İlk belirtilerinin ortaya çıkmasının üzerinden 3 yıl geçmesinden bu yana, dünya ekonomik krizinin etkileri ve yansımaları sürmeye devam etmektedir. Emperyalist güçlerin, gelişmiş kapitalist ülkelerin ve bağımlı ülkelerin ekonomilerindeki çalkalanma, inkar edilemez düzeydedir.
Sermayenin hizmetindeki azımsanmayacak sayıda ekonomist ve yazar, önce başta ABD olmak üzere, daha gelişkin kapitalist ülkelerin ekonomilerinin şu ya da bu sektöründe görülen nispi iyileşme belirtilerinden hareketle, krizin bittiğini ve genel iyileşme döneminin başladığını ilan ettiler.
Bu iyileşmeyi, genel kriz çerçevesinde devrevi krizle bağlantılı olarak tahlil edebiliriz. 2008-2009 çöküşünde görüldüğü gibi, artık ekonomik canlanma dönemleri, giderek daha kısa, hassas ve cılız yaşanıyor.
2010 başındaki hafif bir canlanmanın ardından, hemen birkaç ay sonra, devrevi krizin, tüm dünyada toplumsal, politik ve ekonomik yaşamda daha geniş ve tahrip edici deprem etkisi yaratacak genel kriz üzerindeki etkisinin yansıması olarak, ekonomide yeniden düşüş eğilimine girildi.
Oysa Yunanistan ekonomisindeki çöküntü ve yine İspanya, Portekiz ve İtalya’da şu anda yaşanan sorunlar, büyük bir kapitalist ekonomik krizin varlığının ve bunun politik ve toplumsal sonuçlarının da gözle görülür durumda olduğunun ve sistemdeki önemli sorunları yansıttığının göstergeleridir. Kapitalist çevreler, sürekli olarak, bu krizin, spekülatif süreçler ya da ekonomik açıkları provoke eden finans çevreleri ve hükümetlerdeki etik eksikliğinden, mali idare yönteminden; yani yönetim hatasından kaynaklandığını gösterme çabasındalar. Bunun bir göreceli aşırı üretim krizi olduğu bir gerçektir ve nedeni de, üretimin toplumsal karakteri ile üretilen zenginliklerin ve üretim araçlarının özel mülkiyeti arasındaki çelişkide yatmaktadır.
Bu, egemen kapitalist-emperyalist sistemin temel çelişkisidir. “Krizler, –Kasım 2009’da toplanan konferansımızda kabul edilen belgede savunduğumuz gibi– kapitalist gelişme sürecinin kaçınılmaz evreleri, kâr amacıyla ve pazar için yapılan ve bunun kaçınılmaz sonucu olarak anarşik ve dengesiz bir gelişme gösteren kapitalist üretim tarzının bir sonucu, üretici güçlerle üretim ilişkileri arasındaki çelişmenin doruğu, patlamayla dışa vurumu”dur.
ETKILI OLMAYAN ÖNLEMLER
Burjuvazi, ABD ve diğer ülkelerde bankaların çökmesiyle ortaya çıkan olumsuz durumu gidermek için, devlet kasalarından finans ve endüstri sektörüne, global Gayri Safi Milli Hasılanın %40’ına denk olan 24 milyar dolar civarında yüklü bir miktarı aktarmaya başladı.
Böylece genel finansal sistemin olası çöküşü engellendi, global ekonominin çöküşü frenlendi ve 2009’un[1] ikinci yarısından itibaren az bir iyileşme sağlandı.
Öte yandan, birçok analist, Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD) dahil olmak üzere, çeşitli kuruluşlar, iyileşme sürecinin güç kaybettiğini ve gelecek aylarda 2011 sonuna kadar yavaşlama kaydedileceği uyarısında bulundu.
Global büyüme, IMF’ye göre, bu yıl %4,6 iken[2], 2011’de %4,3’e düşecek. BM ekonomistlerine göre; ekonomik veriler daha kötü ve zayıf bir iyileşme söz konusu olacak. Bu yılın Mayıs ayındaki tahminlerine göre, 2010’da %3 ve 2011’de %3,1’lik bir büyüme bekleniyor. J.P.Morgan yatırım bankası, IHS Global danışmanlık firması, Insight gibi dünyanın büyük bankalarını bir araya getiren Uluslararası Finans Kurumu; IMF’nin yaptığı tahminden daha fazla bir düşüş yaşanacağı öngörüsünde bulundu. Kanıt olarak da, 2011’de süreci harekete geçirmesi beklenen saiklerde sert düşüş görüleceği öngörüsünü, Avrupa’da mali konsolidasyonda, üretim sektöründe büyümenin küçük olmasını, ABD ve Avrupa’da tüketicilerin güveninin düşüşünü gösterdi.
IMF, ABD ekonomisinde gelecek yıl için %2,9’luk bir büyüme (bu yıl %3,9) öngörürken, Avro bölgesi için 2010’da %1 olan büyümeyi, 2011’de %1,3 olarak tahmin ediyor. Yine tahminlere göre, Britanya’da bu yıl Gayri Safi Milli Hasıla %1,2 büyüyecek (önceki tahminlerden %0,1 daha düşük) ve 2011’de %2,1’lik bir büyüme olacak. BM’ye göre, yıllarca en düşük ekonomik performansı izleyen Japonya’da, 2009’da %5’lik bir küçülme yaşandı. Bu ülkede 2010 ve 2011’de büyüme oranı ortalama %1,2 olacak ve iyileşmeyi yakalayamayacak. OECD raporlarına göre, sözde gelişmekte olan ülkeler; 2010’da daha iyi sonuçlar alacak. Brezilya, %6.5’a kadar varan bir büyüme yaşayacak. Çin, %11’den daha büyük bir büyüme elde edecek.
BM verilerine göre, hammadde talebinin yüksekliği ve Brezilya’nın büyüme oranındaki artış nedeniyle, bu yıl Latin Amerika ekonomilerinde % 4,2’lik bir büyüme bekleniyor.
Büyüme, 2011’de %3,9 olacak. Afrika’da gelişen ihracat ve hammadde fiyatlarındaki artış nedeniyle, toplam olarak, 2010’da %4.7’lik ve 2011’de %5.3’lük büyümeler sağlayacak.
BM’nin Ticaret ve Kalkınma Konferansı (UNCTAD)’a göre, dünyada, doğrudan yabancı yatırım (FDI) akışı 2009’un son dokuz ayında neredeyse durdu; 2010’nun ilk üç ayında, 2007 ve 2008 düzeyine ulaşamasa da, kısmen gelişme gösterdi. Konferans metninde; 2009’un son üç ayında, aralarında Çin, Hong Kong ve İrlanda’nın da bulunduğu bir elin parmaklarını geçmeyecek sayıda ülkenin ekonomilerinin, 2007’deki ortalama kayıtlardan daha fazla doğrudan yabancı yatırım (FDI) girişi aldığı belirtiliyor. Yine bu belgeye göre, Aralık 2009 ile Mart 2010 arasında, 63 ülke, doğrudan yabancı yatırım (FDI) için belli türlerde korunma ya da önlem alma yöntemlerine başvurdular.EscucharLeer fonéticamenteYYyyy
Diccionario – Ver diccionario detallado
Kriz, bütün dünyayı etkilemiştir. Öte yandan tehlikeli düşüşlerden “sıyırma” yı başarabilen ülke ve bölgeler de söz konusudur; örneğin, uluslararası ticaret için muazzam bir hammadde, kapitalist sömürü için ise muazzam bir ucuz emek kaynağı olan sözde gelişmekte olan ülkeler.
Gelişmiş ekonomilerde iyileşmenin zayıf olması; işsizlik, düşük tüketim düzeyi, yoksulluğun artması gibi ciddi toplumsal sorunları öne çıkardı. OECD üyesi 31 ülkenin, 2007’deki kriz öncesi düzeyleri yakalayabilmesi için 17 milyon kişilik istihdam alanı yaratması gerekiyor. Bunu önümüzdeki birkaç yılda başarması zor, hatta bu sistemde olanaksız görünüyor.
Kriz, kısa bir süre önce, devlet borçları konusunda Yunanistan’ı çok zor duruma düşürdü; itibarını yerle bir etti. Önceleri, bu sorun hep bağımlı ve az gelişmiş ülkelerin yaşadığı sorun olarak görülürdü; ama Gayri Safi Milli Hasılaları olağanüstü derecede arttığı halde, şimdi emperyalist ülkeleri de etkiliyor.
