İsrail-Türkiye ilişkileri nereye?

2009 yılının Şubat’ında, Davos Zirvesi sırasında, Başbakan Erdoğan’la İsrail Devlet Başkanı Şimon Perez arasında, “One Minute” gerilim ile başlayan çatışma; “alçak koltuk krizi” ve nihayet; “Gazze’ye yardım” gemilerine karşı İsrail’in yaptığı saldırı ve 9 kişinin yaşamını yitirmesiyle zirvesine çıkmış görünüyor.

Saldırıdan sonra, İsrail ve Türkiye tarafından, egemen iki devletin, birbirine karşı diplomasi adabı bakımından pek alışık olunmayan bir üslup eşliğinde sürdürdükleri polemik, giderek tavsasa da, sorunların çözümüne ilişkin ciddi girişimlerden iki taraf da çekinmeye devam ediyor. Bazen “yumuşama” eğilimi gösteren açıklamalar yapılsa da; hem Türkiye, hem de İsrail tarafı, kendi dediklerinde ısrar eden öneriler öne sürüp, ısrar edeceklerini ifade eden açıklamalar yapmaktan geri durmuyorlar.

En son gelinen yerde;

Türkiye İsrail’e; “1-) İsrail Türkiye’den resmen özür dilemeli, 2-) Olayı uluslararası bir komisyon soruşturmalı, 3-) Ölenlerin ailelerine tazminat ödenmeli” şartlarını öne sürmekte devam ediyor ve bunlarda ısrar edeceğini söylüyor. “Eğer bu şartlar yerine getirilmezse; Türkiye tarafından yapılacak olanı İsrail bilmektedir” diyor, Dışişleri Bakın Davutoğlu.

İsrail ise; “1-) Özür dilemenin söz konusu olmayacağını, eğer özür dilinecekse, Türkiye’nin dilemesi gerektiğini, 2-) İsrail’in soruşturma komisyonu kurduğunu ve adil bir soruşturma yürütüldüğünü, 3-) Ölenlerin Hamas’la ilişkili kişiler olduğunu ve bu yüzden tazminatın söz konusu olmayacağını” söylemektedir.

Bu sert ve birbirinin karşıtı da olan açıklamalara karşın, Türkiye Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ile İsrail Ticaret ve Sanayi Bakanı Binyamin Ben Eliezer, 30 Haziran 2010’da, Brüksel’de gizilice görüştüler. Görüşme’nin açığa çıkmasından sonra, bu görüşmenin, “Obama’nın ricasıyla”, Erdoğan ve Netanyahu’nun bilgileri dâhilinde yapıldığı açıklandı.

Bu görüşme, zaten her vesileyle “karışma” alametleri gösteren İsrail kabinesinde yeni bir karışıklığa yol açtı. Çünkü İsrail Başbakanı Netanyahu, bu görüşmeyi, İsrail Dışişleri Bakanı Avigor Lieberman’dan gizlemişti. Ve Lieberman’ın görüşmeyi televizyondan öğrendiği belirtiliyor.

Görüşme için, Başbakan Netanyahu’nun, Türkiye ile ilişkileri iyileştirmekten yana olarak bilinen Ticaret Bakanı Eliezer’i görevlendirmesi, aşırı sağcı Lieberman’ı dışlaması, İsrail Başbakanı’nın Türkiye ile ilişkileri yumuşatmak istemesi olarak değerlendirildi. Yine bu süre içinde, Gazze’ye yönelik ambargonun gevşetilmesi de, İsrail’in uzlaşma isteğinin işareti olarak yorumlandı.

“Yardım gemilerine saldırı” sonrasında, Türkiye diplomasisi ve basını, her ne kadar İsrail’in dünyadan tecrit edildiği, onun terörist yüzünün açığa çıktığı gibi bilinen hamasi bir kampanya yürüttüyse de, gelinen aşamada bir “kısa gün kârı”ndan söz edilecekse, İsrail, yaptığı hamle ile; 1-) Türkiye’nin İran’la yapılan nükleer takas anlaşması girişimini akamete uğratmak, 2) Suriye-İsrail görüşmelerinde Türkiye’yi arabuluculuktan düşürmek, 3-) Dünya kamuoyu ve Batı diplomasisi önünde Türkiye’yi yönetenlerin, Hamas, El Kaide, Taliban, Ahmedi Necat safından yer almaya yöneldiğini göstermekte bir adım daha atmak gibi önemli üç somut kazanç sağlamış görünmektedir.

