GİRİŞ: YOL AYRIMINA DOĞRU…
Kürtlerin Cumhuriyet tarihi boyunca ulusal hak istemli onlarca kalkışma-isyanı bir tarafa, son 25 yılda yürüttükleri ulusal demokratik mücadele ve bu süreçte bölgede yaşanan gelişmeler, bugün ülke egemenlerinin sorunun üstünü örtme, çözümü geçiştirme olanaklarını ortadan kaldırmıştır. Öte yandan, gelinen noktada, artık bir halkın ‘kolektif hakları’nın tanınması ve bu temelde Kürtlerin muhatap alınması dışında sorunun çözümüne yönelik atılan/atılacak adımların sorunu derinleştirmekten ve çözümü zorlaştırmaktan başkaca sonuçlar doğurmayacağı somut bir gerçeklik olarak durmaktadır. AKP Hükümeti’nin geçen yıl ‘açılım’ adı altında başlattığı politika, Kürtlerin kolektif haklarının reddi, ‘bireysel haklar’ kapsamında kimi düzenlemeler yapma (ki yaratılmak istenen koşullar sağlanamadığı için bu adımlar da atılmamıştır) ve bu temelde Kürt halkını kendi politikalarına yedekleyerek, Kürtlerin örgütlü kesimlerinin tasfiyesi, zayıflatılması amacıyla başlatılmıştı. Ancak AKP Hükümeti’nin Kürt hareketini etkisizleştirmeye yönelik her türlü girişiminin tersi bir sonuç doğurarak, Kürt hareketinin güç ve etkisini arttırması, ‘açılım’ politikasını işlemez hale getirmiş; AKP, bu tıkanıklığı sorunun demokratik barışçıl çözümü yönünde politikalar geliştirerek aşmak yerine, geleneksel politikalara rücu etmiştir.
‘Açılım’ politikası, geniş çevrelerde çözüm yönünde beklenti oluşturmuşken, AKP Hükümeti’nin Kürt sorununu değil, Kürt hareketini çözmeye yönelik girişimleri, bu beklentileri boşa çıkarmıştır. Kürtlere siyaset yapma olanağının ortadan kaldırılması ve sorunu diyalogla çözme kanallarının kapatılması yeniden ‘silahların konuştuğu’ bir sürece doğru evirilmiştir. Ertuğrul Özkök bile sorunun çözümünde Öcalan’ın muhatap alınması gerektiğini söylemişken, Başbakan Erdoğan’ın DTP’ye bile aylarca randevu vermemesi ve DTP ile görüşmek zorunda kaldığında bile, bu görüşmeyi “AKP Genel Başkanı” sıfatıyla yaptığını açıklaması, daha o günden hükümetin sorunu muhataplarıyla görüşerek çözmeye mesafeli olduğunu göstermişti. Bu nedenle bugün çözüm tartışmalarının yerini şiddete terk etmesinin baş sorumlusu, yine AKP Hükümeti’dir. Gelinen noktada, artık her gün yeni çatışma/operasyon ve ölüm haberleri gelmekte, tırmanan şiddet eşliğinde “90’lı yıllara geri mi dönülüyor?” tartışmaları yürütülmektedir. Ama bugün yaşanan çatışmalar, 90’lı yıllardan farklı olarak, karşılıklı olarak ayrışma duygularını geliştirmekte; süreç, eşit haklar temelinde birlikte yaşam ya da birlikte yaşam duygusunu baltalayan çatışma ve kamplaşmalar üzerinde ayrışma arasında bir yol ayrımına doğru ilerlemektedir.
Yazımızda çözümün yeniden silahlara teslim edildiği sürece neden ve nasıl gelindiğini, çatışmalı sürecin, bugün sorunu hangi mecralara sürüklediğini ve bu sürecin olası sonuçlarını değerlendirmeye çalışacağız.
- ‘İYİ ŞEYLER’DEN ‘SON TERÖRİST’ NAKARATINA
Cumhurbaşkanı Gül’ün 2009 Mayıs’ında Ankara’da Hillary Clinton’la görüşmesinden 48 saat sonra, Tahran uçağında Kürt sorunu konusunda yaptığı “iyi şeyler olacak” açıklaması, sorunun çözümü yönünde yeni bir tartışma ve beklenti yaratmıştı. Elbette bu sözler birden bire, öylesine sarf edilmiş sözler değildi; arka planında onları söyletecek gelişmeler, görüşmeler ve hesaplar bulunuyordu. ABD emperyalizmi, 2003’teki Irak müdahalesinden sonra, “Büyük/Genişletilmiş Ortadoğu Projesi” kapsamında, başta İran ve Suriye olmak üzere, bölgede kendi politikaları için sorun yaratan ülkelere/rejimlere müdahale hesaplarını yapıyordu. Irak’ta Saddam rejiminin devrilmesine rağmen “istikrar”ın sağlanamaması ve diğer ülkelere müdahale koşullarının giderek ortadan kalkması, ABD yönetimini “barışçıllık” maskesi altında gizlenmiş yeni politik yönelimlere zorlamıştır. Obama’nın başkan seçilmesi, temelleri 2006 sonları ve 2007’de atılan bu yeni politik yönelimin en somut ifadesi olmuştur. Özellikle 2007 Kasım’ında yapılan Erdoğan-Bush görüşmesi, Türkiye egemenlerinin, kendilerine ‘bölgesel liderlik’ adı altında ‘bölgesel taşeronluk’ rolünün biçildiği bu politikaya dahil edilmesi bakımından belirleyici olmuştur. Türkiye egemenlerinin bu role razı edilmesi ise, ‘Yeni Osmanlıcı’ hayallerin canlandırılmasının yanı sıra ABD’nin Kürt sorunu ve PKK ile mücadele konusunda ‘aktif’ tutum alma ve işbirliği politikası ile sağlanmıştır.
