Kürt Sorunu ve Bölgesel Özerklik

Kürtlerin ulusal tam hak eşitliği sorunu Türkiye’nin en önemli sorunlarından biri olmaya devam ediyor. Kürtlerin Türk ulusundan farklı bir ulus olmaları gerçeğinin inkar edilmesi, baskı ve zor yoluyla temel ulusal haklarından yoksun tutulmaları; Kürt sorununu, hemen her gün üzerine konuşulan, sert tartışmalara konu olan en önemli sorunlarından biri haline getirmiştir. Sorun üzerine toplumun hemen tüm örgütlü kesimlerinin katılımıyla süren tartışmalar ile bu tartışmaları kaçınılmaz kılan sosyal-politik gelişmeler böyle bir “sorun”un “yok”luğu(!) üzerine inkarcı şoven görüşü dayanaksız kılmasına rağmen, Kürt sorununun “olmadığı” yönünde açıklamalar yapılabiliyor.

Ancak, artık Kürt ulusunun haklarını inkarda ısrar, Türk egemen sınıfı ve devletini Kürt politikasında iflasın eşiğine getirme işlevi görmektedir. İnkar, isyanı daha fazla körüklerken, Özgürlük mücadelesi “Özerk bir Kürdistan”ı fiilen var etmeyi gündemine almış; 2010’un sonundan başlayarak “Özerklik” tartışmaları Türkiye’nin gündemine yoğun şekilde girmiştir.

Bu makale, özerklik tartışmalarıyla birlikte, özerklik talebi ve tartışmalarını gündeme getiren gelişmeleri ve bu gelişmelerin başlıca etkeni olan Türk milliyetçiliğinin tekelindeki Türk burjuva-devlet politikasını konu edinecek.

inkar, zoraki birlik ya da ‘Cumhuriyetin Kürt politikası

Türk devleti, Kürtler başta olmak üzere farklı ulusların ve ulusal toplulukların yaşadığı bir ülkede, bir tek ulusun(Türk ulusu) ulusal devleti olarak kuruldu. Kürt aydınları, Avrupa’da başlayıp doğuya doğru gecikmiş olarak genişleyen ulusal hareketlerden ve burjuva demokratik düşüncelerden haberdar olmalarına; Osmanlı İmparatorluğu döneminde ortayla çıkan çeşitli Kürt hareketleri-isyanları şiddetle bastırılmış olmasına karşın, Kürtler Türkiye’nin emperyalist işgalden kurtarılması mücadelesine katıldılar. Türk kurtuluş savaşının başını çeken ulusal Türk ticaret burjuvazisinin üst tabakası, Kürt ulusunun-emekçilerinin ve üst sınıflarının- desteğini almak için Kürtlere, haklarının tanınacağı, hatta “özerk olacakları” sözü verdiler. Kürtlerin yaşadıkları toprakların emperyalist birinci büyük savaş ve sonrası dönemde yeniden bölünmesi sonrasında, her bir parçada farklı zamanlarda ve farklı boyutlarda devam eden ulusal Kürt mücadelesi, özellikle Irak ve Türkiye sınırları içindeki topraklarda aralıklarla isyanlar halini aldı. Bu isyanlar her defasında kanlı şekilde ve büyük kırımlar gerçekleştirilerek bastırıldı.

Türk burjuva ulusçuluğu, siyasal bağımsızlığın elde edilmesi ve “devlet Birliği“nin sağlanması sonrasında, Türk milliyetçiliğini öne çıkararak, Kürtlerin bu “ulusal bütünlük içinde eritilmesi” politikasına yöneldi. Kürtler bu politikaya birçok isyanla karşı çıktılar. Kürt isyanları(Koçgiri, Şeyh Sait, Ağrı-Zilan ve Dersim) -bilindiği üzere-büyük katliamlar ve nüfus kaydırmalarıyla bastırıldı. Başkaldırılarda yer alan Kürt toprak sahipleri ve aşiret yöneticileri halk kitleleriyle birlikte katliam ve sürgün politikalarının hedefi olurlarken, işbirliğine giren büyük toprak ağalarıyla aşiret şeyhleri ödüllendirildiler. “Kendi” halkına-ulusuna ihanet eden bu toprak ve aşiret ağa-şeyhlerinin Kürt emekçileri üzerindeki baskısıyla devlet baskısı birleşti. Türk burjuvazisi, Kürt toplum yapısının gösterdiği parçalılık ve aşiret bölünmesinden yararlanarak, isyanları bastırmada başarılı oldu ve asimilasyon politikasını da başarıyla uygulamak için sosyal-iktisadi; politik -askeri yeni düzenlemelere girişti. Yasal-Anayasal ‘Mevzuatı’nı Türk ve Türkçe’den başka ulus ve dillerin inkarı ve yasaklanması esasına göre yeniledi, ‘Kışla Politikası’nı yoğunlaştırdı. Türk ulusu dışındaki ulus ve milliyetlerin ulusal varlığını dışlayan asker-sivil Türk burjuva yönetim, devlet desteğinde Türk sermayesini güçlendirmeye girişirken, azınlık milliyetlere ve işçiler başta olmak üzere emekçilere karşı baskıyı yoğunlaştırdı.

Kürt başkaldırıları ezildi. Bu başkaldırılar gerekçe gösterilerek çıkarılan “Takrir-i Sükun Kanunu” gibi olağanüstü yönetim yasalarıyla işçi ve emekçilere karşı yasak ve baskı artırıldı. ‘Amasya Tamimi’ ve 1921 Anayasası’nda Kürtlerin sahip olacakları haklar üzerine yer verilmiş tüm vaatler bir yana bırakılarak hazırlanan 1924 Anayasası’yla “Tek ulus-tek devlet-tek bayrak-tek dil” dayatması, “cumhuriyet”in en önemli “ilke”lerinden biri haline getirildi ve bu politika, içeriği korunarak sonraki yıllarda da sürdürüldü. Nazilerden kopya edilmiş ideolojik savaş yöntemleriyle ve Mussolini yasalarından alınmış hukuk sistemiyle tahkim edilen devlet, Kürt istemlerini “cumhuriyet rejimine karşı ihanet” sayarak asimilasyon ve imha politikasını “devletin kendini koruma meşruiyeti” ve “hakkı” olarak gösterdi.

Devlet ve hükümetlerin Kürt politikası, sermayenin gelişme seyrine bağlı olarak şekillendi. Ulusal Türk ticaret burjuvazisi, emperyalizme karşı mücadele sürecinde ve Sovyet devrimi başta olmak üzere uluslararası ve bölgesel gelişmelerin yarattığı koşullarda, siyasal devletini kurmakla, imparatorluktan miras sınırlar içinde kalan tüm toprakların ve hangi etnik kökenden olursa olsun tüm nüfusun ‘mutlak hakimi olma hakkı’nı da elde etmişti! Devlet destekli sermayeyi geliştirme ile politik -ve ulusal hakimiyet politikası birbirini besledi, tamamladı.

