Sendikalar ve sendikal mücadele, ilk ortaya çıktığı günden bu yana önemli değişiklikler ve dönüşümler yaşadı. Yaşanan dönüşümlerin bir kısmı sendikaların kendi olağan iç gelişmeleri üzerinden gelişirken, bir kısmı da dışarıdan müdahalelerle gerçekleştirildi. Burjuvazi tarafından yasaklandığı zaman fiili olarak kurulan ve mücadele eden sendikalar olduğu gibi, 19. yüzyılın son çeyreğinden itibaren sendikaların işçi sınıfının kitlesel mücadelesini yansıtan ciddi bir güç olarak kendini hissettirmesiyle birlikte, sermaye güçlerini yükselen sınıf hareketine karşı uluslararası düzeyde manevralar geliştirmeye sevk eden adımlar da atıldı.
19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren sosyalizmin işçi sınıfı içinde önemli oranda etkili olmaya başlaması, sendikaların işçi sınıfının birleşme ve mücadele örgütleri olarak ekonomik mücadelenin yanı sıra işçi sınıfının siyasal mücadelesi ile yakın ilişkiler kurmaları, kapitalizmi, kendisini inşa ettiği ülkelerde, sosyal politika alanında, sınırlı düzeyde de olsa, bazı önlemler almaya itti. Bütün bu önlemlerin amacı, işçi sınıfının kapitalizmin dışında başka bir alternatife yönelmesini engellemek, sınıf hareketini düzen içi tedbirlerle sınırlandırmaktı.
1917 yılında Rusya’da yaşanan Ekim Devrimi sonrasında kurulan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin (SSCB) sosyalist sistemi kurma çabaları ve uygulamaları, sanayileşmiş kapitalist ülkelerin sosyal politika alanındaki önlemlere yönelmesini zorunlu hale getirdi. Sosyalizm, bütün yurttaşlarına sağlık, eğitim ve diğer hizmetleri parasız sunarken, kapitalizm, durumu lehine çevirmek için adımlar atmakta gecikmedi. Bu nedenle, ilk olarak, sosyalizmin işçi sınıfını hedefleyen ideolojik ve siyasal çekiciliğini azaltmaya yönelik girişimlerde bulunuldu. Bu girişimleri başarıya ulaştırmak ve işçi sınıfının sosyalizme yönelişini engellemek için sendikaların kazanılması ve bu şekilde işçi sınıfının geniş kesimlerini memnun edecek birtakım adımların atılması gerekiyordu.
Sendikaları, kapitalist sistemin genel standartları içine hapseden, sermayenin çıkarlarını tehdit etmeyen, işçi sınıfının siyasal iktidar mücadelesiyle arasına kesin bir mesafe koyan örgütler haline getirmek için, 19. yüzyılın sonlarından itibaren çeşitli adımlar atıldı ve bu konuda özellikle uluslararası alanda yoğun tartışmalar yürütüldü. Özellikle Ekim devrimi ile birlikte, kapitalizmin karşısına somut bir alternatif olarak yükselen sosyalizm, emperyalist-kapitalist sistem tarafından büyük bir kaygıyla karşılandı. İşçi sınıfının kitlesel sınıf örgütü olan sendikaları, bu önemli özelliklerinden dolayı denetim altında tutmak, işçi sınıfını kapitalist düzenle bütünleştirmek ve işçi hareketini denetim altına almak için merkezi örgütlenmeler zorunlu bir ihtiyaç olarak ortaya çıktı. Bu örgütlenmelerden en önemlisi olan Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO), sosyalist Ekim Devrimi’nden sadece iki yıl sonra, böylesi bir ihtiyacı giderebilecek önemli bir uluslararası örgütlenme olarak kuruldu.
ILO, ilk kurulduğu günden itibaren, kendisinden beklenenlere uygun olarak hareket eden uluslararası ölçekte ‘özel görevli’ bir örgüt olarak dikkat çekti. ILO’nun emek örgütleri ve sendikalar tarafından algılanışının tamamen olumlu olması ve tek tek ülkelerde sendikal mücadelenin büyük ölçüde ILO dayanak gösterilerek yürütülmesi, ILO’nun yapısı ve işleyişi ile ilgili olarak yaşanan bazı yanılsamaların çeşitli yönleriyle tartışılmasını gerektiriyor.
ILO’nun, özellikle ‘sosyal diyalog’ olarak adlandırılan ‘sınıflararası işbirliği’ mekanizmasını dünya çapında yaygınlaştırmak amacıyla kurulduğu gerçeğinden uzak olarak çeşitli tartışmalar yürütülüyor. ILO’nun, kurulduğu dönemden itibaren çeşitli emek örgütleri ve sendikalar tarafından uluslararası bir emek örgütü olarak tanımlanıyor olması, kuruluş amacı ve işleyişi ile ilgili olarak bazı temel noktaların çeşitli yönleriyle açıklanmasını gerektiriyor.
ILO’NUN KURULUŞU VE İŞLEYİŞİ
ILO, ‘sosyal adaletin sağlanması yoluyla dünyada kalıcı bir barışın gerçekleştirilmesi’ amacıyla, 1919 yılında, Birinci Emperyalist Savaş’ın galiplerinin kendi uluslararası ve kuşkusuz kapitalist-emperyalist düzen ve ilişkilerini dünyaya dayatan Versailles Barış Antlaşması ile kurulmuştur. Kuruluşundan itibaren, yine –mağlupların ve Sovyetlerin dışlandığı– Birinci Emperyalist Savaş’ın galiplerinin uluslararası örgütü olan Milletler Cemiyeti bünyesinde faaliyet gösteren ILO, İkinci Dünya Savaşı yıllarında Milletler Cemiyetinin ortadan kalkmış olmasına rağmen, varlığını sürdürmüştür. ILO, 1946 yılında Birleşmiş Milletler ile imzaladığı bir anlaşma ile yaşam ve çalışma koşullarının iyileştirilmesi konusunda çaba gösteren BM’nin ilk uzmanlık kuruluşu1 olarak hizmet vermeye devam etmiştir.
