Kadınların tarih sahnesinde toplumsal ve emek mücadelelerindeki müdahalelerine baktığımızda; çoğu kez, belirleyici anlarda, hareketi ateşleyici, sürükleyici, ilerletici bir rol oynadıklarını görürüz. Birçok örnek biliriz ki, cesaretleri ve kararlılıklarıyla erkeklere öncülük etmişler, onları harekete geçmeye çağırmışlar, devletin kolluk kuvvetlerinin önlerine atılmışlar, savaş, mücadele ve direniş çağrılarını yükseltmişlerdir.
Ancak kendiliğinden hareketin örgütlü, karar alıcı, sistematik bir niteliğe bürünmesiyle gelinen yerde, kadınların bu eşikte “elendiği” de bir o kadar çarpıcı bir olgu olmuştur hep. Bu “elenme”, bir yandan kadının tarihsel dönemlerin, toplumsal sistemlerin özelliklerince şekillenmiş nitelikleri (eğitim düzeyi, çalışma ve toplumsal yaşamdaki konumu, temsiliyetinin olmaması vb.), öte yandan örgütlü yapılara sirayet etmiş olan erkek egemen toplumsal yapının bir devamı olarak kadından (aile, çalışma yaşamı, toplumsal temsiliyet) beklentilerdeki muhafazakar zihniyetin varlığı gibi etkenlerle belirlenmiştir.
18. ve 19. yüzyıldaki teknolojik ilerlemeler, buharlı makine ve büyük dokuma makineleri gibi sanayi devrimini yaratan yeni icatlar, her şeyden önce, görülmedik büyük kitlelere istihdam olanağı yarattı. Özellikle de üretim süreçlerinin makineler yardımıyla artık daha basitleşmesiyle, ucuz işgücünü oluşturan vasıfsız kadınlara. Kadınlar, bu dönemde, geniş çapta üretim sürecine dahil edildiler.
Üretici güçlerin baş döndürücü bir hızla gelişmesiyle kadının kazandığı yeni sosyal ve ekonomik konumu, işçi sınıfı ve işçi hareketinin doğuşuyla dünyada büyük sosyal hareketlerin gelişmesi, kadının eşit hak ve kurtuluş mücadelesinin üzerinde de büyük etkisi oldu. İşçi hareketinin büyümesi ve eş zamanlı olarak sosyalist düşüncelerin gelişmesi, süreklilik ve bilimsellik kazanmasıyla birlikte, kadınlar, işçi hareketine kitlesel olarak katıldılar.
Ne var ki, 19. yüzyıl ortalarından itibaren emekçi kadın hareketinin güçlenmiş olması, kadınların, başından beri erkek sınıfdaşlarıyla doğallıkla omuz omuza mücadele edebildikleri anlamına gelmiyor. Kadın işçi ve emekçilerin, sınıf örgütleri, partiler ve sendikalar içerisinde örgütlenebilmeleri ve kadın sorununun ciddiye alınması için mücadele etmeleri gerekti.
Avrupa ve Amerika’da, hızla gelişen işçi hareketleri içinde, kadın emeğinin rolü üzerine keskin tartışmalar yaşandı. Bu sorunda başlangıçtaki belirsizliğin sebebi, ilk zamanlarda işçi hareketi içinde, proleter kadın hareketinin anlamı ve hedefleri konusunda, özellikle de kadın emeğine bakış konusunda olgunlaşmamış düşüncelerin varlığıydı. Dönemin sendikal ve politik işçi hareketinin geniş kesimleri arasında, kadın emeğinin yasaklanmasının, en azından evli kadınlara yasaklanmasının savunulması olağan bir durumdu.
Bu savununun temelinde, bir yandan kadın ve ailenin korunması isteği, 18. yüzyıl sonu ve 19. yüzyıl başındaki kadın ve çocuk emeğinin felaketlere yol açan ağır çalışma koşulları (18 saate varan işgünü, korkunç hijyen koşulları, ustabaşı ve ustaların cinsel tacizleri, üretimin feci koşulları, fabrika kışlalarının oluşumu vb); öte yandan da açıkça düşük ücretleri nedeniyle kadın rekabetinin engellenmesi ve bertaraf edilmesi yatıyordu. Çünkü kadın emeği erkeklerin ücretini baskılıyor ve erkekleri işsizlikle yüz yüze bırakıyordu.