Kürtlerin Osmanlı merkezi idaresi altında, önceleri Kürt Mirleri(beyleri); ardından aşiret ve din Şeyhleri yönetimindeki-vergi ve asker verme yükümlülüğüne bağlanan özerk-otonom yaşamlarına, Cumhuriyet devleti ve hükümetleri tarafından böylece son verilmiş oldu. Bu, Kürtlerin, daha önceki bölünmelerden farklı olarak emperyalizm koşullarında; yani kapitalizmin uluslararası gelişmesinin daha ileri bir aşamasında, feodal imparatorlukların yıkılıp ulusal devletlerin kurulduğu bir dönemde, temeli kendi toplumsal koşullarında yatan etkenlerle birlikte, bölgesel güç ilişkileri ve emperyalist politikalar sonucu, bir tür ilhak edilmesiydi. Türk burjuva şovenizmi şu ya da bu burjuva fraksiyonu tarafından yapıldığından daha fazla olarak devleti oluşturan kurumlar aracıyla güçlendirildi. Türk burjuvazisinin çıkarlarını esas alan bu politikaya göre, “Herkes Türk”tü ya da Türk olmayı kabullenmek zorundaydı! Devlet sınırları içinde başka bir milli iddia kabul edilmeyecek ve yaşamasına olanak tanınmayacaktı. “Türk Tarih Tezi” ve “Güneş Dil Teorisi” gibi, sözde tarihsel-sosyolojik dayanaklarla desteklenmiş ideolojik savaş geliştirilerek asimilasyonu gerçekleştirmek üzere tüm “milli güç” ve olanaklar seferber edildi.

Türkiye Kürt hareketi, 1920-1938 arası isyanların bastırılması sonrasında, bazı devlet yöneticilerinin “29. isyan” olarak gösterdikleri son 25 yıllk direnişe gelinceye kadar, aradaki zamanda örgütlenme çabası gösteren kimi küçük Kürt grupları ve derneklerinin kapatılması ve üyelerinin cezalandırılması ya da kimi etkili Kürt aydınları ve aşiret liderleri ailelerinin sürgüne gönderilmeleri dışta tutulursa, katliamlar sonrasının nispeten durgun geçen dönemini yaşadı. Feodal-yarı feodal önderlikli Kürt isyanları dönemi kapanmış, kapitalist gelişmenin Kürt toplum yapısında sağladığı değişimle bağlı olarak yeni bir süreç başlamıştı.

1960’ların ortalarından itibaren hız kazanan iktisadi sosyal değişim, demokratik özgürlükler mücadelesinin yükselişi, antiemperyalist hareketin kazandığı ivme, Kürt sorununun Türkiye ilerici-‘sol’ ve “sosyalist” hareketi içinde önemli tartışma konularından biri haline gelmesi, Kürt gençleri ve aydınlarının DDKO(Devrimci Doğu Kültür Ocakları) gibi çeşitli derneklerde bir araya gelmeleri vb. Kürt sorununa ilgiyi artırdı. Başta Vietnam ulusal kurtuluş savaşı olmak üzere Asya ve Latin Amerika halklarının emperyalizme karşı mücadelesinden de esinlenen ve Irak Kürtlerinin 1970’lerde devam etmekte olan ve bir dönem “Otonomi” biçiminde bir tür özerk yönetim biçimini de alan-sonradan bu durum değişti- mücadelesinin etkenleri arasında sayılabilecekleri bu ‘ilgi artışı’nın güç kazanması ve köylülük, gençlik ve aydınlar içinde etki bulması bu direnişin dayanaklarını oluşturuyordu.

Türkiye’nin NATO’ya üye olması ve ABD emperyalistlerinin İkinci dünya savaşı sonrasında dünya kapitalizminin ‘koçbaşı’ olarak kazandığı uluslararası güç ve bu güce dayanarak girdiği ikili ve çok yönlü devletler arası ilişkiler, Kürt özgürlük mücadelesini  emperyalizm olgusu-gerçeğiyle daha dolaysız yüz yüze getirdi. ABD ve Batılı emperyalistler, Kürt sorununu bölge ülkeleri egemen sınıflarıyla ilişkilerinde, tehdit ve teslim alma amaçlı olarak istismara yönelmenin yanı sıra, Kürtlerin boyunduruk altında tutulması politikasının sırt dayadığı güç olma işlevi de gördüler. ABD, Kürt sorununu bölge ülkeleri hakim sınıflarını işbirlikçiliğe zorlamak ve Sovyetler Birliği’nin bir dönemler bu ülkelerle girdiği ilişkileri bozmak için istismar ederken, bölge ülkeleri gerici yönetimlerinin en önemli dayanağı ve destekçisi oldu. 1980 sonrasında, kitlesel boyutları süreç içinde giderek güç kazanan yeni Kürt direnişi ve özgürlük mücadelesi bu ‘öncül’lere sahipti. Bazı Kürt çevrelerinin emperyalistlerden beklentisi dışta tutulduğunda, Türkiye Kürt hareketi, özellikle 1960 sonrasında anti emperyalist bir özelliğe sahip oldu.

Türkiye gericiliğinin bu Kürt politikası, Türk burjuvazisinin ve devlet yönetenlerinin devletin kuruluş aşamasındaki ve sonraki on yıllardaki sınıfsal karakteriulusal Türk ticaret burjuvazisi yönetiminde de, işbirlikçi tekelci burjuvazinin diktatörlüğü koşullarında da bir “milli politika” olarak ve ana özellikleriyle devamlılık gösterdi. Baskı, inkar ve sindirmeye yönelik şiddet tekelci gericiliğin hakimiyeti ve emperyalizme uşaklık politikalarıyla birleşerek genişledi. Boyun eğdirme amaçlı devlet terörü eksik olmadı. Sıkıyönetim ve Olağanüstü Hal dönemleri, bu terörist politikanın yoğunlaştığı dönemler oldu. Köyler boşaltıldı, milyonlarca insan topraklarından ve yaşam alanlarından darmadağın edilerek sürüldü. 30 bin civarında Kürt katledildi vb.

Türk gericiliği, Türk emekçilerini “devletin ve milletin bekaası ve bölünmez birliği”(!) üzerine riyakar söylemle Kürt ve diğer ulus ve ulusal topluluklara karşı politikalarına yedeklemeye çalıştı. Türk milliyetçiliği ve şovenizmi(MHP-CHP’nin gelenekçi kanadı-ulusal sol, Perinçekçiler vb) ve AKP-Fethullah Gülen cephesinin Türk-İslam sentezcisi-şoven milliyetçi ve sinsi politikaları orta ve küçük burjuva kesimlerin yanı sıra Türk emekçileri içinde de milliyetçiliği körükleyici bir rol oynadı. Türk işçi ve emekçileri, “milletin huzur ve refahı” söylemiyle yatıştırılmaya çalışılırken, Kürt özgürlük isteminin bastırılması için harcanan yüz milyarlarca liralık yükü omuzlamak zorunda da bırakıldılar.

80 yılı aşkın süredir devlet ve sermaye hükümetleri Kürtlerin Türk olduğu iddiasının ardına mevzilenerek, Kürtleri Türk milliyetçiliği içinde biçimlendirmeye çalışıyorlar. Türk burjuva politikası emperyalist kapitalizmin demokrasiyi dışlayan tekelci gericiliğiyle birleşmiştir ve Türk ulusundan emekçileri Kürt hareketi karşısında “ulusal görevler üstlenme”ye çağırırken, kapitalist -ve emperyalist- çıkarları esas almaktadır.

