Newroz Yaklaşırken

2011 NEWROZ’U, KÜRT HALKININ MÜCADELSİNDEN, TUNUS VE MISIR HALKLARININ AYAKLANMALARINDAN, TÜRK HALKININ DESTEĞİNDEN GÜÇ ALARAK KUTLANACAK

Bu yıl Newroz’un daha özgün koşullarda kutlanacağı söylenebilir. Kürtler bakımından oldukça duygusal, kültürel ve tarihsel motifler taşıyan Newroz, isyan ve kurtuluşla ilişkilendirilen bir gün. Yenigün; efsane ve gerçeğin iç içe geçtiği bir simge. Demirci ustası Kawa’nın zalim hükümdar Dehak’a isyanı. Kürt halkının direnişi, Tunus ve Mısır halklarının ayaklanmaları koşullarında kutlanacak olan Newroz, bu yıl daha büyük umutlar taşıyor! Hiçbir kutlamanın bir öncekinin tekrarı olmadığı gerçeği bir yana, bu yıl Newroz’un yaygınlık, kitlesellik ve coşku bakımından olduğu kadar, Kürtlerin ulusal demokratik taleplerini somut olarak ortaya koymaları açısından da bir önceki Newroz kutlamalarından farklılıklar taşıyacağı görülüyor.

Kürt halkının dinmeyen mücadelesiyle birlikte bunu besleyen birden fazla faktör bulunuyor. 2011 Haziran genel seçimleri öncesi ve Anayasa tartışmalarının sürdüğü bu koşullarda yapılacak kutlamalar ulusal ve demokratik halk hareketinin bir hamle hareketi rolü oynayacağını belirleyen en önemli faktörler, Demokratik Bölgesel Özerklik ve İki Dilli Yaşam talepleridir. Kürt halkı Newroz kutlamalarını sadece inkar ve asimilasyona karşı değil, aynı zamanda oyalama, hareketi tasfiye etme, Kürt işbirlikçi çevreleriyle sistemin kurmak istediği yeni ittifak politikalarını, liberal Kürt burjuva ve “sol” liberal çevrelerinin ve tarikatların, cemaatlerin, şeyh ve ağaların AKP etrafında kurmak istedikleri “alternatif Kürt hareketi” yaratma hesaplarını da bozmayı hedefleyecektir. Zira Newroz gelişip güçlenmekte olan Kürt özgürlük mücadelesini kuşatma ve boğma hareketine karşı daha güçlü bir hedefin ortaya konulduğu dönem olma işlevi görebilirse, karşı karşıya bulunan sorunları çözmede bir dönüm noktası olacaktır.

PKK’nin, ateşkes ya da “çatışmasızlık süreci” olarak ilan ettiği koşulları bir bekleyiş süreci olarak ele almadığı, yerellerde birimlere dayalı bir örgütlenme ve mücadele modelini oturtmak istediği görülüyor. KCK operasyonun asıl hedefi de bu halk örgütlenmesi görünüyor. Ulusal talepler kapsamındaki mücadele ve giderek artan işsizlik, sefalet ve gelecek kaygısının biriktirdiği patlama öğelerini, kapitalizme karşı yöneltmek, işçi ve emekçi hareketini ulusal demokratik taleplerin bileşeni olarak ilerletmekte de Newroz önemli bir dönemeç olabilir. İşçi ve emekçilerin talepleriyle Newroz kutlamalarını güçlendirmeleri bu dönem daha da önemlidir. Demokratik Anayasa talebi, İki Dilli Yaşam, Bölgesel Özerklik, Bu süreci somut talepler ve kitlesel halk eylemleriyle desteklemek gerekecek. Ulusal Kürt hareketinin kendi özgünlükleriyle gelişip güçlenen yanını, Kürt işçi ve emekçilerinin hareketi olarak bu yanıyla güçlendirmek için bu sürecin hassasiyetle değerlendirmek gerektiği de sorunun diğer önemli bir yanı.

AKP’nin hesapları boşa çıkarıldı,

Son bir yıl içindeki gelişmelerin, Kürt halk hareketinde beklenti ve oyalama hesaplarını boşa çıkarma mücadelesi olarak geçtiğini de kaydetmek gerek. Zira geride kalan bir yıllık gelişmelere bakmak bile bunu söylemek için yeterli veri sunmaktadır. Ancak Kürt sorunu gibi tarihsel bir sorun için bir yıllık gelişmelerden öte bir halkın tarihi, büyük bir birikim ve mücadele yılları göz ardı edilmemelidir. Tabii ki başkaca faktörler de hesaba katılmalıdır. Ancak 1 yıllık gelişmeleri önemsemek ve hangi gelişmelere dayanak olacağını da görmek gerek.

AKP Hükümetinin “açılım” politikasının gerçek amaçlarının açığa çıkmış olması, Kürt ulusal hareketinin tasfiyesine yönelik operasyonun ortaya çıkardığı reaksiyon ve gelişmeler, KCK Operasyonu adı altında yapılmış olan, yerel yöneticileri, eski milletvekili, simgesel isimler, insan hakları savunucusu, yazar, hukukçu, DTK başkanı ve yüzlerce siyasetçinin operasyonla gözaltına alınıp tutuklanması, tutukluların anadilde savunma yapma haklarının gasp edilmesi, iki yıla yaklaşan bir tutukluluk sürecine rağmen, örgütlenme ve düşünce özgürlüğü kapsamındaki çalışmalarında öte “bir suç unsuru” ve eylem olmamasına rağmen tutukluluk halinin devam etmesi, hareketi motive eden önemli faktörlerden biridir. 2010 Newroz’u öncesi yaşanan bu operasyon ve tutuklama karşısında bu yıl gösterilecek tepkinin bir önceki yıldan daha etkili olacağını söylemek için de bir çok neden bulunuyor. “Açılım” demogojisinin hala etkili olduğu, AKP’den beklentilerin sürdüğü, tutukluluk sürecinin kısa süreceği, gelip geçici bir rüzgar olarak değerlendirdiği 2010 koşullarında KCK operasyonunun yeterince idrak edilmediği, ancak bugün farklı bir hesabın bulunduğunun anlaşıldığı görülmektedir. AKP Hükümeti, Newroz öncesi bazı tahliyeleri gündeme getirerek, bir “yumuşama” hesabı gütse bile, Kürt hareketinin bunun bir seçim hesabı olarak değerlendireceği, halkın buna kanmayacağı da söylenebilir.

Yine Hizbikontranın AKP tarafından yeniden harekete geçirileceği yönlü endişeler, domuzbağı ve başkaca vahşi işkence yöntemleri de kullanarak, onlarca insanı katletmiş Hizbullah örgütü yönetici ve üyelerinin bir punduna getirilerek tahliye edilmeleri, KCK Davası tutuklularının durumu ile kıyaslanarak büyük bir öfke birikimi yaratmış bulunuyor.

12 Eylül 2010’da yapılan Referandum’da Kürt Bölgesi’nde yaşanan çok yönlü gelişmeler, KCK Davası duruşmalarında ortaya çıkan tutum ve yansımaları, Bölgesel Özerklik, İki Dilli Yaşam taleplerinin yükselmesi ve başkaca bir çok gelişme 2011 Newroz’unun nasıl geçeceğini gösteren verilerdir.

“Faili muçhul” cinayetler hakkında bazı eski koy korucusu ve itirafçısının beyanları, bazı eski JİTEM elemanları hakkında ortaya çıkan kanıtlarla birlikte, Mutki’de ortaya çıkan toplu mezarlar ve kazı yapılan diğer yerlerde toplu katliam ve toplu mezarların açığa çıkıyor olması, Newroz’da halk öfkesinin dışı vurumuna neden olacaktır. Bu yıl Newroz’un sadece kutlamalar ve güçlü gösterilerle kalmayarak, yer yer halk eylemlerine ve devletin şiddet uygulamalarına karşı büyük karşı koyuşlara ve direnişlere dönüşmesinin fazlaca verileri de bulunuyor. KCK Davası tutuklularıyla dayanışma amacıyla on binlerce insanın günlerce Diyarbakır (Amed) Adliyesi önünde birkmesi burayı bir miting alanına çevirmesi, polis şiddetine boyun eğmeyerek taleplerini dile getirmeleri de bunu gösteriyor.

Diğer yandan 2011’de Bölge’de ve dünyada açığa çıkan bir kaç faktörün Kürt halk hareketini daha da güçlü kılacak maddi ve manevi olanaklar sunduğunu da belirtmek gerek. Bu gelişmelerin ırkçılık ve şovenizm zehriyle zarhoş edilmek istenen Türk halkı üzerinde de olumlu etkide bulunması beklenmelidir. Bunlardan ilki Tunus’ta başlayan giderek Kuzey Afrika ve Ortadoğu ülkelerini etkisi altına alan Arap ve diğer ülke halklarının ayaklanmalarıdır. İslam coğrafyasında ortaya çıkan, Tunus diktatörü Bin Ali’nin tahtını yerle bir eden, Mısır’da halk ayaklanmasına dönüşen ve Mübarek diktatörlüğünü bitiren gelişmelerin, burada kalmayacağını söylemek için bir çok veri bulunmaktadır. İslam dünyasında gelişen iş, ekmek, özgürlük temelli mücadele ve ayaklanmaların halk iktidarlarına dönüşme potansiyeli aynı zamanda, ulusal kurtuluş ve sosyal kurtuluş mücadelelerine olanak sunmaktadır. Bu durum Kürt halkı için hem kendi mücadeleleri bakımından hem de bu ülke halklarının ayaklanmalarıyla dayanışma içinde olmak bakımından önem taşıyor.

Ocak ayının son günlerinde Ankara’da yaşanan bir trafik kazasında 11 Kürt tarım işçisinin yaşamını yitirmesiyle bir kez daha gözler önüne serilen göz ve yoksulluk gerçeği Newroz’da dile getirilecek diğer taleplere işaret etmektedir. Bölge’de işçi sendikalarının, kamu emekçileri sendikalarının, meslek örgütlerinin, demokratik mücadele örgütlerinin, köylü ve üretici sendikalarının, kadın ve gençlerin kendi talepleriyle Newroz kutlamalarında yer almaları dönemin ruhuna uygun bir gelişme olacaktır. Ulusal olan ile sınıfsal olanı, kadın talepleriyle, işçi taleplerini, gençlik hareketlenmesiyle, aydın hareketini birleştirirci bir tarza her zamankinden daha çok ihtiyaç duyulan günümüzde, Newroz’u sadece Kürtleri ilgilendiren bir kutlama ve mücadele günü olarak algılamak yanlış olacaktır. Doğrusu hem Kürt halkı ile dayanışma içi,nde olmak, Newroz’un Kürt halkı için anlamı ve önemini bilerek destek ve dayanışma göstermek, hem de Kürt, Türk, Arap, her dilden ve her inançtan Türkiye halkı olarak AKP’ye ve sermayeye karşı mücadeleyi geliştirip güçlendirmek olmalıdır. Demokratik bir Anayasaya ihtiyaç duyan tüm güçlerin seçimde de güçlerini birleştirmelerine vesile olması gereken bir platform olarak, 8 art Dünya Emekçi Kadınlar Günü, Newroz ve arkasından işçi sınıfının birlik dayanışma ve mücadele günü 1 Mayıs önemli bir zemin olabilir.

8 Yıllık AKP İktidarı ve Seçim Arifesinde 8 Mart

Yeni bir 8 Mart’ı karşılamaya hazırlandığımız bu dönem birkaç bakımdan önem arz ediyor.

Öncelikle, emekçi kadınların bir buçuk asırdır baskıya, sömürüye ve eşitsizliğe karşı devam eden mücadelelerinin simgesi olarak, tüm kadınlar adına tarihe kazandırdıkları 8 Mart’ın uluslararası çapta ilk kez (1911) kutlanışının 100. yılı.

Kadınlar, hem çalışma yaşamına katılabilmek ve çalışma koşulları, hem eğitim hakkını genişletebilmek, hem siyasete katılabilmek,  hem de sermaye boyunduruğundan kurtulabilmek ve insanca yaşam sürdürebilmek için verdikleri tarihsel mücadelelerle pek çok kazanım elde ettiler. Sosyalizm koşullarında elde ettikleri ama yeniden kapitalizme dönülmesiyle hemen tümü tekrar gasp edilen ciddi kazanımlar bir yana, kapitalizm koşullarında elde ettikleri haklar ve dönem dönem yasaların değişmesi, kadınların toplumsal yaşamın bütün aşamalarına tam bir eşitlikle katılmalarını sağlamadı. Hatta kazanılmış haklarımıza yenilerini eklemek yerine, var olan haklarımızı kaybetme, yeniden 1800’lü yılların azgın sömürü koşullarına dönme tehlikesi ile karşı karşıya olduğumuz bir dönemdeyiz.

Bunun yanı sıra, büyük TEKEL direnişinin ardından Bericap, Saba gibi, kadın işçilerin yoğun olarak yer aldıkları direnişlerin artış gösterdiği ve aynı zamanda yeni saldırı yasalarının gündemde olduğu, dolayısıyla işçi, memur tüm emekçi kadınlar arasında örgütlenme çalışmalarının ayrı bir önem kazandığı bir dönem bu.

Yine, önümüzdeki 8 Mart, 2011 Haziran seçimlerini önceleyen bir süreç olması bakımından da önem taşıyor. Tayyip Erdoğan şahsında AKP iktidarının tüm muhalif toplumsal kesimlere büyük bir tahammülsüzlük gösterdiğine, ama aynı zamanda birçok kesimle, “sivil toplum kuruluşları”yla görüşmelerin yapıldığına, özellikle kadın toplantılarının sık sık düzenlendiğine şahit oluyoruz. Bu toplantılar, AKP’nin kadınların oylarına özellikle ihtiyaç duyduğunu açıkça gösteren bir olgudur. Seçim sürecinde bunlarla kalınmayacağını, kadınlara yönelik ne kadar büyük adımlar atıldığı propagandasının alıp başını gideceğini tahmin etmek zor değil.

8 yıllık AKP iktidarının uygulamalarının tüm sonuçlarının yalnızca açıkça görünür hale gelmekle kalmadığı, bu sonuçları, özellikle kadınlar olarak, etimizde kemiğimizde hisseder olduğumuz bir anda, bir bakıma seçim atmosferinin meydanlardaki ilk startını, kadınların 8 Mart’ta söyleyeceği sözler verecek. Bu bakımdan, AKP iktidarının 8 yıllık gerçek icraatlarının teşhirinin, kadınlar içinde yürütülecek çalışmaların 8 Mart alanlarına yansımasının önemi de bir o kadar büyük.

Tüm dünyada emekçilerin kazanılmış haklarına yönelen saldırı dalgası, kadınların haklarını da birer birer ellerinden alıyor. Ülkemizde dünyadaki hemcinslerinden her bakımdan geri durumda olan kadınlar, zaten sınırlı olan haklarına yenilerini ekleyebilmek bir yana, var olanlarını da kaybediyor. Bir yandan kadın erkek eşitliğine dair yasal hükümler çıkarıldığı söyleniyor, ‘kadınlara pozitif ayrımcılık’ reklamları yapılıyor; diğer yandan ekonomik sosyal, kültürel ayrımcılık şiddetlenerek devam ediyor. Bu yüzden, 1857’den beri mücadelesi verilen ve kısmen kazanılan hakların bugün ne durumda olduğunu ve nereye doğru gittiğini görmek önemli.

 

İSTİHDAM, AMA NASIL?

–            Türkiye’de kadının iş gücüne katılımı, 1989’da yüzde 36.2 iken, 2009’da yüzde 26’ya düştü. Yani son 20 yılda, kadınların iş gücüne katılımı, yüzde 28 oranında azaldı.

–            1989’da yüzde 9.5 olan kadın işsizliği, 2009’da yüzde 14.3’e tırmandı.

–            Kırsaldaki 100 kadından 84’ü tarım sektöründe ve bunların yüzde 77’si ücretsiz aile işçisi olarak, yani herhangi bir ücret almaksızın çalışıyor.

–            2008 verilerine göre, toplam kadın istihdamının yüzde 58’i kayıt dışı.

–            Kentlerde, 15 yaş üstündeki 5 kadından sadece 1’i istihdam ediliyor.

Kadın Emeği ve İstihdamı Girişimi’nin (KEİG) bu verileriyle, kadınların çalışma yaşamıyla ilgili probleminin, yalnızca kadınların çalışma yaşamı dışında kalması olmadığını görüyoruz. İstihdam önemli, evet, ama istihdamın hangi koşullarda olduğu da önemli.

AKP tarafından çıkarılan sosyal güvenlik yasasıyla, dün, sağlık, emeklilik ve her türlü sosyal hizmet haklarımız gasp edildi. Bugün de “torba yasa” olarak adlandırılan saldırı yasasıyla, patronlara daha yoğun bir emek sömürüsünün kapıları açılıyor. Bu yasa, kapitalistin işçiyi istediği süreyle çalıştırabilmesini, hiçbir gerekçe göstermeden iş sözleşmesini feshedebilmesi için “geçici istihdam” uygulayabilmesini, kıdem tazminatı başta olmak üzere, ücret dışı işçi maliyetlerinden kurtulmasını, bölgesel asgari ücret uygulamasıyla emek gücü piyasasında ücret farklılıklarını derinleştirmesini sağlıyor.

Güvencesiz istihdamın yaygınlaşması ve kuralsız çalışmanın yasalaşması, başta kadın, göçmen ve çocuk sömürüsünün artması anlamına geliyor. Düzensiz ve belirsiz bir ücret, belirsiz çalışma saatleri, örgütsüzlüğü ve eşitsizliği ifade eder. İş güvenliği, emeklilik hakkı, sağlık hizmeti zaten yoktur.

Kadın emeğinin aile bütçesine katkı sunan ikincil emek olarak görülmesi ve kadının, daha çok, ‘kadın işleri’ olarak nitelendirilen işlerde, yani düşük statülü ve düşük ücretli, güvencesiz, geçici statülü işlerde istihdam edilmesi, kadınları, esnek çalışma ve esnek üretimin asli hedefi haline getiriyor. Bu da, TÜSİAD’ın talepleriyle AKP’nin yasaları arasında nasıl bir uyum olduğunu bir kez daha gösteriyor.

 

GÜVENCE YOK, SAĞLIK BİTTİ, SOSYAL HİZMET KALMADI

Kadınlar, ayrıca, aile ve toplumun ihtiyaç duyduğu ev işlerinin ve bakım hizmetlerinin (çocuk ve yaşlı bakımı, hasta bakımı gibi) hemen tümünü üstlenmiş durumda. Kamusal hizmetler kapsamında verilmesi, merkezi ve yerel yönetimlerin açacağı kreş ve yuvalarla, bakım merkezlerinde, huzurevlerinde karşılanması gereken bu ihtiyaçlar, “tasarruf” adı altında kamu harcamalarına kısıtlamalar getiren neoliberal politikalar aracılığıyla piyasalaştırılıyor. Herkesin hakkı olan bu hizmetler, yalnızca parası olanın satın alıp parası olmayanın mahrum kalacağı bir hale dönüştürülüyor. AKP döneminde devlet bütçesinden bu tür kamusal hizmetlere ayrılan para daha da kısıldığından –‘kreş eken huzurevi biçer’ zihniyetine sahip başbakanın da etkisiyle olsa gerek–, bakım hizmetleri, artarak ve ağırlaşarak kadınların üzerine yıkıldı.

AKP hükümetinin, bu süreçte kadınlara bir ‘hediyesi’ de, kadını sosyal güvenlik sisteminden dışlamak oldu. Ev kadınları, sosyal güvenlik açısından, eşlerine ve babalarına (tabii eğer sigortalıysalar) bağımlı kılındı. Ayrıca bu yasa, ev içinde ya da dışında ücret ve gelir karşılığı çalışan kadınları (gündelikçiler, mevsimlik tarım işçileri, geliri asgari ücretin altında olup gelir vergisinden muaf olan küçük üreticiler, esnaf, ev eksenli çalışanlar, ücretsiz aile işçileri…), sosyal güvenlik sisteminin dışına itti. Kayıt dışı çalışan, yani işverenlerin sigorta primlerini ödemediği kadınlar da, sosyal güvenlik sisteminin dışında. Yani devlet iş güvencesiz kadınları, bir de sosyal güvencesiz olmaya mahkum etti.

 

ŞİDDET, CİNAYET…

Her gün en az 3 kadının “namus” ya da “tahrik etti” gerekçesiyle öldürüldüğü bir ülkede yaşıyoruz. AKP iktidarının ilk 7 yılında kadın cinayetlerinin yüzde 1400 arttığını, bizzat hükümet itiraf etti. Sadece 2010 yılında öldürülen kadın sayısı, 300’ü aştı.

Kız çocukları ve kadınlar, çekirdek aile içinde, geniş ailede, sokakta, okulda ve iş hayatında fiziksel, ekonomik, psikolojik ve cinsel şiddete maruz kalmakta; yaşanan şiddetin kız çocuklarının okuyamamasından kadınların toplumsal hayata etkin katılamamalarına, istenmeyen evliliklerden kadınların mesleğini ve kariyerini kaybederek yoksullaşmasına, ekonomik bağımsızlığını kaybetmesine, sakatlıklardan ölümlere kadar çok boyutlu sonuçları olmaktadır.

Özellikle AKP Hükümeti döneminde şiddetin ve kadın cinayetlerinin fahiş boyutlarda artmasında, AKP’nin muhafazakar cinsiyetçi uygulamalarının, söylemlerinin ve bir zihniyetin etkisinin altını çizmek gerekir. Başbakan’ın “Biz muhafazakar bir partiyiz, bizim muhafazakarlığımız aileden gelir” ya da “Eğer son dönemlerde bazı arzu edilmeyen cinayetler, katliamlar duyuyorsak, anne baba olarak kendimizi hesaba çekmeliyiz. Acaba biz nerede hata yaptık? Ailemiz, çoluğumuz çocuğumuz nereye giderse gitsin diyemeyiz” söylemleri, devlet nezdinde sürdürülen “cinsel ilişki yaşının düştüğü ve toplumsal gerçeklerin göz önünde bulundurulması gerektiği” gerekçeleriyle evlenme yaşının 14’e indirilmesi ya da kız ve erkek çocuklarının ayrı okullarda okutulması gibi tartışmaları hatırlayalım.

Kız çocuklarının evlenme yaşının 12’ye kadar inmesinde, çocuk gelin oranının yüzde 35’lere çıkmasında, bu anlayışın etkisi olduğu üstü örtülemez bir gerçektir. Bir yanda dehşet verici şiddet rakamları ve devletin kendisine sığınan kadınları bile koruyamaması gerçeği, öte yanda kadına yönelik şiddetle ilgili gereken her şeyi yaptıklarını söyleyen ve yaşananları “münferit” bir takım olaylar olarak nitelendiren bir kadın bakan!

Bir yanda ihtiyaçlara yanıt veremeyecek kadar az sayıda sığınma evi olduğu gerçeği (70 milyonluk ülkede sadece 70 kadar sığınma evi var), öte yanda “bizim kadınlarımız sığınmaz” diyen bir Başbakan! AKP hükümetinin bakış açısı ve uygulamaları, cep telefonuna mesaj geldiği için, tayt giydiği için, küpe taktığı için, sokağa çıktığı için… kadınlara tecavüz edilmesini, kadınların öldürülmesini meşrulaştırmaktadır, dolayısıyla bu zihniyet ve sahipleri, bu cinayetlerin, şiddetin, tacizin, tecavüzün baş failidir.

HAYDİ KIZLAR EVİNİZE!

Başbakanlık Kadın Statüsü Genel Müdürlüğü’nün “Türkiye’de Kadının Durumu” başlıklı 2009 yılı raporuna göre, her 5 kadından 1’i okuma yazma bilmiyor. Yaklaşık 5 milyon 800 bin kadın demek bu! Bu sayı, okuma yazma bilmeyen nüfusun yüzde 80’ini oluşturuyor.
Kadınların yüzde 21.5’i ise sadece okuryazar, yani herhangi bir okuldan mezun değil. Yüzde 37.2’si ilkokul, yüzde 7.4’ü ortaokul ve dengi okul, yüzde 10.6’sı lise ve dengi okul mezunu olan kadınların, sadece yüzde 3.9’u, yüksek okul ve fakülte mezunu. Yani kadınlar,okula başlayabilse de, devam edemiyor, ettirilmiyor.

Kadınların ve kız çocuklarının eğitim sisteminin dışında kalmasında; devletin eğitim politikaları, alt yapı sorunları, yoksulluk ve çocuk işçiliği, taşımalı eğitim, ulaşılabilecek mesafede okul olmaması, daha ilköğretim ders kitaplarının müfredatından başlayarak öğretilen rol ve görevler, erken evliliğe zorlama, kadınlar üzerindeki her çeşit toplumsal baskı gibi pek çok neden etkili. Bu engellerin ortadan kaldırılması için düzeltme ve düzenleme çalışmaları bir yana, eğitim hakkının, ama daha da çok kız çocuklarının eğitim hakkından faydalanmasının önüne yeni engeller çıkarılıyor. Merkezi yerlerdeki okullar satılıyor, kız ve erkek okullarının ayrılması gündeme getiriliyor, daha da önemlisi 1+4+4+4 uygulaması ile, aslında ilköğretimin yerine yeniden ilkokul uygulaması getiriliyor. Bu kesintili eğitim modeli ile, 4. sınıf düzeyindeki kız çocuklarının erkeklerden ayrı ve mesleki okullarda okutulması, hatta eğitimin dışına itilmesi sağlanmak isteniyor. Din eğitiminin anaokulunda başlatılması çabaları da cabası…

BARIŞ VE DEMOKRASİ

Dünyanın her yerinde olduğu gibi, ülkemizde de, savaşın ağır bedelini kadınlar ödüyor. Gözaltında Cinsel Taciz ve Tecavüze Karşı Hukuki Yardım Bürosu’nun 2010 Mart’ında  açıkladığı rapora göre; cinsel işkenceye maruz kalan kadınların 260’sı siyasi ve savaş kaynaklı. Faillerin 236’sı polis, 88’si jandarma/asker, 15’i özel tim, 13’ü korucu, 43’ü infaz koruma memuru, 4’ü itirafçı, 1’i gazeteci, 24’ü adli tutuklu, 1’i belediye başkanı, 1’i adliye görevlisi bekçi. Bugüne dek taciz ve tecavüz suçlamasıyla devlet güçlerine yönelik açılmış hiç bir davada cezalandırma ise olmadı.