ABD’nin yıllık mali açığı, GSMH’sinin %11’ine ulaşırken, kamu borcu (15 trilyon dolar) GSMH’sinin %90’ına eşittir. Avrupa’nın bütünü ile ilgili veriler daha da vahimdir. Kamu borcu GSMH’sının %76.3’u ve yıllık açığı %6.8’dir. Öte yandan Avrupa ülkeleri tek tek ele alındığında, bütçedeki açık oranının ABD’den daha yüksek olduğu görülmektedir. Örneğin Büyük Britanyada’da kamu borcu GSMH’nin %79.1’i ve mali açık % 11.5, İspanya’da sırayla % 64.9 ve %11.2, Yunanistan’da % 124.9 ve %13’ün üzerindedir. Ancak borç kaynakları, her ülkede farklılık göstermektedir. Avrupa Birliği ve Avro bölgesinin doğmasına kaynaklık eden Mastricht Anlaşması dahilindeki Avrupa ülkeleri, açıklarında en fazla %3’lük bir iyileşme sağladılar.
Bu anormal borç yükü[3], ekonomilerde ciddi çöküntü ve patlamalara neden olmaktadır. Yunanistan gibi, İspanya ve Portekiz de, borçlarını ödeyememe tehlikesi ile karşı karşıyadır. Bu ülkeler, tüm Avrupa’da ve dünyada ekonomik sorunları daha da şiddetlendirecek kritik bir noktada bulunuyorlar. Bu gerçekleşirse, krizin merkez üssü Avrupa’ya taşınmış olacaktır, ancak sadece Avrupa ile elbette sınırlı kalmayacaktır. Kriz, uluslararası karakterini asla yitirmeyecektir. 6 Mayıs’da[4] Wall Street’in çöküşü, bunun göstergesidir. Avrupa’da gelişen durumlar, ABD’li finans gruplarını oldukça endişelendiriyor. ABD’nin, aralarında Goldman Sachs ve J.P.Morgan’ın da bulunduğu on büyük bankası, Portekiz, İrlanda, İtalya, Yunanistan ve İspanya’da olağanüstü yatırımlara sahipler. Haziran 2010’da Kanada’nın Toronto kentinde yapılan G-20 toplantısı, krizden kurtulma konusunda ABD ve Avrupa Birliği arasındaki görüş ayrılığının, emperyalistlerarası çelişkilerin sergilendiği bir arena niteliğindeydi.
Kriz konusunda, Obama, “yeni bir ekonomik çöküntü”ye karşı bir müddet daha “ekonomik destek” gerektiğini savunurken, Alman başbakanı Angela Merkel, ekonomik düzenleme çağrısı yaptı. Ekonomik iyileşmenin birçok ülkede hala “düzensiz ve kırılgan” bir noktada, işsizliğin “kabul edilemez düzeylerde” ve krizin toplumsal etkisinin oldukça büyük olduğuna işaret edildikten sonra, G-20, kemer sıkma kararına vardı. Gelecekteki temel hedefler, 2013 için kamu borçlarını yarı yarıya azaltmak ve en geç 2016’ya kadar, oldukça büyük bir yekûna ulaşmış birikmiş borçların iptal edilmesine başlamak olarak belirlendi. Bunları gerçekleştirmenin mekanizmalarını her ülke kendisi belirleyecek. Elbette bu hedeflerin diplomatik bir dille açıklanmasına özen gösterildi. Bu nedenle, sonuç bildirgesinde, büyümenin alaşağı olmaması için bu “canlandırma tedbirlerinin” uygulanmasına devam edilmesi gerektiği dile getirildi.
Mevcut koşullarda mali düzenlemeye başvurmak, dünya ekonomisini yeniden geriye düşüşe sokar. Mali açıkla baş etmenin en iyi yolu, yüksek sabit büyüme oranıyla yüzleşmektir. Toronto’da kararlaştırılan kemer sıkma politikaları tersini tetikler. Finans burjuvazisi, üretimin ve kamu gelirlerinin düşmesi pahasına, yatırımlarını iyileştirmeyi garantiye alma arayışı içindedir.
Kriz, dördüncü yılına giriyor ve ekonomik iyileşme oldukça kırılgan ve daha da kötüsü, yeni bir düşüşü işaret eden göstergeler var. Ekonomi dalında Nobel ödülü sahibi Paul Krugman, 19 yy. sonlarındaki “Uzun Bunalım” denilen dönemle bir kıyaslama yapıyor. “Korkarım -diyor Krugman- şu anda üçüncü bir bunalımın başlarındayız. Sanırım bu, çok daha ciddi olan Büyük Bunalımdan çok, Uzun Bunalıma benziyor. Fakat maliyet, dünya ekonomisi için, özellikle de işsizlik nedeniyle yaşamları altüst olan milyonlar için oldukca yüksek olacak.” Bu doğal durum, yeni çelişkileri ve emperyalistlerarası çelişkilerin yanı sıra sınıf çatışmalarını da keskinleştirecek. Bunalım şeklinde bir ekonomik kriz tanımlaması yapıyorsak, daha önce onlarca yıldır kapitalizmce hiç yaşanmamış bir döneme giriyoruz demektir.
AMERİKA BİRLEŞİK DEVLETLERİ
Şubat 2009’da, Barack Obama, eğitim, sağlık harcamalarında 288 milyar dolarlık, işsizlik fonunda 224 milyar dolarlık, kredilerde ve federal hibelerde 275 milyar dolarlık bir azaltma öneren bir “canlandırma paket”ini, ABD Kongresinden geçirmeyi başardı. Bu, ABD’nin GSMH’si “hızlı düşüşe” (2009’un ilk üç ayında %6,4[5] düştü) geçtiği bir dönemde gerçekleşti, eğilimi tersine çevirdi ve bu yılın son üç ayında gözlemlenen pozitif büyüme noktasına getirdi. Fakat bu tedbirlerin etkisi bitme noktasına geliyor. ABD emperyalizmi benzer tedbirler almazsa, ekonomisi daha uzunca bir süre kendine gelemeyecek. Sorun, Hükümet’in ve Kongre’nin bunu yapmaya istekli olup olmadığı ile ilgilidir.
Escuchar
Leer fonéticamente
Diccionario – Ver diccionario detallado
İyileşmeyi, yalnızca devletin “mega paket”i olanaklı kılmıyor. Bunda, gerektiğinde kontrolsüz bir şekilde piyasaya sürdüğü ve dünya parası[6] olarak empoze ettiği doların sahibi olduğu için, tüm dünyanın elindeki artı değeri çekip alan egemen emperyalist gücün durumu da önemli.
Escuchar
Leer fonéticamente
Diccionario – Ver diccionario detallado
Buna, burjuvazinin krizin yükünü emekçilerin sırtına yüklemesi de eklenebilir. Son bir buçuk yıldır, GSMH %3,2 büyürken, toplam maaş bordrolarında, maaşlarda % 5 düşüş yaşandı. Buradan, kapitalist sömürü düzeyinin yükseldiği, böylece işgücü verimliliğinin artışının, işsizliğin artması ve maaşların düşürülmesi[7] nedeniyle yaklaşık %9’a ulaştığı sonucuna varılır. Gerçekte, çalışanların %40’ından fazlası, düşük ücretli hizmet kurumlarında çalışmaktadır. Çalışanların %24’ü, geçen yıl düşündükleri emeklilik planlarını ertelediklerini söyluyorlar. 2009’da,1,4 milyondan fazla insan (bu oran, 2008’deki orandan %32 daha fazla) kişisel iflasa sürüklendiler. Bu yılın Mart ayında, ABD’de koşullar daha bir ağırlaştı, İflas Yasasının[8] çıktığı 2005 Ekim’inden bu yana, herhangi bir ayda gerçekleşenden daha fazla sayıda bireysel iflas başvurusunda bulunuldu.
Escuchar
Leer fonéticamente
Diccionario – Ver diccionario detallado
ABD, ciddi toplumsal sorunlarla yüz yüze. İşsizlik, resmi rakamlara göre, nüfusun %10’u[9] civarındadır. Fakat gerçekte, bunun 5 puan daha fazlası olduğunu açıklayan incelemeler mevcut. Ekonomisinin düze çıkması için ayda 125 bin istihdam yaratması gerektiği göz önüne alındığında bu oldukça zor görünüyor. Çünkü şu andaki ekonomik büyümesi, ayda ancak 100 bin kişiye istihdam yaratabilecek kapasitededir. Bu resesyon sürecinde, özel sektörde 8 milyon kişi işten çıkarıldı. Son yıllarda ortaya çıkan bu sorun, ABD’nin 25 yıldan bu yana kısmi olarak endüstri dışına yönelmesinden kaynaklanmaktadır.
Yoksulluk arttı. 40 milyona yakın Amerikalı (sekiz kişide bir) yemek kuponu alıyor. Bu rakam tüm zamanların rekoru. Yakın gelecekte durum daha da kötüleşecek. Tarım Bakanlığı, 2011’de, bu programdan 43 milyon kişinin yararlanacağını söylüyor.
