücadelesi dendiğinde, çoğu zaman akla, Kürtlerin ulusal hakları, Alevilerin inanç özgürlüğü, basın özgürlüğü, kimi anti demokratik yasaların ya da Anayasa’nın değiştirilmesi gelir. Elbette ki işçi sınıfı, ülkenin demokratikleşmesi için, bu kendisiyle doğrudan ilgili olmayan talepleri, kendi talepleriymiş gibi savunmak, onlar için mücadele etmek zorundadır. Bu, onun en devrimci sınıf olmasından kaynaklanan, tüm diğer ezilen sınıfların ve toplumsal kesimlerin haklarını savunması tarihsel misyonunu gereğidir. Ancak ülkemizde işçi sınıfının özgürlükleri de son derece sınırlıdır. İşçilerin haklarını koruyabilmesi için en önce akla gelen hakları, örneğin TİS ve grev hakları tamamen göstermelik düzeyde vardır.

Örneğin TİS hakkına sahip olmak için, sendikanın, önce işkolu düzeyinde yüzde10 barajını, sonra işyerindeki yüzde 50 barajını aşması gerekir. Üstelik bu yüzde 50’ye, kapsam dışı ve sendika ve grev hakkından yaralanamayan geniş bir işçi kesimi de dâhildir. Bunun ardından uzun yetki prosedürünü aşmak, artık bir haktan öte, işçinin zorla ve fiili durum yaratarak elde edebileceği bir haktır. Grev ise, sadece TİS uyuşmazlığı ile doğan (bu hakkı kullanma aşamasına gelmek ayrı maceradır) bir haktır. “Hak grevi”, ”dayanışma grevi”, “siyasi grev”, “genel grev” gibi az çok demokratik ülkelerde yasal hak olan haklar, Türkiye’de yasaktır.

Milyonlarca işçi için ise, sendikalaşma bile pratikte olanaksız hale getirilmiş, sendika, TİS ve grev yasaları adeta ulaşılmaz bir yüksekliğe konmuştur. Diğer emekçi kesimler için bu haklar daha da kısıtlı olup, örneğin kamu emekçilerinin grev ve toplu sözleşme hakkı hiç yoktur. Yasalarla tanınmış görünen “Her işçi sendika üyesi olabilir ve bundan dolayı baskı görmez” hakkı günümüzde sadece bir laftır. Gerçekte ise, bu kısıtlı haklar bile, kamuda çalışanlar ve sınırlı sayıda özel işletme için uygulanabilirdir. Ancak, taşeronlaştırmayla birlikte kamuda ve sendikalı işletmelerde de artık bu hak hızla ortadan kaldırılmakta, sendika ve toplu sözleşme hakkı olmadan çalıştırma esas hale gelmektedir.

Gerek TİS ve grev hakkının yasalarla sınırlandırılmış olması, gerekse fiiliyatta bu kısıtlı hakkın bile kullanılmaz olması, işçi haklarının patronlara karşı basit bir hak mücadelesi olmanın ötesinde bir siyasi mücadeleyi, bir demokrasi mücadelesini zorunlu kılmaktadır.

KRİZ: SERMAYE İÇİN FIRSAT, EMEKÇİLER İÇİN İŞSİZLİK VE YOKSULLUK!

2009’u “teğet geçen krizin etkilerinin ortadan kaldırıIdığı yıl” olarak ilan eden sermayenin propagandacıları ve hükümetin tüm ileri sürdüklerine rağmen, krizin etkilerinin sadece en büyük sermaye çevreleri rantçılar için kaldırıldığına tanık olduk. Nitekim 2009 biterken borsa kriz öncesinin bile üstünde bir endeksi yakalarken, bankaların kârlarının yüzde 37 artış gösterdiği ilan edildi. Büyük sermaye kuruluşları da, üretimin ve kâr miktarlarının düşmesinden yakınsalar da, bütçeden ve işsizlik fonundan aktarılan 100 milyara yakın bir fonla desteklenmiş, istihdam düşerken kârlılık oranlarını artırmışlardır. Bundan da öte patronlar, yıllardır toplu sözleşmelerle reddedilen esnek çalışmanın en acımasız yöntemlerini devreye sokarak; kısmi çalışma, ücretsiz izinler, ücretlerde doğrudan ve yüzde 35’lere varan düşüşler, imzalanmış toplu sözleşmeleri tanımama, toplu işten çıkarma gibi yol ve yönetmelerle işçilerin hak mücadelesini büyük ölçüde sindirmişlerdir. Ki, buradaki kazanım, çok daha kalıcı ve kendileri açısından işçi sınıfına karşı kazanılmış bir sınıfsal kazanımdır. Burada sermayenin ve hükümetin en büyük destekçisi işbirlikçi sendikacılar olmuştur.

