Halkın talepleri üzerinden sürdürülen mücadeleye karşı, burjuvazi cephesinden, hükümet yöneticileriyle sermaye basın-yayın organlarında kürsü ve köşe edinmiş sermaye sözcüleri, eğitim kurumları ve dini kurumsal aygıtın görevlilerinin çok büyük kesimi tarafından, hemen her fırsatta ve denebilir ki en fazla kullanılan “argüman”lardan biri de, emekçilerin mücadelesini ifade eden politikaları “ideolojik tutum” olarak adlandırıp, gereksiz göstermek ve suçlamaktır. Bu söylem ve suçlama, işçi grevlerinin, gençlik eylemlerinin ya da kimi “sol” parti ve örgütlerin açıklama ve faaliyetinin söz konusu olduğu her dönemde olduğu gibi, son zamanlarda, özellikle Başbakan ve hükümetinin çeşitli sözcüleriyle sermaye basınındaki kimi yazar/gazeteciler tarafından yeniden yoğunlaştırıldı.*
Hükümet temsilcileri açısından herhangi bir “ilke” aramamak gerekir. Riyakarlığı amaç için araç olarak değerlendiriyorlar. Kendilerini burjuvazinin ideolojik savaş görevlileri sayan yazar ve gazeteciler ise, bu iddialarını kanıtlamak üzere “ideolojisizlik”(!) vaazında bulunan uluslararası üne sahip burjuva teorisyenlerin tezlerinden alıntılar yaparak, görüşlerinin etkisini artırmaya ve yürüttükleri sınıf savaşını burjuvazinin çıkarlarından, bu çıkarların ifadesi olan burjuva ideolojisinden bağımsız göstermeye çalışıyorlar.
Bu tutum, burjuva ideolojik savaş mantığı ve taktiğine uygundur. Burjuvazinin işçi sınıfı ve emekçilere karşı aralıksız sürdürdüğü sınıf savaşının ideolojik cephesinde, bu savaşın “ideolojik olmadığı” söyleminin kendisi, çünkü, baştan aşağı ideolojiktir. Burjuvazi ve temsilcileri, işçilerin üretim sürecindeki kendi rol ve yerini algılamaları ve kapitalist toplumsal üretim ile onun belirlediği sömürüye dayalı ilişkilere karşı mücadeleye atılmalarını önlemek üzere, bu söyleme ve ideolojik savaşa başvururlar.
BURJUVAZİ BUNA NEDEN İHTİYAÇ DUYAR?
Burjuvazi, egemen güç olarak, ideolojik savaşa neden gereksinim duyar? Sistemini kurmuştur; onu savunma araç ve kuvvetlerine sahiptir. Topluma egemen görüşler burjuva görüşlerdir. Buna rağmen, bu ihtiyaç nereden kaynaklanmaktadır?
Sermaye egemenliği, tüm toplumsal ilişkileri belirleyen başlıca kaynak olmasına ve burjuvazinin sınıf aygıtı, baskı aracı olan devlet makinesiyle korunmasına karşın, burjuvaziyi, işçi ve emekçilere karşı ideolojik-politik ve iktisadi mücadeleyi sürdürmeye yönelten, buna zorunlu tutan temel neden, bu sistemin kendisidir. Kapitalizmin sömürü sistemi olması, onu, sömürülenler ile sömürenler arasındaki, ancak kapitalizmi tasfiye edecek bir devrim ile ortadan kaldırılabilir olan çatışmaya mahkum eder. Kapitalizm tarihi, bu mücadelenin de tarihidir. Sömürülenlerin uyanışı ve sömürü koşullarını ortadan kaldırmaya yönelmesi, kapitalizm ve egemen sınıfı burjuvaziyi, –onun asalaklarını– yok oluşa götürecektir. Burjuvazinin yürüttüğü ve yürütmeye mahkum olduğu sınıf savaşı, onu yok oluşa götüren bu çelişkiden doğar. Kapitalizm koşullarında bu çelişkinin varlığı engellenemeyeceğinden, burjuvazi, onun sonuçlarını engellemeye, en azından geriye atmaya koyulur. Basın-yayın, radyo-televizyon-eğitim kurumları, dini aygıt ve görevlileri, devletin siyasi-askeri ve adli kurumları ve sermaye partileri, genç kuşakların ve tüm emekçi topluluklarının burjuvazinin çıkarları yönünde “bilinçlendirilmeleri” için aralıksız bir sınıf savaşı yürütürler. Böylece, bu “insan yığını”, hangi role uygun olması isteniyorsa, o yönde ve ona uygun şekillendirilmeye çalışılır. Onlardan, devlet otoritesine itaat, egemen sınıfça uygun görülenlerle yetinme ve tüm toplumsal olumsuzlukları “takdir-i ilahi” gören bir anlayışla hareket etmeleri istenir ve beklenir. Egemen sınıfın egemen düşüncelerinin ifadesi olarak burjuva ideolojisinin yığınların beynine ve davranışlarına hakim hale gelmesi için sürdürülen bu aralıksız sınıf mücadelesi, ona karşı başkaldırıyı engelleyici-zorlaştırıcı işlev görür ve aykırı seslerin zor yoluyla bastırılması politikasıyla birlikte boyun eğme/tabi olma anlayışını besler.