Escuchar
Leer fonéticamente
Diccionario – Ver diccionario detallado
2009’un sonlarında elde edilen ufak tefek sonuçların dışında, devletin girişimi başarısızlıkla sonuçlandı. ABD ekonomisi, krizden kurtulamaz durumda. Devletin çok borç yükü altına girmesi ve olağanüstü finansal işlere girişmiş olması, mali açığını GSMH’nin %14’üne ulaştırmıştır. Hükümet cephesinde durumla nasıl baş edileceği tartışılıyor. Kamu harcamalarının kısılması ya da vergilerin katlanması konuşuluyor. Kamu borcu, GSMH’nin %90’i, toplam borç (devlet, şirketler ya da özel) GSMH’nin %360’ına ulaşıyor. Büyük Bunalım döneminde bile bu rakama ulaşılmış değildi. ABD’de yalnız endüstriyel kuruluşlar değil, milyonlarca meslek sahibi de silindi. Öte yandan ABD, şu anda, tarihinde[10] en büyük borç batağına batmış bulunuyor.
Bir diğer gösterge, bu yıl geçen yıldan biraz daha az olmak üzere, bütçe açığının 1.3 trilyon[11] doları aşacağıdır. Öte yandan, bu rakam, son 65 yılın ikinci en kötü bütçe açığıdır. Sorun çok karmaşık. Örneğin geçen Mart ayında, Detroit’teki yetkililer, tahmini 280 milyar dolarlık bütçe açığını telafi etmek için şehirde ekonomik bir gelişme sağlanmazsa “iflasa gidebilecekleri” tehlikesine rağmen, 250 milyon dolar değerinde 20 yıllık bir belediye tahvili çıkardılar. Economic Policy Journal.com’daki raporlara göre, 32 eyalet işsizlik parasını ödeyemiyor; o yüzden, bu ihtiyacı federal Hükümet karşılıyor.
Escuchar
Leer fonéticamente
Diccionario – Ver diccionario detallado
Bütçe açığı ve borç ile ilgili veriler şaşırtıcı geldiyse, sizi daha da sarsmak için şunu da ekleyelim: ABD’yi kurtarmak için 6 trilyon dolar gerekiyor. Yani geleceğe ilişkin iyi işaretler yok (bunlar iyiye alamet değil). Dünyaca ünlü analist Nuriel Rubintz, 2008 krizi sırasında “ABD ekonomisinde 2013’den önce bir iyileşme beklenmiyor” öngörüsünde bulunmuştu. Kriz, ABD ekonomisini derinden sarstı, (borçlanmaya ve ticaret açığına dayalı yüksek düzeyde bir iç tüketim, büyük ekonomisinin ve parasının tekelini koruma, uluslararası sermayeyi çekme üzerine kurulu) ekonomik modelinin artık bir geleceği yoktur.
ABD’nin, özellikle de Çin ve Almanya’ya dayatmak istediği ‘döviz savaşları’ ve ‘ihracat kotaları’, aslında kendi problemine çare arayışlarıdır.
Bu ekonomik modelin çöküşü, diğer sonuçlarının yanı sıra, suni talep yaratma fırsatlarını da azaltacaktır.
On yıllardan beri uygulanan ve gerçek ücretleri sürekli düşürmeyi öngören politikalar, bugün yeni sorunlarla karşı karşıyadır.
ABD’de yaşanan 2008-2009 krizi, sadece emek sermaye ilişkileri üzerinde etkide bulunmakla kalmamış, tüm tarafların tutumlarında değişikliklere ve şoklara yol açmıştır. ABD içerisinde hüküm süren göreceli “sükûnet” ise, artık tümüyle geride kalmıştır. Şimdi sınıf mücadelelerinin ve çatışmaların yeniden yükseleceğini öngörebiliriz.
ABD, bugün, dünya ekonomisindeki üstünlüğünü, sadece gelecekteki kozlarını şimdiden harcayarak değerlendirebilir. Bunun somut bir örneği, 600 milyar doları piyasaya enjekte etmeye başlamış olmasıdır.
Bu değişiklik, doların orta vadede dünya parası pozisyonunda kalmaya devam etmesini zorlaştıracak, ama kısa vadede ekonomilere biraz soluk aldırma ve tehlike altında olsa da doların konumunu korumaya sebep olabilecektir. Ama bütün bunlar, doların “dünya parası” işlevini yitirmesinin bir zaman meselesi olduğunu ortaya koymaktadır.
2008-2009 krizi, kapitalist ülkelerin ekonomileri arasındaki eşitsiz gelişme durumuna hız kazandırmıştır.
AVRUPA BİRLİĞİ
2009 yılı, Avrupa Birliği için bir milat oldu. Ekonomisi %4 daraldı. Bu, İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana yaşanan en kötü durumdur. Sanayi üretimi %20 azaldı ve geçen yüzyılın, 90’lı yıllarının ortalarında sahip olduğu düzeye doğru yol alıyor. Yukarıda açıklandığı üzere, büyüme tahminleri, bu yıl %1 iken, 2011’de %1,3’tür. Avro bölgesi ülkeleri arasında, derin bir resesyon yaşayan Yunanistan, İspanya ve Portekiz büyümeyi sağlamak için mali kısıntılara yönelirken, Almanya ve Fransa ufak çaplı genişlemeler kaydettiler.
İngiltere’de, hükümet, bütçenin sosyal yardımlar bölümünden 100 milyar euroluk bir kesinti yapma kararı aldı ve bu, 20 bin gencin sokaklara dökülmesine neden oldu.
Bazı analistler, bölgede yeni istihdam alanları açılacağı konusunda ufak bir gelişme bekliyordu, ama Mart’ta işsizlik büyümeyi sürdürdü ve Avrupa Birliği’nde %9.6, Avro bölgesinde %10,1’e ulastı ki, bu, son 12 yılın en yüksek oranıdır. Avrupa Birliği ülkelerinde, şu anda 23 milyon (20 yıl öncesinden 7 milyon fazla) işsiz var. Bunların 15 milyonu, Avro bölgesinde yaşıyor. Ayrıca bu oranların daha da büyümesi bekleniyor.
En yüksek işsizlik oranı, İspanya (genelde %19,7 ve gençler arasında %40) ve Letonya’ya (%22,3) aittir. İşsizliğin en düşük düzeyde seyrettiği ülkeler ise, Hollanda (%4.1) ve Avusturya (%4.8)dır. Fransa’da işsizlik oranı %10,1 ve İrlanda’da ise %13.2’dir.
Almanya, kitlesel işten çıkarmaları engelleyen çalışma saatlerini düşürme programı sayesinde, %7,3 işsizlik oranıyla bu alanda başarı elde eden tek ülke oldu. Bu ülke, diğer etkenlerin yanı sıra ayrıca ihracatını arttırarak ve Avroyu düşürerek, Yunanistan’daki krizden de nemalandı.
Avrupa nufusunun %8’i yoksulluktan kurtulmaya yetmeyecek işlerde çalışmakta ve 80 milyon kişi de, yoksulluk sınırı altında, ucu ucuna geçinebilmektedir. Avrometre ölçümlerine göre, her altı Avrupalıdan biri, elektrik, su ve ısınma gibi birincil gereksinimlerine ait faturaları ödemede, alışveriş sepetini doldurmada sorun yaşamakta ve ay sonunu zor getirebilmektedir. Yaygın yoksulluk algısı, karanlık bir gelecek korkusunun büyümesine neden olmaktadır.
Yunanistan krizi, bu belirsizliği arttırdı. Öte yandan bu kriz, sosyal demokrat ve neo-liberallerin son yıllarda uyguladıkları politikaların işçileri ve halkları nereye götürdüklerini görmemizi de sağladı. Avrupa Birliği nedir ve onun varlığından kim yararlanıyor tartışmasını da masaya yatırdı.
Avrupa Birliği ve mali burjuvazinin bir alanı savunma ve ABD sermayesine bir cephe açmasının aracı olan Avro bölgesi, şiddetli iç çelişkilerden dolayı sarsılıyor. Birlik içinde ve Avro Bölgesi’nde ekonomisi ve üretkenliği eşit olmayan ülkeler yer almaktadır. Yunanistan, Portekiz ya da İspanya gibi daha az gelişmiş ülkeler için, Birliğin entegrasyonunun anlamı, endüstri dışı aktiviteler (hizmet sektörü gibi) ve konjonktürel koşullara bağlı krize karşı daha dayanıksız sektörlerin (turizm, inşaat, ticaret gibi) genişletilmesi süreçleri anlamına geliyordu. Daha güçlü ekonomiler (Almanya ve Fransa gibi), yukarıda sıraladığımız daha az gelişmiş ülkeleri aşırı borçlandırmaya [12] zorlamak türü yollarla kâr ettiler.
Tek ülke olarak birleşme (…) söz konusu olmadan, Avro’nun ortak para olması, bazılarının aşılmaz diye nitelendirdikleri çatışmalara neden oluyor. Avrupa Birliği ve Avro Bölgesi sürekli risk altında bulunuyor. Burjuvazi düze çıkmak amacıyla, uluslararası kotalardaki düşüşten sürekli etkilenen Avro’yu destekleyerek, toplam bir trilyon dolara yakın bir parayı ortaya sürdü. Fakat bunun bir yararı olmadı, başlangıçta biraz canlılık sağlamış olsa da bu çok kısa sürdü.
