Türkiye’de, son on yılda, çeşitli biçimlerde demokrasi-cumhuriyet ilişkisinin tartışma gündemlerinin başında geldiği söylenebilir. AKP’nin ‘bürokratik oligarşi’ olarak tarif ettiği ve geleneksel ulusalcı resmi ideolojinin yargı, ordu, bürokrasi ve ‘sivil toplum’ örgütlerindeki uzantılarını hedefe koyduğu siyasal söylemi ideolojik bir yanılsamaya yol açmış, post-modernizmle yoğrulmuş liberalizmin kavramsallaştırmaları büyük ölçüde etkili olmuştur. AKP’nin çeşitli hamle ve manevraları, geleneksel statükocu “askeri vesayet”e karşı “demokrasinin gelişmesi” olarak algılanmış, savunanı da karşı çıkanı da içeren kavramsal kaosu geliştirmiştir.
Burjuva propagandacı ve ideologların söylemlerinin ardında yatan ve dönem dönem ele verdikleri gerçek ise, bütün bu siyasal karmaşanın arkasında yatanın, artan uluslararası rekabet ve baskı koşullarında tekelci burjuvazinin egemenlik alanını genişletmek için iktisadi, siyasal ve kültürel alanı yeniden şekillendirme, işçi sınıfı ve ezilen hakların daha fazla sömürüsünün yol ve yöntemlerinin geliştirilmesinin amaçlandığıdır. Dolayısıyla, ordu-hükümet, statükocu-‘demokrat’, dinci-laik gibi bölünmeler, işçi sınıfı ve emekçi kitlelerle burjuvazi arasında süregelen sınıf savaşımından bağımsız olarak ele alınamaz, alınmamalıdır.
Neo-liberalizmin kavramsal karmaşası, post-modern ideolojik yanılsamalar, burjuva ve küçük burjuva görüşlerinin çok çeşitli kaynaklardan ve sürekli olarak üretimi, ülkemiz solculuğunun en azından bir bölümünün Kemalizm’le malul oluşu, en temel kavramların değerlendirilmesinde bilimsellikten uzaklaşmayı, neo-liberal ya da geçmişe sahip çıkmak adına pozitivist söylemlerin ortaya çıkmasını kolaylaştırıyor. Demokrasi, cumhuriyet, laiklik, ulusalcılık, yurtseverlik, sosyalizm vb. kavramlar da içi boşaltılmış, sınıflardan ve toplumsal ilişkilerden bağımsız boş lakırdılar haline getirilip siyasal söylemin merkezine konulabiliyorlar.
Demokrasi, ulusların kaderlerini tayin hakkı, cumhuriyet, ‘sol’, sosyalizm, yurtseverlik ve devrimcilik kavramlarının bilimsellikten uzak ve sınıfsal bağlantılarından kopuk kullanılmasının örneklerden birisi TKP’nin seçim slogan ve materyallerinde görülebilir.
TKP, 12 Haziran 2011 seçimlerine hazırlık sürecinde ana sloganını “Boyun Eğmeyen 500 Bin Kişi Arıyoruz” olarak belirledi. TKP’ye oy vermek için 10 neden sıralandı. Bu nedenlerin içerik ve dili başka bir yazının konusu olabilir. Ancak kampanyanın toplamı/felsefesi değerlendirilmeye muhtaçtır.
“500 Bin Baş Eğmeyen İnsan” arayışı ile toplumu kendisine oy vermeye çağıran[1], oy vermekle halkın yaşadığı sorunlardan azade olacağını vaat eden bir seçim çalışması kaba bir parlamentarizmin ötesine geçemez. Elbette seçim dönemleri, normal dönemlerden farklı olarak halkın politikaya duyarlılığının arttığı, günlük sorunlarıyla birlikte ülke sorunlarını daha yakından tartıştığı bir dönemdir. Sosyalizmi, yani işçi sınıfının iktidarını hedefleyen bir parti, bu dönemi, işçi sınıfının aydınlatılması, burjuva düzen partilerinin teşhiri, güncel ekonomik ve siyasal talepler için mücadelenin büyütülmesi ve işçi sınıfının kendi iktidarını kurması yolunda adımlar atılmasının bir olanağı olarak değerlendirir. Seçimler, bir amaç değil işçi sınıfı mücadelesinin yükseltilmesi doğrultusunda araçtırlar. Dolayısıyla, sınıf partisi, seçim döneminde, sınıfın güncel ve tarihsel talepleri etrafında bir seçim platformuyla bir mücadele hattı örmeyi amaçlar.
“500 Bin Baş Eğmeyen İnsan” çağrısı ise, işçi sınıfının güncel ve tarihsel taleplerini ifade etmek, sınıf mücadelesini seçim döneminin olanaklarından yararlanarak ilerletmekten uzak, “500 bin kişi”yi TKP’ye oy vermeye çağıran, verecekleri oyla yaşanan sorunların çözüleceğini anlatan bir çağrıdır. Oy küçümsenmemesi gereken bir gösterge olmakla birlikte, tek ve güvenilir bir gösterge değildir. Hele, yüzde 10’luk antidemokratik seçim barajının varlığı, işçi sınıfının mevcut gücünün anlaşılmasında önemli bir engelken. Buna rağmen, sınıf partisinin seçimlerdeki tutumu, halkı yalnızca oy vermeye çağırıp, oy verdiğinde de sorunların çözüleceği yaklaşımından uzak durarak, ancak güncel ve tarihsel talepler için mücadeleyi, sınıfın çeşitli suni bölünmelerden kurtulup birlik olmasını ve kendi iktidarı için mücadelesini geliştirmesini hedefler. TKP, işçi sınıfının yerine kendisini koyan, işçi sınıfının misyonunu ise oy vermeyle sınırlayıp, kendisini sorunları çözecek güç olarak görmektedir. Burada, mücadele ters yüz edilmiş, post-modernizmin tarihin sınıf mücadelesi tarihi olduğunu inkar eden tutumu benimsenmiş ve mücadele siyasal partiler arasındaki mücadeleye indirgenmiştir. Elbette, siyasal partiler arasındaki mücadele sınıf mücadelesinin yansımasıdır. Ancak, sınıfı kazanmayı, onu harekete geçirmeyi, kendi iktidarını kurmada ona yardımcı olmayı ve önderlik etmeyi hesaba katmayan ve sınıfın mücadelesini oy vermeye indirgeyen bir anlayışta, nesnellik-öznellik, sınıf-parti ilişkisi küçük burjuva idealizmiyle tersine çevrilmiştir. TKP’nin seçim sloganı böyle bir ideolojik yanılsamaya, küçük burjuva benmerkezciliğine dayanmaktadır.
Oy vermeye çağrılan insanlar işçi mi, öğrenci mi, köylü mü? Belli de değildir. Örneğin 500 bin öğrencinin TKP’ye oy vermesi yeterlidir. Seçim çalışmasının ana gündeminde ne işçi sınıfı vardır, ne de seçim materyallerinin ana omurgasında işçi sınıfının acil talep ve gündemleri. Oysa, sınıf partisini, sıradan bir burjuva partiden farklı kılan, şu kadar oyu istemek, hele hele genel olarak toplumdan, sınıfsal içeriği belirsiz ‘500 bin kişiden’ istemek yerine, bizzat işçi sınıfı ve emekçilere yönelmektir. Onlardan yalnızca oy istemek de değil, onları oy vermenin ötesinde, talepleri, hakları ve tarihsel misyonu çerçevesinde birlik olmaya, mücadele etmeye ve kendi iktidarını kurmaya çağırmak, böyle bir mücadeleyi örgütlemeye girişmektir.
TKP’nin seçim bildirgesindeki “on neden” şöyle bir incelendiğinde, bunların, bazı farklılıklara rağmen, CHP’nin platformuyla çakıştığı da görülebilir. Bunun nedenlerine ileride, 90. yıl tezlerini incelerken değineceğiz. Ancak, bu durumu, TKP de görmüş olmalı ki “‘ben olmasam Cumhuriyet gitti gider’ diyerek oy toplayan CHP’nin Genel Başkanı ‘laiklik tehlikede değil’ diye açıklama yapamaz, kendini Cumhuriyet’in kurucusu ve garantisi olarak gösteren bu partinin ‘üye eğitimleri’ Fethullahçılara teslim edilemez” diyerek, tamamen Baykalcı bir “sınıf parspektifi”nden “şeriat” tehlikesini çekiştirip ayağı yerden kesik “laikçi-şeriatçı” saflaşmasını önererek, CHP’yi eleştirmektedir. Yani, TKP, emekçilere sadece oy verin rahatlayın demiyor. Eğer istediği sayıda oy alırsa, CHP’yi de, yani cumhuriyeti savunanları da düzelteceğini, üye eğitimlerini Fettullahçılara yaptıramayacaklarını, CHP’nin sahte laikçiliğinin de böylece en azından görünüşte devam edeceğini ifade ediyor.
Yine TKP’ye oy verme nedenlerine bakıldığında, ağırlıklı olarak sınıf dışı muhalefet biçiminin etkili olduğu görülebilir. Adını doğru koymak gerekirse, siyasal çizgisi CHP’nin burjuva muhalefetiyle çakışmakta, bazı değişikliklerle durum kurtarılmak istenmektedir.
Yine de ortaya atılanın, haklılığından şüphe edilmeyecek, ancak CHP’nin de kabul sınırlarını zorlamayan taleplerle sınırlı bir program olduğu görülebilir. Örneğin, birinci maddeye CHP’nin itirazı olmadığı gibi, o da, seçim gündeminde aynı dilekleri temenni etmektedir:
“Sayısız cinayetten yargılanan Hizbullahçılar ortadan kaybolsunlar, kaçıp gitsinler diye serbest bırakılamaz; insanlar sahte belgelerle, sudan suçlamalarla yıllar boyu tutuklu kalamaz; halkı soyup soğana çevirenler mutlu mesut yaşarken Başbakan’ı protesto eden gençler için hapis cezası istenemez; hükümet üyelerinin cebine para girecek diye şahsa özel kanun çıkarılamaz.”