Devlet ve sermaye hükümetleri, burjuva ve büyük toprak sahipleri ideolojisinin güçlendirilmesini esas alan propagandayla Türk emekçileri içinde Kürt halkına karşı ulusal önyargıları geliştirmek ve Kürtleri Türkleştirmek için her yıl yüz milyonlarca liralık harcamalar yapıyorlar. Parlamento da, okullarda, camilerde, kışlalarda ve karakollarda, sermayenin borazanı televizyon ve gazeteler aracıyla “bölücülük yaptıkları” gerekçesiyle; yani kendi ulusal haklarını elde etmek istedikleri için, Kürtlere baskı uygulanmasının zorunlu olduğuna dair propagandayla Türk burjuva milliyetçiliği diri tutulmaya ve güçlendirilmeye çalışılıyor. Bu politika, Kürtlere karşı bazı küçük beldelerde ve yerleşim alanlarında görülen türden şiddet hareketlerinin de kaynağını/dayanağını oluşturuyor.

ulusal kimlik ve anadilin kolektif karakterini ret ve Kürt uyanışı

Burjuva araştırma kurumlarının verilerine göre, Türkiye’de 15 milyon civarında Kürt nüfus yaşıyor. Üyeleri ve destekçileri “bölücülük” suçlamasıyla polis saldırısı ve askeri operasyonlara hedef olan, binlercesi hak mücadelesine katıldığı ve saldırılara direndiği için “bölücülük” suçlamasıyla gözaltına alınıp tutuklanan bir siyasal parti(BDP), bu baskı ve engellere rağmen iki milyondan fazla Kürt seçmenin desteğini alıyor. Kürt aile yapısı, bu desteğin asgari düzeyde dahi 7-8 milyon olduğunu gösterir. Ulusal tam hak eşitliği, anadilde eğitim, ezen ulus için ayrıcalıkların ortadan kaldırılması, Kürtlerin bu partiyi desteklemeyen diğer kesimlerinin de isteğidir. Kürtler, ulusal haklarının tanınmasını; anadillerinde eğitim yapılmasına olanak tanınması ve “özerklik” içinde kendi kendilerini yönetmek istiyorlar. Bu istemler Kürt ulusal hareketinin, sorunun çözümü için oluşturduğu öneriler olarak da ifade edilebilir-görülebilirler.

2011 Nisan’ında, meydanlara kurulan kürsülerden başbakanın yaptığı “Bu ülkede Kürt sorunu yoktur”(!) açıklaması, Kürt ulus gerçeğinin inkarını esas alırken, güncel gelişmeleri de görmezden gelmektedir. Bu inkarcı politika, hak ettiği yanıtı, başlıca Kürt kentlerinde-Kürt nüfus yoğunluklu topraklarda devam eden, kitlesel boyutları giderek büyüyen ve Türkiye’nin hemen tüm önemli sanayi kentlerine de yansıyan, buralarda küçümsenemez destek eylemleriyle güç bulan halk eylemleriyle almaktadır. Kürt mücadelesi Türk devletiyle bir yol ayrımına gelmiştir.

Başbakan ve bakanları, bu gelişmeleri görmekte ve “Kürt vatandaşların sorunları” üzerine ikiyüzlü söylemle Kürtlerin ulusal tam hak eşitliği mücadelesini güçten düşürmeye çalışmaktadırlar. Kürt “vatandaşlar”ın politik, sosyal, kültürel, iktisadi her alanda bireyler ve aileler olarak işsizlik, yoksulluk, açlık, barınaksızlık, sağlıksızlık vb, tüm emekçi ve ezilenlerle ortak veya benzer sorunlarının olması doğaldır. Bu sosyal-iktisadi ve politik sorunlar bile Kürtler söz konusu olduklarında daha ağırlaşmış ve daha yıpratıcı olarak yaşanmaktadır. TÜİK’e ait son iktisadi veriler Kürtlerin % 68’inin yoksulluk sınırları altında yaşadığını gösteriyor. Ne var ki, başbakan ve bakanları bu tür açıklamalarla Kürt vatandaşların ‘tekil bireyler’ olarak sorunlarının çözümünü değil, Kürt ulusunun ulusal haklarının reddini savunmaktadırlar. Erdoğan ve hükümeti, Türk egemen sınıfının 87 yıllık Kürt politikasını sürdürmeye çalışırken, ‘birey olarak vatandaş”ların sorunlarını çözümden yana bir görünüm vererek Kürtlerin ulusal haklarını-ki bunlar kolektif karakterli haklardır- ret etmektedir.. Kürtlerin nasıl yaşacaklarına kendilerinin karar vermeleri, yani eğer istiyorlarsa kendi siyasal devletlerini kurma hakkı tek tek bireylerin sorunlarını aşan toplumsal bir sorundur. Anadilde eğitim ve dilin tüm “kamusal alanlar”da kullanılıp kullanılmaması toplumsal bir sorundur. “Bireysel haklarda iyileştirme ve siyasal özgürlüklerin sağlanması” ihtiyacıyla Kürtlerin ulusal kaderlerini kendilerinin tayin hakkının tanınmasını birbirinin alternatifi gösteren yaklaşım, demokrasinin inkarını esas almaktadır; tekelci ve gericidir. (1)

Başbakan ya da devlet adına açıklamalarda bulunanlar, Kürtlerin Kürtçe konuşabilmelerini, izledikleri “demokratikleşme politikası”nın ürünü göstererek gerçekleri ters yüz ediyor ve sorunu örtmeye çalışıyorlar. Kürtler dillerini konuşabiliyorlarsa, bu şu ya da bu sermaye hükümeti ve kurumunun “izin vermesi”nin değil, kendi mücadelelerinin ürünüdür. Kürt halk kitlelerinin siyasal-ulusal ve sosyal kültürel taleplerle gerçekleştirdikleri eylemleri, amaçsız göstermek ya da “terör” ile bağlantılandırmak, egemen ulus burjuvazisinin çıkarları için hileye baş vurmak, egemenliği kaybetme korkusuyla toplumsal gerçekleri görmezden gelmektir. Kürtler, öncesi bir yana, 87 yıldır, yasak ve baskılara rağmen ve devlet terörünü göğüsleyerek, Kürtçe’yi konuştular. Konuşmakla kalmayıp geliştirdiler. 87 yıllık baskı ve yasak politikası ve asimilasyon amaçlı eğitim ve yeniden şekillendirme çabaları, Kürtçe’nin şu ya da bu birey kimliğinde unutulmasına yol açmakla birlikte ‘kolektif kimlik’ olarak Kürtler dillerini unutmadılar. Kürt aydınları,-ki kapitalist gelişmeyle birlikte sayısal olarak artış da gösterdiler-zindanları göze alarak Kürtçe’nin öğrenilmesini ve yazılı olarak kullanılmasını sağlamak için çaba gösterdiler. Kürtçe konuşup yazdıkları ya da mahkemelerde savunmalarını anadillerinde yapmak istedikleri için, yüzlerce-binlerce Kürt hala cezaevlerindedir. Kürtçe yayın yapan gazetelerin sorumlu yazarları yüzlerce yıllık hapis istemiyle yargılanıyorlar.

Türk devleti bugün de, tek ulusçuluğu esas alan ve dayatan, ulusal inkarcı, anti demokratik, tekelci -bürokratiktir. Türk şoven milliyetçiliği, ulusal bağımsızlığı, ulusal kaderini tayin etme; siyasal devletini kurmayı, Türk’e ait ve değiştirilemez hak saymakta, ve başkaları-örneğin Kürtler için yasaklamaktadır.

Ancak bu politikanın eskisi gibi sürdürülemezliği Türk hakim burjuvazisi ve siyasal-askeri temsilcileri açısından da artık görülür hale gelmiştir. Kürt direnişinin ulaştığı düzey ile birlikte bölgesel-ulusal ve uluslararası koşullardaki değişim, sorunun çözümünü dayatmakta; hakim burjuvazi bunun kendisi için en az kayba yol açacak biçim(ler)ini aramaktadır.

inkarın açmazı ve büyüyen direniş

Kürtlerden ve Kürtçe’den söz edilmesini dahi “bölücülük” ve “vatana ihanet” ile özdeş gören politikanın açmazı kaçınılmazdı. 15 milyonluk bir ulusun hakları baskı ve inkarla ortadan kaldırılamazdı. Baskı ve asimilasyon politikası toplumsal yıkıma ve büyük tahribatlara yol açtı, ancak başarıya ulaşamadı. Ne çok sayıda isyan önlenebildi ne de büyük kitle katliamlarına ve nüfus kaydırmalara/sürgünlere rağmen asimilasyon tam olarak  gerçekleştirilebildi. Kürtler, ulusal kimliklerinin reddini ret ettiler.