Türkiye ise, Arap halkları içinde popülaritesini artırarak, Erdoğan-Davutoğlu ikilisinin “yeni Osmanlıcı” dış politikaları açısından bir kazanç sağlamış görünmektedir. Ancak Türkiye’nin İsrail’e karşı izlediği bu sert politikanın, gerekçeleri farklı olsa da, Arap ve İslam dünyasının liderleri tarafından pek hoş karşılanmadığı da ortaya çıkmıştır. Nitekim İslam Ülkeleri Dışişleri Bakanları toplantısından dişe okunur bir İsrail kınaması çıkmadığı gibi, son yıllarda Türkiye’ye en yakın Arap lider olarak bilinen Suriye Devlet Başkanı Beşar Esat bile, “Eğer Türkiye Filistin davasına yararlı olacaksa, İsrail’le diyalogu koparmamalıdır” diyerek, İsrail’e karşı “One Minute”çü diplomasi tarzından yana olmadığını açıkça ifade etmiştir.

Gerek Türkiye, gerekse İsrail hükümetlerinin “Şarkvari”, daha çok da iki tarafın en şoven, en milliyetçi duygularını okşamayı ön plana alan “oportünist-pragmatist” diplomasi tarzına bakarsak, İsrail’le Türkiye bir savaşa girdi, girecek görünmektedir! Ancak, biraz daha yakından bakıldığında, yukarıdaki patırtılı diplomasiye karşın, ekonomik, askeri ilişkilerde, her şey, sanki “hiçbir sorun yokmuş”a yakın bir çizgide yürür görünmektedir. Nitekim, İsrail Ordusu’nun dergisinde, tam da böyle bir dönemde, Türkiye ile askeri ilişkilerin boyutundan duyulan memnuniyet öne çıkarılırken, Genelkurmay Başkanı Başbuğ hakkında sitayişkâr değerlendirmelerin bulundurulması, diplomaside olanlardan İsrail Ordusu’nun hoşnutsuzluğuna vurgu yapıldığı kadar, iki ülke askerileri arasındaki ilişkilerin önemine de işaret edilmektedir. Onca tehdit ve şantaj içeren açıklamalardan sonra, ilişkilerdeki sorunun, İsrail’in Konya’daki hava tatbikatına katılımının önlenmesi için tatbikatın iptal edilmesi ve Türkiye’nin de Doğu Akdeniz’deki “Güvenilir Denizkızı” tatbikatına katılmamasıyla sınırlı kalmış olması da üstteki tartışmanın gerçek ilişkileri çok etkilemediğiri göstermektedir.

TÜRKİYE’NİN İSRAİL DÜŞMANLIĞI SÜREBİLİR Mİ?

Tayyip Erdoğan ve AKP’sinin, İsrail düşmanlığına, bu düşmanlığın anti semitizme dönüşmesine en yakın çizgide duran bir siyasi gelenekten geldiği, herkesin bildiği bir gerçektir. Bu kadronun bütün gençliği; merkezinde “Kahrolsun Yahudiler” olan bir siyasi-dini kültür ortamı içinde geçmiştir.

Burada, şunu güvenle söyleyebiliriz ki, Erdoğan ve partisinin ana çekirdeğini oluşturan “milli görüşçülüğü” karşıtlarından ayıran en önemli özellik, “Yahudi düşmanlığı” ve bu düşmanlığın dünyadaki bütün kötülüklerin anasının Yahudiler olduğuna inanan bir siyasi gelenekten gelmekte olmalarıdır.

Bu kadro, MHP’den farklı olarak, Yahudi düşmanlığını bir “Kur’an emri” olarak da aldığı için, daha bağnaz bir Yahudi karşıtlığı çizgisinde bulunmaktadır.