Bu durum, kadın işçileri, kadın emeği yoğunluklu işkollarında kendi sendikal örgütlerini kurmaya yöneltti. İlk kadın sendikası, 1845’te, ABD’nin tekstil sanayi kenti Lowell’de kuruldu. 19. yüzyılın ancak ikinci yarısında, işçi sınıfının, politik ve sendikal örgütlenmeleri aracılığıyla bu sorunu açıklığa kavuşturmasıyla birlikte, kadınların örgütlenmelerinde bir ilerleme sağlanabildi. 1864’de kurulan Uluslararası İşçi Birliği (1. Enternasyonal), kadınların da üyeliğe kabul edilmesini onayladı; kadın emeğini kaçınılmaz olarak gördü, kadının anne olarak konumunu savundu ve kadınların işgücünü ve sağlığını koruyan yasalar talep etti.
TALEPLERDE DEĞİŞİM
1866’da ABD’de kurulan Ulusal Ekmek Birliği, eşit işe eşit ücret ödenmesini ve kadınların sendika yönetimlerine gelmesini ortaya atan ilk örgütlenmeydi. İngiltere’de, erkek sendikacıların başarısızlığa uğradığı yerlerde, kadınlar, kadın işçilerin sendikalarda örgütlenmesinde olumlu roller oynadılar. Dewsbury’de, kadın dokumacıların grevini örgütleyen Kadınları Koruma ve Destekleme Birliği, 1874’te kuruldu. Bu birlik, daha sonra Ulusal Kadın İşçiler Birliği’ne dönüştü.
Yine 19. yüzyıl ortalarından itibaren, Avrupa’da ve ABD’de kadın işçiler, 8 Mart’ın kökenini oluşturan ve burada ayrıntılarına girmeyeceğimiz şiddetli emek mücadeleleri verdiler. Başlıca hatırlanacak olanı, elbette, 1857’de New York’lu kadın tekstil işçilerinin daha iyi çalışma ve yaşam koşulları için çıktıkları grevdir. Bu direnişte, 129 kadın, fabrikanın ateşe verilmesi sonucu alevler arasında can verdi. Londra’lı kibritçi kadın işçilerin, on binlerce Manhattan’lı tekstil işçisi kadının büyük grevleri de bu mücadelelerdendir.
Fransız Devrimi’nde “iş” ve “ekmek” talebiyle toplumsal mücadele alanına çıkan emekçi kadının yükselttiği talepler artık genişlemişti: Eşit işe eşit ücret, 8 saatlik işgünü, düşük ücretlendirilen mesleklerde ücretlerin düzenlenmesi, daha fazla fabrika müfettişi, kadın sağlığına uygun çalışma koşulları, annelik yardımı, işçi kadınlar için kooperatif evleri ve yalnızca mülk sahibi kadınlar için değil bütün kadınlar için oy hakkı. Emekçi kadınlar, yerel kampanyalar düzenliyor ve kadınları sendikal hareket içinde aktif olmaya teşvik ediyordu.
1910’da Kopenhag’da düzenlenen İkinci Uluslararası Sosyalist Kadınlar Konferansı’nda, Clara Zetkin’in önerisiyle, her yıl dünyanın bütün ülkelerinde, başta oy hakkı olmak üzere kadın hakları için ve savaşa karşı bir mücadele günü olarak uluslararası kadınlar gününü kutlamayı öngören tarihi bir karar alındı. Böylece 8 Mart, Uluslararası Emekçi Kadınlar Günü olarak benimsendi.
Erkek dominantlığı altındaki sosyal demokrasi için, kadının oy hakkı ve hak eşitliği, halen tali, başka reformlar karşılığında gözden çıkarılabilir, geri plana atılabilir bir talep görünümündeydi. 19 Mart 1911’de, ilk uluslararası kadın günü, bıyık altı gülümsemelere karşın, gerçek anlamda kadınların bir mücadele ve dayanışma günü olarak kutlandı. ABD’de ve Avrupa’da düzenlenen gösterilere yüz binlerce kadın katıldı. Yalnızca Berlin’de 45 bin kadın yürüdü. Ve sonraki senelerde bu sayının uluslararası çapta milyonlara ulaşmasıyla, 8 Mart, 1 Mayıs gibi, işçi sınıfının önemli mücadele ve dayanışma günlerinden biri olarak gelenekselleşti.
