Kapitalizm kavramı günümüz dünyasında olup bitenleri açıklayabilmekte yeterli bir kavram mı, yoksa emperyalizm kavramına da ihtiyaç duyuluyor mu? Bu soru rastgele ortaya atılmış bir soru değil. Günümüzde bazı çevrelerin emperyalizm kavramının kullanılmasına gerek olmadığına ilişkin bir düşünceyi savundukları görülüyor. Bu düşünce kuşkusuz yeni değil. Küreselleşme tartışmaları ile birlikte öne çıkmaya başladı ve küreselleşmeye ve kapitalizme ilişkin yaptığı tahlillerde, bu iki kavramın günümüz ilişkilerini açıklamaya yeterli olduğundan yola çıkıyor. Ama günümüz kapitalizminin –tekelci kapitalizm– ilişkilerini, eğilimlerini açıklamak ve yorumlamak, emperyalizm kavramını kullanmadan, yazının ilerleyen bölümlerinde irdelemeye çalıştığımız gibi olanaklı değildir. Buna karşın, emperyalizmi açıklamak da, kapitalizm olmadan, onun gelişme derecesi anlaşılmadan ve hesaba katılmadan kuşkusuz olanaksızdır.
Yazının başlangıcında çok genel olarak ifade edecek olursak, emperyalizmin geride kaldığı, tekelci kapitalizmin günümüzde olanaklı olmadığı, küreselleşen kapitalizm kavramının günümüz dünyasının tüm ilişkilerini aydınlattığı gibi düşünceler, kapitalizmin reformcu, küçük-burjuva bir cepheden yorumlanması temelinde ortaya çıkıyorlar. Birikim Dergisi’nin Ağustos-Eylül 244-245’ci sayılarında Kerem Ünüvar’ın Çağlar Keyder ile yaptığı bir söyleşi yer alıyor. Bu söyleşide Keyder’in ileri sürdüğü düşünceler, emperyalizm kavramına yöneltilen eleştirilerin derli toplu bir özetini veriyor. Bu nedenle, bu düşüncelere –Birikim yazarının da büyük oranda katıldığı– yakından bakmakta yarar bulunuyor.
Yarar bulunuyor, çünkü Keyder’le söyleşi, kapitalist-emperyalist sistemin genel bir ekonomik krizin içine yuvarlandığı koşullarda yapılmıştır. Kriz, kapitalizmin temel ilişkilerini, bu ilişkilerin günümüz toplumunu nasıl sarıp sarmaladığını, dev tekellerin çıkarları için devletlerin ne tür önlemler aldıklarını açıkça –üstlenilen “yükümlülükler” dışta tutulmak üzere, ABD’de 15 ve dünya genelinde 25 trilyon dolar civarında bir para dev tekellerin kurtarılmasına harcandı– ortaya yere getirdi. Kapitalizm, tekel ve emperyalizm arasındaki kopmaz bağ bir kez daha görüldü. Bütün bu bağlantılar şunun için de önemli, yazının ilerleyen bölümlerinde görüleceği gibi, Keyder yalnızca emperyalizm kavramına karşı çıkmıyor, tekelci kapitalizm kavramına da karşı çıkıyor. Böylelikle günümüz kapitalist toplumunu, devletlerin ekonomik, politik ve askeri ilişkilerini açıklayan, bunlara temel olan ve yön veren ana ilişkiler de ortadan kaldırılmış oluyor.
Şimdi bu söyleşiye biraz yakından bakalım.
Keyder’e bu söyleşide yöneltilen ilk soru şu: “Sizin için emperyalizm kavramı bugün yaşanmakta olan iktisadi süreçleri açıklamak için yeterli bir kavram mıdır? Mesela, içeriği, yaşanılan iktisadi dönüşümleri ya da krizleri analiz etmek için kafi midir?” Keyder bu soruya şu yanıtı veriyor: “Hayır, yeterli bir kavram değil. Emperyalizm kavramının daha çok tarihsel bir anlamı olduğunu düşünüyorum. Eskisi kadar eleştiri olmadan kullanmaya imkan olmamasına rağmen, ‘küreselleşme’ bir gerçeklik ifade ediyor ve bu kelime kapitalizmin eskiye nazaran çok daha yaygınlaştığını, derinleştiğini, yerleştiğini anlatıyor. Eğer böyleyse emperyalizm kavramını kullanan analizlerin fazla anlamı olmadığını söylemek gerekiyor; çünkü gerçekten küresel bir kapitalizmden söz ediyorsak, sonuçta kapitalizm kavramı bize yeterli bir analitik araç veriyor.”