Kapitalist gelişme, Kürt ulusal güçlerinin harekete geçmesinin koşullarını daha da uygun hale getirdi. Ulusal tam hak eşitliği mücadelesi sosyal tabanıyla daha güçlü şekilde buluşarak direnişin kitlesel boyutları büyüdü.

Kapitalizmin ve kapitalist üretim ilişkilerinin Türkiye ve Türkiye Kürdistanı’nda-yüzyılın başındaki ya da 40’lı yıllardaki durumdan farklı olarak hakim hale gelmesi, Kürt kırı ve kapalı iktisadi birimlerin kapitalist pazar ilişkileri içine çekilmesi ve feodal-yarı feodal kalıntıların bu gelişme tarafından yedeklenmesi koşullarında Kürt ulusal mücadelesinin daha güçlü bir ulusal kimlikle ortaya çıkması kaçınılmazdı. Kürt hareketi, aşiret-klan toplumunun, parçalı iktisadi ve kültürel yapısının iç çatışmalı engellerini büyük oranda geride bıraktı; feodal bölünmüşlük ve aşiret yapısının baskı ve inkar için sağladığı olanaklar giderek daraldı ve ulusal birlik ve uyanış güç kazandı. Bu iktisadi-sosyal gelişme ve değişim, Kürt siyasal örgütlenmesinin, ulusal özlem ve taleplerle hareket eden milyonlarca Kürt emekçisini harekete geçirecek bir düzeyi yakalamasının nesnel temelini yarattı ve Kürt direnişi, zemin üzerinde daha önce hiçbir zaman ulaşamadığı kitlesel boyutlara genişledi.

TÜSİAD raporları, AKP eliyle gündeme getirilen ve Kürt mücadelesini beklentiler ve oyalamalar üzerinden etkisizleştirmeyi esas alan “açılım projesi” ve “Kürt kardeşlerimiz” demagojik söylemi bu gelişmenin sonuçları olarak gündeme geldi. Sorunun nedenleri, etkenleri ve nasıl çözüleceği/ çözülmesi gerektiği tartışmalarına ilgi arttı. Düzen kurumları ve partilerinin yöneticileri dahil, toplumun çeşitli sınıf ve kesimleri, sorunun “nasıl çözülebileceği?” tartışmasına katılmak zorunda kaldılar. “Bölücü terör” üzerine propaganda etkisini sürdürmekle birlikte, Türkiye’nin bir Kürt sorunu olduğu ve bu sorunun bir biçimde çözülmesi gerektiği düşüncesi daha geniş kesimler tarafından kabul görür hale geldi. “Kürt kimliğini tanıma“(!)-Demirel; “AB’nin yolu Diyarbakır’dan geçer“(!)-M. Yılmaz; “Kürt sorunu benim sorunum, hep birlikte çözeceğiz“(!)-T. Erdoğan- açıklamaları, giderek derinleşen hakim burjuva açmazına bir “çare bulmak” ve Kürt hareketini beklentilere boğarak, burjuva-toprak sahibi kesimlerin bir kesimini yedekleyerek harekete karşı devlet ve hükümetin konumunu güçlendirmek ve direnişi zayıflatıp püskürtmek amaçlı olarak “açılım projesi” bu gelişmelerin sonucunda gündeme getirildi. Hükümet, “bireysel kültürel haklar” düzeyinde ve dilin kullanımı alanıyla sınırlı bazı “iyileştirmeler“i çözüm göstererek, bu çerçeve sınırına sığmayan anadilde eğitim, özerklik ulusal tam hak eşitliği, siyasal genel af gibi taleplerini görmezden gelen baskı politikasını sürdürmeye çalıştı.

Egemen ulus burjuvazisi, inkar politikasının bu başarısızlığı karşısında ve sorunun daha da ağırlaşmasının önüne geçmek üzere sorunu anadilin “kendi aralarında” konuşulması ve bir devlet televizyonu kanalının, Kürt dilinde devlet politikalarına aracılık yapmasına indirgeyerek, çözüm görünümü vermeye yöneldi. “Demokratikleşme Projesi” adı altında beklenti yaratma taktikleriyle sorunu “soğumaya” bırakmaya çalıştı. Bu ‘taktik’ ile, Kürtler içinde yaratılmak istenen beklenticilik kısa zamanda etkisini yitirdi ve bazı Kürt kapitalistleri devlet politikalarıyla birleşen açıklamalar yapmalarına karşın, Kürt ulusal protestosunun sokaklara ve alanlara yayılması giderek genişledi. Devlet ve hükümetin Diyanet İşleri Başkanlığını, Camileri ve dini ideolojiyi ulusal Kürt direnişini zayıflatıp etkisizleştirmek amaçlı olarak kullanma politikası, dini ideoloji ve çeşitli dini örgütlenmelerin Kürt toplumundaki güçlü etkisine karşın, camilerden meydanlara çıkan kitlesel protestolarla karşılandı ve imamların devlet politikasının misyonerliğiyle yükümlendirilmeleri reddedildi ve Kürt imamları eşliğinde kadın-erkek kalabalıklar halinde ‘Cuma namazları’ devlet politikasının protestosuyla birleştirildi. Binlerce gözaltlıya rağmen, “Demokratik Çözüm Çadırları” kuruldu. Burjuva demokrasisinin “en kritik kıstası” ya da temel göstergesi olarak reklam edilen parlamenter seçimlere katılımın önüne dikilen baraj oranı ve siyasal partiler yasasının ek barikatlar ve sabotajlarla takviyesi yönündeki Yüksek Seçim Kurulu(YSK) kararı-adayları veto- kitlesel direnişle geçersiz hale getirildi. “Sivil itaatsizlik eylemleri” büyüyerek yayıldı.

Kürt sorununda bir “yol ayrımı” öncesi yaşanıyor: ya inkarcı-asimilasyoncu ve zorla dayatılan politika sürdürülerek Kürtler ayrı devlet kurmaya  zorlanacaklar ya da ulusal tam hak eşitliği kabul edilerek gerekleri yerine getirilecek; yasal-anayasal ve diğer tüm alanlarda düzenlemeler yapılarak Bölgesel Özerklik temelinde gönüllü bir arada yaşamanın olanakları yaratılacaktır.

Kürtler, Türkiye’nin bölünmesinden yana olmadıklarını, “aynı vatan”da ve fakat tüm ulusal haklarına sahip olarak, Türk ulusuyla eşitlik temelinde birlikte yaşamak istediklerini her vesileyle dile getiriyorlar. Kürtlerin Türklerle tam hak eşitliği talebinin reddi politikası artık eskisi gibi sürdürülemez. “Tek devlet, tek ulus, tek dil” anlayışı ve propagandası iflas etmiştir. Ezen ulus burjuvazisi ve onun siyasal-askeri temsilcilerinin-kurumlarının yöneticilerinin bu politikanın sürdürülmesi ya da nasıl sürdürüleceği üzerine “tek ses olma” durumu son bulmuş; çatırdamalar başlamıştır. Kürt ulusunun Türkler içinde asimilasyona uğraması için yapılanlar yetmediğinden değil, zorla dayatılan asimilasyon özgürlük ve hak eşitliği eğilimini kaçınılmazlıkla güçlendirdiği için, ulusal özgürlük istemi etrafında gelişen kitlesel Kürt direnişi, ‘özerk yönetim’i, uygulanabilir bir siyasal biçim olarak gündeme getirmiştir. Kitlesel Kürt direnişinin yükselişi, ve bunun Türk emekçilerinin ileri kitlesi ve ilerici aydın kesimlerinin yanı sıra giderek genişleyen Türk emekçi çevrelerinin desteğini görmesi, Türk devlet ve hükümet politikalarının eskisi gibi sürdürülmesi olanaklarını giderek artan şekilde sınırlamaktadır. İnkar ve oyalama; sorunu “bireysel kültürel haklar” düzeyine çekme ya da baskıyla boyun eğdirmeye çalışma, artık yalnızca daha ağır sonuçlara yol açacaktır ve baskı politikasında ısrar ayrı devlet kurma eğilimini güçlendirecektir.