Kadının oy hakkı, politik hak eşitliği talebinin emekçi kadın kitlelerince benimsenerek yükseltilmesi, toplumsal temsiliyette, örgütlenmede söz ve karar hakkına sahip olmanın yakıcı ihtiyacına işaret eder. Bu bilincin geliştirilmesinde, kadın işçilerin sorunlarını ilk kez merkezine oturtan ve işçi hareketi içerisinde kadınları kendi seslerine kavuşturan kadın işçi basınının rolü büyüktü. Kadının ekonomik bağımsızlığının ve ev içiyle sınırlanmış yalıtılmışlığından kurtulmasının, özgürleşmesinin ve de toplumsal mücadelelere katılmasının, hem kendi çıkarına hem de bütün sınıfın çıkarına olduğunu büyük bir sebat ve ısrarla anlatan, başta, Clara Zetkin yönetimindeki kadın işçi basını oldu. “Kapitalizm, verili bulduğu ataerkil toplum yapısını devralıp kendi hizmetinde kullanır. Eğitimdeki, çalışma yaşamındaki geleneksel kalıplardan başlayarak aile ilişkilerine değin ekonomi, politika, ideoloji ve kültüre kendi kadın düşmanı damgasını vurur. Kadına yönelik ayrımcılığı pekiştirir ve bu ayrımcılığı kârı doğrultusunda kullanır.” (C. Zetkin)
SERMAYENİN ARAYIŞLARI
Yirminci yüzyılın ilk çeyreğinde, gelişmiş kapitalist ülkelerde, kadının çalışma hayatına katılım oranı ciddi bir artış gösterdi, tüm kadınların yüzde 30 ile 45’i çalışır oldu. Sonraki on yıllarda, kadının çalışma yaşamına katılımı daha da yükselme gösterdi. Her iki dünya savaşı sırasında kadın emeğine çok yoğun bir başvuru olmakla birlikte, savaş sonrasında kadınlar yeniden evlerine gönderilerek, yerlerini savaştan dönen işsiz erkeklere bırakmaları istendi. Buna karşın, kadınların çalışma hayatına katılım oranları yavaş da olsa artmaya devam etti.
Büyük Ekim Devrimi’nin ardından kadının hak eşitliği konusunda alınan yasal önlemler ve hayata geçirilen uygulamalar, ilan edilen Sovyetler Birliği Anayasası, dünyada pek çok sosyal güvenlik sistemine kaynaklık etti. Devrimden yalnızca 4 gün sonra, “eşit işe eşit ücret”, “8 saatlik işgünü” ve “kadın emeğinin korunması”na, “anne ve çocuğun korunması”na dair kararnameler çıkarıldı. Böylece, tarihte ilk kez, kadının politik, ekonomik ve hukuksal tam hak eşitliği ilan edildi. Annelik ve ev kadınının ev içi faaliyetleri toplumsal üretimdeki çalışmaya denk, toplumsal fonksiyonlar olarak tanındı. Sovyet Anayasası, bu hakları yasa biçiminde güvence altına aldı. Özellikle İkinci Dünya Savaşı ertesinde, gelişmiş kapitalist ülkelerde, sosyal devletin gelişmesine paralel olarak, daha gelişkin sosyal güvenlik sistemleri oluşturuldu.
Dünyada sosyalist ülkelerin varlığı, sendikaların, işçi haklarının ve sınıf bilincinin gelişkinliği, sermaye için ekonomik ve siyasi sorumluluklar getirmiş, kârlarında azalma yaratmıştı. Oysa sermaye, emek sürecinde yeni teknolojik değişikliklerle bir yandan emeğin üretkenliğini arttırmaya çalışırken, bir yandan da vasıflı emeğe olan bağımlılığı azaltmaya çalışır. İşçi sınıfının mücadeleleriyle elde edilen sigorta, sendika, iş saatlerinin düşürülmesi, ikramiye, kreş, işyeri hekimi uygulamasını bertaraf etmek isteyen kapitalist sınıf, üretim sürecini daha küçük parçalara ayırmanın yollarını dener, denemiştir.