Keyder’e göre emperyalizm “empire”la, “imparatorlukla” ilişkili bir kavram ve imparatorluğun özelliği ise, farklı toplumsal formasyonları –kapitalizm ve kapitalizm öncesi üretim biçimleri kastediliyor– bir arada bulundurmasıdır. Dolayısıyla, burada emperyalizmden söz edilebilir, çünkü emperyalist devletin şiddeti söz konusudur. Burada, emperyalist devletin koyduğu kurallar, zorlamalar vardır. Bu devlet zoru veya askeri şiddet, kapitalist olan birim ile, kapitalizme henüz geçmemiş bir birim arasındaki ilişkiyi düzenleyen bir ilişkidir. Ama her yerde kapitalizm hakimse, “emperyalizm” lafına ihtiyaç kalmıyor. Keyder’e göre, kapitalizmin içinde sömürünün, eşitsizliğin ne olduğunu anlatmak kolay, o halde niye emperyalizm diye bir formüle başvuralım? Küreselleşme ile beraber, yani Negri’nin “empire” diye nitelediği olay çerçevesinde, kapitalizmin, içerdiği bütün kavramlarla beraber, bütün dünyaya hakim olması söz konusu. Demek ki, “emperyalizm” lafı da çok ilginç değil artık.
Keyder, kapitalizm ile emperyalizm arasındaki ilişkinin doğrudan olmadığını düşünüyor. Bu konuda Marksistlerden çok Schumpeter’e yakın düşündüğünü ifade ediyor. “Emperyalizmi, ekonomik belirlemeden anladığımız ya da kapitalizmin gereklerinden çıkardığımız dinamikten daha farklı bir dinamik belirliyor. Bu ‘dinamik’i tanımlamak gerekirse, isterseniz siyasi kerte deyin, isterseniz Schumpeter’in tanımladığı gibi burjuva gibi düşünmeyen devlet yöneticileri deyin. Her halükarda, ekonomide olup bitenle, siyasette olan birbirinden nispeten bağımsız, ama bir sarmal içinde olduğunu düşünmemiz gerekiyor. Bu sarmalın unsurları birbirlerinden bağımsız hareket edebiliyorlar. “Yani sırf kapitalistlere kalsa yahut da kapitalist dinamiğin mantığına kalsa, emperyalist hakimiyet diye bir şeye gerek yok aslında.” Ama kapitalist sınıf çok heterojen, içinde tüccar, yatırımcı, kapkaççı vb. var. Bazılarının işine gelen proje, siyasetçilerin ve devlet adamlarının da işine geldiğinde, “kapitalist gelişmeyi yavaşlatan emperyalist bir proje ortaya çıkabiliyor….Ama kapitalist sınıfın bütünü açısından, yahut ekonominin genel mantığı açısından….emperyalizm olayları aslında kapitalist gelişme açısından hiç rasyonel değil. O yüzden emperyalizm olayını kapitalist mantık üzerinden çıkarmak kolay değil.”
Keyder’in yaklaşımın tam anlaşılması için bu alıntıları zorunlu olarak uzatıyoruz. Bu bölümde şunları da aktarmadan geçmemek gerekiyor. “Tabii ki kapitalistler 1838 Antlaşması, yani yeni bir yapılandırmaya yol açan türde şeyler isterler, ama bu demek değildir ki, kapitalistler illa imparatorluğu sürdürüp, devamlı bir ırkçılık, devamlı bir oryantalizm, devamlı bir aşağıda bırakma ve böylece kapitalist dinamiği törpülemek niyetinde olsunlar. Bu açıdan Bill Warren’ın 1970’lerde Imperialism: Pioner of Capitalism’de söylediği çok doğrudur; yani emperyalizm kapitalizmi önleyen bariyerleri yıktıktan sonra kapitalizm emperyalizmi yok edecektir. Kapitalizm kök salmaya başlayınca emperyalizm ortadan kalkar; çünkü kapitalizm aslında dönüştürmek ister, kendine göre sömürmek ister, kendine göre yatırım yapmak ister. İmparatorluğun getirdiği farklılaşmanın sürmesini istemez. Niye istesin? Karşısında ücretli emek olmaya hazır bir ve özgür bir grup istiyor, yatırım olanağı istiyor. Ama kapitalizm kendi eşitsizlikleriyle beraber gelecektir.”
Şimdilik bu kadar alıntı yeterlidir. Konunun farklı yanları gündeme geldiğinde zorunlu olarak ilgili alıntıları yapmak durumundayız. Ama öncelikle bu söylenilenlerin üzerinde biraz durmak gerekiyor. Dikkatle okunduğunda görülecektir ki, Keyder, emperyalizmi hem geride kalmış bir olay, hem de özellikle devlet ve hükümetlerin, bazı burjuva grupların geri ilişkilerden kurtulamamaları nedeniyle yöneldikleri ve “tercih ettikleri” bir politika olarak ele almaktadır. Ona göre, zaten emperyalizm olayını kapitalist mantık üzerinden çıkarmak kolay değildir!
Ama kapitalizmin gelişmesi, bize tam tersi bir gerçeği kanıtlar. Küçük meta üretimi üzerinde boy veren kapitalizm, küçük üreticiyi mülksüzleştirerek, onu üretim araçlarından yoksun bırakarak gelişir, egemen olur. Kapitalist gelişme, sermayenin ve üretim araçlarının merkezileşmesini ve yoğunlaşmasını zorunlu olarak beraberinde getirir. Keyder emperyalizmi şiddet kullanmakla eleştirse de, kapitalizmin gelişme süreci hiç de barışçıl değildir. Mülksüzleştirme ve işçileştirme salt ekonomik zorla olmaz. Bunun yanına siyasi zorda eklenir. Burjuva devrimlerinden ve onların rolünden de hiç bahsetmiyoruz!