İkinci maddedeki “kimse 18 yaşındakilerin alkollü içki kullanmasına yasak getirip, belinde silahla dolaşmasına izin çıkartamaz; gazeteci ve yazarlar mahkeme ve cezaevlerinde süründürülemez; basının yer vermediği, televizyonların göstermediği taleplerini anlatmak ve haklarını aramak için sokağa çıkanlara polis düşmana saldırır gibi saldıramaz, kimyasal silahlarla, plastik mermilerle, tank gibi panzerlerle halkın üzerine yürüyemez; ağır bir sosyal yara, sapıkça bir kadın düşmanlığı olan tecavüzü mazur gösterip tecavüze uğrayan kadınları suçlu gösteren profesörler üniversitelerde barınamaz” iddiasını da CHP’nin herhangi bir il başkanı seçim çalışmasında çeşitli şekillerde açıklayacaktır.
Yine dördüncü maddede Başbakan’ın hakaretleri, beşinci maddede Ağca’nın TRT’deki övgü dolu röportajı, yedinci maddede cemaatlerin ülkeyi sarması, sekizinci maddede Kürtlerin cemaatlerden ve emperyalistlerden medet umduğu, dokuzuncu maddede ise heykel ve sanat merkezlerinin yıkımı gündemleştirilmektedir.
Kürtlere dair TKP’nin ulusal özgürlük mücadelesini emperyalizmin ve cemaatlerin işi olarak gören yorumlayış biçimi bilinmektedir. Bunu dışında tutarak, ifade edilen taleplerin haklı ve doğru olduğu söylenmelidir. Ancak, TKP’nin, talepleri belirlerken, özel olarak, CHP’nin burjuva muhaliflik sınırları içinde kalmaya çalıştığı bildirgeden kolayca görülebilir. Sosyalizme, bağımsızlığa dair söylemler ve içeriği boşaltılarak birer ‘dilek’ haline getirilen bölümlerin ötesinde muhalefet tarzı CHP’nin tarzıyla çakışmaktadır. Örneğin sınıfın güncel talepleri olan, CHP’yle birlikte tüm burjuva düzen partileriyle karşı karşıya gelmeyi zorunlu kılan esnek çalışmanın kaldırılması, sendikalaşmanın önündeki engellerin kaldırılması, insanca yaşayacak bir ücret, eğitim, sağlık ve sosyal güvenlik hakkı, demokratik halkçı bir anayasa, kurucu meclis, siyasal partiler ve seçim kanununun demokratikleştirilmesi, diyanet işleri başkanlığının lağvedilmesi, Kürt siyasetçiler üzerindeki baskıların kaldırılması, derin devlet organizasyonları ve karanlık güçlerin açığa çıkartılması, faili meçhul cinayetlerin faillerinin yargılanması, Kürt gazetelerine yönelik ‘özel’ sansürün kaldırılması gibi talepler bildirgede ya yer almamış ya da toplam içinde belli belirsiz bir yer tutmuştur. Seçim bildirgesinde, burjuva düzen partileriyle ayrışmada önemli taleplerden birisi olan Kürt sorununda barış ve demokrasinin bahsi bile geçmemektedir. Kürt ulusal hareketine yönelik suçlayıcı eleştirelliğin ardında ulusal baskının nesnesi kılınan Kürt halkını emperyalizmden, cemaat ve ayrılıkçılıktan medet umarmış gibi göstermekte, Kürt ulusal özgürlük mücadelesini toptan reddetmektedir. Ulusalcı yaklaşımı Kürt dilinin kullanılması talebiyle kurtarmaya çalışsa da, artık en sıradan bir liberalin bile savunduğu anadil hakkını, TKP yine de temkinli davranıp “İngilizce, Fransızca, Almanca” ile aynı kefeye koymakta, “bu ülkenin dillerinden” biri diyerek, Kürtçe için masumene bir şekilde özgürlük istemektedir. Kürt halkının demokrasi talebi ve mücadelesi ise hiç yoktur. Zaten, TKP’nin ulusların kendi kaderine tayin hakkını, tarihi geçmiş ve emperyalizmin işi olarak gören ulusalcı yaklaşımı bilinmektedir. Bu yaklaşım, daha önce bölük pörçük yinelenen gerici cumhuriyeti AKP’ye karşı savunma, Kürt sorununun çözümü için mücadeleyi bilinmez bir geleceğe öteleme ve AKP’ye karşı burjuva tarzda muhalefet etmeyi öngören 90. yıl tezleriyle kapsamlı bir şekilde temellendirilmektedir.
“90. YIL TEZLERİ”
TKP’nin 2011 başında yayınladığı “90. yıl tezleri”; cumhuriyet, ‘sol’, Kemalizm, dinci gericilik ve ‘toplumsal çürüme’ gibi kavramları yeniden tanımlamakta, yaptığı tespitlerle özellikle Kürt sorunu, laiklik ve ülkenin demokratikleştirilmesi konularında burjuva güçlerle benzer bir platforma düşme tehlikesi taşıyan noktaya savrulmaktadır. Böylece; AKP’nin temsil ettiği işbirlikçi tekelci gericiliğe karşı mücadele, cumhuriyetin hilafet ve saltanat karşıtlığını ve zayıf anti-emperyalizmini vurgulayarak mevcut gerici rejimi ve statükoyu savunmaya dönüşebilmektedir.
Türk Dil Kurumu Sözlüğü’nde “milletin, egemenliği kendi elinde tuttuğu ve bunu belirli süreler için seçtiği milletvekilleri aracılığıyla kullandığı devlet biçimi” olarak tanımlanan Cumhuriyet, sanki onun sınıfsal bir niteliği yokmuşçasına ve cumhuriyet gerçekten milletin egemenliği ve iktidarıymış gibi, AKP’nin ve “dinci gericilik”in karşısına konulmaktadır. “Cumhuriyet’in kapitalizm tarafından çürütüldüğü”, “sol”un ezilmesiyle Cumhuriyet’in tasfiye edilmesi girişimlerinin hız kazandığı, emperyalizmin ve işbirlikçisi AKP’nin son yıllardaki icraatlarıyla artık Türkiye Cumhuriyeti’nin “tamamen yok edildiği” ve AKP öncesindeki dönemden tamamen farklı “‘yeni’ bir döneme girildiği” tespitleri de, tezlerde yer almaktadır.
“90. yıl tezleri”nde, “sol 12 Eylül darbesiyle ezildiyse”, Genelkurmay hizaya getirildiyse, AKP’nin “dinci gericiliği” almış başını gidiyorsa, “Cumhuriyet’e sahip çıkmak”, düzen içi Cumhuriyetçilerden “çok bir şey çıkmasa” da, “onları önemsemek” gerekli görülmüştür. Üstüne üstlük, pirüpak Cumhuriyet “kapitalizm tarafından çürütüldüyse”, “12 Eylül darbesiyle Cumhuriyet’i tasfiye süreci başladıysa”, “AKP ile de Cumhuriyet tasfiye edildiyse”, TKP’ye de, 1920’lerde kalmış Cumhuriyetin ilerici değerlerine atfen bugünkü gerici cumhuriyeti savunmak düşmüştür. Bir süredir de savunmaktadır. Diğer savunan güçlerle de, Kürt sorunu, laiklik, ülkenin bağımsızlığı gibi konularda dönem dönem buluşmaktadır. Buluşurken, bir yanda milliyetçilik ve günümüzün egemen Kemalizm’i üzerinden kitlelere ulaşmanın hoşnutluğu, diğer yanda burjuva gerici güçlerle Kürt sorunu, laiklik vb. konularda benzer bir platformda yer almanın rahatsızlığı vardır. Elbette, platform doğru konulduğunda da, güncel siyaset bazen mücadele halindeki burjuva klikleri yanına getirebilir. Ama böyle mi? TKP, mevcut Cumhuriyet rejimini savunurken, burjuva gerici güçler mi onun yanına gelmiş oluyor, yoksa tersi mi?
Bu sorulara ilerleyen bölümlerde cevap verilecektir. Ancak öncelikle TKP’nin bir süredir, farklı konularda yaptığı açıklama ve aldığı tutumların bütünsel bir ifadesi olan “90. Yıl Tezleri”ndeki önermeler ele alınacaktır.
İŞBİRLİKÇİ BURJUVAZİNİN CUMHURİYETİNİ YÜCELTME!
Eskimiş, çağı geçmiş, kapitalizmin önünde engel haline gelmiş, dini yaşam biçimi olarak kabul eden feodal monarşinin yıkılması; hilafet ve saltanatın kaldırılması, zayıf da olsa anti-emperyalist yönelimler Cumhuriyetin ilerici adımlarıydı.