Sosyalizm ve işçi hareketinin yenilgisi üzerinden gündeme getirilen ve sistemin yeniden yapılandırılması çerçevesinde yürürlüğe sokulan neoliberal politikalar, 1970’lerden itibaren sosyal devletin güç kaybetmesini ve sosyal güvenlik sistemlerinin yavaş yavaş çökertilmesini beraberinde getirdi. Neoliberal politikalarla üretim süreçlerinin parçalanabilir hale gelmesi, sermayeye, üretimin emek yoğun bölümlerini, ya emeğin bol, ucuz ve örgütsüz olduğu uzak ülkelere taşıma ya da aynı ülke içerisinde taşeronlaştırarak, dağınık ve örgütsüz emekten faydalanma imkânı tanıdı. Her iki durumda da, sermaye, örgütlü emek gücüne büyük bir darbe indirmiş oluyordu.
Bunun da ötesinde, emeğin ucuz olması da artık sermayeye yetmemiş, işgücünden istedikleri farklılaşmıştır. Artık işgücünden esnek çalışma koşullarını benimsemesi, işe giriş ve atılma koşullarına kolaylıkla uyum sağlayabilmesi, belirli bir konuda uzmanlaşma yerine genel becerilerinin fazla olması ve farklı ürünlere ve bunlar için tanımlanacak üretim süreçlerine uyum sağlayabilmesi beklenmektedir. Bu, tam zamanlı, düzenli fabrika işçiliğinin yerine parçalanmış, güvencesiz, görünmeyen bir iş ve işçi kitlesinin yerleştirilmesi anlamına geliyor.
Bu, yeni üretim sürecinde, kimi nitelikleri nedeniyle kadın emeğine duyulan talebi artırmıştır. Kadın emeğinin eve bağımlı ve serbest olmayan, ek gelir getirici bir etkinlik olarak görüldüğü bir modele tabi olması, kadınların yarı zamanlı ve esnek saatleri olan işleri daha kolay kabul etmelerini, işte süreklilik arayışlarının daha az olmasını, geçici işten ayrılmayı kabullenmelerini getirmiştir.
Konuyla ilgili araştırmalar, yeni üretim biçimleriyle birlikte daha çok sayıda kadının, daha az iş güvencesi sağlayan, son derece düşük ücretlerle ve çok kötü çalışma koşullarıyla nitelendirilen kayıt dışı sektörde yer aldığını saptamaktadır. Sosyal devlet uygulamalarında kısıtlamaya gidildikçe kadının ev içi rolü ağırlık kazanmış ve ev içi emek yoğunlaşmış, evde parça başı üretim yapan kadın sayısı artmış, kadınlar arasında yarı zamanlı işlerde çalışma ve/veya esnek çalışma oranı ve işsizlik artmıştır.
Yine araştırmalar, çalışan kadın için ev/aile sorumluluklarının büyük ölçüde değişmediğini göstermektedir. Kadın çalışsa da, yine eş ve anne olma rolünü ve bunun getirdiği sorumlulukları yüklenmekte ve çocukla bu üçlü rolün (anne, eş, işçi) çerçevesindeki bir çalışma ve yaşama modeline sıkıştırılmaktadır. Kadınların çalışma yaşamına katılmasına karşın aile içinde konumlarının değişmemesi, kadına işgücü piyasasındaki bakışın da değişmediğini de yansıtır bir bakıma. Geleneksel işbölümü, buna dayalı haklar ve ödevler pek fazla değişmeden sürdürülmektedir.
TÜRKİYE’DE KADIN EMEĞİ
Türkiye’de de hakim model, erkekler için göreli olarak güvenceli ücretli çalışma koşulları ve düşük bir çalışan kadın oranıdır (yüzde 25-27). Muhafazakâr bir kadın ve aile tablosuyla belirlenen ve desteklenen aile içinde cinsiyet temelli işbölümü, bu modelin merkezinde yer alır. Kadın için düşük vasıflı, fiziksel ve/veya psikolojik olarak yıpratıcı ama düşük ücretli, sosyal güvencesiz ve/veya bağımsız bir geçim sağlamaya imkan tanımayan, eş veya başka aile bireylerinin gelirlerine bağımlı kılan bir istihdamı öngören bir modeldir bu.