“Sosyal adalet” ilkeleri, “evrensel insan ve çalışma haklarının korunması” ILO’nun temel ilkeleridir. ILO, uluslararası çalışma standartlarını sözleşmeler ve tavsiyeler yoluyla ifade eder. Bugüne kadar, ILO tarafından 188 sözleşme kabul edilmiş ve 199 tavsiye kararı alınmıştır. Bu sözleşme ve tavsiyeler, temel çalışma hakları, örgütlenme hakkı, toplu pazarlık, zorla çalıştırmanın ortadan kaldırılması, fırsat eşitliği ve çalışma hayatı ile ilişkili diğer konularda asgari standartları belirlemek üzerine olmuştur.
ILO’nun kuruluşundan hemen sonra, 1919 yılında kabul edilen ilk sözleşme, yıllarca işçi sınıfının uğruna mücadele ederek bedeller ödediği 8 saat çalışma sözleşmesi olurken, ikinci sözleşme, aynı yıl kabul edilen, işsizlik ile ilgili sözleşme olmuştur. 1919 yılında kabul edilen sözleşmelerin temel niteliğini, 19. yüzyıldan bu yana işçi sınıfının temel talepleri arasında yer alan 8 saat işgünü, işsizliğin önlenmesi, çalışma yaşının düşürülmesi, çalışma yaşamında kadın ve çocukların korunmasına yönelik sözleşmeler oluşturulmuştur. Karar altına alınan talepler uğruna ciddi bedeller ödenmiş olması bir yana, bütün bu sözleşmelerin kabul edilmesi, her ne kadar uluslararası bir örgüt olan ILO tarafından ilk kez evrensel olarak karar altına alınmış olsa da, bahsedilen düzenlemelerin hayata geçirilebilmesi için tek tek ülkelerde işçi sınıfının çetin mücadeleler içine girmesi gerekmiştir.
Uluslararası asgari çalışma standartları ve ILO’nun genişletilmiş politikaları, Uluslararası Çalışma Konferansı’nda belirlenir. ILO üyesi ülkeler tarafından finanse edilen çalışma programı ve bütçesi ise, her iki yılda bir aynı Konferans tarafından benimsenmektedir. Her üye ülkenin, iki hükümet temsilcisi, bir işveren ve bir işçi ile konferansa katılma hakkı vardır. Konferansın yıllık oturumları arasındaki ILO çalışmaları ise, 28 Hükümet temsilcisi ile 14 işçi ve 14 işveren temsilcisinden oluşan Yönetim Kurulu tarafından yürütülür. ILO ayrıca, çalışma politikası, emek yönetimi, çalışma hukuku ve endüstriyel ilişkiler, çalışma koşulları, işletme gelişimi, kooperatifler, sosyal güvenlik, çalışma istatistikleri, işçi sağlığı ve iş güvenliği gibi konularda 178 üye ülkeye teknik yardım sunmaktadır.
Birleşmiş Milletler üyeleri içinde sadece ILO’nun üçlü yapıya sahip olması dikkat çekicidir. İşveren ve işçi temsilcileri, ekonominin ‘sosyal tarafları’ olarak, politika ve programların şekillendirilmesinde, üçüncü tarafı oluşturan hükümet temsilcileri ile birlikte hareket etmek zorundadır. ILO, sosyal ve ekonomik konularda ve başka alanlarda geçerli ulusal politikaların geliştirilmesinde ve duruma göre uygulanmasında sendikalar ve işverenler arasındaki ‘sosyal diyalog’u geliştirerek, aynı üçlü yapılanmayı üye ülkelerde de teşvik etmekte, uluslararası düzeyde kurulan ‘üçlü işbirliği’nin, ulusal anlamda da oluşturulması için yoğun çaba harcamaktadır.
Özellikle sendikal çevrelerde ve diğer emek örgütleri içinde ILO’nun emekçilerin çıkarlarını ve haklarını savunan bir uluslararası emek örgütü olduğu yönünde yaygın bir düşünce ya da inanış söz konusudur. Oysa ILO, “devlet-işveren-sendika” üçlüsünün temsilcilerinin oluşturduğu uluslararası bir yapıdır. ILO’nun bütün organlarında hükümet temsilcilerinin sayısı, işveren ve işçi temsilcilerinden fazladır. Organlardaki hükümet temsilcilerinin oyu, bir kararın alınmasına yeterli olmasa da, işveren temsilcilerinin oylarıyla birleştiğinde, karar oluşturacak yeterli çoğunluk sağlanmaktadır.
ILO’nun benimsemiş olduğu üçlü yapı ilkesi, kapitalist ülkeler açısından büyük avantajlar sağlamasına karşın, Birleşmiş Milletler’in daimi üyesi olan SSCB, ILO bünyesinde işçi sınıfının çıkarları doğrultusunda yapmış olduğu girişimlerle, genellikle kapitalist ülkelerin lehine işleyen ‘üçlü yapı’nın dönem dönem işçi sınıfı aleyhine işlemesine engel olabilmiştir. Bu konudaki en önemli örnek, 1948 yılında kabul edilen 87 Sayılı Örgütlenme Özgürlüğü ve Örgütlenme Hakkının Korunması Sözleşmesi ile 1949 yılında kabul edilen 98 Sayılı Örgütlenme Hakkı ve Toplu Pazarlık Sözleşmesi’nin ILO tarafından onaylanması sürecinde yaşanmıştır. O dönem ILO’ya üye ülkelerin büyük bölümü kapitalist olmasına karşın, SSCB, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin daimi üyesi olmasından da kaynaklı olarak, her iki sözleşmenin derhal kabul edilmesini istemiş, aksi takdirde Birleşmiş Milletler’in işleyişini kilitleyeceğini belirterek, BM’ye ciddi bir uyarıda bulunmuştur. SSCB’nin bu önemli uyarısı sonrasında, her iki sözleşme birer yıl arayla kabul edilmiştir2.