Türkiye-Türkiye Kürdistanı topraklarıyla ‘komşu’ ülkelerde; Ortadoğu ve Kuzey Afrika bölgesinde, halkların insanca yaşam ve demokratik özgürlükler, ulusların bağımsızlık mücadelesi yeni bir yükseliş sürecindedir. Türkiye Kürtleri, emperyalist çıkarlar ve sömürgeci politikalar temelinde bölünmüş topraklar üzerinde ve farklı devletlerin sınırları içinde yaşayan Kürtlerden bir bölümünün “federe devlet” statüsünde örgütlendikleri bölgenin hemen yanı başında bulunuyorlar.(2)  “Sınır”ın hemen bu yanında yaşayan ve ulusal hakları için mücadele eden Türkiye Kürtleri, Irak Kürdistanı’nda Federe Kürt Bölgesel Yönetimi’nin oluşmasıyla, önceki dönemlerden farklı olarak Türkiye’de bir “Kürt devleti” olgusuyla yüzyüze gelmişlerdir. Bu “olgu”nun Kürtlerin ulusal hak mücadelesini çeşitli şekillerde etkilemesi kaçınılmazdır. (3) Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkelerinde, halkların gerici burjuva ve burjuva feodal güçlere karşı başkaldırıları, önemli oranda örgütlü ve mücadele içindeki Türkiye Kürtleri için, moral güç desteği buldukları bir diğer gelişmedir. Bir diğer etken Kürt sorununun kapsamını ve içeriğini, çatışmalı ve sert tartışmalara sahne olan bir ortamda giderek daha iyi anlamaya başlayan Türk işçi ve emekçilerinin giderek artan kesiminin, Kürt sorununa yaklaşımda devlet, hükümet ve sermaye partilerinin politikalarından ayrışmaya başlamalarıdır. Türk kökenli işçi ve emekçilerin küçümsenemez bir bölümü, Türk milliyetçiliği propagandası ve politikasının etkisi sonucu, ulusların ve dillerin tam eşitliği mücadelesini “bölücülük” ya da “bölücü terör” olarak görmeye devam etmelerine rağmen; sınıf mücadelesi pratiği içinde siyasal bilinç düzeyi yükselen kesimleri başta olmak üzere önemlice diğer bölümü “bir Kürt sorunu var ve bu sorunun çözülmesi tüm emekçilerin yararına olacaktır” düşüncesiyle hareket etmekte, baskı politikalarına karşı çıkmaktadırlar.

Kürt özgürlük mücadelesi ‘yeni’ bir dönemin öngünlerindedir. Bu ‘yol ayrımı’ Türk burjuva devleti ve hükümeti açısından da geçerlidir. “Demokratik Özerklik” talebi ve tartışması bu gelişmelerin de ürünü olarak gündemimize girmiştir.

özerklik tartışmaları ve bir çözüm şekli olarak özerklik

18-19 Aralık 2010’da,  “Demokratik Özerklik Çalıştayı” adıyla bir toplantı düzenleyen Demokratik Toplum Kongresi (DTK)’nin, Kürt sorunu ve “demokratik özerklik taslağı” üzerine tartışmaları bir “sonuç bildirgesi”yle kamuoyuna açıklaması, Kürt direnişinin “yeni bir evre”ye yol aldığına işaret  ediyordu.

DTK’nin Taslak metninde, Özerklik,”.. ulus-devletin var olan katı zihniyetini değiştirme ve halkların siyasal, sosyal, ekonomik ve kültürel gelişmesi önünde engel olmaktan çıkarma temelinde cumhuriyetin demokratikleşmesi” hedefiyle ilişkilendiriliyor; “Demokratik Özerk Kürdistan Toplum Kongresi, Demokratik Türkiye Cumhuriyeti parlamentosuna kendi temsilcilerini göndererek ortak vatan politikalarına dâhil olur. Demokratik Özerk Kürdistan, kendisini temsil eden özgün bayrak ve sembollere sahiptir. Ayrıca demokratik özerklik alanında farklı kimlikler de kendi sembollerini kullanır.” deniliyordu. DTK’nin 4 Mayıs 2011 Diyarbakır Olağanüstü Genelkurulu’nda konuşan ‘Eş genelbaşkan’ Aysel Tuğluk benzer noktalara işaret ederek, içinde bulunulan süreci, Kürtlerin “demokratik özerklik çözümünü kendi öz iradesi ve öz örgütlülüğüyle inşa etme süreci” olarak tanımladı ve “Kürtler hükmünü vermiştir; çözüm AKP’ye rağmen gelişecektir. Kürtler’in bu anlamda sabrı da, tahammüle de bitmiştir. Devletle olmuyorsa, halkımız kendi demokrasisini kuracak ve kurduğu bu sistem içinde yaşamasını bilecek kadar örgütlüdür. Bu statüsüzlük durumu daha fazla devam edemez. Mısır gibi olur, Suriye gibi mi bilinmez. Ancak, bir statü kazanılacak ve ne pahasına olursa olsun savunulacaktır….”  şeklinde, Kürt hareketinin yönüne işaret etti. Kürt özgürlük mücadelesinin “tarihin dönülmez, döndürülemez noktasında” olduğunu belirten Tuğluk,  “Özgür bir gelecek ve eşit-insanca onurluca bir yaşam için var olma ve direnme hakkımızı sonuna kadar kullanacağız. Egemenler yasakladıkça biz özgürlük uğruna isyanımızı büyüteceğiz. Devletliler baskıladıkça, biz kendimize yeni yaşam alanları açacağız. İktidar zulmettikçe, biz onurumuza, kimliğimize daha fazla sahip çıkarak direnme gücümüzü büyüteceğiz. Yoksa geride ne yaşam kalır ne de hayallerimiz” diyordu. DTK’nin bu olağanüstü toplantısının ‘Sonuç Bildirgesi’ de aynı doğrultuda görüşleri içeriyordu.

BDP Genel Başkanı S. Demirtaş ise, özerklik “projesi”ni; “Birlikte yaşamanın formüllerini, çözüm önerilerini hep birlikte konuşup tartışalım” düşüncesiyle gündeme getirdiklerini belirterek, “coğrafi olarak büyük bir ülke, nüfus olarak kalabalık bir ülke” olan Türkiye’nin, “bütünü için”  ve “ülkenin yerinden yönetim modeliyle, bütün bölgelerde oluşacak yerel yönetimlerle” yeni bir yönetim tarzına geçmesini istediklerini açıkladı. Buna göre, “Böyle bir model içerisinde işçiler, kadınlar, öğrenciler, Kürtler, Aleviler, başörtülüler kendini çok daha rahat yönetime katabilir, taleplerini yönetime daha rahat iletebilir ve daha rahat denetleyebilir. Türkiye’de herkes yönetime katıldığı için demokrasi daha iyi işleyebilir ve herkes kendini daha özgür yurttaş hisseder.” Demirtaş, buna, “Türkiye’nin bayrağı hepimizin bayrağı, ülkeyi sembolize eder. ‘Kürt’ü de ‘Türk’ü de temsil eder” eklemesinde bulunuyor ve Türkiye’nin her tarafında kurulacak bölge meclisleri o bölgeyle kültür, sosyal, eğitim, trafik, sağlık, çevre, denizcilik, hayvancılık ve diğer tüm konularla ilgili karar alma yetkisine sahip olsun. Sorunları çözme yetkisine sahip olsun ve her meclisin o bölgeyi temsil eden bayrağı ve flaması da olsun.” diye devam ediyordu.

