Politika, sınıflar mücadelesinin en yoğunlaşmış halidir. Pek çok alanda kendisini değişik biçimler altında gösteren sınıf çelişkileri, siyasetin içinde somut ve keskin bir belirginlik kazanırlar. Dağınık, parça parça gibi duran farklı toplumsal ilişkilere dair mücadeleler ve çelişkiler, siyasette bütünleşir, birbirine bağlanır ve iktidar mücadelesine dönüşür.
Sınıf mücadelesinin üç temel biçimi vardır. Ekonomik-sendikal mücadele, felsefi-ideolojik mücadele ve siyasi mücadele. Bunlar içinde siyasi mücadele, toplumsal hayatın bütünü üzerinde sınıfsal egemenliği kurmak ya da korumak için elde tutulan bütün araçları ve olanakları birleştiren ve belirli bir hedefe yönelten mücadele olduğu için, diğerlerini de kapsar ve biçimlendirir.
Siyasi mücadelede kullanılan başlıca araçların, bu arada öncelikle siyasi partilerin yapısına bakıldığında, bu özellik kendisini açıkça gösterir. Bir siyasi parti, hangi sınıfın partisi olursa olsun, ana çizgileri bakımından siyasi iktidarı hedefleyen bir örgüt olduğu için, toplumdaki bütün ilişki ve çelişkileri göz önünde tutmak, her alana ilişkin bir görüş ve tutum geliştirmek zorundadır. Ekonomi ve kültür gibi çok açık kimi toplumsal hayatın bütün olaylarına müdahale etmeye, değiştirmeye ve gelişmeleri yönetmeye çalışır.
Bunun için bir siyasi parti, toplumsal hayatın bütün alanlarında örgütlenmeye, alanın bilgisini almaya, yorumlamaya çalışır. Parçaları anlamlı bir bütün haline getirmek için bu önemlidir. Gerçekte tek başlarına kaldıkları, birbirlerine bağlanmadıkları ve amaca uygun bir bütünlük oluşturmadıkları sürece, her parça kendine özgü bir hayatı yaşar, başlar ve biter. Toplumsal olarak işlem yapmanın nesnesi haline gelebilmek için, başka birçok olayla bağlantılı olmak, etkileşmek ve bütünlük oluşturacak şekilde içten bağlanmak zorundadır.
Her olay kendiliğinden bir başka olaya bağlanmaz. Görünürde ve pratikte, örneğin Trakya tarım emekçilerinin bankalarla olan kredi sorunuyla, Kürt sorunu arasında bir bağlantı yoktur. Ya da Pendik tersane işçileriyle Ankara’daki Tekel işçi direnişi arasında bir ilişki görmek zordur. Siyaset, bunlar arasındaki görünmez bağları bulmak, derin ilişkileri açığa çıkarmak ve her birini aynı eylemin parçası haline getirmeye çalışır. Bütün bunlarla Türkiyeli aydın grupların hareketi, kadın hareketi, gençlik hareketi arasında bağlar kurmayı görevi bilir.
Kısaca bu örnekler, farklı toplum hareketlilikleri arasında içsel, bütünlük oluşturacak biçimde bağlar kurmanın önemini ve gerekliliğini gösteriyor.
Peki, dünya sorunları ile ülke sorunları arasında buna benzer bağlar kurmak zorunlu mudur?