Kapitalist sınıf, toplum üzerindeki hakimiyetini, üretim araçları mülkiyetine, bu mülkiyeti elinde tutmaya borçlu olmasına karşın, burjuva propagandası, onu, tüm toplumun toplumsal varlığını sürdürmesinin koşulu olarak gösterir. Burjuvazi bununla da kalmaz; özel mülkiyeti korumak ve sürdürmek üzere oluşturduğu sınıf devletini, “tüm toplumu düzenleyen bir mekanizma” olarak gösterir. Bu sınıf egemenliği aygıtı, “toplumun üzerinde” yer alıyor görünmekle birlikte, burjuvazinin, günümüzde esas olarak tekelci burjuvazinin işçi sınıfı ve emekçiler üzerindeki baskı ‘makinesi’ olarak işlev görür. Buradan şu sonuç çıkar: Burjuvazi ve onun devlet yönetenlerinin varlıklarını sürdürmeleri, emek-gücü sömürüsüne bağlı/bağımlı ve koşulludur! Emek-gücü sömürüsü olmadan, yönetici ve hakim konumlarını sürdüremezler; bu bir yana, var bile olamazlardı. Kapitalizmin belirleyici temel özelliği, kâr için üretim olmasıdır. Emek-gücünü belirli bir ücret karşılığı satın alan/kiralayan kapitalist, onu, ödediğinden daha fazla bir değer üretmek –artı-değer ve kuşkusuz daha fazla kâr elde etmek– için satın almak ya da kiralamakla, bu kullanım süresi içindeki tüm hareketini kontrol ve yönlendirme olanağını ele geçirir. Kapitalistin varlığı ve yaşamı işçinin çalışmasına ve üretimine bağlı olmasına karşın, üretim araçlarının kapitalistin özel mülkiyetinde olması, toplumsal bünyede ve işçinin zihninde, burjuva propagandacıları tarafından “işverenler olmadan işçiler çalışacak iş bulamaz, açlıktan ölürler!” şeklinde ifade edilen bir yanılgı oluşturulmasına, üstü örtülü kapitalist çıkar savunuculuğuna neden olur. İşçi ile kapitalist arasındaki ilişkinin baş-aşağı çevrildiği burjuva kurgusu; kapitalistin yaşam gereçlerini ve kapitalist olmasını sağlayan artı-değer üretimini gerçekleştiren işçi gerçeğinin üzerini örter. Oysa artı-değer olmaksızın, kapitalistin, üretilen metaları paraya çevirip bir kısmını kişisel gereksinmelerine harcaması, diğer bir kısmını sermaye olarak değişim sürecine koyması; hammadde, fabrika arazisi, binası ve makine teçhizatını alması/yaptırması ya da yenilemesi mümkün olmayacaktır.
Burjuvaziyi ideolojik mücadeleye zorunlu tutan ve emekçilerin aldatılması ihtiyacını belirleyen başlıca neden ve etkenler, işçi ile kapitalist arasındaki bu uzlaşmaz çelişkide “gizli”dir! Halk kitlelerinin, burjuvazi ve onun devleti; partileri, hükümetleri ve öteki kurumları ve yönetimi olmaksızın toplumsal yaşamlarını sürdüremeyeceklerine inandırılmaları –bunun ne kadar süreyle sürdürülebileceği ayrı bir konudur–, azınlık bir kesimin, tüm emekçilerin omuzları üzerinden sömürüye dayanan hakim durumunu sürdürmesini olanaklı kılacak, en azından kolaylaştıracaktır. Emekçi kitlelerinin karşı karşıya oldukları sorunların çok pratik ve açık halleriyle onların kendi çıkarlarına “sırt çevirir duruma getirilmesi” için yürütülen propaganda ve bu propagandayı besleyen kırıntı kabilinden ekonomik-sosyal ve –bazen de– politik reform biçimindeki uygulamalar arasındaki açık çelişkiye rağmen, egemen sınıf ve ideologları, bu mücadelelerinde, haksızlıklarına ve tarihsel olarak geçiciliğine karşın başarılı olabilirler.