Kapitalist üretimin sürekli olarak sermayenin ve üretim araçlarının yoğunlaşmasına ve merkezileşmesine doğru yol alması, kapitalizmi bir üst düzeye doğru sıçratır. Bu yoğunlaşma ve merkezileşme sonucu serbest rekabetçi kapitalizm giderek geride kalır, tekelci kapitalizm dönemine adım atılır. Emperyalizm, bu nedenle, kapitalizmin temel özelliklerinin gelişmesi ve onun doğrudan devamı olarak ortaya çıkar. Arada bir kopukluk olması şöyle dursun, bir süreklilik ve devamlılık söz konusudur. 1900’lerin başı tekellerin ve emperyalizmin egemenliğinin başladığı yıllar olarak anılır.
Yani emperyalizm, doğrudan doğruya “kapitalist mantık” üzerinden, kapitalist gelişmenin kat ettiği yol üzerinden açıklanabilir. Emperyalizme yol açan şey, kapitalist gelişmedir. Emperyalizm, ancak gelişkin bir kapitalizm –tekelci kapitalizm– temelinde ve onun üzerinde var olabilir. Bu olgu, sadece geçmişte kalmış, tarih olmuş bir olgu değildir. Günümüzün temel ilişkileri de bu gerçek tarafından belirlenmektedir. Bugün büyük kapitalist devletlerin politikalarını, kendi kapitalistlerinin çıkarlarının dışında açıklamak olanaklı değildir. Çünkü bu devletler doğrudan tekeci kapitalistlerin çıkarlarını savunan ve koruyan üst yapılardır. Farklı ülkelerin tekelci kapitalist gruplar arasındaki sert rekabet ve mücadele, doğrudan doğruya devletlerin bu rekabet içerisinde yer almasını, kendi gruplarının çıkarlarını savunmasını beraberinde getirir.
Burada bazı örneklere değinmekte yarar var. ABD emperyalizmi Irak’ı işgal ettiğinde, bu emperyalist politikanın uzantısı ve doğal sonucu, başta ABD olmak üzere, İngiliz vb. petrol tekellerinin, inşaat işleri ile ilgili tekellerin vb. işin içine girmesi, bu kaynakların işletme hakkını ellerine almaları, bu konuda Irak içinde de tekel konumuna gelmeleridir. Bunların üzerine silah tekellerini, inşaat tekellerini vb. de eklemek gerekiyor. Bu emperyalist bir politikadır. Ama bu emperyalist politika, doğrudan doğruya ABD tekelci kapitalizminin çıkarları üzerinde yükselmektedir ve ABD hükümeti’nin bu temeli inkar ederek, farklı bir politikayı “tercih etmesi” olanaklı değildir. Ama bu emperyalist politikada bugün silahlı müdahalenin öne çıkması, yarın “barışçıl” biçimlerin öne çıkması sorunun özünü değiştirmez. Yani emperyalist yayılma için illaki silahlı müdahale ve işgal gerekmez. Sorunun özü emperyalizmde, onun sürekli olarak yayılma ve egemenlik kurma eğiliminde düğümlenmektedir. Kesin hesaplaşmalar ise, ancak güçle, silahların gücüyle yapılabilir.
Şu elbette doğrudur; emperyalist politik müdahaleler, müdahalenin yapıldığı ülkede kapitalist ilişkileri belirli oranda geliştirir. Ama buradan yola çıkarak, bu kapitalist gelişmenin emperyalizmi ihtiyaç olmaktan çıkaracağını ileri sürmek saçma sapan bir düşüncedir. Aksine olan, emperyalist askeri müdahale, ya da sermaye ihracı, meta ihracı gibi “barışçıl” yöntemlerle yapılan müdahalelerin, söz konusu ülke ya da bölgede emperyalist bağımlılık ilişkilerini geliştirmesi, bu ilişkilerin söz konusu ülkenin tüm derinliklerine doğru ilerlemesidir. Tarımın tasfiyesi, özelleştirmeler, içinden çıkılamayacak borç sarmalı, emperyalist ülkenin üretiminin ihtiyaçlarına göre şekillenen bir kapitalist üretim yapısı vb. gibi sonuçlar ortaya çıkar. Bu da yetmez, emperyalist soygun için IMF, DB gibi özel kurumlar örgütlenir. Yani sorun, kapitalistlerin ücretli emeği özgürce sömürmeleri ile sınırlı değildir. Genel bir bağımlılık ilişkisinin, bir ülkenin zenginliklerinin yağmalanması üzerine oturan bir sistemin kurulması söz konusudur.
