CHP Nereye?

GİRİŞ

Deniz Baykal, uzun yılların uğraşının ardından sağlama bağlamış göründüğü CHP genel başkanlığını bir gün içinde elinden kaçırdı. Bir seks kaseti marifetiyle istifa etmek zorunda kaldı.

Ne badireler atlatmış, görmüş geçirmiş Baykal, bu kez atlatamadı. Oysa ’95 Seçimleri’nde aldığı 10.7’lik oy oranıyla barajı kıl payı geçebilen CHP, Ecevit’in DSP’nin başında %22 oy alarak Başbakan olduğu bir sonraki ’99 Seçimleri’nde aldığı 8.7’lik oyla bu kez barajın altında kalmış ve hırsını dizginlemekten kaçınamayarak genel başkanlıktan istifa etmişti. Ama kaset “olayı”ndaki türden çaresiz kalmayan ve 1,5 yıl sabrederek, bu arada ekibini yönetmeyi ve (genel başkanlığı Altan Öymen’e kaptırmış görünse de) ekibi aracılığıyla partiyi elinde tutmayı bilen Baykal, Eylül 2000’de yeniden başkanlığa dönmeyi “başarmış”tı.

Sağlam mı sağlamdı parti içindeki mevzileri. Yalnızca başkanlıktan ibaret değildi. Üstelik CHP Kurultaylarında açıktan, yani Baykal’ın ve ekibinin de gözü önünde, yine üstelik aradan kaçmış istisnalar bir yana tümü Baykal tarafından özenle seçilmiş “asker delege”nin %20’sinin oyunu alarak genel başkan adayı olunabiliyordu. Başkanlık da olağanüstü sağlamdı ya da öyle görünüyordu. Yetinilmemiş, yeni bir tüzük hazırlanmıştı. Delegenin bunca “asker”liğine rağmen, onlar tarafından Kurultaylar arasında partiyi genel başkanın yanı sıra partiyi yönetmek üzere seçilen Parti Meclisi’nin elinden, partiyi pratik olarak yöneten Merkez Yürütme Kurulu’nu belirleme yetkisi bile alınmıştı. Gerçi tartışma çıkmış, 50 yıldan uzun zamandır birlikte olan Baykal’la genel sekreteri Önder Sav konuyla ilgili anlaşmazlığa düşmüş ve bu nedenle tüzüğün yürürlüğe girmesi ertelenmişti. Sonradan Önder Sav’ı yönetimden tasfiye ederken Kılıçdaroğlu’nun kullandığı bu tüzük değişikliğine göre, tüm MYK’yı, genel başkan yardımcıları olarak genel başkan atıyordu. Özetle genel başkan, “diktatörlük” yetkileriyle donatılmış oluyordu; her şey Baykal’ın iki dudağının arasına alınmıştı. Ama olmadı. Yetmedi.

Herhalde bu tahkimat nedeniyle Baykal’ın düşüşü de trajik oldu. Başka türlüsü neredeyse imkansızlaştırılmış olan lider değişikliği ve çizgisine ilişkin oynamalar, olağan yolların dışından, aslında burjuva siyaset, sadece siyaset de değil iktisadi-mali alanı da kapsayan burjuva içerikli tüm rekabet alanları bakımından kullanılan damping, rüşvet, satın alma, gangsterlik/mafya ve hatta darbe ve savaş gibi yöntemler hatırlandığında pek de olağandışı sayılamayacak bir yöntemle “bel altı”ndan vurularak gerçekleştirildi.

Kim yaptı, neden yaptı –bağlantılı olmakla birlikte, ayrı bir tartışma konusu. Böyle bir tartışma değer taşımaz mı? Taşımasına taşır da. Ancak conspiratif/komplocu yaklaşımlar üzerinden yürümeyi bir yana bırakmakta fayda vardır.

Bununla birlikte eklenmesi gerektir ki, kim, hangi amaçla ve neden düzenlemiş olursa olsun, “kaset olayı”, tartışmasız olarak tam “zamanında” patlak vermiştir. Her şey ve herkes, CHP kadroları, hatta hesap hatası yaptığı kısa sürede içinde ortaya çıkan Ö. Sav ve böyle bir hata işleyip işlemediğinin görülmesi için çok değil seçimin sonuçlanmasının beklenmesi yetecek olan Kılıçdaroğlu, CHP’ye umut bağlayanlar, bağlamayanlar… tam hazırdılar, “komplo”yu her biri kendisi düzenlemiş olsa ancak bu kadar olurdu. Kimse şaşırmadı. Neredeyse tüm “senaryo” baştan yazılmışcasına, adımlar birer birer atıldı. Yüründü gidildi.

İlk adım, direnemeyen Baykal’ın istifasıydı. Nasıl dirensindi ki?

DEĞİŞİKLİK ZORUNLUYDU

Baykal’la gitmiyordu. Mutlaka “bal tutanın parmağını yaladığı” kendi hizbinin dışında seveni de yoktu. Ama partiyi kendi hizbi ya da kendi hizbini parti haline getirmiş, yalnızca dar bir örgüt cihazıyla yetinir olmuştu. Daha fazlasını, istemiyor gibiydi; sanki kendi “küçük partisi” ve onun başkanlığını yeterli görüyor gibiydi. Devlet içinde, çeşitli kurum ve düzeylerde sevenleri, yandaşları, uzantıları vardı şüphesiz. Ecevit’in, İ. İnönü tarafından yolu açılan “ortanın solu” çıkışından bu yana, CHP’nin “devlet kurucu parti” oluşunun hakkını en çok o vermişti. 28 Şubat ve ardından 27 Nisan (Büyükanıt’ın “muhtıra”sı) sürecinde, Amerikan emperyalizminin yol göstericiliği ve planlamasında siyasal İslam’ın, dinciliğin, “ılımlı İslam” adı takılarak, hatta Türkiye’nin de bir “ılımlı İslam ülkesi” olduğu ileri sürülerek, devlet yönetiminde rol üstlenmesiyle resmi olarak da burjuvazinin dayanakları arasına katılmasına, devlet kademelerinden, yargı da içinde askeri ve sivil bürokrasiden gelen tepkilerle yekvücut olarak, darbe girişimlerinin desteklenmesine varıncaya kadar, tüm olağan ve olağanüstü hukuki, siyasal vb. yöntemlerin kullanıldığı çatışmanın tarafı olmuştu. Gerici burjuvazi içindeki çekişmenin dolaysız bir parçasıydı; 80 küsur yıllık Cumhuriyet’in süreç içinde bir gelişme göstererek, ulusal devrimcilikten emperyalizmle birleşmeye ve karşı devrimciliğe evrilmiş ve “demokratik, laik, sosyal hukuk devleti” olarak tanımlanması adetten olmuş –öncekilerle birlikte– 90’lardaki mevcut yapısını savunmayı üstlenmişti. Düpedüz gericilikti. Halka yer yoktu bu savunmada; ancak Baykal CHP’si bunu, Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet’in kuruluş yıllarındaki ilerici ve devrimciliğine atıfla Kemalizm’in özellikle “laiklik” ve “irticaya karşı mücadele” tutumuna dayandırmaya çalıştı. Hatta bu laikçi “şeriat tehlikesi”ne vurgu yapan “irticaya karşı mücadele” çizgisini biricik varlık koşulu düzeyine yükseltti.

Baykal’ın siyasal çizgisi, “soğuk savaş”tan kalma anti-komünist laikçi, halk ve talepleriyle ilişkisiz milliyetçilikten oluşuyordu. Halktan uzaklığıyla özelleştirmeleri, taşeronluğu, esnek çalışmayı, düşük ücreti, sendikasızlaştırmayı vb. esas alan neoliberalizme uyum göstermede hiç sorun çıkarmadı. Özelleştirme CHP programına alındı, esnek istihdamın yasalaştırılmasına hiç muhalefet edilmedi, sendikalar desteklenmedi, hatta bu alan CHP tarafından boşaltıldı.

Ama iki alanda ayak direndi: “Ilımlı İslami” gidişat karşısında “şeriat tehlikesi” korkuluğu sallandı ve başka hiçbir alanda gösterilmeyen direnç bu alanda ortaya kondu. Baykal laisizmi öne aldı, hatta başka bir işle uğraşmadan sadece “türban” üzerinden dini kullanan, dini hassasiyetleri yüksek tabanını ardında tutmak için kendisi de “türban” kılıç gibi sallayan AKP ile laikçi-şeriatçı kılıç-kalkan oyunu oynamayı tek uğraş alanı haline getirdi. Ne emeğin talepleri, ne özgürlük ve demokrasi talepleri ne de bağımsızlık –her şey bir yana, “türban” ve “irtica tehlikesi”ne karşı mücadele bir yanaydı! Ama din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması demek olan bir burjuva laisizmini bile benimsemiyordu. Tam bir laikçiydi: Devlet dine müdahale ettiği gibi finanse de edecekti, Diyanet’e dokunulmayacak, zorunlu din dersi eğitimi sürecekti. Bu yaklaşımla CHP ve eski lideri Alevilere ve taleplerine hiçbir yakınlık duymadığı gibi, parti içinde de daima önlerini kesti. Yapay bir devlet dininin dayatılması yanlısıydı; yeter ki F. Gülen ve AKP’nin yükselişi sürecinde olduğu gibi, din devlete karşı sesini yükseltmesindi. Devlet dini güttüğünde sorun yoktu, ama dinci bir akım devleti ele geçirmeye yöneldiğinde, buna katlanılamazdı.

İkinci direnç alanıysa milliyetçilikti: Kürt düşmanlığı, “irtica” karşıtı laikçiliğin yanı sıra ikinci başlıca uğraşıydı. AKP’nin türban üzerinden tabanına gönderdiği mesajlar türünden Kemalizme göstermelik atıflarla zaman zaman “tabanına oynama” amaçlı genellikle Kıbrıs ve Kürt sorunu bağlantılı “show”lar bir yana emperyalistler karşısında sesi çıkmıyordu CHP ve eski liderinin, “boynu kıldan ince”ydi. Bazen Kıbrıs üzerinden özellikle AB’ye çatar görünüyor, bazen da “PKK’yi destekliyorsunuz” diye “büyük devletler”e sitemlerini yolluyordu. Ama işte, ulusal ayrıcalıkları savunmak üzere ulusal baskı ve zoru sonuna kadar destekliyor, ayrılmaya destek anlamı taşıyabilir korkusuyla Kürtlerin ne en küçük demokratik talebini, ne savunulmadan insan olunamayacak anadil talebini benimsiyor ve hele, ne de Kürtlerin ayrı bir millet oluşturduklarını ve kendi kaderlerini belirleme hakkına sahip olduklarını kabul ediyordu. Emperyalistler karşısında “süt dökmüş kedi”, Kürt halkı ve ulusal hareketi karşısında ise “aslan”dı.

Baykal’ın varlığı ve tartışmasız iticiliği nedeniyle çoğu CHP’li partisine oy vermez olmuş, itilip kakılan “oy deposu” Aleviler “ne yapmalıyız?”arayışlarına, hatta yeni parti kurma tartışmalarına sürüklenmiş, Kürtler tamamen düşmanlaşmış, bir edebiyat olarak çoktan terk edilmiş “emek en yüce değerdir” ritüeli ve dayanağı olarak “sosyal devlet” kapsamında görünüşte ya da az-çok gündem edinilen emek haklarının CHP ilgi alanı dışına düşerek tümden unutulmasıyla sömürülen “alt tabakalar” CHP’den umut kesip uzaklaşmış, demokrasi sorunlarına ilgisizlik ve tersine örneğin seçim barajları özenle savunulurken darbecilikle içli dışlı görüntü verilmesi ve Ergenekon’un avukatlığının ilan edilmesi demokrat kesimleri partiyle kopuşmaya götürmüştü. Baykal, CHP tabanında bile son derece kötü bir ün sahibiydi. Kimse Baykallı bir CHP’nin AKP ile yarışabileceğine ihtimal vermiyordu. Ne partililer, ne halk kitleleri, ne Türkiye ve ne de dünyanın egemenleri…

Herkes “böyle gitmez”, “Baykal’la olmuyor” diyordu.

Türkiye üzerinde kuşkusuz hesapları olan ve gerçekleştirmek üzere planlar yapan, çünkü hem ülke içinde hem de Arap ayaklanmalarının, ölçeğini büyüttüğü stratejik bir kapı olarak önemli bir yer tuttuğu Ortadoğu’da, ciddi çıkar ve ilişkilere sahip emperyalist gericilik, evet uzunca bir süredir AKP’yi destekliyordu. “Ilımlı İslam”, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’ya, hatta Avrasya’ya ilişkin ortaya atığı “Genişletilmiş Ortadoğu Projesi”nin küçümsenmeyecek bir ihtiyacı ve dayanağıydı ve bu kozu, Türkiye’de, AKP ve Fethullah Gülen cemaati üzerinden pazarlıyor ya da hayata geçiriyordu. Ancak başta Amerikalı emperyalistler sorunlar yaşamıyor da değillerdi. Birlikte planlasalar ya da kendisi “yeşil ışık” yakıp önünü açsa bile, çıkar çıkara tam uymuyor, su sızdırmamacasına üst üste oturmuyor, problemler oluşuyordu.

Örnekse, İran’ın ve nükleer “araştırma” ve santralleri sorun olmuştu. Obama ile anlaşılıp Brezilya ile birlikte “arabuluculuk”a soyunulmuş, ama, her koşulda mümkün olmadığı görülerek emperyalist efendiye uygun düşecek manevra yapılamamış ve BM’de ABD’den farklı olarak “hayır” oyu kullanılmasına varılmıştı.

Amerikalı efendilerin gerçek stratejik ortağı İsrail’le ilişkiler de sorun olmuştu. Yine efendinin “yeşil ışığı”yla başlanmıştı; ABD’nin Obama’yla Ortadoğu’daki konumlanışını yenilemek üzere başlatmayı tasarladığı “barışçıl” atak Netanyahu Hükümeti’nin direnciyle karşılaşmış, İsrail yeni yerleşim birimleri kurmayı bir türlü durdurmamıştı. Mısır da tüm desteğini vermesine ve Mahmut Abbas “tamam” demesine rağmen, olmuyor, Amerikalılar, bölgeyi bir türlü kendi hesaplarınca toparlayamıyorlardı. İsrail’e geri adım attırılacaktı, “kestaneyi ateşten alma” işi Türkiye ve Erdoğan’a düşmüştü, onun da canına minnetti. Efendiyle birlikte hesaplanmıştı; İsrail’le sürtüşme üzerinden aynı zamanda İslami bir atak da başlatılmış olacak, Türkiye “ılımlı İslam”ının hareketlenme belirtileri gösteren Müslüman halklar nezdinde daha fazla işlevsel olması sağlanacaktı. “One minute” ile ilk adım atıldı. Ama sonra iş çığrından çıktı. Amerikalıların hiç hesaplamadıkları gibi, istemedikleri de bir noktaya tırmandı. “Show” abartıldı ve sonunda Mavi Marmara gemisinde 9 Türk vatandaşının öldürülmesine varıldı; iş, AKP’nin herhalde öngörmediği ve Gülen’in itiraz ettiği ölçüde “şirazesinden” çıkarak, İsrail’le neredeyse kopuşulmaktaydı. AKP’nin İslami rengi hesap dışı gelişmelere neden olmuştu.

Başka örnekler de verilebilir. Ancak yeni Elçisi Riccardione’nin ağzından yapılan “Basın özgürlüğü var deniyor, ama gazeteciler tutuklanıyor. Anlamıyoruz.” açıklaması ve verilmek zorunda kalınan sitemkâr ama tersleyici yanıtlar, ABD-AKP ilişkilerinde gelinen noktayı belirtti. ABD şüphesiz desteğini çekmiyordu, ama herhalde bir “alternatif”e de ihtiyacı vardı. Zaten nerede görülmüştü Amerikan emperyalizminin “tek at”a oynadığı! Özetle, Amerikalılara, hiç değilse gerektiğinde manevra yapabilmek üzere “koz” olarak ve gerektiğinde AKP’ye çeki-düzen verebilmek üzere “sopa” olarak kullanabileceği bir “alternatif” gerekiyordu.