Burjuva propagandası, burjuva ideolojisi –ve onun tüm biçimleri–, sistemi ölümcül kılan emek-sermaye çelişkisinin üstünü örtmeyi esas alır. Amaç, emek-gücünü sömürerek sistemini oluşturan ve sürdüren sınıfın ve onun politik-askeri ve diğer kurumlarının tüm toplumun ve tüm halkın refahı/huzuru ve daha eksiksiz haklara sahip olması için çalıştığı ve var olduğu anlayışını hakim ve sürekli kılmaktır. İşçi sınıfı ve emekçilerin örgütlü mücadelesinin zayıf ve geri düzeyde seyrettiği hemen tüm dönemlerde, bu saldırı yoğunluk kazanır. Hedefi emekçilerin kendi güçlerine güvensizleşmelerini, kazanabileceklerine dair güvenlerini yitirmelerini sağlamaktır.
BU NASIL GERÇEKLEŞTİRİLİYOR?
Topluma egemen düşüncelerin egemen sınıfın düşünceleri olması, burjuvazinin ideolojik mücadelede etkili ve başarılı olmasının başlıca etkenlerinden biridir. Kitleler, kökleri binlerce yıl öncesine giden, geleneksellik kazandırılmış ve sömürü toplumlarının egemenlerince yaygınlaştırılmış hurafe ve doğmaların etkisi altındadırlar. Doğa bilimlerindeki gelişme ve Ortaçağ karanlığına karşı girişilen modernist Aydınlanmanın sağladığı ilerleme ve kırılmaya rağmen, dini ideolojinin ve dogmaların kitleleri kuşatan etkisi, olgularla ilişki biçimlerini “aklın süzgecinden geçirme”lerini engellemeye devam etmektedir. Burjuvazinin sınıf çıkarları, bu etkinin, Kilise, Cami ve Havralar kullanılarak, dini-mezhebi ayrımcılık ve baskılar aracıyla çeşitli inanç kesimlerinin birbiriyle ilişkilerinin sabote edilmesini de içeren devlet politikalarıyla canlı tutulması ve takviye edilip yedeklenmesini sağlar. Kilise, Hıristiyanlığın; Cami ve Diyanet İşleri gibi devlet kurumları, İslamiyet’in bekçileridir. Kapitalistler ve burjuva devletiyle iç içe, karşılıklı olarak birbirlerini besler ve korurlar. Kitlelere, “ortak inanç ve ideolojiye sahip oldukları” bilincini ve otoriteye itaati empoze etmekle görevlidirler. Dogmaları kuşaktan kuşağa aktarır; bilimsel düşünmenin yolunu kesmek için çaba gösterirler.
Tüm yeni kuşaklar, aile ortamında ve ilkokuldan (şimdilerde çocuk bakımevleri-kreşler-anaokulları aracıyla daha erken yaşa alınmıştır) başlayan ve 22-24 yaşlarına dek süren eğitim süresince, egemen sınıfların çıkarlarının ifadesi olan egemen ideolojiyle, deyiş yerindeyse, doldurulurlar. Genç nesillere bu ideoloji benimsetilir ve onların, bu çıkarları esas alarak düşünmeleri ve hareket etmeleri sağlanmaya çalışılır. Kapitalizmin çarkını çevirecek kuvvetlerin bu çarkın işleyiş amaç ve kurallarına uyum göstermesi, burjuva eğitim sisteminin temel işlevini oluşturur. Kapitalist çarkın çalışanlarının ve yöneticilerinin önüne konan, çarkın falso yapmadan çevrilmesi için uyumlu; eğitimli ve vasıflı kuşakların yetiştirilmesidir. Bu görevliler ordusu, burjuva ortama “doğmuşlar” ve bu ortamın kültürüyle eğitilmişlerdir. Burjuva gelenek-görenek ve alışkanlıkların gücüyle donanmışlar; onun düşünüş tarzıyla yoğrulmuşlardır. Kendilerini, burjuva ideolojisini yayma ve geleceğe taşımakla sorumlu görmektedirler. Başka bir ifade ile, burjuvazi, onları, egemenlik sistemine uyum göstermekle kalmayıp onu güçlendirebilecek bir ideolojik eğitimden geçirmiş ve bu ideolojiyi kitlelere götürmeleri ya da daha yerinde bir deyişle, kitleleri bu ideolojiyle eğitip yönlendirmeleri için görevlendirmiştir. Bir bölümü, üst yapı kurumlarının çeşitli kademelerinde görevlendirilmiştir ve diğer bazıları ise, “medya”da, okul ve sağlık kurumlarında, araştırma-inceleme gruplarında, üniversite kürsülerinde yer almış olarak, sermayeye hizmet eden değer yargılarının aktarılması ve sömürülen sınıfların eleştirilerine karşı savunulması görevini üstlenmişlerdir. Burjuvazinin elindeki ve denetimindeki kitle iletişim araçları emekçilere yönelik faaliyetinde, sermayenin hakimiyetini ve çıkarlarını ve onun ürünü düşünce biçimlerini esas alırlar. “Beşikten-mezara” eğitim anlayışının burjuva içerik ve amacı gibi, burjuvazinin iletişim araçlarına biçtiği işlev de, kitlelerin, olay ve gelişmeleri, onun beklenti ve çıkarları yönünde değerlendirecek bir ‘manipülasyon’dan geçirilmeleridir.