Gerek Irak’tan çekilme süreci ve gerekse enerji politikaları bakımından PKK’yi bölgede istikrarsızlık yaratabilecek bir güç olarak gördüğü için, ABD emperyalizmi de, PKK’nin silahlı unsurlarının tasfiyesini istemektedir. Bunun için, her fırsatta, PKK’nin “ortak düşman” olduğu vurgusu yapılmaktadır. Ancak ABD, bu sorunun daha büyük çatışma ve istikrarsızlıklara yol açacak askeri operasyonlarla çözümüne mesafeli durmakta, Türkiye egemenlerine, çözümün yolu olarak, Güney Kürtleri ile ilişki ve işbirliğinin geliştirilmesini göstermektedir. ABD’nin bölgesel hesaplarına bağlı olarak, Türkiye, PKK ve Kürt sorunu üzerinden Güney Kürtlerine ve Güney Kürtleri de, Irak’taki istikrarsızlık üzerinden Türkiye’ye yakınlaştırılmıştır. Bu temelde, 2009 başlarında, Talabani ve Barzani üzerinden, Erbil’de, PKK’nin silah bırakmaya zorlanacağı bir ‘Kürt Konferansı’ yapılma kararı alınmıştı. Bu konferans, 2009 Newroz’undaki kitlesellik ve kararlılık ve ardından da 29 Mart seçimlerinde Kürtlerin kazandığı başarı nedeniyle gerçekleşmese de, Güney Kürtlerinin bu konuda Türkiye egemenleriyle işbirliği tutumunu göstermesi bakımından anlam taşımıştır. Gül’ün “iyi şeyler” açıklaması, işte, PKK’nin tasfiyesi ve Kürt sorununun çözümünün ABD-Türkiye-Irak arasında oluşturulan işbirliği ile çözüleceği hesap ve beklentisinin bir ifadesi olarak gündeme gelmişti.
Gül’ün açıklamasından iki ay sonra, Temmuz ayında, İçişleri Bakanı Atalay, hükümet olarak sorunu çözmek amacıyla ‘açılım’ politikasını başlattıklarını kamuoyuna duyurdu. Hükümetin ‘açılım’dan sorumlu bakanı Atalay’ın çeşitli çevrelerle yaptığı görüşmelerden sonra, Kürtçenin seçmeli ders olmasından, Kürdoloji bölümlerinin açılmasına, Kürtçe yer isimlerinin iadesinden, TMK mağduru çocukların salıverilmesine ve demokratik bir anayasa hazırlanmasına kadar bir çeşitli adımların atılacağı açıklandı. Ama aynı süreçte askeri operasyonlar devam etti ve legal alanda aralarında belediye başkanlarının da yer aldığı binlerce DTP/BDP yöneticisi, KCK (Koma Civakên Kurdistan) üyesi oldukları gerekçesiyle tutuklandı. Dışarıda PKK’nin tasfiyesine yönelik girişimlere, içerde DTP/BDP’nin etkisizleştirilmesi, “şahin-güvercin” vb. adlar altında bölünmesi gibi girişimler eşlik etti. Özetle, ‘açılım’, iki yönlü bir politika olarak sürdürüldü: Bir yandan hükümet sorunun çözümü yönünde beklenti yaratan bir tutum takındı; öte yandan, bu beklenti üzerinden Kürtleri yedeklemek ve örgütlü kesimlerini tasfiye ederek inisiyatifi eline almak için girişimlerde bulundu. Fakat Kürt hareketinin her türlü baskı ve yasaklamaya rağmen zayıflamak bir tarafa konumunu güçlendirmesi, hükümetin tutumu, “bireysel haklar” kapsamında daha önce yapacağını söylediği, hatta TMK mağduru çocuklar örneğinde olduğu gibi, toplumun ciddi baskı oluşturduğu konularda bile, düzenleme yapmaya ayak direme tutumuna dönüşmüştür.
Bütün bu süre boyunca, Kürt ulusal hareketinin politik temsilcileri sorunun diyalog yoluyla çözümü yönünde çağrılar yapmış; PKK, “çözüm için uygun ortam yaratmak amacıyla” Nisan 2009’da “çatışmasızlık/ateşkes” ilan etmişti. Başbakan Erdoğan, meclisteki DTP ile görüşmeye bile aylarca yanaşmamış, Öcalan’ın çözüm için gündeme getirdiği öneriler yanıtsız bırakılmış; çözüm önerilerinin yer aldığı ‘yol haritası’nın kamuoyuna ulaşması engellenmiştir. Her türlü engellemeye rağmen, barışçıl çözümün önünü açmak için Ekim ayında Öcalan’ın çağrısıyla Kandil ve Maxmur’dan gelen ‘barış grupları’nın karşılanmasında Kürt halkının ortaya koyduğu tutum egemenleri ürkütmüş ve dağdan dönüş umudu, yerini, barış gruplarının ülkeye girişlerinden aylar sonra tutuklanmasında somutlanan şiddet politikasına terk etmiştir.