Savaş koşulları nedeniyle artan yoksullukla, ağır baskı ve yıldırma politikaları, kadınların yüz yüze olduğu sorunları katlayarak artırdı. Erkek egemen sistemin baskı ve şiddetinin çeşitli biçimleriyle zaten karşı karşıya olan binlerce kadın, bir de göçe zorlanarak, aileleriyle birlikte sefalete sürüklendi. Kürt kadını, ana dilinde konuşamadığı, kültürüne yabancı olduğu kent koşullarında, tamamen eve kapanmak ve sosyal yaşamdan dışlanmak gibi sonuçlarla karşılaştı.

Savaşın kadınlar üzerindeki etkisi, sadece bölge illeriyle sınırlı değil. Silah vb. askeri malzemeye ve harekatlara harcanan par,a savaştan rant sağlayanları, silah tüccarlarını zenginleştirirken, hepimizi yoksullaştırıyor. Bütçenin aslan payını alan savaş harcamaları, ekmeğimizi küçültüyor, yoksulluğumuzu büyütüyor, hayatımızı daha da çekilmez kılıyor.

Ölen on binlerce yoksul genç için, Türk ve Kürt gençlerinin el ele mücadele edebilmesi, ölmemesi için barışa ve demokrasiye, Kürt sorunun demokratik halkçı çözümüne ihtiyaç var. Yıllardır savaşa karşı direnen barış annelerinin çocukları için döktükleri gözyaşları ile Başbakan’ın gözyaşlarının aynı akmadığı da, yine bu süreçte görüldü. Başbakan “Kürt açılımı” diye başladığı cümleyi, “milli birlik ve beraberlik” diye bitirdi. “Barış ve kardeşlik” maskesinin altından “tek”çi anlayış çıktı.

AKP, her icraatında emekçilerin barış ve demokrasi beklentilerini boşa çıkardı. Seçim öncesi “demokrasi mağduru” rolünü oynayan, referandum süresince “demokrasi savaşçısı” kesilen hükümetin “demokratik anayasa” vaadi de boş. Bu yoksulluk, eşitsizlik, ayrımcılık, şiddet ve savaş sürerken, nasıl demokratik bir anayasa yapılabilir? Halkın taleplerini ve kadın-erkek eşitliğini temel almayan bir anayasa, kim için demokrasi vaat edebilir?

 

8 YILLIK İKTİDARIN HESABINI 8 MART’TA SORALIM!

Sonuç olarak, kadınlar, kadın-erkek eşitliğinin bizzat Başbakan’ı tarafından tanınmayan bir hükümetin “size şu şu hakları bahşediyoruz” diye ileri sürdüğü her yeni düzenlemenin aslında bir hak kaybı anlamına geldiği, iş ve sosyal güvencemizin elimizden alındığı, emeğimizin ve bedenimizin daha fazla sömürü altına alınmaya çalışıldığı bir dönemde, 8 Mart’a ve ardından seçimlere gidiyoruz.

AKP’nin 8 yıllık iktidarından o ya da bu biçimde mağdur olmuş bütün kesimlerden kadınlar olarak, iş, ekmek, barış, eşitlik ve özgürlük taleplerimizle, 8 Mart’ta alanlarda olmalıyız. Bizi ücretsiz ev köleliğine zorlayan, yardım adı altında dilenmeye, ucuz ve güvencesiz çalışmaya mahkum eden, şiddet ve cinayetleri körükleyen uygulamalarıyla sesimizi boğmaya çalışan, istihdamdan, siyasetten, eğitimden, yani yaşamdan dışlayarak yalnızlaştırmaya çalışan savaş tacirlerine karşı el ele vermeliyiz. Kadın haklarının güvenceye alındığı demokratik bir anayasa talebimizi en yüksek perdeden dile getirmeliyiz. Bakım hizmetlerinin toplumsallaştırılması, kreşler, hasta ve yaşlı bakımevlerinin bizzat kamu tarafından yaygınlaştırılması, her ile gerekli sayıda sığınma evinin açılması, kız çocuklarının eğitimi ve iş yaşamına katılması için gerekli tedbirlerin alınması, nitelikli eğitim ve sağlığın herkes için ücretsiz ve ulaşılabilir olması için mücadele etmeliyiz. Çünkü biliyoruz ki, hiçbir hak bize verilmedi, 1857’de de, öncesinde de, sonrasında da ve bundan sonra da kazandıklarımızı vermemek, yenilerini elde etmek ancak örgütlü mücadele ile mümkün oldu, olacak. İşte bu yüzden diyoruz ki; “Kadınlar ele ele verecek ve dünyayı değiştirecek!

Neoliberalizmle Muhafazakarlığın Mutlu Evliliğinden Kadınların Payına Düşen Ne?

16 yaşımda evlendirdiler beni teyzemin oğluyla, zaten okula göndermemişlerdi, ilkokuldan sonra. Kendimi bildim bileli tarlada çalışıyordum, hayvana gidiyordum, annem de karnı burnundayken bile bir gün olsun ‘of’ demedi. Sabahın ilk ışığı yere değerdi, biz çalışmaya başlardık, gecenin yarısı olurdu, herkes uyurdu biz hala ayaktaydık. Evlenince de değişmedi, bu sefer de gelinsin ya, o zaman hiç yer görmüyorsun, ha bire ayakta. Topraktan kazandığımız yetmeyince, göçtük İstanbul’a, geldim, bir de ne göreyim, İstanbul bizim köyden fena. Orada hiç değilse elektriğimiz vardı, suyumuz vardı. Burada iki taşı üst üste koymuşlar, üstüne de bir dam, olmuş sana ev. Sıva yok, cam yok, girdik evin içine, ne de olsa bizimdir. Tırnaklarımla yaptım ben bu evi, aha bu ellerimle. Oğlum 3 yaşındaydı, kızım da daha memede. Kızı yatırırdım, oğlanı da bağlardım beşiğin yanına bir iple ki, uzağa bir yere gitmesin. Kum taşıdım, su taşıdım, bahçe ektim, boyadım bu hale getirdim. Akşam eve gelince adam yemek soruyor tabii, neyle yapacaksın, para bıraktığın mı var? Ben de, öyle ederdim, böyle ederdim, pişirirdim bir şeyler, evde mutfak bile yok, düşün. Bir gün, hiç unutmuyorum, oğlan hasta, kız hasta, cebimde beş kuruş para yok, adamı bekliyorum ki, gelsin de hastaneye gidelim. Geldi, yüzü kararmış, dedi ki, ‘işten attılar’, kriz varmış. Bir çocuklara baktım, bir adama… Ne edeceksin? Bir ay geçti, üç ay geçti, iş yok. Gidiyor arada bir şeyler yapıyor, üç kuruş para kazanıyorum, ama neye yetireceksin? Dedim ki, ‘izin ver ben çalışayım’, bastı tokadı, neymiş, onun da bir erkeklik gururu varmış, karısını el alemin evlerinde çalışmaya gönderemezmiş. Kapattım konuyu. Bir gün artık açlıktan sütüm gelmiyor, kız bağırıyor bas bas, oğlan desen öte yanda açlıktan öleyazmış, karar verdim, dedim ‘adam ne derse desin, çalışacağım ben’. Akşam geldi kahveden bizimki, ‘çalışacağım ben’ dedim yine, güldü bana, koskoca adamlar iş bulamıyormuş, ben mi bulacakmışım iş, kadın halimle. ‘Git iş ara da al ağzının payını’ dedi bana. O zaman bir de televizyonda bakan mıydı, neydi, şey demiş ya kadınlara, iş arayanlara, evinizdeki işiniz yetmiyor mu, bir de iş arıyorsunuz diye, o geldi aklıma. Haksız değil de, ne yapalım, aç mı yatıralım çoluğu çocuğu. Komşudan duymuştum, onların fabrikada kadınları alıyorlarmış işe hep, erkekleri çıkarıyorlarmış da kriz var diye. Gideyim, onların fabrikaya sorayım dedim. Bıraktım çocukları komşuya, yollandım fabrikaya. Okumam yazmam var çok şükür, elimden de her iş gelir dedim. Sigorta mı? Yooo, hiç aklıma gelmedi sormak. Sigorta neme gerek, zaten 65 yaşında emekli oluyormuşsun, ölürüm ben yaşayamam o vakte kadar. Zaten adam iş bulana kadar çalışırım, çocuklar ne olur hep çalışırsam?  Şimdi işte ayakçılık yapıyorum, getir götür yapıyorum, paketleme yapıyorum. Makineyi de öğrenmeye bakıyorum, makinede çalışanlar daha iyi para alıyorlar. Bu da iş değil de işte,  evimize para giriyor. Sabah 6’da kalkıyorum, 8’de iş başı, akşam 8’e, 9’a kadar çalışıyorum çoğu zaman. Çıkmaz mı hışım, hem nasıl çıkıyor! Akşam da yemek yap, bulaşık yıka, ortalığı topla, e çocuklar biçare, akşama kadar anneyi özlüyorlar, onlarla ilgilen derken, bir bakmışım saat 1.00. Sağ olsun, bizimkinin de elinden pek gelmez öyle yemektir falan. Gelse de erkek ya, yapmaz. Kim mi bakıyor çocuklara? E işte adam ilgileniyor biraz, kız küçük ya daha, onu komşuya götürüyor, oğlan evde oyalanıyor. Komşuya da işte pazar yapıyorum, köyden gelenlerden paylaştırıyorum. Yakındaki bir fabrikadan priz malzemeleri geliyor mahalleye, işte nedir,  parçaları birleştirip paketliyor kadınlar. Bizim komşu da ondan yapıyor, hafta sonu da onun işine yardım ediyorum oturduğum yerde. Öyle anlaşıyoruz. Annem de yaşlı kadın, kaynanam da. Kendilerine bakmaya mecalleri yok ki, çocuklara baksınlar. Annem ablamla kalıyor zaten, bakıma muhtaç. Kaynanam desen, o da diğer oğlunda, üç aydan üç aya maaş alıyor ya, onlar da onunla idare ediyorlar işte. Çok yorulmaz mı insan, kadın dediğin nedir ki zaten, bildiğin köle. İşyerinde tuvalete gitmek için bile ustabaşının gözünün içine bakarsın, öyle hastayım, çocuk hasta falan desen, şıp kapının önünde bulursun kendini. Yorgunluğa falan değil de, en çok çocuklara üzülüyorum. Niye dersen, biçareler akşam yolumu gözlüyorlar, iş güç derken kolumu kaldırıp başlarını okşayacak takat kalmıyor bende. İyi anne olamadım diye üzülüyorum. Yoksa gerisi boş iş…

Bu hikâye, tek bir kadının hikâyesi değil aslında. Üç yıldır Hayat Televizyonu’nda Ekmek ve Gül programı aracılığıyla seslerini duyurduğumuz kadınların her birinin ağzından dökülen, “arkadaşın da anlattığı gibi ben de…” diye devam eden ortak cümleler bunlar. Yani memleketimizde binlerin, onbinlerin, milyonların hikâyesi işte bu. Zeynep’in, Meral’in, Elif’in, Sultan’ın hikâyesi. Bizim yazımızın kahramanının adı Ayşe olsun, ne de olsa fark etmez değil mi?

AYŞE’NİN EVİ, İŞİ, CEHENNEMİ: ATAERKİLLİK, NEOLİBERALİZM VE MUHAFAZAKÂRLIK DAYANIŞMASI

Ayşe kendini bildi bileli çalışıyor, ama hiç “ben çalışıyorum, işçiyim ben” demiyor. İdare ediyor çünkü, ona öyle söylenmiş. Kadının evde tuttuğu yer, çocuk bakmak, hasta bakmak, evin düzeninin sağlanması, toprakla uğraşmak, fabrikalardan gelen malzemeleri evde birleştirmek ve paketlemek.. bunlar “iş” olarak görülmüyor. Kadının zaten yapması gereken işler bunlar. Fabrikada ayakçılık yapmak, getir-götür işi yapmaksa, mecburiyetten yapılan, ilk fırsatta eve dönüldüğünde bırakılacak işler. Emeklilik hayali yok, sigortayı lüks olarak görüyor, çocuklarını güvenle bırakabileceği bir kreşin lafını bile etmiyor. Çünkü bunlar, bu devirde öyle herkese nasip olacak şeyler değil!

Neoliberalizmle muhafazakârlığın temsilciliğini yapan AKP’nin 8 yıllık iktidarı boyunca sürdürdüğü politikaların, uygulamaya koyduğu yasaların, kadınların konumuna dair her fırsatta yinelediği söylemlerin yarattığı yıkımın en çok ezdiği emekçi kadınlar açısından çalışma hayatına ve aile yaşamına baktığımızda, Ayşe’nin yaşamının benzerini yaşayan milyonlarca kadının aynı cenderede sıkıştığını görüyoruz. Hak kayıpları, giderek kötüleşen çalışma koşullarının yarattığı zorluklar ve “sosyal devlet”in yıkımının yarattığı boşluğu doldurma görevinin bindirdiği yük emekçi kadınların hayatını cehenneme çevirirken, bir yandan da, kamusal alanın kadınları eve-kocaya-cemaate mahkûm edecek şekilde muhafazakâr retorikle yeniden şekillendirilmesi, kadınların emeğini ve bedenini tahakküm altına alıyor. Neoliberalizmle muhafazakârlığın mutlu evliliği, kadınların daha kötü koşullarda, daha esnek, daha güvencesiz, daha kuralsız biçimlerde çalışmalarının yolunu açarken, diğer yandan da, bedenlerinin ve emeklerinin her türlü sömürüsü üzerine kurulu bu sisteme “fıtratları gereği” ses çıkarmamaları sağlanmaya çalışılıyor. Giderek daha vahşileşen biçimlerle emekçilerin yaşamları üzerine kurduğu dünyada, kadınları ikincil hale getiren, emeklerini ve yarattıkları değerleri hiçleştiren, şiddete-sömürüye-ezilmeye mahkûm kılan kapitalizmin ataerkiyle dayanışması, sermayenin kendi ihtiyaçlarına meşruiyet kazandırması ve devamlılığının sağlanması için güvence sağlıyor. Muhafazakârlıkla beslenen bu güvence ilişkisi, kadınları, bağımlılık ilişkilerine her geçen gün daha fazla mahkûm ediyor ve bu bağımlılık ilişkisini kıracak mücadele alanlarından giderek daha da uzaklaşmalarını getiriyor. Kapitalizmin, ataerkilliğin ve muhafazakârlığın işbirliğinde, bu durum, kadınların “düşüncesinin burnunun ucunun ötesine yani ailesinden öteye” geçmemesine, “tüm göklere çıkarılan erdemleri, feragatliliği ve fedakârlığı, ince düşünceliliğinin sadece dar aile çevresi için ve sadece kendi sevdikleri için” fayda sağlamasına,aile sevgisi geliştikçe toplumsal dayanışmanın da o kadar az gelişmesine” neden oluyor[1]. Yani “kol kırılıyor yen içinde kalıyor”, yaşadığı şiddeti kabullenmesi ve nesilden nesile rıza duygusunu aktarması zorunluluk haline geliyor, babaya-kocaya bağımlılığın devamı ve en temel birimi “kutsal aile” olan “kutsal devlet”in boyunduruğu altında her türlü “kutsal görev”in yerine getirilmesi için kadınlar, her şeye katlanıyor.

Ailenin kutsallığına, kadınların “fıtratları” gereği her türlü eşitsiz ilişkiyi kabullenmesi gerekliliğine yapılan vurgu, annelik, karılık, hizmetçilik, hasta bakıcılık görevlerinin kadınların varoluşlarını belirleyen “en doğal ve vazgeçilemez” nitelikler olarak görülmesi, muhafazakârlığın temel söylemleri. Neoliberalizmin esnek, güvencesiz, kuralsız çalışma biçimlerine daha fazla ihtiyaç duyduğu bugünlerde ise, bu nitelikler, olmazsa olmazlardan.

Nasıl mı? Şöyle:

Neoliberal politikaların sonucu olarak devletin artık yerine getirmediği bütün hizmetleri yüklenmesi beklenen kadınlar, sosyal güvenlik, sağlık, eğitim, bakım gibi özelleştirilerek piyasanın emrine sunulan her şeyi bir “görev” olarak üstleniyor, duygusal emekleriyle bu boşluğu dolduruyorlar. Ev içinde üstlenmek zorunda kaldıkları işler kaçınılmaz olarak artıyor. Diğer yandan ucuz, itaatkâr, örgütsüz, çaresiz bir işgücü potansiyeli olarak kadınların istihdama çekilmesi, maksimum kâr için emeğin maliyetini minimuma çekmek isteyen sermaye açısından olmazsa olmazlardan. Artık yeni moda; “boş boş oturan” kadın yerine evdeki görevlerini aksatmadan, evin geçimine “yardımcı” olan kadın! Bu durumda, hem ev içi emekleriyle toplumsal yeniden üretimde görünmeyen bir sırtlanıcı olarak kullanılabilir, hem de tam da bu nedenle kadınların (ve de erkeklerin) daha kötü koşullar altında, daha az ücretle çalışmalarının garantisi haline gelebilirler patronlar için…

Biz yine Ayşe’ye dönelim.

AYŞE’NİN İŞİ: İSTİHDAMIN KADINCASI

Ayşe’nin ailesi, tarım alanında yaşanan dönüşümün bir kurbanı olarak, daha iyi bir yaşam umuduyla, metropollerde ucuz iş gücü olarak, niteliksiz addedilen, asgari ücretin altında ücrete mahkûm edilen, hiçbir sosyal güvenceden yararlanamayan, bu yüzden de, evin geçimini köyden gelenlerle desteklemeye çalışarak, sosyal dayanışma ağlarını kullanarak sağlamaya çalışan milyonlarca emekçi ailesinden biri. Ayşe’nin ev işlerine hapsolmuş hayatı, yoksulluğun yarattığı başka sorunlarla (evi inşa etmek, olmayanla yemek yapmaya çalışmak, hasta çocukların bakımı için fazladan emek harcamak, yaşlıların bakımını da üstlenmek gibi) daha da güçleşiyor. Özellikle kriz dönemlerinde giderek daha da yoksullaşan aileler, yaşayabilmek için nasıl geçim stratejileri oluşturuyorlarsa, Ayşe de, komşusu da, ablası da öyle yapmış. Bir işe girmişler, eve iş almışlar (böylece dışarıda çalıştıklarında çocuklar ne olacak derdini taşımamışlar), maaşı olan büyükanneyi eve almışlar (böylece hem ona bakım hizmeti sağlamak için para vermiyorlar, hem de maaşı eve geçim kaynağı oluyor). Eve giren gelir düştükçe çalışmaya başlayan her kadın gibi, Ayşe’nin de “eve destek olmak üzere” girdiği iş, güvencesiz, düşük ücretli ve kayıt dışı bir iş. Kadınlara çalışma hayatında layık görülen iş, ev işinin uzantısı niteliğinde, temizlikçilik, bakıcılık, paketlemecilik gibi işler olunca, e bunlar da zaten her kadının yapabileceği işler olunca (ne de olsa her gün yaptığı iş!), düşük ücretlerle çalışmanın da, sigortanın olmamasının da, kreş, servis gibi sosyal hakların sağlanmamasının da sorgusu olmuyor.

1980 sonrasında sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda esnek çalışmanın kural haline gelmesiyle birlikte, kayıt dışılığın, yani hiçbir sosyal güvencenin olmadığı, düşük ücretli çalışma biçiminin de yaygınlaştığını görüyoruz. Kadınlar, bu tür istihdamın en önemli özneleri[2]. Kadınların esnek çalışması ise, ataerkil sistemden kaynaklı cinsiyet rollerinin bir sonucu olarak şekillenirken, bir yandan da, tümden istihdam alanını belirleyen çalışma biçiminin esnek çalışma olmasıyla birlikte, kaçınılmaz bir son olarak karşımızda duruyor. Bu durum, AKP hükümetinin işçi ve emekçilerin haklarını hiçe sayarak, patronlar lehine çıkardığı yasalarla da perçinleniyor, esnek ve kuralsız çalışma, kural haline getiriliyor.

…Böylece iş güvencesinin olmadığı, sosyal güvenlik sisteminin uygulanmadığı, sermayenin kadın emek gücünü ihtiyaç duyduğu anda ihtiyaç duyduğu süreyle istihdam etmesine olanak sağlayan esnek üretim biçimlerinin norm halini almasının yolu açıldı.[3]

Neoliberal politikaların bir sonucu olarak yok edilen sosyal haklar, sağlık ve eğitim hizmetlerinin özelleştirilmesi, yaşlı-hasta ve çocuk bakımını sağlayan kurumların ortadan kaldırılması ya da piyasaya devredilmesi, bir yandan kadınların bu işleri de üstlenecek biçimde istihdam edilmelerini gerektirirken, diğer yandan da esnek ve güvencesiz çalışma, kadınların bu yüklerini yeniden üreten süreçleri yaratıyor. Yani bir kısır döngünün ortasına bırakılan kadınlar, kutsal annelik, karılık görevlerini yerine getirmeye çalışırken, patronların onlardan beklediği daha çok ve daha ucuza çalışmanın yorgunluğundan bitap düşüyorlar. Esnek çalışma da, zaten ancak ve ancak kadınların toplumdaki ikincil statüsüne ve karşılıksız ev emeğine dayanarak başarılı bir biçimde uygulanabilir. Bir yandan kadınların ücretli emeği esnekleştirilirken, bir yandan da, kadınların karşılıksız ev içi emeğinin varlığı sayesinde, erkeklerin emeğinin de esnekleştirilmesinin imkânları yaratılıyor.

AYŞE’NİN DERDİNDEN ÜMİT BOYNER’E NE?

Ayşe garibanım, evle iş arasında nereye yetişeceğini bilmeden ömrünü tüketir, kendisine yüklenen “iyi bir anne, şefkatli bir eş” rollerini yerine getirememenin derdini yaşarken ve hala istatistiklerde “ev kadını” olarak yer alırken (ki bunun anlamı işsiz görülmemek, iş aramaya da niyetli görülmemek, rakamlarda da görülmemek), iş adamları derneğinin kadın başkanı Ümit Boyner ve bilumum eşitlikçi patron, “Çalışma Hayatında Kadın” konferanslarında gözleri dolarak, kadınların iş yaşamına katılamayışlarının en büyük nedeninin, “iş ve aile yaşamının bir türlü uzlaştırılamaması” olduğunu söylüyor. Bu “İş ve Aile Yaşamının Uzlaştırılması” yeni modasının sermaye çevrelerinde de trend olması, işgücü piyasasının esneklik temelinde yeniden şekillendiği bu dönemde bir tesadüf müdür? Yalnızca TÜSİAD’ın değil, hükümetin ve hükümet yanlısı çevrelerin hazırladığı kadın istihdamı raporlarının neredeyse tamamında, kadınların iş yaşamına daha çok katılmasının ön koşulu olarak, esnek çalışmanın ortaya konulduğunu görüyoruz. Bir de, “kadınlar istihdama ne kadar katılırsa, memleketçe o kadar kalkınırız, ekonomimiz büyür, hepimiz ülkece yaşadığımız refahtan pay alırız” söylemleri eşlik ediyor buna. AKP, bir yandan kadınları yeri geldiği zaman devletin yapması gereken tüm işleri yüklenen hizmetçiler, itaat edecek köleler haline getirirken, diğer yandan, tüm işçi ve emekçilerinin alın terleriyle yarattığı kaynakları, sosyal haklardan çekerek, sermayeye aktarmakta bir beis görmüyor. Muhafazakâr söylemle neoliberal politikaların meşruiyet zeminini hazırlarken, kadın emeğinin patronlara maliyetini düşürüyor, kadınlar giderek daha fazla yoksullaşırken, sermayenin işine yarayacak biçimde “ekonomik büyüme” mitini yayıyor. Farklı iki değerin temsilcisiymiş gibi gösterilmeye çalışılan TÜSİAD ve AKP’nin, işçi ve emekçilerin, ama özellikle emekçi kadınların yarattığı değerden daha fazla nemalanmak üzere koşulsuz bir uzlaşma içinde olduğunu görüyoruz.

Haklarını yemeyelim, TÜSİAD, kadınların eşit temsilinin de önemli savunucularından biri oldu çıktı son günlerde. Bas bas bağırıyorlar “kadınlar eşit temsil hakkına sahip olsunlar” diye. Ama herhalde o kadınlar içinde sayılmıyor bizim Ayşe. Çünkü “kadın kotası” gibi ilerici görünen talepleri, kadın emeğinin maliyetini düşürerek, kadınları işgücüne katmayı hedefleyen talepler takip ediyor. Patronlar, elbette, AKP’nin son istihdam politikalarıyla kreş yükünü işverenin omzundan kaldırmasından gayet memnunken, özellikle çocuk bakım yükünün kadınların güvenceli emek gücüne katılımını nasıl imkânsız hale getireceğini düşünmek bile istemiyorlar[4]. Onlar, sadece, toplumda daha fazla kadının düşük ücretlerle işgücüne katılarak, genel ücret düzeyinin, yani işçilik maliyetinin düşürülmesiyle ilgileniyor. Zaten Ayşe’nin vakti olmaz öyle siyaset miyaset işleriyle uğraşmaya, eğitimi de yetmez, Ümit Boyner kadınların haklarını sonuna kadar savunmak için parlamentoda da yer alır, kadınlar için seve seve!