Ancak 1920’lerde de, bu cumhuriyetin işçi sınıfının savunmayacağı, savunmasının da beklenemeyeceği yönleri de vardır. Ve “bu cumhuriyet kimin?” sorusunu savsaklayarak ve işçilerle emekçileri düşman olarak öngören bu yönlerini ayırt etmeden onu yücelten 1920 ve 30’lu yılların TKP’si ve onun genel sekreteri Şefik Hüsnü, Türkiye’de burjuvaziye yedeklenmenin simgelerinden birisi olmuştur. Cılız anti-emperyalizmi ve bağımsızlıkçılığını abarttığı, M. Kemal’in “demokratik devrimi tamamlaması” beklentisi içinde olan Ş. Hüsnü, Cumhuriyet’i korumak adına, “İngiliz emperyalizminin kışkırtması” ve “devrimci Cumhuriyet’e karşı gerici-feodal” karakterde varsayıp, Şeyh Sait isyanından başlayarak, tüm Kürt isyanlarına karşı düşmanca bir tavır alarak Cumhuriyetin iktidarının baskı, inkar ve zora dayalı ulusal politikasını onayladı. Oysa peşine takıldığı ulusal burjuvazi ve onunla ittifak halindeki büyük toprak ağalarının cumhuriyetlerinin de, yön verici ideolojileri olan Kemalizm’in ve onun politika ve pratik uygulamalarının da bırakılım “demokratik devrimin tamamlanmasını”, “demokrasi” ile uzaktan bile ilişkisi olmamıştı, yoktu. Hüsnü, sınıfın ihtiyaçları doğrultusunda taktik ve strateji geliştirmek bir yana, lafta kalan sosyalizm hedefiyle taktiğini giderek gericileşen burjuvazinin iktidarına bağladı. Taktiksel çizgi, stratejiyi güzel dilekler derekesine indirdi ya da onu da burjuvazinin insafına terk etti.
Günümüz TKP’si de “90. yıl tezleri”nde, Cumhuriyet’in başından beri malul olduğu burjuva gericiliğini görmezden gelemiyor:
“Aydınlanması sınırlı ve dinsel ideoloji ve kurumlarla uzlaşmacı bir düzen. Bağımsızlıkçılığı göstermelik, yabancı sermaye ve uluslararası emperyalist kurumlarla bağlarını restore etmeye niyetli bir rejim. Halkçı demagojisi bol, ama halkı harekete geçirmekten özenle kaçınan bir sistem. Bunların sonucu olarak gerici ideolojiyi kazıyıp atamayan, bunu amaçlamayan bir laiklik. Kürt emekçi halkını eşitlik ve adaleti geliştirme sürecinde yanına almak yerine, statükoya yaslanarak feodal aşiretçi sistemi konsolide eden bir ulus-devlet…”[2]
TKP, tezlerinin yukarıda alıntılanan bölümünde, Cumhuriyet’in kuruluş sürecine dair bazı tespitler yapıyor. Bağımsızlığın gerçek anlamda sürdürülemediği, laikliğin zaten gerçek laiklik olmadığı, Kürt halkının inkar edildiği, halkın baskı altına alındığı bir Cumhuriyet tanımlıyor. Ancak “90. yıl tezleri!”, kendi yaptığı bu tespiti unutarak, az ileride “savunulması gereken” bir cumhuriyet tablosu çiziyor:
“Türkiye’de Cumhuriyet bağımsızlık, laiklik ve hukuksallıkla birlikte tanımlandı. Her biri kapitalizm çerçevesinde ortaya çıkan bu tanımlayıcı ögelerin yaratıcısı ve yazıcısı sol olmamakla birlikte, ülke içinde bunların takipçisi, sahiplenicisi, gerektiğinde her tür bedeli ödeyerek mücadelesini yürüten güç hep sol olmuştur.”
Hangisi doğru? Türkiye’de Cumhuriyet laik miydi, yoksa “gerici ideolojiyi kazıyıp atamayan, bunu amaçlamayan bir laiklik” mi vardı? Cumhuriyet’e –özgürlükler ve insan hakları bağlamında – hukuksallık mı egemendi, Cumhuriyet “hukuk önünde eşitlik”e mi dayanıyordu, yoksa “Kürt emekçi halkını eşitlik ve adaleti geliştirme sürecinde yanına almak yerine, statükoya yaslanarak feodal aşiretçi sistemi konsolide eden bir ulus-devlet” mi vardı? Tutarlı bir anti-emperyalizm miydi, yoksa “bağımsızlıkçılığı göstermelik, yabancı sermaye ve uluslararası emperyalist kurumlarla bağlarını restore etmeye niyetli bir rejim” miydi? “90. yıl tezleri” bu konuda kararsız kalıyor. Bir yandan Cumhuriyet’in bağımsızlıkçılığının göstermelik, laikliğinin eksik olduğunu, baskıcı, inkarcı ve anti-demokratik bir rejim olduğunu söylüyor; diğer yandan bağımsız, laik ve hukuksallığın temel olduğu bir Cumhuriyet resmediyor. TKP biliyor ki, eğer, bir yolunu bulup burjuva gericiliğinin cumhuriyetine hakkı olmayan payeler biçip hayallerle süsleyemezse, savunulacak bir Cumhuriyet bulamayacaktır.
Yine de eksiklilikleriyle birlikte tarihsel bir ilerleme olarak Osmanlı karşısında Cumhuriyet’i sahiplenmeli miyiz? Evet, Osmanlı’ya karşı Cumhuriyet tarihsel bir ilerlemedir. Ancak, bugün, yani cumhuriyetin kuruluşundan yaklaşık 80 yıl sonra cumhuriyet, işçi sınıfı ve ezilen halklara karşı burjuva diktatörlük aygıtının bir adı ve bir devlet biçimidir. Dolayısıyla, cumhuriyetin feodalizme karşı ilerici yönlerini savunmak, ne günümüze aktarma yaparak Kürtler ve hakları karşısında, ne de AKP’ye karşı ona laiklik ve bağımsızlıkçılık yükleyip bunları yücelterek olur!
CUMHURİYET “ÇÜRÜDÜ” MÜ?
TKP, küçük bir el çabukluğuyla, günümüzde dizginleri tekellerin eline geçmiş olan burjuva cumhuriyetini bağımsız, laik ve demokratik yaptıktan sonra; savunmaya hazırdır. Savunmak için, bu “güzel” cumhuriyetin kirletilme girişimlerinin konusu kılınmış olması lazım. Buna da çare bulunmuştur: “Kapitalizm cumhuriyeti içten içe çürütmektedir.” “Komünizm cumhuriyeti sahiplenirken, kapitalizmin cumhuriyeti içten içe çürütmesine karşı uyarı ve mücadele görevini unutmamıştır.”
Hatta “Türkiye Cumhuriyeti bitmiştir. 12 Eylül faşist darbesi ile başlayan süreç AKP iktidarının ikinci dönemi sona yaklaşırken nihayete ermiştir. Türkiye Cumhuriyeti’ni bitiren sürecin son evresinin baş sorumlusu olan AKP, şu anda ‘Yeni Türkiye’nin de iplerini elinde tutma hakkını elde etmiştir.” “Cumhuriyet’in tasfiyesi”nin son etabı ise 12 Eylül darbesiyle başlatılmıştır: “İddiasını Cumhuriyeti kurtarmakla tanımlayan 12 Eylül darbesi, Cumhuriyetin tasfiye sürecinde son etabın açılışını yapmıştır.”
Cumhuriyet, kapitalizmin olası siyasi biçimlerinden birisidir. Ne kapitalizm cumhuriyete düşmandır, ne de cumhuriyet kapitalizme! Türkiye Cumhuriyeti, kuruluşundan itibaren burjuvazinin iktidarı olmuş, onun önündeki engelleri kaldırmış, palazlandırıp güçlendirmiştir. Kapitalizmin ihtiyaçları da, Cumhuriyetçi reformları hızlandırmıştır. Örneğin harf inkılabı ya da ölçü birimlerinin değiştirilmesi, modern bir görüntü vermenin ötesinde, uluslararası kapitalist dünya ile ilişkilerin geliştirilmesine yöneliktir. Seküler değerlerin öne çıkarılması, modernleşmeci reformlar; dünya kapitalizmi ile ilişkiler için zorunludur. Çünkü; örneğin yeni moda tekstil ürünlerini tüketecek bir Türkiye pazarına emperyalist dünyanın ihtiyacı olduğu gibi, Türkiye burjuvazisinin de dünya kapitalizmine ihtiyacı vardır. Özetle, kapitalizm ile Türkiye Cumhuriyeti arasında hiçbir düşmanlık yoktur. Cumhuriyet, zaten bir burjuva cumhuriyetiydi, zaten kapitalistti. Ya da böyle değilse, kimin nesiydi, hangi sınıfındı, sınıf karakteri neydi, yoksa “küçük burjuva bürokratları” olan Kemalistlerle birlikte kurdukları cumhuriyet de sınıflarüstü müydü? Proleter sosyalist bir cumhuriyet olmadığı açıktı; Osmanlı devletinin feodal otokratik örgütlenmesinin yerini almıştı, feodal özellikler taşısa da, belirtici niteliği feodal olan bir cumhuriyet de değildi. Bir burjuva cumhuriyeti olduğu şüphesizdi.
Eğer, bir düşmanlıktan, kapitalizmin kendi cumhuriyetini çürütmesinden bahsedilecekse, “90. yıl tezleri” gerçeği ıskalamıştır. Kapitalizmin düşmanlığı, Osmanlı meşruti otokrasisi karşısında ilerici olan, ama tarihin tekerleğinin dönüşüyle gericileşen cumhuriyet rejimine değil, bağımsızlık, demokrasi ve işçi sınıfınadır; halk iktidarı ve sosyalizmedir. Tekelci kapitalizm, yani emperyalizm çağı, burjuva demokratik değerlerin de burjuvazi tarafından ayakaltı edilip çiğnendiği bir dönemdir: “Emperyalizm hem dış hem de iç siyasette demokrasiyi yıkmaya doğru, gericiliğe doğru mücadele eder. Bu anlamda emperyalizm su götürmez bir biçimde genel olarak demokrasinin, bütün demokrasinin inkârıdır.”[3]
Türkiye Cumhuriyeti bağımsız, demokratik, laik, halk yığınlarının şu veya bu düzeyde temsil edildiği, söz, basın ve örgütlenme özgürlüğünün olduğu, ulusal sorunun çözüldüğü bir cumhuriyet olsaydı ve böyle bir cumhuriyetten bugüne gelinseydi; kapitalizmin (doğrusu emperyalizmin, tekellerin) cumhuriyeti, yine daha doğru bir ifadeyle, bağımsızlığı, demokrasi ve laikliği “çürütüp” “tasfiye ettiği”nden bahsedilebilirdi. Oysa, durum böyle değildir.