Açıktır ki, bugün şiddet ortamına geri dönüşün en temel nedeni, muhataplarının sorunu diyalogla çözme çağrılarına, ülke egemenleri tarafından, “devlet teröristle pazarlık yapmaz” söylemi eşliğinde geliştirilen baskı, yasak ve tutuklamalarla yanıt verilmesidir. AKP’nin Diyarbakırlı Bakanı Mehdi Eker’in, aralarında belediye başkanlarının da yer aldığı yüzlerce DTP/BDP’linin kelepçelenip tutuklaması konusundaki eleştirilere verdiği “JİTEM onları öldürüp köprü altına atıyordu. Kelepçeye şükretsinler” yanıtı, adeta AKP’nin bu dönemde izlediği politikanın özeti gibidir. AKP, demokratik söylemler eşliğinde, sorunun muhataplarını tasfiyeyi esas alan bir yaklaşım sergilemekte ve bu politika tutmayınca, onları, “demokratik süreci engellemek”le suçlamaktadır. Muhataplık ve diyalog çağrılarının DTP’nin kapatılması, Kürt siyasetçiler ve TMK mağduru çocuklar üzerindeki baskı ve tutuklamalarla karşılık bulması, Öcalan’ın aradan çekildiğini ve ardından PKK’nin 1 Haziran 2010’dan itibaren “çatışmasızlık” durumundan “aktif savunma” durumuna geçtiğini açıklamasını; dolayısıyla kamplaşmanın ‘siperin arkasındakiler’ ve ‘siperin önündekiler’ biçiminde tarif edildiği savaş koşullarına dönüşü beraberinde getirmiştir.
Başbakan Erdoğan’ın PKK’nin baskın düzenlediği Gediktepe karakolunu ziyaret etmesi, özellikle mevzide çömelmiş fotoğrafı üzerinden çok tartışıldı. Başını CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu’nun çektiği bu tartışma, “kendi topraklarında kendini güvende hissetmeyen, korkan başbakan” söylemleri üzerinden yürütüldü. Oysa Erdoğan’ın siper arkasına geçmesi, hükümetin “açılım”a nokta koyup silaha başvurmasının, silahlı/askeri çözüme sarılması ve sorunun çözümünü askere havale etmesinin somut bir ifadesi olmuştur. CHP lideri Kılıçdaroğlu’nun, Erdoğan’dan sonra, Şemdinli’ye giderek, Başbuğ’la birlikte ayakta çekilmiş mevzi fotoğraflarının basına servis edilmesi, Kılıçdaroğlu CHP’sinin, çeşitli çevrelerin beklentilerinin aksine, Kürt sorununda gerici, şoven mevzisini koruduğunu göstermiştir. Hükümeti ve muhalefetiyle, ayakta ya da çömelmiş, mevzi arkasına geçerek, sorunun askeri yöntemlerle çözümü konusunda birleşmişlerdir. Nihayetinde, Kürt sorununun çözümü konusunda bir yıl önceki “iyi şeyler olacak” açıklamasının yarattığı umut ve beklenti, yerini, başbakanından “sosyal demokrat” ana muhalefet liderine ve genelkurmay başkanına kadar, egemen güç odaklarının koro halinde hep bir ağızdan söyledikleri “teröre karşı topyekûn mücadele”, “son terörist kalıncaya kadar mücadele” nakaratlarına bırakmıştır.
- OHAL’DEN NATO’YA ASKERİ ÇÖZÜM ÜZERİNE ÇEŞİTLEMELER
Egemenlerin silahlı çözüm arayışları, nasıl bir savaş politikası izlenmesi gerektiği tartışmalarını da beraberinde getirmiştir. Yıllardır savaş politikalarından, akan kandan beslenen ırkçı-faşist MHP’nin lideri Bahçeli, bu tartışmalara, “terörü bitirmek için” ‘özel savaş’ politikalarının en vahşi biçimde uygulandığı OHAL’in tekrar ilan edilmesi çağrısını yaparak katılmıştır. 1987’den 2002’ye kadar süren OHAL döneminde, bölgede 40 bin kişi yaşamını yitirmiş, 17 bin “faili meçhul” cinayet işlenmiş, 3500 civarında köy ve mezra yakılıp boşaltılmış, korucular adam öldürmeden tecavüze, adam kaçırmadan uyuşturucu kaçakçılığına kadar binlerce suça karışmış, her türlü demokratik hak ve istem, devlet görevlilerinin işlediği suçların yargılanması vb. OHAL valisinin keyfiyetine bırakılmıştır. JİTEM, hizbi-kontra gibi kontrgerilla örgütlenmeleri üzerinden halka karşı dizginsiz bir terör politikası sürdürülmüştür. Kısacası, OHAL bugün hâlâ bilançosu tam olarak ortaya çıkarılmamış, işlenmiş binlerce suça örtü olmaya devam eden bir uygulama idi. Üstelik bugün “geçici güvenlik bölgesi” adı altında ve yapılan yol kontrolleri vb. yöntemlerle fiili olarak varlığını, etkisini sürdürmektedir. MHP’nin önerisi, bugün için ‘uç’, geniş çevreler tarafından destek görmeyen bir öneri durumundadır, ama çatışmaların şiddetlenmesine bağlı olarak, her fırsatta tekrar gündeme getirilerek, Kürt halkı ile emek ve demokrasi güçlerinin üzerinde ‘Demokles’in kılıcı’ gibi sallanmak istenecektir.
AKP Hükümeti, MHP’nin önerisine soğuk baksa da, profesyonel ordu hazırlıklarından sınırın profesyonel birlikler tarafından korunmasına ve insansız hava takip araçları (Heron) alımlarına kadar her türlü savaş hazırlık ve yatırımlarından geri durmamaktadır. Dün, kendilerinden önceki hükümetleri eleştirmek için, “terörle mücadeleye 300–400 milyar dolar harcandı” laflarını ağızlarından düşürmeyen AKP’liler, bugün, hava ve kara operasyonları ve silah alımları için milyar dolarları harcamaya devam etmektedirler. ‘Açılım’dan sorumlu Devlet Bakanı Atalay, yeni bir kara operasyonu hazırlığı olup olmadığı sorularına “terör oldukça, güvenlik güçlerimizin cevapları da olacaktır, operasyonları da olacaktır” sözleriyle yanıt vermektedir. Kriz bahanesiyle milyonlarca emekçiye işsizliği, açlığı, yoksulluğu dayatanlar, savaş için hazinenin kapılarını sonuna kadar açmaktadırlar.