Kültürel birikimi temsil, kültürün geliştirilmesi, korunması ve gelecek kuşaklara aktarılmasıyla “görevli” olan burjuva aydınları/eğitimcileri, sömürüyü kaçınılmaz gösteren anlayış ve ilişki biçimlerini, korunup aktarılması gereken “kültür” olarak gösterirler. Eğitim görmüş ve çoğunlukla toplum bünyesinde ve orta katmanlarda yer edinmiş burjuva sınıfın “organik aydın temsilcileri”yle kapitalizme iman etmiş liberal “bilim insanları”, yazar ve sanatçılar, uygulamalı bilim dallarının yetkili temsilcileri, görüşlerini şekillendirecekleri ve yayacakları araç ve olanaklara sahip olarak, egemen sınıfın kültürünü; onun aktarılmasında ve geliştirilerek etkin kılınmasını istediği anlayış ve düşünüş tarzını yineleyerek ve yenileyerek sürdürür, yaygınlaştırılması için çalışırlar. Daha ilk okul sıralarından başlayarak, çocuk ve genç yaştaki on milyonlarca insanın burjuva devletine bağlı, hakim sınıfın çıkarlarını gözeten kural/kaide-değer yargılarını benimseyecek tarzda eğitilmiş olması, milliyetçi-militarist görüşleri kesin doğrular olarak gören bu yazar-sanatçı-edebiyatçı-bilim insanı, sosyal araştırmacı ve tarihçilere, burjuva özgürlüğünü “herkesin özgürlüğü” olarak gösterme; polis baskısı ve terörünü, iktisadi- sosyal ayrıcalıkları yasalara bağlayan egemen görüşü “demokrasi” olarak parlatma olanağı sunar.
Bu eğitimci, kültür-edebiyat insanı, tarihçi vb. burjuva ideolojik cephenin gönüllü savaşçıları, insan hakları ve “eşitlik” üzerine söylemden geri durmamalarına rağmen, şu ya da bu büyük kapitalist/emperyalist gücün herhangi bir diğer ülke ve halka yönelik silahlı şiddetini, işgal ve yağmasını “teröre karşı savaş”(!) adına hak sayar, üstün silah gücüne ve ekonomik kaynaklarına dayanarak yayılma politikası izlemeyi değil, ama bu yayılmacılığa karşı şiddet araçlarını da içeren direnmeyi “terör” olarak gösterir ve ezilmesini isterler. ABD’nin, İngiltere ve İsrail’in nükleer, kimyasal ve biyolojik bombalara, atom bombalarına sahip olmalarına itirazları yoktur, ama örneğin İran’ın aynı silaha sahip olma yönündeki girişimlerini “dünyayı tehdit eden tehlike”; Kuzey Kore’nin durumunu “dünya barışını sabote eden korsan devlet” olarak gösterirler. En liberalleri ve sözde en demokratları, Amerikan-NATO bombardımanlarıyla buna karşı ortaya çıkan “terör eylemleri”ni(! bir ve aynı görürler. Filistin gruplarının şiddete başvurmalarıyla İsrail’in Filistin Arap topraklarında giriştiği 60 yıllık yağma ve imhayı “her türlü şiddete karşı olma”(!) vaazıyla özdeş gösterirler. Ulusal kimliği, dili, kültürü ve yaşamı sürekli yok edilmeye çalışılan, asimile edilmeleri amacıyla bin türlü yöntem ve aracın kullanıldığı Kürtlerin ulusal kaderini eline alma istemini, onu boyunduruk altında tutmak ve kendi “ulusal bünyesinde eritmek” için yapmadık zulüm bırakmayan devletin ve egemen sınıfın politikalarıyla çeliştiği için “bölücülük” olarak suçlayıp “itidal”e ve “makul çözüm”e çağırırlar. Onlara göre, burjuvazi “hümanist”/ insan hakçıdır ve uygar dünyanın temsilcisi ‘Batı’, “özgür/hür dünya”yı temsil etmektedir!