TKP, “kapitalizmin cumhuriyeti çürüttüğü” tespitini yaparak; dolayısıyla bağımsızlığın, laikliğin ve demokrasinin tasfiye edilmesini kast ederek, Türkiye Cumhuriyeti’ne, tarihi boyunca sahip olmadığı özellikleri monte etmektedir. Elbette, sorun, yalnızca 1920’li yılların ve günümüzün Cumhuriyeti’ne dair soyut bir tartışma değil, sınıflar mücadelesi ve bunun bir yansıması olarak partiler arasındaki mücadelede, bu tespitler üzerinden egemen güçlere yedeklenmektir.
DİNCİ GERİCİLİK, KAPİTALİST GERİCİLİĞİ TERCİH NEDENİ MİDİR?
“Cumhuriyetin kapitalizm tarafından çürütülmesi” ve “solun Cumhuriyeti savunması”na yeniden döneceğiz. Ancak, gerek “çürüme” gerekse de “çürümeyi döndürme”, “Cumhuriyeti savunma” tespitleri ve tarihi AKP ile başlatıp AKP ile bitirme iddiası, “dinci gericiliğe karşı mücadele” adına kapitalist gericiliği savunma yaklaşımıyla doğrudan ilgilidir.
TKP, Türkiye’nin önünde, “Cumhuriyet’in tasfiye edildiği” ve cumhuriyetle kesinlikle bağdaşamayacak “ılımlı İslam” devletinin kurulduğu bir süreç görmekte; bir süredir bu sürecin işlediğini düşünmektedir. Emperyalizmin de böyle istediğini, dolayısıyla bu sürecin, “sol” da müdahale edemediği için, kaçınılmaz bir şekilde geliştiğini/ilerlediğini söylemektedir:
“Bu bağlamda, uzun yıllar boyu emperyalist planların taşıyıcısı rolünü üstlenen Türkiye’nin yeni misyonunu laik, modern bir ülke taşıyamaz. 2000’li yıllarda gericileşmiş bir Türkiye’nin müttefikliği emperyalizm açısından modern ve Kemalist Türkiye’nin desteğinden çok daha değerlidir. Nitekim Türkiye’nin güçlenen İslami tonu emperyalizmin din faktörünü kullanarak içinde yaşadığımız coğrafyayı yeniden şekillendirme planı ile uyumlu gelişirken, emperyalizmin askeri ve siyasi projelerine destek kesintisiz olarak sürmüştür. Bu misyonun taşıyıcısı olarak AKP, emperyalizmden olağanüstü bir destek almış, bu desteğin karşılığını da fazlasıyla vermiştir.”
Yukarıda yaptığımız tartışmaya dönmek pahasına dikkat çekilmesi gereken nokta, TKP’nin mevcut düzeni laik olarak nitelemesi ve laikliği tehlikede görmesidir: “Türkiye’nin yeni misyonunu laik, modern bir ülke taşıyamaz.” “2000’li yıllarda gericileşmiş bir Türkiye’nin müttefikliği, emperyalizm açısından modern ve Kemalist Türkiye’nin desteğinden çok daha değerlidir.”
AKP, dini siyasal amaçlarla kullanan, dinciliği olan bir partidir. Bu doğru. Ama Türkiye “2000’li yıllarda gericileşiyor, bunu yapan da AKP” denildiğinde, AKP öncesindeki Cumhuriyet’e demokrat ve laik nitelik biçildiğinde; AKP’ye karşı statükoyu, mevcut düzeni, üstelik “kapitalizmin çürütmesi”yle AKP’nin tasfiyeciğinden de korumak üzere bugünkü cumhuriyeti savunmak meşru görülebilmektedir. AKP, dinci gericilikten beslenmekte ve onu beslemektedir. Ancak AKP, dinci-şeriatçı bir fon üzerinde kurulmuş ve böyle bir zeminde hareket etmekle, tabanı ve oylarını buradan, dini kullanarak derlemekle birlikte, dinci-muhafazakar olduğu kadar ve asıl olarak tekelci burjuvazinin neo-liberal, emperyalizm işbirlikçisi partisidir. Tabanını buradan elde etmekle birlikte, onu hükümet yapan ve hükmetmeyi sürdürmesini sağlayan da, tekelci burjuvazinin çıkarlarıyla AKP’nin bu çıkarları gerçekleştirmek üzere gereğini yapma ve neo-liberal politikaları uygulamadaki istek ve ısrarıdır. Dolayısıyla; günümüzde –on yıllardır egemenliğini sağlamış olan– tekelci burjuva gericiliğinin egemenliğini sürdürdüğü Türkiye Cumhuriyeti’nin ancak AKP ile birlikte ve 2000’li yıllardan itibaren gericileştiğini iddia etmek, en basitinden, gericiliği dinci-gericiliğe indirgemek ve tekelci gericiliğin 80 yıllık diğer biçimlerini ve esas önemlisi, asıl olarak –dinci gericiliği de kendisine bağlamış olan– tekelci gericiliği yok saymaktır. Öyle de olmaktadır. “2000’li yıllarda gericileşmiş” Türkiye’den bahsedilirken, karşısına ilerici ve modern Kemalizm konulmaktadır.
Ne Kemalizm, 1920’li yılların Kemalizm’idir, ne Cumhuriyet 1920’li yılların Cumhuriyet’idir. Günümüz Kemalizmi burjuva gericiliğinin bir ideoloji ve politika biçimidir (2000’li yıllardan önce, yani AKP iktidarda değilken de, bu, böyleydi), Kurtuluş Savaşı’ndaki anti-emperyalizmi ve ilericiliği, tekelci burjuva gericiliğin Kemalizm’inde aramak boşunadır.
TKP, hem CHP gibi, burjuva gericiliğin zamane Kemalizm’ine ilericilik payesi biçiyor, dolayısıyla belirli bir biçimi (dincilik) şahsında kapitalist gericiliği yok sayıyor; hem de dinci gericiliği tek gericilik biçimi olarak kabul ediyor. Zararı var mı? Var. Dinci gericiliği tek gericilik biçimi olarak görmek, her şeyden önce tekelci burjuvazinin kendisini ve gericiliğini gözden kaçırmaya götürüyor; bazen Genelkurmay’a, bazen de CHP’ye ve egemen burjuva güçlere sempatiye dönüşebiliyor. Bunlara girmeyeceğiz. Ancak, dinci gericiliğe karşı mücadele iddiası ve diğer gericilik biçimlerini yok sayması, onu, AKP karşıtlığı adına, burjuva gericiliğinin cumhuriyetini, dolayısıyla kapitalist gericiliği savunmaya itiyor.
Dini argümanları kullanması ve dinci bir parti olması, AKP’ye karşı daha özgün bir mücadeleyi gerektirmektedir. Tekelci gericiliğin bir biçimi olarak dinsel gericilik, yığınların inanç ve gerici önyargılarına yaslanarak, yine yığınların yaşamlarını çekilmez hale getiren politikaları uygulamaktadır. Dolayısıyla, AKP’nin dini-imanı olmadığını ya da neo-liberal bir parti olarak bunları çoktan hizmetine koşulduğu paraya tahvil ettiğini, dinsel argümanları da halk yığınlarının baskı ve sömürü politikalarına ikna edilmesi ve icraatlarının kutsallaştırılması, iktidarının uhrevileştirilmesi için kullandığını ortaya koyan bir mücadeleye ihtiyaç vardır. Ancak, bu, dinci gericiliğin tekelci gericilikten ayrı ve bağımsız, hatta ona karşı gibi ele alınması, dinci gericiliğe karşı çıkılırken diğer gericilik biçimlerinin, en başta da kapitalist gericiliğin onaylanması anlamına gelmez.
CUMHURİYET TASFİYE EDİLDİ Mİ?
“90. yıl tezleri”, dinci gericilikle yatıp dinci gericilikle kalktığından, AKP ile “Kemalist laiklik bitmiştir. Türkiye Cumhuriyeti’nin bitişi 1923’ten bugüne gelen, bu ülkeyi tarif eden temel özelliklerin de kesin olarak yeniden tanımlanacağının habercisidir. Bu yeni ülkede 1923 referansları tüm anlamını yitirmiştir.”
“Tezler”e göre, Türkiye önceden laikti, ama AKP ile laiklik bitmiştir! Sadece laiklik değil, iddiaya göre, –AKP hükümetine kadar “gül” gibi bağımsız bir ülkemiz varken(!)– AKP ile hatta bağımsızlık da bitmiştir: “Bu adımların tamamının daha fazla bağımlılık anlamına geldiği aşikardır. Türkiye’nin dünya emperyalist sistemi içinde göreceli olarak daha bağımsız hareket etme şansı yoktur.”
Emperyalizmle işbirliği halindeki dinci gericiliğin, kendisinden önceki “ilerici”, “laik” ve “demokratik” Cumhuriyet’i tasfiye ettiği tespiti yapılmakta, TKP’ye de; –kimsenin bir diyeceğinin olamayacağı– demokrasiyi, bağımsızlığı ve laikliği değil; ama bu değerlerin hiçbirisine sahip olmayan “mevcut” Cumhuriyet’i savunma görevi düşmektedir. Ancak işbirlikçi tekelci burjuvazinin iktidarı, zaten ne bağımsızdır, ne de demokratik. Öyleyse “tasfiye edilen” nedir? Emperyalizm, tekelci burjuva gericiliğinin cumhuriyetini mi tasfiye etmektedir?