ILO’nun özellikle işçi sınıfının siyasal mücadelesine yönelik olumsuz bir yapıda olduğunu söylemek mümkündür. ILO organlarında, işveren temsilcileriyle birlikte olunca hükümet temsilcileri çoğunlukta olmakta, bu durumda, ilgili organlardan çıkacak kararlar ‘üçlü yapı’ içinde ne kadar ‘müzakere’ edilirse edilsin, sonuç, genellikle hükümet ve işveren temsilcilerinin istediği şekilde olmaktadır.
İşçi sınıfına temel haklar sağlamak ve haklarını korumak amacıyla kurulduğu iddia edilen ILO’nun temel işlevi, ilk kurulduğu günden itibaren, işçi sınıfının düzen dışına çıkmasını engellemek ve kapitalizm içinde çalışma ilişkilerinin asgari kurallarını düzenlemek olmuştur. Bunun için bazı temel ilke ve düzenlemeler oluşturulmuş, bu ilke ve düzenlemeler etrafında oluşturulan standartlar hayata geçirilmeye çalışılmıştır. Özellikle, uluslararası düzeydeki düzenlemeler, özünde sosyal değil, ekonomik amaçlı ve ona uygun nitelikte olmuş, temelde işçilerden çok patronların, emeğin değil sermayenin korunmasını hedeflemiştir. Bu açıdan bakıldığında, ILO’nun nihai amacının, koruyucu ulusal düzenlemelerin devletlerarasında yarattığı ‘rekabet eşitsizliği’nden ulusal ekonomi ve sanayilerin olumsuz yönde etkilenmesini engellemek olduğu söylemek mümkündür.
ILO’ya üye ülkeler, her yıl Haziran ayında, Uluslararası Çalışma Konferansı (ILC) çerçevesinde Cenevre’de toplanır. İkisi hükümet delegesi, diğer ikisi ise her üye ülkenin çalışanlarının ve işverenlerinin her birini temsilen katılan delegelerden olmak üzere, üye ülkelerin her biri 4 delege ile temsil edilir. Ülkelerin çalışma bakanları delegasyona başkanlık ederek, kendi ülkelerinin görüşlerini aktarırlar. ILO’nun en dikkat çeken özelliği, Birleşmiş Milletler içinde, ILO’da görünüşte ‘eşit katılımlı’ işçi ve işveren örgütleri ve de hükümetin yönetim organlarında birlikte üçlü bir yapı oluşturması ve yaşanan sorunların söz konusu ‘üçlü yapı’ tarafından müzakere edilerek ‘uzlaşma içinde’ çözülmesidir. Ancak siyasal iktidarların sınıfsal niteliği göz ardı edilerek (ya da öyle kabul edilmesi düşünülerek), üçlü yapı içinde hükümetler ‘tarafsız’ kabul edilirken, işçi ve işveren kesimine ‘eşit mesafede’ oldukları tezi ileri sürülür.
ILO VE SOSYAL DİYALOG MEKANİZMASI
“Sosyal diyalog”, en genel ve bilinen anlamıyla; işçi, işveren ve hükümet arasındaki sorunların ikili ve/veya üçlü ilişkiler veya yapılanmalar aracılığıyla çözüme kavuşturulma çabası olarak tanımlanır. Diğer bir deyişle, yeni ve önemli bir olgu ve gelişme olarak, sanki sihirli bir içeriğe sahipmiş gibi sunulan kavram, ‘sosyal taraflar’ olarak ifade edilen farklı sınıfların temsilcileri arasında görüşmeler yoluyla uzlaşma ya da anlaşma sağlama çabası olarak ifade edilir.
Dünyada ilk “sosyal diyalog” uygulamalarının, 19.yy sonları ile 20. yy başlarında, iki taraflı uyuşmazlıkları çözmek amacıyla İskandinav ülkelerinde görüldüğü bilinmektedir. “Sosyal diyalog” mekanizmaları, özellikle II. Dünya Savaşı sonrasında, Avrupa’da sıkça başvurulan önemli bir ‘uzlaşma aracı’ haline gelmiştir. Bu dönemde “sosyal diyalog” yapıları, Avrupa’daki parlamenter yönetimlere, ekonomik ve sosyal sorunların çözümüne katılmak, danışmanlık yapmak ve hükümet, işçi ve işveren üçlüsü arasındaki ‘uyum ve diyalogu geliştirmek’ amacıyla oluşturulmuştur. Bugün bile, pek çok Avrupa ülkesinde hükümetler, sosyoekonomik kararların alınmasında ve uygulanmasında sosyal taraflara danışmayı ve onlarla işbirliği yapmayı ve uygulanacak politikaların başarısı ve emekçi kitleler tarafından da onaylanması ya da kabul görmesi açısından çok önemli görmektedir.
“Sosyal diyalog”, kavram ve içerik olarak ülkeden ülkeye değişmekle birlikte, ‘üçlü işbirliği’, ‘katılımcı yönetim’, ‘sosyal ortaklık’, ‘neokorporatizm’, ‘yönetime katılma’ vb. birçok kavramla ifade edilebilir. Neresinden bakılırsa bakılsın, ‘sosyal diyalog’, kapitalizmin, kendisine karşı mücadele etme potansiyeli olan güçleri kendi safına çekmek, onların muhtemel gücünü ve etkisini kırmak için oluşturulduğu çok tehlikeli bir ‘uzlaşma mekanizması’ olarak dikkat çekmektedir.