Yani “gelişme” emperyalist ilişkinin ihtiyaç olmaktan çıkması yönünde değil, tam tersi yönde olmaktadır. Artan bağımlılık ilişkisi ve ülkelerin daha fazla soyulmasıdır, olan. Eğer Keyder’in iddia ettiği gibi, kapitalist gelişme bir süre sonra emperyalizmi gereksiz hale getirseydi, söz konusu ülkeler gelişmiş kapitalist ülkelere dönüşür, onlar açısından emperyalizme bağımlı ilişkiler bir “kalkınma modeli” hizmeti görürdü! Oysa olan, yağma ve talana sonsuz bir alanın açılmasıdır. Kuşkusuz bu tür ülkelerde kapitalizm gelişmekte, ama bu kapitalist gelişme, emperyalist bağımlılık ilişkilerini daha fazla derinleştirmektedir. Bu ülkelerin bazılarında görüldüğü gibi, eski makinelerle emek yoğun sanayilerin bu ülkelere dayatılması sonucu iş gücünün aşırı sömürülmesi, bunun üzerinden yüksek kârların vurulması, hemen hemen bağımlı ülkelerin ortak kaderi durumundadır. Bu sonuç; kapitalizmin, ama tekelci kapitalizmin “kendine göre sömürmek, yatırım yapmak” istemesinin, azami kârın peşinde koşmasının doğal sonucudur. Bugünün kapitalizmi, ortalama kâr değil, azami kâr peşindedir. Keyder, bugünün kapitalist-emperyalist sisteminden serbest kapitalist sisteme doğru geri bir adım atmakta, olguları küçük-burjuva reformist bir mantıkla yorumlamaya çalışmaktadır.
Olan bitenin özeti şudur; emperyalizm bağımlı ülkeye girmiş, –gelişmiş tekelci kapitalist ülkelerin kendi aralarındaki ilişkileri dışta tutarak söylersek– belirli bir kapitalist gelişme sağlanmış, sağlanan bu kapitalist gelişme emperyalist bağımlılık ilişkilerini yaygınlaştırmış ve derinleştirmiştir. Bilinmektedir ki, dünya genelinde kapitalist üretim biçimi egemendir. Kapitalizm her yere kendi ilişkilerini ve kurallarını götürmektedir. Kapitalizm öncesi ilişkileri de kendisine bağlamakta, hizmete koşmakta, onları uzun vadede çözmektedir. Bunun sonucu olarak kapitalizm dünya genelinde gelişmekte ve kökleşmektedir. Üstelik bu durum “küreselleşmenin” ortaya çıkardığı bir gelişme de değildir. Haberleşme ve ulaşım sistemlerinin, bankacılığın gelişmesi, ülkeler ve bölgeler arasındaki ilişkileri geçmişe göre çok daha kolay hale getirmiştir. Burada sorun, kapitalizmin gelişip gelişmediği değil, girdiği, yerleştiği her yerde ne tür kapitalist ilişkileri geliştirdiğidir. Bu ilişkiler, emperyalizme bağımlılık ilişkileridir ve bağımlı ülke, pek çok bağla büyük bir emperyalist ülkeye ya da ülkelere bağlanmıştır. Bu tablonun bir yüzünde bağımlı ülkelerin sürekli artan dış borçları ve bu borçların faizleri bulunmaktadır.
ESKİ BİR TARTIŞMA
Ultra-emperyalizm, hatırlanacağı gibi, Kautsky tarafından ortaya atılan bir kavramdır. O, kendisinden önce Hobson’un ortaya attığı “inter-emperyalizm” terimini isim değişikliği ile tekrarlamıştır. Kautsky “…Acaba bugünkü emperyalist siyasetin yerini, ulusal mali-sermayeler arasındaki savaşımın yerine uluslararası düzeyde birleşmiş mali-sermayeyle dünyanın ortaklaşa sömürüleceği yeni, ultra-emperyalist bir siyaset alamaz mı? Kapitalizmin bu yeni aşaması her halükarda düşünülebilir bir şeydir. Bu, gerçekleşebilir mi? Bu soruyu yanıtlamamızı olanaklı kılacak yeterli öncüllere henüz sahip değiliz.“ (Lenin, Emperyalizm) demektedir. Lenin, Kautsky’i, kitlelerin dikkatini günün keskin çelişkilerinden uzaklaştırmakla, ağır sorunlarından saptırmakla, kitlelerde kapitalizm koşullarında sürekli bir barışın olabileceği umudunu yaygınlaştırmakla, yığınları aldatmaya çalışmakla suçlar. Lenin’e göre, bütün bunlar gerici avuntulardır. Zaten tarihsel gelişmeler ve olaylar da, Kautsky gibileri değil, Lenin’i doğrulamıştır ve doğrulamaya devam etmektedir.
Buna karşın, Keyder, Kautsky’nin “ultra-emperyalizm teorisi”nin “çok işlenmemiş olmasına rağmen” bugünkü durumu daha iyi anlattığı düşüncesindedir. “Siyasi mekanizma, kapitalist mekanizmayla nasıl ilişkilidir?”: Kautsyk’i haklı çıkarmak için Keyder’in ortaya attığı ve yanıtladığı soru bu. Siyasi mekanizmadan kasıt, devletler, politikacılar vb. Ama Keyder, bu soruyu ekonomi ile siyaset arasında birebir bir ilişki olmadığı vb. anlamında ortaya atmıyor. Keyder, “siyasi mekanizmaya” olağanüstü bir serbestlik hakkı tanıyor! Aşağıdaki alıntılar bu sorunun anlaşılmasına yardımcı olacaktır.