TKP’nin; AKP’ye karşı çıkmak adına gerici ve işbirlikçi “mevcut” Cumhuriyeti savunması, AKP’ye sınıf perspektifiyle değil, bir bakıma “CHP gibi” muhalefet etmesi, Kürt sorunu ve laikliğe, diğer demokratik hak ve özgürlükler mücadelesine buradan yola çıkarak uzak durmadaki ısrarı; onu ulusalcı-statükocu cepheye yakınlaştırmaktadır. Kendisini ayriyeten tanımlamaya ihtiyaç bırakmayan Türk Solu dergisi çevresi de, TKP’nin bu yaklaşımını mutlulukla karşılamaktadır:
“Özellikle TKP’nin son operasyon (Ergenokon tutuklamaları –a.k) çerçevesinde aldığı tavır ve işbirlikçi ‘sol’la arasına koyduğu mesafeyi önemli buluyoruz. TKP, 6 Temmuz’da Taksim’de düzenlediği yürüyüşün çağrı metninde kendisi için bir ilke imza atarak Cumhuriyet’e sahip çıkma vurgusu yaptı. Çağrının başlığı ‘Ülkemizin ve Cumhuriyet’in sahipsiz olmadığını gösterelim’ şeklindeydi. Burada gene TKP’nin Ergenekon olayını; ‘AKP darbe tehlikesini bahane ederek kendi diktatörlüğünü kuruyor’ ve ‘Türkiye bir polis darbesi yaşamaktadır’ diyerek değerlendirmesi önemlidir. Gerçekten de yaşananlar, 12 Mart ve 12 Eylül sürecini aratmayacak olaylar.”[4]
TKP de, burjuva gerici cumhuriyeti savunurken, bu odakları da dikkatle izlemekten ve onları kazanmaktan yanadır: “Bugün, iktidar partisi, gündeminde tuttuğu köklü dönüşümlerin her biri ile ilgili kapitalist Türkiye’nin ve devlet yapılanmasının farklı unsurlarından gelen dirençlerle karşı karşıyadır.”
“Farklı unsurlardan gelen direnç” olarak tanımlanan, gerici burjuva güçlerin geleneksel gerici cumhuriyet savunusudur. TKP, bu dinamiklere gözünü dikmeyi ve burjuva güçlere yol göstermeyi amaçlamaktadır. Bu kapsamda, ancak D. Perinçek’in “İşçi” Partisi’ne yakınlaşmakla tarif edilebilecek biçimde, çok açık konuşulmaktadır: “Eski düzene geri dönüş olmayacaktır, ama AKP’nin temsil ve ifade ettiği dönüşümün toplum tarafından kısa zamanda sindirilmesi de beklenmemelidir. Sosyalist hareket, başka şeylerin yanında işte bu zorlu sindirme sürecinin dinamiklerine gözünü dikmek ve yeni bir yol göstermek zorundadır.”
Oysa, burjuva muhalefetin iddialarının aksine; “Cumhuriyet’in tasfiyesi”nden değil, Cumhuriyet’in –ardından bir süre daha kalıntılarıyla idare edilen kuruluş döneminin kısa süreli ve zayıf bağımsızlıkçılığını bir yana bırakırsak– hiçbir zaman sahip olmadığı bağımsızlık, demokrasi, laiklik gibi değerlerin üzerinde daha fazla ve daha açıktan tepinildiğinden bahsedilebilir. Dolayısıyla mevcut cumhuriyetin, bağımsızlık ve demokrasi gibi, artık işçi sınıfının mücadele gündemi haline gelmiş özlemlerle payelendirilip “korunması”, “savunulması”, bunun siyasal İslam’a karşı mücadele ve sosyalizm hedefiyle yapıldığı iddiası, gerçekçi olmaktan uzaktır. Siyasal mücadelede karşılığı, hem teorik hem de pratikte ulusalcı-statükocu egemen güçlere yakınlaşma tehlikesini barındırmasıdır.
CUMHURİYET VE “SOL”
TKP tezlerinde; 12 Eylül darbesiyle birlikte “Cumhuriyet’in tasfiyesinde dönüm noktası”nın yaşandığı, tasfiyenin temel etkenlerinden birisinin de, “sol”un yenilgisi olduğunu belirtmektedir:
“Daha sonraları, özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra emperyalist-kapitalist sistemde yerini sağlamlaştıran, 1950’lerde NATO’ya giren Türkiye ise, artık emperyalizmin ileri karakoludur. Emperyalizm ayrı bir resmi devlet olarak Türkiye’ye SSCB’ye ve komünizme karşı mücadele nedeniyle gereksinim duymuştur. Bu koşulların ilki, 12 Eylül 1980’de solu yok etmek için girişilen huruç harekatıyla ortadan kaldırıldı. Türkiye solu Cumhuriyet’in kazanımlarının etkin savunucusu olamayacak kadar güçten düşürülmüştü. İkinci koşul ise, 1990’larla birlikte geçersizleşti. Sovyetler Birliği ve Avrupa’nın sosyalist ülkeleri emperyalizme karşı yürüttükleri mücadelede bir ihanetler ve karşıdevrimler zinciri sonucunda yenilgiye uğradılar.”
Sonuçta, Türkiye’de “Cumhuriyet’in tasfiyesi” için TKP gerekli verileri toplamıştır: “Emperyalizm ayrı bir resmi devlet olarak Türkiye’ye SSCB’ye ve komünizme karşı mücadele nedeniyle gereksinim duymuş”sa, “Sovyetler Birliği ve Avrupa’nın sosyalist ülkeleri emperyalizme karşı yürüttükleri mücadelede bir ihanetler ve karşıdevrimler zinciri sonucunda yenilgiye uğramış”sa, “Türkiye solu Cumhuriyetin kazanımlarının etkin savunucusu olamayacak kadar güçten düşürülmüş”se; öyleyse “ayrı bir resmi devlet olarak Türkiye’ye” “gereksinim” duymayacaktır. Ayrı bir devlete artık ihtiyaç duymayan emperyalizm, AKP’ye “Cumhuriyet’i tasfiye” görevini vermiştir. Tez böyledir!
Gerici cumhuriyeti savunma misyonu, işte böyle bir “plan” ve “görevlendirme”ye karşı ortaya çıkmıştır! “90. yıl tezleri”, emperyalizmin görünüşte bağımsız ama dişinden tırnağına kadar bağımlı devletlere bile tahammülü olmadığını iddia edip, emperyalizme ve dinci gericiliğe karşı, “sol”u, doruklarında tekellerin oturduğu burjuva diktatörlüğünün bir görünümünden başka şey olmayan –ve 1923 genç Cumhuriyet’inin ilerici değerlerinin kırıntısının bulunmadığı– burjuva cumhuriyetine sahip çıkmaya çağırıyor.
Oysa günümüz Cumhuriyeti, 1923’ün Cumhuriyeti değildir. Emperyalizmin; hele neo-liberal politikalarla ekonomik egemenliğini dünya ölçüsünde sağlamlaştırdığı, uluslararası siyasal ve askeri kuruluşlarla siyasal ihtiyaçlarını karşıladığı günümüz burjuva kapitalist dünyasında, resmi olarak bağımsız, ama ekonomisinden siyasetine ve sosyal hayatına kadar emperyalizme bağımlı bir Cumhuriyet’i beğenmeyip onu tasfiyeye girişeceğini söylemek, gerici burjuvazinin işçi ve halk düşmanı egemenliğinden başka bir şey olmayan mevcut statükoyu korumak adına hayali tehditler üretmekten başka bir anlama gelmemektedir. Emperyalizm ve AKP, tasfiye edilmiş bir cumhuriyet değil, olsa olsa, reforme edilmiş, yeniden yapılandırılmış bir cumhuriyet istemektedir. Onların düşmanlığı, kapitalizmin egemenlik biçimi olan burjuva cumhuriyetine değil, zaten Türkiye Cumhuriyeti’nin de düşman olduğu bağımsızlık, laiklik, demokrasi ve sosyalizm mücadelesinedir.
Yapılan, bilerek ya da bilmeyerek, tekelci gericiliğin sınıf egemenliğinin en tepe noktalarında oturduğu burjuva cumhuriyetini savunmaya çağırmak; “sol”u, burjuva kuyrukçuluğu yapmak üzere saf tutmaya davet etmektir. TKP’nin Cumhuriyetçiliği, Cumhuriyet savunusu; burjuva gericiliğinin statükoculuğuyla birleşme tehlikesi taşımaktadır.
SOSYALİZM, DEMOKRASİ MÜCADELESİ VE CUMHURİYET
TKP’nin “Cumhuriyet’in tasfiyesi” tespiti, bu tespit üzerinden, “sol”a, “eski” (tabii ki sınıf niteliği bakımından “eski”si-“yeni”si yok, tek bir Cumhuriyet vardır) cumhuriyeti ve kazanımlarını savunma misyonu biçmesi, bir süredir devam eden siyasal çizgisidir. TKP’nin dönem dönem burjuva gericiliğinin “laiklik” (doğrusu laikçilik) ve modernizmine sempatisi görülse, Genelkurmay’ın bazı açıklamalarını üstü kapalı onaylasa da, bu kadar açık biçimleriyle gerici Cumhuriyet savunusu nispeten yeni bir “açılım”dır. Oysa aynı TKP, kısa bir süre önce, bırakalım Cumhuriyet’in savunulmasını bir hedef olarak belirlemeyi, YÖK’e karşı çıkmanın, ona karşı eylem yapmanın bile sosyalizm hedefiyle uyuşmadığını, kapitalizm çerçevesinde politika üretmek anlamına geldiğini savunuyordu. TKP’ye göre, savunmak bir tarafa, uğruna mücadele edilecek demokratik talepler bile olamaz, demokrasi hedeflenemezdi. Bu nedenle, YÖK’ün kuruluş yıldönümü olan 6 Kasım tarihlerinde de kendisine başka meşgale bulmak için AB karşıtı eylemler yapmıştı.