Bu nedenle de, AKP Hükümeti tarafından İsrail’le ilişkilerde yürütülen diplomasi, her tür provokasyona açıktır. Hamas’la girişilen ilişkilerin Batı Şeria’daki Filistin hükümetiyle ilişkileri zedeler boyutlara varması, Türkiye-İsrail ilişkileri ve bölgedeki diplomasinin Hamas’ın ve öteki Şeriatçı odakların müdahalelerine açık hale gelmesinin, Gazze’ye yardım etmenin, “yardım gemileri”nin üstünden, “İsrail karşıtı bir uluslararası sefer”e dönüştürülmesine hükümetin müdahale edememesi gibi gelişmelerin arkasında, böyle bir ideolojik zemin vardır. Ancak İsrail-Türkiye ilişkileri, 60 yıllık geçmişi, ABD ve NATO ile ilişkilerin İsrail’le ilişkilerin bir yüzünü oluşturuyor olması, dahası İsrail’in Türkiye’nin askeri ihtiyaçları bakımdan ABD’den sonra ikinci sıradaki “tedarikçi ülke” olması (2009 yılında, Türkiye ve İsrail arasındaki askeri alışverişin miktarı 1.8 milyar doları bulmuştur) olması, Türkiye-İsrail iliklerinin ardındaki gerçek nedenlerdir. Askeri haberleşmeden tank ve savaş uçaklarının modernizasyonuna, ileri tartım teknolojisine kadar, Türkiye’nin birçok ihtiyacını İsrail üstünden karşılıyor olması gibi nedenlerle, Türkiye-İsrail ilişkileri, “kahve politikacıları”nın, “Ne olacak canım iki buçuk milyon Yahudi” hafifsemesinden çok başka bir şeydir. Bu yüzden, konuyu yakından bilenler, Türkiye’nin, İsrail’le “Savunma işbirliği anlaşmaları”nı ortadan kaldıramayacağını, en fazla askıya alıp “gösteri mahiyetinde” tavırlar sergileyebileceğini belirtmektedir.

Daha genel olarak söylersek; İsrail’le ilişkiler, ABD ile, NATO ile ilişki demektir. Çünkü kuruluşundan beri, ABD, İsrail’le ilişkilerini, “hayati ortaklık”, “yaşamsal ortaklık” olarak tarif etmektedir. Türkiye’yi yönetenler, “ABD bize model ortak dedi” diye, ABD’nin kendilerine verdiği önem için zil takıp oynaması bile, ABD-İsrail ilişkilerinin “yaşamsal ortaklık” olarak tarif edilmesinin önemini işaret etmektedir. Bizimki modelse, İsrailinki “yaşamsal”dır. Onun içindir ki, Türkiye’nin İsrail’e karşı bayrak açması, ABD’ye, NATO’ya bayrak açması demektir.

Kısacası, Türkiye’nin İsrail’le ilişkileri, “tek başına” bir şey değil, ABD, NATO ve AB ile, dolayısıyla da, bölgede izlenen politikalarla doğrudan ilgilidir. Ve bütün bu alanlarda ciddi bir dönüşümü göze almayan Türkiye hükümetlerinin, İsrail’le ilişkilerde köklü bir değişime yönelmesi; “İsrail şu isteklerimizi yerine getirmezse gerekeni yaparız” demesi inandırıcı olamaz. Tabii “yaparız” denilenler, “dağın doğurduğu fare” cinsinden bir şey değilse!

Daha Kürt sorunun çözülmemişliği ve Türkiye’nin bu sorunun çözümünü ABD-Irak-Türkiye “üçlü mekanizması”nın bölgedeki inisiyatifine bağladığı düşünüldüğünde, bu inisiyatif içinde, İsrail’in uzmanlarıyla, elektronik gözleme ve istihbaratıyla “gizli ortak” olduğu da dikkate alındığında, sadece Kürt sorunundan dolayı bile, Türkiye’nin İsrail’le ilişkilerinin esasını tehlikeye atmasının olanaksıza yakın bir zorluk içerdiği de görülecektir. Dolayısıyla, kendi Kürtleriyle sorunlarını konuşarak çözme çizgisine geçemeden, sadece Kürt sorunu bile, Türkiye’yi İsrail’e mahkûm eden bir sorun olarak, İsrail’in elini olağanüstü güçlendirmektedir.

Peki, AKP Hükümeti, İsrail’e karşı, İsrail’le ilişkileri kesecek düzeyde önlemler alabilir mi?

Burada, şunu güvenle söyleyebiliriz ki, Erdoğan ve partisinin ana çekirdeğini oluşturan “milli görüşçülüğü” karşıtlarından ayıran en önemli özellik, yukarıda da ifade edildiği gibi, “Yahudi düşmanlığı”dır ve bunlara göre, dünyadaki bütün kötülüklerin arkasında Yahudiler vardır. Bu genetik, onlara İsrail’e karşı atıp tutma kolaylığı sağlamaktadır.