Avrupa Merkez Bankası Başkanı Claude Trichet, bu durumla ilgili haftalık Der Spiegel (Alman) dergisine verdiği roportajda şunları dile getirdi: “Hiç kuşku yok ki İkinci Dünya Savaşı’ndan, belki de Birinci Dünya Savaşı’ndan bu yana olabilecek en kötü koşullarla karşı karşıyayız. Gerçekten dramatik günler yaşadık ve yaşıyoruz.” Trichet, şaşırtıcı bir içtenlikle, Avro’ya yardım paketinin “yalnızca biraz zaman kazanmak amaçlı” olduğunu söyledi.
AB’nin kapitalist ülkeleri arasındaki dengesizlikler, Almanya ve Fransa gibi ülkeleri, “Avrupa İstikrar Paktı gözden geçirilsin” önerisinde bulunma noktasına getirdi. Bunu ise, mali yardımlardan mahrum kalacakları için, ilgili ülkelerin egemenliklerinin tehdit edilmesi, Avrupa Komisyonu’ndaki oy hakları ellerinden alınacağı için de politik sonuçlarının doğması gibi adımlar izleyecektir.
Bu türden bir senaryoda, AB’de (IMF ile birlikte) krize karşı mali düzenleme damgalı (işsizliği arttıran) ve yükü emekçilerin ve halkın üzerine yıkacak türden önlemler öneriliyor. Haziran’da Toronto’da yapılan G-20 toplantısında alınan kararlar, önce, Yunanistan ve İspanya’da uygulandı ve emekçilerin yanıtı kayda değerdi.Escuchar
Leer fonéticamente
Diccionario – Ver diccionario detallado
pronombre
us
Burjuvazi, kesinlikle bu nitelikte bir yanıt beklemiyordu. Yunanistan’da işçi sınıfı, genel grevlerle ve İspanya’da benzer şekilde genel bir karşı çıkış ve mücadelelerle yanıt verdi. “Krizin yükünu onu yaratan kapitalistler ödesin, işçiler değil” sloganı, Avrupa’ya yayılarak, emekçiler ve dünya halkları için bir örnek oluşturdu.
“GELİŞMEKTE OLAN” DİYE ADLANDIRILAN ÜLKELER
Kapitalizmin krizi global olmasına rağmen, belli sorunlarını kapitalist ekonominin temel çerçevesi dışına çıkmadan, belirli ölçülerde çözebilen ülkelerin varlığından da söz edilebilir. Gelişmekte olan ülkeler denenlerin durumu buna örnektir. Çin ve Hindistan’in durumu, bunlar arasından en dikkat çekenlerdir.
Hindistan, Brezilya ve Çin ekonomilerinin kaydettiği büyüme oranları gerçekleşmemiş olsaydı, 2009’da (ve bu yıl ve gelecek yılın tahminleri itibarıyla) global ekonomik büyümenin rakamları çok daha kötü olacaktı. IMF verilerine göre, gecen yıl Çin ekonomisi %8,7, Hindistan ekonomisi %5,6 ve Brezilya ekonomisi %4,7 büyüdü. BRIC (Brezilya, Rusya, Hindistan ve Çin) ülkeleri arasında, Rusya, %7,9’luk bir daralmayla, yılı olumsuz bir bilançoyla bitiren tek ülkeydi. Dünya nufusunun %40’ını oluşturan, global GSMH’nin %14’ünü üreten ve son yıllarda ekonomik büyüme oranları yıllık ortalama %10 civarında gerçekleşen BRIC ülkelerinin inkar edilemez potansiyeli not edilmeye değerdir.
Çin, kapitalist politikaları uygulamak üzere makro ekonomik reformlar programını başlattığı yıl olan 1978’den bu yana, yıllık ortalama %9.5’u aşan bir büyüme oranıyla dünyada birinci sırada bulunuyor. Bu kesintisiz ekonomik yükselişle, 2005’te Büyük Britanya ve Fransa’yı, 2007’de Almanya’yı ve son olarak da dünyanın en büyük reserv sahibi, gezegenin ABD’den sonra ikinci büyük ekonomisine sahip olan Japonya’yı solladı. Bu büyümenin iki önemli dayanağı var: Muazzam yabancı yatırım ve uçsuz bucaksız ucuz işgücü sömürüsü kaynağı.
Batı’da olduğu gibi, Çin hükümeti de, kriz patladığında, sanayi, hizmet ve tarım sektörlerini desteklemek ve iç talebi canlandırmak için 600 milyar dolar enjekte etti. Böylece 2008’dekine benzer ekonomik göstergeleri koruyabildi. Öte yandan, Hindistan’da olduğu gibi, Çin’de de büyüme yavaşladı, gelirinin %80’ini oluşturan ihracat, 2009’un ilk yarısında %25 oranında düştü. Bu durum, bu yıl boyunca da sürdü.
Çin’in kaydettiği büyüme global ekonomiyi pozitif yönde etkilemesine rağmen, son derece zayıf global ekonomik iyileşmenin, bu Asya ülkesinin ekonomisinin ciddi oranda büyümesine yardımcı olamayacağı bir gerçektir.
Şu anda hükümet iki politikayı birikte ele alıyor: Büyüme sürse de[13] ekonomik teşviklerin ortadan kaldırılması ve maliyeti yaklaşık 100 milyar dolar olan, Batı bölgelerindeki nispeten daha az gelişmiş eyaletlerde 23 büyük altyapı projesinin hayata geçirilmesi.
Çin, ABD’nin baş alacaklısıdır, ama öte yandan da, başta ABD’ye olmak üzere, yabancı sermayeye bağlı bir endüstriyel yapıya sahiptir. Uluslararası piyasaların iniş çıkışını, dalgalanmalarını dikkatle takip etmekte ve parasının serbest piyasada değerlendirilmesine onay vermemektedir. Bu ise, Çin ile ABD emperyalizmi arasındaki çatışmanın temel konularından biridir.
Bugün kapitalist dünyada, geçmişte ABD’nin oynadığı lokomotif rolünü üstlenecek bir ülke yoktur. Çin ise, kaydettiği büyük ekonomik gelişmeye karşın, bu rolü oynayabilecek durumda değildir. Zira Çin’in üretimi, esas olarak kendi iç pazarına değil, ihracata yönelik üretimdir.
OECD raporlarına göre, bu yıl Hindistan’da %8,3’lük bir büyüme tahmini yapılıyor ve hükümet 2012’de %12’lik bir büyüme bekliyor. Hint ekonomisinin gelişmesine ucuz işgücü yardımcı oldu. Otomobil sanayii, hizmet sektörü ve software üretimi ve ihracatında (bu ürünlerin ve bilgisayar hizmetlerinin ihracatına öncelik tanınarak) yoğunlaşıldı. Önemli bir veri de, şirketlerin bu yılın ilk yarısında gerçekleştirdikleri yutma ve birleşme aktiviteleri ile ilgilidir. Füzyon ve birleşmelerin tutarı, ilk defa 47.800 milyar dolara ulaşmıştır. Bu rakam, geçmişte, 2007’de ulaşılan en yüksek düzeyden %48 daha fazladır.
Brezilya’nin büyümesinin nedenleri de, ucuz işgücü ve başta ABD tarafından yapılanlar olmak üzere, yabancı yatırımlardır. Son yıllarda Çin ile ilişkilerde de önemli bir sıçrama oldu, 2009’da Brezilya’nın en büyük ticari ortağı[14] Çin oldu.
Dünya Banka’sına göre, hammadde ve hidrokarbon ihracatında dünya lideri olan Rusya ise, 2010’da %5.5 büyüyecek. Bu orana, yılın ilk dilimindeki düşük göstergelere göre ulaşılmıştır.
Ekonomik kriz, bu ülkelerin büyük oranda daha gelişkin kapitalist ülkelere bağımlı olduğunu bir kez daha göstermiştir. Bu ülkelerin hükümetlerince girişilen hırslı planların bir kısmının, ulaşılması zor planlar olduğu görülüyor.
“Gelişmekte olan” diye adlandırılan ülkelerde yaşanan büyüme güç kaybetse de, şimdilik, bu düşüşlerin pek sert olmadığı ve bir önceki döneme aşırı kıyastan kaynaklandığı söylenebilir. Şu anda global ekonomide iki kaygı yaşanmaktadır: Gelişmiş kapitalist ülkelerde, düşük büyümeden kaynaklı, yeniden düşüş kaygısı; gelişmekte olan ülkelerde ise, yüksek büyümeden kaynaklı ve finansal sorunlara yol açabilecek aşırı ısınma (enflasyona yol açma olasılığı olan) kaygısı.
Gelişmekte olan diye adlandırılan ülkelerdeki hızlı büyümenin, 2030’larda, global ekonomik güçlerin dengesinde bir değişime yol açabileceği hesaplanıyor. OECD’nin yaptığı bir incelemeye göre, “2000 yılında dünya ekonomisinin %60’ını oluşturan, şu anda payları %51’e düşen 31 OECD ülkesi, 2030’da global ekonominin %43’ünden fazlasına ulaşamayacaklar. Öte yandan gelişmekte olan diye adlandırılan ülkeler 2030’da[15], global GSMH’nin %57’sini oluşturacaklar.” Bu değişim, son 10 yılda başladı ve şu anda yaşanmakta olan krizle birlikte hızlandı.