“Bütün insanların eşit ve aynı haklara sahip oldukları” üzerine propagandaları, burjuvazinin ayrıcalıklı sınıf konumunu savunma ve kitleler açısından saklı tutma amaçlıdır. Üretim araçlarının özel kapitalist mülkiyetini ve kapitalist sınıfın, işçiyi, ancak soyunu sürdürmesine yetecek asgari gereksinmelerini karşılayabileceği bir ücret ödeyerek, kendi belirlediği koşullarda çalıştırmasını, kaçınılamaz bir ilişki tarzı olarak gösterirler. Emek-gücünün harcanmasıyla yaratılan değerden emek gücüne ayrılan payı (ücret) düşük tutarak kârını artırmayı hedefleyen kapitalistlerin politikasını, “maliyetleri düşürme” propagandasıyla haklı gösterir; burjuva çıkarlarıyla “memleket çıkarları”nı özdeş gösterme pahasına, kapitalist iktisadi politikayı, “memleket çıkarları”yla açıklamaya girişirler. Sermaye basın-yayın organları haber verir ve yorum yaparken bunu gözetirler.
İletişim ve ulaşım araçlarının, basım-yayım evlerinin, kağıt fabrikalarıyla antrepo ve depoların, büyük arazilerle boş bina ‘stokları’nın denetimini ellerinde tutanlarla, makine teçhizatı/fabrika komplekslerini özel mülk edinmiş olanların durumunu, herhangi işi, sosyal güvencesi olmayan ya da emek-gücünü sattığı halde geçimini dahi sağlamakta güçlük çeken milyonların durumuyla “eşit” göstererek, bunu demokrasinin yürürlükte olmasına kanıt sayarlar.
Sermaye hakimiyeti ve sınıf sömürüsüne karşı tutum alarak emekçilerden yana çıkan aydınları, burjuvazi ve burada sözü edilen bilinçli uşakları, “hainlik”, “vatansızlık”, “anarşistlik” vb. ile damgalayarak, onların savundukları düşüncelerin toplumu “dinamitleyeceği” korkusunu yaygınlaştırmaya çalışırlar.
Bu “kültür”; bu düşünüş tarzı ve ideolojik bakış, ‘ulusal sınırlar’a özgü olmak gibi kimi özelliklerine karşın, burjuva emperyalist anlayış ve politikaya da bağlanmıştır. Uluslararası gericiliğin ve tekellerin çıkarlarının ifadesi olan düşüncelerle bir biçimde birleşmiş, sermayenin uluslararası çıkarlarına bağlanmıştır. Bu özelliğiyle de, tıpkı burjuvazinin uluslararası bir sınıf olması gibi, bu düşünce tarzı da, uluslararası sermayenin dünya hakimiyeti ideolojisinden beslenir ve ona güç verir hale gelmiştir. Gelişmiş kapitalizm, çünkü, hemen tümünün ticari ilişkiler içine çekilmesi uzun on yılları bulan milletleri artan oranda yakınlaştırmış; sermaye ve emek ‘ihracı’yla, nüfus ve işçi göçüyle çeşitli milletlerden işçilerin bir arada bulunmalarını sağlayarak da, onları, burjuvazinin uluslararası bir sınıf olmasına benzer şekilde, uluslararası proletaryanın fiziki güçlerine dönüştürmüştür.