Yine, Kürt sorununun çözümüne, demokratik hak ve özgürlükler için mücadeleye sıra gelince, “bunlar gündem değil”, “bunlar sosyalizmde çözülecek” yaklaşımıyla demokrasi mücadelesinin dışında kalmayı tercih etti TKP. Bunun teorisini de yaptı. Demokrasi mücadelesini rafa kaldırmak için “Demokratik devrim bir olanak veya zorunluluk veyahut bir öngörü değil, kesinlikle bir zaaftır.”[5] denildi. Hatta Lenin’in demokratik devrim stratejisi bile eleştiri süzgecinden geçirildi: “Bir devrimci demokratik diktatörlüğün ya da demokratik devrim perspektifinin program anlamında benimsenmesi çağdışılıktır.”[6] “Lenin’in anlayışının zayıf noktası ise, kendi içinde çelişkili olan ‘proletarya ve köylülüğün demokratik diktatörlüğü’ fikri idi.”
Menşeviklerin de fikri böyleydi; Çarlık otokrasisinin devrilmesi içerikli demokrasi mücadelesi burjuvaziye bırakılmalı, onun meşruti monarşisi ya da cumhuriyetiyle yetinilmeli; sadece sosyalizm için mücadele yürütülmeliydi. Burjuvaziyle anlaşma, sınıf işbirliği, burjuva cumhuriyetiyle avunma.. – bunlar Menşeviklerin başlıca işleriydi, bu nedenle, örneğin “İki Taktik”te Lenin’in özetlediği “proletarya ve köylülüğün devrimci demokratik diktatörlüğü”nü anlamayıp Lenin’in “zayıf noktası” saydılar. Lenin “Kazanmayı göze alıyor muyuz?” diye soruyordu; göze alamıyor ve Çarlığın devrilmesiyle kurulacak iktidarı, bu iktidarı almak için yürütülecek demokrasi mücadelesiyle birlikte gönül hoşluğuyla burjuvaziye terk ediyorlardı. Sosyalizmin amaç edinilmesi, demokrasi mücadelesini gönüllü olarak burjuvaziye bırakıp bu mücadelenin dışında kalınmasının Menşevikçe gerekçesiydi.
“Sosyalizm” için mücadele, TKP’nin de demokrasi mücadelesinin dışında kalmasının gerekçesi oldu. Kürt sorunu ve demokratik içerikli ulusal hak eşitliği talebi, ulusların kendi kaderini tayin hakkı “emperyalizmin çıkarlarına hizmet eder”[7] denilerek, tümüyle inkar edildi.[8] Ama sıra, sözde laik, modern biçimli gerici cumhuriyete gelince, TKP dayanamadı; AKP’nin “yenilemeciliği”, yeniden yapılandırmacılığı karşısında, “eski” Cumhuriyet’in savunulması görevini kabul etti.
Kuşkusuz –içeriği ve ne idüğü belirsiz genel bir Cumhuriyet ya da mevcut gerici Cumhuriyet değil– demokratik ve bağımsız bir Cumhuriyet, işçi sınıfı iktidarının yolunu açacak hedeflerden, anti-emperyalist demokratik devrimin bugünden masa başında belirlenemeyecek iktidarının olası biçimlerindir. Marx ve Engels de; zamanında Almanya’da işçi sınıfı iktidarı için en uygun zeminin demokratik bir cumhuriyet olduğunu tespit etmiş, Alman Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nin önüne hedef olarak “demokratik cumhuriyet”in konulması için mücadele etmişlerdir.[9] Yine Lenin de, Çarlık Rusya’sında sosyalist devrime giderken, “demokratik cumhuriyet”i, demokratik devrimi, stratejik (ama geçici, proletarya diktatörlüğüne giden yolda bir aşama) bir hedef olarak belirlemiştir.
Lenin; işçi sınıfı ve halkın demokrasi mücadelesinin, demokratik siyasal dönüşümlerin ve devrimlerin, sosyalist devrimi yakınlaştıracağını açık olarak ifade etmiştir:
“Gerçekten, demokratik bir yöndeki siyasal dönüşümler ve hele siyasal devrimler hiçbir zaman ve hiçbir durumda, koşullar ne olursa olsun, sosyalist devrim sloganını ne gölgede bırakabilir, ne de güçten düşürebilir. Tersine, sosyalist devrimin tabanını genişleterek, yeni küçük burjuvazi katmanlarını ve yarı proleter yığınları sosyalizm savaşına sürükleyerek, sosyalist devrimi yakınlaştırmaktan başka hiçbir şey yapmazlar.”[10]
Zaten, emperyalizm çağında tekelci burjuvazi ilerici barutunu tüketmiştir. Bu nedenle “Burjuvazi her zaman tutarsız olacaktır. Eğer yerine getirilecek olursa, bizim burjuva demokratlarını, halkın içten dostları olarak görmemizi sağlayacak koşullar ve maddeler öne sürmekten daha aptalca ve boş bir şey yoktur. Demokrasinin tutarlı savaşçısı ancak proletarya olabilir.”[11]
Dolayısıyla, emperyalizm çağında demokratik hak ve özgürlükler, bağımsızlık, ulusal eşitlik ve laiklik gibi demokrasi mücadelesinin talepleri burjuvaziye bırakılamayacak ve ondan beklenemeyecek kadar önemli ve işçi sınıfının mücadele gündemleridir. Türkiye gibi, emperyalizme bağımlı, ulusal sorununu çözememiş, laik olmayan, demokratik hak ve özgürlüklerin olmadığı bir ülkede bağımsızlık ve demokrasi mücadelesi tartışılmaz önemdedir; işçi sınıfının görevlerindendir. Dolayısıyla TKP’nin demokrasi mücadelesinin dışında kalma olarak ifade edilebilecek “ekonomist” tutumu son yıllarda değişmiş; ancak bu, sosyalistçe bir değişiklik olmamış; demokrasi mücadelesiyle ilgisi olamayacak şekilde, Menşevik tarzda gerici cumhuriyete sahip çıkma ve bu noktadan gerici burjuvaziyle buluşmaya sürüklenme biçimini almıştır.
Bu ilerleme midir? Kuşkusuz değildir. Çünkü TKP, bağımsızlık, demokrasi ve laikliği değil, “eski” Cumhuriyet’in tasfiyesine karşı onu savunma misyonunu üstlenmek istemektedir. Düzen-içi güçlerin bunu yapmakta başarısız kaldığını, “Kemalizm ve onun siyasal sözcülüğüne oynayan CHP’nin, sürece müdahale edebilecek iradeden yoksun” olduğunu, dolayısıyla bu tarihsel görevin de “sol”a düştüğünü belirtmektedir. Demokrasi mücadelesini burjuvaziye bırakmaktan daha kötüsü: Demokratik bile olmayan, burjuva gerici içerikli “işleri” üstlenme!
İşçi sınıfı ve onun politik hareketi olarak “sol”un savunacağı, sanki sınıf karakterinden yoksunmuş gibi, içi boş ve belirsiz bir cumhuriyet ve onun kazanımları değildir. Cumhuriyet’in tarihi boyunca tutarlı ya da tutarsız bir şekilde sahip olmak bir yana, kuşkusuz karşı olduğu ve daima bastırmaya çalıştığı demokrasi –ve eğer eklemek gerekiyorsa, bağımsızlık– mücadelesidir, savunulacak olan. İktidar dizginlerini tekelci burjuvazinin elinde tuttuğu, burjuvazinin siyasal düzeni ve cumhuriyeti karşısında demokratik ve bağımsız bir cumhuriyeti savunmaktır, işçi sınıfı ve emekçilerin üzerine düşen.
CUMHURİYET VE KÜRT SORUNU
TKP, cumhuriyetin varlığından kaygılıdır. Onun AKP eliyle tasfiye edildiğini, AKP’nin de “açılım” yoluyla ülkeyi bölmeye çalıştığını düşünmektedir:
“Türkiye Cumhuriyeti’nin sınırlarına dair yürütülen tartışma hiç kuşkusuz 1923 referanslarının yok olmasıyla bitmeyecektir. Bu sınırların somut olarak değişmesi, cumhuriyetin ülke yapısında köklü revizyonlara gidilmesi gibi olasılıkların hepsi somut olarak gündemdedir.”
“Sınırlara dair 1923 referansları” nedir? Misak-ı Milli sınırları. Ya da bugünkü sınırlar. Peki, bu sınırlar ne ile çizilmiş ve devam ettirilmiştir. Temel yönlerinden biri olarak, Kürt halkının demokratik içerikli dil, kültür ve ulusal hak eşitliği taleplerinin baskı altına alınması ve mücadelelerinin ezilmesidir bugünkü sınırları oluşturan. İşçi sınıfı, elbette, bağımsız ve demokratik bir ülkede, eşit haklar temelinde iki halkın kardeşçe birliği için mücadele eder. Ancak, burjuvazinin zor ve baskı aygıtıyla çizdiği ulusal sınırları da, burjuva güçlerin yaptığı gibi tartışılmaz kırmızı çizgiler olarak görmez. Ulusların kendi kaderini tayin hakları (UKKTH) vardır ve bu hak her ulus için geçerlidir. Hele komünistler hiçbir ulusun zorla dayatılmış sınırlar içinde tutularak ezilmesini benimseyip destekleyemez. TKP’yse, UKKTH diye bir hak tanımaz, tersine, “ulusal sınırlar”dan kaygılıdır. AKP’nin ülkeyi bölmeye çalıştığından endişelidir. Keza, bir dönem de “ABD’ye ülkemizi böldürtmeyeceğiz” sloganını öne çıkarmıştır. Seçim bildirgesindeki Kürtlere yönelik “ayrılmaktan medet umma” iddiası da, Kürtlerin hak ve özgürlüğü, kendi kaderini tayin hakkını yok saymaktan, ülkenin zorla sürdürülen “bölünmez bütünlüğü”ne ilişkin kaygıdan kaynaklanmaktadır. Bu kaygı, “Her türlü ayrımcı politikaya karşı azınlıkların haklarını savunan KKE ve TKP azınlıkların, bölge halklarının katledilmesine neden olabilecek emperyalist planların bir ‘aracı’ değil, Balkan halkları arasında bir dostluk köprüsü olmalarını savunmaktadır” tutumunun ifade edildiği önceden sözünü ettiğimiz 23 Mart 2011 tarihli KKE-TKP ortak açıklamasına açıktan yansıdı. Yunan Partisi Epir’de Makedon azınlığın Yunanistan için teşkil ettiği “ayrılıkçı tehlike”ye, TKP’yse Kürtlerin oluşturduğu aynı tür “tehdit”e karşıydılar ve “ayrılıkçılık karşıtlığı”nda anlaşma halindeydiler: Makedon ve Kürt “azınlıkları”, doğru deyişle bu iki ezilen ulus ayrılma dahil ulusal hak eşitliği peşine düştüklerinde “emperyalist planların aracı” oluyor; ama işbirlikçi Yunan ve Türk gericiliğine bağlı kalmayı sürdürdüklerinde “halklar arasında dostluk köprüsü” oluyorlardı!