Tırmanan çatışmalarla birlikte gündeme gelen önlem/önerilerin en önemlisi, Başbakan ve Genelkurmay Başkanının görüş birliği içinde dillendirdikleri NATO’nun sorunda ‘aktif’ rol alması çağrısıdır. Önce Genelkurmay Başkanı Başbuğ, “NATO’nun sadece coğrafi alanın sınırları içersinde hareket etmekle yetinmeyip, üye ülkelerinin kolektif güvenlik çıkarlarının tehdit altında olduğu bölgelerde de aktif olması gerektiği” açıklamasını yaptı. Ardından, Başbakan Erdoğan’ın, G20 Zirvesi için gittiği Toronto’da ABD Başkanı Obama ile yaptığı görüşmede, “NATO’nun Afganistan’da Taliban’a karşı yürüttüğü mücadeleye benzeyen bir mücadelenin PKK’ye karşı yürütülmesi” ile ilgili talepte bulundu. Bu talebin, ABD emperyalizminin bölgesel çıkar ve hesaplarına bağlı olarak değerlendirileceği ve bölge halkları için yeni tehdit ve felaketleri çağırmak anlamını taşıdığı açıktır.
Öncelikle belirtmek gerekir ki, Kürt sorunu, coğrafyası 20. yüzyılın başlarında emperyalistler tarafından dört ülkeye bölünerek parçalanmış bir halkın sorunu olarak, uluslararası bir sorundur. Ötesinde, emperyalist güç odaklarının farklı hesap ve çatışmalarına sahne olan, enerji bakımından zengin ve bir geçiş bölgesi olması bakımından jeopolitik öneme sahip bir coğrafyanın sorunu olarak da, uluslararası karakterli bir sorundur. Bu ülkeyi yönetenler, cumhuriyetin kuruluşundan bu yana Kürtlerin her türlü hak istemli kalkışmasını “dış güçlerin tahriki, kışkırtması” olarak gördüler/gösterdiler.
En son, Başbakan Erdoğan da, PKK’nin “İsrail’in taşeronu” olduğunu ima eden konuşmalar yaptı. Düşünün ki, PKK’ye karşı İsrail destekli (Heron) bir savaş yürütülüyor; üstelik Türkiye ve İsrail arasında stratejik askeri işbirliği anlaşmaları bulunuyor, ama Erdoğan, PKK’nin İsrail’in taşeronu olduğunu söylüyor. Bu açıklama ile Erdoğan, ‘Mavi Marmara’ baskını sonrası İsrail’e karşı gelişen tepkiyi Kürt ulusal hareketine karşı da yönlendirmeye ve kendi politik çıkarları için kullanmaya çalışmaktadır. Erdoğan, bu açıklama ile, Kürt sorununun bir sonucu olarak ortaya çıkan PKK’yi “dış güçlerin maşası” ve Kürt sorununu da “dış güçlerin kışkırttığı bir terör sorunu” olarak göstermeye çalışmaktadır.
İşte bugün hükümet ve genelkurmay “dış güçlerin kışkırttığı bir terör sorunu” olarak gördükleri Kürt sorununun çözümünü, yine “dış güçler”den; NATO’dan istemektedirler. NATO’nun bu talebi olumlu karşılaması halinde, kısa vadede istihbarat ya da hava operasyonları düzeyinde sürece dahil olabileceği konuşuluyor. NATO’nun sürece dahil edilmesinin ABD ve AB bakımından “PKK ile mücadele”nin ötesinde bir anlam taşıdığı ve bu müdahilliğin, esas olarak, NATO’nun bölgenin geneline müdahale hesaplarına bağlı olarak gündeme geleceği açıktır.
NATO’ya çağrının ülke egemenleri için taşıdığı bir diğer anlam da, sorunu çözmeye güçlerinin yetmediğinin itirafı olmasıdır. Ama sorunun çözümünü PKK’nin sınır ötesindeki silahlı militanlarının etkisiz hale getirilmesinde gören zihniyetin, NATO’lu ya da NATO’suz, sorunu çözmesinin mümkün olmadığını/olamayacağını görmek için, bugüne kadar yaşananlara bakmak yeterlidir. Bunları da bir kenara bırakalım, PKK’nin silahlı güçleri tasfiye edilse bile, Öcalan’ı ‘siyasi irade’ olarak gören 3 milyon Kürt, BDP’nin aldığı 2 milyon dört yüz bin oy, her gün savaşa karşı alanlara çıkan yüz binler, hapishanelerdeki 1500 Kürt siyasetçi ve binlerce TMK mağduru çocuk ne olacaktır? Başbuğ’un BDP milletvekilleri için söylediği “dağa çıksınlar” açıklamasına yanıtı, bölgenin çeşitli kentlerinde “Başbuğ! Dağa Çıkarız Hesabını Sorarız” pankartlarıyla alanlara çıkan çocuklar, gençler vermektedir. Bugün “dağa çıksınlar” diyen Başbuğ, Kara Kuvvetleri Komutanı iken “örgüte katılımı 25 yıldır engelleyemedikleri”ni söylememiş miydi? Öyleyse, mesele dönüp dolaşıp aynı noktaya gelmekte; çözüm, Kürt halkının eşit hak istemli mücadele taleplerinin karşılanması yönünde adımlar atılmasından ve bu temelde ulusal mücadelenin temsilcilerini ‘dağa göndermek’ten değil, muhatap almaktan geçmektedir. Kürt ulusal mücadelesinin temsilcileri, her fırsatta diyalog yoluyla çözüm çağrıları yapmakta, en son Öcalan, 2 Temmuz tarihli görüşme notlarında, Başbakan Erdoğan’a sorunun barışçıl demokratik yollarla çözümü yönünde yeni bir öneri sunmaktadır. Sorunun çözümü için atılması gereken adımları, seçim barajının düşürülmesi, TMK’nın kaldırılması, çocukların salıverilmesi, KCK tutuklularının serbest bırakılması ve demokratik anayasa hazırlanması biçiminde sıralayan Öcalan, çatışmalı sürecin sona erdirilmesi yönünde adım atılması halinde, üzerine düşenleri yapmaya hazır olduğunu söylüyor. Bu ülkenin “bölücüleri”, “bölücübaşları” sorunun çatışmasız bir ortamda ve ülke içinde demokratik bir temelde çözümü için çağrılar yapıyorlar. Ülkenin birliği ve bütünlüğünü düşünmekten uyuyamadığını söyleyen “vatanseveleri”, “milliyetçileri” ABD ve Irak da yetmez; sorunu, gelsin, NATO çözsün, diyorlar!