Selahattin Demirtaş’ın açıklamasındaki şu ibareler de dikkat çekiciydi: “BDP’nin de DTK’nın da gizli ajandasında da açık ajandasında da bölünme yoktur. Herkesin net olarak bilmesi lazım ki Kürt halkı kararını çoktan vermiştir, Türkiye’de hep birlikte özgür ve eşit yaşamdır. Ortak vatanda birlikte kendi yönetimimizi, idari modelimizi nasıl geliştirebiliriz, bunu tartışıyoruz. Bunun ötesindeki yaklaşımların tamamı spekülatiftir. Asıl buna karşı açıklama yapan devlet yetkilileri, oluşturdukları otoriter zemin ayaklarının altından kayacak diye korktukları için habire bunu bölücü girişimler olarak gösteriyorlar.”

Özerklik istemi-önerisi, Kürt ulusal sorunu etrafında süren tartışmalara ilgiyi kaçınılmaz bir biçimde daha da artırdı. Çok sayıdaki “demokratik platform”da “demokratik özerklik”, Kürt sorununun “en makul çözüm formülü” olarak tanımlandı. Kürt milletvekilleri bu doğrultuda açıklamalar yaptılar. PKK adına yapılan açıklamada, bunun, “hem Türkiye’nin birliği-bütünlüğü için hem de Kürt halkının demokratik Türkiye ortamında özgürce yaşayabilmesi için en makul çözüm formülü” olduğu belirtildi. Uluslar sorununun çözüm biçimlerinden biri olarak işlevli olabilecek bu örgütlenme biçimini, “Türkiye’nin tüm bölgeleri-illeri için” önerenler oldu.

Kürtlerin hakları için yürüttükleri mücadelenin her adımını “üniter devletin bölünmesine yönelik menfur girişimler” olarak gösteren Türk devlet ve hükümet sözcüleriyle sermayenin ideolojik savaş görevlileri ise, bu açıklamaları tehdit dozajı yüksek açıklamalarla yanıtladılar. MGK, Genelkurmay, Hükümet sözcüleri ve sermaye partileri yöneticileri, “anadilde eğitim, demokratik özerklik, siyasal genel af ve siyasi tutukluların serbest bırakılması, askeri operasyonların son bulması” taleplerine, Türk dilini ve “üniter devlet”i “kırmızı çizgi” alan yanıtlar verdiler. Başbakan “Kürt sorunu bitmiştir!” açıklaması yaptı. Kürtlerin, ulusların ve dillerin tam eşitliği sağlanana dek mücadele edeceklerini ve özerklik temelinde bir arada yaşamaktan yana olduklarını açıklamalarına, devlet adına, en üst askeri-politik organ(MGK)ın yanıtı, baskı ve terör politikasında ısrarın ilanı oldu. Milli Güvenlik Kurulu (MGK) yayımladığı bildiride, “Terör örgütü ve yandaşlarının halkımızın demokratik tercihlerini serbestçe ortaya koyabilmelerini engellemeyi amaçlayan teşebbüslerin, güvenlik güçlerimizce alınacak tedbirler ile ülkesine ve demokrasiye içtenlikle bağlı halkımızın sağduyulu yaklaşımı sayesinde başarıya ulaşamayacağına olan inanç“tan söz edilerek, “terör örgütünün ve yandaşlarının insan hakları kisvesi altında gerçekleştirmeye çalıştıkları ve esasen halkımızın birliğini, bütünlüğünü, güvenliğini, huzurunu ve refahını hedef alan her türlü eylem ve girişimiyle mücadele edileceği ve bu kararlı yaklaşımın terör tehdidi bertaraf edilene kadar sürdürüleceği..” ilan ediliyordu. Genelkurmay, İnternet sitesinden(17 Aralık 2010) “TSK, ..Ulus devlet, üniter devlet ve laik devletin korunmasında ” taraf olmaya devam edeceğini ilan ediyor ve  yine MGK, “ ‘Tek bayrak, tek millet, tek vatan, tek devlet’ anlayışını ve önde gelen ortak paydalarımızdan birini teşkil eden Türkiye Cumhuriyeti’nin resmi dilinin Türkçe olduğu gerçeğini değiştirmeye yönelik hiçbir girişimin kabul edilmeyeceğinin bilinmesi gerektiğine dikkat çekilmiştir” bildirisiyle devlet politikasını bir kez daha ilan ediyorlardı. Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı, “soruşturma” açıyor; TBMM Başkanı Mehmet Ali Şahin,  “Türkiye  Cumhuriyeti sınırları içerisinde tüm vatandaşlarımızı ilgilendiren kararların” ancak TBMM’de alınabileceğini belirterek, “Başka  bir kongre, başka bir meclisi tanımıyoruz. Bu sevda peşinde koşan arkadaşlarımız  durumlarını lütfen değerlendirsinler. Sonuçlarına katlanmak zorunda kalırlar” şeklinde tehdit savuruyordu. AKP sözcülerine göre, “devletin üniter yapısına” pervasızca yönelmiş bir saldırı söz konusuydu. Erdoğan, yapılanları “tehlikeli bir oyun”; “Özerklik tartışması”nı “demokratikleşmeyi, Türkiye’nin ileri demokratik standartlara kavuşmasını hazmedemeyenlerin çirkin bir tezgâhı” niteliyor; AKP Grup Başkan vekili Suat Kılıç, “Biz tek vatan tek devletiz, tek bayrak tek milletiz’.  Biz bu vurgularımız terk etmiş değiliz. Türkiye’nin bir tek meclisi var o da Türkiye Büyük Millet Meclisi… Resmi dilimiz Türkçe’dir” diye nakaratı yineliyor; Türkçe’nin eğitim dili olduğunu, “bir başka dili eğitim dili olarak” kabul edemeyleceklerini söylüyordu. İçişleri Bakanı Atalay’a göre de Kürtler, “Kendi ana dilini günlük hayatında istediği kadar” kullanabilirlerdi; “Ama üniter yapı”yı, devleti, bayrağı, resmi dili ” irdelemek, bunu tartışmaya açmak sadece sıkıntıları artırır” dı! Atalay, anadilde eğitim ve Özerklik istemlerini “demokratikleşme sürecini provoke” eden girişimler olarak suçlayarak BDP’li belediyelere karşı soruşturma ve gözaltı politikasının sertleştirileceğini ilan ediyordu. AKP Genel Başkan Yardımcısı Ömer Çelik ise, devletin ret politikasına sözüm ona daha bilimsel ve akademik açıklamalar getirmeye soyunurken, “Son özerklik tartışmalarının, resmi dilin iki dilli olması tartışmalarını, ben Türkiye’deki gerçek demokratikleşme sürecine, gerçek açık toplum arayışlarına suikast teşebbüsü olarak görüyorum.” diye suç ve düşman imalatından da kaçınmıyordu.

MHP’li politikacılar, “bölücü tehdit”e karşı, hükümeti “göreve” çağırdılar.  CHP Genelbaşkanı Kılıçdaroğlu, siyasal özerkliğin “üniter yapıya aykırı olduğunu” açıkladı.

açıklamalar ne ifade ediyor?

Yukarıda uzunca sayılacak alıntılarla Özerklik talebi ve buna karşı açıklamaları aktardık. Olguların, olay ve gelişmelerin bilgisine sahip herhangi bir okur, Kürt politikacıları ile hükümet ve sermaye partileri adına yapılan açıklamalara bakarak, aktardığımız görüşlerden, iki ulusun ve ulusal azınlıkların bir arada yaşaması için demokratik koşulların oluşturulması istemini içerenler ile; zor dayatmasıyla sağlanan “birlik”in sürdürülmesi ısrarını esas alanları birbirinden ayırt edebilir. İlki, ulusal sorunun siyasal çözüm yöntemleri-biçimleriyle ilgiliyken ikincisi “bölünme” korkuluğunu sallayarak çözümsüzlükte ısrarı esas alıyor.