ÜMİT’E KOŞULSUZ ZENGİNLİK, AYŞE’YE CEMAAT SADAKASI

AKP hükümeti, başbakan, yalnızca muhafazakârlığın yegâne temsilcisi olduğu için değil, aynı zamanda neoliberal politikaların yılmaz savunucusu-uygulayıcısı olduğu için ve ataerkil kapitalist sistemin devamlılığının güvencesinin, kadın emeğinin değersizliği ve kadınların bağımlılığından geçtiğini sınıfsal öngörüleriyle gayet iyi bildiği için “üç çocuk” fetvası veriyor. “Kreş eken huzurevi biçer” diyor, “kadın ve erkek fıtratları gereği eşit olamaz” diyor. Giderek katlanılmaz boyutlara gelen yoksulluğun “sürdürülebilir” düzeye çekilebilmesi için, mikrokredilerle kadın emeği piyasalaştırılıyor. Bu piyasalaştırma, yine kadının toplumsal yeniden üretimdeki rollerini uyumlaştıran kayıtdışı istihdam biçimiyle sağlanıyor. “Kadınlar, ev içerisindeki sorumlulukları değişmeden, isihdama enformel olarak dahil olabiliyor; böylece bir yandan işsizliğin geçici olarak çözülmesinin mekanizmaları yaratılmış oluyor…[5]

Kimin yoksul olduğuna, sosyal yardımlardan kimin nasıl yararlanacağına artık cemaatin ve uzantılarının karar veriyor olması ve cemaatin bürokraside, yerel yönetimlerde, devletin tüm yürütme organlarında giderek daha fazla etki kazanması ile yaratılan muhafazakar baskılanmadan en çok kadınlar pay alıyorlar. Hükümetin sermayeyle el ele yürüttüğü politikaların sonucunda işsizliğe ve yoksulluğa mahkûm edilen emekçi kadınların, onlara reva görülen sadakalarla AKP’ye yedeklenmesi ise, neoliberalizm-muhafazakârlık-ataerkillik üçgeninde bir başka sorun alanına işaret ediyor. Bu üçgen, kadınlar için eşitsizliği derinleştiren, yoksulluğu körükleyen, şiddeti meşrulaştıran ve kadınların her türlü hak ve özgürlük mücadelesini sindiren bir “bermuda şeytan üçgeni”dir.

Kamunun doğrudan sunması gereken hizmetlerin piyasalaştırılması, sermayeye yeni birikim imkânları yaratırken, emekçi kadınlar açısından, bu, faydalanılamayacak “lüksler” haline gelen bakım işlerinin yükünün daha fazla sırtlanılması anlamına geliyor. Bu yüzden, devlet eliyle kreş, okul öncesi eğitim kurumları, yaşlı ve hasta bakım merkezleri, sosyal hizmetler, eğitim ve sağlık hizmetlerinin ücretsiz ve herkesçe erişilebilir hale getirilmesi talepleri, yalnızca, kadınlar için “daha az yorgunluk, daha çok boş zaman” talepleri olmanın ötesinde, çok daha önemli bir ideolojik duruşun göstereni olarak, en önemli taleplerimiz arasında olmalıdır.

Tüm işçi ve emekçilerin hak gasplarına karşı yürütülen mücadelede kadınların özgül taleplerinin bağlamının yalnızca kadınların (ve çocukların) kıstırılmış hayatları olmadığı, neo-liberal politikalara karşı mücadele ekseninin ataerki ve muhafazakârlığa karşı mücadeleyi de kapsayacak biçimde net biçimlerde ifadesini bulması bugün oldukça önemli. Bu yüzden, emekçilerin gündelik hayatlarında, çalışma yaşamlarında, siyaset alanında ve sosyal alanda üretilen her türlü söylemin, yükseltilen her talebin kadınların özgül sorunu olarak görülen, ancak bütün emekçi kesimleri ilgilendiren taleplerle birleştirilmesi gerekiyor. Yalnızca 8 Mart’tan 8 Mart’a yürütülen bir çalışmanın değil, her alanda yürütülen her türden çalışmanın bir parçası olarak, yalnızca kadınların değil, erkeklerin de sorumluluk sahibi olduğunun farkına varılması sağlanarak yürütülen “düzenli, istikrarlı, kapsamlı, renkli” bir çalışmanın ürünü olarak, kadınlar, bu taleplerle dünden daha fazla ve daha istekle buluşacaklardır.



[1] Clara Zetkin, “Kadın Sorunu Üzerine Seçme Yazılar”, İnter Yayınları, sf. 43

[2] 2008 verilerine göre, toplam kadın istihdamının yüzde 58’i kayıtışı koşullarda çalışıyor. Erkekler için bu oran, yüzde 38. Ücretli işçi statüsünde çalışan kadınların dörtte biri kayıtdışı çalışıyor. Resmi istatistiklerin kayıtdışılığın tamamını ölçemiyor olduğu düşünüldüğünde, kadınların kayıtdışı çalışma oranları, belirtilen rakamlardan daha da yüksek. (KEİG, Türkiye’de Kadın Emeği ve İstihdamı, Sorun Alanları ve Politika Önerileri, İstanbul: KEİG, 2009)

[5] Nuray Ergüneş, “Kadınlara Yönelik Kredi Biçimleri ve Kadın Emeğinin Enformelleşmesi”, “Kapitalizm, Ataerkillik ve Kadın Emeği” içinde, sf. 209, SAV Yayınları, 1. Basım

Uluslararası Durum ve Uluslararası Komünist Hareketin Görevleri

İlk belirtilerinin ortaya çıkmasının üzerinden 3 yıl geçmesinden bu yana, dünya ekonomik krizinin etkileri ve yansımaları sürmeye devam etmektedir. Emperyalist güçlerin, gelişmiş kapitalist ülkelerin ve bağımlı ülkelerin ekonomilerindeki çalkalanma, inkar edilemez düzeydedir.

Sermayenin hizmetindeki azımsanmayacak sayıda ekonomist ve yazar, önce başta ABD olmak üzere, daha gelişkin kapitalist ülkelerin ekonomilerinin şu ya da bu sektöründe görülen nispi iyileşme belirtilerinden hareketle, krizin bittiğini ve genel iyileşme döneminin başladığını ilan ettiler.

Bu iyileşmeyi, genel kriz çerçevesinde devrevi krizle bağlantılı olarak tahlil edebiliriz. 2008-2009 çöküşünde görüldüğü gibi, artık ekonomik canlanma dönemleri, giderek daha kısa, hassas ve cılız yaşanıyor.

2010 başındaki hafif bir canlanmanın ardından, hemen birkaç ay sonra, devrevi krizin, tüm dünyada toplumsal, politik ve ekonomik yaşamda daha geniş ve tahrip edici deprem etkisi yaratacak genel kriz üzerindeki etkisinin yansıması olarak, ekonomide yeniden düşüş eğilimine girildi.

Oysa Yunanistan ekonomisindeki çöküntü ve yine İspanya, Portekiz ve İtalya’da şu anda yaşanan sorunlar, büyük bir kapitalist ekonomik krizin varlığının ve bunun politik ve toplumsal sonuçlarının da gözle görülür durumda olduğunun ve sistemdeki önemli sorunları yansıttığının göstergeleridir. Kapitalist çevreler, sürekli olarak, bu krizin, spekülatif süreçler ya da ekonomik açıkları provoke eden finans çevreleri ve hükümetlerdeki etik eksikliğinden, mali idare yönteminden; yani yönetim hatasından kaynaklandığını gösterme çabasındalar. Bunun bir göreceli aşırı üretim  krizi olduğu bir gerçektir ve nedeni de, üretimin toplumsal karakteri ile üretilen zenginliklerin ve üretim araçlarının özel mülkiyeti arasındaki çelişkide yatmaktadır.

Bu, egemen kapitalist-emperyalist sistemin temel çelişkisidir. “Krizler, Kasım 2009’da toplanan konferansımızda kabul edilen belgede savunduğumuz gibikapitalist gelişme sürecinin kaçınılmaz evreleri, kâr amacıyla ve pazar için yapılan ve bunun kaçınılmaz sonucu olarak anarşik ve dengesiz bir gelişme gösteren kapitalist üretim tarzının bir sonucu, üretici güçlerle üretim ilişkileri arasındaki çelişmenin doruğu, patlamayla dışa vurumu”dur.

ETKILI OLMAYAN ÖNLEMLER

Burjuvazi, ABD ve diğer ülkelerde bankaların çökmesiyle ortaya çıkan olumsuz durumu gidermek için, devlet kasalarından finans ve endüstri sektörüne, global Gayri Safi Milli Hasılanın %40’ına denk olan 24 milyar dolar civarında yüklü bir miktarı aktarmaya başladı.

Böylece genel finansal sistemin olası çöküşü engellendi, global ekonominin çöküşü frenlendi ve 2009’un[1] ikinci yarısından itibaren az bir iyileşme sağlandı.

Öte yandan, birçok analist, Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD) dahil olmak üzere, çeşitli kuruluşlar, iyileşme sürecinin güç kaybettiğini ve gelecek aylarda 2011 sonuna kadar yavaşlama kaydedileceği uyarısında bulundu.

Global büyüme, IMF’ye göre, bu yıl  %4,6 iken[2], 2011’de %4,3’e düşecek. BM ekonomistlerine göre; ekonomik veriler daha kötü ve zayıf bir iyileşme söz konusu olacak. Bu yılın Mayıs ayındaki tahminlerine göre, 2010’da %3 ve 2011’de %3,1’lik bir büyüme bekleniyor. J.P.Morgan yatırım bankası, IHS Global danışmanlık firması, Insight gibi dünyanın büyük bankalarını bir araya getiren Uluslararası Finans Kurumu; IMF’nin yaptığı tahminden daha fazla bir düşüş yaşanacağı öngörüsünde bulundu. Kanıt olarak da, 2011’de süreci harekete geçirmesi beklenen saiklerde sert düşüş görüleceği öngörüsünü, Avrupa’da mali konsolidasyonda, üretim sektöründe büyümenin küçük olmasını, ABD ve Avrupa’da tüketicilerin güveninin düşüşünü gösterdi.

IMF, ABD ekonomisinde gelecek yıl için %2,9’luk bir büyüme (bu yıl %3,9) öngörürken, Avro bölgesi için 2010’da %1 olan büyümeyi, 2011’de %1,3 olarak tahmin ediyor. Yine tahminlere göre, Britanya’da bu yıl Gayri Safi Milli Hasıla %1,2 büyüyecek (önceki tahminlerden %0,1 daha düşük) ve 2011’de %2,1’lik bir büyüme olacak. BM’ye göre, yıllarca en düşük ekonomik performansı izleyen Japonya’da, 2009’da %5’lik bir küçülme yaşandı. Bu ülkede 2010 ve 2011’de büyüme oranı ortalama %1,2 olacak ve iyileşmeyi yakalayamayacak. OECD raporlarına göre, sözde gelişmekte olan ülkeler; 2010’da daha iyi sonuçlar alacak. Brezilya, %6.5’a kadar varan bir büyüme yaşayacak. Çin, %11’den daha büyük bir büyüme elde edecek.

BM verilerine göre, hammadde talebinin yüksekliği ve Brezilya’nın büyüme oranındaki artış nedeniyle, bu yıl Latin Amerika ekonomilerinde % 4,2’lik bir büyüme bekleniyor.

Büyüme, 2011’de %3,9 olacak. Afrika’da gelişen ihracat ve hammadde fiyatlarındaki artış nedeniyle, toplam olarak, 2010’da %4.7’lik ve 2011’de %5.3’lük büyümeler sağlayacak.

BM’nin Ticaret ve Kalkınma Konferansı (UNCTAD)’a göre, dünyada, doğrudan yabancı yatırım (FDI) akışı 2009’un son dokuz ayında neredeyse durdu; 2010’nun ilk üç ayında, 2007 ve 2008 düzeyine ulaşamasa da, kısmen gelişme gösterdi. Konferans metninde; 2009’un son üç ayında, aralarında Çin, Hong Kong ve İrlanda’nın da bulunduğu bir elin parmaklarını geçmeyecek sayıda ülkenin ekonomilerinin, 2007’deki ortalama kayıtlardan daha fazla doğrudan yabancı yatırım (FDI) girişi aldığı belirtiliyor. Yine bu belgeye göre, Aralık 2009 ile Mart 2010 arasında, 63 ülke, doğrudan yabancı yatırım (FDI) için belli türlerde korunma ya da önlem alma yöntemlerine başvurdular.EscucharLeer fonéticamenteYYyyy

Diccionario – Ver diccionario detallado

Kriz, bütün dünyayı etkilemiştir. Öte yandan tehlikeli düşüşlerden “sıyırma” yı başarabilen ülke ve bölgeler de söz konusudur; örneğin, uluslararası ticaret için muazzam bir hammadde, kapitalist sömürü için ise muazzam bir ucuz emek kaynağı olan sözde gelişmekte olan ülkeler.

Gelişmiş ekonomilerde iyileşmenin zayıf olması; işsizlik, düşük tüketim düzeyi, yoksulluğun artması gibi ciddi toplumsal sorunları öne çıkardı. OECD üyesi 31 ülkenin, 2007’deki kriz öncesi düzeyleri yakalayabilmesi için 17 milyon kişilik istihdam alanı yaratması gerekiyor. Bunu önümüzdeki birkaç yılda başarması zor, hatta bu sistemde olanaksız görünüyor.

Kriz, kısa bir süre önce, devlet borçları konusunda Yunanistan’ı çok zor duruma düşürdü; itibarını yerle bir etti. Önceleri, bu sorun hep bağımlı ve az gelişmiş ülkelerin yaşadığı sorun olarak görülürdü; ama Gayri Safi Milli Hasılaları olağanüstü derecede arttığı halde, şimdi emperyalist ülkeleri de etkiliyor.

ABD’nin yıllık mali açığı, GSMH’sinin %11’ine ulaşırken, kamu borcu (15 trilyon dolar) GSMH’sinin %90’ına eşittir. Avrupa’nın bütünü ile ilgili veriler daha da vahimdir. Kamu borcu GSMH’sının %76.3’u ve yıllık açığı %6.8’dir. Öte yandan Avrupa ülkeleri tek tek ele alındığında, bütçedeki açık oranının ABD’den daha yüksek olduğu görülmektedir. Örneğin Büyük Britanyada’da kamu borcu GSMH’nin %79.1’i ve mali açık % 11.5, İspanya’da sırayla % 64.9 ve %11.2, Yunanistan’da % 124.9 ve %13’ün üzerindedir. Ancak borç kaynakları, her ülkede farklılık göstermektedir. Avrupa Birliği ve Avro bölgesinin doğmasına kaynaklık eden Mastricht Anlaşması dahilindeki Avrupa ülkeleri, açıklarında en fazla %3’lük bir iyileşme sağladılar.

Bu anormal borç yükü[3], ekonomilerde ciddi çöküntü ve patlamalara neden olmaktadır. Yunanistan gibi, İspanya ve Portekiz de, borçlarını ödeyememe tehlikesi ile karşı karşıyadır. Bu ülkeler, tüm Avrupa’da ve dünyada ekonomik sorunları daha da şiddetlendirecek kritik bir noktada bulunuyorlar. Bu gerçekleşirse, krizin merkez üssü Avrupa’ya taşınmış olacaktır, ancak sadece Avrupa ile elbette sınırlı kalmayacaktır. Kriz, uluslararası karakterini asla yitirmeyecektir. 6 Mayıs’da[4] Wall Street’in çöküşü, bunun göstergesidir. Avrupa’da gelişen durumlar, ABD’li finans gruplarını oldukça endişelendiriyor. ABD’nin, aralarında Goldman Sachs ve J.P.Morgan’ın da bulunduğu on büyük bankası, Portekiz, İrlanda, İtalya, Yunanistan ve İspanya’da olağanüstü yatırımlara sahipler. Haziran 2010’da Kanada’nın Toronto kentinde yapılan G-20 toplantısı, krizden kurtulma konusunda ABD ve Avrupa Birliği arasındaki görüş ayrılığının, emperyalistlerarası çelişkilerin sergilendiği bir arena niteliğindeydi.

Kriz konusunda, Obama, “yeni bir ekonomik çöküntü”ye karşı bir müddet daha “ekonomik destek” gerektiğini savunurken, Alman başbakanı Angela Merkel, ekonomik düzenleme çağrısı yaptı. Ekonomik iyileşmenin birçok ülkede hala “düzensiz ve kırılgan” bir noktada, işsizliğin “kabul edilemez düzeylerde” ve krizin toplumsal etkisinin oldukça büyük olduğuna işaret edildikten sonra, G-20, kemer sıkma kararına vardı. Gelecekteki temel hedefler, 2013 için kamu borçlarını yarı yarıya azaltmak ve en geç 2016’ya kadar, oldukça büyük bir yekûna ulaşmış birikmiş borçların iptal edilmesine başlamak olarak belirlendi. Bunları gerçekleştirmenin mekanizmalarını her ülke kendisi belirleyecek. Elbette bu hedeflerin diplomatik bir dille açıklanmasına özen gösterildi. Bu nedenle, sonuç bildirgesinde, büyümenin alaşağı olmaması için bu “canlandırma tedbirlerinin” uygulanmasına devam edilmesi gerektiği dile getirildi.

Mevcut koşullarda mali düzenlemeye başvurmak, dünya ekonomisini yeniden geriye düşüşe sokar. Mali açıkla baş etmenin en iyi yolu, yüksek sabit büyüme oranıyla yüzleşmektir. Toronto’da kararlaştırılan kemer sıkma politikaları tersini tetikler. Finans burjuvazisi, üretimin ve kamu gelirlerinin düşmesi pahasına, yatırımlarını iyileştirmeyi garantiye alma arayışı içindedir.

Kriz, dördüncü yılına giriyor ve ekonomik iyileşme oldukça kırılgan ve daha da kötüsü, yeni bir düşüşü işaret eden göstergeler var. Ekonomi dalında Nobel ödülü sahibi Paul Krugman, 19 yy. sonlarındaki “Uzun Bunalım” denilen dönemle bir kıyaslama yapıyor. “Korkarım -diyor Krugman- şu anda üçüncü bir bunalımın başlarındayız. Sanırım bu, çok daha ciddi olan Büyük Bunalımdan çok, Uzun Bunalıma benziyor. Fakat maliyet, dünya ekonomisi için, özellikle de işsizlik nedeniyle yaşamları altüst olan milyonlar için oldukca yüksek olacak.” Bu doğal durum, yeni çelişkileri ve emperyalistlerarası çelişkilerin yanı sıra sınıf çatışmalarını da keskinleştirecek. Bunalım şeklinde bir ekonomik kriz tanımlaması yapıyorsak, daha önce onlarca yıldır kapitalizmce hiç yaşanmamış bir döneme giriyoruz demektir.

AMERİKA BİRLEŞİK DEVLETLERİ

Şubat 2009’da, Barack Obama, eğitim, sağlık harcamalarında 288 milyar dolarlık, işsizlik fonunda 224 milyar dolarlık, kredilerde ve federal hibelerde 275 milyar dolarlık  bir azaltma öneren bir “canlandırma paket”ini, ABD Kongresinden geçirmeyi başardı. Bu, ABD’nin GSMH’si “hızlı düşüşe” (2009’un ilk üç ayında %6,4[5] düştü) geçtiği bir dönemde gerçekleşti, eğilimi tersine çevirdi ve bu yılın son üç ayında gözlemlenen pozitif büyüme noktasına getirdi. Fakat bu tedbirlerin etkisi bitme noktasına geliyor. ABD emperyalizmi benzer tedbirler almazsa, ekonomisi daha uzunca bir süre kendine gelemeyecek. Sorun, Hükümet’in ve Kongre’nin bunu yapmaya istekli olup olmadığı ile ilgilidir.

Escuchar

Leer fonéticamente

Diccionario – Ver diccionario detallado

İyileşmeyi, yalnızca devletin “mega paket”i olanaklı kılmıyor. Bunda, gerektiğinde kontrolsüz bir şekilde piyasaya sürdüğü ve dünya parası[6] olarak empoze ettiği doların sahibi olduğu için, tüm dünyanın elindeki artı değeri çekip alan egemen emperyalist gücün durumu da önemli.

Escuchar

Leer fonéticamente

Diccionario – Ver diccionario detallado

Buna, burjuvazinin krizin yükünü emekçilerin sırtına yüklemesi de eklenebilir. Son bir buçuk yıldır, GSMH %3,2 büyürken, toplam maaş bordrolarında, maaşlarda % 5 düşüş yaşandı. Buradan, kapitalist sömürü düzeyinin yükseldiği, böylece işgücü verimliliğinin artışının, işsizliğin artması ve maaşların düşürülmesi[7] nedeniyle yaklaşık %9’a ulaştığı sonucuna varılır. Gerçekte, çalışanların %40’ından fazlası, düşük ücretli hizmet kurumlarında çalışmaktadır. Çalışanların %24’ü, geçen yıl düşündükleri emeklilik planlarını ertelediklerini söyluyorlar. 2009’da,1,4 milyondan fazla insan (bu oran, 2008’deki orandan %32 daha fazla) kişisel iflasa sürüklendiler. Bu yılın Mart ayında, ABD’de koşullar daha bir ağırlaştı, İflas Yasasının[8] çıktığı 2005 Ekim’inden bu yana, herhangi bir ayda gerçekleşenden daha fazla sayıda bireysel iflas başvurusunda bulunuldu.

Escuchar

Leer fonéticamente

Diccionario – Ver diccionario detallado

ABD, ciddi toplumsal sorunlarla yüz yüze. İşsizlik, resmi rakamlara göre, nüfusun %10’u[9] civarındadır. Fakat gerçekte, bunun 5 puan daha fazlası olduğunu açıklayan incelemeler mevcut. Ekonomisinin düze çıkması için ayda 125 bin istihdam yaratması gerektiği göz önüne alındığında bu oldukça zor görünüyor. Çünkü şu andaki ekonomik büyümesi, ayda ancak 100 bin kişiye istihdam yaratabilecek kapasitededir. Bu resesyon sürecinde, özel sektörde 8 milyon kişi işten çıkarıldı. Son yıllarda ortaya çıkan bu sorun, ABD’nin 25 yıldan bu yana kısmi olarak endüstri dışına yönelmesinden kaynaklanmaktadır.

Yoksulluk arttı. 40 milyona yakın Amerikalı (sekiz kişide bir) yemek kuponu alıyor. Bu rakam tüm zamanların rekoru. Yakın gelecekte durum daha da kötüleşecek. Tarım Bakanlığı, 2011’de, bu programdan 43 milyon kişinin yararlanacağını söylüyor.

Escuchar

Leer fonéticamente

Diccionario – Ver diccionario detallado

2009’un sonlarında elde edilen ufak tefek sonuçların dışında, devletin girişimi başarısızlıkla sonuçlandı. ABD ekonomisi, krizden kurtulamaz durumda.  Devletin çok borç yükü altına girmesi ve olağanüstü finansal işlere girişmiş olması, mali açığını GSMH’nin  %14’üne ulaştırmıştır. Hükümet cephesinde durumla nasıl baş edileceği tartışılıyor. Kamu harcamalarının kısılması ya da vergilerin katlanması konuşuluyor. Kamu borcu, GSMH’nin %90’i, toplam borç (devlet, şirketler ya da özel) GSMH’nin %360’ına ulaşıyor. Büyük Bunalım döneminde bile bu rakama ulaşılmış değildi. ABD’de yalnız endüstriyel kuruluşlar değil, milyonlarca meslek sahibi de silindi. Öte yandan ABD, şu anda, tarihinde[10] en büyük borç batağına batmış bulunuyor.

Bir diğer gösterge, bu yıl geçen yıldan biraz daha az olmak üzere, bütçe açığının 1.3 trilyon[11] doları aşacağıdır. Öte yandan, bu rakam, son 65 yılın ikinci en kötü bütçe açığıdır. Sorun çok karmaşık. Örneğin geçen Mart ayında, Detroit’teki yetkililer, tahmini 280 milyar dolarlık bütçe açığını telafi etmek için şehirde ekonomik bir gelişme sağlanmazsa “iflasa gidebilecekleri” tehlikesine rağmen, 250 milyon dolar değerinde 20 yıllık bir belediye tahvili çıkardılar. Economic Policy Journal.com’daki raporlara göre, 32 eyalet işsizlik parasını ödeyemiyor; o yüzden, bu ihtiyacı federal Hükümet karşılıyor.

Escuchar

Leer fonéticamente

Diccionario – Ver diccionario detallado

Bütçe açığı ve borç ile ilgili veriler şaşırtıcı geldiyse, sizi daha da sarsmak için şunu da ekleyelim: ABD’yi kurtarmak için 6 trilyon dolar gerekiyor. Yani geleceğe ilişkin iyi işaretler yok (bunlar iyiye alamet değil). Dünyaca ünlü analist Nuriel Rubintz, 2008 krizi sırasında “ABD ekonomisinde 2013’den önce bir iyileşme beklenmiyor” öngörüsünde bulunmuştu. Kriz, ABD ekonomisini derinden sarstı, (borçlanmaya ve ticaret açığına dayalı yüksek düzeyde bir iç tüketim, büyük ekonomisinin ve parasının tekelini koruma, uluslararası sermayeyi çekme üzerine kurulu) ekonomik modelinin artık bir geleceği yoktur.

ABD’nin, özellikle de Çin ve Almanya’ya dayatmak istediği ‘döviz savaşları’ ve ‘ihracat kotaları’, aslında kendi problemine çare arayışlarıdır.

Bu ekonomik modelin çöküşü, diğer sonuçlarının yanı sıra, suni talep yaratma fırsatlarını da azaltacaktır.