Dolayısıyla, Kürt sorununun çözümü, demokratik ve bağımsız bir ülke kurulması mücadelesi, TKP’nin artık tasfiye olduğunu ileri sürerek “eskimiş” saydığı baskıcı, inkarcı Cumhuriyet’in savunulmasına karşı da mücadeleyi gerektirir. İşçi sınıfı ve emekçiler için birlik ve ortak mücadele; bu “eski” cumhuriyetin baskıcı ve zora dayalı birliği değil, bir mücadele konusu olan gönüllülük ve hak eşitliği temelinde birliktir.
LİTERATÜRE BURJUVA “KATKILAR”!
TKP’nin tezlerinin içeriği bir yana, tezlerde ifade edilen yeni kavramlaştırmalar da dikkat çekici. Aslında kavramlar yeni ya da bilinmedik değil. Neo-liberal ve küreselleşmeci rüzgarın soldaki yansımaları ya da liberalize neo-Marksistlerin literatüre “katkıları” olarak yorumlanabilir.
“90. yıl tezleri”nde, örneğin “solun toplumsallaşması”ndan bahsediliyor. Solun “toplumsallaşamama” nedenleri ise şöyle özetleniyor:
“Solun toplumsallaşamamasında, sermaye sınıfının sola ve emekçi sınıflara saldırılarına karşı zamanında ve güçlü bir direnç oluşturmayı başaramamanın önemli payı bulunmaktadır. Solun toplumsallaşamamasında, sola da sızan ya da sızdırılan liberalizmle hesaplaşmayı tamamlayamamış olmanın payı vardır. Solun toplumsallaşamamasında sık sık karşılaştığımız bencilliğin, küçük hesapların payı vardır. Solun toplumsallaşma hedefinde başarılı olamamasında gericiliğe karşı bir direnç odağı oluşturan toplumsal kesimlerin, örneğin gençlerin, Alevi yoksullarının belirli bölmelerini sosyalizm mücadelesine örgütlemekteki başarısızlığın ve bu kesimleri sosyal demokrasinin etki alanından kopartacak müdahaleleri yapamamış olmanın payı vardır. Solun toplumsallaşamamasında Kürt sorununda en başa emekçi sınıfların birliğini ve işçi sınıfının tarihsel çıkarlarını, sosyalizm mücadelesini yazarak hareket etmemiş olmanın payı vardır. Solun toplumsallaşamamasında parçalanmış ve özgül bir siyasallaşma barındırmayan, ancak giderek artan sömürü koşullarına maruz kalan işçi sınıfını sendikal politikanın dar hesaplarına terk etmenin rolü bulunmaktadır.”
“Sol” ile ne kastedildiği, sınıflardan bağımsız bir “sol” olup olmadığı ya da küçük burjuva solculuğunu dışında tutup tutmadığı ayrı bir tartışma olarak kalsın. Kastedilen, “sol”un kitleselleşmesi, kitlelerle buluşmasıdır. Ancak literatüre bir katkı gibi, “solun toplumsallaşması”ndan ya da “toplumsallaşamaması”ndan bahsetmek; bu kadar basit olmasa gerek. “Toplumsallaşma” kavramının “90. yıl tezleri”nde kullanılması, işçi sınıfının üretim araçlarının toplumsallaştırılması hedefiyle bağlantılı olarak ele alınıp, küçük bir benzetme olarak da algılanabilir. İşçi sınıfının üretim araçlarını toplumsallaştırması, burjuvazinin bir sınıf olarak ortadan kaldırılmasını ve kapitalist toplumun uzlaşmaz karşıtlığının çözülmesini gerektirir. Ancak, burjuvazinin olmadığı (tasfiye edildiği) ya da proletarya iktidarı kurularak burjuvazinin mülksüzleştirilmeye başlandığı ve toplumun uzlaşmaz sınıf karşıtlıklarından arındırıldığı/arındırılmaya başlandığı (geriye, işçi sınıfıyla köylülük arasında olan gibi uzlaşabilir karşıtlıklar kalır şüphesiz) bir toplumda üretim araçlarının, yalnızca üretim araçları değil bununla bağlantılı olarak dağıtım, bölüşüm ve iletişim araçlarının toplumsallaştırılmasından bahsedilebilir. Bunun dışında bir toplumsallaştırma, TKP’nin dönem dönem karıştırdığı burjuva devlet mülkiyetine denk düşer ki, bu da, burjuva mülkiyetinin kolektif biçiminden başka bir şey değildir.
Gelelim, “sol”un toplumsallaşmasına… TKP, toplumsallaşamadı diyor, “sol” için. Neden toplumsallaşmalı “sol”? Uzlaşmaz sınıf karşıtlıklarıyla parçalanmış, sınıflar arasındaki mücadelenin süregeldiği bir toplumda, genel bir toplumsallaşma mümkün müdür? Böyle bir toplumsallaşma, ancak, liberal “sol” ya da düzen-içi sınıfsız, “vatandaşlıkçı” “sosyalist”lerin oy sayısını arttırma, seçmen portföyünü genişletme, üye sayısını arttırma; burjuva, küçük burjuva, esnaf ya da işçi fark etmeden, tabanını geliştirme çabasına denk düşmektedir. İşçi sınıfı içindeki çalışmayı merkezine almayan, küçük burjuvazi, aydın ve öğrenci gençlik içinde genel bir “sol” propaganda yürütmeyi merkezine koyan sınıf-dışı çalışma tarzının işçileşmek/bolşevikleşmek yerine toplumsallaşmaktan bahsetmesi çelişki değil, zorunluluktur. Oysa, gerçek bir komünist parti, işçi sınıfına dayanır; çalışmasının merkezine onu koyar; hedefi de daha fazla işçileşmek olur. Elbette, aydınları, küçük burjuvaziyi de dışlamaz, kazanmaya önem verir. Ancak, “toplumsallaşma” gibi, kapitalist toplumda fulü renkler arzeden, sınıf farkı gözetmeyen, son dönemde popülerleşen “yurttaşlık”, “vatandaşlık” bağını öne çıkartan ve sınıf mücadelesine yer bırakmayan “yeni-sosyalizm” modellerinden esinlenen burjuva kavramları kullanmaz.
Tezlerin başka bir bölümündeyse, “Türkiye solunun kendi içinde enerji tüketmek yerine toplu bir çıkış gerçekleştirmesinin, solun insan kaynaklarını yenileyici ve halkta sola dair zaman içinde oluşan kuşkuları azaltıcı bir etki yapacağının kesin olmasıyla açıklanabilir.” denilmektedir. “İnsan kaynakları” kavramı, günümüzde oldukça moda. Uluslararası rekabetin arttığı, kâr oranlarının yükseltilmesinde emek gücü maliyetleriyle birlikte emek gücünün niteliğinin de oldukça önem kazandığı günümüzde, “insan kaynakları”, “insan sermayesi”, “beşeri sermaye” gibi kavramlar, Dünya Bankası ajandalarından şirket sözleşme ve reklamlarına kadar, burjuva literatürde oldukça popüler. Bu popülarite, “tezler”i de etkilemiş olmalı ki; “kadro”, “genç işçiler” gibi somut kavramlar yerine “insan kaynakları” gibi burjuva popüler literatür kullanılmaktadır. TKP’nin tezlerinde ve diğer materyallerinde, liberalize “yeni” kavramlarla sık sık karşılaşmak mümkündür.
“YENİ TÜRKİYE”DE ESKİ STRATEJİ!
Toparlayacak olursak; TKP’ye göre; “AKP, Türkiye kapitalizminin iki yüzyıllık macerasında yeni bir evreye geçişi, bir dönemin kapanışını kendi iradesinin ötesinde nedenlerle temsil etmektedir. Bir dönemin kapanışı dediğimiz şey, yukarda açıkladığımız gibi, bir ilerleme, yeni ve üst bir safhaya geçiş olarak görülebilecek bir şey değildir.”
TKP’ye göre, “Cumhuriyet bitmiş”, dinci bir devlet kurulmuştur. “Eski” Cumhuriyet’in bağımsızlığı, laikliği de elden gitmiştir. “Türkiye Cumhuriyeti’nin bitişi 1923’ten bugüne gelen, bu ülkeyi tarif eden temel özelliklerin de kesin olarak yeniden tanımlanacağının habercisidir. Bu yeni ülkede 1923 referansları tüm anlamını yitirmiştir.”