Keyder şunu demektedir: “Kautsky diyor ki, kapitalistler arasında illa çatışma çıkması gerekmez….Hakikaten de gerekmeyebilir.” Keyder bunu söyleyince, yukarıdaki tartışmayla ilgili olarak, 1. Dünya Savaşı’nın nedenini de açıklamak zorundadır. Keyder bunu şöyle yapıyor; “Bence Birinci Dünya Savaşı’nın ortaya çıkışını kapitalistlere bağlamak doğru değil,… Emperyalizm ve savaş konularının analizinde, ben siyasi mekanizmaya –devleti yönetenlerin feodal, aristokratik, kültürel kalıntılarına bağlıyor– büyük ölçüde bağımsızlık tanımak taraftarıyım, yani kapitalistler genelde çatışma istemez bence de, ama devletler isteyebilir.”
Böylece Birinci Dünya Savaşı’nın nedeni ilkokul tarih kitaplarında ileri sürülen nedene indirgenmektedir. Bu, oldukça şaşırtıcı bir durumdur. Bir bilim adamı nasıl böyle bir konuma savrulabilir? Ama aslında bunda şaşılacak bir yan bulunmamaktadır. Keyder, günümüz kapitalizmini, kapitalizmin ulaştığı tekelcilikten, mali sermayeden ve bunların açık ve en ileri ifadesi olan emperyalizmden soyutladığında, varacağı ve vardığı yer burasıdır. Keyder, kapitalizmi, kapitalist ilişkileri salt fabrika, üretim, bu üretimin ihtiyaçları vb. açısından değerlendirmektedir. Bunlar kapitalist üretimin temelleridir ve bunların zorunlu olarak yol açtığı sonuçlar ve sorunlar göz ardı edilirse, şu sorular yanıtlanamaz: İkinci Dünya Savaşı neden çıkmıştır? Günümüzdeki işgallerin ve çatışmaların nedeni nedir? Bu sorulara yanıt yoktur ve olduğu yerde de yukarıdaki çocukça mantık devreye sokulmaktadır.
Keyder’in değerlendirmelerinde, kapitalist üst yapı, yani başta devlet mekanizması, ordu, bürokrasi vb. olmak üzere, kapitalizmin hizmetine koşulan hukuk, din, ideoloji, kültür vb. bütünüyle dışta tutulmuştur. Oysa bütün bu mekanizma, kapitalizmin sorunsuz işleyebilmesi için çalışmakta, kapitalist sistem, Keyder’in tanımlamaya çalıştığı gibi yöneticilerin keyfine göre değil, bütünlüklü bir yapı, onun ihtiyaçlarına yanıt veren bir sistem olarak hareket etmektedir. Bu anlaşılmadan, büyük kapitalist devletlerin –tekelci kapitalist, yani emperyalist– ham maddeler ve enerji kaynaklarına egemen olmak için verdiği mücadele, bağımlı ülkeleri sermaye ihracı, borçlandırma vb. yollarla haraca bağlama, kendi tekellerinin çıkarları için askeri müdahaleler, tehditler vb. gibi faaliyetleri anlaşılamaz, açıklanamaz. Daha da önemlisi, mevcut devlet mekanizmalarının, bürokrasinin, asker ve polis yığınının, kendi işçi ve emekçilerine karşı kapitalist düzeni korumak üzere üstlendikleri işlevler de izah edilemez.
Demek ki, Keyder’in kapitalizmi, “saf ekonomik” dürtülerle hareket eden, her türlü zorluğunun üstesinden barışçı yollarla gelen, eğer “siyasi sınıf, yönetici mekanizma” olmasaydı dünyayı barışa götürecek –hakkını yemeyelim, eşitsizlikler yaratabilirmiş!– hayali bir kapitalizmdir. Serbest rekabet döneminde bile olmayan bir kapitalizmdir bu! Serbestçe ve barışçıl bir biçimde, hiçbir engele takılmadan tüm dünyaya yayılacak, bu yolla tek amacı olan güzel sömürmeyi gerçekleştirecek, çatışmasız bir dünya yaratacaktır!
Bu tahlillerin diğer tamamlayıcısı da, günümüz kapitalizminin, tekelcilikten azade olduğu iddiasıdır. Tekelci kapitalizm kavramı da, Keyder tarafından, bugün için geçerli bir kavram olarak görülmez. Birikim yazarının “Tekelci kapitalizm lafı da ömrünü çoktan tamamlamış görünüyor “ tespitine, Keyder canı gönülden katılmaktadır. Peki, bu katılmanın gerekçesi nedir?