- ÇATIŞMALI SÜREÇ: ‘90’LARA DÖNÜŞ MÜ?
Artan çatışma, operasyon ve bombalamalar, OHAL önerileri, NATO’ya yapılan müdahillik çağrısı, bölgeye yeni özel timlerin gönderilmesi, özel ordu/özel birlik tartışmaları, AKP Hükümeti’nin “olağanüstü durumlarda” kolluk güçlerine mahkeme izni olmadan arama yapma iznini vermesi, bölgenin ormanlık alanlarının güvenlik gerekçesiyle yakılması, yayla yasakları, 90’lı yıllarda sıkça gördüğümüz gerilla cenazelerine insanlık dışı muamele görüntülerinin yeniden ortaya çıkması vb. gibi olay ve gelişmeler, “90’lı yıllara geri mi dönülüyor?” sorusunu beraberinde getirmiştir. Gerçekten de, özellikle 90’ların Çiller-Ağar-Güreş üçlüsünün görev yaptığı dönemlerde, özel savaşın en vahşi yöntemleri, Kürt halkı ve ülkedeki bütün emek ve demokrasi güçlerine karşı kullanılmıştı. Özgür Gündem gazetesinin bombalanmasından, Tansu Çiller’in PKK işbirlikçisi ilan ettiği Kürt işadamlarının işkence yapılarak katledilmesine, binlerce köy ve mezranın yakılıp zorla boşaltılmasından ilçelerin topçu atışlarıyla bombalanmasına, binlerce yurtsever demokratın kaybedilip ya da “faili meçhul” cinayetlerde katledilmesine varan ve Mehmet Ağar’ın daha sonra “Bin operasyon” olarak adlandırıp devlet için yaptıklarını itiraf ettiği her türlü özel savaş yöntemi, bu dönemde uygulanmıştır.
Ülkenin sürüklendiği savaş ve şiddetli çatışma ortamı nedeniyle geniş halk kesimlerinde 90’lara dönüş kaygısının gelişmesi, anlaşılır bir durumdur. Ancak bugün gelişen sürecin 90’lı yıllardan daha farklı ve ağır sonuçlarının olabileceği de bilinmelidir. 90’lı yıllar boyunca Kürt sorunu, devlet ve medya tarafından, el birliği içerisinde, Suriye, Yunanistan, Ermenistan gibi “dış güçlerin kışkırttığı bir terör sorunu” olarak gösterildi. Medya, yıllarca, “sünnet olmamış teröristler” söylemini dilinden düşürmedi. Toplumun algısının “devletin bölücü terörle mücadelesi” üzerine odaklanmasına yönelik politikalar geliştirildi. Kürt sorunu, bir ulusun ulusal demokratik hak istemli sorunu olarak değil; “terör sorunu” ve PKK de, bu sorunun bir sonucu olarak ortaya çıkmış bir hareket değil; “dış güçlerin maşası bir terör örgütü” olarak gösterildi. Türk ve diğer milliyetlerden halk kesimlerinde oluşturulan genel algı nedeniyle, çatışmaların en şiddetli olduğu dönemlerde bile, Kürt halkı, bu sorunun bir parçası olarak görülmedi. Dolayısıyla son yıllarda yaşananlara benzer dışlayıcı, Kürdü düşman gören, linççi yaklaşımlar, yönelimler ortaya çıkmadı. Daha doğrusu, en azından bu durum belirtilen kesimleri etkisi altına alan genel bir ruh hali biçimini almadı. Söz konusu dönemde, devletin zaman zaman hedef haline getirdiği, zaman zaman PKK’ye karşı birlikte hareket ettiği, hatta ortak operasyonlar düzenlediği Irak Kürtlerinin liderleri Talabani ve Barzani’nin “Güney Kürtlerinin liderleri” olarak değil, aşağılayıcı bir yaklaşımla “aşiret reisleri” olarak görülmesi/gösterilmesi, Kürtlere/Kürtlüğe karşı inkârcılık üzerine kurulmuş olan genel tutumu dikkat çekici bir biçimde yansıtmaktaydı.