LATİN AMERİKA VE KARAYİPLER
Krizin Latin Amerika ve Karayip’te etkisi inkar edilemez netliktedir. 2009’daki verilere göre, %-1,8’lik bir daralma söz konusudur. Yapılan farklı araştırmalara göre, 2010 ve 2011’de önemli iyileşme bekleniyor. IMF’nin Nisan ayında yaptığı tahminlere göre, 2008’de yakalanan düzeyden (%4.3) düşük olsa da, bu iki yılda GSMH’da her yıl için %4 oranında bir artış bekleniyor. Latin Amerika-Karayipler Ekonomik Komisyonu (ECLAC), bu konuda daha iyimser bir açıklama yaptı ve bu yıl büyümenin %5.2 olduğunu, fakat 2011’de %3.8’e düşeceğini dile getirdi.
Bu bölgedeki ülkelerin büyüme düzeyleri oldukça farklıdır. Brezilya, Paraguay ve Peru üst düzeydeyken, Venezuela, bu yıl % -2,6 ile negatif büyüme gösteren tek Güney Amerika ülkesi oluyor. Birkaç Karayip ülkesi de onunla aynı durumda. Haiti, geçen Ocak ayında yaşadığı deprem nedeniyle %-8’e düşecek.
Bölgesel büyüme, hem iç hem dış talebe, hem de uygulanan devlet destek politikalarına bağlıdır. Bu ülkelerin bağımlı olma karakterleri gözönünde tutulursa, iyıleşme süreçlerinin, hammadde fiyatlarını belirleme ve ihracat hacimlerini kısıtlama yetileri olan dünyanın en gelişmiş ekonomileri ile aynı seyri izleyemeyecekleri söylenebilir. Avrupa krizinin etkisi, kendini yalnızca ihracat fiyatları düzeyinde ve hacminde değil, göçmen işçilerin gönderdiği işçi dövizlerinde de gösterdi. Örneğin Ekvator’da, İspanya’dan gelen işçi dövizi, bu ülke GSMH’sinin %3’ü civarındadır.
Latin Amerika, esas olarak ABD, Avrupa Birliği ve Çin arasındaki ekonomik çekişmenin ortasında yeralmaktadır. Bölgenin ekonomik politik kontrolü ABD’nin elindeydi ve hala da öyle. Fakat halihazırda önemli değişikliklerin olduğu ve daha da olacağı açıktır. Latin Amerika-Karayipler Ekonomik Komisyonu’na (ECLAC) göre, Çin, Latin Amerika’nin stratejik ortağı haline geliyor ve eğer son on yılda bölgeden ana pazarlara yaptığı ihracat oranını koruyabilirse, Avrupa Birliği’ni saf dışı bırakıp, ABD’ye yaklaşabilir. 2009’da Çin’e yapılan satışlar, toplam satışın %7,6’siydi. 2020’de ise %19,3 (2020’de AB’ye yapılacak ihracat %14 olacak) olacağı söyleniyor. Bunun temel nedeni, ABD’ye yapılan satışların düşmesidir. 2009’da bu oran %38,6 olarak gerçekleşirken, 2020’de[16] %28,4’e gerileyeceği hesaplanıyor. İthalata gelince, ECLAC’a göre, bölgenin ithalat kaynağı olarak Çin, 2020’de AB ve ABD’yi gececek.
Çin, Latin Amerika’da muazzam yatırımlar yapmaktadır. 2004’de açıklanan projeye göre, esas olarak Arjantin, Brezilya, Şili, Kolombiya ve Venezuela’da ve 2015’den önce gerçekleştirilmek üzere, toplam 100 milyar dolarlık yatırım yapılması öngörülüyordu. Resmi rakamlara göre[17], Çin sermayesi, tüm gezegene yayıldı ve Latin Amerika’da son iki yılda %70 büyüdü. Yatırım projeleri, hammadde, bakır, petrol, demir işletmeciliği, nakliyat ve imalat sanayiinde yoğunlaştı.
AFRİKA
Global kapitalist kriz, Afrika özelinde, açlık ve yoksulluğun artmasına yol açtı. BM’in 2009 Kalkınma Programını’nın (PNUD) verdiği bilgiye göre, dünyanın en az gelişen 24 ülkesinden 22’si Afrika’da ve hepsi de Alt-Sahra bölgesinde. Kıtada yaklaşık 16 milyon kişi, günde 1,25 dolardan daha az bir para ile yaşıyor.
Gerçek durum tam tersini ortaya koymasına rağmen, IMF, kıtanın ekonomik gidişinin iyi bir noktada olduğunu iddia ediyor. Orta Doğu ve Kuzey Afrika ülkelerinde hammadde fiyatlarının artmasını, ihracat ve üretimin büyümesini sağlayacak dış talebin canlanmasını ve GSMH’de, 2010’da %4,5 ve 2011’de %4,7’lik büyümeleri bekliyor.
Afrika’nın Alt-Sahra bölgesinde, bu yıl, büyümenin %4, 2011’de %6 olacağı tahmin ediliyor. Bu, uygulanan konjonktür karşıtı politikaların ve “düşük gelirli ekonomilerin genelinin global ekonomiye entegresinin”[18] meyvesi olmalı. Bunun böyle olması, global ekonomik sorunların, bu ülkelerin gelişimini olumsuz yönde etkilediği gerçeğini değiştirmez.
Afrika kıtası emperyalist güçler açısından dünyanın paylaşımı mücadelesinde önemli bir yer tutmaktadır. Hıdrokarbon kaynakların emperyalist metropollere dağıtımı ve ulaşımının sağlanması bakımından önem taşıyan bir çatışma alanıdır.
Dünya emperyalist sisteminin krizinin derinleşmesi, Afrika’da şu sonuçlara yolaçmaktadır : 1- Dünyanın paylaşımı kavgasında onları karşı karşıya getiren çelişkilerin daha da keskinleşmesi. Fransa, İngiltere, İspanya, Portekiz gibi eski sömürgeci güçler kıtada güç yitirmektedirler. Esas olarak Fransız yeni sömürgeciliğinin içine düştüğü kriz ve yenilgi açıkça gözler önündedir ve Fransa tarafından işbaşına getirilmiş olan yeni sömürge yönetimler tam bir çıkmaz içerişinde bulunuyorlar. Ve Amerikan emperyalizmi, Çin ve Hindistan, Brezilya, İran gibi bölgesel güçler hissedilir ölçüde devreye girmektedirler.
2- Fransız emperyalizminin nispi zayıflıktan dolayı yeni sömürgeci politikasını hayata geçirmekte zorlandığı dikkate alındığında, hammadde kaynaklarına, petrol, uranyum, tarım yapılabilir arazilere sahip Afrika kıtasının tekellerin iştahını kabarttığı ortadadır.
Afrika ülkelerini saran kriz, satılmış yönetimleri öteki emperyalist güçlerin kucağına itmekte ve oradan, dışarıya etnik çatışmalar olarak yansıyan savaşları körüklemeye zorlamaktadır.
Afrikadaki işçi ve halk hareketi, ekonomik ve politik talepleri için mücadelelere girişmekte, devrimci demokratik hareketin yapısındaki zayıflıkları aşmaya çaba sarfetmektedir.
Afrika’nın tümünde devrim için koşullar olgunlaşmaktadır, ama hala subjektif koşullar, olgun objektif koşulların düzeyine gelebilmiş değildir. Ulusal ve sosyal kurtuluş için işçi sınıfı ve halkların mücadelesini ilerletmek üzere, Marksist Leninist partilerin kurulması ve gelişmesi, hayati bir önem taşımaktadır.
EMEKÇİLER VE HALKLAR KRİZE KARŞI SEFERBER OLUYORLAR
Finans sektörünü ve sanayi şirketlerini kurtarmak için devletin milyarlarca dolarını (yani emekçilere ve halklara ait kaynakları) kullandıktan sonra, burjuvazi, şimdi de kapitalistlerin işleri batmasın ve kârları artsın diye planlanan “istikrar tedbirleri” adı altında emekçilerin ceplerine el atıyor.
Bu tür paketler, tüm dünyada 30 yıldır uygulanan, emekçi yığınları daha da yoksullaştıran IMF ve DB’nin ünlü neoliberal mantığına karşılık düşüyor. Fakat Avrupa işçi sınıfı beklemedi ve istikrar planlarına, Yunanistan, Fransa, İspanya, Almanya, İtalya’da genel grevlerle ve kitlesel eylemlerle yanıt verdi ve “krizin yükünü emekçiler değil, krizin sorumlusu olan kapitalistler ödemeli” şiarını yükseltti.