Ancak bütün mali desteğe ve işçileri, emekçileri işsizlikle tehdit ve terbiye etme gayretlerine karşın, 2009’un sonuna doğru son derece önemli dört gelişme dikkat çekmiştir.

1-) Lastik işçilerin mücadelesi: Lastik işçileri, kriz bahanesiyle toplu olarak işten çıkarılmalarına karşı, Kocaeli ve Adapazarı’ndaki lastik fabrikalarında direnmiş, ancak Lastik-İş yöneticilerinin gayretiyle bu mücadeleler bastırılmıştır. Ancak, Lastik İş’in işbirlikçi yöneticilerinin patronla işbirliğini aynı zamanda kendilerine muhalefet eden lastik işçilerin işten atılmasına dönüştürdüğünü fark ederek, işçiler Lastik-İş yöneticilerine suçüstü yapmışlardır. İşten atılan ve çalışmaya devam eden işçiler, sık rastlamayan bir birlik ve mücadele tutumu göstererek, sendikacıları alaşağı etmek için bir hareket başlatmışlardır. Lastik-İş bürokrasisi, bu hareketi, baskı ve şiddetin her yolunu kullanarak ve çeşitli manevralarla savuşturmaya çalışmıştır. Ancak mücadelenin yeniden alevleneceği etkenler varlığını sürdürmektedir.

2-) İSDEMİR işçilerinin direnişi: İSDEMİR patronunun sendikanın desteğindeki, TİS’i hiçe sayarak, ücretleri yüzde 35 düşürmesine ve ücretler ve işyerindeki baskılara karşı 4-5 bin işçinin beklenmedik biçimde eyleme geçmesi, 2009’daki dikkate alınması gereken eylemlerden biridir. İki vardiyada da süren direniş, yine sendika yöneticileriyle patronun açık işbirliği ve mücadeleye önderlik eden bir grup işçinin işten çıkarılmasıyla bastırılmıştır. Bu direnişin iki özelliği, gösterdiği iki önemli şey vardır. Birincisi, büyük işyerlerinde, krizin yüküne karşı bir birikimin oluştuğu (bunun ipuçları Renault, Ford, Erdemir, Fiat, Beko vb. işyerlerinde de vardır), bu işletmelerde, patlamalar biçiminde tepkilerin ortaya çıkma ihtimalinin yükseldiğidir. İkincisi ise, en baskıcı ve en işbirlikçi sendikal örgütlenmelerin bile işçi mücadelesini durdurmaya yetmeyeceğidir.

3-) 25 Kasım grevi: Kamu emekçilerinin 25 Kasım grevi; KESK ve Kamu Sen’in ortaklaşarak gerçekleştirdikleri ve yüz binlerce kamu emekçisin katıldığı yasadışı grev, kuşkusuz ki, emek mücadelesi tarihimizin seçkin sayfalarından birini oluşturmayı hak eden bir grevdi. Pek çok bakımdan üstünde tartışılan ve daha da tartışılacak olan bu grev, çoğunluğu AKP’ye oy vermiş kamu emekçilerinin hükümetle ciddi olarak ilk karşı karşıya gelmesiydi. Bir bakıma sekiz yıllık AKP hükümetinin doğrudan kendisini hedef alan ilk büyük eylemdi. 25 Kasım’dan dolayı işten atılan ve örnek bir mücadele veren demiryolcuların, bir örnek daha ortaya koyarak, 16 Aralık’ta arkadaşlarının işe geri döndürülmesi için yaptığı 26 saatlik grev, 25 Kasım grevini taçlandırdı. Ve bu grev, sendikal konfederasyonlar arasındaki küçük yakınlaşmaların bile, birliğe susamış emekçiler arasında nasıl bir heyecan yarattığını göstermesi bakımından önemliydi. Kamu emekçilerinin mücadelesi, bütün talepleri ve diriliği ile, gerçekleştirdikleri önemli grevin moral ve kazanımlarıyla 2010’a devredilmiştir.