Son birkaç yıla bakıldığında, AKP Hükümeti’nin, İsrail’e karşı, gerek Türkiye’nin halkının, gerekse “İslam dünyası” halklarının “yüreğini soğutan” çıkışlar yaptığı, daha doğrusu, bir yanı “halkla ilişkiler” amacı güden bir şovla karışık diplomasi yürüttüğü bilinmektedir. Gazze katliamı karşısında İsrail’i “soykırımı yapmak”la suçlaması, “One Minute” çıkışı, “yardım gemilerine saldırı sonrasında tutturduğu İsrail karşıtı söylem” gibi çıkışlarla, Erdoğan ve Hükümeti, “İşte İsrail’i sindirip hizaya getirecek, bu hükümettir!” havası yaratamaya çalışmaktadır.

Ancak yukarıda da belirtildiği gibi, diplomasi alanındaki onca kabadayılığa karşın, gerçek ilişkilerde çok bir değişiklik olmadığı gibi, Türkiye’nin bu tavrının, ABD’nin de hoşgörüsü, hatta alttan alta desteği ile oluştuğunu söylemek yanlış olmaz. Çünkü İsrail’in Filistin politikasından ve bu politikanın da kışkırtmasıyla biçimlenen İsrail’in İslam ülkeleriyle ilişkilerinden, ABD de (İsrail’i destekleyen öteki Batı ülkeleri de) hoşnutsuzdur. Çünkü İsrail’in bazen iç politika kaygılarıyla, bazen kendi paranoyalarını gerçekmiş gibi öne çıkararak, komşu ülkelere ve Filistinlilere yönelik giriştiği saldırgan tutum, ABD’nin bölge ülkeleriyle ilişkilerinde de sorunlara yol açmaktadır. Yahudi lobisinin ABD’de iç politikadaki etkinliği ile de desteklenen bu İsrail tutumuna karşı, son bir ki yıl içinde, ABD yönetimi, Türkiye’nin İsrail’e karşı, onun anladığı dilden konuşuyor görünmesinde, kendilerine bir dayanak bulmuş görünmektedir. Bu yüzden de, “One Minute” ya da AKP Hükümeti ve Erdoğan’ın sair İsrail’e karşı kavgacı söylemi, Batı’da (ABD ve AB’de), eskiden olduğu gibi “anti semitizm” olarak algılanmamış, hatta İsrail’e “Sen de haddini bil!” tavrı konmuştur. Dolayısıyla, Erdoğan-Davutoğlu’nun İsrail karşıtı girişimleri, kendi inisiyatifleri olarak değil, bir yönüyle ABD stratejisinin gereği olarak gelişen ve ABD’nin İsrail karşısında elini rahatlamaya da dayanak olan çıkışlar olmuştur. Çünkü Türkiye’nin bölgenin “lider ülkesi” olarak öne çıkarılması, ABD stratejisinin bir ihtiyacıdır ve bölgede “lider” olacak bir ülkenin de, İsrail’in hot zotlarına, başıboş girişimlerine karşı bir tavır alması zorunluluğu da ortadadır. Bu yüzden de, Türkiye’nin İsrail karşısında diklenmesini, en azından bir yanıyla “bölgesel liderliğini” İsrail’e kabul ettirme tutumu olarak ve ABD’nin zımni de olsa desteği ile yaptığını düşünmek doğru olur. Çünkü bugünkü koşullarda, İsrail’e sözünü geçirmeyen bir “bölgesel lideri” kimse ciddiye almaz.

Bütün bu, bir yanıyla “eksen kayması” tartışmalarına kadar götürülen, yakın dönem gelişmelerinin ötesinde, soruna daha geniş bir perspektiften bakıldığında, şu açık bir gerçektir: Türkiye, kendi tarihinin 200 yıllık hedefi olan, “Batı dünyası ile bütünleşme” ve bunu somut biçimi olarak NATO içindeki rolüne devam etme, ABD ile ilişkileri geliştirme, AB’ye girme için gayretlerini sürdürme, Türkiye’yi Batı’nın petrol-doğalgaz geçiş yollarının platformu yapma,… çabalarıyla düşünüldüğünde; Türkiye, İsrail’le ilişkilerini, uzun süre, böyle krizle tariflenecek biçimde tutamaz. Erdoğan, Davutoğlu ya da hükümetin tümü, kendilerine atfedilen “eksen kayması”nı samimi olarak isteseler bile; Türkiye’yi Batı yörüngesinden çıkaramayacakları gibi, İsrail’le ilişkilerinde de, bu ana stratejinin dışına çıkaramazlar.