Yalnızca devrimci işçi siyasetinin değil, burjuva siyasetinin de en önemli yanlarından birisi, bu yüzden dış siyasettir. Bu alanda, diğer burjuva devletlerle olan ilişkiler, sermayenin uluslararası hareketinin ihtiyaçları, ekonomik ve ticari faaliyetler merkezde olmak üzere, savaş-barış sorunları, kültürel ilişkiler vb. bulunur. Diğer bütün sorunlar, temelde, ekonomik ilişkilerin üzerinde yükselir. Dolayısıyla uluslararası ilişkiler alanı da, sınıflar arasındaki ilişkinin bir yansımasından başka bir şey değildir. Üretim ve ulaşım sorunları, bugün enerji kaynakları ve nakil hatlarına ilişkin sorunlar olarak karşımıza çıkmaktadır. Kitle katliamları, savaşlar, komplolar, diplomasi hareketleri, uluslararası çeşitli kuruluşlar ve bu kuruluşlar üzerinde hâkimiyet kurma mücadeleleri, yine temelde ekonomik çıkarlarla bağlıdır. Bununla birlikte bu sorunlar, sanki ulusal onur meseleleriymiş, halkların çıkarlarını ilgilendiren çekişme ve anlaşma konularıymış gibi görünür, gösterilir. Gerçeği bulmak, göstermek ve doğrular üzerine kurulmuş yeni bir yönetim kurmak için, işçi sınıfının partisi, uluslararası alanı izlemek, devletler, şirketler, siyasi güçler arasındaki ilişkileri anlamak, bunlar arasındaki rekabet, mücadele ya da ortaklık-ittifak ilişkileri hakkında bilgi sahibi olmak zorundadır. Çünkü dış dünya artık bütünüyle iç ilişkileri de etkilemekte, özellikle sermayenin yaygın bir dünya hâkimiyeti kurma aşamasına geldiği günümüzde iç ve dış ayrımı silikleşmekte, birbiriyle sıkı bir ilişki içinde bulunmaktadır.
TÜRKİYE’NİN DIŞ POLİTİKADAKİ ANA SORUNLARI
80’li yılların sonunda Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği’nin dağılmasından sonra, özellikle II. Emperyalist Savaş sonrasında oluşmuş tüm dengeler değişti ve her ülke kendisine yeni bir dış politika çizgisi belirlemeye çalıştı. Avrupa Birliği’nin doğuşu da önemli bir etken olarak devreye girdi. Özellikle emperyalist ilgi odağı durumunda olan Ortadoğu ülkelerinin iç siyasi rejimleri dâhil, pek çok yapı, bu yeni durum karşısında değişikliğe uğramaya başladı. Bugün de bu sarsıntılı durum halen devam etmektedir.
Türkiye ise, son zamanlarda önemli dış politika değişikleri gerçekleştirmeye başladı.
Ana eksenler sabit kalmak şartıyla, AKP, temel ve süreklilik kazanmış sorunlar karşısında, diğer hükümetlerden farklı bir yol ve yöntem izleme arayışına girdi.
Türkiye’nin uzun süredir değişmeyen dış politika konuları, gündemdeki yerini korurken, AKP hükümeti, gerek ABD’nin değişen stratejilerine, gerekse AB’nin güncel ihtiyaçlarına göre, öncekilerden farklı çözüm arayışlarına yöneldi.
Başlıca gündem maddelerini ve AKP döneminde farklılaşan politikaları özetleyelim.
Avrupa Birliği
Geleneksel Türk dış politikasında AB, Batı ile bütünleşmenin, “batılılaşma”nın son noktası olarak görülüyordu. Atatürk’ün “muasır medeniyet seviyesi” hedefinin gerçekleşmesi, AB’ye girişle mümkün olacaktı. Temel propaganda temalarından bir diğeri, uluslararası ilişkilerde ittifak merkezi olarak yalnızca ABD’ye bağlı olmaktan kurtulma olanağı da vardı. Bütün önceki hükümetler, tekelci burjuvazinin de temel çıkarları doğrultusunda, AB’yi vazgeçilmez bir hedef olarak gördüler ve iç politikadaki adımlarını da bu doğrultuda düzenlediler.
AKP ise, bu konuda fazla gönüllü davranmadı. İç politika bakamından çıkarına uygun olan değişikliklerde gerekenleri yaparken, özellikle uluslararası planda, AB ölçütleri konusunda gönülsüz göründü. Bu tutum, geleneksel dış politika savunucuları tarafından “faydacı, makyajcı, konjonktürel” olarak değerlendirildi. R.C. Erdoğan’ın, bir Suudi Arabistan ziyareti sırasında, “Bizim için AB ne ise, Suudi Arabistan da odur” demesi, bu çevrelerde büyük tepkiyle karşılandı.
Yine AB ilişkileri çerçevesinde, Kıbrıs politikalarına yeni bir biçim verilmeye çalışılması da ulusal çıkarlar bakımından eleştirildi ve “Kıbrıs’ı satmak” olarak değerlendirildi.