Yalnız emperyalistler ve özellikle Amerikan emperyalizmi bakımından değil, ama tekelci büyük burjuvazi bakımından da problemler yaşanmaktaydı ve onlara da “alternatif” gerekliydi. Özellikle Erdoğan, örneğin TÜSİAD’ı olmadık biçimlerde hırpalamakta, bağırıp çağırmasının ötesinde, devlet olanaklarından yararlanmalarının önüne setler koymakta; hazine ve sair olanakların “muslukları”nı, hızla palazlanmalarına elinden gelen tüm katkıyı yaptığı “yeni yetme-yerden bitme” “yandaş sermayedarlar”a akıtmaktaydı. Hatta A. Doğan örneğinde olduğu gibi, sonradan mahkemelerden dönmeye başlayan fahiş vergi cezalarıyla “diz çöktürme” tutumlarına yöneldiği bile olmaktaydı. Fazlası sayılabilir; ancak özellikle TÜSİAD’çıların, güçleri hiç de küçümsenmemesi gereken ünlü işbirlikçi tekelcilerin de, tıpkı Amerikan emperyalizmi gibi, bir “alternatif”e ihtiyaçları vardı. Bu, hazine “muslukları”nı “düzgün” akıtmasa bile, özelleştirmelerden taşeronlaştırmaya, asgari ücretten esnek çalıştırmaya, hatta kıdem tazminatı ve sendikaların bitirilmesine kadar genel olarak tekelci kapitalistler lehine tüm önlemleri alarak, izlediği ekonomi politikasıyla, banka ve şirket bilançolarının da kanıtladığı gibi yükselen kârlılık oranlarıyla sermaye birikiminin tavan yapmasının politik koşullarını sağlayan AKP’ye dirsek çevirdikleri ya da çevirecekleri anlamına gelmiyordu, ama onların da işlerine yarayacak bir “koz” ve gerektiğinde kullanacakları bir “sopa”ya ihtiyaçları olduğu kuşkusuzdu.

Halk da bir “alternatif” arayışı, doğrusu, şimdilik arayışından da çok, beklentisi içindeydi. Yılların deneyimi CHP’nin halkın işine yarar bir alternatif olmadığını, olamayacağını ve CHP zemininden böyle bir alternatif oluşmasının sıfıra yakın bir olasılık olduğunu gösterse de, bilinç ve örgüt düzeyindeki geriliğin koşullamasıyla, AKP’den yeterince darbe yiyen ya da yediği darbelerin ucundan kıyısından farkına varmaya başlayan geniş kesimler de AKP ile problemliydiler, ama Baykal’lı CHP’yi de “umutsuz vak’a” sayıyorlardı. Ama ayırdında olsunlar olmasınlar, kesindi ki, AKP karşısında bir alternatife nesnel olarak ihtiyaçları vardı.

Aynı şey CHP’liler için de geçerliydi. Küçük bir azınlık oluşturan Baykal’ın hizbi dışında kalan ve hele aslında oylarıyla CHP’yi var eden, “atadan CHP’li olmak”, “AKP’den CHP aracılığıyla kurtulabileceğine inanmak”, “daha solda olmakla birlikte ancak CHP gibi büyük bir parti ile iktidara gelinebileceğini düşünmek” vb. gibi geri bilince işaret eden çeşitli nedenlerle CHP’ye gönül vermiş milyonlar, deneyleriyle ancak Baykal’sız bir CHP’nin alternatif olabileceği fikrindeydiler. Baykal’a kızıp lanet okuyorlar ve “ah!” diyorlardı, “bir Baykal olmasa”.

Kaset skandalının patlamasıyla Baykal o anda bitti. Herkesin istediği olmuş, Baykal gitmiş, CHP’nin “alternatif” olma ihtimali belirmişti. Memnun olmayan yok gibiydi ve Baykal’a kimse üzülmedi.

Kılıçdaroğlu, böyle bir beklentiyle geldi. Öncelinin olumsuzluğu, kendi hakkında oluşan beklentinin başlıca hareket ettiricisi ve temel dayanağıydı. Baykal’la olmadığı kesindi, Kılıçdaroğlu ile denenecekti! Umut Memedin ekmeğiydi, Memet yiyecekti.

Kılıçdaroğlu’nun kendi artıları yok muydu? Haksızlık etmemek gerek; kuşkusuz vardı. Belki Ecevit’ten bile dürüsttü. Kırk yıllık devlet memurluğu yaşamında rüşvet yememiş, “boğazından haram lokma geçmemiş”ti. Yolsuzluğa karışmamıştı. AKP’liler çok aramışlardı; rüşvet, yolsuzluk türü bir takıntısı olsa, çoktan bulmuşlardı. Yoktu. Sade bir yaşamı vardı; villalarda falan oturmuyordu. Halka yakın sayılırdı. Uzaklığı, memurluğuydu. Amir-memur ilişkisi içinde varolmuştu; yukarıdan gelen emirlere “boynu kıldan ince” olmuştu, CHP’nin, ta M. Kemal’den gelen üstencilik”i ile büyümüştü. Yine de halkçılık yapma eğilimindeydi ve bu, artıları arasındaydı.

CHP’nin grup başkan vekilliğini yapmıştı, başarısız değildi. Bu mevkiye Baykal’ın ön ayak olmasıyla geldiği, onun tarafından yükseltildiği, “yukarılar” için hazırlandığı belliydi. İyi sınavlar vermiş; yolsuzluk dosyalarıyla iki AKP genel başkan yardımcısını yemişti. AKP’li Ankara belediye başkanını da iyi harcamış, Gökçek ilk kez dalgasını geçip üstesinden gelemediği birisiyle karşılaşmıştı TV ekranında.

Ama bu artılar CHP genel başkanlığı için yeter miydi –bu ayrı sorundu. Yetmediği, yetmeyeceği tartışılır gibi değildi.

HAZIRLIKSIZLIK

Baykal’ın seveni yok, gitmesini isteyense çoktu; ama son dönemlerinde önlerini açtığı Kılıçdaroğlu ile sonra onun ikinci adamı olan G. Tekin belirli bir atak yapıp parti içinde yükselme sinyalleri verseler de, yerine, hem parti yönetimini çekip çevirmede hem de halkı etrafında toparlamada tecrübe kazanmak üzere deneyden geçmekte olan ikinci, üçüncü… adamlar hazırlamamış, tersine, kendisi açısından tehlike yaratırlar endişesiyle, parti içinde ve politika sahnesinde parlama belirtileri gösterenleri fazla beklemeden tasfiyeye yönelmişti. Eski genel sekreter Adnan Keskin, zamanında genel başkanlık da yapmış olan H. Çetin, A. Öymen ya da Tarhan Erdem gibi “görmüş geçirmişler”le M. Sarıgül türü iddia sahibi olup önleri kesik olduğu ve kaale alınmadıkları için kendisine bayrak açmaktan başka çareleri olmayanlar, yalnızca son yılların atılan “safraları” olmuşlardı.

Baykal CHP’sinde parti-içi muhalefetin önü kesikti ve muhalif isimler kendilerini hep parti dışında bulmuşlardı.[1] Ama önemli olan, yalnızca canlı bir parti-içi yaşamın ihtiyacı olan farklı görüşlerin savunulabilmesi ve tartışılabilirliği, hiziplerin varlığını dahi öngörüp meşru sayan burjuva parti normları açısından hizbe dönüşmesi bir yana muhalefetin olanaklılığının inkârı değildi; Baykal’ın kendi hizbinin egemenliğini korumak üzere en küçük görüş farklılığı ve politik tartışma girişimini bile karşısına alıp partiye ve yönetimine muhalefetle suçlayarak meşru saymaması ve hesaplaşmayı tahrik ederek tasfiyeyi gündemine almasıydı. Bu, partide üyelerin halk içinde örgütlenme ve mücadelede ve çeşitli kademelerde partiyi yönetmekte az-çok deney kazanıp tecrübe sahibi olarak ilerlemelerini olanaksız kılıyordu. Biraz ilerleyen bir CHP’li kendisini ya yönetimin karşısında muhalefette ya da Baykal hizbine kayıtsız şartsız boyun eğmiş ve kişilik kaybına uğramış halde buluyor, ama –eğer başlangıçta bir yakınlığı varsa bile– halk ve mücadelesi karşısında bütünüyle ilgisiz bir pozisyon tutarak, politik mücadeleyi halktan kopuk ve onun dışında grup ve hizipler arası çekişmeler ve katakullilerden ibaret sayar oluyor; yanlıca bu alanda ustalaşıyordu.

Kesindi ki, Baykal CHP’si halk içinden gelenlerin politikleşmeleri, bu niteliklerini az-çok koruyarak deneylerden geçip politik tecrübelerini artırmaları bakımından olağanüstü olumsuz bir zemin durumundaydı.

Baykal’ın kaset olayı patlak verdiğinde, partide ne bir fikir tartışması ve buradan yenilenme potansiyeli vardı, ne de parti içi tartışmalarda ve halka arasındaki çalışmalarında sivrilerek, etrafında belirli bir kabul görmüş parti üyeleri… Belliydi, CHP’nin yeni bir genel başkana ihtiyacı olmuştu; ama parti içi mücadelelerin yanı sıra politik mücadelede tuttuğu yer bakımından belirli bir ön-hazırlıktan geçmiş, bu çabalarının bir sonucu olarak, etrafında kendi “ekibi”ni toparlamış ya da kolaylıkla toparlamaya aday böyle bir kişi bulunmuyordu. Tek “olabilir” isim Kılıçdaroğlu’ydu; ancak o da, hiç değilse bir süredir mücadelesini vermekte olduğu bir fikri zemine, politik bir platforma sahip olmadığı gibi, sivrilmiş ismi bir yana, böyle bir politik platformun, dolayısıyla kendisinin etrafında birikmiş belirli bir kadroya da sahip değildi. Baykal toprağı öylesine derin sürmüştü ki, CHP, –hoşnutsuzluklara neden olmuş ve alttan alta bu hoşnutsuzluk dile getiriliyor bile olsa– Baykal’ın “irticaya karşı mücadele” olarak tebarüz etmiş ulusalcı-şoven, devletçi- halktan kopuk, emek ve halk karşıtı anti-demoktratik çizgi ve politikaları dışında fikri bir hareket ve politik yönelimlerinden de, egemen hizip dışında bir kadrolaşma ve kadro hareketinden (ya da bir kadro hareketine dönüşebilecek hareketlenme belirtilerinden) de yoksundu.

Kılıçdaroğlu, kendisini partinin başına paraşütle inmiş buldu. Neredeyse “düşman toprakları”na mecburi iniş yapmış jet pilotu gibiydi! Ne halkı izlemeye çağıracağı politikaları ve bir politik platformu, ne de bu politikaları geliştirip uygulayacak kadroları vardı.

Kılıçdaroğlu bunlara sahip değildi, ama başkaları sahipti.

Baykal zorunluluktan geri çekilmiş; ama politik bir mücadeleyle yenilgiye uğratılmamış ya da püskürtülmemişti, “Baykal’la olmuyor” yargısı çizgisini tartışılır kılıp bir yenilenmeyi kolaylaştırsa bilse, yerine konacak, onunla mücadele içinde geliştirilmiş yeni bir platform bulunmadığı gibi, böyle bir çaba da görülmemişti. Bir yenilenmenin ihtiyaç duyacağı dayanaklar; üretilmiş ayrıntılı politikalarıyla bir politik platform ve savunucusu kadrolar “gökten zembille inecek” de değildi. Dolayısıyla Baykal’ın çizgisi ve politik platformu sağlam bir şekilde, olduğu yerde duruyordu. Üstelik yıllardır bu platformu savunagelmiş, Baykal’ın tedrisinden geçmiş ciddi bir kadro birikimi de vardı. Başlangıçta, başka çare olmadığını görüp Kılıçdaroğlu’nu desteklemiş eski genel sekreter Ö. Sav, kendi deyimiyle Baykal’ın “53 yıllık arkadaşı”ydı; aralarında siyasal çizgi ve platform farkı yoktu. Aynı okuldan yetişmişler; aynı çizgiyi savunmuşlardı, aynı hizbe mensuptular. Son dönemde aralarının açılması, Baykal’ın Sav’ın bile gücüne tahammül edemeyip, tüm yönetimi avucunda toplamak üzere CHP’yi “ikinci adamsızlaştırma”ya da yönelmiş olmasındandı. Yeni tüzükle, güçlü genel sekreter dönemi sona eriyor, MYK’yı oluşturacak genel başkan yardımcılarını genel başkan atıyordu; Sav da, on küsur genel başkan yardımcısından biri olacaktı. Bu kadar da olmazdı; Sav, gücünü, güçlü sandalyesini kaybetmemek için direnmeye başlamış, tüzük değişikliği kararı alınmasına rağmen, uygulanmasını erteletmişti. Sav’ın da az gücü yoktu: Kurultay delegelerini ve belde ve ilçe yönetimlerinden başlayarak tüm parti yönetimini Baykal’la birlikte atamışlardı. Hatta örgüt, genel sekreter olarak doğrudan elinde olduğundan, delege ve yöneticiler daha çok da Sav’ın “adamı”ydılar. Kaset olayı patlayıp Baykal istifa ettiğinde, onun çizgisi ve kadrolarının yanı sıra, çizgi ve kadro olarak Baykalcılar nerede bitip Savcıların nerede başladığı tam belli olmasa da, bir de Sav ve “adamları” vardı, parti içinde örgütlü güç olarak. İkbal ve ilerleme arayışının çoktan halka yönelik parti çalışmasındaki başarı ve etrafında halkı toplama yeteneğiyle değil, ama genel başkana biat ve güç önünde eğilme ile belirlendiği CHP’de (ve genel olarak burjuva partilerinde) Baykal’ın ayağı tökezleyince, zaten aynı siyasal platforma mensup ve Baykalcı mı Savcı mı oldukları ayırt edilmez halde olan delegeler Sav’ın etrafına yığıldılar.

Bir üçüncüsü, henüz bir parti (ve mücadele) platformu olarak şekillenmemiş haliyle CHP içinde örgütlü güç durumunda olmayan, ama dünya ve ülkede egemenliği elinde tutan ve etkisini CHP ve CHP’liler üzerinde de yayan neoliberal eğilim, politikalar ve savunucularıydı. Baykal döneminin özellikle iktisadi politikalar bakımından neoliberalizme açıklığı, bu eğilimi savunanların henüz siyaseten açıkça liberal platform etrafında toplanmış bir hizip oluşturmasalar da, önlerini açmış, hatta CHP’yi “yeni orta sınıf” adını verdiği kesimlerin partisi olarak tanımlayarak yeni bir platform geliştirme işaretleri veren Prof. Sencer Ayata gibilerinin parti içinde adlarının duyulmasını sağlamıştı. Gürsel Tekin ve halkla birleşme adına daha Baykal döneminde öne çıkarak “öncülüğü”nü yapmayı üstlendiği “çarşaf” ve “örtünme”yi de kapsayan “irticaya karşı mücadeleyi yumuşatma” ve liberal bir yön tutma yönelimi de bu açıdan anılmayı hak etmektedir. Baykal’ın ardından bu eğilim gelişmiş ve Ayata’nın yanında, aralarında Demirel’ci olarak tanınmış, siyaseten Kemalist, iktisadi bakımdan neoliberal Süheyl Batum gibi “hocalar”ın da olduğu partiye yeni katılımlarla güç kazanmıştır.

Kılıçdaroğlu’ysa genel başkan olmuş ve davulu boynuna asmıştır, ama anlaşılacağı gibi “tokmak” başkalarının elindedir. Baykal’ın son döneminde yerel seçimlerde İstanbul’da birlikte çalıştığı G. Tekin’i “ikinci adamı” belleyip, ayağı örgütten kesik olarak “üstte”, Meclis’te grup başkan vekilliği yapmış bürokrasiden gelme bir kişi olarak, tanımadığı örgüt içinde, ona dayanarak ilerlemeyi seçmişti. Dürüstlük tartışması bir yana kendi adına savunduğu, başını çekerek genel başkanlığa yürüdüğü politikalar da yoktu, politik platform ve savunucuları da. Bu durum, ilk kararsızlıkları koşulladı. Ortaya koyduğu tutumlar, söyledikleri ve genel başkan olarak açıklamaları, anında, kendisini kuşatmış Savcı hizbin tepkisini çekiyor ve yalanlanıyordu. Sav, “partinin sahibi” olduğunu düşünüyor, öyle davranıyordu; “ben ne dersem o olur” havasındaydı, sonunda isyan ettirdiği Kılıçdaroğlu’yla “kılıçlar” çekildiğinde yaptığı ve “kim ki o?” dediği, burnu Kaf dağındaki ilk açıklaması buna kanıttı.

Ama tabii –Sav ne denli kaale almıyor havasında olsa da– Kılıçdaroğlu sonuçta genel başkandı ve başkanlık yetkileriyle, Baykal’ın, kendisi için yenilediği tüzük vardı. Üstelik arayış ve beklenti içinde olan halk –ya da daha ziyade “kamuoyu” demeliyiz– “bir umut” tutumuyla Kılıçdaroğlu’ndan yanaydı, şüphesiz, bu kamuoyunun oluşumunda “aslan payı”nın sahibi, Hükümet yanlısı olanların dışındaki medya da. CHP delegeleri ve “ileri gelenleri”, yönetim kademelerinde yer tutanlar, evet, ezici çoğunluğu Ö. Sav tarafından bulundukları yerlere getirilmişler, atanmışlardı; ancak “hava”nın değiştiğini, rüzgârın Kılıçdaroğlu’ndan yana estiğini, on yılların iktidar ve dolayısıyla ikbal hasretiyle dolu olanlar görüyor ve geleneksel “güçlüden yana” tutumlarını bir kez daha alıyorlardı.