Keyder, “Dünyada herkesin ucuz işçi aradığı, herkesin farklı kaynak aradığı, herkesin yeni teknolojiyle farklı pazarlara girmeye çalıştığı, bu kadar hızlı dönüşümlerin olduğu bir dönemde tekelci kapitalizmin hiçbir anlamı yok.” tespitini yapmaktadır. “Tekelci kapitalizmin gerçek olması için koşul, ülkelerin kendi kapitalizmleriyle yaşamaları. O zaman tekelci kapitalizm olabilir; çünkü yapay olarak rekabeti durdurursunuz.” Bunlar bütünüyle anlamsızdır. Bir ülkede tekel konumunu kazanan bir grup ne yapacaktır? Gözünü zorunlu olarak uluslararası arenaya dikecektir. Farklı tekel grupları arasındaki sert rekabetin kanıtladığı da budur. Üstelik tekel rekabeti ortadan kaldırmaz. Onun “üstünde ve yanında” yer alır. Bu durum çelişkileri şiddetlendirir, sürekli mücadeleyi gündeme getirir vb. Burada temel sorun, tekellerin ekonomik yaşamda tayin edici bir konuma oturmalarıdır.
Tekellerin rekabeti ve mücadelesine, onlar adına katılan devletlerin durumuna güncel bir örnek, Opel etrafında yaşananlardır. Son krizde, Alman hükümeti, zor duruma düşmüş olan GM’nin elinden Opel’i ayırmak için olağanüstü bir çaba gösterdi. Alman otomotiv tekelleri, kendi pazarlarına kök salmış olan rakip tekelin tasfiyesini istiyorlardı. GM, arkasına kendi hükümetini de alarak –ABD–, bu planlara karşı direndi ve sonunda Opel’i kaptırmamayı başardı. Bütün bunlar, görüldüğü gibi, tek bir ülkenin içinde de olup bitmedi. Keyder, rekabeti ve tekeli karikatürize ederek, “solcuların” ne kadar ilkel düşündüğünü kanıtlamak için benzer örneklere sıkça sarılmakta, ama her defasında onun kafasındaki hayali kapitalizmin değil, bu dünyanın gerçek kapitalizmi, yani tekelci kapitalizm, mali sermaye ve emperyalizmin gerçekleri galip gelmektedir.
Bugün örneğin Alman kapitalizminden, Deutche Bank’ı, Bayer’i, Mercedes’i, WF’yi, RWE’yi vb. çıkardığımızda, geriye ne kalmaktadır? Ya ABD kapitalizminden Citi Group’u, Ford’u, son krizde ağır darbe yiyen GM’yi, Exxon Mobil gibi dev petrol tekellerini, Lockheed Martin benzeri silah tekellerini, IBM’i vb. çıkardığımızda, –Japon, İngiliz, Fransız tekellerini saymıyoruz– geriye ne kalmaktadır? Bu emperyalist devletler, bütün dünyada hangi çıkarlar için sağa sola saldıracaklar, hangi tekeller için bu kadar askeri harcama yapmayı göze alacaklardır? Bu sorulara, ‘kötü kalpli, çağdışı kalmış yöneticiler böyle istiyor’ yanıtı verilebilir mi?
Ya da başka örnekler verelim. ABD hükümeti, Çin’den araba lastiğinin, bazı kimya ürünlerinin ithalatına sınırlama koyduğunda, diğer devletler de benzer uygulamalara gittiklerinde, gerçekte neyi, kimleri savunmaktadırlar? Bu sorunun tek bir yanıtı bulunmaktadır. ABD ya da Çin, kendi kapitalist tekellerini ve sert rekabette onların çıkarlarını savunmaktadır. Ya da Sarkozy, Fransız otomotiv tekellerinin çıkarlarını savunmak için neden ortaya atılmaktadır? Tekelci kapitalizm emperyalizmin temelidir ve bu gerçek anlaşılmadan bugünkü dünyanın politik, ekonomik ilişkileri açıklanamaz ve anlaşılamaz. Emperyalizmi kapitalizmle ilişkisiz bir ekonomik kategori ya da “tercih edilen” bir politika olarak göstermeye çalışmak, tekellerin ve emperyalizmin ekonomik temelini ortadan kaldırmaya çalışmak, bugünün dünyasındaki tayin edici rollerini hiçe saymak anlamına gelir. Oysa bu olanaksızdır. Kapitalist sistemde, küçük meta üretimi dahil, tüm kapitalist üretim biçimleri, sonuçta bin bir yolla büyük ölçekli üretime, bankalara, tekelci kapitalizme ve mali sermayeye bağlanmaktadır.
Keyder şunları da söylemektedir: “Amerika’nın yaptıklarını eleştirelim, ama yine de sonunda Amerika’nın projesi bütün dünyayı bir kapitalist ortama dönüştürmek. Bunu sağlamak istiyor. Yani projenin mantığı o.” Kapitalizm zaten dünya genelinde yaygınlaşıp, gelişmektedir. Keyder, kendisi de, bunu defalarca söylüyor. O zaman zorunlu olarak şu soru gündeme geliyor; ABD neden o “eleştirilecek”–yani salt kapitalist mantıkla açıklanamayacak!– politikalara yönelmektedir ve bu politika da ısrar etmektedir. Bu sorunun tek bir yanıtı bulunmaktadır. Yayılmak ve ülkeleri yağmalamak, bunu bugün barışçı, yarın zorbalıkla yapmak, tekelci kapitalizmin, emperyalizmin doğasında bulunmaktadır. ABD, geri ülkelere yayılmakla, sadece onları kendisine bağlamamakta, aynı zamanda rakip emperyalist devletlerle rekabette onların önüne geçmeye çalışmaktadır.