On yıllardan beri uygulanan ve gerçek ücretleri sürekli düşürmeyi öngören politikalar, bugün yeni sorunlarla karşı karşıyadır.

ABD’de yaşanan 2008-2009 krizi, sadece emek sermaye ilişkileri üzerinde etkide bulunmakla kalmamış, tüm tarafların tutumlarında değişikliklere ve şoklara yol açmıştır. ABD içerisinde hüküm süren göreceli “sükûnet” ise, artık tümüyle geride kalmıştır. Şimdi sınıf mücadelelerinin ve çatışmaların yeniden yükseleceğini öngörebiliriz.

ABD, bugün, dünya ekonomisindeki üstünlüğünü, sadece gelecekteki kozlarını şimdiden harcayarak değerlendirebilir. Bunun somut bir örneği, 600 milyar doları piyasaya enjekte etmeye başlamış olmasıdır.

Bu değişiklik, doların orta vadede dünya parası pozisyonunda kalmaya devam etmesini zorlaştıracak, ama kısa vadede ekonomilere biraz soluk aldırma ve tehlike altında olsa da doların konumunu korumaya sebep olabilecektir. Ama bütün bunlar, doların “dünya parası” işlevini yitirmesinin bir zaman meselesi olduğunu ortaya koymaktadır.

2008-2009 krizi, kapitalist ülkelerin ekonomileri arasındaki eşitsiz gelişme durumuna hız kazandırmıştır.

AVRUPA BİRLİĞİ

2009 yılı, Avrupa Birliği için bir milat oldu. Ekonomisi %4 daraldı. Bu, İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana yaşanan en kötü durumdur. Sanayi üretimi %20 azaldı ve geçen yüzyılın, 90’lı yıllarının ortalarında sahip olduğu düzeye doğru yol alıyor. Yukarıda açıklandığı üzere, büyüme tahminleri, bu yıl %1 iken, 2011’de %1,3’tür. Avro bölgesi ülkeleri arasında, derin bir resesyon yaşayan Yunanistan, İspanya ve Portekiz büyümeyi sağlamak için mali kısıntılara yönelirken, Almanya ve Fransa ufak çaplı genişlemeler kaydettiler.

İngiltere’de, hükümet, bütçenin sosyal yardımlar bölümünden 100 milyar euroluk bir kesinti yapma kararı aldı ve bu, 20 bin gencin sokaklara dökülmesine neden oldu.

Bazı analistler, bölgede yeni istihdam alanları açılacağı konusunda ufak bir gelişme bekliyordu, ama Mart’ta işsizlik büyümeyi sürdürdü ve Avrupa Birliği’nde %9.6, Avro bölgesinde %10,1’e ulastı ki, bu, son 12 yılın en yüksek oranıdır. Avrupa Birliği ülkelerinde, şu anda 23 milyon (20 yıl öncesinden 7 milyon fazla) işsiz var. Bunların 15 milyonu, Avro bölgesinde yaşıyor. Ayrıca bu oranların daha da büyümesi bekleniyor.

En yüksek işsizlik oranı, İspanya (genelde %19,7 ve gençler arasında %40) ve Letonya’ya (%22,3) aittir. İşsizliğin en düşük düzeyde seyrettiği ülkeler ise, Hollanda (%4.1) ve Avusturya (%4.8)dır. Fransa’da işsizlik oranı %10,1 ve İrlanda’da ise %13.2’dir.

Almanya, kitlesel işten çıkarmaları engelleyen çalışma saatlerini düşürme programı sayesinde, %7,3 işsizlik oranıyla bu alanda başarı elde eden tek ülke oldu. Bu ülke, diğer etkenlerin yanı sıra ayrıca ihracatını arttırarak ve Avroyu düşürerek, Yunanistan’daki krizden de nemalandı.

Avrupa nufusunun %8’i yoksulluktan kurtulmaya yetmeyecek işlerde çalışmakta ve 80 milyon kişi de, yoksulluk sınırı altında, ucu ucuna geçinebilmektedir. Avrometre ölçümlerine göre, her altı Avrupalıdan biri, elektrik, su ve ısınma gibi birincil gereksinimlerine ait faturaları ödemede, alışveriş sepetini doldurmada sorun yaşamakta ve ay sonunu zor getirebilmektedir. Yaygın yoksulluk algısı, karanlık bir gelecek korkusunun büyümesine neden olmaktadır.

Yunanistan krizi, bu belirsizliği arttırdı. Öte yandan bu kriz, sosyal demokrat ve neo-liberallerin son yıllarda uyguladıkları politikaların işçileri ve halkları nereye götürdüklerini görmemizi de sağladı. Avrupa Birliği nedir ve onun varlığından kim yararlanıyor tartışmasını da masaya yatırdı.

Avrupa Birliği ve mali burjuvazinin bir alanı savunma ve ABD sermayesine bir cephe açmasının aracı olan Avro bölgesi, şiddetli iç çelişkilerden dolayı sarsılıyor. Birlik içinde ve Avro Bölgesi’nde ekonomisi ve üretkenliği eşit olmayan ülkeler yer almaktadır. Yunanistan, Portekiz ya da İspanya gibi daha az gelişmiş ülkeler için, Birliğin entegrasyonunun anlamı, endüstri dışı aktiviteler (hizmet sektörü gibi) ve konjonktürel koşullara bağlı krize karşı daha dayanıksız sektörlerin (turizm, inşaat, ticaret gibi) genişletilmesi süreçleri anlamına geliyordu. Daha güçlü ekonomiler  (Almanya ve Fransa gibi), yukarıda sıraladığımız daha az gelişmiş ülkeleri aşırı borçlandırmaya [12] zorlamak türü yollarla kâr ettiler.

Tek ülke olarak birleşme (…) söz konusu olmadan, Avro’nun ortak para olması, bazılarının aşılmaz diye nitelendirdikleri çatışmalara neden oluyor. Avrupa Birliği ve Avro Bölgesi sürekli risk altında bulunuyor. Burjuvazi düze çıkmak amacıyla, uluslararası kotalardaki düşüşten sürekli etkilenen Avro’yu destekleyerek, toplam bir trilyon dolara yakın bir parayı ortaya sürdü. Fakat bunun bir yararı olmadı, başlangıçta biraz canlılık  sağlamış olsa da bu çok kısa sürdü.

Avrupa Merkez Bankası Başkanı Claude Trichet, bu durumla ilgili haftalık Der Spiegel (Alman) dergisine verdiği roportajda şunları dile getirdi: “Hiç kuşku yok ki İkinci Dünya Savaşı’ndan, belki de Birinci Dünya Savaşı’ndan bu yana olabilecek en kötü koşullarla karşı karşıyayız. Gerçekten dramatik günler yaşadık ve yaşıyoruz.” Trichet, şaşırtıcı bir içtenlikle, Avro’ya yardım paketinin “yalnızca biraz zaman kazanmak amaçlı” olduğunu söyledi.

AB’nin kapitalist ülkeleri arasındaki dengesizlikler, Almanya ve Fransa gibi ülkeleri, “Avrupa İstikrar Paktı gözden geçirilsin” önerisinde bulunma noktasına getirdi. Bunu ise, mali yardımlardan mahrum kalacakları için, ilgili ülkelerin egemenliklerinin tehdit edilmesi, Avrupa Komisyonu’ndaki oy hakları ellerinden alınacağı için de politik sonuçlarının doğması gibi adımlar izleyecektir.

Bu türden bir senaryoda, AB’de (IMF ile birlikte) krize karşı mali düzenleme damgalı (işsizliği arttıran) ve yükü emekçilerin ve halkın üzerine yıkacak türden önlemler öneriliyor. Haziran’da Toronto’da yapılan G-20 toplantısında alınan kararlar, önce, Yunanistan ve İspanya’da uygulandı ve emekçilerin yanıtı kayda değerdi.Escuchar

Leer fonéticamente

Diccionario – Ver diccionario detallado

pronombre

us

Burjuvazi, kesinlikle bu nitelikte bir yanıt beklemiyordu. Yunanistan’da işçi sınıfı, genel grevlerle ve İspanya’da benzer şekilde genel bir karşı çıkış ve mücadelelerle yanıt verdi. “Krizin yükünu onu yaratan kapitalistler ödesin, işçiler değil” sloganı, Avrupa’ya yayılarak, emekçiler ve dünya halkları için bir örnek oluşturdu.

“GELİŞMEKTE OLAN” DİYE ADLANDIRILAN ÜLKELER

Kapitalizmin krizi global olmasına rağmen, belli sorunlarını kapitalist ekonominin temel çerçevesi dışına çıkmadan, belirli ölçülerde çözebilen ülkelerin varlığından da söz edilebilir.  Gelişmekte olan ülkeler denenlerin durumu buna örnektir. Çin ve Hindistan’in durumu, bunlar arasından en dikkat çekenlerdir.

Hindistan, Brezilya ve Çin ekonomilerinin kaydettiği büyüme oranları gerçekleşmemiş olsaydı, 2009’da (ve bu yıl ve gelecek yılın tahminleri itibarıyla) global ekonomik büyümenin rakamları çok daha kötü olacaktı. IMF verilerine göre, gecen yıl Çin ekonomisi %8,7, Hindistan ekonomisi %5,6 ve Brezilya ekonomisi %4,7 büyüdü. BRIC (Brezilya, Rusya, Hindistan ve Çin) ülkeleri arasında, Rusya, %7,9’luk bir daralmayla, yılı olumsuz bir bilançoyla bitiren tek ülkeydi. Dünya nufusunun %40’ını oluşturan, global GSMH’nin %14’ünü üreten ve son yıllarda ekonomik büyüme oranları yıllık ortalama %10 civarında gerçekleşen BRIC ülkelerinin inkar edilemez potansiyeli not edilmeye değerdir.

Çin, kapitalist politikaları uygulamak üzere makro ekonomik reformlar programını başlattığı yıl olan 1978’den bu yana, yıllık ortalama %9.5’u aşan bir büyüme oranıyla dünyada birinci sırada bulunuyor. Bu kesintisiz ekonomik yükselişle, 2005’te Büyük Britanya ve Fransa’yı, 2007’de Almanya’yı ve son olarak da dünyanın en büyük reserv sahibi, gezegenin ABD’den sonra ikinci büyük ekonomisine sahip olan Japonya’yı solladı. Bu büyümenin iki önemli dayanağı var: Muazzam yabancı yatırım ve uçsuz bucaksız ucuz işgücü sömürüsü kaynağı.

Batı’da olduğu gibi, Çin hükümeti de, kriz patladığında, sanayi, hizmet ve tarım sektörlerini desteklemek ve iç talebi canlandırmak için 600 milyar dolar enjekte etti. Böylece 2008’dekine benzer ekonomik göstergeleri koruyabildi. Öte  yandan, Hindistan’da olduğu gibi, Çin’de de büyüme yavaşladı, gelirinin %80’ini oluşturan ihracat, 2009’un ilk yarısında %25 oranında düştü. Bu durum, bu yıl boyunca da sürdü.

Çin’in kaydettiği büyüme global ekonomiyi pozitif yönde etkilemesine rağmen, son derece zayıf global ekonomik iyileşmenin, bu Asya ülkesinin ekonomisinin ciddi oranda büyümesine yardımcı olamayacağı bir gerçektir.

Şu anda hükümet iki politikayı birikte ele alıyor: Büyüme sürse de[13] ekonomik teşviklerin ortadan kaldırılması ve maliyeti yaklaşık 100 milyar dolar olan, Batı bölgelerindeki nispeten daha az gelişmiş eyaletlerde 23 büyük altyapı projesinin hayata geçirilmesi.

Çin, ABD’nin baş alacaklısıdır, ama öte yandan da, başta ABD’ye olmak üzere, yabancı sermayeye bağlı bir endüstriyel yapıya sahiptir. Uluslararası piyasaların iniş çıkışını, dalgalanmalarını dikkatle takip etmekte ve parasının serbest piyasada değerlendirilmesine onay vermemektedir. Bu ise, Çin ile ABD emperyalizmi arasındaki çatışmanın temel konularından biridir.

Bugün kapitalist dünyada, geçmişte ABD’nin oynadığı lokomotif rolünü üstlenecek bir ülke yoktur. Çin ise, kaydettiği büyük ekonomik gelişmeye karşın, bu rolü oynayabilecek durumda değildir. Zira Çin’in üretimi, esas olarak kendi iç pazarına değil, ihracata yönelik üretimdir.

OECD raporlarına göre, bu yıl Hindistan’da %8,3’lük bir büyüme tahmini yapılıyor ve hükümet 2012’de %12’lik bir büyüme bekliyor. Hint ekonomisinin gelişmesine ucuz işgücü yardımcı oldu. Otomobil sanayii, hizmet sektörü ve software üretimi ve ihracatında (bu ürünlerin ve bilgisayar hizmetlerinin ihracatına öncelik tanınarak) yoğunlaşıldı. Önemli bir veri de, şirketlerin bu yılın ilk yarısında gerçekleştirdikleri yutma ve birleşme aktiviteleri ile ilgilidir. Füzyon ve birleşmelerin tutarı, ilk defa 47.800 milyar dolara ulaşmıştır. Bu rakam, geçmişte, 2007’de ulaşılan en yüksek düzeyden %48 daha fazladır.

Brezilya’nin büyümesinin nedenleri de, ucuz işgücü ve başta ABD tarafından  yapılanlar olmak üzere, yabancı yatırımlardır. Son yıllarda Çin ile ilişkilerde de önemli bir sıçrama oldu, 2009’da Brezilya’nın en büyük ticari ortağı[14] Çin oldu.

Dünya Banka’sına göre, hammadde ve hidrokarbon ihracatında dünya lideri olan Rusya ise, 2010’da %5.5 büyüyecek. Bu orana, yılın ilk dilimindeki düşük göstergelere göre ulaşılmıştır.

Ekonomik kriz, bu ülkelerin büyük oranda daha gelişkin kapitalist ülkelere bağımlı olduğunu bir kez daha göstermiştir. Bu ülkelerin hükümetlerince girişilen hırslı planların bir kısmının, ulaşılması zor planlar olduğu görülüyor.

“Gelişmekte olan” diye adlandırılan ülkelerde yaşanan büyüme güç kaybetse de, şimdilik, bu düşüşlerin pek sert olmadığı ve bir önceki döneme aşırı kıyastan kaynaklandığı söylenebilir. Şu anda global ekonomide iki kaygı yaşanmaktadır: Gelişmiş kapitalist ülkelerde, düşük büyümeden kaynaklı, yeniden düşüş kaygısı; gelişmekte olan ülkelerde ise, yüksek büyümeden kaynaklı ve finansal sorunlara yol açabilecek aşırı ısınma (enflasyona yol açma olasılığı olan) kaygısı.

Gelişmekte olan diye adlandırılan ülkelerdeki hızlı büyümenin, 2030’larda, global ekonomik güçlerin dengesinde bir değişime yol açabileceği hesaplanıyor. OECD’nin yaptığı bir incelemeye göre, “2000 yılında  dünya ekonomisinin %60’ını oluşturan, şu anda payları  %51’e düşen 31 OECD ülkesi, 2030’da global ekonominin %43’ünden fazlasına ulaşamayacaklar. Öte yandan gelişmekte olan diye adlandırılan ülkeler 2030’da[15],  global GSMH’nin  %57’sini oluşturacaklar.”  Bu değişim, son 10 yılda başladı ve şu anda yaşanmakta olan krizle birlikte hızlandı.

LATİN AMERİKA VE KARAYİPLER

Krizin Latin Amerika ve Karayip’te etkisi inkar edilemez netliktedir. 2009’daki verilere göre, %-1,8’lik bir daralma söz konusudur. Yapılan farklı araştırmalara göre, 2010 ve 2011’de önemli iyileşme bekleniyor. IMF’nin Nisan ayında yaptığı tahminlere göre, 2008’de yakalanan düzeyden (%4.3) düşük olsa da, bu iki yılda GSMH’da her yıl için %4 oranında bir artış bekleniyor. Latin Amerika-Karayipler Ekonomik Komisyonu (ECLAC), bu konuda daha iyimser bir açıklama yaptı ve bu yıl büyümenin %5.2 olduğunu, fakat 2011’de  %3.8’e düşeceğini dile getirdi.

Bu bölgedeki ülkelerin büyüme düzeyleri oldukça farklıdır. Brezilya, Paraguay ve Peru üst düzeydeyken, Venezuela, bu yıl % -2,6 ile negatif büyüme gösteren tek Güney Amerika ülkesi oluyor. Birkaç Karayip ülkesi de onunla aynı durumda. Haiti, geçen Ocak ayında yaşadığı deprem nedeniyle %-8’e düşecek.

Bölgesel büyüme, hem iç hem dış talebe, hem de uygulanan devlet destek politikalarına bağlıdır. Bu ülkelerin bağımlı olma karakterleri gözönünde tutulursa, iyıleşme süreçlerinin, hammadde fiyatlarını belirleme ve ihracat hacimlerini kısıtlama yetileri olan dünyanın en gelişmiş ekonomileri ile aynı seyri izleyemeyecekleri söylenebilir. Avrupa krizinin etkisi, kendini yalnızca ihracat fiyatları düzeyinde ve hacminde değil, göçmen işçilerin gönderdiği işçi dövizlerinde de gösterdi. Örneğin Ekvator’da, İspanya’dan gelen işçi dövizi, bu ülke GSMH’sinin %3’ü civarındadır.

Latin Amerika, esas olarak ABD, Avrupa Birliği ve Çin arasındaki ekonomik çekişmenin ortasında yeralmaktadır. Bölgenin ekonomik politik kontrolü ABD’nin elindeydi ve hala da öyle. Fakat halihazırda önemli değişikliklerin olduğu ve daha da olacağı açıktır. Latin Amerika-Karayipler Ekonomik Komisyonu’na (ECLAC) göre, Çin, Latin Amerika’nin stratejik ortağı haline geliyor ve eğer son on yılda bölgeden ana pazarlara yaptığı ihracat oranını koruyabilirse, Avrupa Birliği’ni saf dışı bırakıp, ABD’ye yaklaşabilir. 2009’da Çin’e yapılan satışlar, toplam satışın %7,6’siydi. 2020’de ise %19,3 (2020’de AB’ye yapılacak ihracat %14 olacak) olacağı söyleniyor. Bunun temel nedeni, ABD’ye yapılan satışların düşmesidir. 2009’da bu oran %38,6 olarak gerçekleşirken, 2020’de[16] %28,4’e gerileyeceği hesaplanıyor. İthalata gelince, ECLAC’a göre, bölgenin ithalat kaynağı olarak Çin, 2020’de AB ve ABD’yi gececek.

Çin, Latin Amerika’da muazzam yatırımlar yapmaktadır. 2004’de açıklanan projeye göre, esas olarak Arjantin, Brezilya, Şili, Kolombiya ve Venezuela’da ve 2015’den önce gerçekleştirilmek üzere, toplam 100 milyar dolarlık yatırım yapılması öngörülüyordu. Resmi rakamlara göre[17], Çin sermayesi, tüm gezegene yayıldı ve Latin Amerika’da son iki yılda %70 büyüdü. Yatırım projeleri, hammadde, bakır, petrol, demir işletmeciliği, nakliyat ve imalat sanayiinde yoğunlaştı.

AFRİKA

Global kapitalist kriz, Afrika özelinde, açlık ve yoksulluğun artmasına yol açtı. BM’in 2009 Kalkınma Programını’nın  (PNUD) verdiği bilgiye göre, dünyanın en az gelişen 24 ülkesinden 22’si Afrika’da ve hepsi de Alt-Sahra bölgesinde. Kıtada yaklaşık 16 milyon kişi, günde 1,25 dolardan daha az bir para ile yaşıyor.

Gerçek durum tam tersini ortaya koymasına rağmen, IMF, kıtanın ekonomik gidişinin iyi bir noktada olduğunu iddia ediyor. Orta Doğu ve Kuzey Afrika ülkelerinde hammadde fiyatlarının artmasını, ihracat ve üretimin büyümesini sağlayacak dış talebin canlanmasını ve GSMH’de, 2010’da %4,5 ve 2011’de %4,7’lik büyümeleri bekliyor.

Afrika’nın Alt-Sahra bölgesinde, bu yıl, büyümenin %4, 2011’de %6 olacağı tahmin ediliyor. Bu, uygulanan konjonktür karşıtı politikaların ve “düşük gelirli ekonomilerin genelinin global ekonomiye entegresinin[18] meyvesi olmalı. Bunun böyle olması, global ekonomik sorunların, bu ülkelerin gelişimini olumsuz yönde etkilediği gerçeğini değiştirmez.

Afrika kıtası emperyalist güçler açısından dünyanın paylaşımı mücadelesinde önemli bir yer tutmaktadır. Hıdrokarbon kaynakların emperyalist metropollere dağıtımı ve ulaşımının sağlanması bakımından önem taşıyan bir çatışma alanıdır.

Dünya emperyalist sisteminin krizinin derinleşmesi, Afrika’da şu sonuçlara yolaçmaktadır : 1- Dünyanın paylaşımı kavgasında onları karşı karşıya getiren çelişkilerin daha da keskinleşmesi. Fransa, İngiltere, İspanya, Portekiz gibi eski sömürgeci güçler kıtada güç yitirmektedirler. Esas olarak Fransız yeni sömürgeciliğinin içine düştüğü kriz ve yenilgi açıkça gözler önündedir ve Fransa tarafından işbaşına getirilmiş olan yeni sömürge yönetimler tam bir çıkmaz içerişinde bulunuyorlar. Ve Amerikan emperyalizmi, Çin ve Hindistan, Brezilya, İran gibi bölgesel güçler hissedilir ölçüde devreye girmektedirler.

2- Fransız emperyalizminin nispi zayıflıktan dolayı yeni sömürgeci politikasını hayata geçirmekte zorlandığı dikkate alındığında, hammadde kaynaklarına, petrol, uranyum, tarım yapılabilir arazilere sahip Afrika kıtasının tekellerin iştahını kabarttığı ortadadır.

Afrika ülkelerini saran kriz, satılmış yönetimleri öteki emperyalist güçlerin kucağına itmekte ve oradan, dışarıya etnik çatışmalar olarak yansıyan savaşları körüklemeye zorlamaktadır.

Afrikadaki işçi ve halk hareketi, ekonomik ve politik talepleri için mücadelelere girişmekte, devrimci demokratik hareketin yapısındaki zayıflıkları aşmaya çaba sarfetmektedir.

Afrika’nın tümünde devrim için koşullar olgunlaşmaktadır, ama hala subjektif koşullar, olgun objektif koşulların düzeyine gelebilmiş değildir. Ulusal ve sosyal kurtuluş için işçi sınıfı ve halkların mücadelesini ilerletmek üzere, Marksist Leninist partilerin kurulması ve gelişmesi, hayati bir önem taşımaktadır.

EMEKÇİLER VE HALKLAR KRİZE KARŞI SEFERBER OLUYORLAR

Finans sektörünü ve sanayi şirketlerini kurtarmak için devletin milyarlarca dolarını (yani emekçilere ve halklara ait kaynakları) kullandıktan sonra, burjuvazi, şimdi de kapitalistlerin işleri batmasın ve kârları artsın diye planlanan “istikrar tedbirleri” adı altında emekçilerin ceplerine el atıyor.

Bu tür paketler, tüm dünyada 30 yıldır uygulanan, emekçi yığınları daha da yoksullaştıran IMF ve DB’nin ünlü neoliberal mantığına karşılık düşüyor. Fakat Avrupa işçi sınıfı beklemedi ve istikrar planlarına, Yunanistan, Fransa, İspanya, Almanya, İtalya’da genel grevlerle ve kitlesel eylemlerle yanıt verdi ve “krizin yükünü emekçiler değil, krizin sorumlusu olan kapitalistler ödemeli” şiarını yükseltti.

Avrupa emek hareketi, politik açıdan yeniden canlanma işaretleri veriyor ve dünyanın tüm emekçileri için bir mücadele referansı haline geliyor. Bu mücadelelerde, kapitalist sistemin temel mezar kazıcısı olarak proletaryanın rolü öne çıkıyor. Burada, -kağıtlı veya kağıtsız olsun- göçmen emekçilerin, AB’nin yabancı düşmanı ve ırkçı politikalarına, sermayenin istikrar planlarına karşı verdikleri kitlesel yanıt da önem taşımaktadır.

ABD’de de, Arizona Eyaleti’nde onaylanan ve “yasadışı” çalışan emekçilerin cezalandırılmasını öngören yasaya karşı mücadele sırasında görüldüğü gibi, göçmenlerin protestosu güçleniyor. ABD sınırlarının da ötesine taşan bu önemli kitle hareketi, ABD’nin yerli emekçileri tarafından da destekleniyor.

Meksika da, hem devlet hem özel sektor çalışanlarının, özellikle de öğretmenlerin kitlesel protesto eylemlerine sahne oldu ve olmaya devam ediyor.

Latin Amerika’nın geri kalanında da benzer, hatta daha güçlü mücadeleler söz konusudur. Arjantin emek hareketinin gelişimi biliniyor; Şili’de öğrenci gençlik ve öğretmenler, eğitimin özelleştirilmesine karşı ve diğer ekonomik talepleri için mücadelede güç topluyorlar. Yerliler seslerini yükseltiyor ve ulusal hakları için mücadele ediyorlar. Bolivya’da kitle hareketleri çok çeşitli taleplerle yükseliyor. Hükümete hala gerçekleştirmediği vaadlerini yerine getirme çağrısı yapıyor, oligarşi ve ABD emperyalizmince tetiklenen  bölücü ve suikastçi eylem ve hareketlere karşı da mücadele yürütüyor. Peru halkı, IMF politikalarına endeksli ve elinde emekçi kanı bulunan gerici hükümetle mücadele ediyor. Ekvador’da halk, düşlerine ihanet eden kalkınmacı hükümete karşı hayal kırıklığı içinde sokaklara dökülerek taleplerini haykırıyor. Venezuela, Hugo Chavez’in ilerici politikalarına destek veren güçler ile sürece son vermeyi hedefleyen ve Washington tarafından motive edilen sağ güçler arasında önemli politik mücadelelerin merkezi durumundadır. Kolombiya’da da kitleler, kontra-eylem politikasına yaslanan ve dünyanın en ilkel güçlerinden destek alan hükümetteki gerici grubun politikası karşısında susmuyor.