EMEKÇİ MÜCADELESİNE BAĞLANAN AYDININ SORUMLULUĞU
İşçilerin, işsizlerin, kent ve kır yoksullarının varlığı ve farklı yaşam koşulları, toplumun sınıflara bölündüğünün göstergesidir. İçinde yaşadığımız toplumu tanımak isteyen herhangi bir aydın, ezilenlerin yaşamını göz önünde tutmadan, az çok bilimsel ve gerçekçi bir sonuca ulaşamaz. Sömürülen kitleler, egemen sınıfın ve ideologlarının onlara empoze ettiği “değerler” nedeniyle, boyun eğme, bekleme ya da küçük kırıntılarla teselli bulma gibi tutumlar almakla birlikte, yaşadıkları/içinde tutuldukları koşulların değişmesi/değiştirilmesi istemine de sahiptirler. Sömürü ilişkilerinin ve ağır yaşam koşullarının değiştirilmesi için çeşitli biçimlerde eylemlere girişir ve bu eylemler içinde ortak yanlarını daha fazla görerek, sömürülen ve ezilen sınıf tavrını geliştirirler. Onların kendi deneylerinden edindikleri bu tecrübe ve “bilinç kırıntıları”nın sosyal-iktisadi ve tarihsel süreç ve olguların bilimsel irdelenmesinden çıkarılmış sonuçlarla birleşmesi, bu sınıf tavrı ve politikasının, sömürüden kurtulma mücadelesine doğru gelişmesine hizmet eder. Devrimci aydın sorumluluğu, emekçilerin mücadelesine katılarak, bu sürecin daha az sancılı şekilde yaşanması için çaba göstermeyi gerektirir. İşçi sınıfı ve emekçilerin sömürülmesini olanaklı kılan üretim ilişkileri ve toplumsal koşulların temelden değişmesi, üretim araçlarının kapitalist özel mülkiyetine son verilmesine bağlıdır. Devrimci-Marksist aydın, sanatçı ve bilim insanı, doğa ve toplum yasalarının bilimsel akli analizini yaparak, ve kapitalizmin artı-değer sömürüsüne dayandığını göz önünde tutarak, bu sonuca ulaşan aydındır. Bu durumu, ona, halkın tüm sınıf ve tabakalarının burjuva ideolojisiyle kuşatılmış olmasını gözeterek, toplumsal sorunları bulanıklığa meydan vermeyen bir açık görüşlülükle irdeleme ve açıklama sorumluluğu yükler. Bu, tutarlı bir demokrasiden yana ilerici aydın açısından da gereklidir.
Emekçilerden yana aydın sorumluluğu, ayrıcalıklı-sömüren sınıfın baskı ve şiddetinin tüm biçimlerini tüm çıplaklığıyla göstermeyi gerektirir. Artı-değerden aldığı pay ve hükümetlerin özel kayırmalarıyla “bekçi köpekliği”ni üstlenmiş burjuva propagandacının “ülkenin çıkarları işçinin de fedakarlık yapmasını gerektiriyor. Hepimiz aynı gemideyiz. Gemi batarsa hepimiz batarız. İşçiler de sendikalar da makul olmalıdırlar!” şeklinde ifade ettikleri, görünürde pozitif ve “genelin çıkarları”nı gözetir gözüken söyleminin; sermaye kârını esas aldığını, onu örtmeye yönelik biçim kurnazlıklarını da göstererek teşhir etmek, devrimci aydının kaçınamayacağı/kaçınmaması gereken bir sorumluluğudur. Polis rejimi altında kıstırılmış toplumlarda ortaya çıkacak kitlesel öfke ve direnişlerin şiddet boyutuna varması ile burjuva gerici şiddet politikaları ‘aynı’ ve ‘benzer’ görülemez. Baskı altında inletilenlerin durumunu gözetmeyen “şiddet kimden gelirse gelsin karşısındayım!” söylemiyle, “barışçıl” bir söylem belki geliştirilebilir, ama, sistemin ürünü baskıyı, ona karşı doğan öfkeli dirençle karıştırmak gibi ciddi bir yanılgıya da düşülmüş olunur. Kapitalizm koşullarında eşit olma olanaksızlığını gözetmeyen bir “eşitler” tasavvuruyla, liberal aydının sürdürdüğü demagojik vaazlara karşı etkili bir mücadele sürdürülemez.