Kılıçdaroğlu, yeni tüzükle düzenlediği Olağanüstü Kurultay’la Sav hizbini tasfiye ederek, en yüksek organ olan Parti Meclisi’ni bildiği gibi belirledi. Artık yetki fiilen de kendisindeydi.

Yetkiyi sadece kağıt üzerinde değil fiilen de ele almıştı Kılıçdaroğlu, ancak bu yetkiyi nasıl kullanacağı, ne yapacağı, uygulamaların ne olacağı, hangi politikaları, hangi kadrolarla yürüteceği, partiyi hangi “mücadele platformu” üzerinde hareket ettireceği meçhuldü. Ülkenin geleceğine ilişkin iddialarla geliştirilmiş planlı programlı bir hareketin başındaki örgütleyicisi olmadan, tamamen hazırlıksız başkan olmuştu.

CHP tarihinde, ilk hazırlıksız genel başkan olduğu kesindi; yönetimi ele alanlar içinde de belki hazırlıksız olan yine tek kişiydi. Parti-içi gruplaşmalar/hizipleşmeler ve aralarındaki hesaplaşmaların gelenek oluşturduğu CHP, tarihinde ne yöneticiler görmüş, kaç tanesi hiç iz bırakmadan gelip geçmişlerdi. Ama ne denli “dişe dokunur” işler başardıkları, partilerine ve hele ülkeye bir yararları olup olmadığı ve gerçeklere ne denli uygun düşen politikalar izledikleri bir yana bırakılırsa, başkan ve genel sekreterler bakımından kural oluşturan, belirli politik tutumlara ve bunların dayanaklarına sahip olmaları, belirli bir süreçte sahiplik ettikleri politik platformun yürütücülüğünü yapabilecek deneylerden geçerek geldikleri yönetici mevkilerde ne yapacaklarını az-çok bilmeleridir.

İki örnek verelim.

İNGİLİZ-ALMAN YANLILIĞI ÇEKİŞMESİ

Birinci örnek nispeten eski tarihlidir, II. Emperyalist Savaş dönemine ilişkindir.

1930’lar boyunca, büyük emperyalist devletlerarasındaki pazarlar, hammadde kaynakları ve topraklarıyla birlikte dünyayı paylaşmaya yönelik rekabetin ürünü olan dünyadaki büyük saflaşma Türkiye’ye de kendisini dayatmış ve üst sınıflar arasındaki bölünme, burjuvazinin, cılız anti-emperyalist tutumlarını da geride bırakıp emperyalizmle birleşme yönünde ciddi ilerlemeler sağlamış olmasından da beslenerek, buradan derinleşmeye başlamıştı. Emperyalist savaş, tüm dünyayla birlikte, başlıca savaş alanının göbeğindeki Türkiye’ye, kuşkusuz burjuvazisine kendisini ve genel emperyalist ilişkileri dayatmakta; iki emperyalist kamptan da burjuvaziye ve hükümetle, hükümet partisi olan CHP’ye yönelik baskı, burjuvazinin emperyalizmle birleşme sürecini geliştirici etki yaparken, birbirine karşı silah çekmiş iki düşman emperyalist kampın varlığı manevra alanını büyütmekteydi. Ancak Türkiye’nin pozisyonu bıçak sırtındaydı. Savaş kapıdaydı ve ülkeye yönelik işgal tehdidi küçümsenir gibi değildi; ama yine de iki rakip düşman emperyalist kamp birbirlerini dengeliyor ve Türkiye’nin “tarafsızlık” siyaseti izlemesini olanaklı kılıyordu.

M. Kemal’le başlayan “Batı demokrasileri”yle, İngiltere ve Fransa’yla yakınlık politikası, bu iki ülkeyle imzalanan dostluk anlaşmasıyla pekiştirilmişti. Ancak Hitler Almanya’sının ürkütücü gücü ve saldırgan politikaları Türkiye’de etkilerini göstermekte gecikmedi ve faşizm yanlısı bir akım, hem Turancılık adı altında, hem de CHP içinde ve yönetici katlarında ortaya çıktı. Daha ’36’da İtalya’ya bir inceleme gezisi yapan CHP genel sekreteri Recep Peker, Türkiye’ye, elinde, TBMM’nin üzerinde bir “faşist Konsey” kurulmasını öneren raporla döndü. İ. İnönü’nün de onayladığı rapor M. Kemal tarafından reddedilirken, önce Peker ve bir yıl içinde, buradan başlayan sürtüşme sonucunda, İnönü görevlerinden alındılar.

Yine de kendisini Alman yanlılığına tam kaptırmayanların başında İnönü vardı. “Tek şef”lik ve faşizme özgü önlemler geçerliydi, faşizmin etkisi kesindi; ancak İngiliz-Fransız ittifakıyla olan geleneksel ilişkiler de az köklü ve kolaylıkla izleri silinebilir türden değildi. Almanya’nın Fransa’yı işgaliyle NAZİ etkisi ve eğilimleri büyür ve İngilizlere eğilimli Refik Saydam hükümetinin yerini Almancılığı belirgin Şükrü Saraçoğlu hükümetinin almasıyla hükümet katına taşınırken, İnönü, Abdülhamit’ten kalma geleneksel “denge politikası”nı elden bırakmadı; Kâh Almanya’ya kâh İngiltere’ye yanaşan bir denge politikası izledi. Belirleyici olansa, birbirleriyle boğazlaşmakta olan emperyalistler arasındaki güç ilişkileriydi. Önce Alman yanlılığı ağır basarken, özellikle Stalingrad yenilgisi sonrası, Churchill’in Türkiye’nin savaşa İngilizler safında katılmasını dayattığı, İnönü’nünse silah talepleriyle zamana oynadığı Churchill-İnönü görüşmeleriyle ağırlık kazanan İngiliz yanlısı “tarafsızlık” oldu.

Önceleri Alman yanlılığının başını çeken, Varlık Vergisi’nin Nazi toplama kampları türünden “çalışma kampları”yla özellikle Türk/Müslüman olmayanlara yöneltilmesinin sorumlusu Saraçoğlu, İngiliz gücü ve etkisinin ağır basmasıyla, bu kez, geleceğin “Başbuğ”u Türkeş’in de aralarında bulunduğu Turancılar’a yönelik kampanyanın yürütücülüğünü üstlendi. Henüz burjuvazi ve temsilcileri, dışarıdaki “büyük patronları” “satacak” denli, emperyalistler arasında manevraları olanaklı kılan “ulusal” niteliklerini tümden yitirmemişlerdi. Ancak uzunca bir dönem, ülke ve “kurucu ve yöneticisi” CHP içindeki saflaşma İngiliz ve Alman yanlılığı biçiminde belirlenmiş, parti içi mücadele, bu eksende yürümüştü.

Almanya’nın yenilgisiyle birlikte “Batı demokrasileri” ile iyi ilişkiler kurma işini, öncenin faşizm özentilisi Recep Peker’in kurduğu hükümet üstlendi. Ancak bu kez, iş, kolay ve tek parti çatısı altına sığacak türden değildi. Nazi’lerin yenilgisi ve “Batı demokrasileri”nin yükselişiyle zorunlu hale “demokratikleşme” ihtiyacı, yeterince ılıman davranamayıp “geçiş süreci”ni yürütemeyen R. Peker hükümetini devrilişe götürmüş, ardından ilk olarak H. Saka, o da “beceremeyince”, dinci Ş. Günaltay hükümetleri kurulmuş, bunlar iz bırakmadan gelip geçen başbakanlar olduktan sonra, bir süre parti içinde muhalefet yürüterek kopup yeni parti kuran ve 1950 seçimlerini kazanan “demokrasi” havarisi DP ve özellikle “Küçük Amerika olacağız” sloganıyla “demokratikleşme” program ve platformlarını kendisinden aldıkları Amerikan emperyalizmine bağlanmış Bayar-Menderes geldiler ve iz bıraktılar.

Refik Saydam’la Şükrü Saraçoğlu ve sonra Bayar’la Menderes, her biri, belirli büyük emperyalist devletlerden yana politikalar izliyorlardı ve dolayısıyla feyz ve akıl aldıkları yerler ve ülke içinde de dayanakları vardı; buradan kadrolaşmışlardı da. Hazırlıksız oldukları söylenemezdi.

ECEVİT’İN YÜKSELİŞİ

İkinci örnek, Ecevit, parti içindeki yükselişi, İsmet İnönü’nün elinden genel başkanlığı alması ve “ortanın solu” platformudur. Tarih, 27 Mayıs sonrasıdır ve Ecevit’in hazırlığı ve “tırmanışı” neredeyse bir on yılı bulmuştur.

27 Mayıs ve hemen sonrası, burjuva devlet aygıtının temel kurumu olarak ordunun hem açıktan siyaset yaptığı hem de bununla da bağlantılı olarak ciddi biçimde birbirine düştüğü; bir yanda generaller, bir yanda darbeyi vurup iktidar “ipi”ni ele geçirmiş olan ve hemen her biri farklı siyasal eğilimde 37 alt rütbeli subaydan oluşan Milli Birlik Komitesi, çeşitli cuntaların birbirleriyle çekiştiği, iki başarısız darbenin gerçekleştiği bu dönem, ülkeyi yönetenlerin, egemenlerin en fazla dağınıklık içinde olduğu dönem olarak tarihe geçti ve birleştiricilik rolünü, tüm gruplaşmaların kesişme noktasında yer tutan CHP, özel olarak da İnönü üstlendi.

Sonunda, MBK’nın 14 üyesini ülke dışı “görevler”e sürerek tasfiye eden ve T. Aydemir liderliğindeki iki darbeyi bastıran CHP ile birlik oluşturmuş Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel etrafında birleşen ve giderek yeniden hiyerarşik yapıyı oturtmaya girişen grup, yönetimi elde etmiş ve “bekareti bozulmuş” olsa bile, “çok partili demokrasi”nin devamında karar kılınmıştı. DP kapatılarak, yeni bir anayasa hazırlamak üzere bir Kurucu Meclis teşkil edilmiş; İnönü’yle eski genel sekreter Kasım Gülek başta olmak üzere CHP’liler bu meclise seçilmişlerdi.

Ancak bu dönem CHP’nin iç tartışmalarının da kızıştığı bir dönem oldu. Ekim ’61 Seçimleri’nin ardından kasımda kurulan ilk koalisyon hükümetinin Başbakanı olan İnönü, ilki seçimlerden önce, ikincisiyse ’62 sonunda yapılan Kurultay’larda yeniden genel başkan seçilirken, bu kez karşısında “fazla” demokrasiden yana olmayan Gülek-Erim* hizbiyle askerlerle yakın duran “Üçüncü Dünyacılar” vardı. İç mücadele, ’59’da genel sekreterlikten istifa edip ’61’deki kurultaydan önce kendi hizbinin başında muhalefetini tırmandıran K. Gülek’le birlikte N. Erim’in ’62 Kurultayı’nda CHP’den geçici ihracıyla sonuçlandı; İnönü, “tek şeflik”ten sonraki en güçlü günlerini, “yeniden diriliş”ini yaşıyordu. Ama ancak üç koalisyon hükümeti kurarak ve kısa bir süreliğine yönetebildi ülkeyi.

CHP’deki parti içi mücadele, 62’de, ihraçların yanı sıra İnönü’nün adayı Kemal Satır’ın Genel Sekreter olmasıyla sonuçlanmıştı. Ama aynı Satır, ’65 Seçimleri’ne giderken partisinin İnönü’nün ağzından ilan ettiği “ortanın solu”na karşı çıkacak ve Gülek’i tasfiye eden ekibin (ve tabii ki İnönü’nün) genel sekreteri olmasına rağmen, ondan farksız bir tutum izleyecek, hatta daha ileri giderek, sonunda, 27 Mayıs’ın ünlü SBF’li profesörü, Aydınlar Ocağı’nın kurucularından Turhan Feyzioğlu ve Ferit Melen ile birlikte ayrılıp Güven Partisi’ni kuracaktı. Tıpkı Alman ve İngiliz yanlılığı arasındaki çekişme gibi, parti içindeki gerici klikler sürekli çekişme halindeydiler; İnönü’yse, bazen şu, bazen bu kliğe yaklaşarak, onların üzerinde yer alıyor, partinin hâlâ belirli ulusal tutumları da kapsayan, halka karşı anti-demokratik genel yönünü belirliyordu.

Ancak ülkenin 27 Mayıs’ın ardından ’60’lardaki durumu, başlıca devlet organlarının zaafa uğramasıyla oluşan az-çok demokratik ortam, özellikle gençliğin ve giderek halkın, işçi ve köylülerin kendi talepleriyle mücadeleye atılmaları, TİP’in sosyalist sloganlarla parlamentoya girmesi, üst sınıflar arasındaki bölünmenin süreğenliği, TÜRK-İŞ’in kontrol altında tutulamaz olan bazı sendikaları tarafından DİSK’in kurulması gibi gelişmeler, emekçi kitleleri ve gençliği yedeklemek üzere gündeme getirilen “ortanın solu” çizgisinin “yukarıdan” planlananın ötesine kayarak, CHP’de ilk kez “İsmet Paşa”nın otoritesini sarsacak hal almasını koşulladı.

AP ve Genel Başkanı S. Demirel başta olmak üzere, “sağ” muhafazakâr muhalefet ve özellikle yeni yeni palazlanmaya başlayan faşist parti tarafından “Ortanın Solu Moskova’nın yolu” olarak suçlanan CHP’de “solculuk” çığırını İ. İnönü açmıştı. Ancak avangardı, 27 Mayıs sonrası her üç İnönü hükümetinde de Çalışma Bakanlığı yapmış olan Bülent Ecevit’ti. Başlangıçta Zonguldak maden işçilerine verilmesini sağladığı sabun ve havlu ile “emek-yanlısı” olarak ünlenen ve bu durumu değerlendirerek sürekli olarak Zonguldak’tan milletvekili seçilen bu şair ruhlu “sola açık” Robert Kolejli (okunduğu gibi yazmalı) (üniversite olmadan önceki Boğaziçi’nin adı), şimdiye kadar CHP içinde etkili olmuş her öne çıkmış kişi gibi, İnönü’nün korumasında ve ona dayanarak yavaş yavaş kendi ekibini örgütlemeye başladı. Elindeki anahtar, “ortanın solu” olarak ortaya atılmış yeni yönelimdi. Bu, dünyada yeni olmayıp kullanıla kullanıla çoktan eskimiş olan “sosyal demokrasi”den başkası değildi.

Kapitalizmin ve işçi sınıfının gelişmeye başladığı Türkiye’de, hele, 27 Mayıs sonrası gibi az-çok demokratik bir ortamın ve “sol”a açılmanın geçerli olduğu, gençlik başta olmak üzere, halk kitlelerinin demokratik tutumlardan etkilenmeye ve kendi talepleriyle mücadele alanına çıkmaya yöneldikleri, sosyalist parti olarak TİP’in kurulup parlamentoya 15 milletvekili soktuğu koşullarda, kendi bağımsız örgütlenmelerini sağlamaya ve kendi bağımsız politikalarını geliştirmeye girişmelerinin önünü kesmek için “sol”, “demokrasi”, “emek” ve hatta “sosyalizm” gibi kavramları kullanan, halkın taleplerini sahiplendiğini ilan eden/görüntüsü veren, dolayısıyla örgüt ve mücadelelerini kontrol altına alıp yedeklemeyi amaçlayan bir “yeni” politika türüne ihtiyaç baş göstermişti.

Bu “yeni” politikayı İ. İnönü ortaya attı, ama örgütlenmesi de içinde tüm yükünü Ecevit üstlendi. Yüksek sesle savunucusu, çağırıcısı olduğu kadar, çağrıyı doğru bulanların etrafında toplandığı “merkez” durumundaydı da. Ecevit’in kendisi “ortanın solu”-sosyal demokrasi hareketinin gelişmesi sürecinde Ecevit olurken, hareketi de bizzat oluşturup ilerleterek yükseldi. Hareketi kendi etrafında merkezileştirdi, geliştirilen politikalarında imzası olduğu ve bildirilerini kaleme aldığı gibi, “ortanın solu” hareketinin misyonerliğini de yüklendi.

“Ortanın solu” sloganıyla girilen ilk seçimlerde, ’65’te AP zafer kazanırken, CHP %30’un altında kalarak ciddi bir yenilgiye uğradı. ’69 seçimlerinde de yine oy artıramadı. Aradaysa, ’66’da Ecevit genel sekreter seçilmiş, 69 seçimleri onun da yenilgisi olmuştu. Ancak mazur görüldü; çünkü Ecevit’in genel sekreterliği, İnönü’nün desteğini almakla birlikte, parti içi ciddi bir çatışmanın ortasında gerçekleşmiş; Ecevit “sol” kanadın önderliğini üstlenir ve artık kendi hizbini örgütlemekte ileri adımlar atmaya girişirken, “Göbekçiler” diye bilinen ve T. Feyzioğlu ve eski genel sekreter K. Satır’ın başını çektiği “sağ” kanat ciddi direniş göstermiş ve Ecevit’in yükselişini önleyemezlerken, son atakları olarak toplantıya çağırdıkları ’67 olağanüstü kurultayında da yenilgiye uğrayınca CHP’den ayrılıp bir süre sonra da kendi partilerini kurmuşlardı. Bu parti ve kadroları sonradan 12 Mart 71 Muhtırası’nın ürünü olarak kurulan hükümetlerin başlıca dayanakları arasında yer aldı.