Avrupa emek hareketi, politik açıdan yeniden canlanma işaretleri veriyor ve dünyanın tüm emekçileri için bir mücadele referansı haline geliyor. Bu mücadelelerde, kapitalist sistemin temel mezar kazıcısı olarak proletaryanın rolü öne çıkıyor. Burada, -kağıtlı veya kağıtsız olsun- göçmen emekçilerin, AB’nin yabancı düşmanı ve ırkçı politikalarına, sermayenin istikrar planlarına karşı verdikleri kitlesel yanıt da önem taşımaktadır.
ABD’de de, Arizona Eyaleti’nde onaylanan ve “yasadışı” çalışan emekçilerin cezalandırılmasını öngören yasaya karşı mücadele sırasında görüldüğü gibi, göçmenlerin protestosu güçleniyor. ABD sınırlarının da ötesine taşan bu önemli kitle hareketi, ABD’nin yerli emekçileri tarafından da destekleniyor.
Meksika da, hem devlet hem özel sektor çalışanlarının, özellikle de öğretmenlerin kitlesel protesto eylemlerine sahne oldu ve olmaya devam ediyor.
Latin Amerika’nın geri kalanında da benzer, hatta daha güçlü mücadeleler söz konusudur. Arjantin emek hareketinin gelişimi biliniyor; Şili’de öğrenci gençlik ve öğretmenler, eğitimin özelleştirilmesine karşı ve diğer ekonomik talepleri için mücadelede güç topluyorlar. Yerliler seslerini yükseltiyor ve ulusal hakları için mücadele ediyorlar. Bolivya’da kitle hareketleri çok çeşitli taleplerle yükseliyor. Hükümete hala gerçekleştirmediği vaadlerini yerine getirme çağrısı yapıyor, oligarşi ve ABD emperyalizmince tetiklenen bölücü ve suikastçi eylem ve hareketlere karşı da mücadele yürütüyor. Peru halkı, IMF politikalarına endeksli ve elinde emekçi kanı bulunan gerici hükümetle mücadele ediyor. Ekvador’da halk, düşlerine ihanet eden kalkınmacı hükümete karşı hayal kırıklığı içinde sokaklara dökülerek taleplerini haykırıyor. Venezuela, Hugo Chavez’in ilerici politikalarına destek veren güçler ile sürece son vermeyi hedefleyen ve Washington tarafından motive edilen sağ güçler arasında önemli politik mücadelelerin merkezi durumundadır. Kolombiya’da da kitleler, kontra-eylem politikasına yaslanan ve dünyanın en ilkel güçlerinden destek alan hükümetteki gerici grubun politikası karşısında susmuyor.
Latin Amerika’da kitlelerin mücadelesi ve bilinçlerinin gelişmesi, politik ve toplumsal güç ilişkilerinde bir değişimi de tetikledi. Bazı demokratik ve ilerici hükümetler, planlarında ilerleme kaydetmelerini isteyen halkların baskısını hissedip, bağımlılığın kırılması yönünde, ekonomik ve politik önlemler almayı benimsemiş durumdalar. Bazı kesimlerin yeniden bağımlılık ilişkilerini diriltme çabalarına karşın, ABD’nin çıkarlarını zedeleyecek UNASUR (Güney Amerika Ülkeleri Birliği) ve ALBA (Latin Amerika için Bolivarcı Alternatif) gibi bazı inisiyatifler ortaya çıkmaktadır.
Asya’da işçi sınıfı mücadelesi, özellikle de bitmez tükenmez çalışma saatlerine rağmen ücretlerin düşük olmasına karşı sürdürülen eylemlerle, birçok ülkede genişlemektedir. Çin, Kamboçya, Vietnam, Hindistan, Endenozya gibi ülkelerde emekçiler seferber oldu ve bu aylarda milyonlarca emekçinin greve gideceklerini duyurdular. Bengladeş’te tekstil işçileri (çok uluslu şirketlerde çalışıyor ve dünyanın en düşük ücretini alıyorlar) uzun bir greve gittikten ve gösterilerde şiddete maruz kaldıktan sonra, maaşlarında %80’lik bir artış elde ettiler. Talep ettikleri ücret aylık 75 dolardı, ama ancak 43 dolara yükseltebildiler.[19] Kamboçya’da, 273 aktif sendikanın tüm sanayi sektörlerinde 3 günlük grev yapacakları tehditinden sonra, işçiler, %21’lik bir ücret artışı (aylık 50 dolardan 61 dolara) elde ettiler. Geçen yıl %9’luk bir enflasyonun vurduğu Vietnam’da 200 işyerinde grevler yaşandı, Tayvanlı bir ayakkabı fabrikasında yaklaşık 10 bin işçi greve gitti. Endenozya’da, bu yılın ikinci yarısının başlarında, 40 binden fazla tekstil işçisi, elektrik fiyatlarının yükseltilmesini protesto için Bandung’da iş bıraktı. Hindistan’da Nokia (Finlandiya), Bosch (Almanya), Hyundai (Guney Kore), Volvo (İsveç) ve daha birçok çok uluslu şirket çalışanlarının hoşnutsuzluk, protesto ve eylemleri büyüyor. Çin’deki grev ve protestolar, milyonlarca işçiyi birleştirdi ve işçilerin önemli maaş artışları [20] elde etmelerini sağladı. Bu nedenle de bazı şirketler yatırımlarını, daha düşük maaşlarla işçi çalıştırdıkları, ama sömürüye karşı proleletarya mücadeleleri ile karşı karşıya kalacakları başka komşu ülkelere kaydırdılar.
Asya’da büyüyen, yalnızca bazı ekonomiler değildir. Bölgede sermaye hareketinin bir meyvesi olarak doğan ve gelişen proletarya, şu anda bazı ülkelerde, gerçek toplumsal ayağa kalkışlara önderlik ediyor.
Politik ve toplumsal çatışma, Afrika’da da yüksek düzeyde yaşanıyor. Çeşitli ülkelerde yabancı ülkelerce desteklenen gerici rejimler, kendi halklarına karşı ya suç teşkil eden eylemler geliştiriyor ya da kendindeki veya komşu ülkelerdeki etnik farklılıkları kışkırtıyor. Sömürgeciliğin çözülmesinden 50 yıl sonra, kıtada kapitalizmin gelişmesi, Afrika’yı yeni bir ekonomik sömürgecilik sürecine soktu. Emperyalist tekellerin gözü, Afrika’nın zengin mineralleri ve topraklarında bulunuyor. Buraları sömürmeyi sürdürme çabası içindeler. Bu da, bölgede yaşayanların ve emekçilerin karşı koymasına ve direnmesine yol açıyor.
Dünyanın geri kalanında olduğu gibi, Afrika kıtası emekçileri de mücadele içindeler. Geçen yılın sonlarında, Fas, maaşlarının arttırılması talebinde bulunan madencilerin önemli bir direnişine sahne oldu. Güney Afrika’da, bir milyondan fazla kamu çalışanı, revizyonist komünist partinin desteklediği ANC hükümetinde ciddi sarsıntılar yaratan süresiz bir greve gittiler. Aynı şekilde, 31 bin otomotiv işçişi de eylemler gerçekleştirdi. Mozambik’te, hayat pahalılığına karşı halkın ayaklanması 3 gün sürdü. Başkent Maputo’nun kenar mahallelerine de yayılan eylem, 2008’de gerçekleşen “açlık isyanları”nı çağrıştırdı. Halkların krize karşı ve yaşam için mücadele ettiği kıtanın daha birçok ülkesinde, bunlara benzer eylemler gerçekleşti.
Hem genel mücadelenin içindeki yeriyle, hem de kendi özgün talepleri için bayrağı yükselten gençliği de gözardı etmemeliyiz. Avrupa’da gençlik, işsizliğin temel kurbanlarından biridir. Gençlik, Latin Amerika’da kamusal eğitim hakları konusunda oldukça aktiftir.
Genelde, tüm dünyada emekçi ve halkların mücadelesi güç kazanıyor. Bu mücadele, politik ve toplumsal güç ilişkilerinde değişim yaratıyor. Önemli olanı da, bir çok yerde devrimci ve sosyalist tezlere kapı açıyor ve bu tezler, binlerce proleter mücadele insanının bilinçlerine yerleşiyor. Kapitalizme ve burjuva politikalara karşı güvensizlik büyüyor ve kitleler ekonomik, politik ve toplumsal başka bir dünya arayışına yöneliyor.
Buna karşın bu, burjuvazinin insiyatifini kaybettiği anlamına gelmez. Burjuva kesimler, geçmiş kriz koşullarında da olduğu gibi, yine reformist söylem ve planlara sarılıyorlar. Emekçileri kandırmayı sürdürmek ve sömürü düzenini kalıcı kılmak için, neo-liberalizmi ve hatta insanlık düşmanı kapitalizmi kötülüyorlar.