Demokrasi, işçinin kapitalist ile iktisadi-sosyal ilişkilerinden kopuk, ‘salt siyasal’ bir sorun olarak darlaştırılamaz. İşçiye dayatılan çalışma koşulları ve düşük ücret uygulamaları, işten atma, sosyal hak gaspları, hükümet-devlet politikaları dışında; kurumsal ve burjuva temsilcilerin müdahalesi olmaksızın gerçekleşen işler değildirler. Burjuva devleti, kapitalistlerin artı-değer sömürüsünü güvenceye alan/koruyan bir sınıf hakimiyeti aygıtı/baskı aracı-‘makinesi’dir. Devrimci ve Marksist aydın, Kürt sorununda, “barışçıl bir çözüm!” talebini gündeme getirmeyi dahi “bölücü ve komünistlerin işi” sayan Türk şoveni anlayış ve propaganda karşısında, ‘sinik’ bir ruh hali ve tutumu reddeder. Kürt sorunuyla bağlantılı olarak, bugüne kadar yaşanmış olaylar ve sonuçları, ulusal tam hak eşitliğini tanıma dışında gerçek bir çözümden söz edilmesine olanak kalmadığını göstermektedir. Sorunun çözümü, Kürtlerin ulusal iradesi tarafından belirlenecek bir kabulden geçmektedir. Türk burjuva devletinin on yıllar boyu uyguladığı şiddet, kan dökme, asimilasyon ve askeri harekatlarla yok etmeye çalışma; kimliklerini ifade ve dillerini kullanma olanaksızlığı ve sosyal-siyasal-psikolojik imha politikalarına rağmen, Kürtlerin Türk halkıyla birlikte yaşamayı sürdürmekten yana tutum almalarını dahi doğru değerlendiremeyecek kadar bağnaz gerici ve ırkçı olan burjuva politikası ve propagandasına karşı, ulusal tam hak eşitliği savunusunda kararlılık göstermek, özellikle Türk halk kitlelerinin sorunun çözümü için daha aktif bir tutum alması açısından büyük öneme sahiptir.
Ücret sorunu, bazı küçük burjuva politik çevrelerin aşağılamayla belirttikleri gibi, “mide doldurma sorunu” değil, dolaysız biçimde sınıf mücadelesi sorunudur. Kapitalistlerle hükümetlerinin ücretleri düşük tutarak kârı artırma politikalarına karşı, işçiler, ücretlerini yükseltme savaşı vererek, ortak sınıf tutumunda birleşirler. Kapitalist, işgününü uzatarak (mutlak artı-değeri) ve teknik buluşları, artan oranda, daha fazla üretimi gerçekleştirmek üzere sürecin unsurları haline dönüştürerek, makinenin teknik yenilenmesi ve daha az işçiyle aynı ya da daha fazla üretimi gerçekleştirmeye (nispi artı-değer sömürüsü) çalışarak, kârını artırmak ister. Burjuvazinin işçilerden istediği verimlilik artışı ve üretim kitlesinin büyütülmesidir. Bunu, tüm toplumun daha rahat yaşamı için bir zorunluluk olarak gösterir ve liberal çanak yalayıcılarının desteğiyle yürüttüğü propagandayla, işçilerden, buna inanmalarını ister. Burjuvazi, kapitalizmin hemen tüm tarihi boyunca, üretkenliği artırmak için teknolojik yenilikleri devreye koymaya çalışmıştır. Aynı, hatta daha fazla ürünün birkaç, belki de onlarca kat daha az bir süre içinde üretimini hedefleyen bu yenilikçilik, işçi açısından, daha fazla sömürünün olanaklarının genişletilmesi anlamı taşımaktadır. İşçilerin buna karşı, ücretlerini yükseltme, işgününü kısaltma ve işsizliğe karşı mücadele ederek verdikleri, sınıf kavgasıdır. Buradan da, işçi sınıfının, artı-değer sömürüsünü olanaklı kılan üretim tarzına ve ilişkilerine son verecek bir mücadeleye yönelmesinin zorunluluğu çıkar.
Bu durum, devrimci-ilerici aydını, burjuva ‘kitle iletişimi’ yöntem ve biçimlerinin sömürü ve sınıf baskısıyla ilişkisini açığa çıkararak, halk kitlelerinin olayları gerçek niteliğiyle; bağlantıları ve gerisindeki güç ve dayanaklarıyla görmelerine yardımcı olacak bir çalışma içinde olma sorumluluğuyla yüz yüze bırakır.
İşçi sınıfının uluslararası eyleminden ve tarihsel geçmişinden çıkarılmış deneysel genel sonuçların bilgisine sahip olunduğunda, engel teşkil eden sorunların giderilmesi ve hareketin bir sınıf hareketi olma bilinciyle ileriye atılmasına yardımcı olunacaktır.