12 Mart faşist darbesi kendisine başbakan olarak N. Erim’i seçti. Ardından da, Feyzioğlu’nun yardımcısı F. Melen geldi. 12 Mart’ın Demirel ve AP’sini de, kurulmasını istediği hükümete bakan vermeye zorlarken, asıl dayanaklarını CHP içinde arayıp İnönü’nün “eski göz ağrıları”nı hükümetin başına çağırması, zaten en başta gözettiği şey “devletin bekası” olan ve bunun için demokratik-anti demokratik yöntem tartışmalarını lüks bulan İnönü’nün, darbe sürecinde “içeriden” etkili olarak kendi ağırlığını ve yönlendirici gücünü artırma ve giderek darbeyi kendi yanına çekme hesabı yaparak, özellikle militan tutumlar geliştiren gençlerin başını çektiği, “çizgiyi aşan” halk muhalefetini bastırmayı ve bu işi beceremeyen “rakibi” Demirel’i ve partisini hükümetten uzaklaştırmayı hedefleyen 12 Mart darbecilerini desteklemesine yetti.

İ. İnönü, parlamentonun kapatılmamış olmasını ve bunun “demokrasiye dönüş” için yeterince güçlü bir zemin oluşturduğunu gerekçe göstererek12 Mart muhtırasıyla kurulan yarı-askeri faşist rejimi desteklerken, Ecevit, kendisini “Karaoğlan” yapacak şeyi yaptı, İnönü’yle anlaşmazlığını ilan edip darbeye karşı çıkarak, genel sekreterlikten istifa etti.

CHP bir kez daha ve bu kez o güne kadar olanlardan daha derin şekilde karışmıştı. Ecevit, “ortanın solu”nu, en başından beri il il ilçe ilçe gezerek örgütlemekte, kadrolarını oluşturmaktaydı ve hareketin gerçek önderi durumundaydı. Genel sekreterlikten istifası, İnönü’ye muhalefet ve açık bir çatışma ilanıydı ki, Ecevit, buna uygun davrandı. Köşesine çekilip oturmadı, yaklaşan Kurultay öncesi düzenlenen ve önemlilerine şahsen katıldığı ilçe ve il kongrelerinde kendi listelerini çıkarmaya ve çoğu kongreyi “İsmet Paşa’ya rağmen” kazanmaya başladı. Ciddi bir iç mücadele için fazlasıyla yaşlanmış olan İnönü geç kalmıştı; ancak yine de son kozunu oynayıp Olağanüstü Kurultay’ı çağırarak*, “ya ben ya Bülent” diye bitirdiği bir konuşma yaptı, ama yaklaşık 200 oyla kaybetti. “Milli şef” buna katlanamazdı, iki gün sonra kendi kurduğu partinin genel başkanlığından istifasını açıkladı ve bir hafta sonra Genel Başkan seçimi için yapılan bir diğer olağanüstü Kurultay’da Ecevit, CHP’nin üçüncü genel başkanı oldu.

Partiyi mücadeleyle ele geçirmiş, geçirirken, hem “ortanın solu/sosyal demokrasi” içerikli ideolojik-politik yenilenmeyi hem de kadrosal yenilenmeyi gerçekleştirerek yeni bir hareket oluşturup başında yürüyüp gelmişti.

Bayrak açmasının zamanını da iyi kollamış; bütün bir toplumsal harekete, talep ve mücadeleleriyle birlikte gençliği, işçi sınıfını, köylülüğü hedeflemiş, Türkiye’nin öne çıkmış çok sayıda aydınını da tutuklayarak “balyoz”la demokratik hareketi ezmeye yönelmiş bir faşist darbeye karşı çıkarak, ezilen ve demokratik tüm güçlere kol-kanat germe pozisyonu almış görünmüştü. 12 Mart darbesine muhalefeti ve eleştirileri, gençler ve işçiler işkenceden geçirilip öldürülür, idam edilirken toplumsal hafızaya kazınıyor, sömürülen ezilen halkın vicdanında yer tutuyordu.

12 Mart zaten devrimci harekete, halk hareketine ciddi bir fiziksel darbe vurmuş, örgütlenmeleri dağıtmış ve sendikal mücadeleyi engellemişti; ancak beyinleri teslim alamamış ve umutları ezip yok edememişti. Devrimciler halkın yüreğine yerleşmiş, simgeleşmişlerdi. 12 Mart fazla uzun süremeyip geriye çekilirken, halk hareketi eskisinden daha güçlü şekilde ileri atılışa geçti, devrimci amaçlar eskisinden güçlü ve yaygın hareketlere dönüşmekteydi.

Ecevit ve “ortanın solu” ya da sosyal demokrat hareket, 12 Mart’a karşı aldığı muhalif tutuma yaslanıp, toplumsal hareketin, düzeni hedefleyen demokratik haklar talep ederek ve 12 Mart karşıtı anti-faşist yükselişini görerek, bu tutumu geliştirmeye ve 68 halk hareketinin prestijini kendi hesabına yazarak halkı ve gelişmekte olan hareketini yedeklemeye yöneldi. Ecevit CHP’sinin birinci parti olarak çıktığı 1973 seçim başarısı, tamamen bunun ifadesi oldu. Örgütsel olarak yenilmiş, ama ezilmemiş ve ideolojik olarak yenilgiye uğratılarak umutları kırılamamış halk ve yeniden yükselişe geçen hareketini, CHP, “umudumuz Ecevit”, “faşizmden hesap soracağız”, “ne ezen, ne ezilen, insanca ve hakça bir düzen” sloganlarıyla peşine takmayı başarmıştı. Bu, aynı zamanda, devrimci hareketin ideolojik ve politik olarak eksikli ve yeterince iyi örgütlü olmadığının da göstergesi oldu.

Ama işte Ecevit de uğraşıp didinerek, tamamen yürüttüğü politik ve pratik mücadeleye bağlı olarak Ecevit olmuş ve CHP’nin başına hakkıyla geçmişti.

Kılıçdaroğlu’nunsa, bir mücadelenin ürünü olmaktan çok sanki şans eseri olarak geldiği partinin başında sıkıntılar yaşamasından doğalı yoktu.

KEMALİZM’LE LİBERALİZM ARASINDA

Baykal’ın yerine gelen, ancak belirtildiği gibi bu geliş Baykal ve çizgisiyle bir mücadele ve hesaplaşmanın ürünü olmayan, dolayısıyla Baykal başkanlıktan düşmekle birlikte, “etrafı” bir yana, özellikle zamane Kemalizmi olarak tanımlanabilecek dayanağıyla gerici-ulusalcı ve solculuğu dinci gericilikten ibaret saydığı “gericiliğe” (irticaya) karşı mücadeleye indirgeyen “türban” vurgulu çizgisi tüm haşmetiyle yerli yerinde duruyordu. Sorun yalnızca, Baykal’ın kadrosu durumundaki parti yöneticileriyle çalışmaya devam etmekten ibaret değildi, bu da oldu, örneğin Baykalcı avangartlardan Kemal Anadol yerindeydi, Meclis grup yönetiminde fazla bir değişiklik olmadı; ama asıl önemlisi püskürtülen bir-iki türban takılabilirliğine** ilişkin Kılıçdaroğlu açıklamaları bir yana, yılların gerici-ulusalcı çizgisi partiye ve partililerin yaklaşım ve tutumlarına sinmişti. Ve zaten sorun Baykal ve çizgisinden de ibaret değildi. Kılıçdaroğlu’nun da sahip çıkarak vurguladığı gibi, CHP “devleti kuran” partiydi ve kökü M. Kemal ve zamane Kemalizmine dönüşse de onun yaklaşım ve tutumlarına dayanıyordu.

İ. İnönü, zaten M. Kemal’in adına, ama onunla birlikte inşa ettikleri Kemalizm’i savunup öncesi ve sonrasıyla II. Emperyalist Savaş koşullarında uygulamayı sürdürmüş, bir Kemalist “yeniden-doğuş” olan 27 Mayıs’la on yıl aranın ardından yeniden uygulama fırsatı bulmuş; İnönü’den sonra, onu devirerek genel başkanlığı alan, ama Kemalizmi sahiplenmekle birlikte güncel uygulanışıyla, İnönü’nün “devletin bekası”nı her şeyin üstünde tutan, buradan darbeciliği de mazur gören ve “halkçılık”a/popülizme hiç yer bırakmayan çizgisiyle hesaplaşarak ilerleyen Ecevit, hükümet katına da taşımayı başardığı popülist ama yine ulusalcı uygulamalarıyla bir birikim oluşturmuştu. Baykal’sa, 12 Eylül’ün arkasından –zaten 12 Eyül değerlendirmesi ve ona karşı tutumda olduğu kadar 12 Eylül’ün yasakladığı partilerin yeniden kurulması sürecinde anlaşmazlığa düştüğü– Ecevit’in “sola açılma”/sol jargon kullanma ve halkçılık ve darbe karşıtlığı türünden birikimlerini, partinin başına gelen belaların nedeni olarak değerlendirerek, yeniden sol edebiyatı ve halkçılığı tırpanlayarak, darbeler ve darbecilerle içli dışlı olarak devletçiliğe değil ama “devlet adamlığı”na, İnönücülüğe dönüş yapmıştı. Buradan, sağ tandanslılık ve MHP’den ayırt edilmez hale gelen şoven milliyetçilik ve darbeciliği de kapsayarak, halka karşı devlet savunuculuğu türemişti. Her halükârda CHP’de Kemalizmin özellikle ideolojik ve politik mevzileri sağlamdı.

Zaten Ecevit’in popülist “ortanın solu”/sosyal demokrasi atağı da, –tüp, sigara, sana yağı kuyrukları ve Türkiye’nin iflas kapısına dayanmasıyla– başarısızlıkla nihayete ermesinin yanında CHP’yi baştan ayağa değiştirmemiş, ama ilk kez silkelemiş ve bir kısım taleplerinin sözünü ettiği halkı peşine takma eğilimi içine sokup ayağa kaldırmıştı.

Ecevit’in “yeni” “ortanın solu” politikası, ideolojik olarak sınıf işbirliğine dayanabilirdi, öyle oldu. Batı’da “sosyal devlet” taviz politikaları üzerinden şekillenip güç olmuş eskinin Marksist partilerinden sınıf işbirliğinin savunulmasına saparak bozuşmuş sosyal demokrat partiler, özellikle “İsveç sosyalizmi” adı altında model alındı. Ama sorun oydu ki, CHP, Marksist bir kökenden gelmiyordu, tersine, Kurtuluş Savaşı’nın kan ve barutu içinde doğmuş, benimsediği cılız bir anti-emperyalizmden süreç içinde geriye bir miktar “devletçilik”in yanı sıra başlıca “laiklik”/“laikçilik” ve “milliyetçilik” kalmıştı.

Ecevit’in yükseliş döneminde, CHP, kuşkusuz hâlâ cumhuriyetçiydi. Burada bir sorun yoktu; zaten Monarşi’yi savunan bir akım ve kimse de bulunmuyordu, cumhuriyetçilik aşılmış bir tartışmanın adıydı. Peki, “inkılapçı” mıydı CHP? Örneğin 27 Mayıs’ı sahiplenip savunmaktaydı; “inkılapçılığı” bundan ibaretti. Eski anti-emperyalist devrimciliğinden çoktandır eser kalmamıştı. “Halkçı” mıydı? Halkçılığın çekiştirilmesi demek olan “popülistlik” bir yana bırakılırsa, –kurucusu M. Kemal de dahil– CHP, hiçbir zaman halkçı olmamış; ama “köylü milletin efendisidir” türü, gerçeklerle taban taban zıt bir popülizmi yapagelmişti.

Devletçilik ilkesi de, “karma ekonomi” savunusuyla ciddi bir gevşemeye uğramış, ancak “çağdaşlaşma”nın gereğidir diye, “özel teşebbüs”ün “girişimciliği”yle birlikte onun yapamadığı yatırımların üstlenicisi olarak devletin ekonomiye müdahalesi benimsenmişti. Milliyetçilik, devam etmesine ediyor, ancak, eski cılız anti-emperyalizmden geriye kalanlarla daha çok, ülke içinde ve farklı milletlere karşı eşitlikçi olmayan tutumda yansıyordu. Ama hâlâ devletçilikten arta kalanlar, anti-emperyalizmden arta kalanlarla birlikte, örneğin sonradan diğerlerinin yanında bu iki alanda da CHP ilkelerini tamamen sıfırlayacak olan D. Baykal’ın Enerji Bakanlığı’nda “ulusal petrol” politikası ve haşhaşın yasaklanmasına karşı tutum alınmasında kendilerini ortaya koyabiliyordu.

Laiklik, başından beri “laikçilik” olarak benimsenmişti; devlet, Diyanet İşleri aracılığıyla dine müdahale ediyordu, din ve devlet işleri ayrılmamıştı, üstelik devlet dini görevlileriyle ibadet mekânlarının yapımı ve bakımını finanse ediyordu. CHP, M. Kemal’le kontrollü bir din politikası benimsemişti ve bu politika sürdürülüyordu. Ancak “eski” CHP’nin tutumu, AKP’yle tartışmasını Kuran’dan ayetlere, Şeyh Edebali’ye vb. dayandırma çabasına giren Baykal ve dönemiyle, –Alevi olmasına karşın– halka açılma ve propaganda niyetine “siyaseten” Balıkesir-Harran’da Çanakkale Kahramanı Seyit Onbaşı anısına düzenlenen Mevlit’te dua ederken poz verme Kılıçdaroğlu ve bugünle karşılaştırıldığında, yine de daha ileri olduğu söylenebilirdi. Döneminde İnönü ve başka bir CHP’liyi camilerde görmek olanaklı değildi, ayetlerle konuşmazlar, besmele ile bile başlamazlar, ellerini kaldırıp dua ederken poz vermezler; dini amiyane biçimde kullanmamaya özen gösterirlerdi. Bunca imam hatip lisesi ve Kur’an kursu da açılmış değildi, CHP bu konularda henüz “sağlam” dururdu.

“Ortanın solu”nda olunduğunun ilan edilmesiyle birlikte, özellikle Ecevit, “altıok”ta yazılı bulunan, hiçbir zaman gereği yapılmasa bile popülizm olarak uygulanmış olan “halkçılık”ı hatırladı ve parlattı. Halkın kendi bağımsız çıkarları doğrultusunda kendi bağımsız örgütlenmeleri ve politikalarını geliştirmesi kuşkusuz desteklenmedi, önü açılmadı; ancak Ecevit, sendika ve kitle örgütleriyle kendisi ve CHP’nin ilişkilerini geliştirmeye, buralarda güç olmaya ve ekibini yalnızca parti içine değil, ama buralarda da örgütlemeye yöneldi. Bu popülist yönelimini politika düzeyine de yükseltti; CHP tarafından Cumhuriyet tarihi boyunca durmaksızın tekrarlanmakla birlikte tek bir ciddiye alınabilecek adım atılmayan toprak reformu konusunda Ecevit de somut hiçbir girişimde bulunmamasına, bu amaçla bir köylü örgütlenmesinin önünü açmaktan bilindiği gibi kaçınmasına rağmen, topraksız ve az topraklı köylü kitlelerinin toprak talebine gönderme yapan “toprak işleyenin, su kullananın” sloganıyla, kendisini ve CHP’yi, kendisinden solda olanlarla, düzenledikleri mitinglerde bile ayırmaya özen göstermesine rağmen “solculuğumuzun sınırı halk çizer” iddialı tutumu, onundur ve halk içinde dayanaklarını geliştirme tutumunu yansıtıp ifade ettikleri tartışmasızdır.

Bu “halkçı” görüntü, Kemalizm’le sosyal demokrasiyi tek bir parti olarak bağdaştırma çabasına çimento görevi yapmak üzere çağrılmıştı.

Olanca görüntüselliğine karşın, Ecevit’le birlikte, CHP, ilk kez ruhuna sinmiş seçkincilikten, elitizmden halka doğru bir adım atmaktaydı. M. Kemal ve İnönü ile, “halk”, ne derse ve ne talep ederse etsin, “yukarıdan” göründüğü gibiydi; onun adına kararları hep CHP’nin seçkinleri vermişti. Kendisi de kuşkusuz bir seçkin olan Ecevit, şüphesiz halkın adına kararları partisinin –tabii ki kendisinin– vermesinde ısrarı sürdürdü; ama –halkın mücadelesinin yüksekliği ve devrimci mücadelenin birikimlerinin zorlamasıyla– bir yandan çeşitli sektörleriyle halkın taleplerinin sözünü daha çok etti, diğer yandan da, “sırça köşkler”den dışarıya bir adım atıp halkla toplantılar düzenlemeye ve halkın arasında dolaşmaya önem verdi. Bu tutum, “muhalefette örgütlenme”nin zorunlu koşullarından sayılmalıdır.