4-) TEKEL işçilerin mücadelesi: Aralık ayında mücadelelerini Ankara’ya taşıyan TEKEL işçileri, sadece haklarını istedikleri için vahşi bir polis şiddetine maruz kalırken, adeta düşman gücü gibi muamele görmüş, Aralık soğuğunda göle atılmaktan bile kurtulamamışlardır. AKP Hükümeti’nin emek düşmanı tutumunu bir kere daha teşhir eden TEKEL işçileri, uzun mücadeleleriyle, işçi sınıfının direncini, mücadele azmini, dayanışma, inisiyatif ve yaratıcılığı sergilerken, pek çok bakımdan dersler çıkarılacak bir eylem sürdürmüşlerdir. Bu yazının yazıldığı günlerde hala bu görkemli eylem sürüyordu. TEKEL işçilerin mücadelesi, kamu emekçilerinin grevinden sonra, ikinci kez, emekçilerin hükümetle ciddi bir biçimde karşı karşıya gelmesiydi. Bu ciddiyet, o mağrur, burnundan kıl aldırmayan AKP ve hükümeti ile onun başının, yüzündeki maskeyi atarak, her gün TEKEL işçileriyle düelloya girmesi, polisi, valiliği kullanarak işçileri umutsuzca taciz etme ve yıldırma çabalarına girmesinden de anlaşılıyor. Türk-İş’in önünde, Ankara’da kurulan barikat; emeğin sermaye ve hükümetine karşı kurulmuş bir barikatı, tüm emekçilerin dikkatlerini çevirdikleri bir yer olurken, sendika yönetimlerini de büyük bir sınava soktu. Eğer TEKEL işçilerinin mücadelesi hükümetin direncini kıracak kadar büyük bir güç oluşturabilirse, ki bu konuda ileri adımlar atılmış (sermaye basınının direniş karşısındaki direnci bile kırılmıştır) ve emek örgütleri son adımlar için bir araya gelmiştir; bundan sonraki adımlar, elbette hem emek mücadelesinin mevzisinin 2010’da nereye kurulacağını, hem de sendika ve emek örgütü yöneticilerinin emek mücadelesinin neresinde yer alacağını da gösterecektir.

Toplam açısından söylenecek olursa; sermaye güçleri, krizin yüküne karşı verilen ve birer birer işletmelerde ortaya çıkan tepkileri alt etmişlerdir. Ancak; 2009, ikinci yarısından itibaren, krizin yükünü reddetme mücadelesinin yeni bir safhasına girildiğini gösteren belirtilerin ortaya çıktığı bir yıl olmuştur. TEKEL işçileri, bugüne kadarki mücadelenin en ön cephesine kurdukları mevziyle; sınıfın, emekçilerin geri kalanları için de bir yol çizmiş, bir mevzi oluşturmuşlardır.

2010’a bu mevzide giren emekçilerin yürüyüşü, bu ileri mevziden hareketle olacaktır.

2010 ‘ERKEN SEÇİM’ TARTIŞMALARIYLA BAŞLADI

Söylenenlerden de açıkça görüldüğü gibi, AKP Hükümeti; gerek büyük iddialarla propaganda ettiği demokrasi mücadelesi alanında, gerekse pembe tablolar çizmeye devam ettiği halkın acil geçim ihtiyaçları konusunda vaatlerini gerçekleştirememiştir. Dahası ülkenin ve halkın bu acil sorunları karşısında AKP hükümeti, arkasındaki 338 milletvekiline ve sermaye muhalefetinin etkisizliğine karşın, çözümsüzlüğe sürüklenmiştir.

İşte bu tıkanma ve çözümsüzlük; yığınların hükümetin ülke sorunlarını çözeceğine inancının azalmasına yol açmıştır. Anketler de, AKP’nin oylarının azaldığını göstermektedir. Bu durum, muhalefetin “erken seçim”i dillendirmesini getirmiştir. Muhalefetin gücü ve ülke sorunları karşısındaki aymazlığına karşın, hükümet cenahından yükselen “erken seçim isteyenlerin vatan haini olduğu” biçimindeki ağır suçlamalardan anlaşılmaktadır ki, AKP Hükümeti, ayağının altındaki toprağın kaydığını hissetmektedir. Bu yüzden de, “erken seçim”i isteyen etkisiz muhalefet bile olsa, hükümetin canını acıtmaktadır.

Kaldı ki, seçimin erken ya da zamanında olmasının çok da önemli olmayacağı bir dönemde bulunuyoruz. Zaten zamanda bir seçime bile bir buçuk yıldan az bir zaman kalmıştır. Bu yüzden de, erken seçim de olsa, zamanında bir seçim de olsa, artık “seçim sathı mailine” girilmiştir.

Bunun anlamı ise, sermaye partilerinin her tür yolla birbiriyle çatışacağıdır.