Latin Amerika’da kitlelerin mücadelesi ve bilinçlerinin gelişmesi, politik ve toplumsal güç ilişkilerinde bir değişimi de tetikledi. Bazı demokratik ve ilerici hükümetler,  planlarında ilerleme kaydetmelerini isteyen halkların baskısını hissedip, bağımlılığın kırılması yönünde, ekonomik ve politik önlemler almayı benimsemiş durumdalar. Bazı kesimlerin yeniden bağımlılık ilişkilerini diriltme çabalarına karşın, ABD’nin çıkarlarını zedeleyecek UNASUR (Güney Amerika Ülkeleri Birliği) ve ALBA (Latin Amerika için Bolivarcı Alternatif) gibi bazı inisiyatifler ortaya çıkmaktadır.

Asya’da işçi sınıfı mücadelesi, özellikle de bitmez tükenmez çalışma saatlerine rağmen ücretlerin düşük olmasına karşı sürdürülen eylemlerle, birçok ülkede genişlemektedir. Çin, Kamboçya, Vietnam, Hindistan, Endenozya gibi ülkelerde emekçiler seferber oldu ve bu aylarda milyonlarca emekçinin greve gideceklerini duyurdular. Bengladeş’te tekstil işçileri (çok uluslu şirketlerde çalışıyor ve dünyanın en düşük ücretini alıyorlar) uzun bir greve gittikten ve gösterilerde şiddete maruz kaldıktan sonra, maaşlarında %80’lik bir artış elde ettiler. Talep ettikleri ücret aylık 75 dolardı, ama ancak 43 dolara yükseltebildiler.[19] Kamboçya’da, 273 aktif sendikanın tüm sanayi sektörlerinde 3 günlük grev yapacakları tehditinden sonra, işçiler, %21’lik bir ücret artışı (aylık 50 dolardan 61 dolara) elde ettiler. Geçen yıl %9’luk bir enflasyonun vurduğu Vietnam’da 200 işyerinde grevler yaşandı, Tayvanlı bir ayakkabı fabrikasında yaklaşık 10 bin işçi greve gitti. Endenozya’da, bu yılın ikinci yarısının başlarında, 40 binden fazla tekstil işçisi, elektrik fiyatlarının yükseltilmesini protesto için Bandung’da iş bıraktı. Hindistan’da Nokia (Finlandiya), Bosch (Almanya), Hyundai (Guney Kore), Volvo (İsveç) ve daha birçok çok uluslu şirket çalışanlarının hoşnutsuzluk, protesto ve eylemleri büyüyor. Çin’deki grev ve protestolar, milyonlarca işçiyi birleştirdi ve işçilerin önemli maaş artışları [20] elde etmelerini sağladı. Bu nedenle de bazı şirketler yatırımlarını, daha düşük maaşlarla işçi çalıştırdıkları, ama sömürüye karşı proleletarya mücadeleleri ile karşı karşıya kalacakları başka komşu ülkelere kaydırdılar.

Asya’da büyüyen, yalnızca bazı ekonomiler değildir. Bölgede sermaye hareketinin bir meyvesi olarak doğan ve gelişen proletarya, şu anda bazı ülkelerde, gerçek toplumsal ayağa kalkışlara önderlik ediyor.

Politik ve toplumsal çatışma, Afrika’da da yüksek düzeyde yaşanıyor. Çeşitli ülkelerde yabancı ülkelerce desteklenen gerici rejimler, kendi halklarına karşı ya suç teşkil eden eylemler geliştiriyor ya da kendindeki veya komşu ülkelerdeki etnik farklılıkları kışkırtıyor. Sömürgeciliğin çözülmesinden 50 yıl sonra, kıtada kapitalizmin gelişmesi, Afrika’yı yeni bir ekonomik sömürgecilik sürecine soktu. Emperyalist tekellerin gözü, Afrika’nın zengin mineralleri ve topraklarında bulunuyor. Buraları sömürmeyi sürdürme çabası içindeler. Bu da, bölgede yaşayanların ve emekçilerin karşı koymasına ve direnmesine yol açıyor.

Dünyanın geri kalanında olduğu gibi, Afrika kıtası emekçileri de mücadele içindeler. Geçen yılın sonlarında, Fas, maaşlarının arttırılması talebinde bulunan madencilerin önemli bir direnişine sahne oldu. Güney Afrika’da, bir milyondan fazla kamu çalışanı, revizyonist komünist partinin desteklediği ANC hükümetinde ciddi sarsıntılar yaratan süresiz bir greve gittiler. Aynı şekilde, 31 bin otomotiv işçişi de eylemler gerçekleştirdi. Mozambik’te, hayat pahalılığına karşı halkın ayaklanması 3 gün sürdü. Başkent Maputo’nun kenar mahallelerine de yayılan eylem, 2008’de gerçekleşen “açlık isyanları”nı çağrıştırdı. Halkların krize karşı ve yaşam için mücadele ettiği kıtanın daha birçok ülkesinde, bunlara benzer eylemler gerçekleşti.

Hem genel mücadelenin içindeki yeriyle, hem de kendi özgün talepleri için bayrağı yükselten gençliği de gözardı etmemeliyiz. Avrupa’da gençlik, işsizliğin temel kurbanlarından biridir. Gençlik, Latin Amerika’da kamusal eğitim hakları konusunda oldukça aktiftir.

Genelde, tüm dünyada emekçi ve halkların mücadelesi güç kazanıyor. Bu mücadele, politik ve toplumsal güç ilişkilerinde değişim yaratıyor. Önemli olanı da, bir çok yerde devrimci ve sosyalist tezlere kapı açıyor ve bu tezler, binlerce proleter mücadele insanının bilinçlerine yerleşiyor. Kapitalizme ve burjuva politikalara karşı güvensizlik büyüyor ve kitleler ekonomik, politik ve toplumsal başka bir dünya arayışına yöneliyor.

Buna karşın bu, burjuvazinin insiyatifini kaybettiği anlamına gelmez. Burjuva kesimler, geçmiş kriz koşullarında da olduğu gibi, yine reformist söylem ve planlara sarılıyorlar. Emekçileri kandırmayı sürdürmek ve sömürü düzenini kalıcı kılmak için, neo-liberalizmi ve hatta insanlık düşmanı kapitalizmi kötülüyorlar.

Sosyal demokrasi, krizin ve kitlesel hosnutsuzlukların ortalarında arayışa giriyor ve ortaya bir kez daha, “yoksulluğu arttıran neo-liberalizmin karşısına, halklara demokrasi ve özgürlük getirmeyen bir Marksist sosyalizm” seçeneği koyuyor. Orta yolcu hareketler (üçüncü yol), geçen yüzyılın politik tarihinde de sürekli varlıklarını sürdürdüler. Yine varlar ve yine aynı türden arayış içindeler. Üçüncü yol, her koşul altında Marksist sosyalizm karşıtı bir harekettir ve “XXI. yy. sosyalizmi” gibi önermeler, var olan sisteme alternatif değildir.

Politik ve ideolojik mücadelenin güçlendiği bu koşullarda, Marksist Leninist parti ve örgütler olarak bizler, sosyal demokrasi, reformizm ve revizyonizme karşı tüm dünyada büyüyen değişim talebi lehine eğilimlerin genişlemesini gerçekleştirmek gibi bir zorunlulukla karşı karşıyayız. Devrimci proleter örgütlenme sürecini ilerletebilmek için, bu karşı devrimci yönelimlerle mücadele etmek  zorunludur.

Emperyalistler arası çatışma ve çekişmenin kendini daha çok hissettirdiği bir dönemde, yağmacı ve saldırgan emperyalist politika devam ediyor.

Bütün dünyayı saran ağır ekonomik kriz koşullarında, emperyalistler arasındaki çatışma kendini yalnızca, sorunları çözeceği varsayılan tedbirler vasıtasıyla ortaya koymuyor. Tüm ekonomik, politik ve askeri girişimlerin arka planında yeni pazarlar ve etkinlik alanlarının denetimi için mücadele bulunuyor.

ABD, ekonomik, politik ve askeri kapasitesinden dolayı, en güçlü emperyalist ülke olma konumunu koruyor. Bu çıkar çatışmaları ortamında, diğer emperyalist ülkeleri kendi politik ve askeri planlarını desteklemeye zorlamakta ya da Afganistan ve Irak işgallerinde olduğu gibi, en fazla pasif bir muhalefete razı etmektedir. Yeryüzünde 140 kadar ülkeye yayılmış 800’den fazla askeri üssün[21] muazzam caydırıcı etkisi olmadan, politik kontrolün sağlanması, imkansız olurdu.

Saldırganlık, ABD emperyalizminin bayrağı haline gelmiştir. Daha önce Afganistan ve Irak’ta yaptığı gibi, Iran ve Kore’yi tehdit ediyor, Filistin halkına saldıran Israil Siyonizmi’ni destekliyor.

Afrika, saldırgan ABD emperyalizminin, diğer emperyalist AB ülkelerinin ve Çin’in politikalarının kurbanıdır. Emperyalist güçler, Afrika’da, kabilelerarası ve ulusal etnik çatışmaları körüklüyor ve bölgeleri ve ülkeleri işgal ediyorlar.

Yanki emperyalizminin arka bahçesi olarak düşünülen Latin Amerika’da, bölge hükümetlerinin tam kontrol altına alınması ve kıtada esmekte olan yurtsever ve ulusalcı rüzgarın boğulması amaçlı, tehdit ve şantajlar devam ediyor. ABD’nin 4. filosu darbeler körüklemek üzere Latin Amerika’da konuşlandırılmış bulunuyor.

Askeri harcamaların arttırılması, askeri kapasiteyi mükemmeleştirmeye yönelik bilimsel ve teknolojik gelişmeler, dünya hegemonyasını sürdürme hevesi, ABD egemen çevrelerinin geniş çaplı bir askeri saldırı için hazırlıklı olduklarını ortaya koymaktadır.

ABD bu muazzam askeri gücüne rağmen, AB ve Çin gibi bloklar ve diğer güçlerin eylemlerinden etkilenmekte ve bunların tehditini ensesinde hissetmektedir. Örneğin Çin’in ani güçlenmesi ABD’yi oldukça kaygılanmaktadır[22]. Gelişmekte olan diye adlandırılan ülkeler, ABD, AB ve Japonya’yı zaten genel olarak kaygılandırmaktadırlar Bu ülkelerin 2020-2025 periyodunda, dünya GSMH’sinin yaklaşık %60’ını üretmeleri ve bunun %45’lik bölümünün Asya’nın payına düşmesi bekleniyor. Bu, dünyadaki güç  ilişkilerinde, emperyalistlerin tüm direnişlerine karşın, önemli değişiklikler yaşanacağını gösteriyor.

Böylece, ABD, kontrol ve egemenlik alanlarının yeniden dağılımını dayatıyor. Doğu Avrupa Bölgesi, Batı Asya ve Orta Asya, ABD, Rusya ve Çin arasında enerji kaynaklarının kontrolü için çekişme bölgeleri oldu. ABD, bu bölgelerde yatırımlar gerçekleştirip, SSCB nin dağılmasından sonra ortaya çıkan cumhuriyetlerin hükümetlerine ekonomik ve askeri destek sağlarken, diğer güçler de, aynı yolu takip ediyorlar. ABD askerlerinin üzerinde tepindiği Orta Doğu’da benzer şeyler gerçekleşiyor. Aynı şekilde, Afrika’da, petrol ve mineral kaynakları açısından oldukça zengin olan Yemen, Somali ve genelde Afrika Boynuzu olarak adlandırılan bölge, Yanki emperyalizminin doğrudan müdahalesine maruz kalan “sıcak” bölgelerdir. ABD, Çin ve onun Avrupalı müttefiklerini safdışı bırakmak ve bölgeyi tamamen kendi kontrolü altında tutmak istiyor.

ABD, dünyanın bu bölgelerinde yeni adımlar atarken, Çin de sessizce Latin Amerika ve Afrika’da, ve hatta Avrupa ve bizzat ABD’nin kalbinde ekonomik varlığını genişletiyor. AB, Latin Amerika’da varlığını genişletmeye niyetlendi (bu amaçla, Serbest Ticaret Anlaşmaları -TLC- nı teşvik etti) . Ama orada da, giderek güçlenen oldukça güçlü ve kıvrak bir rakiple karşılaştı.

Emperyalist güçler, kendi aralarında çatışırlar; ancak uluslararası sermayenin egemenlik kurallarını güçlendirmek, uluslararası terorizm diye adlandırdıkları şey ve halkların mücadelesine karşı durmak gibi birçok konu ve alanda birbirleri ile işbirliği de yaparlar.

ABD, birkaç yıl önce, dünyanın medeniyetler savaşı ile yüz yüze geleceği fikrini ortaya attı. Bu teoriyle, dünyaya egemen olma arzusu ve savaş kışkırtıcılığını makul göstermek istiyordu. Emperyalistlerarası çelişkiler; halklar ve ezilen uluslar ile emperyalizm arasındaki büyük çelişki; ve dönemi karakterize eden sermaye ile emek arasındaki çelişki, burjuvazi ile işçi sınıfı arasındaki çelişki gün gibi ortadadır. Bütün bunlar, günümüz pratiğinde açıkça ortaya çıkmaktadır. Bu çelişkiler, işçi sınıfı ve halkların mücadelesi ve biz Marksist Leninistlerin sosyalizm ve proletaryanın toplumsal devrimini gerçekleştirmek yolunda önümüze koyduğumuz devrimci emeğin gelişmesi görevi için daha iyi koşullar yaratmaktadır.

Emperyalist sermayenin tüm dünyada kurduğu egemenlik; kapitalizmin yapısından kaynaklı dönemsel kriz; işçi sınıfı ve halkların mücadelesinin tüm dünyada gelişmesi; emperyalizm ve proleter devrimleri çağında yaşadığımız saptamasında bulunan Leninist öğretiyi doğruluyor. Bizler, uluslararası Komunist hareketler, stratejik görevlerimizi bu öğretinin bize gösterdiklerine dayanarak yerine getirmek ve ayrıca da konjontürel duruma uygun olarak davranmak zorundayız.

GÖREVLERİMİZ

Kriz karşısında tepki, emperyalist ülkelerde ve dünyanın her tarafında işçi sınıfının, gençliğin (protestolar seviyesini aşmamakla birlikte) eylemlerinde ifadesini buldu ve birlik, örgütlenme ve örgütlerini sağlamlaştırma ihtiyacı giderek arttı.

Günümüz kitle hareketinin deneyimleri, emekçilerin sendikalarını mücadele merkezlerine dönüştürmelerini, burjuvaziye karşı mücadelede zaferler elde etmek için politik partiler olarak örgütlenmelerini zorunlu kılmaktadır. Bu gerçek, bizlere, işçi sınıfı örgütleri içerisinde daha yoğun bir çalışma yürütme görevi yüklemektedir.

Bugün, dünyanın içinde bulunduğu ekonomik, politik ve toplumsal koşullar, kapitalist sistemin açık bir çözülme yaşadığını ve emekçilerin toplumu olan sosyalizmi kurmak için, kesinlikle, devrimin örgütlenmesi sürecini geliştirmek gerektiğini göstermektedir. Biz Markist-Leninistler, bu tarihi sorumluluğu üzerimize alıyoruz.

Bu sorumluluğu yerine getirmeye yönelik, emperyalizm ve kapitalizme karşı, işçi sınıfı ideolojisi, politikası ve örgütlülüğü önderliğinde güçlü bir anti-emperyalist, anti-kapitalist kitle hareketi inşaası için çalışmalıyız.

Proletaryanın diğer sınıfları, ezilen emekçi kesimleri ve halkları kendi davasına çekme sorumluluğu -aynı zamanda zorunluluk- var. Bu başarılmadan, devrimin düşmanlarını yenmek olanaksızdır.

Bütün ülkelerde -daha çok bağımlı ülkelerde- anti-emperyalizm bayrağının yükseltilmesi, günluk işimizin bir parçası olmalıdır. Halkların ve emekçilerin, demokrasi, özgürlük, bağımsızlık, tatmin edici bir sosyal refah ve fiziki gereksinimlerin sağlanması talepleriyle sürdürdükleri kavgada, mücadelede, eylemde cişimleşen, büyük bir anti-emperyalist cephe oluşturabilmek için çalışmalıyız.

Onun eylem ve mücadelesine devrimci bir içerik yerleşmesi için, işçi sınıfının birliğini önemsemeliyiz. Bu, mücadelenin ve toplumsal dönüşümün bel kemiğidir. Sendikal akımlar kanalıyla, partilerimizce yönlendirilen temel örgütlenmede (sendika, işçi sınıfı mücadelesinin temel aracı), sınıf  sendikacılığının inşaası için çalışmalıyız.

ABD ve Kanada gibi, Avrupa ülkelerinde de önemli bir kuvvet var: göcmen işçiler. Bunlar, kağıtlı kağıtsız, çalıştıkları ülkelerdeki işçi sınıfının bir parçasıdırlar ve tekellerin aşırı sömürülerinin hedefidirler. Onlar için hükümetlerin uyguladığı özel politika da, bizim tarafımızdan verilecek özel bir karşılığı hak ediyor.

Kapitalist sistemin içkin doğasının sonuçları ve uygulanan neoliberal politikalar nedeniyle, evsiz, topraksız ve işsiz bir kesim her gün giderek daha bir artıyor. Dışlanmışlar olarak da sınıflandırılabilecek bu kesim, hayatta kalabilmek için mücadeleye hazır bir nufusu oluşturuyor. Bize düşen, bunların hoşnutsuzlukları ve mücadelelerini örgütlemektir.

Dünyanın her yerindeki kitle mücadelelerinde, gençlik, önemli bir yer tutmaktadır. Emekçi gençlik, öğrenci gençlik ve ulusal gençlik grupları. Gençlerde değişim ve devrim fikri daha kolay nüfuz eder. Öte yandan, burjuva sosyal demokrat nağmelere kolayca kapılabilirler de. Gençliğin, partiler ve ayrıca bulundukları kitle örgütleri içindeki çalışma kanalıyla politik örgütlenmesi birincil görevdir.

Kadın hareketleri için de aynısı geçerlidir. Dünya nüfusunun yarısını oluşturan bu kesimi, politik devrim mücadelesine katmak için, uluslararası komünist hareketin, kadın emekçiler ve ezilen kadınlar arasında özel bir çalışma yürütme geleneği üzerinde çalışılmalı ve bu gelenek geliştirilmelidir. Bu çalışmada, kadınların özgül taleplerini, kapitalizm ve emperyalizme karşı mücadele ile birleştirmek için bu taleplerin sınırlarını (iş yerlerinde ve “sivil toplum örgütleri”nde kararlı bir şekilde çalışarak) genişletmek zorundayız.

Kapitalist somürünün doğaya verdiği korkunç zararlar sonucunda çevre hareketi gelişmekte ve çevre hareketleri toplumların önemli bir kesimine mücadele çağrısı yapmaktadır. Öte yandan, bu hareketler, temelde, sistem içinden mevkilerce yönlendirilmektedir. Bize düşen görev, bu hareketler içinde yer alıp, hareketin içeriğini, sınıf karakterli ve devrimci pozisyonlara evirmektir.

İdeolik mücadeleyi sürdürmek, proleter devrimci komunistler için bir zorunluluktur.

Biz Markist Leninistler, duyarlı tüm toplumsal kesimleri, devrimci ve ilerici politik mücadeleye kazanmak zorundayız. Ülkelerimizde, sınıftan bağımsız olarak gerçekleşen ve uluslararası bağlamda gelişen tüm politik eylemlerde yer almalıyız. Eylemlerde, işçi sınıfının ve halkların politik bilinç düzeyini yükseltmek ve onları farklı yöntem ve çesitli düzeylerde örgütlemek için çalışmalıyız. Herşeyden önce de, devrimci sürece yön vermenin temel aracı olan  proletarya partisi inşaasını merkeze koymalıyız. Partilerimizin, kitleler içinde kök salması, proletaryayı iktidara taşıyacak ve sosyalizmin inşaasını gerçekleştirebilecek yetiye sahip olması için çalışmalıyız.

Önümüze koyduğumuz görevler bunlar ve bunları yerine getireceğimizi ilan ediyoruz.



[1] Ekonomik verimliliği, dibe çeken ve kârlılığı engelleyen bir dizi banka ve şirket devlet yardımlarıyla ayakta kaldı.

[2] Bu %4,6’lük büyümede, yılın ilk yarısında Asya ekonomisinin büyüme kaydetmesinin önemli etkisi vardır.

[3]Japonya’da GSMH’nin %200’u olup, gelişmiş kapitalist ülkelerde oran daha yüksektir.

[4] Bu olayda, bazı hisse senetleri %60 değer kaybetmişti, Accenture hisseleri 40 dolardan 1 cente, Lear hisseleri 74 dolardan 0,0001’e kadar inmişti.

[5] ABD’nin ekonomik aktivitesi, 1930 Büyük Bunalımı’ndan bu yana Haziran 2009’a kadar bir yılda 3’er aylık seanslarla ardarda 4 kez küçülme yaşamıştır. Bu süreçte GSMH yaklaşık %3,8 küçüldü.

[6] Dünya ticaretinin % 80’inden fazlası dolarla yapılıyor.

[7] 1950’de yönetim kadrosuna yapılan ortalama ödeme ile çalışana yapılan ortalama ödeme arasındaki oran, 30’ a 1’di. Bu oran, 2000 yılından bu yana, 300’e 1 ile 500’e 1 arasında büyüdü.

[8] Global Research: http://www.globalresearch.ca/index.php?context=va&aid=19539

[9] Kaliforniya’da işsizliğin %20 olduğu ilçeler var.

 

[10] ABD’de, 1970’den bu yana, talep ve istihdamda, borçlanma yoluyla teşvik edilen kümelenmiş talep yardımı olmadan bir büyüme sağlanamadı.

[11] Bunun anlamı; örneğin, 2010 yılında her gün bir milyar dolar ödense hala bir trilyon doların ödemesi bitmeyecek demektir.

[12] Yunanistan’ın borçlarının % 40’ından fazlası Fransız ve Alman bankalarının ellerinde; geri kalanı ise diğer bankaların. Bir kısmı da Yunan sermayesi olarak görünüyor, ama bunlar da Fransız, Alman ve ABD sermayesinin kontrolü altınadır.

[13] Bu yıl için büyüme tahminleri % 9,5 ile %  11 arasında oynuyor. Bu iki orandan herhangi biri bile mevcut koşullarda oldukça yüksek sayılır.

[14] Aynı şekilde, Hindistan ve Güney Afrika’nın da en büyük ticari ortağı.

[15] OECD Raporu: “Global gelişim perspektifleri: “Zenginliğin değişimi” http://www.oecd.org/document/12/0,3343,en_2649_33959_45467980_1_1_1_1,00.htm

[16] Aslında Çin, Brezilya ve Şili’nin temel ticari ortağıdır.

[17] Çin, Venezuela’da petrol kuyuları alt yapısına, gaz üretimine, demiryolu ve rafinerilerin iyileştirilmesine 400 milyon doların üzerinde bir yatırım yaptı.

[18] Global Ekonomi Perspektifleri- IMF, Nisan, 2010

[19] Basbakan Sheikh Hasina Wajed şunu bilmeli ki, şu anki asgari ücret, “yalnızca yetersiz değil, aynı zamanda insanlık dışıdır.”

[20] Çin Komünist Partisi yayın organı Global Times, Çin’in global pazarlara açılmasıyla birlikte, sıradan emekçilerin ekonomik zenginlikten en düşük payı aldıkları eleştirisini yaparak, grevlerin, ‘örgütlü sendikal korunma’ gereksinimini ortaya çıkardığı uyarısında bulundu.

[21] ABD, gezegenin en yüksek askeri bütçesine sahiptir; neredeyse tüm dünya ülkelerinin askeri bütçelerinin toplamı kadar.

[22] Yukarıda işaret ettiğimiz gibi, Çin, gezegenin ikinci büyük ekonomisine dönüşerek, Japonya’yı sollamıştır.

KESK ve Kongreler Süreci Üzerine

Uzunca bir süredir, işçi ve emekçilerin, sendikalarını sermayenin bitmek bilmez saldırılarına karşı kendi birlik ve mücadele merkezleri olarak yeterince kullanamadıkları biliniyor. Mevcut sendikal örgütlenmelerin büyük bölümü, “sosyal diyalog” adı altında, hakları için mücadele etmekten çok, sermaye ve hükümet çevreleriyle “müzakere” etmeyi marifet sayan “sınıf uzlaşmacı” bir yönelime girmiş durumdadır. Bu tür anlayışların egemen olduğu sendikalarda, emekçiler sendikalarına olan güvenlerini gün geçtikçe kaybederken, sendikalara inançsızlık ve bunun sonucunda ortaya çıkan kayıplar son yıllarda yoğunlaşmıştır. Bu durum, sendikaların işlevini yitirdiğini değil, aksine tarihin ve güncel gelişmelerin sırtlarına yüklediği görevleri ve işlevlerini yerine getirmediği zaman güç ve itibar kaybetmelerinin kaçınılmaz olduğunu gösteriyor.