Ama işte Ecevit, zaten “umdeleri”nden geriye pek bir şey kalmayan, ama cılız anti-emperyalizmini de yitirerek gericileşip zamane Kemalizmi halini alan Kemalizmi, sol jargon ve edebiyatın ötesine geçmese bile halkçılık ve darbe karşıtlığıyla dengelemeye girişmiş, adını da “ortanın solu”, “sosyal demokrasi” ya da “demokratik sol” takmıştı.

Şimdi Kılıçdaroğlu’nun elinin altında böyle bir birikim var: M. Kemal’den Ecevit’e epey “derin” bir külliyat, küçümsenmeyecek etkileri olan bir birikim. Kılıçdaroğlu’nun hem avantajı hem de dezavantajı olan bu birikim, bir yandan dayanağı ve üzerinden hareket edeceği zemin durumundadır, bir yandan da çerçeve dışı farklı herhangi adımlar atmaya niyetlendiğinde hesaplaşmak zorunda olduğu, kendisini engellemeye yönelik bir kuşatma.

Tercih edecektir: Ya az-çok farklı bir yol tutmadan, aynı politikalar ve platformla Baykal’ın yolundan yürüyecektir. Ama bu ölüm fermanını kendinin imzalamasından farksızdır: Kılıçdaroğlu, “Baykal’la olmuyor” yargısının genelleşmesinin ürünü ve bir “alternatif” arayışı ya da beklentisinin “yanıtı”dır. Dolayısıyla bu şansa sahip değildir: Değiştirecektir, değiştirmek zorundadır. Ama o durumda da zordadır; çünkü Kemalist kuşatma altında bulunmaktadır. Sadece, bir miktar yumuşatarak Baykal’ın “avukatlık” tutumunu sürdürmekte olduğunu yansıtan Soner Yalçın’ın gözaltına alınmasına verdiği amacını fazlasıyla aşıp ciddi bir “pot kırma” olarak da kullanılan “Suçlama Ergenekon terör örgütüne üye olmak. Bu örgüte nasıl üye olunuyor, bir türlü çözemiyorum. Nerede bu örgüt? Gidip üye olacağım. Ama yok ki böyle bir örgüt.” tepki değil! Kendi yeni yönetimini belirlerken olduğu kadar, milletvekilliği için tercih ettiği görülen isimler de, Kılıçdaroğlu’nun bu “kuşatma” ile bir derdinin olmadığı, onu bir dayanağı olarak değerlendirdiğini göstermektedir. Örneğin Baykal kenara itmişken kendisinin yükselttiği Muharrem İnce “sağlam” bir Kemalisttir. Cumhuriyet eski yazarı M. Faraç ise daha da “sağlam”dır. Ya da başlangıçta genel sekreter yapacak kadar güvendiği anlaşılan, ama sonra yumurta atan öğrencilere “faşistler” diyerek başlattığı “pot” kırmalarla bu işi yapamayacağı belli olan Süheyl Batum da öyle. O kadar ki, ilk kez o, Ergenekon tutukluları M. Balbay ve T. Özkan’ın milletvekilliklerini CHP’ye dayatmıştır. Zaten eskiden kalma bu tür isimler öylesine çoktur ki, örneklemeyi sürdürmek gerekmemektedir. Ama daha öteleri de vardır: Zamanında “militan” birer Ülkü Ocaklı faşist olan Sinan Aygün ve Mehmet Haberal, hayatlarının hiçbir döneminde “sol”a ve halka eğilim göstermemişler, ama yönetim katında geniş bir kabul görerek Ergenekoncu ekipten milletvekili adayları arasında yer almışlardır.

Sadece kişiler ve ekip değil, yaklaşım da bu yöndedir ve olan-biten Kılıçdaroğlu’nun Kemalist ve sair sağ tandaslı ulusalcı  “kuşatma”dan şikayetçi olmadığını ve bu yönlü yaklaşımları değiştirme peşinde olmadığını göstermektedir.

Ama değişmek ve değiştirmek zorunda olduğunu da bilmektedir. Farkındadır ki, eski ve bilindik Baykal’ın yolundan yürüdüğünde sonu hüsran olacaktır. Yine farkındadır ki, Baykal’ın sonu hüsran olduğu için genel başkandır. Bu nedenle, birincisine, Kemalist “kuşatma”ya kılıç çekmek bir yana, onu da dayanağı edinerek, zaten karşı karşıya olduğu ikinci “kuşatma”ya, liberalizme yaslanmayı seçmiş; Kemalizmi liberalizme dengelemeyi çare saymıştır. Bu yönlü bir “açılım” için, daha başından tartışmaya yol açmamak üzere fazla sivri isimler olmamasına dikkat ederek, Baykal’ın önünü kestikleriyle dışladıklarının önünü açmış, “her devrin adamı” olacak türden eski Baykalcı ve Sav’cılardan da katılımlarla Kemalist-liberal dengesini tutturmaya çalıştığı “yeni” bir “takım” oluşturmuştur. Başta “ikinci adam” Gürsel Tekin olmak üzere, genellikle sermayedarlar olan –ikisi de işadamları dernekleri kuruculukları yapmış– Umut Oran’la Erdoğan Toprak, –Kamil Koç Grubu’nun İcra Kurulu Başkan Yardımcısı– Sena Kaleli, –birkaç bankanın genel müdürlüğünden gelme– Mevlüt Aslanoğlu, Merkez Bankası eski başkanlarından Faik Öztrak, liberal iktisatçılardan Hurşit Güneş’in yanlarına S. Ayata gibi “iddialı” bir liberal sosyologla, Enver Aysever gibi liberal solcu bir gazeteci eklenip, İstanbul’un başına da başkan olarak –beceremeyip bir süre sonra istifa eden– A. Doğan grubunun eski CEO’su Nebil İlseven getirilince dengenin kurulacağı düşünülmüştür.

Kılıçdaroğlu, yetinmemiş, “Yeni CHP’de liberallere de yer var” diyerek, sanki liberallerin derdi, sömürünün ve uluslararası kapitalizmin önündeki tüm engellerin kaldırılması, “demokrasi” lafları ardında ABD ve AKP’nin savunulması ve örneğin Libya’ya emperyalist müdahalenin desteklenmesi değil de “özgürlükler”miş gibi, onlara çağrı da çıkarmıştır: “Liberallere şunu söylemek istiyorum: Bizi hep eleştirdiniz. Şimdi yeni CHP’ye biraz daha yakından bakın. Kim demokrasiyi, özgürlükleri, kadın-erkek eşitliğini, temiz ve dürüst siyaseti samimi olarak istiyor? Yeni CHP’de niçin onlara da yer olmasın? Biz Türkiye’nin gerçek anlamda demokrasiye kavuşması için tüm engelleri kaldırmaya kararlıyız. Bu bağlamda liberallerin de desteğini bekliyor, istiyoruz.*

Ancak doğaldır ki, böyle bir “denge” tutturulması kolay ve sancısız olmayacak, “melezleme”, sorunlarla gerçekleşebilecektir.

Patavatsızlığı bir yana, Süheyl Batum’un orduya ilişkin “kağıttan kaplan” saptamasında olduğu gibi sorun, içinden çıkılmaz hal aldığında, sürekli demokrasiden söz açan Kılıçdaroğlu, çözümü, çıkıp “orduyu bir tek kendisinin eleştirebileceğini” söylemekte ve bunu da eski gelen başkanın eski bir talimatına dayandırmakta bulmaktadır.

Ama sorun çoktur: Milletvekili adaylıkları bir sorundur örneğin. Konu, CHP içinde ve yönetim katlarında tartışmalıdır. Daha çok neoliberal –diyelim ki etki altındaki– kanat, başlarını çekiyor görünen G. Tekin Ergenekon “kökenli” adaylara mesafeli görünmekte; ama o da “12 Haziran seçimlerinde muhafazakar, merkez sağ aday gösterebileceklerini” söylemektedir. “Adaylık için sosyal demokrat olmak şart değil. CHP ilkelerine sıcak bakan herkese kapımız açık. Temel ilkelere karşı çıkmayan, bizden farklı aday da olabilir” düşüncesinde olan Tekin, Merkez Bankası Başkanı Durmuş Yılmaz ile Diyanet İşleri eski Başkanı Ali Bardakoğlu’na CHP’den milletvekilliği çağrısı yaparak, “Saflarımızda olurlarsa mutlu oluruz* demektedir. Ergenekon tutukluları olmasa bile “sağa açıklık” ve “muhafazakârlarla yakınlık”ta fikir birliği var görünmekte; ancak bir “birlik”in içinin nasıl doldurulacağında çekişilmektedir: Ergenekon’dan yargılanan sağcı/muhafazakârlara mı daha yakın durulacaktır, neoliberal sağcı ve muhafazakârlara mı – bu konuda tartışma vardır.

Ancak genel olarak “devletçilik”in ilke düzeyinde de savunulmasının çoktan tarihe karıştığı, Baykal’ın özelleştirmeciliği program maddesi haline getirdiği, taşeronlaştırma türü esnek çalışma biçimleriyle “yeni iş yasası” ve sendikasızlaştırmayı dayatan yeni sendikalar yasası çıkarılırken parmağını kımıldatmayan CHP’de şimdi neoliberalizmin daha ileri uygulamaları bakımından toprak sürülmüş durumdadır. Gelişkin halk hareketlerinin olmadığı koşulların ürünü olarak, Baykal Ecevit deneyiminden fazla sola kayıldığı ve halkçılıkta ileri gidildiği sonucu çıkararak dümeni MHP’yle farkın silikleşeceği ölçüde sağa kırmış, halkla, sendikalar türü kitle örgütleriyle bağlar koparılmış, işçi ve emekçi taleplerinden uzak durmaya özen gösterilmiş, Ecevit’in iki darbeye karşı çıkarak zedelediği CHP’nin, ordu ile geleneksel ilişkileri onarılarak devlet partisi olarak örgütlenmesi yenilenmişti. Şimdi de CHP’yi fazla ulusalcı zamane Kemalisti bir devlet partisi haline getiren Baykal’ın başarısızlığından küreselleşme ve sonucu olarak “kaçınılmaz hale gelmiş” kabul edilen neoliberal politikalarla araya fazla mesafe konulmuş olması hata sayılmış ve Kemalizme liberalizm aşısıyla sorunun halline çalışılmıştı.

“İtici” Baykal’ın başarısızlığı, neoliberaller tarafından “devlet” yanlısı Baykal çizgisinin başarısızlığı olarak yorumlanmakla kalınmadı; ama yerine sözde “birey” yanlısı, “devlet karşısında birey’in hakları” savunmanlığı, öyleyse “sivillik” dedikleri şey, bir yanıyla “sivil toplum örgütü” saydıkları cemaatlere, tarikatlara yakınlık bir yanıyla da “darbe karşıtlığı” ve “demokrasi” adına birkaç on yıldır Dünya Bankası tarafından ileri sürülmekte olan yerelleşmeden kentsel dönüşümcülüğe, büyük sermayenin ihtiyaçlarını karşılayacak ne varsa, onların savunuculuğunun geçirilmesi için CHP dışarıdan da güdümlenmeye uğraşıldı. Sermaye savunucuları, AKP yandaşı ya da liberal solcu hemen tüm kalemşorlar CHP, bu yönde adım atmaya yöneldiğinde sevinçle desteklediler, aksi durumdaysa eleştirdiler. AKP’ye bir “alternatif” arayan büyük sermaye, kuşkusuz yüzünü halka ve taleplerine dönecek, gerçekten halkçı bir CHP istemeyecekti, istemiyordu; öngördüğü gerektiğinde kendi işini görecek, ama “halkçılık” edebiyatı yaparak her halükarda Erdoğan ve AKP pervasızlığını frenleyecek bir CHP’ydi. Bu nedenle CHP, Kemalizmini törpülemeye yöneldiği politik platformuna liberalizm takviyesi yaptığı her durumda sermaye tarafından övüldü, övülüyor.

Sosyal demokrasi, zaten Batı’da ortaya çıkış koşulları hatırlandığında, sömürenle sömürücüler arasında sınıf işbirliğini öngören liberal bir işlev yüklenerek tarih sahnesine katılmış; ancak asıl gelişimini, II. Savaş sonrasının “sosyal devlet” uygulamalarını dayanak edinerek göstermişti. Sınıf işbirliğini öngören liberalizmden; bu kez sömürülenleri ve taleplerini görmezden gelen, halkı yatıştırmaya yönelik de olsa tüm iyileştirme (reform) önlemlerini fazladan masraf kapısı sayan ve azami kârın önündeki tüm engellerin temizlenmesini boynunun borcu bilen tüm pervasızlığıyla neoliberalizme geçiş kolay olmasa bile, iki tür liberalizm de sermayenin çıkarlarının yüce bilinmesi gibi bir ortak paydaya sahipti. Ecevit’in uzlaşmacı reformist liberalizmiyle yaşattığı ilk deneyimden akılda kalanlarla, özellikle Ecevit halkçılığına yapılan göndermelerle, onun Kemalizmle liberal reformizm arasında tutturduğu denge ve ikisini birbirine ekleyerek ilerlemesi, bu kez neoliberalizmle Kemalizm arasında bir denge tutturularak, yeniden denenmeye “karar” verildi. “Kararlaştırılmak”tan çok, sürüklenilerek kendiliğinden bu yola girildiğinin söylenmesi herhalde daha doğru olacaktır.

Birincisinden Türkiye’ye özgü Kemalizm-sosyal demokrasi kırması bir melez türemişti. İkincisindense Blair’in “üçüncü yolu” soslu bir melezin melezi türeyecek olmalıdır.

KILIÇDAROĞLU’NUN PLATFORMU’NA DAİR

Bu kez merkezi yapıları önemli ölçüde dağılmış hiziplerin yeniden oluşum halinde olduğu “hizipler partisi” CHP’de, çift yönlü “kuşatma” altında melezin melezi bir yol izlemekten başka çare bulunamaması, Kılıçdaroğlu ve CHP’yi fazlasıyla dara soktu.

Ülke gündeminin, birbirleriyle çelişme halindeki sınıflarla etnik, mezhepsel vb. kategorilerin ileri sürdüğü talepler ve buradan yönünü bulan mücadelelerde yansıyan toplumsal siyasal hayatın çatışmalı akışı tarafından dayatılmış sorunları karşısında Kılıçdaroğlu CHP’sinin politika belirleyip tutum alması zordu: Birbirleriyle kesişen parti içi görüş ve yaklaşımlar, –Baykal’dan kurtulma ortak paydasında birlik sağlanmış olsa bile, yerine nasıl bir politik platform konacağının muallakta olduğu ve ötesinde de, önceden bir mücadeleyle böyle bir yenilenme doğrultusunda kazanılıp hazırlanmamış– parti kademeleriyle üye ve oy tabanının –kendisinden kurtulduğuna sevinse de– tutum ve alışkanlıklarıyla Baykal çizgisinin etkisi altında olması, daha “geniş bir zaman”da belki göze alınabilecek bir iç tartışma ve çatışmadan, genel seçimin kapıda olması nedeniyle uzak durma ihtiyacı, CHP’yi politikasız bırakmaktaydı. Ya da “aşağısı sakal yukarısı bıyık” tutumu egemen olmakta; her ne kadar Kemalist-liberal melezi bir yenilenme peşine düşülmüş olsa da, “gak” dense Kemalistler, “guk” dense liberaller mutsuz olacakları ve olumsuz tepki verecekleri için en ehven yol tutulmakta, ülke ve halkın en belli başlı gündem maddeleri sessizlikle geçiştirilmekteydi.

Demokratikleşme, Türkiye’nin, geniş halk kitlelerinin yaşamsal ihtiyacı. Düşünce ve ifade, örgütlenme, toplantı-gösteri, basın vb. özgürlükleri ayak altında çiğnenir; İ. Beşikçi gibi akademisyenlerle çok sayıda “düşünce suçlusu” gazeteci vb. tutukluyken, parti kapatmalar sıradanlaşmış, sendikalar tabela örgütlerine dönüştürülmeye çalışır, sendikalaşmaya çalışan işçiler işten atılırken, küçüklü büyüklü her gösteri gazlı-coplu, hatta panzerli, bombalı saldırıya uğrarken, seçilmiş belediye başkanlarının gelecekleri hükümetin iki dudağı arasındayken ve çok sayıda Kürt başkan tutukluyken, “halkın egemenliği” olarak tarif edilen demokrasiyle çelişerek bürokrasinin/atanmışların egemenliği anlamına gelmek üzere, Merkez Bankası, radyo-TV, şeker, BDDK, Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu gibi “halk adına” egemenliği kullanan “üst kurullar”ın yanı sıra subay, polis, hakim-savcı türü asker-sivil bürokratların keyfi karar ve uygulamaları her şeyin üzerindeyken ve hemen tümü örtülü ödenek ve halkın denetiminden kaçırılan çok sayıda fondan finanse edilirken, Hrant Dink Davası başta olmak üzere cinayetin gelip dayandığı devlet memurları “Memurin Muhakemat Kanunu” ile korunup kollanırken, anayasa ve yasalar baştan ayağa anti-demokratik maddelerle doluyken, binlerce kişi faili meçhule kurban götürülmüş… Türkiye’yi tanımladığı iddia edilen “demokratik, laik, sosyal, hukuk devleti”nin sadece bir edebiyat ve kötü bir demagojiden ibaret olduğu ortadadır.