Bunun demokrasi güçleri açısından anlamı ise; halka gerçekleri anlatmada daha büyük bir enerjiyle çalışmak, demokrasi mücadelesinde yer alabilecek bütün güçleri birleştirmek, işçilerin, emekçilerin ileri kesimleri ve aydınların ülkenin gerçek sorunları üstünden ittifaklarını gerçekleştirere, sermaye partilerinin karşısına dikilmesi görevinin bütün görevlerin önüne geçmesidir.

2010’DA MÜCADELENİN ZEMİN GENİŞLİYOR

Özgürlük Dünyası’nın son bir yılık sayılarında, işçi sınıfı ve emekçi sınıfların emek ve demokrasi mücadelesinin güncel taktiğinin iki başlıca dayanağı olduğunu; bunlardan birincisinin demokrasi mücadelesi, diğerinin de emekçilerin “krizin yükünü reddetme mücadelesi” ekseninde oluştuğu üstüne pek çok makale ve inceleme-araştırma yayımlandı.

Bu taktik çerçevesinde bakıldığında, şöyle bir zemin olduğu görülmektedir:

A-) Demokrasi mücadelesi alanı:

1-) Kürt sorunu, Alevilerin istemleri ve azınlık sorunları: Kürt sorununun demokratik çözümü, Alevilerin inanç özgürlüğü, azınlık halklarını kapsayan talepler için tüm demokrasi güçlerinin birleştirilmesi, elbette Türkiye’nin içinde geçtiği süreç göz önün alındığında, birincil önemdedir. Özellikle de Kürt sorunun demokratik çözümü, demokrasi mücadelesinin merkezinde bulunmaktadır ve çözümü ertelenemez biçimde dayatmıştır. Bu açıdan bakıldığında ve hükümetin 2009’da büyük iddialarla öne sürdüğü “açılımla çözme” girişiminin tıkandığı göz önüne alındığında, bu alanda atılacak adımlar, sadece hükümete karşı değil, aynı zamanda, bütün sermaye partilerine ve asker, “sivil” öteki sermaye güçlerine karşı bir mücadele demektir.

Silahların susması ve operasyonların durması,

Türkiye’nin Kürtlerinin muhatap alınması ve Kürtlerin taleplerinin yerine getirilmesi için onlarla konuşulması,

Kürtler ve Türklerin hak ve dil eşitliği temelinde anadilde eğitim hakkının tanınması,

Gönüllü birlik için gereken önlemlerin alınması,

Ayırımsız ve genel bir af,

Bölgede işsizliğin ve yoksulluğun azaltılması için özel bir ekonomik planın uygulanması,

Alevilerin inanç özgürlüğün tanınması,

Devletin Alevilik ve Sünnilikten, tüm öteki din ve mezheplerden eşit uzaklığa çekilmesi,

Din dersinin zorunlu ders olmaktan çıkarılması,

Diyanetin ve İmam Hatiplerin kapatılması,

Azınlıkların Lozan’da tanınan haklarına saygı gösterilmesi ve inançlarını serbestçe yerine getirebilmeleri için bu kesim üstündeki tüm baskılara son verilmesi

demokrasi mücadelesin bir ayağı için başlıca talepler olarak 2010’da da ısrarla savunulması gerekecek taleplerdir.

2-) Ergenekon ve gerçeklerin açığa çıkarılması: Demokratikleşmenin diğer bir boyutunu oluşturan; kontrgerilla güçleri, devlet içinde ve devletle bağlantılı çeteleşmelerle, darbeler ve darbe hazırlıklarının yargılanması ve üstü örtülen gerçeklerin ortaya çıkarılması için mücadeledir. Burada, 1950’lerden beri süregelen kontrgerilla eylemlerine, bölgede JİTEM’in faaliyetlerine (faili meçhuller ve kayıpların sorumluların ortaya çıkarılması), çeşitli biçimlerde ortaya çıkan JİTEM ve Özel Kuvvetlerle ilgili yargılamalar ve ortaya çıkan belgeler üstünden sürece müdahale etmek pek çok bakımdan önemlidir. Ergenekon davası başta olmak üzere, bu tür davaların demokrasi mücadelesinin çok önemli bir dayanağı olarak görülmeden ve buna uygun bir tutum alınmadan demokrasi mücadelesinin ilerletilmesi olanağı bulunmamaktadır.