“Sosyal diyalog” kavramının tarihsel geçmişi 19. yüzyılın sonlarına kadar uzanıyor olsa da, asıl kökeni, 1919’da Uluslararası Çalışma Örgütü’nün (ILO) kurulmasına dayanır. Ekim Devrimi’nin özellikle Avrupa sendikaları üzerindeki olumlu etkileri nedeniyle, ‘sosyal diyalog’ kavramı, ilk gündeme geldiği dönemde, beklenen etkiyi yaratmamıştır. Ancak İkinci Dünya Savaşı sonrasında, ‘refah devleti’ döneminde gündeme getirilen ve işçi-işveren-devlet ilişkilerini kurumsallaştırmayı ifade eden ‘neo-korporatizm’in temel tartışma alanlarından birisi olarak, dikkat çekmiştir. Tek tek çeşitli kapitalist ülkelerde yürüttüğü mücadelesi ve talepleriyle sermaye güçlerinin korkulu rüyası olan çok sayıda sendika, birden bire alanlardan, masalara; talepler üzerinden mücadeleden ‘sosyal diyalog’ çerçevesinde ‘müzakere’ içine çekilmeye çalışılmış; bu dönemde işçilerin grev ve toplusözleşme hakları, sermayenin nihai çıkarlarına zarar vermeyecek içerik ve biçimde düzenlenmiştir.
“Sosyal diyalog”, ‘serbest piyasa ekonomisinin kabulü, çıkar çatışması yerine ortak paydaların oluşturulması, hükümet ile işçi ve işverenler arasında özellikle ekonomik reformları gerçekleştirmek için görüş birliği oluşturma’ içerikli olarak, ikili ya da üçlü işbirliği şeklinde uygulanmaktadır. Sendikalar, bu yolla, sınıf örgütü olmaktan çıkarılarak, ‘sosyal diyalog’ ya da ‘sosyal ortak’ kavramı altında, ‘sivil toplum’un bileşenlerinden biri haline getirilmeye çalışılmıştır. Bu sürece katılan sendikalar, sonuçta bilerek ya da bilmeyerek, sermaye programlarını destekleyen, üyelerinin aksi yöndeki taleplerine rağmen, bu programları onaylayan kurumlar haline getirilmiştir.
“Sosyal diyalog” mekanizmasının hayata geçirilmesi uygulamaları, ilgili ülkedeki sınıflar arasındaki güç dengelerine, sosyo-ekonomik gelişmişlik düzeyine; sendikaların yapısına ve gücüne, temsil yeteneğine, ideolojik karakterine, uygulanan sermaye birikim modelinin niteliğine ve hangi etkinlikte uygulanabildiğine vb. göre kendine özgü bir dizi farklılık gösterir.
ILO’nun, çalışma standartlarının uluslararası düzeyde belirlenmesine hizmet etmesi amacıyla, gelişmiş ülkelerin sermaye çevreleri tarafından önemsenmesi ve desteklenmesi dikkat çekicidir. Bu durum, her şeyden önce, dünya pazarlarında gerçekleşen ‘rekabet eşitliği’ açısından bir ihtiyaç olarak görülmektedir. ILO öncesinde, işçi örgütlerinin temsilcilerinin üçlü bir yapı içinde çalışma standartlarının belirlenmesinde söz sahibi olması, karar mekanizmalarına katılması yönünde bir düşünce olmamıştır. 20. yüzyılda giderek yaygınlık kazanacak olan ikili ya da üçlü işbirliği modelleri, uluslararası düzeyde, ilk kez, ILO üzerinden hayat bulmuştur. Zaman geçtikçe ve ILO’nun alanındaki ağırlığı arttıkça, benzer korporatist uygulamalar ulusal düzeylerde de oluşturulmaya başlanmış ve giderek yaygınlık kazanmıştır.
Geçtiğimiz yıl yapılan 98. ILO Konferansı’nda, ILO Genel Direktörü Juan Somavia’nın Küresel İş Kriziyle Mücadele-Saygın İş Politikaları Yoluyla İyileşme başlıklı rapor üzerinden söyledikleri, ILO’nun işlevinin daha net görülebilmesi açısından önemlidir3. ILO Genel Direktörü, ILO’nun “küresel ekonomik ve sosyal krizle ilgili olarak en az üç sorumluluk taşıdığını” belirttikten sonra, şöyle devam etmektedir:
“İlk sorumluluğumuz, Örgütümüzün üçlü yapıdaki taraflarına – hükümetlere, işverenlere ve işçilere yönelik olup, talep ettikleri zaman kendi özel şartlarına uygun yöntemlerle onlara yardım etmektir. İkinci sorumluluğumuz, açık ekonomilerde ve açık toplumlarda sürdürülebilir, adil ve çevresel olarak sağlam bir ekonomik büyüme ve sosyal gelişmeye dayanan yeni bir küreselleşmenin temellerini atabilmek amacıyla, durma noktasına gelmiş bir küreselleşme modelinden gerekli sonucu çıkarmaktır. Üçüncü sorumluluğumuzu bu raporun üzerinde durduğu konu teşkil etmektedir. Bu da, krizin şimdiki durumu ve krizle ilgili olarak yapılması gerekenlerdir.”
İşçilerin burjuvazi ve hükümetlerinin yedeği haline getirilmesi sorumluluğu.. Kuşkusuz kapitalist olan, burjuvazinin egemen olduğu Sorosçu, Popperci dünya ölçeğinde, engelsiz “açık ekonomi ve toplum”un ve büyümesinin, bir diğer deyişle artı-değere el konulması ve sermaye birikiminin “sürdürülebilirliği”nin sağlanması sorumluluğu.. İşçi-işveren-hükümetler işbirliğiyle krizle ilgili yapılması gerekenlerin üstlenilmesi ya da krizin yüklerinin, tabii ki işçilerin sırtına yıkılması sorumluluğu…
ILO’nun, son yaşanan kriz sürecinde, sorumluluk alanını, özellikle “ekonomik büyüme ve sosyal gelişmeye dayanan yeni bir küreselleşmenin temellerini atmak” olarak belirlemiş olması, dikkat çekicidir. Bu amaçla, 98. ILO Konferansı’nda Kriz Çözümleri Genel Komitesi oluşturulmuş ve ILO, IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü ve OECD’nin de katılımıyla, “Küresel İş Paktı” üzerinde mutabakata varılmıştır. ILO Genel Direktörü, bu paktın “geleceğin dengeli küresel yönetişimi için önemli bir girişim olduğuna inandığını” belirtmiş ve ILO’nun Bretton Woods kurumları (IMF ve Dünya Bankası) ile, Birleşmiş Milletlerle işbirliğine dayalı bu çalışmanın daha da ilerletilmesiyle büyük oranda artacağını ve krize karşı Birleşmiş Milletler ve diğer uluslararası örgütlerle daha fazla işbirliğini içinde olacaklarını özellikle belirtmiştir.