Üretimin ve istihdam koşullarını “küreselleşen” pazar politikalarının gereklilikleriyle uyumlandırma sürecinde, ülkemizde de uygulanan, çalışmanın düzensizleştirilmesi ve esnekleştirilmesi olmuştur. Giderek yayılmakta olan yarı zamanlı/kısa çalışmalı, parçalı, esnek çalışma biçimlerinin temel işgücü potansiyelini kadınlar oluşturmaktadır.
Taşeron uygulamasının en uç ifadesi ise, ev-eksenli çalışma biçimidir. Kadınlar, bugün birçok sektörde ev-eksenli çalışıyor. Bu çalışma biçimi, fabrikalardan alınan işlerin bir aracı tarafından evlere dağıtılıp, sonradan toplanarak fabrikaya iletilmesi biçiminde işliyor. İşçi kadınlar, işverenle yüz yüze gelmiyorlar. Örgü, triko-penye işlemeciliği, kazaklara nakış, halı dokumacılığı, ayakkabı dikimi, oyuncak montajı, paketleme, takı yapımı, elektronik eşya parçaları ve tükenmez kalem gibi ürünlerin montajı, fıstık ve badem içi ayaklama, söz konusu işler arasındadır. Çalışma saatleri belli değildir, sigorta, iş garantisi yoktur. Ara dinlenme, fazla mesai olmadığı gibi, pazarlık etme şansı da pek azdır. Zaman sınırlı ve yapılacak iş çoksa, evdeki çocuklar ve yaşlılar da çalışmaya dahil olur. Kadınların aldıkları ücret ise, asıl işverenin ödediği paradan, aracının payı çıkarıldıktan sonra belirlenir. Fark aracıya gider. Kadınların çoğu zaman işin gerçek ücreti hakkında fikri dahi olmaz.
Anlaşılacağı üzere, bu çalışma biçiminde, asıl patron için çok kârlı bir durum söz konusudur. Sigortasız ve düşük ücretle istediği kadar kadın işçi çalıştırabilmekte; kira, vergi, servis, yemek vb. sorumluluk da almamaktadır. Üretim alanı “ev”dir. Çalışanlar bir üretim mekânında bulunmadıkları için, işçi-işveren ilişkisinin yaratacağı sınıf bilincinin gelişmesi zordur. Ev-eksenli çalışma, kadını ev içi süreçlerden alıkoymayıp, geleneksel toplumsal cinsiyet rollerine herhangi bir tehdit yöneltmediği için de, meşruluğunu daha rahat sağlayarak, sömürünün boyutunu gizleyebilmektedir.
DİRENİŞİN DİNAMİK UNSURU
Kadın emeğiyle ilgili bu kısa değinmelerden sonra, Türkiye’de uygulanan neo-liberal politikalara karşı direnişte kadınların yerine bir göz atmakta fayda var. Yeterince örgütlü ve güçlü olmasalar da, emekçi kadınların bu politikalara hiç de sessiz kalmadıklarını, neo-liberal uygulamalara karşı direnişin en dinamik unsurunu oluşturduklarını, verdikleri mücadeleler ortaya koydu. Özelleştirme kıskacındaki fabrikalarda, tasfiye süreci, direniş ve grevlerle karşılandı, Sümerbank, TEKEL gibi kadın işçilerin yoğun çalıştığı fabrikalarda, özelleştirme, direnişlerle durdurulmaya çalışıldı.
Özellikle son on yıldır kadınların emek mücadelelerinde belirgin bir artış görüldü. Tuvalete gitmenin, hamile kalmanın bile sırayla ve izinle olduğu Novamed’de işçi kadınların grevi, kadın dayanışmasının desteğiyle güçlendirildi ve bu destek grevin kazanılmasında etkili oldu. İşçi kadının hakları ve neo-liberal politikaların kadın emeğine etkileri, kadın hareketinin son 10 yılını, önceki dönemlere oranla daha fazla meşgul etmeye başladı.