Küreselleşme tartışmalarının yoğun olduğu dönemleri de hatırlayalım. Hatırlanacağı gibi, ABD “küreselleşmenin” en hızlı savunucusu idi. Çünkü dünya kapitalizminin motor gücü ve uzun yıllar en hızlı gelişen ülkeydi. Diğer ülkeleri peşinden sürüklemekteydi. Bütün pazarların önünde açılması, hızlı kapitalist gelişmenin önündeki her türlü engelin kalkması vb., ABD politikasının temel unsurlarından biriydi. Kapitalizm ideologlarının, hayranlarının “küreselleşme” olarak tanımladıkları bu süreç, sorunu kapitalizm açısından tek yönlü ve tek boyutlu olarak ortaya koymaktaydı. Bugün genel krizin vurmasının ardından “korumacılık” vb tartışmalarının gündeme gelmesi de, göz ardı edilmemelidir.
Küreselleşme tartışmalarında; kapitalizmin yaygınlaşması, teknolojinin gelişmesinin ortaya çıkardığı olanaklar övülüyor, ama bu kapitalist gelişmenin yağmacı karakteri, bağımlı ülkelerde geri biçimler halinde olsa da oluşmuş sanayileri yıkması, bu ülkelerin yağmalanmasına, onların kapitalizmlerini yeniden “yapılandırmasına” varan özellikleri göz ardı ediliyordu. Aslında küreselleşme denilen şey, emperyalizmin saldırısının yeni bir biçimiydi. Böyle olduğu içindir ki, ABD, bugün Ortadoğu’ya, Asya’nın diğer bölgelerine hücum etmektedir. Bu saldırganlık, kapitalist gelişmeden, küreselleşmeden soyut ve “kural dışı” bir yöntem olmak şöyle dursun, genel emperyalist politikanın ayrılamaz parçası durumundadır.
Tekellerin egemen olduğu bir çağda başka türden bir politika da olanaklı değildir. Keyder, tekellerin kapitalist gelişmeyi denetleyemeyeceğini, dinamizmi kontrol edemeyeceğini, pazara hakim olamayacağını ileri sürmektedir. Tekeller kapitalist gelişmenin tepesinde yer almaktadırlar ve alttaki her türlü “dinamizmi” kendisine bağlamakta son derece gelişkin araçlara sahiptirler. Kredi sistemi, bankalar, hükümet politikaları, satın almalar vb. yolla bu gelişme kontrol edilmektedir. Kaldı ki, bu dinamiğin hiç kontrol edilmemesi durumunda da, tekele doğru gelişmek dışında her hangi bir yolu bulunmamaktadır. Rekabet ise, ortadan kalkmak şöyle dursun, yukarıda da vurgulandığı gibi, her alanda ve tekelci birlikler ve ülkeler arasında kıyasıya sürmektedir.
ANTİ-EMPERYALİZM SORUNU
Derginin 1980’lerle beraber emperyalizm tartışmalarının kesildiği, ABD’nin Irak’ı işgali ile birlikte geri döndüğü yönündeki sorusuna verilen yanıt da ilginçtir. Keyder şöyle demektedir: “Bence bu formülün 1990’larda tekrar canlanması haksız bir şey değil. Şöyle de sorabiliriz; ‘1980’lerde niye yumuşadı ya da kesintiye uğradı?’ Çünkü solcular ‘anti-emperyalist’ akımdan desteklerini çektiler, solcular uyandılar. Bence solun ya da Marksizan yaklaşımın getirdiği emperyalizm analizi, içerideki kapitalizmin güçlülüğü karşısında gerilemek mecburiyetinde kaldı ve ‘demek ki, sadece dünya sisteminin dayatması ya da kompradorların sömürüsü değilmiş, içeride de kapitalistler varmış’ gibi bir rölans durumu çıktı ortaya.” Burada bir açıklama yapmakta yarar var. Keyder’in “anti-emperyalist” akımdan asıl olarak kastettiği, ona göre milli kapitalizmlerin ortaya çıkma (1920’lerle 1975 arası) sürecidir. Ve bu dönemde anti-emperyalizm bolca kullanılmıştır, solcular da bu koroya katılmıştır vb.