CHP bu konularda sessizdir. Çünkü bunların önemli bir bölümü Kemalizm’den yadigârdır. Geri kalanı ise neoliberal uygulamalarla pekiştirilmiştir. CHP’yse ikisinin kuşatması altında kımıldayamamaktadır.

Ancak “iktidara yürüme” iddiasındaki bir partinin ülke ve halkın temel bir gündem maddesi olan demokrasi sorunu karşısında kayıtsız görüntü vermesi, konuya ilişkin politika üretememesi ve çeşitli yönleriyle ilgili ayrıntılı çözüm önerileri ortaya koyamaması olabilecek şey değildir. Ama böyledir: Sağa sola kıpırdayamayan CHP, demokrasi sorununa dair genel “top zıplatmalar” dışında bir açıklama yapamamaktadır.

Uzun uğraşlardan sonra “seçim barajı indirilsin” diyebilmiştir. AKP yandaşı ya da yanaşması sendikacıları AKP yanlılıkları bakımından siyaseten eleştirmektedir; ama sendikalar yasası ya da sendikalaşma uğraşı içindeyken işten atılan işçilerin sahiplenilmesi ilgi alanı dışında kalmaktadır. Son olarak hazırladığı “Sivil Toplum Raporu”nda, CHP, “biz getirdik” övünmesiyle devlet-demokrasi ilişkisi üzerine konuşmaktadır: “Cumhuriyet Halk Partisi, önce cumhuriyet rejimini sonra da çok partili demokratik sistemi getiren bir partidir. Şimdi de çoğulculuk ve katılımcılık temelli özgürlükçü demokrasiyi getirmek için çabalamaktadır. Şimdiye kadar güçlü devlet, zayıf sivil toplum örgütü modeli geçerliydi. Biz ‘güçlü sivil toplum olursa devlet daha güçlü olur’ diyoruz. AKP güçlü sivil toplum değil, baskıcı devlet uygulaması yürütüyor. Gazeteciler bile temel hakları için yürüyorsa o rejime artık demokrasi denilemez.*

Kılıçdaroğlu, Ecevit’ten bu yana “toplumsal”lığından ve toplumsal mücadele konusu olmaktan uzaklaştırılmaya çalışılarak “özgür birey” soruna indirgenen demokrasi sorununu, bu içeriğiyle belirgin biçimiyle formüle etmiştir: “Sivil toplumun merkezinde özgür insan vardır. Sivil toplum, özgür bireylerin kendi özgür iradeleriyle kurdukları toplumsal birliklerden oluşur. Örgütlü bir toplumun yaşatılması ve güçlendirilmesi CHP’nin en önde gelen siyasi hedefidir. CHP, kendisini bir zümrenin, ırka dayalı bir aidiyetin ya da yerleşik iktidar güçlerinin değil, örgütlü sivil toplumun partisi olarak görür.

AKP karşıtı ajitasyon yaparken Türkiye’de demokrasi olmadığını CHP sözcüleri de söylemekte; ama aynı zamanda “çok partili demokratik sistem”in CHP tarafından getirildiğinden söz açmaktadır. Bu bir yana, işin kolayına kaçarak, halkı, talep ve mücadelelerini desteklemeyi bir tarafa bırakarak, demokrasi sorununda “birey” ve “sivil toplum”a vurgu yapmaktadır. “Özgür birey” kuşkusuz ne kendiliğinden, ne de “sivil toplum”la özgürleşmeyecek, ama özgürlüklerin kazanılması halkın, üstelik sadece AKP karşıtlığıyla sınırlı olmayan, sivil-asker bürokratik baskı ve şiddet aygıtıyla tekelci burjuva gericiliğe karşı mücadelesini gerektirecektir ki, CHP bu konuda sessizdir. Ve halkı ve mücadelesini hareket noktası edinmek yerine, AKP’yle liberallerin kendisine yönelttiği “devletçi parti” suçlamasını savuşturma peşindedir. Tabii ki, Baykal’ın yerleştirdiği gibi, bu devletten yana olmak, onu savunmak kötüdür; ama alternatifinin devletçi olmamak/görünmemek adına halka değil, sözde sivil toplum ve bireyselliğe yaslanma, buradan tekelci gericiliğin ve dayanaklarının kucağına oturmak olduğu ileri sürülemez. Alternatif, halkın iktidarı, halk egemenliğine dayalı bir devlet öngörülmesi olabilir ki, liberallerin ölesiye karşı oldukları bu alternatife, kapitalist tekelci düzenin sınırlarını zorlamayı iş ve işlev edinmeyen, dolayısıyla halk ve halkçılığın lafını etmekle yetinen CHP de kapalıdır.

Demokrasi sorununa ilişkin CHP’nin asıl üzerinde durduğu konuysa Anayasa referandumuyla yapısı değişen yargının durumudur. Yeni HSYK ve Sayıştay yasaları ile ilgili Anayasa mahkemesine başvuran CHP, Yargıtay ve Danıştay’a ilişkin değişiklikleri de hedef tahtasına koymuştur.

HSYK’nın Yargıtay ve Danıştay’a seçtiği yeni üyeler gerçekten problemlidir. Önüne gelen binlerce hâkimden oluşan listeyi dört günde “inceleyip” Yargıtay’a 160, Danıştay’a 51 yeni isim atayan HSYK, nedense, atamalarında, son dönemin Ergenekon, Balyoz, Zirve Yayınevi, Devrimci Karargah, Kozmik Oda, Hrant Dink, Şemdinli gibi ünlü davalarının hâkim ve savcılarıyla Adalet Bakanlığı bürokrat ve müfettişlerinden yirmi ikisine yer vermiştir. Başka problemli kararları daha vardır HSYK’nın: Örneğin zamanında Balyoz Davası’nda generallerin tutukluluklarını kaldıran hâkim, tenzili rütbeyle olağan bir mahkemeye tayin edilerek “özel yetkili hâkim” olmaktan çıkarılmıştır. “Özel yetkili savcı” İlhan Cihaner de tenzili rütbe konusu olarak sıradan savcılığa indirilmiştir. Örnekler artırılabilir.

CHP bunları eleştirmektedir: Kılıçdaroğlu, “hangi gerekçeyle niçin yargıçları değiştiriyorsunuz. Bu konuda kaygılarımız var* demekte ve Anayasa referandumunda HSYK değişikliğini gerekçelendirirken Erdoğan’ın dile getirdiği “hukukun üstünlüğü değil üstünlerin hukuku var” saptamasına gönderme yaparak, eklemektedir: “Üstünlerin hukuku oluşturuluyor şu anda.” Zaman geçtikçe Kılıçdaroğlu, özgürlükler ve demokrasi sorununu yargının durumuna indirgeme yoluna girip demokrasi sorunuyla ilgili eleştirisini yargıya yönelik eleştiriyle sınırlama eğilimi göstererek, eleştiri dozajını sertleştirmektedir: “AKP’den talimat alan, hukuku tanımayan, hukuk dışı işlerin içinde olan, çarşaf çarşaf kişilerin özel hayatlarıyla ilgili bilgileri yandaş gazetelere servis eden savcılara sesleniyorum. Demokrasiyi katleden savcılara, özgürlükleri sınırlayan savcılara sesleniyorum. Türkiye’de demokrasi ve özgürlüklerin olmadığını siz kanıtladınız. Bugün iktidarın gücünü arkanızda görebilirsiniz. Ama hiçbir güç baki değildir, gün gelecek siz de bunun hesabını vereceksiniz.

Eleştirmesi kötü değildir. Ancak bu eleştiri son derece sınırlıdır ve sadece siyaseten AKP yanlılığını hedef almaktadır. Ne hukukun keyfiliği, ne hâkim ve savcıların halk tarafından seçilmek yerine bürokratik mekanizmalarla atanarak gelmelerini, ne de özel yetkili mahkemelerle savcı ve hakimlerin “hukuk önünde eşitlik”le bağdaşmayan ve “kitaba” sığmayan bu “özel yetkiler”ini tartışma konusu etmekte ve hedef almaktadır. HSYK yine yerli yerinde duracak ve hâkim ve savcıları atayacaktır; Kılıçdaroğlu’nun karşı olduğu HSYK ve seçim yerine atama sistemi değildir; AKP yandaşı atamalara karşı çıkmakla yetinmektedir. Ama bunun demokrasinin savunulmasıyla ilgisi fazlasıyla zor kurulabilir. “Sen-ben” kavgasına girmektedir, bu muhalefet! Bu tutum, referandum’da CHP’nin HSYK ve Anayasa Mahkemesi’nin eski atama usulleriyle eski yapısını savunmasıyla da sabittir, son olarak Anayasa Mahkemesinin Kuruluş ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun Tasarısı görüşmeleri sırasında Grup Başkanvekili Akif Hamzaçebi’nin, Meclis’teki konuşmasında dile getirilmiştir: “TBMM’nin Anayasa Mahkemesine üye seçiminde bizim ısrarımız, Anayasa Mahkemesine üye seçerken nitelikli çoğunluğun aranmasıdır.** Grup Başkanvekili Meclis’in ya da HSYK veya Yargıtay’ın Anayasa Mahkemesine üye atamasına karşı değildir; hiçbir CHP’li yargıç ve savcıları halkın seçmesinin sözünü etmemektedir, karşı olunan, çoğunluğu elinde tutan ve bir süre daha tutacağı düşünülen AKP’nin tek başına kendi yandaşlarını atamasıdır.

“Kürt sorunu”, ülkenin kangren olmuş ve ülkeyi de kötürümleştiren başlıca sorunları arasında, en önde gelenlerindenken, CHP bu sorun karşısında da sessiz mi sessizdir. Önerdiği bir yaklaşım ve “çözüm” yoktur. AKP “Kürt açılımı”nı ileri sürmüş, beğenilir-beğenilmez, sorunu kendi cihetinden çözme”ye girişmişken, AKP’ye “alternatif” olarak tasarlanan Kılıçdaroğlu başkanlığındaki “yeni” CHP’nin politik bakımdan onun gerisinde kaldığı ve gerisinden geldiği bellidir.

AKP “açılım” demekte, “çözeceğim” demekte, TRT-6’yı açmakta, seçimlerde Kürtçe propaganda yapmanın önündeki engelleri kaldırmaya girişmekte, daha da önemlisi kargaları güldürmek üzere “ben değil, devlet görüşüyor” dese d Öcalan’la görüşme masasına oturmaktadır.

Ya CHP? Bırakın yeni önerilerde bulunmayı, arkadan gelmekte, AKP’yi eleştirmemekle yetinmeyi önemli saymaktadır. Kılıçdaroğlu başlangıçta, “Öcalan’la görüşülebir” demiş ve “Genel Af”ın sözünü etmiş, en başta partiden gelen tepkilerle söylediğine söyleyeceğine pişman olmuş, tevil yoluna girmiştir. Yine de bugün söylediği en ileri şey, yine de Öcalan’la görüşme ile ilgilidir, “Biz çıkıp da ‘Neden görüşüyorsunuz’ demedik. Eğer sorun çözümlenecekse, barış gelecekse…* Böyle negatiflikle alternatif olmak olanaklı değildir. “Çözülecekse…” ne demektir? CHP’nin bir çözüm önerisi yok demektir? Geçmişten günümüze gelen inkarcılığı onaylamak demektir. Önermek ve yapmak yerine yapanı eleştirmemek ne demektir? Yapamamak, yapmaya gücü ve takatı olmamak demektir! Kürt sorununun “çözülmesi”nden Kürt halkanın ulusal eşitlik taleplerinin karşılanmasını değil, ama tersine talepleriyle birlikte Kürt halkının inkarına dayalı olarak demokratik ulusal hareketinin çözülmesini, yani tasfiyesini anlayan ve “Kürt açılımı”nı bu içeriğiyle gündemine alan AKP ile aynı platformda olmak ve onu desteklemek demektir.

CHP en sonunda sessizliğini “bozmaya” karar vermiş, Van’a gidilerek ve “Kürt Sorununun Çözümünde Üçüncü Yol Arayışı Çalıştayı” düzenlenmiştir. Adım atma eğiliminin belirtileri vardır, sessiz kalmanın olanaklı olmadığı görülmüştür; ama yüklerinin fazlasıyla ağır olduğu bellidir. Daha bir hafta önce “Bu sorunu çözmek için ‘Kürt’ demek de şart değil.** demişken, 20 Şubat’ta Van’da Kılıçdaroğlu, şunları söylemiştir:

Toplantıda Kürt sorununu da tartıştık. Biz olaya Doğu ve Güneydoğu sorunu olarak bakıyorduk, Kürt sorunu da bunun bir parçası, ama olay sadece bir Kürt sorunu değil, ekonomik, sosyal, kadına yönelik şiddet, örgütlenme sorunları var. Olay, bizim düşündüğümüz gibi, bir üçüncü yol olayıdır. Etnik kimliğe saygılı, inançlara saygılı, ama insan odaklı, insanı kucaklayan, aileyi kucaklayan bir bakış açısına ihtiyaç var.***

Hala “Kürt sorunu” bile denememekte, yumuşatılmaya, etrafından dolaşılmaya çalışılmakta, sonunda AKP ile BDP’nin dinsel ve etnik yolları reddedilerek, “insani” yol benimsenmektedir. Anlamı nedir? Kürt halkının talepleri ne olacaktır? Desteklenecek midir, desteklenmeyecek midir? Çok somuttur ve problem buradadır; ama laftan ibaret “üçüncü yol” önerisiyle yetinilmektedir. Genel af öneriyor mu CHP? Anadilde eğitim konusunda ne diyor? Ya demokratik özerklik? CHP, somut olarak Kürt sorunu karşısında sessizdir, öneride bulunmaya bile cesaret edememekte, bunu göze alamamaktadır. Ama bu durumda da politika üretmiş, tutum açıklamış ve alternatif sunmuş olmamaktadır.

Bu genelleşmiş sessizlik çerçevesinde bir-iki kırık dökük söz söylenmeye çalışıldığında, söylenenler ancak Baykal döneminden miras saf Kemalist içerikli yaklaşımı yansıtmaktadır. İki örnek verelim. İlki “Van Çalıştayı”ndan: “Anadilde öğretime sıcak bakıyoruz. Anadilde eğitimin ise bugün için çözülecek bir sorun olduğuna inanmıyoruz.**** Yani; Kürtçe “kurs” falan olabilir, isteyen öğrenebilir; bu “kart-kurt” edebiyatından yalnızca bir adım ilerisidir; ama henüz “Kürtçe eğitim”in zamanı değildir, olmaz! Kılıçdaroğlu, Kürt halkının talepleri arasında belki de en kolay karşılanabilir olan “Kürtçe eğitim” konusuna son olarak 14 Mart’ta “Sivil Toplum Raporu”nu açıklarken değinmiştir: “Biz ‘Doğu ve Güneydoğu sorunu’ diyoruz. Kürt sorunu bu sorunun parçalarından birisidir. Doğu ve Güneydoğu’daki ekonomik ve sosyal sorunları da dikkate alan daha genel ve kapsayıcı bir politika yürütüyoruz. Ben Van’da vatandaşla görüşürken anadil talebi ile değil, yoğun biçimde iş talebiyle karşılaştım.***** Yani? CHP’nin son geldiği nokta, başlangıç noktasından farklı değildir. Hâlâ “Kürt sorunu” yoktur. Ve hâlâ birilerinin, herhalde PKK olmalı, Kürt halkına Kürtçe eğitimi dayattığı, aslında böyle bir şey olmadığı, Kürtlerin Kürtçe diye bir dertlerinin bulunmadığı, Kürt halkının Kürtçe eğitim talep etmediği ileri sürülebilmektedir. Neredeyse Kürt de yoktur denecektir; ama o kadarı da yapılamamaktadır. Bunu ne AKP, ne MHP başarabilmektedir!

Alevi sorunu da içinde inançlar ya da Laisizm sorunu, –Alevi sorunu bir yana– Baykal zamanında biricik politika zeminiyken, Kılıçdaroğlu’nun “yeni” CHP’sinin sessizlikle geçiştirdiği, söz söylediğinde de, demokratik olmayan bir zeminden konuştuğu Türkiye ve halkının bir diğer temel ve kangrenleşmiş sorunudur.