Bütün bunların da ötesinde, orta vadede; ABD’nin kendilerine taktığı “bölgesel liderlik” madalyasını büyük bir hevesle benimseyen Türkiye’nin egemenleri (hükümet, devlet, büyük sermaye odakları, milliyetçilik ve din üstünden siyaset yapan güç odakları, sermaye partileri…) için en önemli rakip, İsrail değil, İran’dır. Çünkü İslam ülkeleri üstünde “liderlik” iddiası yapacak kültürel, tarihi, siyasi ve ekonomik güce sahip iki devlet, bunlardır. Burada, İsrail’in, İran’ı değil, Türkiye’yi desteklemesi ise, kimin bölgesel lider olacağında belirleyici olacaktır. İran’da rejim değişse bile, bu gerçek değişmeyecektir; sadece, çatışmanın süresi uzar, kısalır, … gelişmeler daha doğrudan ya da dolaylı olabilir. Bu yüzden de, Türkiye, ABD’nin desteğini sorunsuz bir biçimde alması kadar, bölgesel liderlik sorununda da İsrail’in desteğine ihtiyaç duyacaktır.

Bu yarına ilişkin saptamalar ötesinde, bugün de, silah ve askeri elektronik-haberleşme teknolojisi bakımından da, Türkiye, bugün İsrail’e büyük ölçüde bağımlıdır. Ve bu bile, Türkiye’nin, en azından uzunca bir süre, Türkiye’nin İsrail’le ilişkilerin askıya alamayacağını göstermektedir.  Bu yüzdendir ki, Türkiye uzun süre İsrail’le kavgalı olmayı göze alamayacaktır.

İlk fırsatta da, İsrail-Türkiye ilişkilerini yenilemek için yeni adımlar atılacaktır. ABD, AB, burada yeterince etkili müdahaleler yapacaklardır.

İSRAİL TÜRKİYE’DEN VAZGEÇEBİLİR Mİ?

İsrail, II. Dünya Savaşı sonrasında kurulmuş bir ülke. Ülkenin kuruluşunun arkasında, Yahudilerin, sadece Yahudi oldukları için, başka milletlerden daha özel bir Nazi zulmüne maruz kalmaları vardır. İşte bu zulmün bir diyeti gibi, Yahudilere, bir vatan olarak, İsrail kurulmuştur.

Yahudilerin savaş döneminde gördükleri baskı ve şiddet, İsrail’in, bütün uygar dünyanın gözünde, Batı uygarlığının ve halklarının gözünde insanlık sembolü olarak görülmesini getirmiştir.

Öte yandan, ABD’deki Yahudi lobisi ve Yahudi zenginlerini de arkasına alan İsrail, aynı zamanda, başlıca kapitalist ülkelerin ekonomik, diplomatik, askeri her yolla destekledikleri bir ülke olmasının imkânlarını da kullanarak, tüm Ortadoğu’ya karşı bir “bir Batı üssü” olarak mevzilenmiştir. Aynı zamanda, İsrail, Batılı emperyalist ülkelerin komünizme karşı savunulmasının “ileri karakolu” olarak da inşa edilmiştir.

İsrail’in kurucu liderleri ve sonraki yöneticileri, insanlığın, zulme uğramış bir halk olarak Yahudilere duyduğu yakınlığı istismar etmede çok ustaca davranmışlardır.

ABD ve İsrail’li liderler; İsrail’e karşı Arap-İslam dünyasındaki ön yargıları, İsrail’i tanımama, daha çok da İsrail’i yok etme propagandasını bahane göstererek; İsrail’in, bölge ülke ve halklarına karşı silahlanan ve savaşan bir ülke olması için ellerinden geleni yapmışlardır.

Sonuçta İsrail; bölgede, sadece NATO üyesi, ABD’nin ve Batı kapitalist ülkelerin kadim dostu olan Türkiye ve Şahlık döneminde Amerikan-İngiliz emperyalizmin bölgedeki en önemli müttefiklerinden olan İran tarafından tanımış, desteklenmiştir.

“İran İslam Devrimi” sonrasında ise; denebilir ki, İsrail’in bölgedeki tek dostu; onun doğuya açılan tek penceresi, Türkiye olmuştur.

Bu açılardan bakıldığında; İsrail’in Türkiye ile kapışması, onunla köprüleri atan çatışmalara girmesi, akılcı bir diplomasi için anlaşılır olmamaktadır.

Nitekim son yıllara kadar da; İsrail-Türkiye ilişkileri en sorunsuz ilişkiler olarak sürmüş; İsrail’le Türkiye arasında, ekonomiden savunma işbirliğine kadar bir dizi stratejik mahiyette anlaşmalar imzalanmıştır.