1980’li yılların sonunda “tarihin sonu” söylemlerinin gündemde olduğu, “Yeni Dünya Düzeni” (YDD) üzerine nutukların atıldığı bir dönemde, tüm dünyada sendikalar ciddi bir gerileme yaşarken, Türkiye’de tam tersi yönde gelişmeler yaşanmıştır. 1980’li yılların son çeyreğinde başlayan ve 1989 Bahar Eylemleri ile doruk noktasına ulaşan işçi hareketine paralel olarak kamu emekçileri hareketi de önemli bir çıkış gerçekleştirmiştir. Kamu emekçilerinin acil ve somut talepleri üzerinden binlerce kamu emekçisinin mücadeleye çekildiği, ekonomik, sosyal ve sendikal hakları için alanlara çıktığı ve siyasi iktidarla karşı karşıya geldiği bir dönemde, daha sonra KESK’i oluşturacak olan kamu emekçileri sendikaları, işyerlerinden başlayarak örgütlenmeye başladılar ve gerek kitleselliği, gerekse mücadeleci kimlikleri ile bugün bile hatırlanan örnek mücadeleler ortaya koydular. O dönemde, işçi sendikaları hızla üye kaybederken, kamu emekçileri sendikaları büyümekteydi. Bu anlamıyla, bütün dünyada sendikalar üye ve itibar kaybederken, KESK, Türkiye’nin kendine özgü koşullarında doğup gelişen mücadeleci bir sendika merkezi olarak ortaya çıkmıştır.

 

KONGRELERE GİDERKEN YAŞANAN SORUNLAR

KESK ve bağlı sendikalar, içinde bulunduğumuz dönemde, son derece önemli ve bir o kadar da tehlike ve tuzaklarla dolu bir süreçten geçmektedir. Dünyada ve Türkiye’de emek mücadelesi ve onun değerlerine karşı tarihte eşi görülmemiş bir saldırganlık söz konusudur. Türkiye’de sermaye güçlerinin kendi sınıf egemenliklerini güçlendirmek için yaptığı yasal ve fiili müdahaleler (Torba Yasa, Sendikalar Kanunu, esnekleştirme, sendikasızlaştırma, taşeronlaştırma uygulamaları vb.), başta eğitim ve sağlık olmak üzere, tüm kamu hizmetlerinin özelleştirilmesi uygulamaları bütün hızıyla sürmektedir. Bugüne kadar atılan adımlar emekçilerin kazanılmış haklarını ortadan kaldırma aşamasına gelmişken, kamu emekçileri sendikaları, sayısal olarak büyümek ve etkinlik anlamında güçlenmek bir yana giderek küçülmekte ve darlaşmaktadır.

Uzun süredir, işçi ve emekçilerin ana gündemini oluşturan saldırı yasaları ile sermaye güçleri ve hükümetleri; kamu emekçilerinin çalışma ve yaşam koşullarını daha da geriletmenin hesaplarını yapmaktadır. Sermaye saldırıları öylesine yoğunlaşmıştır ki, meclisin emek düşmanı performansı göz önünde tutulduğunda, birkaç oturumda kamu emekçilerinin pek çok kazanımını ortadan kaldıran yasalar çıkarılmış ve esnek, kuralsız ve güvencesiz istihdamın kapıları ardına kadar açılarak, özellikle mücadeleci sendikaların altını boşaltmak için gerekli düzenlemeler yapılmıştır.

KESK ve bağlı sendikalardaki üye artışının durma eğilimine girmesi, önemli bir sorun olarak dikkat çekmektedir. Başka bir ifadeyle, KESK ve bağlı sendikalar, kitleselleşememe ve küçülme sorunuyla yüz yüzedir. Bu durum, sendika içinde fırsatçı-grupçu eğilimleri güçlendirmiş, bundan en çok zararı, başta sendikal hareket olmak üzere, sendikalar ve üyeler görmeye başlamıştır. Nitekim sendikaların kuruluşunda en önde mücadele eden politikleşmiş kamu emekçisi kesimlerinin arasın­daki uyum son yıllarda bozulmuş, kısa gün kârına da­yanan ittifaklar, sınıfın değil grupların çıkarlarını öne alan ve birbirini tasfiye etmekten başka hiçbir derdi olmayan girişimler, kamu emekçileri sendikalarını içten içe kemiren tehlikeli bir etkene dö­nüşmüştür.

KESK’e bağlı sendikalarda, yıllar içinde, işyerlerinde üyeler ile kurulan ilişkiler zayıflamıştır. Bu durumun en somut sonucu, üyelerin bir fikre ya da eyleme ikna edilmesinin giderek zorlaşmaya başlamış olmasıdır. Temsilci ve yönetici kadrolar işyerlerinde yaşanan sorunlar ve bu sorunların çözümüne ilişkin görüş ve önerileri işyerlerinde yeterince tartıştırmadığından, emekçilerin görüşleri şube ve sendika merkez organlarına taşınamamakta, yönetici ya da şube başkanları da, kendi siyasi görüşlerini üyelerin görüşleriymiş gibi yansıtabilmektedir. Bu durum, üyelerin sendikal politikaların ve kararların oluşturulması sürecine katılmalarını engellemekte, sendikal demokrasinin asgarisinin bile işletilmemesine neden olmaktadır. Oysa, sendikal hareketin öncelikli ihtiyacı, sadece sendika üyelerinin değil, sendikalı-sendikasız, statü farkı gözetmeksizin, işyerlerindeki bütün emekçilerin, kararların alınmasından uygulanmasına kadar bütün süreçlere aktif olarak katılması ve birlikte mücadele anlayışının işletilmesinden geçmektedir.

Kamu emekçilerinin 20 yıllık yoğun mücadele süreci içinde, kitlelerin bir sendikadan beklenen herhangi bir somut kazanımı elde edememiş olması, sendi­kalarda hak mücadelesi için örgütlenen kesimlerde ciddi anlamda geri çekilme ve mücadeleden “soğuma” eğilimini geliştirmiştir. Yıllardır; “Türk-iş’e benzemeyelim”, “Biz sendikalarımızı sokakta kurduk, haklarımızı sokakta savunacağız” anlayışı etrafında örgütlenen kamu emekçileri sendikaları, özellikle 4688 Sayılı Yasa’nın çıkmasının ardından, pek çok yönden Türk-İş’e ve onun bürokratik işleyiş mekanizmasına benzemeye başlamışlardır.

Sendikalarda kitle mücadelesinin ve sendikaların geleceğini düşün­meden yapılan ittifaklar, seçimlerin birkaç bin kişilik politik­leşmiş kitle dışındaki geniş üye tabanını dışlayan yön­temlerle yapılıyor olması, delege ve yönetimlerin, kitlelerin açık oylamasıyla seçilmeleri yerine, grupların arasındaki it­tifaka dayalı olarak, neredeyse “yukarıdan atanması” gibi sorunlar, kamu emekçileri sendikalarının olumlu birikimini hızla tüketmektedir.

Son yıllarda, hizmet bi­rimlerinde yığınların günlük talepleri etrafında müca­delenin örgütlenmesi yerine sadece “politik kadroların” katıldı­ğı eylem tarzının egemen eylem hattı olarak izlenmesi, yaşanan darlaşmanın bir başka nedenidir. Bugün kamu emekçileri sendikalarının yaşadığı darlaşma ve eylemlerin etkisizliğinde, bir süredir benimsenen “taşıma” güçlerle yapılan kadro eylemlerinin küçümsenmeyecek kadar büyük etkisi vardır.

Sağlık, Eğitim, Enerji, Maden, İletişim, Haberleşme, Ulaşım vb. işkollarında yaşanan özelleştirme ve ticarileştirme uygulamaları, işçileri olduğu kadar, özelleştirilen işkollarında çalışan kamu emekçileri sendikalarını da yakından etkilemektedir. KESK’e bağlı 11 sendika olmasına karşın, her sendikanın sadece kendi gündemi çerçevesinde eylem ve etkinliklere katılıyor olması, kamu emekçileri sendikalarında ortaya çıkan ve sendikal hareketin geleceği açısından son derece önemli olan bir zayıflık olarak dikkat çekmektedir.

KESK’e bağlı sendikaların yerellerde oluşturduğu KESK şubeler platformlarının işleyişinin istikrarsız olması, bir başka önemli sorundur. Kimi zaman sendika ya da konfederasyon merkezlerinden müdahaleler, kimi zaman KESK içindeki sendikal anlayışların grupçu tutumları, kamu emekçileri mücadelesinin başından bu yana mücadele çağrılarını yerellerde örgütleyen şubeler platformlarını, birkaç istisna dışında işlevsiz hale getirmiştir. Son yıllarda yaygınlaşan üyelerin cep mesajı ile eylem ve etkinliklere çağrılması gibi uygulamalar, üyeler ile sendika arasındaki ilişkiyi mekanik hale getirmektedir. Dolayısıyla şubeler platformları gibi işletildiğinde mücadele çıtasını yükseltecek olan yerel platformların, kamu emekçilerinin yerel mücadele merkezleri olma özelliği yeterince değerlendirilememektedir. Emek ve demokrasi mücadelesinde büyük iddiaları ve söylemleri olan bir örgütün çoğu zaman kendi içinde bile bütünlük sağlayamaması, çağrılarının eskiye kıyasla yeterince karşılık bulamaması sorunu hızla çözülmesi gereken bir sorundur.

Yıllar içinde, sendikalar ve sendika merkez yönetimleri, KESK ile eşgüdüm içinde, kendi işkollarına ve ülke gündemine ilişkin mücadele kararları alıp uygulamak yerine, her şeyi konfederasyondan bekleyen (benzer bir durum şubeler ile sendika merkezleri arasında da vardır) ya da konfederasyona havale eden bir duruma gerilemiştir. Farklı işkollarında örgütlü sendikalar, yıllardır bütünlüklü bir mücadele, eğitim ve örgütlenme politikaları geliştiremediği gibi, çoğu zaman almış olduğu eylem ve mücadele kararlarını sadece bir “üst yazı” ile KESK’e bildirebilmektedir. Geçmişte bu durumun tersi örneklerin de yaşandığı görülmüştür. Bütün bu sorunların yaşanmasının temel nedeni, KESK’e bağlı sendikaların işyerleri ile bağlarının her geçen gün azalması ve ilk kurulduğu yıllardaki “fiili meşru mücadele” çizgisinden adım adım uzaklaşılmış olmasıdır.

KESK’in kurulduğu ilk yıllarda işyerlerinden başlayarak geliştirilen dayanışmalarla, ciddi fedakârlıklarla hayata geçirilen eylem ve etkinliklerin yerini, yapılacak eylemleri mali açıdan sınırlamaya çalışan, “ekonomik” eylem ve etkinlikler almaya başlamıştır. KESK’in bir süredir içinde bulunduğu darlaşma, “kadrolu eylemciler” dışındaki kesimlerin mücadelenin dışına düşmesi ve en temel sendikal faaliyetlere bile katılmaktan imtina etmesi, “grupçuluk”, hatta “aynı grup içinde yaşanan iç çekişme ve saflaşmalar”, sendikal mücadeleye zarar vermeye başlamıştır.

 

FİİLİ-MEŞRU MÜCADELE VE KESK

KESK, bir yandan Bahar Eylemleri’nin açtığı yoldan ilerleyen kamu emekçilerinin mücadelesinin eseri olurken, öte yandan, reformcu, düzen içi sendikacılığın güç ve itibar kaybettiği bir dönemde büyüyüp güçlenen bir sendikacılığı temsil etmiştir. Bu dönemde KESK’in öne çıkan özelliklerinden birisi, kuruluşunda ve mücadelesinde çeşitli devrimci demokrat siyasi odaklarla bağlantılı kamu emekçilerin oluşturduğu çevrelerin belirleyici olmasıdır. Bu özellik, KESK ve bağlı sendikalara, bir yandan her koşulda ayakta durmasını, mücadele etmesini sağlayan bir direngenlik ve dinamizm katarken, öte yandan da, siyasete henüz ilgisiz olan ya da çeşitli düzen partilerinin etkisindeki geniş kamu emekçileri kesimleriyle ilişkilerde küçümsenmeyecek güçlükler yaratmıştır. Bu güçlükler, daha sonraki yıllarda daha da önem kazanmış, bundan yaralanan devlet ve hükümetleri hamle yapmaya itmiştir. Önce KESK’in kuruluşunu engellemek için çeşitli yollara başvurulmuş (mücadeleye önderlik eden kamu emekçilerine soruşturmalar açma, sürgün ve değişik cezalar verme vb.), bunun üzerinden sonuç alamayacağını görülünce, iktidarlar, kendilerine yakın siyasi mihrakları kullanarak, tepeden devlet güdümlü sendikalar kurdurmuş ve kamu emekçilerinin sendikal hareketi bölünmeye çalışılmıştır. Hükümetler, müdür, genel müdürler gibi bürokratları devreye sokarak, KESK karşısında devlet güdümlü sendika merkezlerini hızla örgütlemeye başlamışlardır. Kamu-Sen, Memur-Sen ve diğer konfederasyonlar, hükümetlerin açık desteği ile kurulmuştur. KESK üstünde yürütülen baskıyı sürdürenler, aynı zamanda, Kamu-Sen, Memur-Sen gibi işbirlikçi konfederasyon merkezlerinin kurulmasına ön ayak olmuşlardır.

KESK’in, kuruluş süreci içinde geleneksel bürokratik sendikal çizgiden ayrışması ve kamu emekçilerinin her vesileyle övünçle vurgulanan “fili ve meşru mücadele hattı”nın oluşması, kamu emekçileri sendikal hareketi bakımından önemli bir avantaj oluşturmuştur. Ancak, bu durum sonrasında, KESK’in kitlesel bir emek örgütü  haline gelmeye başladığı koşullarda, tabandaki üyelerin karar alma ve alınan kararları hayata geçirme inisiyatiflerinin tepeden engellenmeye çalışılması ve KESK içindeki egemen siyasi grupların kendi aralarında ya da tek başlarına karar alıp uygulaması, KESK ve bağlı sendikaları, belli siyasal odakların etkisinde ve denetiminde olan bir konfederasyon ve sendikalar haline gelmesine neden olmuştur. Böylece, başlangıçta avantaj olarak görülen bir şey, giderek, kamu emekçileri mücadelesinin yaygınlaşması ve güçlenmesi açısından, somut bir dezavantaja dönüşmüştür. Bu dezavantajlı durum, siyasal grupların yönetimlerinde baskın güç oldukları sendikalara, ülkenin ve sendikal hareketin ihtiyaçlarından bağımsız, çoğu zaman bu ihtiyaçları bile gözetmekten uzak kaba müdahalelerini beraberinde getirmiştir. Bu durum, kamu emekçileri sendikal hareketinde, bir yandan sermaye ve devletten gelen saldırılar karşısında ciddi zayıflıklar yaratırken, öte yandan da, KESK ve bağlı sendikalarda hızla yaygınlaşmaya başlayan bürokratik yönetim anlayışını besleyip büyüten bir etkide bulunmuştur.

Kuruluş süreçlerinde, bir çağrıyla, kendi üye tabanının çok ötesinde yüz binlerce kamu emekçisini eyleme geçiren KESK ve bağlı sendikaların üst yönetimleri, dönem dönem, tıpkı Türk-İş bürokrasisi gibi, tabanın ve şubelerin beklenti ve önerilerini önemsemeyen, hatta zaman zaman onlardan şikâyet eden noktalara kadar savrulabilmişlerdir. Bu durumun kaçınılmaz bir sonucu olarak, diğer başka etkenlerin de etkisiyle, KESK’in karşısında, Memur-Sen, Kamu-Sen gibi devlet güdümlü ve hükümet destekli sendikalar, hükümetlerin de desteğiyle, KESK’ten çok daha kitlesel örgütler haline getirilmişlerdir.

KESK içindeki siyasi odakların emek hareketinin ihtiyaçları dışında gelişen kimi müdahaleleri, dönem dönem KESK’in ve bağlı sendikaların iç demokrasisinin gelişmesinin önünde de önemli bir engel haline dönüşebilmiştir. Yönetimlerin belirlenmesinde grupların istekleri, birbirleri ile ilişkileri ve özellikle son yıllarda ön plana çıkan tasfiyeci yaklaşımlar, hemen her genel kurul döneminde gündemin en üstündeki yerini almıştır. Bu durum, sendikaların alt kademelerinden yukarı doğru çıkıldıkça daha da etkili bir biçimde sendikal yönetimleri belirlemiş, bu süreçte, kamu emekçilerinin talepleri ve sınıf hareketinin ihtiyaçları üzerinden hareket edenlerin bu olumsuz durumu düzeltmek için yaptığı girişimler yeterince etkili olmamış ya da beklenen sonuçları vermemiştir.

Sorunun bu yanı, önümüzdeki dönemde, geçmişe göre daha da önem kazanacak gibi görünmektedir. KESK’in, örgütlü ya da örgütsüz bütün kamu emekçilerinin ana kitlesini mücadeleye çekmek açısından olduğu kadar, söz konusu mücadeleyi yönlendirecek yönetimlerin belirlenmesinde de dolaysız bir biçimde etkin olması için alınacak önlemler, kamu emekçileri sendikal hareketinde son yıllarda yaşanan gelişmeler açısından bakıldığında daha da önem kazanmış bulunmaktadır.

 

HAREKETİN İHTİYAÇLARI ÜZERİNDEN YENİLENME

Ülkede yaşanan toplumsal ve siyasal gelişmeler, emek hareketine, her gün bir dizi olanak sunmaktadır. Geçtiğimiz dönemde kamu emekçileri sendikal hareketine kaynaklık eden taleplerden hiçbirisi ciddi anlamda karşılanmamış olması nedeniyle, KESK’e bağlı sendikalar ve binlerce sendika üyesinin mücadeleye çekilmesi başarılamamıştır.

Kamu emekçilerinin geçmiş dönemde karşı karşıya kaldığı güçlükler ve her geçen gün yoğunlaşarak artan saldırılar, kamu emekçileri içinde mücadelenin yeniden örgütlenmesini sağlayabilecek fırsatlar sunacaktır. Emeğe ve emekçilere yönelik tüm saldırılar, aynı zamanda kamu emekçileri sendikal hareketinin yeniden örgütlenmesi, yeniden mücadeleci bir çizgiye çekilmesi için önemli bir olanak olarak değerlendirilmelidir.

Yaşanan karmaşık süreç içinde, tüm eksikliklerine karşın, KESK gibi bir mücadeleci sendikal merkezinin genel kongre süreci, gündemde olan ve bundan sonra gündeme gelecek saldırı yasalarını püskürtmenin bir aracı haline getirilebilir. Kongre süreci, aynı zamanda, KESK’i yeniden kamu emekçileri ile buluşturmanın, KESK içindeki birlik ve bütünlüğü güçlendirmenin olanaklarını fazlasıyla sunacaktır. Diğer taraftan KESK’e bağlı sendikalar ve kamu emekçileri; sermaye güçlerinin saldırılarını işyerlerine ve tabana dayanarak püskürtebildikleri ölçüde, KESK’in, ilk yıllarında olduğu gibi, kamu emekçileri sendikal hareketine önderlik etme şansını yakalayabileceklerdir. KESK’in sınıf mücadelesinin ve içinden geçmekte olduğumuz dönemin ihtiyaçları doğrultusunda, yüz binlerce emekçiyi harekete geçirerek mücadeleci bir sendikal çizgiye yönelmesi; hem bürokratizm, grupçuluk, konformizm, menfaatçilik gibi sekter tutumların aşılmasını sağlayacak, hem de sermayenin saldırılarını geriletme, KESK’i yeniden büyütme ve güçlendirmenin fırsatı yakalanmış olacaktır.

Önümüzdeki sürecin, kamu emekçilerinin birleştirilmesinin daha ilerilere taşındığı, örgütlenme ve mücadele düzeyinin yükseldiği, sendikalarımızın güç ve itibar kazandığı, tabandaki emekçilerin inisiyatifinin güçlendiği bir süreç olması için, KESK, önümüzdeki dönemde, emekçilerin mücadelesi ve örgütlemesinde önemli görev ve sorumluluklarla karşı karşıyadır. Bunun için, öncelikle, halen yaşanan ve yaşanması muhtemel saldırılar, emekçilerin örgütlenmesi ve en geniş kesimlerinin mücadeleye çekilmesi açısından önemli bir olanak olarak değerlendirmek gerekir. Bu rolün hayata geçirilebilmesi için, KESK ve KESK’e bağlı sendikaların genel kurul süreçleri son derece uygun dönemlerdir. Seçimler nedeniyle üyelerle daha fazla yüz yüze gelmek, sendikal politikaları oluştururken, sendikaların üyelerden, üyelerin sendikalardan beklentilerini önemsemek gerekir. KESK ve bağlı sendikalar, işyerlerinden başlayan seçim süreçlerinde kendilerini etkinleştirip büyütürken, emek hareketini de büyütmüş olacak ya da emek hareketi büyüyüp güçlendiği ölçüde, KESK’in, genel olarak emek hareketi, özelde ise kamu emekçileri hareketi içindeki rolü ve önemi daha da artacaktır.

Kongreler sürecinde ve sonrasında benimsenecek olan mücadele planının layıkıyla hayata geçirilmesi için mümkün olan en geniş kesimin harekete geçirilmesi, yönetimlerin de, bu mücadeleye atılan çevrelerin temsilcilerinden, mücadele içinde ileri çıkan kamu emekçilerinden oluşması için gayret gösterilmesi önemlidir. Ancak böyle bir süreçten geçildiği ölçüde, yönetimler, çeşitli siyasi çevreler arasında kötü anlamda “pazarlık konusu olmak”tan çıkacak, birlik ve dayanışma içinde mücadeleyi ilerletme olanaklarını emek hareketinin önüne bir görev olarak koyacaktır.

Sendikal mücadelede, somut talepler üzerinden mücadele edilmeden, emekçilerin sendikalardan beklentilerini ve taleplerini sahiplenmeden sonuç alındığı bugüne kadar hiç görülmemiştir. KESK’in bütün kamu emekçilerini birleştiren bir sınıf tutumu benimsediğini ve bu tutumun bir gereği olarak sadece üyelerinin değil, tüm kamu emekçilerinin mücadelesini yürüttüğünü emekçiler arasında hissettirmeden, bugüne kadar oluşmuş mevcut durumu değiştirmek mümkün değildir. Bu nedenle, ilk olarak yapılması gereken, somut talepler üzerinden mücadelenin örgütlenmesi, hükümet ile emekçilerin karşı karşıya gelmesinin sağlanması ve bu karşı karşıya geliş içinde KESK’in mücadeleci tutumunun yine somut olarak ortaya konulmasıdır. Ancak bu yapıldığında, bir taraftan var olan üyeler harekete geçerken, diğer taraftan bu tutumu gören yüz binlerce örgütsüz kamu emekçisinin yüzünü KESK’e ve onun mücadelesine dönmesi sağlanabilir.

Genel Kurullar, kuşkusuz sadece seçimlere endekslenmeyen bir içerikte ele alınması ve genel olarak sendikal hareketin, özelde ise kamu emekçileri sendikalarının sınıfın ve hareketin ihtiyaçları doğrultusunda yenilenmesi için somut politikalar geliştirilmelidir. Böyle bakılmadığında; dar grup çıkarları emekçilerin ihtiyaçlarının önüne geçecek, gruplar arası ve gruplar içi gerilimler ve polemikler artacak, dışa dönük politikaların tartışılması yerine, iç çekişmelerin öne çıkması kaçınılmaz olacaktır.

KESK ve bağlı sendikalarda genel kurul süreçleri, hizmet birimi temelinde mücadelenin temel alındığı ve işyeri örgütlülüklerinin güçlendirilmesini önemseyen bir içerikte değerlendirilmelidir. Hizmet birimlerinde, statü ve sendika farkı gözetmeksizin tüm emekçileri birleştirmeyi ve mücadele içine çekmeyi hedefleyen, her sorunu kitleler içinde tartışabilecek kadar demokratik işleyiş kültürüne sahip bir işyeri örgütlenmesi, KESK’in yenilenmiş bir örgütlenme ve mücadele stratejisi açısından öncelikli olmalıdır. Bu şekilde işyerlerinde sermaye tarafından farklı ücret tarifeleri ve istihdam biçimleriyle birbirine karşı kışkırtılan ve rekabete zorlanan tüm emekçiler, ayrım gözetmeksizin, kadrolu istihdam ve eşit ücret gibi eşit haklar için mücadelede birleştirilerek, işyerlerinden başlayarak, yukarıya doğru sağlam birliklerini oluşturulabilir.

Sendika üst yönetimlerinin, emekçilere yönelik önyargılarını bir kenara bırakarak, onların talepleri için birlikte mücadeleyi örgütlemesi, örgütsüz ve güvencesiz çalışmak zorunda bırakılan emekçileri sahiplenmesi, başka sendikalara üye olan emekçileri “rakip sendikaların” üyesi değil, sınıfın bir parçası olarak görmesi son derece önemlidir. Geçtiğimiz dönem içinde, bu ifadeye en yakın tutum, 25 Kasım 2009’da, KESK ve Kamu Sen’in ortak çağrısıyla gerçekleştirilen “uyarı grevi” sırasında gerçekleştirilmiştir. 4688 Sayılı Sendikalar Kanunu’nun çıkmasından sonra, ilk kez eylemlerinde açıkça grev ifadesini kullanmış ve kamu emekçileri bu kadar yaygın ve geniş katılımlı bir eylem gerçekleştirebilmiştir.

Kamu emekçileri sendikal hareketi bakımından önceki dönemlerde birçok iş bırakma eylemi yapılmıştır. Bazı başarılı iş bırakmalar, Kamu Çalışanları Sendikaları Platformu (KÇSP) ve sonrasında Emek Platformu döneminde gerçekleştirilmiştir. KÇSP döneminde gerçekleştirilen 20 Aralık 1994 iş bırakma eylemi ve Emek Platformu döneminde gerçekleştirilen 1 Aralık 2000 eylemi, bu eylemler içinde en kitlesel ve yaygın olanlarıdır. KÇSP döneminde, emekçilerin sendikal bölünmüşlükleri bugünkü kadar yaygın değildi ve işyerlerinde sadece KESK kitlesel olarak örgütlüydü. O dönemde, işyerlerinde örgütsel bütünlüğün daha fazla olması, üyelerin söz ve karar süreçlerine doğrudan katılması nedeniyle, eylemlerin kitleselliği ve canlılığı sonraki dönemlere göre daha fazlaydı.