Alevi sorunu, CHP için yoktur. Alevilerin eşitlik talepleriyle baskı ve dayatmalara karşı haykırışlarını CHP hiç duymuyor gibi davranmaktadır. Tutumunu “inançlara saygı” ile açıklayan, ancak görmezden geldiğinde Alevi inancına saygılı davranmadığı ortada olan CHP, bu konudaki sessizliğini, el altından Kılıçdaroğlu’nun Alevi olması ve eğer bu konuyla ilgili konuşursa Alevicilik/mezhepçilik yapmakla eleştirileceği ve yanlış anlaşılacağıyla gerekçelendirmektedir.

Ancak Alevilerin talepleri de ortada kalmaktadır: Zorunlu din dersi bir dayatmadır; ama “özgürlük ve demokrasi” iddiasında bulunan CHP bu dayatmaya karşı çıkmayı iş edinmemektedir. Diyanet İşleri Başkanlığı da Sünnilerin Alevilere bir dayatması ve bir eşitsizlik göstergesi olmasının ötesinde laisizmle ilişkisiz bir devlet-din ilişkisi biçimidir. Devletin dini inançlar karşısında tam tarafsızlığı ve din ile devlet işlerinin, din ile eğitimin ayrılması, laisizmin açık ve kesin zorunluluğuyken, Diyanet devletin dine müdahalesinin aracıdır ve halka bu araçla yapay bir devlet dini dayatılmaktadır. Üstelik devlet, dini finanse ederken katiyetle laik olamayacakken, Diyanet aracılığıyla yüz bin civarında imam ve binlerce cami finanse edilmektedir. Yine üstelik bunca cami açıkça devlet tarafından finanse edilirken, Cemevleri hâlâ AKP’nin himmetine bırakılmış durumdadır ve kimi zaman “cümbüş evi” sayılmakta kimi zaman kültür evi olarak kabul görebileceği belirtilmekte, ama Alevinin Sünni ile eşitliğinin inkarı anlamına gelmek üzere kesinlikle cami statüsünde tanınmamakta; ama CHP’den bir eleştiri bile gelmemektedir.

Ve sanki durum tersineymiş, Sünniler baskı altındaymış ve eşitsizlikten dertliymişler gibi, “yeni” CHP Kılıçdaroğlu’nun ağzından “üniversitelere türbanla girilebileceği”ni, son günlerde G. Tekin’in ağzından AKP’nin “türbanlı milletvekilliğini deneyebileceğini, CHP’nin karşı çıkmayacağını” savunmaya, tarikatlarla cemaatlere elini uzatmaya yönelmiştir.

14 Mart günü Kılıçdaroğlu, yardımcısı S. Ayata ve U. Oran ile birlikte CHP’nin “Sivil Toplum Raporu”nu açıkladılar. Konu ertesi günkü gazetelerde yer aldı. HaberTürk’ten Muharrem Sarıkaya, “Kılıçdaroğlu, inanç temelli diye tanımladığı, ‘cemaatler’ diye adlandırdığı STK’ları ‘katı’ ve ‘yumuşak’ diye ikiye ayırdı. ‘Bunlar Türkiye’nin bir gerçeği’ deyip ekledi: ‘Bu gerçeği kabul ederek çözüm önerilerimizi ve raporumuzu hazırladık’…” Hizbullah ya da Mustazaf-Der “katı”yken Fethullah Cemaati “yumuşak” sayılıyor olmalı; çünkü tüm Fethullahçılar bunu CHP’nin “aklıselim”e, tabii ki kendilerine doğru attığı ciddi bir adım sayarak olumlayıp övdüler. Örneğin Zaman’da Mustafa Ünal 19 Mart’ta şöyle yazdı: “Kılıçdaroğlu’na bazı dinî gruplar vurgulanarak sivil toplum açılımının pratiğe dönük yansımaları da soruldu. Cevabı özetle şöyle oldu: ‘Biz her türlü sivil toplum örgütünü savunuyoruz. Düşünce ve inanca yasak getirmekten yana değiliz. Dinî inanç gruplarının bir araya gelerek yaşamalarını, örgütlenmesini kimse yasaklayamaz. Biz inanç gruplarına saygılıyız. Siyasete belli bir mesafe içinde olmasını istiyoruz. İnanç birlikteliği siyasetin ötesinde olmalı. Etnik ve inanç örgütlenmesi Türkiye’ye özgü değil, Avrupa’da da var. Devletin insanların manevi dünyasına, inançlarına müdahale etmesini doğru bulmuyoruz.’

Milliyet’ten Fikret Bila ise, “yeni” CHP’nin cemaatlere yaklaşımının ilkelerini saydı: “Kılıçdaroğlu ve Sencer Hoca, inanç temelli cemaatlerin toplumsal bir gerçek olduğundan hareketle, toplumun manevi ihtiyaçlarını karşılayan; ancak iktidarın uzantısı haline gelmemiş, bir partinin arka bahçesi gibi işlev görmeyen, kâr amacı gütmeyen, içine hükümetleri de alan yolsuzluklara adı karışmamış, iktidarın sağladığı ihaleler yoluyla maddi olanaklardan nemalanmayan, katı hiyerarşik kuralları olmayan, bazı toplum kesimleri hakkında kuvvetli önyargılar taşımayan, kadınları arka plana itmeyen, biat kültüründen uzak inanç temelli cemaatleri bireyin yalnızlaşmasını önleyen ve manevi doyuma ulaşmasını sağlayan önemli kuruluşlar olarak görüyor. Kılıçdaroğlu, inanç temelli cemaatleri bir gerçek olarak görüyor ve kabul ediyor. Yasaklamakla bir yere varılamayacağını düşünüyor. Bu yaklaşım Devrim Kanunları ve onları koruyan Anayasa’nın 174. maddesinin tartışmaya açılmasına varacak yeni bir yaklaşım gibi duruyor.

Bu Rapor, kendisine bir yön belirleyen “yeni CHP’nin yeni yolunu dayandırma çabasındaki –belki akademik– bir hayal üzerine kurulu değil midir? “Devletin insanların manevi dünyasına müdahalesi” elbette vahimdir, zorbalıktır; ama “siyasete mesafeli”, “siyasetin ötesinde”, “iktidarın uzantısı haline gelmemiş, bir partinin arka bahçesi gibi işlev görmeyen, kâr amacı gütmeyen, içine hükümetleri de alan yolsuzluklara adı karışmamış, iktidarın sağladığı ihaleler yoluyla maddi olanaklardan nemalanmayan, katı hiyerarşik kuralları olmayan, bazı toplum kesimleri hakkında kuvvetli önyargılar taşımayan, kadınları arka plana itmeyen, biat kültüründen uzak” bir tarikat ya da cemaat olabilir mi? Bu olanaklı mıdır? Gülen cemaati mi siyaset yapmamaktadır, yapmayacaktır? “İktidarın uzantısı” olmak bir yana Gülen Cemaati, bir dizi CHP sözcüsü tarafından polisi ve yargıyı ele geçirmiş olmakla suçlanmakta; örneğin 25 Mart’ta A. Şık’ın basılmamış kitabına el konulması ile ilgili Meclis kürsüsünden konuşurken İsa Gök’ün açıktan yaptığı gibi “Emniyet içinde bir çete”, “yargı içinde bir çete” olarak nitelenmektedir. “Kâr amacı olmamak”, “ihaleler yoluyla nemalanmamak”, “katı hiyerarşik kuralları olmamak”, nasıl olabilir de, tam da zıddıyla ünlenmiş olan, binlerce şirketin etrafında toplandığı, tek kişinin adıyla anılan Gülen Cemaati’ne izafe edilebilir? Bunca hayal görülmesi nasıl mümkün olabilir? Olmaktadır. Çünkü “yeni” CHP, kendisine hiç de yeni olmayan bir yol çizmiştir: Kemalizmin yanına liberalizm eklenmektedir, konuyla ilgili olarak da, cemaatlerle iyi geçinilecektir!

Alevilerin talepleri karşısında ketumiyet, ama Cemaatlere yakınlaşma, “yeni CHP”nin bir özelliği olmaktadır.

Emperyalizm karşısında ezilen ulus ulusallığı; Kürt karşıtı ezen ulus belirgin olan CHP’nim, Kurtuluş Savaşı’nın cılız anti-emperyalizmi hatırasına hiç değilse söz söylemeyi denediği bir alan olagelmiştir. Bu tutum, güncel olarak Libya konusunda da denenmiştir. Ama nasıl? Öncelikle, sanki AKP’nin derdi, genel olarak ve Libya özelinde demokrasiymiş, sanki AKP demokratik bir partiymiş, yine sanki Libya halkının zenginliklerinin Libya halkında kalmasından yana ve emperyalizme karşı bir partiymiş gibi, cesaretsizce “Biz hükümetin ‘Kaddafi’nin çekilmesi, Libya’ya demokrasinin gelmesi, Libya’nın zenginliklerinin emperyal güçlerce paylaşılmaması’ söylemini doğru bulduk. Bunlar bizim de söylemlerimiz.” sözleriyle hükümete destek açıklanmış, sonra sıra eleştiriye gelebilmiştir: “‘Oyun kurmak’ diyorlardı, Türkiye bu olayda bırakın oyun kurmayı, figüran bile olamadı.” Ama asıl önemlisi, CHP’nin uzun süredir belki ilk kez olarak bir soruna ilişkin açıkladığı “çözüm”e dair politik tutumdu. Politik tutumunu 5 maddede toparlayan CHP önerisinin ilk maddesi, BM Güvenlik Konseyi kararıyla gerekçelendirilmesi bir yana bırakılacak olursa, doğruydu:  “1. Türkiye 1973 sayılı BM Güvenlik Konseyi’nin ilgili hükümlerinin emrettiği gibi Libya’nın işgaliyle sonuçlanacak her türlü gelişmeye karşı çıkmalıdır. NATO’nun süren operasyona dahil olmasına izin vermemelidir.*

Kim ne diyebilir? Doğrudur.

Ancak bu konuda CHP ve Kılıçdaroğlu’nun kafa karışıklığı içinde olduğu da ortadadır. Çünkü daha 2 Mart tarihli gazeteler Kılıçdaroğlu’nun Libya konulu tersine açıklamalarını manşetleştirmişti. CHP liderinin genel ilkelerin savunulmasıyla başlayıp işgalin onaylanmasına ve NATO savunuculuğuna varan sözleri şöyleydi: “Hiçbir ülkeye dışarıdan müdahaleyi ilke olarak doğru bulmam. Ancak uluslararası camianın duyarlılıklarıyla Libya halkının talepleri örtüşürse, yeni gelişmeleri beklemek doğaldır. 21. yüzyılda insanların öldürülmesine kimse seyirci kalamaz… Bir başka ülkeye müdahaleye olanak tanıyan tezkere Meclis’e gelirse, tezkerenin içeriğine bakmak lazım. NATO çerçevesinde durumu değerlendiririz… Ben sayın başbakan gibi ‘NATO’nun Libya’da ne işi var’ gibi bir cümle kurmam.”*

Perhizle lahana turşusu gibi!.. Pragmatizm mi? Evet. Ve bir şey daha: Erdoğan “Biz Libya’ya petrolden bakmıyoruz” vurgusu yaptıkça, Kılıçdaroğlu, AKP ve Erdoğan’ın gerisine düştüğü eski NATO’cu mevzisinde duramamış, en azından onların hizasına gelmeyi siyaseten doğru bulmuştur. Ama burada ilke yoktur. Kıvraklıkla ve pragmatizmle politik tutum değiştirme vardır.

Aynı kıvraklığı CHP, işgale ve NATO’nun “Libya operasyonu”na dahil olmasına karşıtlık açıkladıktan iki gün sonra yapılan TBMM oylamasında, Türkiye’nin, Erdoğan hükümetinin ısrarıyla Libya saldırısının komutasını ele almasının kararlaştırıldığı propagandası yapılan NATO’nun bir üyesi olarak “operasyon”a katılması tezkeresine utangaçça ama “evet” oyu verirken de göstermiştir.

 

Emeğin talepleri üzerinden popülizm

Türkiye’nin belli başlı sorunları üzerinde ya sessiz kalan ya da söz söylediğinde halktan yana konuşmayan CHP, seçimlere giderken, asıl olarak halkın yoksulluğu ve geçim derdi üzerinde, emeğin talepleri üzerinde, doğrusu spekülatif bir çekiştirme içinde, popülizm yapmaktadır.

Kılıçdaroğlu’nun genel başkanlığa adımını atmasıyla birlikte, hem ülkenin temel sorunları üzerinde konuşmak riskli olduğundan, hem de neoliberal saldırganlığın işsizlik ve sefaletin çarkları arasında ezdiği emekçilerin özellikle krizin de vurmasıyla ekonomik olarak nefes alamaz duruma sıkıştırılmış olması nedeniyle en yüksek etkiye sahip olacağı tahmin edilebileceğinden geniş ölçüde üzerinde durduğu emekçilerin geçim derdi ve çalışma koşullarına ilişkin bazı sorunlar olmakta ve CHP, “projeleri”ni ağırlıklı olarak buralardan ortaya atmaktadır.

Referandum kampanyasında zengin-yoksul çelişkisine gönderme yapan, yoksulları kazanmaya yönelik “havuzlu villa” ajitasyonuyla başlamıştı. Aile sigortası ile devam etmektedir. Kılıçdaroğlu, geliri olmayan ailelerin kadınlarının hesabına her ay 600 TL yatırılacağını söylemektedir. Üstelik “kaynak nereden?” sorusunu sorması, CHP’ye, yoksulların yoksulluğu üzerinden kuşkusuz etkili olacak Erdoğan ve AKP karşıtı ajitasyon yapma fırsatı vermiştir: “Bize aile sigortası deyince kaynak soruluyor. Bu para kamu harcamalarının yüzde 1.7’si. Sen yedi sülalene, köşeyi dönenlere parayı buluyorsun, fakir fukaraya gelince, kaynak soruyorsun.** Ve buradan devam ediyor: “Sizin Kemalinizin sözü, bu parayı namuslu adamlar bulur. Ben bulacağım.

Neoliberal politika ve uygulamaları kapsamında sosyal güvenlik sistemini, özelleştirdiği hastane ve okullarla parasız sağlık ve eğitim sistemini ortadan kaldıran AKP’nin, ianeciliği yaygınlaştırdığı ve oy karşılığı sadaka dağıtımı yapar gibi, genel olarak ama özellikle seçim dönemlerinde beyaz eşyaya varıncaya kadar, kömür, makarna, para vb. dağıttığı koşullarda, bu öneri, kuşkusuz hiç yoktan iyidir.

Ancak tartışma dışı sayılacak türden mutlak iyi ya da doğru olmadığı da kesindir. Yoksul yoksul olarak kalmakta, ne mülkiyet ilişkileri ne yoksulluğu doğuran diğer nedenlerin değiştirilmesine girişilmekte, ne de emekçi halk buradan mücadeleye çağrılmaktadır. Yoksulun durumu bir parça iyileşecektir, doğrudur; ama yoksulluğu ve bunu doğuran nedenler baki kalacaktır. Hele CHP tarafından emekçilerin sermaye egemenliğinden kazanım elde etmeye yönelik mücadeleleri lehine çağrı çıkarılmayıp, bu yöndeki işçi ve emekçi grev, direniş, gösteri gibi mücadelelerinin desteklenmemesiyle birlikte düşünüldüğünde, aile sigortası da, AKP’nin ianeci, fitre verir gibi sadaka dağıtıcısı “sosyal yardım” anlayışından nitelik olarak fazla farklı durmamaktadır. Yine burjuvazi egemendir, yine aile sigortası çıkaracak parti olan CHP de, yönetim kademeleri ve sömürüye ses çıkarmayan kapitalist düzenin devamından yana yaklaşım ve politikalarıyla burjuva bir düzen partisidir; yoksullar da çulsuz. Ve CHP onlara haklarını sahiplenip mücadeleyle kazanmayı öğretmemekte, üstelik onlarla birlikte hak mücadelesini örgütlemeye girişmemekte, ama AKP’ninki türünden açık biçimli olmasa bile yine sadaka çağrışımlı az-çok “hak dağıtımına” yönelmektedir. AKP’nin sadakacılığından iyidir; bir tür sosyal yardım örgütlenmesidir; ama kendi derdi de yoksulluk olmayanlar tarafından ortaya atılmış burjuvaca bir sosyal yardım türü ve tarzıdır.

Hatırlanmalıdır ki, CHP AKP’nin sosyal politikalardan tümüyle vaz geçerek sosyal yardımların; sosyal güvenlik sistemiyle parasız sağlık ve eğitimin tasfiyesine girişmesine hiç ses çıkarmamış, bir itirazı ve engellemesi olmamıştır. Aile yardımı türü “iyileştirmeler”se, aslında sosyal yardımların tasfiyesiyle ortaya çıkan yoksulluğu bir risk olmaktan çıkarmaya yönelik DB kaynaklı liberal bir öneri olarak, emekçilerin hak arayış ve mücadelelerini yatıştırma amaçlı gündeme getirilmektedir.