Sosyal demokrasi, krizin ve kitlesel hosnutsuzlukların ortalarında arayışa giriyor ve ortaya bir kez daha, “yoksulluğu arttıran neo-liberalizmin karşısına, halklara demokrasi ve özgürlük getirmeyen bir Marksist sosyalizm” seçeneği koyuyor. Orta yolcu hareketler (üçüncü yol), geçen yüzyılın politik tarihinde de sürekli varlıklarını sürdürdüler. Yine varlar ve yine aynı türden arayış içindeler. Üçüncü yol, her koşul altında Marksist sosyalizm karşıtı bir harekettir ve “XXI. yy. sosyalizmi” gibi önermeler, var olan sisteme alternatif değildir.
Politik ve ideolojik mücadelenin güçlendiği bu koşullarda, Marksist Leninist parti ve örgütler olarak bizler, sosyal demokrasi, reformizm ve revizyonizme karşı tüm dünyada büyüyen değişim talebi lehine eğilimlerin genişlemesini gerçekleştirmek gibi bir zorunlulukla karşı karşıyayız. Devrimci proleter örgütlenme sürecini ilerletebilmek için, bu karşı devrimci yönelimlerle mücadele etmek zorunludur.
Emperyalistler arası çatışma ve çekişmenin kendini daha çok hissettirdiği bir dönemde, yağmacı ve saldırgan emperyalist politika devam ediyor.
Bütün dünyayı saran ağır ekonomik kriz koşullarında, emperyalistler arasındaki çatışma kendini yalnızca, sorunları çözeceği varsayılan tedbirler vasıtasıyla ortaya koymuyor. Tüm ekonomik, politik ve askeri girişimlerin arka planında yeni pazarlar ve etkinlik alanlarının denetimi için mücadele bulunuyor.
ABD, ekonomik, politik ve askeri kapasitesinden dolayı, en güçlü emperyalist ülke olma konumunu koruyor. Bu çıkar çatışmaları ortamında, diğer emperyalist ülkeleri kendi politik ve askeri planlarını desteklemeye zorlamakta ya da Afganistan ve Irak işgallerinde olduğu gibi, en fazla pasif bir muhalefete razı etmektedir. Yeryüzünde 140 kadar ülkeye yayılmış 800’den fazla askeri üssün[21] muazzam caydırıcı etkisi olmadan, politik kontrolün sağlanması, imkansız olurdu.
Saldırganlık, ABD emperyalizminin bayrağı haline gelmiştir. Daha önce Afganistan ve Irak’ta yaptığı gibi, Iran ve Kore’yi tehdit ediyor, Filistin halkına saldıran Israil Siyonizmi’ni destekliyor.
Afrika, saldırgan ABD emperyalizminin, diğer emperyalist AB ülkelerinin ve Çin’in politikalarının kurbanıdır. Emperyalist güçler, Afrika’da, kabilelerarası ve ulusal etnik çatışmaları körüklüyor ve bölgeleri ve ülkeleri işgal ediyorlar.
Yanki emperyalizminin arka bahçesi olarak düşünülen Latin Amerika’da, bölge hükümetlerinin tam kontrol altına alınması ve kıtada esmekte olan yurtsever ve ulusalcı rüzgarın boğulması amaçlı, tehdit ve şantajlar devam ediyor. ABD’nin 4. filosu darbeler körüklemek üzere Latin Amerika’da konuşlandırılmış bulunuyor.
Askeri harcamaların arttırılması, askeri kapasiteyi mükemmeleştirmeye yönelik bilimsel ve teknolojik gelişmeler, dünya hegemonyasını sürdürme hevesi, ABD egemen çevrelerinin geniş çaplı bir askeri saldırı için hazırlıklı olduklarını ortaya koymaktadır.
ABD bu muazzam askeri gücüne rağmen, AB ve Çin gibi bloklar ve diğer güçlerin eylemlerinden etkilenmekte ve bunların tehditini ensesinde hissetmektedir. Örneğin Çin’in ani güçlenmesi ABD’yi oldukça kaygılanmaktadır[22]. Gelişmekte olan diye adlandırılan ülkeler, ABD, AB ve Japonya’yı zaten genel olarak kaygılandırmaktadırlar Bu ülkelerin 2020-2025 periyodunda, dünya GSMH’sinin yaklaşık %60’ını üretmeleri ve bunun %45’lik bölümünün Asya’nın payına düşmesi bekleniyor. Bu, dünyadaki güç ilişkilerinde, emperyalistlerin tüm direnişlerine karşın, önemli değişiklikler yaşanacağını gösteriyor.
Böylece, ABD, kontrol ve egemenlik alanlarının yeniden dağılımını dayatıyor. Doğu Avrupa Bölgesi, Batı Asya ve Orta Asya, ABD, Rusya ve Çin arasında enerji kaynaklarının kontrolü için çekişme bölgeleri oldu. ABD, bu bölgelerde yatırımlar gerçekleştirip, SSCB nin dağılmasından sonra ortaya çıkan cumhuriyetlerin hükümetlerine ekonomik ve askeri destek sağlarken, diğer güçler de, aynı yolu takip ediyorlar. ABD askerlerinin üzerinde tepindiği Orta Doğu’da benzer şeyler gerçekleşiyor. Aynı şekilde, Afrika’da, petrol ve mineral kaynakları açısından oldukça zengin olan Yemen, Somali ve genelde Afrika Boynuzu olarak adlandırılan bölge, Yanki emperyalizminin doğrudan müdahalesine maruz kalan “sıcak” bölgelerdir. ABD, Çin ve onun Avrupalı müttefiklerini safdışı bırakmak ve bölgeyi tamamen kendi kontrolü altında tutmak istiyor.
ABD, dünyanın bu bölgelerinde yeni adımlar atarken, Çin de sessizce Latin Amerika ve Afrika’da, ve hatta Avrupa ve bizzat ABD’nin kalbinde ekonomik varlığını genişletiyor. AB, Latin Amerika’da varlığını genişletmeye niyetlendi (bu amaçla, Serbest Ticaret Anlaşmaları -TLC- nı teşvik etti) . Ama orada da, giderek güçlenen oldukça güçlü ve kıvrak bir rakiple karşılaştı.
Emperyalist güçler, kendi aralarında çatışırlar; ancak uluslararası sermayenin egemenlik kurallarını güçlendirmek, uluslararası terorizm diye adlandırdıkları şey ve halkların mücadelesine karşı durmak gibi birçok konu ve alanda birbirleri ile işbirliği de yaparlar.
ABD, birkaç yıl önce, dünyanın medeniyetler savaşı ile yüz yüze geleceği fikrini ortaya attı. Bu teoriyle, dünyaya egemen olma arzusu ve savaş kışkırtıcılığını makul göstermek istiyordu. Emperyalistlerarası çelişkiler; halklar ve ezilen uluslar ile emperyalizm arasındaki büyük çelişki; ve dönemi karakterize eden sermaye ile emek arasındaki çelişki, burjuvazi ile işçi sınıfı arasındaki çelişki gün gibi ortadadır. Bütün bunlar, günümüz pratiğinde açıkça ortaya çıkmaktadır. Bu çelişkiler, işçi sınıfı ve halkların mücadelesi ve biz Marksist Leninistlerin sosyalizm ve proletaryanın toplumsal devrimini gerçekleştirmek yolunda önümüze koyduğumuz devrimci emeğin gelişmesi görevi için daha iyi koşullar yaratmaktadır.
Emperyalist sermayenin tüm dünyada kurduğu egemenlik; kapitalizmin yapısından kaynaklı dönemsel kriz; işçi sınıfı ve halkların mücadelesinin tüm dünyada gelişmesi; emperyalizm ve proleter devrimleri çağında yaşadığımız saptamasında bulunan Leninist öğretiyi doğruluyor. Bizler, uluslararası Komunist hareketler, stratejik görevlerimizi bu öğretinin bize gösterdiklerine dayanarak yerine getirmek ve ayrıca da konjontürel duruma uygun olarak davranmak zorundayız.
GÖREVLERİMİZ
Kriz karşısında tepki, emperyalist ülkelerde ve dünyanın her tarafında işçi sınıfının, gençliğin (protestolar seviyesini aşmamakla birlikte) eylemlerinde ifadesini buldu ve birlik, örgütlenme ve örgütlerini sağlamlaştırma ihtiyacı giderek arttı.
Günümüz kitle hareketinin deneyimleri, emekçilerin sendikalarını mücadele merkezlerine dönüştürmelerini, burjuvaziye karşı mücadelede zaferler elde etmek için politik partiler olarak örgütlenmelerini zorunlu kılmaktadır. Bu gerçek, bizlere, işçi sınıfı örgütleri içerisinde daha yoğun bir çalışma yürütme görevi yüklemektedir.
Bugün, dünyanın içinde bulunduğu ekonomik, politik ve toplumsal koşullar, kapitalist sistemin açık bir çözülme yaşadığını ve emekçilerin toplumu olan sosyalizmi kurmak için, kesinlikle, devrimin örgütlenmesi sürecini geliştirmek gerektiğini göstermektedir. Biz Markist-Leninistler, bu tarihi sorumluluğu üzerimize alıyoruz.