ABD İlişkileri
Gerçekte tümüyle bir ABD projesi olarak ortaya çıkan AKP hükümetinin ABD ile ilişkileri, gelmiş geçmiş bütün hükümetlerin politikalarından daha ileri bir noktada oldu. Gerek Bush döneminde, gerekse Obama ile başladığı ileri sürülen yeni dönemde, AKP, en fazla desteklenen, en fazla yönlendirilen hükümet olmuştur. R.T. Erdoğan’ın “Genişletilmiş Ortadoğu Projesi”nin eşbaşkanı olmasının ötesinde, Ahmet Davutoğlu’nun çizdiği “derin strateji” dolayısıyla da, Türkiye, Ortadoğu’da özel bir misyona çekilmiştir.
İran ve Ermenistan
Ahmet Davutoğlu’nun “derin Strateji” adını verdiği genel yönelimin üç temel kavramı vardır. “Komşularla sıfır problem”, “stratejik derinlik” ve “merkez ülke”… Her biri diğerinin tamamlayıcısı olan bu üç unsur, Ortadoğu, Kafkasya ve Balkan ülkeleriyle özel bir ilişkiyi tanımlamaktadır. Osmanlı İmparatorluğu’nun kültürel mirasının bölge ülkeleriyle ilişki için bir temel oluşturacağı varsayımı, bu stratejinin önemli unsurlarından biridir. Buna bağlı olarak, Türkiye’yi öteden beri sıkıştıran “soykırım sorunu”nu doğrudan Ermenistan’la ilişki içinde çözme girişimi, aynı zamanda Kafkasya’ya açılan bir ticaret ve siyaset kapısı olarak da görülmüştür. Bu konuda ABD ve AB’nin tam desteği alınmıştır. Ancak Azerbaycan’la ilişkiler, Ermenistan’la kurulmak istenen diyalogun önünde engel oluşturmuştur ve sorun şu anda askıdadır.
Yine “komşularla sıfır sorun” çerçevesinde, İran’a farklı bir yaklaşım denenmiştir. Bu hassas sorunun Batı ile ilişkileri sorunlu hale getireceği, İran’ın “İslam Devrimi’ni ihraç” politikalarına hizmet edeceği gibi eleştireler yöneltildiyse de, esasen gerçekçi olmayan bu görüşler, AKP’nin “diplomatik yoldan çözüm” arayışlarını engellememiştir. Burada önemli olan, ABD’nin de İran’a yönelik saldırgan politikalarının sonuç alıcı olmaktan uzak olduğu görüşünün bazı ABD çevrelerinde de tartışılmaya başlamış olmasıdır. Ancak, şu anda geçerli olan hâlâ baskı ve şiddet politikasıdır. Gerek uluslararası kuruluşlar düzeyinde, gerekse ilişkide bulunulan ülkeler aracılığıyla İran’a yönelik baskılarda henüz bir gevşeme yoktur. AKP, bu arada bölgede “Merkez Ülke” olma hedefinin ABD’nin çıkarlarıyla uzlaşmadan gerçekleşemeyeceğinin farkında olmasına karşın, bazen bu hedefin şimdiden gerçekleştiği hayaline de kapılmakta, gerçekle yüzleştiği zaman da, R.T. Erdoğan’ın kişiliğinde sinir kontrolünü kaybetmektedir. Şu anda, hükümetin bu politikalar ortasında kendisine biçtiği en ileri mevzi, katalizör rolüdür.
İsrail ve Suriye ile İlişkiler
AKP, yine geleneksel dış politika anlayışından farklı olarak, İsrail’le ilişkileri mesafeli hale getirmiştir. Ancak bunun da, doğrudan doğruya AKP’nin değil, ABD’nin tercihleri doğrultusunda atılmış bir adım olduğundan kuşku duyulmamalıdır. ABD, Ortadoğu’daki bütün ülkelerde alışılmış siyaset biçimlerinin terk edilmesi yolunda yeni bir strateji benimsemiştir. Buna İsrail’in iç rejimi de dahildir. ABD-İsrail ilişkileri sorunludur ve İsrail’in şiddete dayanan ve soykırım hedefleyen politikalarının devamı halinde, ABD’nin Ortadoğu’da başarı şansı kalmamaktadır. Bu noktada, AKP hükümeti, “Araplara dönük yüzü” ile ABD için öne çıkarılması gereken aktör pozisyonuna gelmiştir.
Nitekim Suriye ile ilişkilerin gittikçe yükselen bir düzeyde sürdürülmesi ve ABD’nin bir zamanlar “haydut devlet” olarak ilan ettiği bu ülke ile Türkiye aracılığıyla ilişki geliştirmesi de bu politikanın sonucudur.