DESA grevi ve sendikalı olduğu gerekçesiyle işten atılan DESA işçisi Emine Arslan’ın direnişi başta olmak olmak üzere, sayısız işyerinde, kadın işçiler, işten atmalara ve sendikasızlaştırmaya karşı mücadelenin ön saflarında oldular. Ev-eksenli çalışan kadınların örgütlenme mücadelesinde belirli adımlar atıldı. Yaşanan grev ve direnişler, kadın işçi ve emekçilerin sendikalaşmasının önemini bir kere daha gösterdi.
Kamu emekçisi kadınların gerek grevli toplusözleşmeli sendika talepleri, gerekse hak gaspları ve demokrasi mücadelesi içindeki etkileri daha da yükseldi. İşyerinde pantolon giyme hakkını 2001’de kazanan kamu emekçisi kadınlar, son yıllarda gasp edilen sosyal haklara karşı, özellikle kreş, emzirme hakkı ve ebeveynlere doğum izni gibi taleplerle mücadele yürüttüler.
Kürt ulusal hareketinin en dinamik unsurlarından birini, savaşın sonuçlarını en ağır biçimiyle yaşayan Kürt kadınları oluşturdu. Son on yıllarda bölgedeki savaş nedeniyle yaşanan yoğun göçle, Kürtler, ülkede hızla proleterleşen kesimlerin başını çekiyor ve yoksul Kürt kadınları, ev-eksenli çalışmanın başlıca işgücünü oluşturuyor. Kadın hareketinin 90’larda Kürt kadınlarıyla yeterince sergileyemediği dayanışma, 2000’lerde giderek yükseldi. Kadınların oluşturduğu barış platformları, Diyarbakır’dan İzmir’e, Hakkari’den İstanbul’a barış talebini taşıdılar. Barış, 2000’lerin ilk on yılının en başat taleplerinden birini oluşturdu. Kürt kadınlarının her geçen yıl seslerini daha da yükselterek haykırdıkları “Edi Bese! Artık Yeter!” çağlığına, her yerden, her dilden barış sözleri eklendi. Kadınların “söyleyecek sözümüz var, çözümü geliştirecek gücümüz var” diyerek çıktıkları yolda söyledikleri ve yaptıkları, Barış İçin Kadın İnisiyatifi’yle ete kemiğe büründü.
Son yılların 8 Mart meydanları, şiddet ve savaşın yanı sıra krize, yoksulluğa ve sömürüye karşı taleplerle doldu. Bursa’da kurulu Özay Tekstil’de patronun kaçmasınlar diye üzerlerine kapıyı kilitlediği kadın işçilerin yanarak can vermesi, sermayenin 150 yıl öncekinden pek de farklı olmayan vahşi çalışma koşullarını işçi ve emekçi kadınlara dayattığının acı bir göstergesi oldu. O yıl, 8 Mart’lar Bursa’da yanan işçi kadınlara adandı. Ceylanpınar’da traktör römorkunda fabrikaya taşınan kadın işçilerin boğulmaları, bir sonraki 8 Mart’ta unutulmayarak, protesto edildi. İstanbul’da geçen yıl yaşanan selde aynı fabrikadan 8 kadın işçinin ölümü de unutulmayacak. Onların yoksul hikâyeleri, işçi kadınların sudan ucuz emeklerini, hiçe sayılan hayatlarını bir kez daha hatırlattı.
8 Mart’ın yüzüncü yılına girdiğimiz bir sırada, kadın işçilerin direngen tutumlarıyla öne çıktıkları TEKEL direnişi ise, 8 Mart’ın tarihsel köklerinde bulunan büyük mücadeleleri tekrar anımsattı. 4-C ile açlık ve yoksulluğa mahkum edilmeye çalışılan TEKEL işçilerinin mücadele ruhunun bu yılki 8 Mart’a damgasını vuracağından hiç şüphe yok.