Bunları, ‘sıra’sıyla irdelersek; devlet, hükümet ve düzen partileri adına yapılan  açıklamalarda, “klasik devlet politikası”nı sürdürme ısrarı dışında herhangi bir yenilik bulunamaz. Devlet üst bürokrasisi ve düzen partilerinin Kürt politikası sadece ulusal hak eşitsizliğini esas almıyor, genel demokratik hak ve özgürlüklere karşı baskı ve zorda ısrarı da içeriyor. MGK ve hükümetin “birlik sağlama” propagandası dayanaktan yoksundur. “Birlik”in zor ve inkar dayatmasıyla sağlanması ya da sağlanmak istenmesi politikası “birlik” söylemi ve “birlikte yaşam” ile karşıtlık içindedir. 87 yıllık siyasal pratik bunun için çürütülemez kanıtlar sunuyor.  İki ulusun birlikte yaşamı ancak gönüllülük ve serbest iradenin ürünü olarak gerçekleşebilir ve bunun için önkoşul inkar, baskı ve ayrımcılığın son bulması; dillerin ve ulusların eşitliğinin kabul edilmesidir. “Bölünmeye karşı” propaganda ve sözüm ona birlik için burjuva propagandası, orta ve küçük burjuva kesimlerin yanı sıra, Türk işçileri ve kent-kır yoksulları ana kitlesini de etkilemekte; Kürt ulusal özgürlük mücadelesi karşısında önyargıyla hareket etmelerine ve zor ile sağlanan “birlik”in devamı için sürdürülen burjuva savaşı karşısında, devrimci sınıf tutumuyla yer almalarını engellemektedir. Oysa, zora dayalı “birlik”in sürdürülmesi için uygulanan politika, siyasal özgürlükler için ve kapitalist sömürüye karşı mücadelenin ilerletilmesine ket vurarak mücadeleyi güçten düşürüyor; emekçi sınıf güçleri arasında güvensizliklere ve bölünmelere yol açıyor ve burjuvazinin diktasını sürdürmesinde, kolaylaştırıcı işlev görüyor. Devlet ve hükümet adına açıklamaların “bölücü terör ile sonuna dek savaş!” nakaratı etrafında odaklanmasının nedenlerinden biri de budur. Bu politika diğer yandan, Kürtleri ezilen ulus konumunda ve ulusal haklarından yoksun tutarak sahip olunan iktisadi-politik ve askeri avantaj, ayrıcalık ve çıkarları korumayı ve elden çıkarmamayı esas alıyor. Türk burjuvazisi toprakları, kara sularını, enerji kaynakları ve onlara erişim yollarını kaybetme korkusu içindedir.

Kürtler ise, temsilcilerinin sözleriyle kararlarını vermişlerdir: özgürce, ulusal haklarına sahip olarak kendilerini yöneteceklerdir. ‘Demokratik Toplum Kongresi’, Kongre oluşturucuları ve sözcüleri tarafından, “Kürt halkının en geniş kesimlerinin, demokratik- yasal kurumlarının bir araya geldiği bir platform” olarak tanımlandı. Basın-yayın organlarında, DTK’nı “Kürtlerin bir tür meclisi” olarak tanımlayan yorumlar yapıldı. DTK sözcüleri, “Özerklik uygulaması için çalışmalar yapacaklarını” açıkladılar. DTK’nın bazı temsilcileri tarafından “bir proje” olarak da ifade edilen örgütlenme biçimleri doğrultusunda, “köy komünleri, kasaba, ilçe, mahalle meclisleri, kent Meclisleri“nin oluşturulacağı açıklandı. Bazı il ve ilçelerde “demokratik özerklik projesi”nde sözü edilen “yerel meclisler”in kurulması çalışmaları başlatıldı. Tabelalar iki dilde yazılarak “iki dilli yaşama fiili geçiş” yönünde adımlar atıldı, vb.

Bu açıklamalar ve yorumlar ile, DTK’nın çeşitli toplumsal gelişmeler karşısındaki refleksleri, bu “kurum”un, kendini “Kürt Yerel Meclisi” olarak örgütlemekte olduğunu gösteriyor.

Kürtlerin kendilerini bölgesel düzeyde yönetmek istemeleri ve buna hazırlanmaları, ulusların kaderlerini kendilerinin tayin hakkının bir biçimi olarak bölgesel özerklik yönünde atılan adımlar, Kürt ulusal mücadelenin geldiği yere ve bugünkü durumuna işaret ediyor. Bu yeni durumun başlıca özelliği, Kürtlerin kendi yönetimlerini, “idari model”lerini kendi güçleriyle inşa etmeye hazırlanmalarıdır. Kürt siyasal temsilcileri, Özerklik ile “ortak vatanda, birlikte”, ancak “kendi kendilerini yönetme” ve yaşamlarını böylece tesis etme amacında olduklarını söylüyor, bunun zor yoluyla bastırılmak ve engellenmek istenmesine asla boyun eğmeyeceklerini belirtiyorlar.

Kürtler adına yapılan açıklamalar esas alındığında, bölgesel özerkliğin bir “bölünme projesi” olarak görülmesi mümkün değildir. Ayrılma, ayrı devlet kurma her ezilen ulusun hakkı olmasına ve bu hak hak olarak kalmasına rağmen, Özerk bir Kürdistan, ulusal hak eşitliğinin pratik uygulanması biçimlerinden biri olarak gerçekleştiğinde, ayrı devlet kurma ihtiyacı doğmayabilir. Kürtler isterlerse, kendi devletlerini kurma hakkına sahiptirler. Bu hak şu ya da bu gerekçeyle kısıtlanamaz, reddedilemezdir. Ancak, Özerkliği “bölünme-parçalanma projesi” olarak göstermek, ezen ulus burjuvazisinin egemenliği için baş vurulan bir hileden ibarettir. Kürt hareketinin Özerklik önerisi ve istemiyle ortaya çıkması; Türk ulusuyla; Türk işçi ve emekçileriyle eşit ulusal haklar temelinde bir arada yaşama yönündeki isteğini ortaya koyması, bu yöndeki kuvvetli vurgu, istek ve tutum bu hileyi boşa çıkarmıştır.

Kürtlerin ulusal tam hak eşitliğini “Yerel yönetimlerin güçlendirilmesi”, “yönetimin halka yayılması” gibi “belediye sosyalizmi” anlayışını çağrıştıran anlayışlarla ilişkilendiren ya da  “Avrupa Yerel Yönetimler Anlaşması”nın kriterlerine indirgemeye çalışan görüşlerin eleştirisi bu makalenin konusunu oluşturmuyor. Ancak, konunun bir biçimde, ve ” ülkenin yerinden yönetim” modeliyle bağlantılı gösterilmiş olması, bu bağlantı sınırları içinde de olsa, bir iki noktaya değinmemizi kaçınılmaz kılıyor.