Bu tablo, 2000’li yılların başında ABD’nin Irak’a müdahalesinin bölgede ortaya çıkardığı yeni dengeler ve öte yandan ülke içinde Kürt ulusal hareketinin, Öcalan’ın Türkiye’ye teslim edildiği 1999’dan sonra ilan edilip uzun bir dönem devam eden ateşkes sürecinde, daha çok kitlesel halk eylemlerine yönelmesiyle değişmeye başlamıştı. Irak’ta Saddam’ın devrilmesinden sonra geleceklerini belirlemeleri için oluşan uygun koşulları değerlendiren Kürtler, ‘Kürdistan Federe Yönetimi’ni ilan ettiler. ABD’nin Irak müdahalesinin hemen öncesinde Türkiye’de 1 Mart Tezkeresinin reddedilmiş olması, ülke egemenlerini ABD’nin kendilerine biçtiği rolü oynayamaz hale getirmiş ve bu durum da, zaten 1991 müdahalesi sonucu fiili bir oluşum halinde olan Irak Kürtlerinin ABD için önemini arttırmıştı. ABD, Güney Kürtlerinin geleceklerini belirlemek için attığı adımları, bölgeye demokrasi götürdüğü iddiasını kanıtlamak ve diğer mazlum halkları yedeklemek üzere kullanmaya çalıştı. Önceleri Kürtlerin federe oluşumunu tanımayı reddederek, bunu ‘kırmızı çizgi’ olarak ilan eden Türkiye egemenleri, ABD’nin bölgesel taşeronu rolünü oynayabilmek için, 2005’te, ‘kırmızı çizgi’ siyasetinden geri adım atmak zorunda kaldılar. Bu değişimi, dönemin Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök, 2005 29 Ekim resepsiyonunda şu sözlerle ifade ediyordu:
“Barzani bir aşiret lideriydi. Biz öyle görüyorduk. Ama durum değişti. Bu değişikliği kabul etmemiz gerekiyor. Talabani’yi de öyle görüyorduk. Şimdi Irak Cumhurbaşkanı. Yarın Irak Cumhurbaşkanı olarak Türkiye’yi ziyaret etmek isteyecek. O gün nasıl davranacağız? Irak’ı tanıyorsak, bu değişen koşullara göre hareket edeceğiz…” Aynı günlerde, dönemin MİT Müsteşarı Emre Taner, Güney Kürdistan’ın Selahaddin kentinde, Kürdistan Bölgesel Hükümeti Başkanı Mesut Barzani ile görüşmüştü. Özetle, kendi sınırları içinde yaşayan Kürtlerin demokratik istemlerinin reddi ve Kürt ulusal hareketinin imha edilmesi temelinde Güney Kürtlerinin iradesini tanınma tutumunu benimsenmiş, ancak ABD’nin, Türkiye egemenleri ve Güney Kürtlerini kendi bölgesel politikaları ekseninde işbirliğine zorlayan bu politikasının benimsenmesi, Türkiye egemen sınıflarını bugüne kadar devam eden bir açmaza, çelişkiye sürüklemiştir.
Bu açmaz, aynı dönemde, 2005 Newroz’unda Mersin’deki ‘bayrak provokasyonu’ sonrasında yaratılan ortam ve yapılan açıklamalarda açıkça kendini göstermeye başlamıştı. Genelkurmay Başkanı Özkök, bu provokasyon sonrasında yaptığı açıklamada, Newroz kutlamasına katılan Kürtleri hedef göstererek, “sözde vatandaş” ilan etmişti. Özkök’ün açıklamasının ardından, çeşitli yerlerde Kürtlere yönelik linç girişimleri başlamış, CHP lideri Baykal, bu girişimleri “duyarlı vatandaş tepkisi” olarak değerlendirerek, gerici-şoven saldırganlara sahip çıkmıştı. Bunların ardından Ankara Ticaret Odası Başkanı Sinan Aygün’ün 2006’da söylediği, “Kürtler beğenmiyorlarsa Barzani babalarına gitsinler” sözü, artık egemenlerin Kürtlere karşı tutumunda yeni bir dönemin başlamakta olduğunun habercisiydi. Bu süreçte yaşananlar, geçtiğimiz günlerde, Hükümet Sözcüsü Cemil Çiçek’in “Nijerya’daki Nijeryalılara Türkçeyi öğrettik. Hakkâri’dekine, Diyarbakır’dakine halen Türkçeyi öğretemedik” sözlerinde somutlanan 80 yıllık asimilasyoncu politikaların iflas ettiğinin ve buna bağlı olarak ulusal demokratik mücadele ve taleplerinde ısrarlı olan Kürtlere karşı dışlayıcı bir milliyetçiliğin gelişmekte olduğunu gösteriyordu. Kürtlerin aynı dönemde anadilde eğitim talebi başta olmak üzere, dil ve kimlik talepleri etrafında çeşitli kitlesel kampanyalar yürütmesi ve Diyarbakır Sur Belediyesi örneğinde olduğu gibi, “çok dilli belediyecilik” yönünde fiili adımlar atması, Kürtlerin ayrı bir ulus olduğu gerçeğini daha fazla gözle görünür kılmış, ama aynı zamanda bu gerçeklik, ülke gericiliğinin ırkçı şoven kışkırtmalarına da uygun bir ortam yaratmıştı.