AKP’nin İsrail’le gergin, Arap ülkeleriyle yakın ilişki politikasının Türkiye’yi “Ortadoğu barış süreci”nden uzaklaştırdığı yolundaki eleştiriler de, söz konusu “Barış Süreci Politikaları”nın çoktan değiştiği gerçeğine uygun değildir. Mısır-İsrail-Türkiye eksenine dayanan eski “Barış Süreci” programı, artık, ABD tarafından da eskimiş olarak görülmektedir.
Irak ve Kürt Politikaları
AKP, Turgut Özal döneminden farklı olarak, Irak’ta esas olarak ABD’nin probleminin çözüldüğü bir tablo ile işe başlamıştır. Özal’ın hedeflerine ulaşmak için, şimdi işler daha kolaydır. “ABD ile tam işbirliği içinde Irak’ta yeniden düzenlenmiş bir rejim altında geniş ekonomik çıkarlar peşinde koşmak için gerekeni yapmak” biçiminde özetlenebilecek bu politika, bir ucundan Türkiye’nin iç politikalarını yakından ilgilendirmektedir. Gerek AKP, gerekse ABD, Türkiye’deki Kürt sorununu, bu yolla çözmeyi ummaktadır. Bu, “PKK’siz çözüm” olarak da adlandırılabilecek olan genel plan içinde “Kürt Açılımı” gündeme geldi.
Obama’nın Irak’tan çekilme kararını açıklamasından sonra başlayan tartışmalardan biri, Kuzey Irak’ta oluşan federal devletin kaderinin ne olacağına ilişkindi. Bu çerçevede Türkiye’ye biçilen rol, Irak merkezi hükümetiyle “ekonomik bütünleşme” sürecini başlatmak ve Kürt yönetimiyle de ilerleyen bir ilişki sürecine girmekti. Obama, TBMM’de yaptığı konuşmada bu iki hususa değinmiş ve hükümetin “Kürt Açılımı” veya “Demokratik Açılım” projesine destek vermişti. Önemli olan, PKK’yi bu projeyi kabul etmeye zorlamak ve bu çerçevede silah bırakıp tasfiye olma yoluna sokmaktı. Bu gerçekleştiği takdirde de, Irak’taki federatif yapı, Türkiye’nin garantörlüğünde bağımsız devlet olabilecekti. Bu süreç, çeşitli nedenlerle, şu anda sekteye uğramış görünmektedir. Ancak ana plan hâlâ geçerlidir ve yeni yol ve yöntemlerle işletilmeye çalışılmaktadır.
***
Her biri ayrıca ve derinlemesine incelenmesi gereken bu ana sorunlar, görüleceği gibi, “dış politika” sorunları olduğu kadar, aynı zamanda iç politikayı da yakından ilgilendirmektedir. Sınıflar mücadelesinde, herhangi bir hükümetin uluslararası ilişkilerinin aynı zamanda kendi halkıyla olan ilişkisi demek olduğu ilkesinden hareketle şu sonuca ulaşabiliriz:
Emperyalizmin dünya çapında bir saldırıyı hızla sürdürdüğü, ekonomik ve siyasi olarak sermayenin dolaşımı önündeki tüm engellerin kaldırılmak istendiği zamanımızda, başta enerji ve özelleştirme programları olmak üzere, her ülke, bir diğerine, içten zincirlerle bağlanmaya çalışılmaktadır.
Bu durumda, dünya çapında işçi sınıfının ve emekçilerin çıkarlarının ortaklaştığı, düşmanın giderek tek bir dünya sınıfı halinde birleştiği daha net görülmektedir. Böylece “dış dünya” dediğimiz şey, aslında tamamen kendi dünyamızın bütünlüğü halinde bir “iç dünya” halini almaktadır.
Dünya işçi ve emekçilerinin birlikte mücadelesine giden yol, yine de, her ülkenin işçilerinin ve emekçilerinin kendi sınıf mücadelelerini sonuna kadar ilerletmeye çalışmasından geçmektedir.
Ortadoğu, Kafkaslar ve Balkanlar, bugün Türkiye burjuvazisi ve uluslararası işbirlikçilerinin olduğu kadar halklarımızın da mücadele alanıdır ve ilgi odağında olmalıdır.