3-) Anayasa, antidemokratik yasalar demokrasi mücadelesi: Demokratik bir anayasa ve anti demokratik yasaların ayıklanması mücadelesi, 2010’da son derece önemli bir mücadele alanı olmaya adaydır. Bu yüzden de, gerek aydınların, gerek demokrat hukukçuların, demokrasi güçlerinin, sendikalar ve emek örgütlerinin sürece ortak bir biçimde mücadelesi hayatidir. Aksi halde, AKP, bu alandaki boşluğu, kendine göre bir düzen kurmanın vesilesi olarak kullanmaya devam edecektir. Burada, bir seçime doğru giderken, Seçim ve Siyasi Partiler Yasası’nın demokratikleştirilmesi, ülke ve il barajının tümüyle kaldırılması, her oyun değerlendirileceği bir seçim sisteminin oluşturulması ve partilere devlet yardımının kaldırılmasının, “adil bir seçim” için aciliyeti ortadadır. Yine aynı çerçevede, Terörle Mücadele Yasası’nın iptali, Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Yasası, Polis Selahiyeti Yasası, milletvekili dokunmazlıklarının sadece siyasi görevleriyle ilgili olarak kalması, Memurin Muhakemat Yasası, TSK İç Hizmet Kanunu’nun özellikle 35’inci maddesinin iptali, askeri mahkemelerin kaldırılması, Çocuk Mahkemeleri kurulması talebi, … ve başlangıç ilkeleri ve ilk üç maddesi dahil 1982 Anayasası’nın yerine yeni ve demokratik bir Anayasa hazırlanması mücadelesi, önümüzdeki dönemde demokrasi mücadelesi için önemli olacaktır.

4-) Emekçileri örgütlenme özgürlüğü ve grev hakkının önündeki sınırlamaların kaldırılması talepleri: 2821-2822 Sayılı yasalarda toplu sözleşme hakkının basitleştirilmesi ve bu hakkın serbestçe kullanılmasının önündeki bürokratik ve prosedür engellerin kaldırılması,

İşkolu ve işyeri barajlarını kaldırılması,

Grev hakkının önündeki engellerin kaldırılması ve dayanışma grevi, hak grevi, siyasi grev ve dayanışma grevi yasağının kaldırılması,

Sendikaların siyasi partilerle ilişki kurmasını engelleyen yasaların ve sendikaların siyaset yapma yasağının kaldırılması,

Kamu emekçilerin TİS ve grev hakkı,

Memurlar siyaset yasağına son verilmesi talepleri, demokrasi mücadelesinin vazgeçilemez dört bileşeninden birisini oluşturmaktadır.

B-) Krizin yükünü reddetme mücadelesi alanı:

Krizin yükünü reddetme mücadelesi, kamu emekçilerinin grevi ve TEKEL mücadelesiyle birlikte daha ileri bir safhaya evrilmiş; emek güçlerinin sermaye ve hükümetine karşı birlikte mücadelesini öne çıkaran bir dönemin kapısını açmıştır. Bu açıdan, krizin yükünü reddetme mücadelesinin talepleri için mücadelede, daha somut ve patlama noktalarının çoğalacağı bir aşamaya gelinmiştir.

Bunlara sermaye güçlerinin ve hükümetin “krizi aştık”, “aşıyoruz” iddialarıyla birlikte düşünüldüğünde;

Kriz önlemi olarak devreye sokulan TİS’lere rağmen ücretlerin düşürülmesine, kısa dönemli çalışma, ücretsiz izin uygulamalarına son verilmesi,

İşten atmaların yasaklanması,

İşsizlik fonundan işsizlerin daha geniş, daha uzun süreli ve insanca yaşayacakları bir düzeyde işsizlik yardımı sağlanması,

Esnek çalışma uygulamalarına son verilmesi, çalışma saatlerinin düşürülmesi,

Sendikaların örgütlenmesinin önündeki engellerin kaldırılması,

Emekçi ailesinin insanca yaşayabilmesi için gerekli desteğin sağlanması,

Genç işsizlere iş sağlanması ve gençlere meslek edindirmek için gerekli girişimlerin yapılması,

Herkese parasız sağlık ve eğitim,

İşsizlere parasız ulaşım imkânı sağlanması,

Sendikaların günün koşullarında mücadele edecek biçimde mevzilenebilmeleri için yeniden örgütlenmesi mücadelesi, önümüzdeki dönem emek cephesinin sermayenin saldırılarını püskürtebilmesinin koşulu olarak ortaya çıkmıştır.

******

İlerici demokrat güçler, emekten yan partiler, sınıf partisi, sınıf kaygısı gütmeye devam eden sendikacılar, gençlik, kadınlar, çevreciler, yoksulluk ve işsizliğin pençesindeki emekçiler, kendi mücadelelerini de, bu, demokrasi ve emek güçlerinin mevzilenmelerine göre belirleyeceklerdir elbette.

 

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