Bu sorumluluğu yerine getirmeye yönelik, emperyalizm ve kapitalizme karşı, işçi sınıfı ideolojisi, politikası ve örgütlülüğü önderliğinde güçlü bir anti-emperyalist, anti-kapitalist kitle hareketi inşaası için çalışmalıyız.
Proletaryanın diğer sınıfları, ezilen emekçi kesimleri ve halkları kendi davasına çekme sorumluluğu -aynı zamanda zorunluluk- var. Bu başarılmadan, devrimin düşmanlarını yenmek olanaksızdır.
Bütün ülkelerde -daha çok bağımlı ülkelerde- anti-emperyalizm bayrağının yükseltilmesi, günluk işimizin bir parçası olmalıdır. Halkların ve emekçilerin, demokrasi, özgürlük, bağımsızlık, tatmin edici bir sosyal refah ve fiziki gereksinimlerin sağlanması talepleriyle sürdürdükleri kavgada, mücadelede, eylemde cişimleşen, büyük bir anti-emperyalist cephe oluşturabilmek için çalışmalıyız.
Onun eylem ve mücadelesine devrimci bir içerik yerleşmesi için, işçi sınıfının birliğini önemsemeliyiz. Bu, mücadelenin ve toplumsal dönüşümün bel kemiğidir. Sendikal akımlar kanalıyla, partilerimizce yönlendirilen temel örgütlenmede (sendika, işçi sınıfı mücadelesinin temel aracı), sınıf sendikacılığının inşaası için çalışmalıyız.
ABD ve Kanada gibi, Avrupa ülkelerinde de önemli bir kuvvet var: göcmen işçiler. Bunlar, kağıtlı kağıtsız, çalıştıkları ülkelerdeki işçi sınıfının bir parçasıdırlar ve tekellerin aşırı sömürülerinin hedefidirler. Onlar için hükümetlerin uyguladığı özel politika da, bizim tarafımızdan verilecek özel bir karşılığı hak ediyor.
Kapitalist sistemin içkin doğasının sonuçları ve uygulanan neoliberal politikalar nedeniyle, evsiz, topraksız ve işsiz bir kesim her gün giderek daha bir artıyor. Dışlanmışlar olarak da sınıflandırılabilecek bu kesim, hayatta kalabilmek için mücadeleye hazır bir nufusu oluşturuyor. Bize düşen, bunların hoşnutsuzlukları ve mücadelelerini örgütlemektir.
Dünyanın her yerindeki kitle mücadelelerinde, gençlik, önemli bir yer tutmaktadır. Emekçi gençlik, öğrenci gençlik ve ulusal gençlik grupları. Gençlerde değişim ve devrim fikri daha kolay nüfuz eder. Öte yandan, burjuva sosyal demokrat nağmelere kolayca kapılabilirler de. Gençliğin, partiler ve ayrıca bulundukları kitle örgütleri içindeki çalışma kanalıyla politik örgütlenmesi birincil görevdir.
Kadın hareketleri için de aynısı geçerlidir. Dünya nüfusunun yarısını oluşturan bu kesimi, politik devrim mücadelesine katmak için, uluslararası komünist hareketin, kadın emekçiler ve ezilen kadınlar arasında özel bir çalışma yürütme geleneği üzerinde çalışılmalı ve bu gelenek geliştirilmelidir. Bu çalışmada, kadınların özgül taleplerini, kapitalizm ve emperyalizme karşı mücadele ile birleştirmek için bu taleplerin sınırlarını (iş yerlerinde ve “sivil toplum örgütleri”nde kararlı bir şekilde çalışarak) genişletmek zorundayız.
Kapitalist somürünün doğaya verdiği korkunç zararlar sonucunda çevre hareketi gelişmekte ve çevre hareketleri toplumların önemli bir kesimine mücadele çağrısı yapmaktadır. Öte yandan, bu hareketler, temelde, sistem içinden mevkilerce yönlendirilmektedir. Bize düşen görev, bu hareketler içinde yer alıp, hareketin içeriğini, sınıf karakterli ve devrimci pozisyonlara evirmektir.
İdeolik mücadeleyi sürdürmek, proleter devrimci komunistler için bir zorunluluktur.
Biz Markist Leninistler, duyarlı tüm toplumsal kesimleri, devrimci ve ilerici politik mücadeleye kazanmak zorundayız. Ülkelerimizde, sınıftan bağımsız olarak gerçekleşen ve uluslararası bağlamda gelişen tüm politik eylemlerde yer almalıyız. Eylemlerde, işçi sınıfının ve halkların politik bilinç düzeyini yükseltmek ve onları farklı yöntem ve çesitli düzeylerde örgütlemek için çalışmalıyız. Herşeyden önce de, devrimci sürece yön vermenin temel aracı olan proletarya partisi inşaasını merkeze koymalıyız. Partilerimizin, kitleler içinde kök salması, proletaryayı iktidara taşıyacak ve sosyalizmin inşaasını gerçekleştirebilecek yetiye sahip olması için çalışmalıyız.
Önümüze koyduğumuz görevler bunlar ve bunları yerine getireceğimizi ilan ediyoruz.
[1] Ekonomik verimliliği, dibe çeken ve kârlılığı engelleyen bir dizi banka ve şirket devlet yardımlarıyla ayakta kaldı.
[2] Bu %4,6’lük büyümede, yılın ilk yarısında Asya ekonomisinin büyüme kaydetmesinin önemli etkisi vardır.
[3]Japonya’da GSMH’nin %200’u olup, gelişmiş kapitalist ülkelerde oran daha yüksektir.
[4] Bu olayda, bazı hisse senetleri %60 değer kaybetmişti, Accenture hisseleri 40 dolardan 1 cente, Lear hisseleri 74 dolardan 0,0001’e kadar inmişti.
[5] ABD’nin ekonomik aktivitesi, 1930 Büyük Bunalımı’ndan bu yana Haziran 2009’a kadar bir yılda 3’er aylık seanslarla ardarda 4 kez küçülme yaşamıştır. Bu süreçte GSMH yaklaşık %3,8 küçüldü.
[6] Dünya ticaretinin % 80’inden fazlası dolarla yapılıyor.
[7] 1950’de yönetim kadrosuna yapılan ortalama ödeme ile çalışana yapılan ortalama ödeme arasındaki oran, 30’ a 1’di. Bu oran, 2000 yılından bu yana, 300’e 1 ile 500’e 1 arasında büyüdü.
[8] Global Research: http://www.globalresearch.ca/index.php?context=va&aid=19539
[9] Kaliforniya’da işsizliğin %20 olduğu ilçeler var.
[10] ABD’de, 1970’den bu yana, talep ve istihdamda, borçlanma yoluyla teşvik edilen kümelenmiş talep yardımı olmadan bir büyüme sağlanamadı.
[11] Bunun anlamı; örneğin, 2010 yılında her gün bir milyar dolar ödense hala bir trilyon doların ödemesi bitmeyecek demektir.
[12] Yunanistan’ın borçlarının % 40’ından fazlası Fransız ve Alman bankalarının ellerinde; geri kalanı ise diğer bankaların. Bir kısmı da Yunan sermayesi olarak görünüyor, ama bunlar da Fransız, Alman ve ABD sermayesinin kontrolü altınadır.
[13] Bu yıl için büyüme tahminleri % 9,5 ile % 11 arasında oynuyor. Bu iki orandan herhangi biri bile mevcut koşullarda oldukça yüksek sayılır.
[14] Aynı şekilde, Hindistan ve Güney Afrika’nın da en büyük ticari ortağı.
[15] OECD Raporu: “Global gelişim perspektifleri: “Zenginliğin değişimi” http://www.oecd.org/document/12/0,3343,en_2649_33959_45467980_1_1_1_1,00.htm
[16] Aslında Çin, Brezilya ve Şili’nin temel ticari ortağıdır.
[17] Çin, Venezuela’da petrol kuyuları alt yapısına, gaz üretimine, demiryolu ve rafinerilerin iyileştirilmesine 400 milyon doların üzerinde bir yatırım yaptı.
[18] Global Ekonomi Perspektifleri- IMF, Nisan, 2010
[19] Basbakan Sheikh Hasina Wajed şunu bilmeli ki, şu anki asgari ücret, “yalnızca yetersiz değil, aynı zamanda insanlık dışıdır.”
[20] Çin Komünist Partisi yayın organı Global Times, Çin’in global pazarlara açılmasıyla birlikte, sıradan emekçilerin ekonomik zenginlikten en düşük payı aldıkları eleştirisini yaparak, grevlerin, ‘örgütlü sendikal korunma’ gereksinimini ortaya çıkardığı uyarısında bulundu.
[21] ABD, gezegenin en yüksek askeri bütçesine sahiptir; neredeyse tüm dünya ülkelerinin askeri bütçelerinin toplamı kadar.
[22] Yukarıda işaret ettiğimiz gibi, Çin, gezegenin ikinci büyük ekonomisine dönüşerek, Japonya’yı sollamıştır.