Ama son yıllarda, bu “kadim İsrail dostluğu”, Filistin’de giderek daha şiddetli bir hal alan İsrail zulmü ile bozulmaya başlamış; Ecevit, Erbakan, en son da Tayyip Erdoğan hükümetleri döneminde, İsrail-Türkiye ilişkilerinde, söz düellosunu çok aşan karşılıklı suçlamaların gündeme geldiğine tanık olunmuştur. Ama Erbakan ve Ecevit döneminde İsrail’e karşı gösterilen tepkiler, bir süre sonra, yerini olağan ilişkilere bırakırken, son bir buçuk yılda polemikler, çatışmalı bir süreç olarak gelişmiş; “yardım gemileri”ne saldırı ve TC vatandaşlarının öldürülmesine varan askeri operasyonlara kadar gelinmiştir.

Burada belirtmek gerekir ki; son birkaç yıldır; özellikle de Gazze’nin Batı Şeria’dan ayrılarak, ayrı bir Filistin devleti olarak davranmasıyla ve Hamas’ın provokatif çizgisinin de yardımıyla, Türkiye-İsrail ilişkilerinin kötüleşme eğilimi güç kazanmıştır. Son bir buçuk yıldır da, İsrail-Türkiye ilişkileri, söz savaşına, ölümlü operasyonların eşlik ettiği bir mecrada ilerlemektedir.

Bölgenin özellikleri ve Türkiye’nin İsrail’in tek dostu olduğu göz önüne alındığında, bu durumun, İsrail için daha anlaşılmaz olduğu bir döneme girilmiştir.

AKP Hükümeti’nin bir yandan damarlarındaki kanda mevcut olan Yahudi düşmanlığı, öte yandan nabza göre şerbet verme politikası (takiyecilik) birleştiğinde, İsrail’e karşı “düşmanca” görülecek ifadeler kullanılması, İsrail iç politikasında önemli ağırlığa sahip radikal Yahudi odakların da işine gelmektedir. Ancak sürecin böyle daha uzun zaman sert ve çatışmalı bir biçimde sürmesinin, İsrail’in lehine bir durum üretmeyeceği de açıktır.

Üstelik İsrail’in, Filistin sorunundaki –ideolojik-dini motifli– uzlaşmaz tutumundan, Siyonist odakların baskısıyla yönlendirilen iç ve dış politikasından, ABD ve Avrupa da hoşnut değildir. Ve bu politikanın değiştirilmesi için İsrail’e baskı yapmaktadırlar. Onların bu isteği ile Tayyip Erdoğan’ın İsrail karşıtlığının tolore edildiğine yukarıda değindik.

Öte yandan, Türk Genelkurmay’ı gibi, İsrail Genelkurmay’ı da, Türkiye-İsrail ilişkilerinin, örneğin10 yıl öncesindeki gibi olmasın istemektedirler. Bu konuda, hükümete baskı yaptıkları da anlaşılmaktadır. Bu yüzden de, dışişleri bakanları, hatta başbakanlar düzeyinde sert cereyan eden tartışmalar ve operasyonlar askerler tarafından yok sayılarak; bütün anlaşmaların gereği gibi davranmaya devam etmektedirler.

Öte yandan, “One Minute” ve “alçak koltuk” krizlerinin ardından, “yardım gemilerine saldırı” sonrasında da, ABD ve Batılı ülkeler, saldırıyı Türkiye’nin istediği gibi “etkili bir biçimde kınayan” bir tutum almayarak, Türkiye’nin İsrail’i hizaya getirmesinde hoş görebilecekleri sınırları da çizmişlerdir.

Bütün bu tablo göz  önüne alındığında; Türkiye ile bugünkü çatışmalı durumu sürdürmesi için (bu, eğer düzeltilmezse ilişkilerin daha da kötüye gideceği anlamına gelmektedir), İsrail açısından akla uygun bir gerekçesi yoktur. Bu yüzden de, İsrail hükümetlerinin, iç politikada kullanmak için, Türkiye ile çatışmayı sürdürmesi kolay ve kârlı bir yol ise de, orta vadede İsrail-Türkiye ilişkilerinin “normalleşeceği”ni söyleyebiliriz. Belki on yıl önceki gibi, “süt liman” biçimde sürmez bu ilişkiler; belki bu ilişkiler hiçbir zaman eskisi gibi olmayacaktır. Ancak bugün olduğu gibi; karşılıklı ültimatom ve tehditlerle bir yere gidilemeyeceğini iki tarafın egemenleri de anlayacaktır. Özellikle İsrail’in çıkarları bunu gerektirmektedir. İsrail’i yönetenler de bunu anlayacaklardır! Çünkü İran başta olmak üzere, İsrail’in etrafı, –Mısır, Suudi Arabistan, Emirlikler gibi ABD ve batı işbirlikçisi Arap rejimleri el altında İsrail’e işbirliğini sürdürse de– İsrail’i haritadan silmeyi resmi politika olarak sürdüren ülkeler tarafından çevrilmiştir ve Türkiye, İsrail’in bölgedeki tek nefes borusu, dayanıp güvenebileceği tek ülkedir. İsrail’i yönetenler bunu anlamadıklarında ya da anlasalar bile gereğini yapamadıklarında, ABD ve öteki Batılı ülkeler, İsrail’in (tabii Türkiye’nin de) anlayacağı dilden konuşacak kozları ellerinde tutmaktadırlar.