İş bırakma, grev gibi doğrudan işyerinde hizmeti ya da üretimi durdurmaya yönelik eylemler, sonuç almaya yönelik en etkili eylemler olduğu gibi, iki sınıfın karşıt çıkarları temelinde karşı karşıya gelmeleri açısından da önemlidir. Bu nedenle, geçmişte olduğu gibi, son dönemlerde de bu tür birlikteliklere yönelik içeriden ve dışarıdan müdahaleler yapılmaya çalışılması kaçınılmazdır.

25 Kasım’da, kamu emekçileri, KESK içinde bazı siyasal gruplar tarafından sekteye uğratılmaya çalışılsa da, somut talepler etrafında emekçileri birleştirici tutum alındığında, kitlelerin her türlü mücadeleye hazır olduklarını göstermiş, “kitle hazır değil, kadro grevi yapalım” diyen kimi çevrelere en iyi cevabı, 25 Kasım 2009’da alanlara çıkarak vermiştir. 25 Kasım uyarı grevi, “solculuk” hastalığından bir türlü kurtulamayanlar açısından da öğretici olmuştur. İşyerlerindeki sendikal rekabetin en çok ortak talepler ve çözüm bekleyen sorunlara sahip emekçilerin birlikte mücadelesine zarar verdiği görülmüştür. Bazı siyasal grupların Kamu Sen ile ortak çağrı yapılmasını iç tartışma malzemesi yapması, bazılarının grevi örgütlemek için işyeri çalışmaları bile yapmaktan uzak durması karşısında en büyük tepki, sorunları her gün yüz yüze yaşayan üyelerden gelmiştir.

25 Kasım uyarı grevi, kamu emekçileri mücadelesi açısından önemli bir dönüm noktası olmakla birlikte, bu eylemle kamu emekçilerinin sorunları çözülmemiş, talepleri karşılanmamıştır. KESK yönetimi, başarılı geçen bir eylemin devamını getiremediği gibi, siyasi iktidarın o tarihten sonra “vites yükselterek” sürdürdüğü saldırı politikalarına karşı, yine bildik basın açıklamaları ve “kadro eylemleri” ile yanıt vermeye çalışmıştır.

Emekçiler arasında sendikal rekabet yerine dayanışma ilişkilerinin güçlenmesi ve bunun üzerinden en geniş kesimin mücadele içine çekilmesi, sınıf mücadelesinin gelişmesi bakımından tayin edici öneme sahiptir. Bu şekilde, emekçilerin, kendi içinde birleşmiş bir sınıf olarak, mücadele deneyimleri üzerinden bilinçlenmesinde somut ilerlemeler olabileceği gibi, aynı zamanda işyerlerinde geniş kitlelerin mücadeleci sendikal anlayışı benimsemesi kolaylaşacaktır.

Önümüzdeki dönemde, sendikal zemindeki her türlü parçalanmışlığa son verilmeli, sendikalı sendikasız, şu ya da bu konfederasyona bağlı olduğuna bakılmaksızın, 657’li, sözleşmeli, taşeron, vakıf elemanı gibi ayrımlar yapmaksızın, farklı statüdeki emekçileri mücadele içinde birleştirecek bir sendikal politikanın yaşam bulması için çalışmak gerekmektedir. Bu durum, gerek saldırılara işyerlerinden başlayarak tepkinin örülebilmesi ve gerekse sendikalar ile üyeler arasındaki ilişkilerin yeniden ve tabandan örülmesi açısından son derece önemlidir. Bunun temel alındığı bir çalışma tarzı, sendikal bürokrasinin sendikalarda oluşmasını engelleyeceği gibi, var olan bürokratik ve grupçu eğilimleri etkisizleştirmesi de kaçınılmazdır.

GENEL KURULLAR SÜRECİ NASIL DEĞERLENDİRİLMELİ?

Sermaye saldırılarının bu kadar yoğunlaştığı bir dönemde, emekçiler cephesinde ve kamu emekçileri sendikalarında bu saldırıları püskürtecek, birleşik, güçlü bir mücadele platformuna duyulan ihtiyacın aciliyeti ortadadır. KESK’e ve bağlı sendikalara şube genel kurullarından itibaren düşen görev, saldırı yasalarından etkilenecek emekçi kesimlerin her geçen gün artan öfke ve tepkilerini birleşik bir güce dönüştürecek yönetimlerin sendikalarda görev almasını sağlamaktır. Geçmişte yapılan hataların bir kez daha tekrarlanmaması için, sınıf bilinçli kamu emekçilerine bu noktada önemli görevler ve sorumluluklar düşmektedir.

Sendikal hareketin ve emekçilerin acil önlemler alınması gerektiren sorunlarla karşı karşıya olduğu bir dönemde gerçekleşen KESK ve bağlı sendikaların genel kurul süreçleri, dönemin ve hareketin ihtiyaçlarına yanıt verecek bir sorumlulukta değerlendirilmelidir. Bu dönem, kimlerin seçileceğinden daha fazla, emek mücadelesini ilerletecek hamleleri yapmak üzere gerekli kararları alan, buna uygun bir mücadele hattı konusunda gerekli çağrıları yapan, tutum alan ve sınıftan yana tüm güçleri birleştirmeyi amaçlayan bir genel kurul süreci yaşanması zorunluluk olarak görülmektedir.

Mücadelesini yasaların çizdiği sınırlar ile sınırlandırmayan, hizmet üretim alanları olan işyerlerini temel alan, dönemsel olarak kendini yenileyebilen, örgütlenme ve mücadele programına sahip bir KESK, tıpkı ilk çıkış yıllarında olduğu gibi, örgütlü örgütsüz yüz binlerce kamu emekçisinin örgütlenme ve mücadele merkezi haline gelebilir. Bunun başarılabilmesinin ön koşulu, başta yöneticiler ve ileri kadrolar olmak üzere, KESK’in yaratılmasında ve mücadelesinde emeği olan kamu emekçilerinin, var olan durumu doğru değerlendirip, sendikalarına sahip çıkmaları ve sendikalarını sınıf mücadelesinin ve dönemin ihtiyaçlarına göre yeniden inşa etmeye yönelmesinden geçmektedir.

Kamu emekçileri sendikalarının, sınıf hareketinin ve içinden geçmekte olduğumuz dönemin ihtiyaçları üzerinden yenilenmesi, her şeyden önce, mevcut sendikal yapının sınıf sendikacılığı ilkeleri doğrultusunda dönüştürülmesi, sendika-üye ilişkisinin doğrudan kurulması ve bütün bunlara paralel olarak, yönetim ve sendikal demokrasinin gelişmesi üzerinden sağlanmalıdır. Sendikaların dönüştürülmesinde emekçileri işyerlerinde karşı karşıya getiren, onların birliğine ve birleşik mücadelesine zarar veren her türlü tutum ve rekabete karşı, emekçilerin birliğini ve birleşik mücadelesini temel alan mücadeleci bir sendikal çizginin hayata geçirilmesi önemlidir.

Sermayenin ve onun temsilcisi AKP’nin yıllardır uyguladığı emek düşmanı politikalar, bu politikalardan olumsuz etkilenen bütün kesimlerin taleplerinin ve mücadelesinin ortaklaştırılmasını kolaylaştırmaktadır. İnsanca yaşam ve çalışma koşullarının sağlanması; güvenceli iş ve sosyal güvenlik hakkı; ücretsiz sağlık ve eğitim hizmeti; her türlü katılım paylarının kaldırılması; dolaylı vergilerin kaldırılması; zamların geri alınması; özelleştirme, esnek çalışma, taşeronlaştırmaya son verilmesi; bütçenin sermaye için değil halk için hazırlanması; örgütlenme, grevli toplu sözleşme hakkının önündeki engellerin kaldırılması vb. gibi talepler etrafında birleşmiş bir sınıf mücadelesinin geliştirilmesi, bugün, düne göre daha olanaklıdır.

 

SONUÇ

Sendikaların önemini kaybettiği, artık işe yaramaz kurumlar haline geldiği gibi söylemler sıkça gündeme getirilmektedir. Ancak dünyada ve Türkiye’de, özellikle son on yıldaki mücadelelerde sendikaların oynadığı rolün önemli etkisi olduğu da açık bir gerçektir. Son yıllarda yaşanan gelişmelerin de gösterdiği gibi, koşullar ne kadar “aldatıcı” olursa olsun, sendikalar, emekçi kitlelerin en geniş kesimlerinin birleşme ve mücadele merkezleri olma özelliklerini sürdürmektedirler.

Tüm eksikliklerine rağmen mücadeleci bir sendika merkezi olan KESK ve bağlı sendikaların kongre süreci, KESK’e bağlı sendikalarda bir süredir yaşanan sayısal ve politik daralmanın, yaşanan kan kaybının ve zayıflıkların nedenleri ve çıkış yollarının bütün yönleriyle tartışılarak, hareketin birlik ve bütünlüğünü güçlendirmenin olanaklarını sunmaktadır.

İnsanca yaşam ve çalışma koşulları gibi ekonomik taleplerin yanı sıra, Kürt sorunundan laisizme, örgütlenme ve ifade özgürlüğünden, bağımsızlıkçı ve antikapitalist-antiemperyalist mücadelenin yükseltilmesine kadar, ülke demokrasisini doğrudan ilgilendiren pek çok siyasi konunun işyerlerinde tartışılması ve her sorunun emekçilerin çıkarları doğrultusunda çözülmesi açısından KESK’in bugüne kadar oynadığı ve oynayacağı rollerinin olması, genel kurullar sürecinin önemini bir kat daha arttırmaktadır.

KESK ve KESK’e bağlı sendikalar, bütün zaafları ve eksikliklerine rağmen, en örgütlü, en mücadeleci, yığınlar içinde en çok itibara sahip sendika merkezleri olma özelliklerini bugün de sürdürmektedirler. KESK’in zaaflarını aşması, bürokrasiyi yenerek, mücadeleci, demokratik, inisiyatif sahibi ve disiplinli bir emek örgütü olarak hareket etmesi, tüm emek örgütleri, sendikalar ve emek hareketi açısından hem bir ihtiyaç, hem de zorunluluktur.

Sendikal hareketin ve emekçilerin acil önlemler alınması gerektiren sorunlarla karşı karşıya olduğu bir dönemde gerçekleşen KESK ve bağlı sendikaların genel kurul süreçleri, dönemin ve hareketin ihtiyaçlarına yanıt verecek bir sorumlulukta değerlendirilmelidir. Bu dönem, kimlerin seçileceğinden daha fazla, emek mücadelesini ilerletecek hamleleri yapmak üzere gerekli kararları alan, buna uygun bir mücadele hattı konusunda gerekli çağrıları yapan, tutum alan ve sınıftan yana tüm güçleri birleştirmeyi amaçlayan bir içerikte genel kurulların değerlendirilmesi gerekir.

Sınıf iradesini temel alan sendikal demokrasinin aşağıdan yukarıya, her adımda emekçilerin iradesine dayanarak örgütlenmesi ihtiyacı, sadece kamu emekçileri sendikal hareketinin yeniden örgütlenmesi açısından değil, aynı zamanda, bütün emekçilerin taleplerini kucaklayan birleşik bir mücadelenin örgütlenmesi açısından da önemlidir. KESK’e bağlı sendikaların genel kurullar süreci bu çerçevede ele alınıp değerlendirildiği ölçüde anlamlı olacaktır.

Üniversitelerdeki Gelişmeler ve Yeni Döneme Hazırlık

Yükseköğrenimde bir yarıyıl daha geride kalırken, bu dönem, üniversite gençliğinin çeşitli biçimlerde boy veren mücadelesine de sahne oldu. Yükseköğrenim gençlik hareketinin bu dönemdeki durumunu, gelişme dinamiklerini ve yüz yüze bulunduğu kimi zaaf ve problemleri daha yakından irdeleyebilmek için, kısaca, yaşanan gelişmeleri kaba hatları ile de olsa hatırlamakta fayda var.

4 Aralık günü Başbakan Tayyip Erdoğan’ın rektörlerle yaptığı toplantıyı protesto etmek ve taleplerini iletmek üzere Dolmabahçe’deki Başbakanlık Çalışma Ofisi’ne yürümek isteyen öğrencilere polisin hunharca saldırmasıyla, bir öğrenci bebeğini düşürdü, bir öğrencininse burnu kırıldı. AKP ise, bu sıralarda, biber gazına deodorant, öğrencilere ise cansız bir cisim muamelesi yapan polise sahip çıkma telaşına düşmüştü. Hemen akabindeyse, 8 Aralık’ta, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne yeni anayasa tartışmalarına ilişkin konuşma yapmak üzere gelen TBMM Anayasa Komisyonu Başkanı Burhan Kuzu’nun konuşturulmaması, yumurta yağmuruna tutulması ve salondakilerin hemen hepsinin protestoya katılmasıyla; üniversiteler, ülke gündeminde baş sıralara oturmaya tutmaya başladı. Sonrasında ise, birçok ile ve üniversiteye yayılan protestolar gerçekleştirildi.

Bu gelişmeler yaşanırken, herkes kendi cephesinden meseleyi tartışmaya başladı. Üzerine yazılan, çizilen, konuşulan o kadar çok şey oldu ki, kısmen bunlara değinmek gerekiyorsa da, kimin nasıl değerlendirmeler yaptığı tek başına başka bir yazı konusu olabilir.

Ceza Hukuku ve Anayasa Hukuku terminolojileri ile olan biteni değerlendirmemek gerekse de, işi bu noktadan ele alanlara bir cevap vermek gerekiyor. Zira çok geniş bir çevre, yumurta atmayı ya da onun türevlerini suç kapsamına sokabilmek için bir hayli çabaladılar. İfade özgürlüğünden dem vurup öğrencileri suçlamaya kalktılar, arkasında ETÖ (Ergenekon Terör Örgütü) olduğunu söyleyecek kadar ifrada vardırdılar. Sonuncusuna cevap vermeye dahi gerek yok. Ama meseleyi ifade özgürlüğünün kısıtlanması olarak değerlendirenlere, en basitinden, iktidar, yani muktedir olanın ifade özgürlüğünden bahsedilemeyeceğini hatırlatmak gerekiyor. Kaldı ki, her gün televizyonlarda açıklamalar yapıp, görüşlerini geniş bir kamuoyu ile paylaşabilmektedirler.

“Onları dinlemek için salonda olanlara saygısızlık değil mi, peki?” diyenlere ise, Siyasal’daki öğrenci forumunda, bir öğrenci, “onlar da, televizyondan izlesinler o halde” deyiverdi.

İşi magazinel yanları ile tartışmanın ve konuşmanın gereği yok, zaten bunlara bolca tanıklık ettik; olan bitenin, öğrencilerin gerçek taleplerinden kopartılacak tarzda ele alınması, hem ana akım medyanın hem de hükümetin işine gelmiş olacak ki, iş, yumurtanın faydalarına, menemene kadar gitti.

TEKEL işçilerine destek için Ankara’da düzenlenen eylemlerde güvenlik güçlerine yumurta attıkları için haklarında açılan davada 6 genç beraat etti, mahkeme gerekçeli kararında ise, “Güvenlik güçlerine yumurta atma eylemlerinin sabit olduğu kabul edilse bile, sanıkların davranışı tümüyle demokratik bir hakkın kullanılmasına yöneliktir” deniyor. Daha fazla söze, hukuki açıdan gerek yok sanırız.

Tarzı-siyaset bakımından başkaca yol ve yöntemlerin tercih edilmesi gerekiyor. Ancak tartışılmaya, eleştirilmeye ve dönüştürmeye muhtaç olmakla birlikte, tüm bu yaşanan protestoların sonucu olarak, üniversitelerin, öğrencilerin ne istediği bunca tartışıldıktan sonra, bir çırpıda saymanın bile uzun olacağı bir dizi “görüşme” gerçekleşti. 6 Ocak’ta, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Ankara’daki 11 üniversiteden 14 temsilciyi kabul etti. 19 Ocak’ta, Abdullah Gül’ün talimatı ile YÖK Başkanı Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan, üniversitelerin öğrenci konseyleri başkanlarıyla bir araya geldi. Görüşmeye, 156 üniversiteden 125 öğrenci temsilcisi katıldı. Daha sonra 24 Ocak’ta, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, 23 üniversitenin öğrenci konseyi temsilcileriyle bir araya geldi. 27 Ocak’ta ise, Üniversitelerarası Kış Olimpiyatları bahane edilerek, adeta üniversitelerin sorunlarından kaçarcasına, Başbakan, Erzurum’da, öğrenci konseyi başkanları ile görüştü. Daha bitmedi, şimdi de, ÖSYM Başkanı Ali Demir, 7 Şubat’ta, Yükseköğretime Giriş Sınavı’na (YGS) girecek öğrencilerle bir araya gelecek. ÖSYM’deki toplantıya, Türkiye genelindeki her ilden 2 öğrenci katılacak.

Her ne kadar yeterli olmasa da, bu görüşmeler esnasında, üniversitelerin asıl sorunlarını gündeme getiren üniversite konsey başkanları da oldu. Galatasaray, İTÜ, Yıldız Teknik, 9 Eylül, Tunceli, Yeditepe gibi üniversitelerin öğrenci temsilcileri, her meselede anlaşamasak bile (özellikle anadilde eğitim), gerçek sorun ve taleplere vurgu yaparak, değerli bir iş yaptılar. Bu görüşmeler sırasında, öğrencilerin en yakıcı problemlerini gündeme getiren ve AKP’nin üniversitelere dönük girişimlerine karşı mücadele eden öğrenciler de protestolar gerçekleştirdiler. Birçok yanı tartışılmaya ve eleştirilmeye muhtaç olmakla birlikte, bizlerin de bir parçası olduğumuz bu hareketlenmeler olmasa idi, bu adamların hiçbirinin öğrencilerle görüşeceği yoktu. Şöyle de ifade edilebilir, yalandan da olsa, göstermelik de olsa, AKP, 9 yıllık iktidarında, YÖK ise, 30 yıllık tarihinde öğrenci temsilcileri ile taleplerini dinlemek üzere görüşmemişlerdir. Daha önce de basında pek yer almamasına rağmen, kimi görüşmeler olduysa da, öğrenci taleplerinin ilk kez bu kadar dile getirilmesinin sebebi, özetle, sokaktaki ve de üniversitelerdeki muhalefet idi.

GERÇEKTE ÜNİVERSİTE’DE OLAN NE?

Öncesi bir yana, Türkiye üniversitelerine dönük olarak girişilen en kapsamlı saldırılardan birisi, 80 darbesinin ürünü olarak YÖK eliyle yapılan saldırılar, diğeri ise, AKP’nin YÖK’ü de ele geçirerek, üniversitelerde uyguladığı yeniden yapılandırmadır.

Üniversiteler, bir kurum olarak ortaya çıkışlarından itibaren, doğaları gereği, her zaman verili duruma itiraz eden, olan biteni sorgulayan yerler oldular. Ancak muhalefet merkezleri olmanın yanında, hakim ideolojilerin de, hem beslendiği, hem de yeniden üretildiği kurumlar oldukları için, üniversiteler, her zaman, iktidarın müdahale edip, kendi çizgisine getirmek istediği bir alan olageldi. AKP de, bunu, iktidar olmanın tüm olanaklarını kullanarak, her defasında fütursuzca saldırılarla ispatladı. AKP, üniversitelere yönelik saldırganlığını, hem bilimsel olan her şeye dönük gerici savunularla, hem üniversiteleri piyasaya iyice açma girişimleriyle, hem de bizzat üniversite yönetimlerini kendisinin belirlemeye çalışma tutumuyla ortaya koydu. Aslında üniversitelerin piyasa tarafından yönetilen, piyasanın ihtiyaçları doğrultusunda dönüştürülmesinden başka bir şey olmayan Bologna Projesi, süreç, her ne kadar çok daha öncesinde başlamış olsa da, bu dönemde tamamlanmaya çalışıldı.

Bu dönem, üniversitelerin açıldığı andan itibaren, kimi zaman kitleselleşen protestolar gerçekleştirildi. Bunlar, üç temelde gerçekleşen eylemler oldu: 1-     Özellikle taşra üniversitelerinde barınma ve ulaşım hakkı gibi ekonomik taleplerle yapılan eylemler. 2- Başta bölge üniversiteleri olmak üzere, anadilde eğitim hakkı için gerçekleşen eylemler. 3- Son olarak ortaya çıkan ise, özellikle AKP’nin özelde üniversitelere dönük bilimsel özgürlük ve laisizm karşıtı saldırılarına ve aslında tüm alanlarda uyguladığı politikalara karşı yapılan eylemler. İlki ekonomik, ikincisi ise, demokratik hakların kazanılması için girişilen eylemlerdi. Ama döneme asıl damgasını vuran ve öğrenci taleplerini daha tartışılır kılan, üçüncüsü oldu. Bu, aslında diğerlerinde olamayan ve lokal kalan bir olanağı da ortaya çıkardı. AKP’nin üniversiteler için ortaya koyduğu dönüşüme karşı olunması işin merkezinde olduğu için, sorunlar ve talepler, üniversite mücadelesinin üç temel sacayağı olan akademik-demokratik, ekonomik ve siyasal mücadelenin hepsini birden kapsamakta; bu da, öğrenci hareketi için bir avantaj oluşturmaktadır. AKP’nin, 9. yılına giren hükümeti boyunca uyguladığı politikalara; özellikle uygulanan siyasal gericiliğe ve üniversitelerin piyasaların denetimine sokulmasına karşı sürdürülen mücadelenin, bu hareketin ortaya çıkışında etkisi vardır. Ama daha da önemlisi, henüz harekete geçmemiş çok daha geniş öğrenci kesiminin olan bitene sempati duyması, dahası, öğrenci hareketinin toplumsal olarak da meşruluk kazanması, hareket üzerinde birebir etkili olmuştur. Biriken sorunlar ve artan öfke, şimdiye kadar olduğundan çok daha geniş bir kesimin harekete geçmesini sağlayabilir.

HAREKETİN GENİŞLEMESİ İÇİN

Üniversite içinde ya da dışında, öğrencilerin temel talepleri ile birleşerek ortaya çıkan bu hareketlilik, hala, geniş öğrenci yığınları içinde en öne çıkan, sayıca daha dar bir kesimi kapsamaktadır. AKP, kimi zaman geri adım atmak zorunda kalmasına rağmen, şimdiye kadar, karşısında kendisi için bir tehdit olarak algıladığı her türlü hareketi, bazen zor kullanarak ezmiş, bazen toplumsal meşruiyet bağlarını kopararak marjinal kılmayı başarmıştır. Üniversitelerdeki protestolarda da, harekete önderlik eden gençleri marjinal tipler olarak göstermek için elinden geleni yapmakta, buna eşlik edecek tarzda da, yaygın bir soruşturma furyası başlatmaktadır. Kaldı ki, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde olduğu gibi, üniversite ve dekanlık yönetimlerini de bu sayede hizaya getirilmeye çalışıyor; hizaya gelmeyenleri ise tasfiye etmek için elinden geleni yapıyor.

Şimdi yapılması gereken, sadece politikleşen ve öne çıkan öğrencilerin protestolar yapması değil, işin, daha da aşağıdan örgütlenmesidir. Üniversite öğrencilerinin çok geniş kesimlerinde görülen ve ortaya çıkan, olan bitene sempati ile bakılıyor olması, işin genişlemesi için bir olanaktır. Ama bu ‘uzaktan sevme’ tutumundaki eksiklik, böyle davrananlarda değil, geniş öğrenci kitlelerini de karar alma süreçlerine kat(a)mayan, bununla birlikte de, harekete geçirmeyenler nedeniyledir. Kabul etmek gerekir ki, bir dönem öncesine göre, üniversitelerdeki öğrencilerin kendi örgütleri ve bir araya gelme, ortak iş yapma, sorunlarına karşı ortak tepki verme mekanizmalar olan kol, klüp ve topluluklar bir hayli zayıflamıştır. Bu zayıflamada; özellikle üniversite yönetimlerinin öğrenci topluluklarının önüne çok fazla zorluk çıkarması ve bununla birleşen olanaksızlıklar etkili olmaktadır. Yine, öğrencilerin yaşadıkları sıkıntılardan da kaynaklı olarak (üniversite sonrası işsizlik, öğrencilik yıllarındaki geçim sıkıntıları…), öğrenim yaşamı sürecindeki öncelik ve kaygıları da dönüşmektedir. Ve yine, hakim ideolojik saldırıların ve tüm bunlara ek olarak kimi küçük burjuva çevrelerin öğrenci topluluklarına yaklaşımda sergiledikleri geri tutumların da etkisi vardır.