Bu gelişmeler üzerinden yeniden tırmanan çatışmalı süreçte uygulanan ‘özel savaş’ politikalarının, 90’lı yıllarla benzerlik göstermekle birlikte, sonuçlarının farklı olacağı açıktır. Kürtleri inkâr etme koşullarının ortadan kalktığı böylesi bir dönemde, çözüm adına dayatılan savaşın ve yaşanan çatışmaların, hem Kürtlerde ayrılma duygusunu, hem de Türklerde ayrılıkçı-dışlayıcı yaklaşımları derinleştireceği ortadadır. BDP’li Bengi Yıldız, “çatışmalarda yaşanacak her ölümün halklar arasında ayrışmayı derinleştireceği” sözleriyle söz konusu duruma işaret etmiştir. Özetle, asker ve gerilla cenazelerinin kitlesel gösterilerle karşılandığı; iki halkın “şehit”lerinin ayrıştığı bu süreç, Kürt sorununun, muhataplarla masaya oturarak, halkın ulusal demokratik istemlerinin karşılanmasını esas alan demokratik bir çözümünün sağlanması ile egemenlerin çözümü askere havale etmesi nedeniyle tırmanan çatışmaların iki halkı karşı karşıya getirecek, düşmanlaştıracak boyutlara vararak birlikte yaşam zeminini ortadan kaldırması arasında bir tercihi her geçen gün daha fazla dayatmaktadır.
SONUÇ YERİNE: ÇÖZÜM MÜ, ÇÖZÜLME Mİ?
Gelinen noktada yeniden başlayan çatışmaların yarattığı toplumsal etki tarafından belirlenen bu son dönemde yaşananlar, özelikle Ege ve Karadeniz’de, Kürtlere yönelik (Kürt işçilerin Karadeniz’e sokulmaması kararında açıkça kendini gösteren) Ertuğrul Özkök’ün “Kürtlerle birlikte yaşamak zorunda mıyız?” sözlerinde somutlanan bir karşıtlığın ortaya çıkıp boy vermesine yol açmıştır. Hürriyet Yazarı Ertuğrul Özkök, “Türklerle Kürtler birlikte yaşamak zorunda mıdır?” sorusunu dillendirirken, ilk bakışta, Kürtlerin ayrı bir ulus olarak varlığını ve ulusal demokratik istemlerini tanıyan bir yaklaşıma sahip olduğu izlenimi uyandırmaktadır. Oysa Özkök’ün Cumhuriyet Gazetesi yazarı Orhan Bursalı’nın “Devletin Kürtlere karşı ayrılma kozunu oynamasını ve Kürtlere bunun faturasını göstermesini” öneren yazısından hareketle sorduğu bu soru, Kürtleri toplumun sırtında yük olarak gören ve eğer kaderlerine razı olmazlarsa daha beter hale gelecekleri tehdidinde bulunan bir anlayışın ürünüdür.
Ertuğrul Özkök, 10 Temmuz’da yazdığı yazıyla, derdinin ne olduğunu bütün açıklığıyla ortaya koyuyor. “Eğer birlikte yaşayacaksak, Kürt talepleri, ‘imtiyazlı bir Kürt etnisitesi oluşturma noktasına’ götürülmemelidir.” diyen Özkök, Kürtlere kendilerini imtiyazlı hale getirecek kadar hak verildiğini, ama Kürtlerin yine de bunlarla yetinmemesinden şikayet ediyor. Kürtlere artık nankörlük yapmamalarını öğütlüyor!
“‘Kürt kimliği tanınsın’ dendi. Tanındı.
‘Kürtçe konuşmak, şarkı söylemek serbest bırakılsın’ dendi. Serbest bırakıldı.
‘İsteyen Kürtçe öğrensin’ dendi, dil okulları açıldı.
‘Kürtçe isimler, mahalle, köy isimleri serbest bırakılsın’ dendi, bırakıldı.
Kürtçe siyasi propaganda serbest bırakıldı, Kürtçe televizyonlar bizzat devlet eliyle kuruldu.
Üniversitelerde Kürt dili enstitüleri kurulsun dendi, kuruldu.
Peki daha ne ve nereye kadar?”
Ertuğrul Özkök, Kürtlere ne yapmaları gerektiği konusunda da yol gösteriyor:
“Bu ülkenin Kürt vatandaşları artık teröre karşı sesini yükselterek, eli silahlı adamları marjinalize etmeye başlamalıdır.” Logosunda “Türkiye Türklerindir” yazan gazetenin başyazarlıktan emekli yazarı, Kürtlerin; kendi ulusal demokratik hakları için mücadele eden Kürt ulusal hareketine “Devlet bizim her hakkımızı verdi. Biz artık sizi istemiyoruz” diyerek baş kaldırmalarını istiyor. 29 kez ulusal demokratik istemleri için baş kaldıran Kürtlerin, bugün bütün hakları verildiği için artık kendi ulusal hareketlerine baş kaldırmalarını salık veriyor, Özkök hazretleri! Meğer bu devletin anayasasında yer alan “ülkeye vatandaşlık bağı ile bağlı herkesin Türk olduğu”na ilişkin madde bizim haberimiz olmadan değiştirilmiş, genel siyasi af ile içerdekilerin ve dağdakilerin özgürce siyaset yapma hakları verilmiş, devlet okullarında anadilde eğitim sağlanmış, Kürtçe yer isimleri iade edilmiş, koruculuk lağvedilerek ağaların toprakları topraksız köylülere dağıtılmış, köye geri dönüş koşulları sağlanmış, bölgedeki ‘özel savaş’ aygıtı tasfiye edilerek, işlenen binlerce “faili meçhul” olay ve cinayet açığa çıkarılarak sorumluları cezalandırılmış, bölgesel özerklikle Kürtlere kendilerini yönetme hakkı verilmiş de bizim haberimiz yokmuş!