Kaldı ki İsrail’liler, ne kadar fanatik görünseler de, kâr-zarar hesabını iyi yapan aşırı pragmatist kişilerdir. Bu yüzden de, Türkiye ile böyle çatışmalı bir sürecin, herkesten çok kendi aleyhlerine olduğunu göreceklerdir. Ve o zaman “dün şunu demiştik” demeyip, “dün dündür, bugün bugündür” diyeceklerdir. Özellikle de çelişkilerin böylesine arttığı, her ülkenin kendine yeni müttefikler arayıp, dünyadaki yerini sağlamlaştırmak için yılana sarıldığı bir dünyada, İsrail’in, kendi varlığının devamı için Türkiye’nin hayati rolünü görmemesi anlaşılır olmaz.

İsrail bu gerçeği eninde sonunda görecektir ve dahası, İsrail, ABD stratejisine bağlanmış bir Türkiye’nin “bölgesel lider” rolünü desteklemenin de, yine İsrail ve Batı emperyalizmi için önemini fark edecektir. Dolayısıyla, uzak olmayan bir zamanda, İsrail tarafından, Türkiye’nin gönlünü hoş edecek kimi jestler yapılması, Türkiye’nin de biraz ayak sürüyerek, bu jestlere yanıt vermesi bir sürpriz olmaz.

OBAMA, YENİ OSMANLICILIK VE TÜRKİYE-İSRAİL İLİŞKİLERİ!

Bush ve neoconları, “yeni dünya düzeni”ni silah gücüyle ayakta tutmayı, dünyanın her köşesinde en az “iki buçuk savaş yürüten bir Amerika” hedefine varmak için çatışma ve savaş içinde bir dünyayı olağanlaştırmayı amaçlamışlardı. İsrail’i de, bu görüşün “kutsal gücü”nün sembolü olarak, tartışmasız desteklemişlerdi. Bu yüzden, Filistin sorununu da; Filistin üstündeki baskıyı artırarak ve Filistinlileri teslim olmuş bir biçimde görüşmelere zorlayarak çözmeyi amaçlamışlardı. Yani, Filistin sorununu, Amerika’nın gölgesinde bir “Amerikan Barışı”nın konusu olarak çözmeyi amaçlamışlardı.

ABD’nin Ilımlı İslamcılığa önemli işlevler yükleyerek geliştirdiği “Genişletilmiş Ortadoğu Projesi”, daha Bush iktidardayken çökmüştü. Dolayısıyla, bu planın merkezinde yer alan İsrail de, eski “dokunulmazlığını” yitirmişti!

Obama ise; “Yumruğunu gevşetenlerin elini sıkacağız” diyerek, radikal İslamcı çevreler de dâhil, ABD’nin bölge çıkarlarıyla uyumlu hareket etmeye yönelen herkesle uzlaşmaya hazır olduklarını öne çıkaran bir çizgi izleyeceğini ilan etmiştir. Bush ve Obama yönetimi için amaç değişmemişse de, aralarında bir üslup farkı da vardır ve bu da, Filistin sorununun çözümünde, bölge ülkelerinin ve Filistinlilerin isteklerinin daha çok dikkate alınacağı anlamına gelmektedir.

İsrail açısından, bu durum, daha radikal çıkışlarla ortamı germe ve Obama’nın girişimlerini akamete uğratma girişimlerini öne çıkarsa da, orta vadede, ABD’nin Filistin sorununu çözmek için bölgede genel bir yumuşamayı istediği, radikal İslamcı güçleri bu yöneliş içinde etkisizleştirmek isteyeceği de gözlenmektedir.

Burada, ABD yönetiminin yaklaşımı, Türkiye’de, son dönemlerde açıkça hükümet tarafından da dile getirilen, bölgede Yeni Osmanlıcı bir diplomasiye yönelme çabalarıyla birçok noktada kesişmektedir.