ILO Genel Direktörü, aynı konuşması içinde, hızını alamayarak, “her bir bölgenin özelliklerine uyarlanmış stratejilerin ve politikaların tasarlanması ve desteklenmesinde, bölgesel ekonomik kurullar ve bölgesel kalkınma bankaları da dâhil olmak üzere, bölgesel kurumlarla işbirliğini daha da güçlendirecektir” şeklinde bir ifade kullanarak, ulusal ve uluslararası sermayenin yüreğine ‘su serpen’ bir açıklama yapmıştır.
Geçtiğimiz yıl yapılan 98. ILO Konferansı’nın önemli ölçüde krize karşı mücadele ekseninde gelişmiş olması ve krize karşı işbirliğinin sürekli olarak vurgulanmış olması önemlidir. Konferans’ta, ILO’nun da desteği ile krize karşı hayata geçirilecek birtakım kararlar alınmıştır. Alınan kararlara ve bu kararlar sonucunda ortaya çıkan “Küresel İş Paktı Raporu”na bakıldığında, durumu kavramak daha da kolaylaşmaktadır4. “Krizden Çıkış: Küresel İş Paktı” başlıklı raporda, peş peşe çok sayıda öneri sıralandıktan sonra, “Deflasyonist ücret sarmalından kaçınmak amacıyla, sosyal diyalog, toplu pazarlık, yasal ya da müzakere edilmiş asgari ücretler” gündeme getirilmiştir. Aynı raporda, asgari ücretlerin düzenli şekilde gözden geçirilmesi ve piyasaya uyumunun sağlanmasının önerilmesi dikkat çekicidir. Raporda –tamamen kapitalist bir örgütün yaklaşımlarından ayırt edilemez şekilde– işbirliğinin özellikle aşağıdaki konularda önem arz ettiği belirtilmiştir:
- Reel ekonomiye hizmet etmesi, sürdürülebilir işletmeleri ve saygın iş miktarını artırması ve çalışanların tasarruflarıyla emeklilik haklarını daha iyi koruyabilmesi açısından mali sektöre yönelik olarak daha güçlü, küresel açıdan daha istikrarlı, denetleyici ve düzenleyici bir çerçeve tesis edilmesi;
- Herkesin yararlanabileceği etkili ve iyi düzenlenmiş ticaretin ve piyasaların teşvik edilmesi ve ülkelerin korumacılıktan kaçınması. İç ve dış pazarlar arasındaki bariyerleri kaldırırken, ülkelerin değişkenlik gösteren gelişmişlik düzeylerinin göz önüne alınması gerekmektedir;
- Süreç içerisinde istihdam piyasasındaki düzelmeyi hızlandırmaya yardımcı olacak, sosyal uçurumları azaltacak, kalkınma hedeflerini destekleyecek ve saygın iş amacını hayata geçirecek düşük karbon salınımlı, çevreye dost bir ekonomik yapıya geçiş.
Yukarıda sadece belli bölümlerine değindiğimiz ve 98. ILO Konferansı’nda yapılan tartışmalar sonucunda ortaya çıkan tabloya bakıldığında, ILO’nun, işçi sınıfına mı, yoksa sermaye sınıfına mı daha yakın bir uluslararası örgütlenme olduğunu, bu örgütün sınıf karakterini görmemiz kolaylaşmaktadır.
Burada, özellikle bir noktanın altını çizmek gerekir. Bütün bu gelişmeler ve uygulamalar, elbette ILO standartlarının önemini azaltmamakta ya da ILO sözleşmelerinin işçi sınıfının hak ve çıkarları için sürdürdüğü mücadelede bir araç olarak kullanılmasını gereksiz kılmamaktadır. Burada açıklamaya çalıştığımız nokta, ILO’nun belirlemiş olduğu ‘asgari standartlar’ın sendikalar ve işçi sınıfı mücadelesi açısından nihai bir hedef olarak görülmemesi, mücadelenin sadece bu sözleşmelerin uygulanması ile sınırlandırılmamasıdır. Bu açıdan bakıldığında, sendikaların önemli bir bölümünün, tek tek ülkelerde, hükümetleri ve işverenleri ILO sözleşmelerine uymaya çağırması, hükümet ya da işverenler imzaladıkları sözleşmelere uymadıkları zaman ILO’ya şikâyet mekanizmasının işletilmesi5, ortaya çıkan sonuçlar itibariyle pek bir anlam ifade etmemektedir.
“SOSYAL DİYALOG” VE SENDİKALAR
“Sosyal diyalog” kavramı, sadece ILO tarafından kullanılmamaktadır; ama Dünya Bankası, IMF ve Avrupa Birliği’nin de desteklediği, özellikle Avrupa Birliği’nin ilerleme raporlarında sürekli olarak vurgu yaptığı bir kavramdır. Bu alanda yapılan program ve projeler ile sendikalara sadece para gelmemekte, para ile birlikte belli bir ideoloji, ‘işbirliğine dayalı’ çok tehlikeli bir sendikacılık tarzı gelmektedir. ‘Çağdaş sendikacılık’ olarak da adlandırılan bu tarz ‘işbirlikçi sendikacılık’ yaklaşımlarının, emperyalizmin dünya çapında ve tek tek ülkelerde gerçekleştirdiği fiili ve ideolojik saldırılarının yoğunlaştığı dönemlerde daha yoğun olarak tartışılması dikkat çekicidir.