Örneğin laiklikten artık bahsedilemez! “Kemalist laiklik bitmiştir. Ya AKP’nin dayattığı dinsel çizgi toplumsal ve siyasal yaşantıda ağırlığını artırmaya devam edecek ya da sol laikliği sınıfsal bir perspektifle Türkiye’ye kabul ettirecektir. Bunun ortası yoktur; laikliğin sistem içi bir çıkış olanağı kalmamıştır.”
Ya da bağımsızlık tükenmiştir. “İkinci Cumhuriyet’in, örneğin bağımsızlığı milliyetçilikle bağlantılı kör bir hayal, devletçiliği ve sosyal devleti kumanda ekonomisinin ve eski düzen elitlerinin toplumsal mühendislik etkinliği, aydınlanmayı İslam düşmanı entelektüel elitin bir kültürel dayatması olarak damgalayıp rafa kaldırması, sosyalist hareket tarafından bir ilerleme olarak görülemez. Yeni düzen ‘katı olan her şeyi buharlaştırmamakta’, tersine Türkiye’yi yeni ve geri bir kalıbın içine dökerek katılaştırmayı hedeflemektedir.”
TKP’nin tasvir ettiği günümüz AKP düzeni böyledir. AKP, bağımsızlığı statükocu kaba bir milliyetçilik olarak görmektedir. Bu nedenle, ideolojik bir yeniden yapılandırma süreci hem dünyada hem de Türkiye’de işletilmektedir. AKP, “tezler”de belirtilenleri yapmıştır, doğrudur. Ancak, AKP’nin yaptıkları, AKP öncesi yapılanlardan daha pervasızca olmakla beraber, tamamen farklı mıdır?
TKP, önemli farklılıklar görmektedir. “Birincisi, bağımsızlık ve egemenliğin bir siyasal kalıntı haline getirilerek Türkiye Cumhuriyeti’nin nitelikleri arasından çıkarılmasıdır. İkincisi, sınır tanımayan, bazen doğrudan AKP’nin fren koyma çabalarına bile inanılmaz bir akışkanlıkla kafa tutan gericileşme ve dinselleşmedir.”
Dincileşme bir yana, “birinci” faktör bakımından, biz, böyle bir sürecin çok daha önce, 1930’larda yaşanmaya başlandığını sanıyorduk! Bu kadar aklamacılık olmaz. M. Kemal ve İ. İnönü’ye bağımsızlık ve egemenliğinin elden çıkarıcılığı yakıştıramadınız, gönlünüz elvermedi diyelim; peki, Bayar-Menderes hükümeti, Demirel, 12 Mart ve 12 Eylül faşist darbe hükümetleri, Özal, Çiller, Yılmaz, Bahçeli’nin de yer aldığı Ecevit hükümetleri de bağımsızlık ve egemenliği kalıntı haline getirememiş de savunmuşlar mıydı? Yani, Türkiye bağımsız bir ülkeydi; emperyalizme karşıydı da; AKP mi onu bağımlı hale getirdi? Ya da Kemalist laiklik, gerçek bir laiklik miydi? “Sosyal devlet”ten söz açılması, dünyada sosyalizmin varlığı ve etkinliğinin bir ürünü olmanın ötesinde, yalnızca eskimiş yasalardaki bir argümandan öte bir şey miydi? AKP’yi milat olarak almak, tüm kötülükleri AKP ile başlatmak mümkün müdür? AKP’nin de sadece dinciliğini görerek, dinci gericiliği tek gericilik biçimi saymak, AKP öncesindeki kapitalist-emperyalist gericiliği, bağımlılığı, demokrasi düşmanlığını göz ardı etmek nedendir? Elbette, AKP ile emperyalizmle ilişkiler daha da geliştirilmiş, emekçilere yönelik saldırılar pervasızca uygulanmış, ülkenin kangrenleşmiş sorunları ayyuka çıkmasına rağmen çözümsüzlük devam ettirilmiştir. Ancak, bütün bunlar, AKP öncesi dönemin, Cumhuriyet boyunca devam eden burjuva, tekelci gericiliği yok saymanın, dolayısıyla dinci-gericiliğe alternatif olarak sunulan tekelci gericiliği ve cumhuriyetini savunmanın, AKP’ye karşı modern-laik gericiliğin yanında saf tutmanın gerekçeleri olamaz.
Statükocu Cumhuriyet savunuculuğunun burjuva güçlerle aynı platformda yer almak anlamına geldiğini gören TKP, klasik bir şekilsel düzenlemeye ihtiyaç duymuştur: “Türkiye Cumhuriyeti bitmiştir. AKP’nin kuruluşunu tamamlamak üzere olduğu ‘yeni Türkiye’nin tek alternatifi sosyalist bir Türkiye’dir.” Böyle denilmektedir. Klasik ve geleneksel olan da budur. Şefik Hüsnü revizyonizmi de Kemalist ulusal burjuvaziyi, komünizm hedefine yakınlaşmak için desteklemiştir. Kürt isyanlarının bastırılması, yine M. Kemal’in anti-emperyalizminin desteklenip savunulmasının yanı sıra sosyalizm adına onaylanmıştır. Keza, liberal solcular da, AKP’nin açılımlarını, sosyalizme giden yolda demokratikleşme olarak açıklamışlar, “küreselleşme”yi bile “komünizmi yakınlaştırdığı” için savunmuşlardır. Menşeviklerin “demokrasi mücadelesi bizim işimiz değil” gerekçesiyle siyaseti burjuvaziye bırakması, Kautsky’nin “ultra emperyalizmi”, “Avrupa Birleşik Devletleri”nin, şimdiyse AB’nin savunulup desteklenmesi hep “sosyalizm için”dir! Şimdi de “90. yıl tezleri”, “eski” statükonun, mevcut gericiliğin savunusunu, sosyalist Cumhuriyet amacına uydurmaya çalışmaktadır.
Ancak, politikada, öznel hedefler; partiler arasındaki mücadele ile kendini gösteren sınıflar mücadelesinde hangi konumda bulunulduğuna, hangi sınıf ve katmanların politik ihtiyaçlarına cevap verildiğine göre anlam kazanabilir. TKP, bu yaklaşımıyla AKP’li “yeni” statükodan zarar gören ya da geleneksel siyaset biçimini revize etmekte bir süre inat eden gerici burjuva yaklaşımın platformuna düşme tehlikesi içindedir. Seçim platformu da bu çizgiyle uyum içerisindedir. Sınıfa, onun talep ve ihtiyaçlarına yaslanarak sınıfının kendi iktidarını kurması yolunu tutmayan, tersine burjuva reformcu, CHP tipi ve onun sınırlarını aşmamaya özen gösteren, temel sorunlara ve burjuvaziyle karşı karşıya gelecek konulara değinmeyen bir muhalefet öngörülmektedir.
[1] Sorun olan halkı oy vermeye çağırmak değildir. Seçimlerde elbette oy istenecektir. Ancak, 500 bin oy ile sorunların çözüleceğini, bu işi de halkın oy verdiği “özne”nin halledeceğini öngören, yani halkın işini seçim dönemlerinde oy vermekle sınırlayan yaklaşım sorunludur. Bu, sınıfın yerine kendini, sınıf mücadelesinin yerine ondan bağımsız parti mücadelesini koyan yaklaşımdır ki, bu idealizmin, üstenciliğin kendisidir. Dolayısıyla oy istemek parlamentarizm değildir; oy isterken, yığınları mücadeleye sevk edecek yaklaşım yerine, halkın misyonunu oy vermekle sınırlamak, çözümü sınıf mücadelesinin dışında “oy” mücadelesine indirgemek parlamentarizmdir.
[2] TKP’nin “90. Yıl Tezleri”nden. Yapılan alıntılar, aksi belirtilmedikçe, “90. Yıl Tezleri”nden alınmıştır.
[3] V. İ. Lenin, Emperyalizm, Evrensel Basım Yayın, İstanbul, 2001.
[5] Kemal Okuyan, “Bir Tartışmada Yeni Ufuklar“, Sosyalist Devrim Teorisi, NK Yayınları, İstanbul, 2005, s. 83
[6] Okuyan, s. 83
[7] Metin Çulhaoğlu, “Kuru Gürültüyü Aşmak”, Gelenek, Sayı: 98, İstanbul, Şubat 2008, s. 69
[8] Sadece Çulhaoğlu değil, ama K. Okuyan da içinde, TKP, UKKTH’nın bir Marksist ilke ve bu açıdan benimsenebilir olmadığını ileri sürüp savunmaktadır; ancak bu, pragmatizm göstergesi olarak, çeşitli nedenlerle ve işine geldiğinde değişebilmektedir. Son olarak Yunanistan Komünist Partisi ile TKP’nin yayınladıkları ortak açıklamada, Yunan partisinin görüşüne uyum göstererek, TKP tarafından “Bütün halkların, kafasına silah dayanmaksızın, emperyalist müdahaleler olmaksızın kendi geleceklerini tayin etme hakkını tüm gücümüzle savunacağız. Bu ilkeye dayanarak, Avrupa ve Amerika’nın emperyalist güçlerini içeren BM Güvenlik Konseyi’nin aldığı kararın ardından Libya’ya karşı gerçekleştirilen emperyalist müdahaleyi lanetliyoruz.” biçiminde savunulması, bu ideolojik tutum “esnekliği”nin örneğidir.
[9] Karl Marx, Friedreich Engels; Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi, Sol Yayınları, Ankara, 2002, s. 87
[10] V. İ. Lenin, “Avrupa Birleşik Devletleri Sloganı Üzerine”, Ekim Devrimi Dosyası, Sol Yayınları, Ankara, 1999, s. 13
[11] V. İ. Lenin, Demokratik Devrimde Sosyal Demokrasinin İki Taktiği, Sol Yayınları, Ankara, 1992, s. 51