Türkiye’nin 2007 başından itibaren “aktif dışı politikaya yönelme”, “bölgenin lider ülkesi olma” tutumunu benimsemesi ve bu görüşün 2007 Eylül’ündeki Bush-Erdoğan görüşmesiyle ABD tarafından desteklemeye başlanmasıyla, Türkiye, bölgede ABD stratejisiyle birleşmek için daha hevesle girişimler yapmaya başlamıştır. Çünkü bu yöneliş;

1-) Türkiye’yi ABD ve Batı emperyalizminin Ortadoğu, Kafkasya, Ön ve Orta Asya’daki stratejik çıkarlarına bağlamaktadır.

2-) Bu “bölgesel lider ülke”, “aktif dış politika” kavramları etrafında geliştirilen dış politika, içerde de; din istismarcılığı ve Osmanlı öykünmeciliği üstünden politika yapan gelenekle, Avrasyacı milliyetçilikle ve hatta ırkçı milliyetçi odakların istem ve hayalleriyle birleşmektedir.

3-) Bu yöneliş, bölge ve İslam dünyasında giderek daha büyük iddialar öne süren büyük sermaye ve yeni serpilen aç gözlü sermaye odaklarının yayılmacı hayalleriyle, bölgenin yeraltı ve yerüstü kaynaklarını yağlama istekleriyle de tam bir uyum içindedir.

4-) Bu politik yöneliş, başta ABD olmak üzere, Batılı emperyalist ülkelerin bölge stratejisiyle de çelişmemekte; hatta onlara yeni manevra imkanları sunmaktadır. Bu da, İsrail’le Türkiye’nin arasındaki sorunların, bu yönelişe engel teşkil etmeyeceğini göstermektedir. Hele ilerleyen süreçte, Türkiye, “lider ülke” olmasının İsrail’le çatışmayı sürdürmekte olmadığını, ama, uzlaşmayı gerektirdiğini ve gerektireceğini gördüğü ölçüde, yeni Osmanlıcı politikaların, ABD kadar, İsrail için de yeni bir imkân olduğu, onlar tarafından da görülecektir.

Erdoğan-Davutoğlu ikilisinin, Cumhurbaşkanı Gül’ün aktif desteği ile yaptıkları son aylardaki girişimler, hem “Yeni Osmanlıcı” politikanın hedeflerini, hem de açmazlarını ortaya koymaktadır. Ancak, “komşularla sıfır sorun” derken, bunun, zaten dış politika bakımından çok önemli olmayan ülkelerle ilişkilerde başarılı adımlara karşılık geldiği, ama enerjiden İran’la ilişkilere, İsrail’le ilişkilerden AB ile sorulara, pek çok konuda, etkisiz kaldığı, hatta daha büyük sorunlar yaratmaya aday olduğu ortaya çıkmış bulunmaktadır.

Sorunların ortaya çıkıp büyümesi demek, Türkiye’nin, ABD ve İsrail’e daha çok ihtiyaç duyması anlamına gelecektir ki; bu da, Türkiye-İsrail ve Türkiye-ABD ilişkilerinde, Türkiye aleyhine, onların mevzi kazanmasına yol açarken, Türkiye’nin onlara muhtaçlık halini artıracaktır. Bu, Yeni Osmanlıcılığın iç politikada tutucu, din ve milliyetçilik istismarcısı, dış politikada işbirlikçi-komprador karakterini ortaya koymaktadır.

Bütün bu nedenler; ABD ve Batı emperyalizminin çıkarlarının, bölgedeki iki müttefik gücünün, Türkiye ve İsrail’in çatışmalarının geçici, ama işbirliklerinin esas olmasını zorunlu kıldığını göstermektedir. Ve hem Türkiye halkı, hem İsrail halkı açısından, bölge halklarıyla olduğu kadar, kendi aralarındaki gerçek dostluğun da, ancak iki ülkenin de Batı emperyalizminin stratejisine bağımlılıktan kurtularak, bölge halklarının kardeşliği temelinde, bölgede halklar arasında dostluk ve dayanışmayı esas alan politikalara yönelmesiyle mümkün olacağını göstermektedir. Aksi halde, Batı emperyalizminin stratejisine bağlanmış bir İsrail ve Türkiye’nin, kendi aralarında barış ya da çatışma halinde olmasının, bölge halkları için de, bu ülkelerin kendi hakları için de ciddi bir farkı yoktur.

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