Sınıf işbirlikçi çizginin belirlenmesinde ILO’nun etkisi tartışmasız her ne kadar olsa da, çeşitli adlar altında yürütülen “sosyal diyalog” uygulamasının sendikalar cephesinden asıl yürütücüleri, Uluslararası İşçi Sendikaları Konfederasyonu (ITUC) ve Avrupa sendikalarının üst örgütü olan Avrupa Sendikalar Konfederasyonu’dur. ITUC (2006’dan önceki adıyla ICFTU) ve ETUC’un “soğuk savaş” döneminden bu yana, en önemli işlevi, sendikaları işçi sınıfının birleşme ve mücadele merkezleri olmaktan çıkarıp, sermaye ile karşılıklı ‘dostane ilişki’ ve işbirliğine açık olan ‘sosyal diyalog’ çizgisine çekebilmek olmuştur. Bu konuda yapılan danışmanlık hizmetleri ve özellikle sendikalarla birlikte yapılan ‘sosyal diyalog’ konulu eğitim seminerleri ile, başta Doğu Avrupa ülkeleri olmak üzere, Türkiye gibi sendikal hareketin sonradan geliştiği ülkeler üzerindeki denetim etkisi artırılmaya çalışılmıştır.
Çalışma koşullarının düzeltilmesi, kayıt dışının önlenmesi ve yoksullukla mücadele için her fırsatta ‘sosyal diyalog’ çağrısı yapan ILO ve uluslararası sendikal örgütlerin asıl hedefi, sendikaları tarihsel rollerinden ve sorumluluklarından uzaklaştırarak, kendi içinde ‘sivil toplumcu’ bir konuma getirmektir. Bu anlamda, işçi sınıfının sorunlarının, sendikaları ‘sosyal diyalog’ ile işlevsizleştirmeyi amaçlayan ILO ile ve/ya da diğer uluslararası emperyalist kuruluşlarla (Dünya Bankası, IMF, Avrupa Birliği, Dünya Ticaret Örgütü, OECD vb. gibi) çözülmesi beklenmektedir.
Sermaye ile iyi geçinmeyi amaçlayan, temsil ettiği işçilerin haklarını ve çıkarlarını savunmak yerine, ‘işyerinin yaşaması için’ işverenlerin haklarının ve taleplerinin savunuculuğunu yapmak, ‘gerçekçi ve geçerli sendikacılık’ olarak savunulmaktadır. ‘İşletmenin çıkarlarını ve geleceğini savunmak’ adına işverenlerin taleplerinin savunulduğu, işçilerin taleplerinin göz ardı edildiği bu sendikal yaklaşımla ‘sosyal diyalogculuk’, ‘sosyal ortaklık’ gibi tanımlamalar da yapılmıştır. “Sosyal diyalog” uygulamaları ve ideolojisi ile kuşatılmış sendikacılıkta belirleyici ve tayin edici olan, emekten çok sermayenin ve patronların çıkarlarıdır. Emek sermayenin, işçi kapitalistin “eklentisi”, yedeği sayılmaktadır. Bu anlayışa göre, işverene rağmen ve işverenle ‘kavga ederek’ sendikacılık yaparak, işçilerin çıkarlarını sağlamak mümkün değildir.
ILO’nun, en azından ilkesel olarak kuruluş amacından uzaklaştığına yönelik iddiaların son yıllarda giderek artmış olması, şaşırtıcı değildir. ILO’nun, az ve orta ölçekte gelişmiş ülkelerdeki sosyal güvenlik sistemini, emeklilik yaşının yükseltilmesi ile ilişkilendirmesi ve bu doğrultuda raporlar yayınlaması, dikkat çekicidir. Yine ILO’nun, son yıllarda IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü, OECD vb, örgütlenmelerle ilişkilerini yakınlaştırması6, bu iddiaları güçlendirmektedir. Dünya Bankası’nın eski uzmanlarının ILO tarafından istihdam edilmesi ve ILO projeleri ile Dünya Bankası projelerinin pek çok noktada ortaklaşması, ILO’nun, geçmişte sergilediği emek ile sermaye arasındaki ‘dengeleyici’ işlevinden vazgeçmeye başladığını ve açıkça sermayeden yana taraf olduğunu göstermektedir.
ILO’un hazırladığı sözleşmeler, geçmişte işverenleri sürekli olarak rahatsız etmiş, işverenler açısından ILO standartları bile kabul edilemez bulunmuştur. Kapitalistler işi o kadar ileri götürmüşlerdir ki, ILO’un standartları olmadan, sömürünün daha yoğun ve daha vahşi bir şekilde gerçekleşmesini, bunun karşısında hiçbir ulusal ve uluslararası standardın ya da korumanın olmamasını savunmuşlardır. Hatta daha da ileri giderek, ILO, emek ile sermaye arasındaki ilişkilere müdahale ederek, ‘haksız rekabet’ yaratmakla suçlanmıştır. ILO, bu tür eleştirilerden gerekli dersleri çıkarmış olacak ki, bugün kapitalizmin yaşamakta olduğu krizden emekçilerin sırtına basarak çıkması için, emek düşmanı olarak tescillenmiş uluslararası emperyalist örgütlerle birlikte krizden çıkış yolları aramaktadır.
SOSYAL DİYALOGCU SENDİKACILIĞA KARŞI MÜCADELE
Sosyal diyalogun sorunların çözümünde önemli bir anahtar rolü oynadığı kuşkusuz bir somut gerçekliktir. Ancak burada gözden kaçırılan nokta, “sosyal diyalog” mekanizması ile hangi sınıfın sorunlarının çözüldüğüdür. Ortaya çıkan sonuçlar açısından bakıldığında, hep sermayenin ve onun temsilcilerinin sorunlarının çözüldüğünü, emekçilerin sorunlarının çözülmek bir tarafa, sürekli olarak arttığını görmek mümkündür. Ortada çıkarları birbirine taban tabana zıt iki sınıf varken, karşıt çıkarlar üzerinden yürütülen bir mücadele söz konusuyken, tüm bunları yok sayıp, bu kesimleri ‘sosyal taraf’ ya da ‘sosyal ortak’ olarak nitelendirmek ne kadar gerçekçidir? Örneğin başta Almanya olmak üzere, pek çok Avrupa ülkesinde emek karşıtı yasalar, Türkiye’de 4857 Sayılı İş Yasası gibi düzenlemeler, ‘sosyal taraflar’ın onayıyla geçmiştir! Çalışma yaşamına yönelik yasal düzenlemelerin büyük bölümünde benzer yöntemler denenmiştir ve hâlâ denenmektedir. Yapılan herhangi bir düzenlemeye yönelik itirazlar yükseldiği zaman, söylenen ilk cümlenin ‘bu yasa, sosyal tarafların görüşleri alınarak hazırlandı’ olması, bir tesadüf değildir.