Diğer yandansa, ÖTK’ların durumu ortadadır. Bazı üniversitelerde seçimler göstermelik olarak gerçekleşiyor, bazılarındaysa bu “tiyatro”ya bile gerek duyulmuyor ve öğrenci temsilcileri düpedüz atanıyor. Yükseköğretim Kurumları Öğrenci Konseyleri ve Yükseköğretim Kurumları Ulusal Öğrenci Konseyi Yönetmeliği, yanı sıra, her üniversitenin kendisinin ayrıca uygulamaya soktuğu yönergeler, antidemokratik bir yığın madde içermekte, öğrencilerin sorunlarını doğru biçimde savunabilecek öğrenci temsilcilerinin seçilmesinin önünde engeller oluşturmaktadır. Sözgelimi, siyasi parti üyesi olmak, alt sınıftan dersi olmak, soruşturma geçirmiş olmak, öğrenci temsilcisi olunması önünde engeldir. Bunlara siyasi iktidarın ya da bizzat üniversite yönetimlerinin istedikleri tarzda öğrencilerin seçilmesi için her şeyi yapmaları eklendiğinde, öğrencilerin gerçek temsilcilerinin, ÖTK’larda başkanlık ve yönetim düzeyinde yer almaları mucize gibi oluyor. Ancak ÖTK’ların bu düzeyde olduğu bir anda bile, 15 tane üniversitenin konsey başkanı duruma itiraz edebilmektedir. Öğrenciler hala hobi topluluklarını doldurmakta, buralarda en azından bir soluk alabilmekte, kendi sorunlarına dair bir iş yapmaya kalktıklarında da, yine bu mekanizmaları kullanabilmektedirler. Ama verili durumu tarif edip, bu olanakları görmeden, onları da harekete geçirmeyi hedefine koymadan ‘mücadele edenler’, kaygı ve samimiyetlerinden bağımsız olarak, dar grupçu bir pozisyona düşmeye mahkûmdurlar. Yalnızca kendi politik örgütleriyle “öğrencilerin gerçek temsilcileri bizleriz” demekle, gerçek temsilciler olunmuyor. Bunu öğrenci yığınları kabul etmeden, en iyi ihtimalle, diğer öğrenciler “adına” mücadele eden “harbi” gençler olunabilir. ÖTK’ların, yılları bulan tarihleri boyunca yaşadığı yapısal sorunlar vardır. Ancak bunun yanında, politik gençlik gruplarının, ÖTK’ya, kitle çalışması temelinde müdahale etme ve onu ilerletme yönünden oldukça kötü bir geçmişi de vardır. Zaten bu geçmişe ilişkin olanların bir kısmı, ÖTK’ları kurumsal olarak da tamamen reddeden bir anlayış olarak ortaya çıkmaktadır. Ama Emek Gençliği, tarihi boyunca ÖTK’ları önemsemiş, üzerine çokça şey söylemiş olmasına rağmen, kimi istisnalar ve olumlu örnekler dışında, halen ÖTK’ların bir hayli dışındadır. Geleneksel alışkanlıklarımız, ilgisizliğimiz ve plansızlığımız bunda etkili olmaktadır. Emek Gençliği’nin de, özellikle seçim dönemlerinde ve kısa erimli olarak ilgi gösterse ve kimi planlar yapsa da, bunun gereğini yapma konusunda ciddi bir gerilik gösterdiği ortada.

Üniversite öğrenci konsey başkanları ile yapılan görüşmelerde, bazı konularda anlayış farklılıkları olsa da, kimi öğrenciler samimiyetle öğrencilerin gerçek sorunlarını gündeme getirdiler, yine içlerinden bazıları Hayat Televizyonu’nda katıldıkları programda, üniversitelerin sorunlarını ayrıntılı biçimde tartıştılar. Son dönemlerde gerçekleşen bu gelişmeler, yalnızca seçim dönemi değil, önümüzdeki dönem de ÖTK’lara ilişkin olarak da somut planlar yapalması gerektiğini gösteriyor.

Verdiğimiz örneklerin sadece başkanlık düzeyinde olduğu düşünülürse, daha alttaki fakülte, bölüm ve sınıf temsilciliği düzeyinde yüzlerce duyarlı öğrencinin olduğu söylenebilir. Birçok sorununa rağmen binlerce öğrenci temsilcisi vardır, binlerce öğrenci oy kullanmakta, seçimleri izlemektedir. Hayati bir önemde olmakla birlikte, ÖTK’lara sadece mevzi kazanmak için değil, asıl olarak gençlik kitlesiyle birleşebilmek için seçilmiş öğrencilerle birlikte hareket edebilmenin yollarını da yaratmalıyız. Emek Gençliği örgütlerinin ÖTK’lara müdahalesi, hem ÖTK’ların demokratik bir içeriğe kavuşması için, hem de örgütün ilerlemesi bakımından can alıcı bir yerde duruyor.

Öğrencilerin kendi mekanizmalarının zayıflığından şikâyet ederek, buradan uzaklaşmamak gerekiyor. Burada karşılıklı olarak birbirini besleyen durumu/ilişkiyi görmeden ilerleyemeyiz. Bu, sadece bir siyasal örgütlenmenin sorunu değil, topyekûn gençlik hareketinin bir sorunu olarak ele alınmalıdır.  Örgütlenme ve mücadele düzeyi yükseldikçe, öğrencilerin kendi mekanizmaları da güç kazanacaktır. Olmazsa, ortaya çıkan yığınsal hareket kendi örgütlerini yaratacaktır. Şunu bilmeliyiz ki, herhangi bir alanda Emek Gençliği örgütleri ne kadar güçlü ise, o alanda öğrencelerin kitle örgütleri de o kadar güçlüdür ya da bunun tersini söylemek de doğrudur; yani kitle örgütleri ne kadar güçlü ise, Emek Gençliği örgütleri de o ölçüde güçlüdür, değilse, orada, güçlü olmasının önünde, aşılması gereken bir problem var demektir. Burada, kitle örgütleri olarak, hobi topluluklarından tutalım da, Öğrenci Temsilcilikleri ve işlevselliğine, politikleşmiş herhangi bir çevrelere kadar, tümü sayılabilir.

ÖZERKLİK OLMADAN BİLİM OLMAZ!

Üniversitelerin varlık nedeni, bilimin üretimi, öğretimi ve birikimidir. Hayatın tüm alanlarına ilişkin bilimsel bilginin merkezi olan üniversiteler, özerklik ve akademik özgürlüğün de kazanılması mücadelesine tarihi boyunca tanıklık etmiştir. Özerklik ve akademik özgürlük, üniversitelerin varlık nedeni olan işlevlerini yerine getirmek için bir önkoşuldur. Bilimin toplumsal işlevini yerine getirebilmesi, geniş yığınların çıkarı için üretilebilmesi ve de kullanılabilmesi için, devletten, sermayeden ya da başkaca dışsal odaklardan gelebilecek müdahale ve baskılara karşı korunaklı hale getirilmesi gerekir. Bugün artık AKP’nin ele geçirmesi ile birlikte, birbirleri ile uyum halinde çalışan AKP Hükümeti ve YÖK’ün üniversitelerininse, bu özerklik ve özgürlükten çok uzak olduğu ve olacağı kesindir. O halde, üniversitelerdeki baskıcı, piyasalaşan, bilim dışı, antidemokratik,… uygulamalara karşı mücadele, AKP’nin hayata geçirmeye çalıştığı dönüşüme karşı, demokratik ve özerk bir üniversite talebine sıkı sıkıya bağlanmak zorundadır. Birinci dönem boyunca gerçekleşen asistanların forumu, İstanbul’da gerçekleşen Üniversite Konferansı, Ankara Siyasal’da yaşananlar sonrası fakülte öğretim üyelerinin çok büyük bir bölümünün fakültelerine ve öğrencilerine sahip çıkan bir metin yayınlamaları… ve sayamadığımız bir çok olumlu örnek, ikinci döneme dair de yapılması gerekeni gösteriyor. Buna ek olarak, bizlerin üniversitelerde geleneksel olarak mücadele içinde olduğumuz birçok çevre, AKP ile ters düşen üniversite yönetimleri, hiçbir zaman tutarlı bir demokratik çizgiye sahip olamayan güçler, bu dönem, geçmişten farklı bir tutum izliyorlar ve bu, kimi meselelerde onlarla birleşme olanakları da yaratıyor. (ODTÜ Rektörü’nün ve SBF Dekanı’nın açıklamaları, bazı üniversite konsey başkanlarının takındığı olumlu tutum gibi örnekler hatırlansın.)

Tüm bunları söyledikten sonra, toplam bir sonuç çıkarmak yerinde olacaktır. Öncelikle şunu görmek gerekiyor ki, sorunlar ağırlaşıyor ve bu, üniversitelerde ikinci dönemde daha büyük bir hareketin ortaya çıkma olanağının olduğuna işaret ediyor. Maddeler halinde ifade edersek;

–                       Üniversitelere yönelik olarak gerçekleşen saldırıların yoğunlaşarak süreceği düşünülürse, bunun karşısında şimdiye dek olandan daha geniş birlikler sağlamanın olanakları da artmaktadır.

–                       Torba yasa gibi, hem gençlik kesimlerini hem de emekçileri hedefe koyan saldırılar, gençlik ve işçi sınıfı ve emekçilerin mücadelesini birbirine yaklaştırıyor. Bu bakımdan, 1 Mayıs, önemli bir sıçrama olmaya adaydır.

–                       Yeni anayasa tartışmaları; demokratik üniversite, demokratik Türkiye başlığı altında bir mücadele için kitlesel dayanaklar sunuyor.

–                       Haziran genel seçimleri, tüm ülkede siyasal bir atmosferi şimdiden oluşturdu. Üniversiteler, ikinci dönem, en önemli siyasal alanlardan olacak. Üniversite öğrencileri, kendi talepleri ve birliği ile sistemin karşısına siyasal olarak da çıkabilir.

–                       21 Mart’ta Kürt Halkı Newroz’la iradesini ortaya koyacak; Kürt gençliği ile birleşmede ileri adımlar atılarak, anadilde eğitim ve Kürtlerin taleplerini daha sıkı savunmamız gerekiyor.

–                       Uluslararası gelişmeler, gençlik mücadelesinin ne kadar önemli olduğunu göstermiştir. Tunus, Mısır ve Arap ülkelerinde işsizliğe karşı ve demokrasi için, Avrupa’da sosyal kazanımlar için ve hak gasplarıyla kesintilere karşı büyük bir mücadeleye girişmiştir. Bu, Türkiye’deki gençlik hareketi açısından olumlu bir rol oynamaktadır/oynayacaktır.

O halde bizim üzerimize düşen;

* Ciddi, kapsamlı bir hazırlık ve somut planlarla ikinci döneme girmek,

* Amfi, sınıf ve fakülte temelinde yaygın bir aydınlatma çalışması yürütmek,

* İşçi basını ve halk televizyonunun üniversitelerin birer kürsüsü olabilmesi için yapılacakları her işin merkezine koymak ilerlemek,

* Bilimsel özgürlük mücadelesinin başına geçmek için hakim-gerici ideolojik saldırıya karşı ideolojik donanımı sağlamak ve bunun için de kültür, sanat, bilim, siyaset birikimini, bu alandaki araçları iyi değerlendirmektir.

Üniversite Konferansı Sonuç Bildirgesi ve Sunumlar

Üniversite Konferansı; üniversite bileşenlerinin üniversitelerde yaşadıkları sorunları özgürce ortaya koydukları ve somut çözüm önerilerini tartıştıkları olgun bir konferans süreci geçirmiştir. Konferans öncesinde üniversitelilerin yazılı katkıları ve sonrasında Konferans esnasında yapılan sözlü katkılar ile üniversitelerin tüm sorunları olmasa da, sorunlarının ortaya çıkış nedenleri ve bunların çözüm önerileri net olarak gözler önüne serilmiştir. Bu çerçevede Konferansımız, yapmış olduğu tartışmalarda ortaya çıkan kimi başlıkları ve çözüm önerilerini kamuoyu ile paylaşmak istemektedir:

 

1. Eğitim her kademede eşit ve parasız olarak verilmeli, harç uygulaması derhal kaldırılmalıdır.

Üniversite eğitiminin yıllardır sistematik bir şekilde paralı hale getirilmesi sonucu, üniversitelerde eğitim tam anlamıyla paralı hale gelmiştir. Eğitimin paralılaştırılması süreci birçok eşitsizliği beraberinde getirirken, eğitim kurumları da bizzat özelleştirilmektedir. Üniversitelerin piyasa mekanizmalarına daha fazla açılması sonucu paralı eğitim uygulaması teşvik edilmekte, öğrencilerin yalnızca harç paralarını ödemek zorunda bırakılmasını değil mezuniyetten sonra binlerce lira tutarında kredi borcu ödemesine yol açmaktadır. Üniversite yaşamında harçlarla, ulaşım ve barınma masraflarıyla içinden çıkılmaz bir yaşama mahkum edilen üniversite öğrencileri, üniversiteden mezun olduktan sonra da üniversite öğreniminde almış olduğu kredileri ödemek zorunda bırakılmaktadır. Eğitimin her kademede ücretsiz olarak sağlanması anayasal olarak güvence altına alınmışken, eşit ve parasız eğitim hakkını savunan üniversite öğrencilerinin talepleri karşılanmalı, üniversite kapıları emekçi çocuklarına ardına kadar açılmalıdır.

 

2. Üniversite öğrencilerine iş güvencesi olan güvenli bir gelecek sağlanmalıdır.

Üniversiteler, her geçen yıl sayıları artan işsizler üretmektedir. Türkiye’de iş bulabilmek için üniversite mezunu olmak artık yeterli değildir. Geleceğini göremeyen üniversiteliler her geçen gün kişisel kaygıları ile daha çok ilgilenen ve toplumla kurmuş olduğu bağları zayıflayan bir profile doğru yönlendirilmektedir. Türkiye’nin geleceği olduğu söylenen gençliğin gelecek korkusu, basit önlemlerle ve söylemlerle geçiştirilemeyecek ciddiyettedir. Binlerce ataması yapılmayan öğretmenin bulunduğu ülkemizde, öğretmen açıkları sorunu tüm kamuoyu tarafından bilinen bir geçektir. Ayrıca mühendislik eğitimi alan öğrencilerin mezuniyetleri sonrasında “yetkin mühendislik” gibi yönetmeliklerle emekleri sömürülmektedir. Eğitim fakültelerinde devam eden formasyon sorunu, binlerce eğitim fakültesi mezununun mesleklerini yapamamasına sebep olmaktadır. Bu sorunların kaynağında piyasa ekonomisi yatmaktadır. Bugün AKP eliyle sürdürülen plansız ekonomi politikaları sorunu derinleştirmektedir. Türkiye’nin planlı bir ekonomiye, piyasacı değil kamucu bir toplum örgütlenmesine ihtiyacı vardır. Resmi rakamların bile her üç gençten birinin işsiz olduğunu gizleyemediği koşullarda gençlere iş güvencesi olan çalışma koşulları sağlanmalıdır.

3. Bilimsel eğitimin önündeki tüm engeller kaldırılmalıdır.

Üniversitelerin halk için bilimsel üretimde bulunan kurumlar olması gerekirken, bugün bilimsel üretim bilinçli bir şekilde engellenmektedir. Bilimsel üretimin önündeki en büyük engel, üniversitelerin şirketler ile kurmuş olduğu ilişkilerle birlikte üniversitelerin halkın çıkarlarını değil sermayenin çıkarlarını savunan yapılar olmasının amaçlanmasıdır. Üniversitelerin yeniden bilimsel kurumlar haline gelmesi için üniversite, kar amacı güden özel kuruluşların değil, halkın menfaati için üretmelidir.

4. YÖK kaldırılmalıdır. YÖK’ün temsil ettiği zihniyet üniversitelerden temizlenmelidir.

Üniversiteler yaklaşık 30 yıldır, başta YÖK eliyle, sistematik bir biçimde baskı altında tutulmaktadır. YÖK, var olan sistemin üniversitelerdeki uygulatıcısı konumundadır. Yıllardır üniversitelerin tarihsel konumunu yerle bir etmek için ciddi dönüşümlere imza atan YÖK, son 8 yıldır iktidar partisi AKP tarafından yönetilmektedir. Bu zaman zarfında AKP’nin YÖK’ü değiştirmek/dönüştürmek yönünde verdiği sözler kamuoyunu yanıltıcı yanlar barındırmaktadır. Hükümet, amblemi ve ismi değişmiş ancak aynı işlevi görecek başka kurum/kuruluş ya da mekanizmaların kurulacağının sinyallerini şimdiden vermektedir. Bu mekanizmalar için başlatılan tartışmalardan bir tanesi üniversitelere mali özerklik sağlanması ve üniversitelerin mütevelli heyetleri tarafından yönetilmesi önerisidir. Özel üniversitelerdeki uygulamaya benzer bu modelle üniversiteler, sermaye odaklarının yönetimine dahil edildiği holdinglere dönüştürülmek istenmektedir. Bu çerçevenin içerisinde üniversitelerin piyasaya daha fazla bağımlı hale getirilmesinin projesi olan bu önerilerin, YÖK’ün yıllardır temsil ettiği zihniyetten farkı bulunmadığı belirtilmeli ve bu yöndeki tüm öneriler reddedilmelidir. Bu öneriler başlı başına YÖK’ün temsil ettiği zihniyetin değiştirilmeyeceğini ancak YÖK’ün dönüştürülmesi ile makyaja tabi tutulması anlamına gelecektir. Bu yanıyla YÖK’te yapılması düşünülen değişiklikler üniversitelerin düzene yeniden entegre edilmesi olacaktır.

5. Üniversite öğrencilerine uygulanan baskıya son verilmelidir.

YÖK tarafından son yıllarda binlerce öğrenci üniversitelerinden uzaklaştırılmış, yüzlerce akademisyen hakkında soruşturmalar açılmıştır. Bu süreçte üniversite öğrencilerinin talepleri marjinalize edilmeye çalışılmakta, üniversitelerde AKP’den farklı bir siyasi görüşe sahip olan herkes sistematik bir şekilde baskı altına alınmaktadır. Öğrencilerin üzerindeki baskının hukuksal dayanağı olan disiplin yönetmeliği kaldırılmalı, soruşturma ve ceza uygulamaları geleceğe dönük olarak iptal edilmelidir. Benzerine ancak dikta rejimlerinde rastlanacak bu durum üniversitelerin uğradığı baskıyı net olarak tarif etmektedir. Tersi bir durum ise AKP yandaşlarının son yıllarda üniversitelerde getirildikleri görevlerdir. Üniversiteler sadece AKP’ye yakın olduğu için birçok bilim insanı niteliği olmayan kişiye emanet edilmiştir. AKP’nin muhalif bileşenleri susturma, kendi yandaşlarını kayırma ve üniversitelerde kadrolaşarak üniversiteleri ideolojik olarak ele geçirme yöntemleri “ileri demokrasi” yalanın medya tarafından gündemde tutulmasıyla gizlenmektedir.

 

6. Anadilde eğitim hakkının önündeki engeller kaldırılmalıdır.

Anadilde eğitim hakkı bilimsel ve insani bir haktır. Bilimsel eğitimden uzaklaşan üniversitelerde bir öğrencinin en doğal hakkı olan anadilde eğitim görme hakkı yok sayılmaktadır. Kaldı ki İngilizce olarak eğitim veren devlet üniversiteleri dil dayatmasını açık bir şekilde yaparken özellikle Türkiye halklarının konuştuğu dillerin üniversitelerde yasaklanması anlamsızdır. Üniversitelerde ve tüm eğitim kurumlarında ülkemizde yaşayan halkların dil talepleri karşılanmalı, başta Kürtçeye yapılan resmi yasaklamaların kaldırılması ve üniversitelerde Kürtçe ders verilen bölümlerin açılması sağlanmalıdır. Kimliklerinden ötürü öğrencilerin üzerindeki baskılara son verilmelidir.

7.        Üniversitelerdeki sivil polis ve özel güvenlik birimlerinin görevlerine son verilmeli, üniversitelerde öğrencileri izleyen kameralar kaldırılmalıdır.

AKP’nin üniversitelere dönük uygulamaları, bu kurumların doğalında sahip olması gereken muhalif kimliği sindirmeye yöneliktir. Bugünün Türkiye’sinde her üniversitenin içerisinde onlarca sivil polis ve özel güvenlik birimleri her gün üniversite öğrencilerini taciz ederken, üniversite kapılarında otobüsler dolusu kolluk kuvvetleri bekletilmektedir. Üniversiteler kameralar ile izlenmekte, üniversite öğrencilerinin günlük yaşamları gözetim altına alınmaktadır. Üniversite öğrencilerinin kampüs girişlerinde aranmasına kadar varan uygulamalar, kampüsten çok karakola benzetilen üniversite yerleşkelerinin baskı altındaki vahim tablosudur.

8. Üniversite öğrencilerinin siyasi görüşlerini duyurmasının önündeki engeller kaldırılmalıdır.

Öğrencilerin siyasi görüşlerinin engellenmesi üniversitelerde en çok karşılaşılan baskılardan biridir. AKP’den farklı bir siyasi görüşe sahip üniversite öğrencileri marjinalize edilmeye çalışılmakta ve kamuoyunda itibarsızlaştırılmaktadır. AKP, üniversitelerde bizzat kendi kontrolünde cemaat ve tarikat örgütlenmelerinin önünü açan uygulamalara imza atmakta, bu durum kamuoyunun bildiği bir geçek halini almıştır. Son yıllarda uygunsuz biçimde atanan ve AKP ile ilişkileri açık olan rektörler, üniversitelerde bu baskının uygulayıcılarıdır. Öğrencilerin örgütlenme ve siyasi görüşlerini ifade etme hakkı önündeki tüm engeller ve yasaklar kaldırılmalıdır.

 

9. Atama yöntemiyle göreve getirilen rektörler üniversiteleri temsil etmemektedir.

YÖK düzeninin üniversiteyi merkezi otoritenin kontrolünde tutmak için var ettiği rektör atamaları sistemi AKP eliyle giderek daha fazla kokuşmaya başlamıştır. AKP ile bağlantılı bir şekilde üniversitelerde rektörler AKP güdümlü bir üniversite yaratmaktadır. Üniversite rektörlük seçimleri hiçbir şekilde dikkate alınmayarak ataması yapılan rektörler doğrudan sermayenin ve AKP’nin üniversitelerde istediği düzeni tesis etmek için görevlendirilmektedir. Bu anti-demokratik atamalarla üniversite bileşenlerinin iradesi de hiçe sayılmaktadır. Rektörlük seçimlerinin göstermelik kurgusu ve sonucunda istenilen adayların atandığı bu sistem açıkça üniversite bileşenlerinin iradesini yok saymak anlamına gelmektedir.

10. Üniversite yönetiminde üniversite bileşenlerinin iradesi temsil edilmelidir.

Üniversitelerin yönetimi dahil olmak üzere hiçbir kademede öğrencilerin görüşleri alınmamaktadır. YÖK’ün kuruluşu ile birlikte üniversitelerde uygulanmaya başlayan öğrenci temsilciliği adı altındaki kurumlar göstermelik birer demokrasi oyunundan öteye geçmemektedir. Birçok üniversitede bu temsilciliklerin seçimleri dahi yapılmamaktadır. Üniversite öğrencilerinin ihtiyacı göstermelik temsilciliklerden ibaret olmamalıdır. Üniversite öğrencilerinin üniversite yönetiminde söz hakkı önündeki tüm engeller kaldırılmalıdır. Üniversiteler öğrenciler, akademisyenler ve üniversite çalışanlarının seçimle oluşturacağı bağımsız bir kurul tarafından yönetilmelidir.

 

11. Üniversite öğrencilerinin ücretsiz ve sağlıklı koşullarda barınma hakkı olmalıdır.

Üniversite öğrencilerinin eğitim alabilmelerinin öncül koşullarından biri olan barınma, ciddi bir sorun haline gelmiştir.  Devlet yurtlarının kötü koşulları ve yetersiz yatak kapasitesi ile baskıcı tutumu üniversite öğrencilerinin barınma sorununu daha da ağırlaştırmaktadır. Kadın öğrencilerin yurtlarda sıkça tacize uğradığı, yurtların kışla mantığı ile yönetildiği bir ortamda var olan boşluk, cemaat ve tarikat yurtları ile doldurularak “sosyal devlet” ilkesi ayaklar altına alınmaktadır. Yurtlarda yaşanan sorunlar kamuoyu tarafından da bilinmektedir ancak durumun iyileştirilmesine dönük hiçbir planlama bugüne kadar yapılmamıştır.

12. Üniversite öğrencilerinin sosyal ve kültürel gelişimlerine engel olan uygulamalara son verilmeli, üniversitelerin sosyal yaşamını geliştirici önlemler alınmalıdır.

Üniversitelerde sosyal yaşamın öğrencilerin kişisel gelişiminde önemli bir yeri kaplaması gerekirken bugün üniversitelerde entelektüel üretimler yasaklanmaktadır. Üniversite topluluklarının eşitliğe ve paylaşıma dayalı üretimleri üniversite yönetimleri tarafından engellemekte olup, toplulukların yapmış olduğu faaliyetler ise sıkı bir denetimden geçirilmektedir. Yetiştirilmek istenen üniversiteli profiline uygun olarak bireyciliği ve kariyer düşkünlüğü öne çıkarılmaktadır. Gelecek korkusu ile korkutulan üniversite öğrencileri, üniversiteleri ziyaret eden şirket yöneticilerinden gelecekleri için görüş almaya mecbur bırakılmaktadır.

Üniversite Konferansı yukarıdaki başlıklarda üniversitelerin içerisinde bulunduğu durumu ortaya koyan bir tartışma sürecini geçirmiştir. Konferansımız bileşenleri ilerleyen günlerde üniversiteleri temsil ettiği şüpheli öğrenciler ile yapılan ve yapılması planlanan toplantıların meşruluğunun olmadığını konferans süresince tartışmıştır.

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın üniversite rektörleri ile Dolmabahçe’de yapmış olduğu toplantıdan sonra bu kez Cumhurbaşkanı Abdullah Gül “üniversite temsilcileri” ile bir toplantı gerçekleştirmiştir.

Üniversite bileşenlerinin geniş katılımı ile düzenlenen konferansımız üniversiteleri temsil etme gücüne sahiptir. Bu yanıyla konferansımızın sonuç metni üniversitelilerin sorunlarını ve somut taleplerini temsil etmektedir. İlerleyen günlerde yapılması düşünülen toplantılarda ve üniversitelerde, konferans sonuç metninin referans olarak kullanılması ve üniversite öğrencilerinin taleplerinin gerçekleştirilmesi için konferans bileşenleri sürecin takipçisi olacaktır.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