Yine de reddedilmesi gerekmemektedir, ama özellikle kaynak sorusuna sağlam bir yanıt verilmelidir. Ne demektir, “Kemalinizin sözü”? Halka siz durun oturun, ben halledeceğim diyen bir seçkinci anlayıştır bu. Halkı mücadeleye çağırma yerine, mücadeleden uzak tutmayı amaçlayan bir tutumdur. Kılıçdaroğlu, hemen bütün konularda “ben” demekte, “yapacağım” diye sürdürmektedir! Hiç “biz”i yoktur, hiç “yapalım”ı, “gelin birlikte mücadele edelim”i yoktur. Bu “ben”i, iktidarı bile sanki tek başına alacakmış gibi “iktidarı alacağım” türü bireyselci, “üstenci”, seçkinci tarz, dolaysızca sadakacılık benzeri burjuva sosyal yardım tarzına yönelik söylediklerimizi doğrulamaktadır.

Kaynağın, örneğin “servet vergisi” her durumda gerekmeyebilir. Ama nereden kısılacaktır? Yolsuzlukların önlenmesi ve lüksten tasarruf bir yoldur, artan oranlı gelir vergisi bir diğer yoldur. Buradan, örneğin yoksulluk sınırının altındaki gelirlerin vergi dışı tutulmasının yanında hem işçi ve emekçileri bezdirmiş olan KDV, ÖTV türü dolaylı vergilerin kaldırılması ya da hiç değilse hafifletilmesi ve bir vergi politikası olarak kayıt-dışının engellenmesiyle dolaysız vergilerin, örneğin gelir vergisinin artan oranlı hale getirilmesi konusuna ilerlenebilir ki, halkçı bir ekonomi, vergi politikalarına hiç dokunmadan olanaklı değildir. Ne olacaktır? Yine “bordro mahkumları” gelir vergisinin yüzde 80-90’ını öderlerken, büyük sermaye çok sayıda yolla vergi kaçırmaya ve ödememeye devam mı edecektir? Herhalde “Kemal’in sözü, namuslu adam bulur” demek yeterli değildir ve nasıl bulunacağı açıklanıp tartışılmalıdır; çünkü sadece “Kemal”i değil, tüm vergi ödeyenleri ilgilendirmektedir.

Kaynak nereden bulunacaktır, açık seçik ortaya konup, kaynakların bu yönde harekete geçirilmesi için halka mücadele çağrısı yapmak, kaynakları farklı kullanabilmenin de garantisi ve tek yolu değil midir? Açıktır ki, kaynakların bugünkü gibi dağılımı, birilerinin, açıktır ki vurguncu rantiyenin, büyük sermayenin çıkarını yansıtmaktadır; kuşkusuz yalnızca Erdoğan ve palazlanan yakınlarının çıkarından ibaret değildir söz konusu çıkarlar. Ve kolaylıkla kaynak dağılımının değiştirilmesine izin vermeyeceklerdir. Zamanında TÜSİAD’ın Ecevit’e yaptıkları hatırlanacaktır. Yağ ve tüp kuyrukları, gazete ilanlarıyla Ecevit Hükümeti’ni devirmek üzere verilen ilanlar, tümü, Ecevit’in TÜSİAD’çıların işine gelmeyen ufak-tefek adımları nedeniyleydi. Eğer “yeni CHP” azıcık “raydan çıkma” belirtisi gösterirse yine öyle olacaktır. Öyle ya da böyle, kaynak dağılımının, eğer bunda ciddiyet payı varsa, ancak emekçi halkla birlikte yapılabileceği tartışmasızdır. Ama Kılıçdaroğlu, “Kemalinizin sözü, namuslu adamlar bulur” demektedir. Ya “aile sigortası” bakımından ve eğer gerekli olacaksa başka bakımlardan da kaynak dağılımını emekçi halk lehine değiştirme tutumu ciddidir, bu durumda, emekçi halkla birleşip, ondan güç almak zorunludur ya da bu yeni kaynak dağılımı önerisi ciddi değildir, spekülatiftir, popülizmdir.

Kılıçdaroğlu’nun “Taşeronu kaldıracağım” tutumu da böyledir. Taşeron çalışma, bir esnek çalıştırma biçimi olarak, tüm kazanılmış hakları gasp edilmiş ve sosyal haklardan tümüyle yoksun olarak, olağanüstü düşük ücretle ve sendikasız… vb. çalışmadır; kuşkusuz yasaklanmalıdır. Kılıçdaroğlu, Anayasa referandumu kampanyasından başlayarak taşerona karşı olduğunu açıklamıştır. Ama eğer sadece görüntüye oynanmayacak ve emekçilerin taşeron düşmanlığının istismarı yoluna gidilmeyecekse, ciddi bir iş olduğu bilinerek, taşeron karşıtlığı tutumunu ciddiye almakta yarar vardır.

Taşeron, birkaç aklıevvelin uygulaması değildir. Uluslararası neoliberal saldırganlığın sermayenin emeğe yönelik “giderlerini” minimuma indirip sömürü oranı ve kârını maksimalize edecek bir uygulaması olarak işçi ve emekçilere dayatılmıştır. Sadece Türkiye’de de değil, tüm kapitalist dünyada, bütün ülkelerde taşeron uygulaması, tekelci büyük sermayenin, uluslararası kapitalizmin –en azından bugün için ve işçi sınıfı ve emekçilerin birleşik eylemiyle püskürtülünceye kadar– vazgeçilmez bir tutum ve uygulamasıdır.

Kaldırılamaz mı? Kuşkusuz kaldırılabilir. Ama herhalde “Sizin Kemalinizin sözü, kaldıracağım” şeklinde değil. İşçi ve emekçilerin ciddi boyutta birleşik mücadelesine ihtiyaç duyacaktır taşeronun kaldırılması.

Kılıçdaroğlu’nun “kaldıracağım” demesi ve işçi ve emekçilerin bu talebini sahiplendiğini söylemesi kötü değildir?

Ama öncelikle taşeronluk “esnek çalışma”nın bir biçimi olarak neoliberal politika ve uygulamaların bir unsuru olduğundan CHP’nin genel olarak bu politika ve uygulamalar karşısındaki önerisinin sorulması önemlidir. Ve ikinci olarak, eğer yarın unutulacak bir “seçim vaadi” ve düpedüz işçi ve emekçileri aldatmaya yönelik bir spekülasyon ve popülizm değilse, bugünden gerekleri vardır. Bir gereği gündeme de gelmiştir: CHP’li patronların işletmeleri bir yana, başta İzmir Büyükşehir Belediyesi olmak üzere, CHP’nin elindeki bütün belediyelerde taşeron uygulanmaktadır ve en azından bu belediyelerde taşeronun derhal kaldırılmasının önünde CHP’den başka engel olamaz. Seçimi beklemeye ve bir CHP “iktidarı”na da gerek olmadan, Kılıçdaroğlu, bu “sözü”nde ciddiyse ve gereğini yerine getirmek istiyorsa, hiç vakit kaybetmeden, taşeronun kaldırılmasına CHP’li belediyelerden başlayabilir. Örneğin Karşıyaka Belediyesi’nde belediye işçilerle böyle bir sorun da yaşamaktadır, Kılıçdaroğlu işçilerin yanında yer alarak onları destekleyebilir ve sorunun uzamasını önleyebilir.

İkincisi, bu son söylenenin genelleştirilmesidir. Eğer Kılıçdaroğlu ve “yeni CHP” taşeronun kaldırılması konusunda ciddiyse, bugünden tezi yok, ülke ölçeğinde, öncelikle taşeronun kaldırılması için mücadele vermekte ve bu taleple direniş, grev yapmakta olan işçi ve emekçilerin mücadelelerini aktif ve pratik olarak sahiplenmesi gerektir. Bu da yetmeyecektir: Türkiye’de milyonlarca işçi taşeron uygulamasıyla canından bezdirilmektedir; eğer ciddiyse, Kılıçdaroğlu ve “yeni CHP” işçi ve emekçileri taşerona karşı mücadeleye çağırmalı ve tümünün yanında olmakla kalmamalı, bu mücadeleyi örgütlemelidir.

Aynı şey, esnek çalışmanın diğer iki biçimi olan 4-B ve 4-C’ye ilişkin olarak da geçerlidir ki, CHP, seçim vaatleri arasında bu iki esnek çalışma biçimini kaldırmanın da sözünü vermektedir.

Sendikasız, sigortasız, düşük ücretle, çalışma saatleri belli olmadan ve bir kısmı da kısmi zamanlı olarak taşeron çalıştırılan, 4-B ve 4-C kapsamında olan işçiler, bu belaya karşı mücadelelerini desteklemesini istemek üzere, herhalde sıcağı sıcağına seçim öncesinde CHP’nin kapısına dayanacaklardır.

Taşeronun kaldırılması için kendi elinde olan belediyelerde hemen karar alıp girişimde bulunmak ve ülke ölçeğinde işçilerin taşerona karşı mücadelelerini örgütleyip desteklemek, üretici köylünün mazotunun ucuzlatılması vaadi gibi, bir CHP iktidarını gerektirmemektedir ve bu nedenle, CHP’nin ciddiyetinin bir karinesi olacaktır.

Üretici köylünün kullandığı mazotun ucuzlatılması da “yeni CHP”nin bir başka vaadi durumundadır. Kılıçdaroğlu, Ödemiş’te düzenlediği “tarım mitingi”nde, “Ben size söz veriyorum, işçi Kemal’in, çiftçi Kemal’in, halkçı Kemal’in sözü. Mazotu yarıya indireceğiz. 1,5 lira yapacağız.” diye konuşmuştur. Yine “tek başına yapacaktır”! Peki, yapsın, kuşkusuz kimse elini tutmayacaktır. Bu, halkı kollarını kavuşturup oturup beklemeye davet eden “ben yapacağım” tutumu, halkı mücadeleden uzak tutmaya yönelik burjuva bir tutumdur ve olacağı varsa da yapılacak şeyi en azından zorlaştıracak, hatta çoğu yerde imkansızlaştıracak bir tutumdur. Buna rağmen, “yapacağım” diyorsa, yapmalıdır. Ama bilmelidir ki, yukarıda değinildiği gibi, kaynak dağılımıyla her oynamanın bir “maliyeti” vardır ve bu örgütlü halk ve mücadelesi olmadan zor aşılır!

Kılıçdaroğlu’nun “yeni CHP”nin Ankara’da düzenlediği ve seçim vaatlerini açıkladığı “İktidar Yürüyüşü” adlı toplantıda ayrıca iki vaatte daha bulundu.

Memurlara grevli toplu sözleşmeli sendika hakkı bunlardan biridir. Yukarıda emeğe ve emekçilere ilişkin diğer taleplerle ilgili söylenenler memurların grevli toplusözleşmeli sendika hakkı talebi için de geçerlidir. Bu memurların bu talebini benimsediğini açıklayan ve seçim vaadi haline getiren CHP, iktidara gelmeyi kuşkusuz beklemeden, memurların bu talepli eylemlerini aktif ve pratik olarak destekleyerek sahiplenmeli; örneğin memurların sözleşme dönemleri geldiğinde dolaysızca ve tüm gücüyle onların yanında yer alarak bu tutumunun “hakkını” vermelidir!

İkinci vaatse bedelli ve kısa dönem askerlik vaadidir. CHP bu konuda bir yasa önerisi de yapmıştır. Grup Başkanvekili A. Hamzaçebi’nin açıkladığı yasa taslağına göre;

Yıllık gelir düzeyi 12 bin TL’nin altında olan herhangi bir nedenle askerliğini yapamamış olan gençler, herhangi bir bedel ödemeksizin, temel askerlik hizmetini yapmak suretiyle, askerliğini yapmış sayılacaktır.” şeklindedir.

Yıllık gelir düzeyi 12 bin TL ile 15 bin TL arasında olan gençlerin ödeyeceği bedel 7500 TL, 25 bin TL’nin üzerinde olan gençlerin ödeyeceği bedel ise 15 bin TL olarak öngörülmektedir. Genelkurmay’ın “bedelli”ye sıcak bakmadığı bilindiği ve AKP de “orduyu ve terörle mücadeleyi zayıflatır” gerekçesiyle karşı çıktığı için, savunması şöyle yapılmaktadır: “Bedelli askerlikle birlikte terörle mücadelede yeni bir safhaya gelinecektir. Daha profesyonel, daha eğitimli, bölgenin şartlarını daha iyi bilen askerler olacaktır.

Kaş yapayım derken göz çıkarılmakta ve “profesyonel ordu”ya geçilmesi savunulmaktadır ki, bu paralı askerlik/lejyonerlik benimsenmesiyle, ordunun halkla tüm bağlarını koparması ve Kaddafi’nin lejyonerleri örneğinde olduğu gibi, halka rahat kurşun sıkar hale getirilmesinin savunulması anlamındadır.

Ötesinde, yalnızca üniversitelileri ilgilendirse bile, hele geliri düşük olanlar için parasız bedelli askerlik, şüphesiz, seçim vaadi olarak bile, karşı çıkılamayacak bir vaattir. Popülizmdir, oy toplamaya yöneliktir; ama kötü de değildir. Hele Kılıçdaroğlu’nun “iktidar yürüyüşü” toplantısında açıkladığı, “askerlik süresini 9 aya indireceğiz, aşamalı olarak 6 aya kadar inecek. Çocuğunuz üniversitede okurken yaz tatillerinde gidecek askerliğini yapacak, mezun olduğunda da askerlik sorunu olmayacak.” şeklindeki açıklamalarıyla birlikte, hiç kötü değildir.

“Yeni CHP”, ilk kez bunca “proje”yle çıkmaktadır halkın karşısına ve projelerinden biri de “gence artı” adlı gençleri meslek sahibi edindirme amaçlı eğitimden geçirmeyle ilgilidir. Bu arada yine gençlerle ilgili olarak “YÖK’ü ve harçları kaldırma” vaadi, gençlerin bir talebinin sahiplenildiğini açıklamaktadır. Kuşkusuz iyidir.

Tümü “yapacağız”, hatta “yapacağım”, “kaldıracağım” tarzlı olan ve asıl öznelerini hareketsizliğe davet eden bu taleplerin yalnızca popülist bir seçim vaadinden ibaret olup olmadığını en çok, CHP’nin, iktidarı beklemeden, bu yönde mücadelelere katılıp vereceği ya da vermeyeceği destek gösterecektir. Örnekse gençlerin YÖK’e karşı mücadelesi karşısında CHP ne yapacaktır –tayin edici olan budur. Ve yine hiçbir şeyi beklemeye gerek yoktur ve İngiltere’de üniversite harçlarının üç misli artırılması karşısında boykotlara gidip sokakları dolduran İngiliz gençlerinin yaptıkları gibi bir mücadeleye var mıdır CHP? Harçlara karşı mücadelelerinde gerçekten gençlerin yanında olacak mıdır? Seçim vaadi hiçbir şeydir, ama gençlerin mücadelesinin katılımcısı ve destekçisi olmak –işte bu anlamlıdır.

CHP buradan, taşeron ve 4-B, 4-C karşısında işçiler, grevli toplusözleşmeli sendika hakkı karşısında memurlar ve YÖK ve harçlar karşısında gençler tarafından kuşkusuz ki sınavdan geçirilmektedir, geçirilecektir.



[1] Kılıçdaroğlu’nun genel başkanlığındaki CHP’de de, yeni liderin parti-içi demokrasi vaadlerine rağmen, durum fazla değişmiş görünmüyor. Aralarında Fikri Sağlar ve Gürbüz Çapan gibi isimler bulunan Baykal’ın tasfiye ettiği eski CHP’lilerin partiye dönmelerine CHP Parti Meclisi “olur” vermemiştir. Hem de Demokrat Partili olduğu bilinen ve Ergenekon Davası’ndan yargılanan S. Demirel’in yakını Mehmet Haberal’ın üyeliği onaylanırken…

* Nihat Erim, sonradan, 12 Mart faşist darbesinin ardından generaller tarafından Başbakan olarak atandı.

* Bu Kurultay 5 Mayıs ’72’de toplantıya çağrılmıştı; ancak Denizleri kurtarmak üzere kaçırılan uçakta oğlu Ömer de bulunan İnönü, bunca stresle kalp krizi geçirince, kaderin cilvesi olarak, Kurultay Denizlerin idam günü olan 6 Mayıs’ta toplandı.

** Kılıçdaroğlu Anayasa Referandumu sürecinde “Türban sorununu biz çözeriz” demiş, ama pişman olmuş, bir yandan Erdoğan’ın “haydi gel çözelim” sıkıştırmasına, diğer yandan CHP içinden gelen ciddi tepkilere muhatap olmuş, sözünü geri almaktan kötü duruma düşmüş, bocalayıp lafı ortada bırakmıştı.

* Hürriyet, 7 Şubat

* bkz: http://www.chp.org.tr/?p=15540

* Hürriyet, 13 Şubat

** bkz: http://www.chp.org.tr/?p=16796

* Hürriyet, 14 Şubat

** Agy.

*** Hürriyet, 23 Şubat

**** Hürriyet, 21 Şubat

***** bkz: http://www.chp.org.tr/?p=15540

* Milliyet, 23 Mart

* Hürriyet, 2 Mart

** Hürriyet 9 Mart

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