Keyder sorunu böyle koymaktadır. Bu yaklaşımın, önceden açıkladığı düşüncelerin bir uzantısı olduğunu görmek gerekir. Aslında emperyalizm yoksa, anti-emperyalizm de yoktur. Her şey kapitalizm çerçevesinde açıklanabilir vb. Söylenmek istenenin özü budur. Ama işin gerçeği farklıdır. Önce şu soruyu sormak gerekir: 1980’lerde emperyalizm tespit ve tahlilleri “yumuşamış mıdır?” Kuşkusuz bazı solcular için “yumuşamıştır”. Özellikle seksenli yılların sonuna doğru esen liberal rüzgarlar, “küreselleşme” (“globalizm”) çığırtkanlığı, “yeni dünya düzeni” demagojileri hatırlardadır. “Sol” olarak genelleme yapmayı bir tarafa bırakır, proletarya sosyalizmine bağlı kalan sol açısından ifade edersek, bu sol kapitalizmin özünün değişmediği, bu temel üzerinde emperyalist sistemin egemenliğini sürdürdüğünü savunmuştur. Diğer bazı “sol”un uyanması ise, Irak müdahaleleri döneminde olmuştur. Bunların bazılarının gözü kısmen açılmış, onlar emperyalizm kavramını yeniden kullanmaya başlamışlardır. Keyder ve Birikim vb. de “küreselleşme” masalları anlatmaya devam etmektedirler.
Millicilik ya da ulusalcılık bağlantılı “anti-emperyalist” akım meselesi ise, işin farklı bir boyutudur. Tekelci kapitalizmin yayılması ve emperyalist sistemin egemenliğini derinleştirip pekiştirmesi, geçmişte nispeten daha güçlü ulusal ekonomiler üzerinde yükselen “anti-emperyalist” eğilimlerin maddi temelini zayıflatmıştır. Ulusal burjuva diyebileceğimiz kesimler bütünüyle ortadan kalkmasa da, ulusal ekonomilerin emperyalizme bağlılığının artması –özelleştirmeler vb.–, bu maddi temelden kaynaklanan, burjuva orta sınıflardan çıkan ulusalcı, “anti-emperyalist” eğilimleri oldukça zayıflatmıştır.
Ama bu durum, anti-emperyalist mücadeleyi “ulusal burjuva” sınıfların vb. değil de, başta işçi sınıfı olmak üzere, emekçi sınıfların verebileceği gerçeğinin açık seçik ortaya çıkması anlamına gelmektedir. Kapitalizmin temellerine vuran tutarlı ve sonuna kadar giden bir anti-emperyalizmi ancak bu sınıflar gündeme getirebilirler ve ülkelerin bağımsızlığı sorunu, bu nedenle, emekçi sınıfların omuzlarına binen, onların genel kurtuluş mücadelesine sıkıca bağlanan bir sorun olma özelliğini kazanmıştır. Sosyalist solun bunun bilinciyle hareket etmesi, “anti-emperyalist hareketten” desteğin çekilmesi, anti-emperyalizm diye bir sorunun olmadığı anlamında değil, anti-emperyalist mücadelenin gerçek sınıf temellerine ve içeriğine oturması olarak yorumlanabilir.
Burada, sorunun, emperyalizmin zayıflaması, “içerideki kapitalizmin güçlenmesi” gibi saçma bir karşıtlık içerisinde konulamayacağı çok açıktır. Kapitalist gelişme ile emperyalist bağımlılığın güçlenmesi arasında doğrudan bir ilişki bulunmaktadır. Bu demektir ki, içeride işbirlikçi egemen sınıflara karşı yürütülen mücadele, zorunlu olarak, aynı zamanda anti-emperyalist bir mücadele olarak gelişmek durumundadır. “Ulusalcı” “anti-emperyalist” akımlar ise, bu halkayı koparmakla kalmamış, emperyalizmle özellikle politikada ifadesini bulan “gerici milli çıkarlar” temelinde her türlü anlaşma ve uzlaşmaya açık bir konuma –örneğin Türkiye özelinde Kürt sorununu Türkler lehine çözme desteği vb.– yerleşmişlerdir.
Ama Keyder’in “emperyalizm lafının geri gelmesi”nden anladığının bütün bunlarla, kapitalizmin ulaştığı boyut vb. ile bir ilişkisi bulunmamakta, o tartışmayı “eski imparatorluk” tartışmalarının “geri dönmesi” olarak yorumlamaktadır. Yani egemenlik peşinde koşan siyasi sınıflar, bazı burjuvalar, geri ilişkiler vb. Kuşkusuz bunlar, sonuç olarak kapitalizmi aklamaya, onun tüm günahlarını temizlemeye yönelik girişimlerdir. Kapitalizm “ırkçılık yapmaz, zor kullanmaz, eşitleştirici ve özgürleştiricidir” vb. Tarihsel gelişmeler ve günümüzün gerçekleri çok farklı şeyler söylüyor ve kanıtlıyor. Kapitalizm kendi çıkarları neyi gerektiriyorsa, onu yapmakta hiç tereddüt etmiyor. Emperyalizme mal edilen tüm günahlar, kapitalist bir temel üzerinde ortaya çıkmaktadır ve günümüz emperyalizmi, kapitalizmden ayrılamayacağı gibi, emperyalist ilişkiler anlaşılmadan, kapitalizm güncel eğilimlerini anlamak da olanaksızdır.