2010 MÜCADELE YILI
Sermayenin kâr hanesine yazmak üzere tepe tepe kullandığı krizin yarattığı işsizlik, yoksulluk, hak gaspları karşısında halkın tahammülünün kalmadığını, emekçilerin seslerini giderek daha yüksek sesle çıkardıklarını rahatlıkla söylemek mümkün. Diğer taraftan, böylesi hareketli bir gündemle girdiğimiz 2010 yılının, yönetimin iktidarını sürdürebilmek için emekçi kesimlerin ve halkın talepleri karşısında daha kırılgan hale geleceği ve bunlara cevap vermek zorunda kalacağı bir yıl olması için, tüm emekçi kesimlerin örgütlü seslerini daha yüksek çıkarması gerekiyor. Bütün bu kesimler içerisinde yer alan emekçi kadınlar açısından, bu, daha da büyük bir gereklilik. Emekçi kadın hareketinin bugüne kadar biriktirdiği deneyimlerle, daha hızlı reflekslerle örgütlülüğünü artırması, hayatın her alanında sesini duyurması ve sözünü söylemesi büyük bir önem taşıyor.
Bu arka planla birlikte, işçi sınıfının partisinin 2010 yılını kadınların mücadele yılı olarak ilan etmesi ve bu doğrultuda “Kadınlar El Ele Verecek Dünya Değişecek” şiarı altında bir kampanya çalışması başlatmış olması, bir o kadar anlamlı.
Ülkemizdeki çok düşük çalışan kadın oranından ve kadını çalışma yaşamına katılmaktan önemli ölçüde alıkoyan ataerkil aile içinde cinsiyet temelli işbölümü modelinden bahsetmiştik. Kadının ev içinde güçlenebilmesinin, kamusal alanda, çalışma yaşamında daha güçlü bir konuma gelmesinden geçtiği de bilinen bir gerçek. Bu yüzden, bu dönemde, sendikal, mesleki ve politik vb. örgütlenmelerde kadınların temsiliyetine, taleplerine özel bir vurgu, dikkat ve hassasiyet geliştirmek zorunludu. Sendikalarda, emek örgütlerinde, meslek örgütlerinde, siyasi örgütlerde, kadının emek tarihinin ortaya çıkardığı çarpıcı gerçekleri göz önünde bulundurarak, kadınların yalnızca örgütlenmelerinin değil, aynı zamanda tartışma ve karar süreçlerinde, yönetim ve karar organlarında söz sahibi olmalarının önemi ve vazgeçilmez zorunluluğu karşısında hamlede bulunmak gerekiyor. Özellikle işçi sendikalarının yönetim ve karar alma mekanizmalarındaki kadın varlığının acı bir biçimde erimiş olması, bu göreve daha da aciliyet katıyor. Sendikalarda kadın komisyonlarının işler hale getirilmesi, toplu iş sözleşmelerinde, sendikalaşma mücadelelerinde eşit işe eşit ücret, cinsiyetçi çalışma politikalarına son verilmesi, çalışma saatlerinin ücret ve istihdam kaybı yaşamaksızın kısalması (8 saatlik iş günü), güvenceli çalışma (sendika, sigorta), tam zamanlı çalışma, işyerlerinde kreş ve emzirme odalarının kurulması, ebeveyn izni gibi kadın işçi ve emekçilerin taleplerinin yer almasının sağlanmasına yönelik çalışma ve mücadele görevleriyle karşı karşıyayız. Kadınların güvencesiz ve düşük ücretli işlere hapsolmalarına karşı, bütün iş alanlarının kadınlara açılması için, işgücü piyasasında kadınlara yönelik kota ve pozitif ayrımcılık önlemleri için sendikaların etkili politikalar yürütmesi gerekiyor.
100. yılında 8 Mart’a yakışacak olan, 8 Mart’ı yaratan emekçi kadın mücadelelerinin önümüze koyduğu (henüz aşılmamış) kadının politik ve ekonomik hak eşitliği talebinin, geliştirilerek güçlü bir biçimde savunulması olacaktır. TEKEL işçileri örneğinde de rastlanabildiği gibi, kadınların cevalliğini, sürükleyiciliklerini öven, yücelten genel yaklaşımlarla tatmin olmamak, kadınların mücadelenin tüm aşamalarında gerçek temsiliyet, karar, yetki ve söz sahibi olmalarında ısrar etmek, bu yüzden ayrı bir önem taşımaktadır.
Diliyoruz ki, 2010 her anlamda emekçi kadının el ele verip dünyayı –hem özgül anlamda kendi dünyasını hem de bilinen genel anlamıyla dünyayı– değiştirecek mücadelelere atılacağı, her düzeydeki örgütlülüğünü önemli oranda güçlendireceği bir yıl olsun.