Türkiye’de Türk-İş, Hak-İş, Kamu-Sen, Memur-Sen gibi işçi ve memur sendikaları yaptıkları açıklamalarla, ‘sosyal diyalog sendikacılığı’nı savunduklarını açıkça ifade etmektedirler. Son yıllarda emekçilerin kazanılmış haklarına yönelik tarihte görülmemiş bir saldırganlık söz konusu iken, bazı sendika ve konfederasyonların sürekli ‘sosyal diyalog’ çağrısı yapması, kriz sürecinde hükümet ve işveren örgütleriyle bir araya gelip “eve kapanma pazara çık”, “alın, verin ekonomiye can verin” gibi kampanyalara katılmış olması, bir taraftan ibret verici bir durumken, diğer taraftan sosyal diyalogcu sendikacılığın nasıl bir şey olduğunun görülmesi açısından da son derece öğreticidir.
Ekonomik ve siyasal sistemin bir alt sistemi olarak tanımlanan endüstri ilişkileri sisteminin çatışmadan çok uzlaşmaya dayandığı, bunun için sistemi oluşturan ‘sosyal taraflar’ arasında ‘sosyal diyalog’un geliştirilmesinin ne kadar önemli olduğu türünden yaklaşımlar, işçi-sendika hareketinin yaşamış olduğu deneyimlerden hareketle, aslında hiç de yabancısı olmadığı şeylerdir. Uzlaşmaz derecede karşıt çıkarlara sahip toplumsal sınıfların ve onların temsilcilerinin ‘sosyal taraf’ olarak nitelendirilmesi, ortaya çıkacak sonuçların da başlı başına egemen sınıfın çıkarlarıyla ve önceden belirlenmiş siyasal-ideolojik hedeflerle çelişmeyen bir yapıda ortaya çıkmaktadır. Söz konusu ‘sosyal taraflar’ın biçimsel olarak sanki eşit koşullarda temsil edildiği söylenedursun, gerçek bunun tam tersidir.
Sermayenin üretim araçlarına sahip olması ve buna dayanarak işçi sınıfı üzerinde bir baskı ve tahakküm geliştirmesi söz konusu ‘eşit temsil’ iddialarının birer yanılsamadan ibaret olduğunu göstermektedir. Sermaye sınıfı ve onun ekonomik-siyasal temsilcileri, sosyal diyalog mekanizmasını elbette işçi sınıfının sömürüsünü arttırmanın bir aracı kullanmak istemekte ve bunu işçi sınıfının üzerinde farklı bir tahakküm aracı olarak kullanmaya çalışmaktadır. Burada önemli olan, ‘ortak’ alınan kararlara meşruluk kazandırmak7 ve özellikle sınıf ayrımlarının derinleştiği dönemlerde bu ayrımların üzerini örtmektir. Bu yönüyle sosyal diyalog, sermaye ile emek arasındaki farklılıkların görünmez kılınması hedefine yönelik önemli bir model işlevi görmektedir. Bu temel gerçekler göz önüne alındığında, sosyal diyalog mekanizması içinde kazananların ve kaybedenlerin kimler olduğu/olacağı daha başından bellidir.
Sosyal diyalogcu ve sosyal ortaklık anlayışı ile sürdürülen sendikacılık, egemen sınıfın, tekelci sermayenin günümüzdeki adıyla emperyalizmin ideolojisinden ve ihtiyaçlarından beslenmektedir. Sermaye, 1970’li yıllardan itibaren, sendikalara gerek kalmadığını, sendikaların ancak ve ancak işverenlerin talepleri doğrultusunda, sermayenin çıkarları ile ters düşmemek kaydıyla, varlıklarını bir ‘süs bitkisi gibi’ sürdürebileceklerini, aksi takdirde tarihin tozlu sayfalarında yerlerini almak zorunda kalacaklarını vurgulamaktadır. Sermayenin bu ideolojik tespitinin doğruluğuna inanan kimi sendikacılar, sosyal diyalog adı altında, bu tespitin savunucusu ve uygulayıcısı durumundadır. Emperyalizmin ideolojisine teslim olmuş olan böylesi bir sendikacılık anlayışının işçi sınıfının güvenini kazanması ve işçileri bir sınıf olarak görüp örgütlemesi mümkün değildir.
Sendikaların geçtiğimiz yıllarda hızla güven ve üye kaybetmesinin en önemli nedenlerinden birisi, işveren işbirlikçisi ve teslimiyetçi, sosyal diyalogcu sendikacılık anlayışının yaygınlaşmasıdır. Bu noktada, sendikaların genel üye kitlesi ile bu sendikalarda hala ciddi bir etkisi olan sendikal bürokrasiyi ayrı değerlendirmek gerekir. Sendika bürokrasileri elbette sosyal diyalogu savunacaktır. Çünkü gelişim tarihi boyunca sendika bürokrasilerine biçilen rol, sendika üyelerinin mücadele yönelimlerini engellemek, sınıfın mücadeleci kesimlerini patronlarla birlikte hareket ederek tasfiye etmek olmuştur. Türkiye’de, sendikalar denince, işçilerin sınıf çıkarları doğrultusunda mücadele eden, yeni haklar kazanan, kazanılmış hakları koruyan ve geliştiren örgütlerin akla gelmemesinin en önemli nedenlerinden birisi, sendika bürokrasisinin etkisinin hâlâ kırılamamış olmasıdır. Bu etkinin kırılması yönünde tabandan bir mücadeleye girişilmedikçe, ‘sosyal diyalog’ söylemi ve pratiğinin geriletilmesi mümkün değildir.