Ertuğrul Özkök’ün dillendirdikleri, elbette sadece kişisel bir görüş değil; Türk tarafında giderek etkisini hissettirmeye başlayan bir eğilimi, dünün “bir çakıl taşı vermeyiz”ciliğinden “Kürtler beğenmiyorlarsa çekip gitsinler”e evirilen milliyetçiliği, Kürdü dışlama, düşmanlaştırma tutumunu yansıtmaktadır. Bu eğilimin güç ve etkisine bağlı olarak, çatışmaların sadece bölgede değil, ülke genelinde ve üstelik silahlı güçlerin ötesinde halklar arasında bir boğazlaşma, etnik çatışma halini alması tehlikesinin kapıda beklediği açıktır. Geliştirilmeye çalışılan dışlayıcı milliyetçilik, Kürt ulusunu ve onun ulusal demokratik istemlerini tanımayı değil; Kürtlerle ve onların talepleriyle “hesaplaşma”yı esas almakta ve bu hesaplaşmayı bütün toplum kesimlerine yaymaya dayanması nedeniyle, “çözüm”den çok “toplumsal çözülme”yle sonuçlanacak bir arayış olarak şekillenmektedir. Savaşta ısrar eden ülke egemenlerinin ırkçı şoven kışkırtmalarının yarattığı ortamda boy vermeye başlayan dışlayıcı/düşmanlaştırıcı yönelime rağmen, Kürt ulusal hareketi, sorunun diyalog yoluyla demokratik barışçıl çözümünü ve eşit haklar temelinde birlikte yaşamı savunduğunu, ama böylesi bir çözüme kapanan kapıların açılmaması halinde, fiili “özerklik” yönünde adımlar atacağını ilan etmiştir.
Artan çatışma, gerilim ve gelişen kamplaşma karşısında, bölgeden yüzlerce kurum-kuruluş ve kitle örgütünün “operasyon ve çatışmaların son bulması”, “ellerin karşılıklı olarak tetikten çekilmesi” gerektiği yönünde yaptığı açıklamalar, egemen güçler ve medya tarafından “örgütün baskısıyla yapılan çağrı”lar olarak damgalanıp, çağrıyı yapanlar baskı altına alınmaya çalışılmakta, çözüme uygun ortam yaratmak için silahların karşılıklı olarak susturulması talebi yanıtsız bırakılmaktadır. Başbakan Erdoğan, “Silahların gölgesinde demokratik açılım süreci yürütülemez denirken ne kastediliyor? Yani kimin silah bırakması isteniyor, burası çok önemli. Burada güvenlik güçlerinin silah bırakması mı isteniyor, yoksa terör örgütünün silah bırakması mı isteniyor?” sorusunu sorduktan sonra, yapılması gerekenin, PKK’nin “ön koşulsuz silah bırakması” olduğunu belirtmektedir. Silahların karşılıklı susturulması çağrısının bile “terör destekçiliği” olarak damgalandığı siyasal atmosferin etkisiyle, içlerinde Ufuk Uras’ın da yer aldığı liberal-sol çevrelere varana kadar geniş çevreler, PKK’nin “önkoşulsuz tek taraflı ateşkes ilan etmesi” gerektiğini söylemektedirler. Oysa PKK 1993’ten bu yana 6 kez “tek taraflı ateşkes” ilan etmiş, ama devletin, Başbakan Erdoğan’ın “devlet silah bırakmaz” sözlerinde ortaya konan tutumu; uzatılan barış elinin görmezden gelinerek operasyonların devam ettirilmesi nedeniyle, her defasında yeniden çatışma ortamına geri dönülmüştür. Bugün sorun demokratik yollardan çözülmek isteniyorsa, silahların karşılıklı olarak susmasını sağlamaktan başka bir çıkar yol yoktur. Çünkü diğer yol daha önce defalarca denenmiş ve hep aynı noktaya gelinmiştir. Ayrıca çözümsüzlüğün temel nedeni, devletin, zaten bugüne kadar dillendirdiği “devletle terör örgütü aynı kefeye konuyor”, “devlet silah bırakmaz”, “terör örgütü devletin muhatabı olamaz” gibi yaklaşımlarıdır. O yüzden ‘çift taraflı ateşkes’, devletin bu tutumunu terk ederek, diyalog yoluyla çözüme yönelmesinin en temel adımı olarak sahiplenip dillendirilmelidir.
Toplumsal çözülme/ayrışma yerine demokratik barışçıl çözümü geliştirmenin yolu, bölgeden yapılan barışa yönelik çağrıların ülkenin her tarafından yükselmesini sağlamaktan geçmektedir. Bu yönde Temmuz ayında İstanbul’da sendikacı, sanatçı, aydın, akademisyenler tarafından kamuoyuna ilan edilip imzaya açılan “Denenmeyen tek bir yol kaldı, barış” çağrısı bu boşluğu doldurmak bakımından büyük önem taşımakta; “kardeşliği yeniden kurmak” için bütün emek, barış ve demokrasi güçlerini harekete geçmeye çağırmaktadır. Açıklamaya imza atan sendikacıların Kürt sorununun çözümünde emeğin birleştirici gücünün harekete geçirilmesinin önemine yaptığı vurgu, çağrıyı yapanların aynı zamanda ayrışma/düşmanlaştırmaya karşı barış ve kardeşliğin mahallelerde, fabrikalarda işyerlerinde yeniden örülmesi görevinin birinci dereceden sorumluları konumunda bulundukları gerçeğini de ortaya koymaktadır. Gelinen noktada, ülke Kürt sorununda bir yol ayrımına gelmiştir: Emek, barış, demokrasi güçleri, ya egemenlerin savaş ve çatışmaları toplumsal alana taşımak istemesine seyirci kalarak yaşanacak toplumsal çözülmenin acı faturasına razı olacak ya da Kürt sorununun eşit haklar temelinde barışçıl çözümü ve birlikte insanca yaşayabilecekleri demokratik bir ülke için mücadeleyi ülkenin her tarafına taşıyarak ülke gericiliğinin kendilerine çizdiği kaderi kendi elleriyle değiştireceklerdir.