Burjuva propagandası ve burjuvazinin ideolojik savaşı, işçi ve emekçilerin sömürü sistemini sorgulamalarını, sömürülme ve baskı altında oluşlarını “belirlenmiş değiştirilemezlik” olarak algılayarak, boyun eğmelerini sağlama amaçlıdır. İşçi ve emekçiler ise, burjuvazinin önlerine çıkardığı engellere rağmen, kendi nesnel durumlarının bilgisini edinerek, insanca yaşam için gerekli koşulları yaratma mücadelesine yönelirler. Yanılgılarından kurtulmaları, mücadelelerinin hız kazanması ve başarıya ulaşmasına hizmet eder. Marksist devrimci aydın sorumluluğu, burada devreye girer ve önem kazanır. Onun eylemi ve aydınlatma çalışmasının başarılı olmasının koşulları, sanıldığının aksine, kapitalist gelişme ve bilim ve teknikteki ilerlemeler tarafından daha fazla olanaklı hale getirilmiştir.
Bugünün dünyası, işçi ve emekçilerin onu ‘tanımaları’ için daha uygun koşullara sahiptir. Bilim ve teknikteki ilerleme; iletişim araçlarının gelişmesi ve yaygınlaşması, burjuva tekeline ve onun bin tülü engellerine karşın, emekçilerin de bu gelişmelerden yararlanma olanaklarını genişletmiştir. Okur-yazarlık düzeyi daha yüksektir. Teknik-mesleki eğitimden geçerek kalifiye işgücü haline gelen kesimler daha geniştir. İşçi ve emekçilerin, farklı sınıfların birbirleriyle ve devletle ilişkilerini ve sömürülmelerini sağlayan üretim tarzıyla ve bundan kurtulmanın yol ve yöntemlerini görüp anlamalarının olanakları daha da genişlemiştir. İletişim araçlarındaki gelişmeyi; bilgisayar ağını ve cep telefonunu emek-gücünün rolü ve işçi sınıfının mücadelesinin aleyhine bir durum olarak gösterenler, işçilerin bir cep telefonu mesajıyla direniş başlatıp ayaklanmaya çevirmelerinin, şartel indirme ve direniş içinde ne tür taktiklerin izlenebileceğini anında birbirlerine iletmelerinin, bir yerde başlamış eylemi, öncesinde gerekli hazırlık yapılmış ve bilinç ve örgütlenmenin durumu uygun ise, anında her yere yaygınlaştırmanın olanağı olarak değerlendirebileceklerini, bilgisayar ortamından aynı şekilde yararlanabileceklerini ya akıllarına getirmek istemiyorlar ya da bilerek gizlemeye çalışıyorlar. İşin esasına bakılırsa, bu gelişmeler, devrimci militanın ve işçi sınıfının mücadelesine bağlanmış aydının işini de kolaylaştıran gelişmelerdir. Kapitalizm, kendisini yıkıma götürecek maddi güçleri durmadan yaratmaya devam ettiği gibi, bu güçlerin mücadele araç-gereç, olanak ve biçimlerini de zenginleştirmeye devam ediyor.
Bilgi birikimi ve kaynaklarının esas olarak egemen sınıf ve onun çıkarlarına bağlanmış, bu çıkarları savunmayı mesleki kariyer ve rahat yaşamının koşulu olarak gören iktidar propagandacılarının elinde olduğu doğrudur. Okul ve eğitim sistemi, aynı doğrultuda çalışır. Ancak burjuvazi, emekçi çocuklarının bilgiye ulaşmalarını, ilerici-Marksist-materyalist aydınların, bilgi birikiminden emekçi sınıflar yararına kullanılabilecek olanlarını alıp geliştirmelerini bütünüyle önleme olanaklarına sahip değildir. Toplum, tornadan çıkmış pürüzsüz demirden farklı olarak, canlı, sürekli değişim ve gelişim içindeki bir ilişkiler bütünü, çok çeşitlilikler gösteren canlı bir organizmadır.
Bu da, sınıf sömürüsünü gizlemek için burjuva ideolojisinin başvurduğu hile, entrika, çarpıtma ve belirsizleştirmelerin emekçi kitleler içindeki ve üzerindeki etkisini zayıflatıcı ve dayanaksızlığını açığa çıkarıcı faaliyetin toplumun ezilen kitleleri içinde karşılık bulmasını sağlar. İşçiler, tüm bu körleştirme ideolojisinin barikatlarını, her gün yaşadıkları sömürü gerçeğini görerek yıkacaklardır. Onlar, sömürüyü görmemezlik edemezler; çünkü günlük yaşamlarında sürekli yüz yüze geldikleri somut bir şeydir, o. Bunu nasıl yapacaklarına dair genelleştirilmiş bilgiye ve yöntem zenginliğine ise, ihtiyaçları vardır.