Sendikalar, içine düştükleri bu bataklıktan çekilip çıkarılmadığı sürece, sendikal hareketin yeniden güven ve sınıf örgütleri olarak güç ve işlev kazanmaları olanaksızdır. Bugün, neredeyse sendikaların büyük bölümü bu bataklığın içine çekilmiş durumdadır. Toplu iş sözleşmeleri, işçilerin talepleri doğrultusunda değil, işverenlerin imkânları doğrultusunda bitirilmektedir. İşçilerin mücadelesi ile kazanılan ve yasalara geçen haklar ‘masa başında’ kaybedilmekte, önceki sözleşmelerle kazanılmış haklar bile, “işletmenin devamı” ya da “işin geleceği” gibi bahanelerle patronlar tarafından geri alınmaktadır.
Eğer sendikalar kendi üyelerinin sınıf çıkarları doğrultusunda politikalar belirleyip, buna uygun şekilde hareket etmezlerse, ‘sosyal diyalog’ ya da ‘sosyal ortak’ sıfatıyla egemen sınıfların belirlediği programları onaylamaları ve işçi sınıfına yönelik yeni saldırılara ortak olmaları kaçınılmazdır. Sendikalar, tek tek işyerlerinden başlayarak, kendilerini yenileyip, tarihsel rollerinin gereği olan adımları atmadıkları sürece, sermaye programlarının sıradan bir figüranı olmaktan kurtulamayacaklardır.
SONSÖZ
Son elli yılda yaşananlar, sendikaların, sendika bürokrasisinin de etkisiyle, sınıf örgütü olma özelliğinden hızla uzaklaşarak, sırf ‘sosyal ortaklık’, ‘sosyal diyalog’ adına, uzlaşmacı ve ihanetçi bir çizgide konumlanmasını beraberinde getirmiştir. Devlet, hükümetler ve patronlar ile uzlaşmayı temel politika edinen, sermayenin çıkarları kadar emeğin de çıkarlarının savunulabileceğini iddia eden “sınıflar arası işbirliği” çizgisi, sendikal hareketin son elli yılına damgasını vurmuştur. Pek çok Avrupa ülkesinde, 200 yılı aşkın bir geçmişe ve milyonlarca üyeye sahip olan sendika ve konfederasyonlar, işçi sınıfına ihanet etmenin bedelini uzun yıllar içten içe eriyerek ödemişlerdir.
İşçi sınıfının sendikal hareketinin önünde bir tek yol bulunmaktadır. Hareketin önünü tıkayanlardan, ayak bağı olanlardan kurtulmadıkça, işçi sınıfı sendikaları aracılığıyla her türlü meşru haklarını ve gücünü kullanmadıkça, sendikal bürokrasiyi ve işbirlikçi sendikacılık anlayışlarını sendikalardan söküp atmak mümkün değildir. Sınıf bilinçli işçi ve emekçileri, aşağıdan yukarıya doğru, sendikaları yeniden sınıfın birleşme ve mücadele merkezleri haline getirmek gibi önemli ve tarihi bir sorumluluk beklemektedir. Bugün çeşitli adlar altında sermaye sınıfı ile ‘ortak çıkarlar’ üzerinden uzlaşmayı temel alan her türlü sendikal anlayış ile derin ve kapsamlı bir hesaplaşmaya girmeden, sendikaları gerçek birer sınıf örgütü haline getirmek mümkün görünmemektedir.
Burjuvazinin sendikalara yönelik tüm yozlaştırma, kendine bağlama ya da saldırılarına ortak etme girişimlerine karşın, işçi sınıfının birleşme ve mücadele merkezleri olarak sendikaların tarihsel rollerini koruduğunu ve onların, işçi sınıfının öz örgütleri olduğunu gerçeğini değişmemiştir. Dolayısıyla, mevcut sendikaların, konfederasyonlarının tepesine çöreklenen ve her fırsatta ‘sosyal diyalog’ sendikacılığını savunan sendikal bürokrasi ile sendikaların birleşme ve mücadele merkezi olarak yeniden inşasında önemli bir işlevi olacağı tartışmasız olan işçi kitlelerinin mücadelesini birbirinden ayırmak ve sosyal diyalog sendikacığına karşı mücadeleyi bu ayrım üzerinden yürütmek gerekir.
Bugün gelinen noktada, başta gelişmiş kapitalist ülkeler olmak üzere, tüm dünyada sendikaların yeniden ve mücadeleci bir hata yönelmesi, pek çok ülkede sınıf hareketinin ana gövdesini oluşturan sendikal hareketin yeniden ayakları üzerine dikilmesi zorunluluğu, hareketin önündeki ilk hedef olarak durmaktadır. Bu açık gerçek, sadece Türkiye için değil, diğer kapitalist ülkeler için de geçerlidir. Çünkü hangi işte, hangi koşullarda, hangi sektörde ya da hangi ülkede çalışıyor olurlarsa olsunlar, tüm işçi ve emekçiler benzer saldırıların tehdidi altındadır. Söz konusu saldırıları geriletecek bir çizgiye yönelmek, her ülkenin sendikal hareketini etkileyen evrensel gerçeklerle, yerel koşulların birlikte ele alınması ve doğru değerlendirilmesini gerektirmektedir.
Sendikalarından, sendikal bürokrasinin, işbirlikçi, sosyal diyalogcu sendikal anlayışların tasfiyesi ve aşağıdan yukarıya sendikaların yeniden inşası sorunuyla, işçi sınıfının çalışma ve yaşama koşullarını iyileştirmesi mücadelesi olarak sendikal mücadele, günümüz koşullarında madalyonun iki yüzünü oluşturmaktadır. Dolayısıyla sınıfın sermayeye karşı mücadelesinde sendikaların gerçek rollerini oynamalarını engelleyen, sendikaları sınıfa karşı kullanan her tür ve ad altındaki sendikacılık anlayışlarına karşı mücadele kaçınılmazdır.