‘Bölgesel Özerklik’ ile bazı Batı Avrupa ülkeleri ve ABD de uygulanan Eyaletler sistemi bir birlerinden temel önemde özellikleriyle farklılık gösterirler. Türkiye’nin “büyüklüğü”nden hareketle önerilen ya da önerilecek “yerel yönetimler” ile Kürt sorununun çözümü için “üniter devlet” dayatmasını reddeden ve Kürtlerin kendilerini Özerk bir yapı içinde yönetmelerine dayanan Bölgesel Özerklik arasında ‘ortak özellikler’ bağı kurulamaz. Ezilen ulusların-burada Kürtler- özgürce yaşamaları için siyasal kaderini tayin şekilleriyle burjuvazinin merkezi iktidarı altında, idari işlerin yerel yönetimlere “paylaştırılması”; böylece işçi ve emekçilerin sömüren sınıfın iktidarına karşı mücadelesinin “yerel idareler”e yöneltilip dağıtılarak etkisizleştirilmesi politikası arasında benzerlikler kurulması, Özerkliği, yani ezilen ulusun siyasal kaderini tayin hakkının gerçekleşme biçimlerinden birini daraltmak ve bir tür geçersizleştirmek olur. “Yerel iktidar olma”, “halkın iktidarlaşması” gibi kulağa hoş gelen argümanlarına karşın, halkın belediye ve diğer yerel kurumların politikalarını etkilemek ve kendi çıkarları ve talepleri için örgütlenmeler-çeşitli komiteler-meclisler halinde-gerçekleştirerek kapitalizm koşullarında daha iyi bir yaşam mücadelesi yürütmesi, ulusal eşitliği sağlama amaçlı Bölgesel Özerk devlet örgütlenmesinden farklı özelliklere sahiptir.

“Yönetimin halka yayılması” ile Kürt ulusal özgürlüğünün “Bölgesel Özerklik” biçimi altında gerçekleştirilmesi arasında doğrudan bir bağ yoktur. “Yerinden yönetim”i, Özerklik ile özdeş alarak bu yönetimde halkın daha doğrudan yönetime katılacağını ileri süren görüşler, daha demokratik bir niyet ve hedef taşımakla birlikte; bunun gerçekleşmesi koşullara bağlıdır ve her durumda mümkün olmayabilecektir. Burjuva iktidarı altında, bunu ne “yerinden yönetim” garanti eder ne de Özerk devlet koşulları altında halkın yönetime katılması kendiliğinden ve bunun için mücadele edilmeksizin, yani sınıf mücadelesi verilmeksizin gerçekleşebilir. Herhangi bir ‘yerel bölge’de, “hizmetler”den daha fazla yararlanmak, merkezi ve belediye gelirlerinin daha fazla kesiminin emekçilerin ihtiyaçları; yaşam ve barınma koşullarının iyileştirilmesi yönünde harcanmasını sağlamak için halkın “yerel meclisler” halindeki örgütleriyle devreye girmesi ve yerel yönetimler üzerinde baskı kurması ile “yerel iktidarlaşma” özdeşleştirilemeyecek farklı durumlardır. Burjuvazi, toplumsal yaşamın tüm temel yönlerini düzenleme gücünü elinde tuttuğu koşullarda; burjuva bürokratik merkezi devlet aygıtı ve sermaye egemenliği altında, bu merkezi yönetime bağlı “halkın yerel özyönetimi”ni, emekçi muhalefetini etkisizleştirecek bir olanak olarak değerlendirmek ve emekçilerin dikkatlerini iktisadi-sosyal ilişkilerin temel sorunlarından daha dar sorunlara çekme yoluyla iktidarına yönelik mücadeleyi zayıflatmak için kullanmaya çalışacaktır. “Yerel yönetimlerin güçlendirilmesi” yoluyla “yönetimin halka yayılması” projesi ya da düşüncesi, kapitalist iktisadi-sosyal ilişkiler temeli üzerinde ve burjuvazinin merkezi iktidarı altında “halk yönetimleri” kurgususuyla devlet hakkında hayaller yayma ve halk yönetimlerinin kapitalist egemenlik koşullarında olanaksızlığını gizleme riskiyle yüklüdür. Bu görüş, burjuva sınıf egemenliğinin merkezi araçlarını ilgilendiren her konuda; devlet aygıtı üzerine, üretim araçlarının kapitalist özel mülkiyetine dair, burjuvazinin sınıf konumunu ve çıkarlarını koruma hassasiyetini; bunlar için “belediye hizmeti” ve “yetki”sine dair sınırlama; “veto etme”; görevden alma, cezalandırma dahil her yola baş vurması yöntemlerini dikkatten kaçırıyor; sınıf mücadelesinin temel sorunlarını yerel-küçük sorunlar derekesine indirgeyerek, işçi sınıfı ve emekçilerin dikkatini iktidar mücadelesinin ana sorunlarından uzaklaştırma riski taşıyor. Ezilen ulusun kendi kendini yönetimi anlamında Özerklik ise, işçi ve emekçilerin “yönetime katılması”nı her şart altında ve kendiliğinden sağlamaz. Halkın ‘komünler’ ve ‘meclisler’ halinde örgütlenerek yönetime katılmak istemesi ya da bunu fiilen gerçekleştirmesi durumunda ise, daha demokratik bir gelişmenin yolu açılabilecek, burjuva milliyetçiliğine ve ulusal çatışmalara karşı farklı uluslardan emekçilerin birliği ve dayanışmasının olanaklarını genişleyecek; Kürt emekçilerinin yönetimde etkili olmaları, hareketin demokratik gelişmesinin dayanağı olacaktır.

Kürt hareketinin bugünkü beleşimi içinde bunun ne denli mümkün olabileceği bir yana, Kongrede, halkın ” aşağıdan yukarıya örgütlenmesi”nden; “yerel meclisler“den söz edilmesi, AKP hükümetinin eteklerine tutunmuş, ancak demokrasi ve halk iradesi üzerine ‘mangalda kül bırakmayan’ liberallerin öfkesiyle karşılaşmıştır. Onlara göre, halk yalnızca burjuvazinin çıkarlarını esas alan bir iradenin temsilinde, sorun çıkarmadan uyum gösterdiği oranda, söz sahibi olabilmelidir! AKP liberallerinden olan ve Diyarbakır’daki “çalıştay”a da katılan Ali Bayramoğlu örneğin, “Doğrudan demokrasi, komünden yukarı çıkan bir siyasi karar mekanizması inşa etmek bu koşullarda insanı değil, modeli öne çıkarır, doğrudan demokrasi yukarı doğru dikey bir örgütlenme modeliyle karışır, alttan yukarı çıkan bir korporatist sistem doğar” demektedir.

Bu “eleştiri”, emekçilerin, yaşam alanlarında en alt birimden başlayarak, sermaye sistemi ve burjuva egemenliğine karşı-DTK metni, bazı atıflarına karşın bunu hedef olarak belirlemiyor-örgütlenmelerini ve doğrudan temsilcileri aracıyla-ki onları geri çağırma haklarına da sahip olacaklardır-kendi kendilerinin yönetimini gerçekleştirmelerine itiraz üzerinden şekilleniyor. Bayramoğlu, “komünden yukarı çıkan bir siyasi karar mekanizması”nın insanı merkezine alamayacağını ileri sürerken, DTK’inde alınan kararlardan ya da orada üzerine tartışılan örgütlenme biçimlerinden hareketle, aslında halk demokrasisi ve sosyalist toplumsal örgütlenme biçimlerine saldırıyordu. Ona göre, böylesi bir örgütlenme “totaliter bir anlayış”ın örgütlenmesi olacaktır(!) Kendi başına bir özgünlüğü olmayan ‘sol milliyetçi’ görüş ise, zora dayalı birliği “ulusal birlik” olarak kutsarken, ‘Özerk Kürdistan’ın Kürt kapitalistlerini sorunun çözümsüz olarak kalmasının gerekçesi olarak kullanma çabasındadır. “Tüm öteki koşullar eşit olmak kaydıyla” Leninist kaydı bir kalem darbesiyle ortadan kaldıran bu tür solculuk, proletarya ve emekçilerin sermayeye karşı mücadelesinin, büyük bir devletin geniş toprakları ve yaşam alanlarının bir tek iktisadi ‘bütünlük’ oluşturduğu koşullarında, daha yaygın ve güçlü yürütülmesi olanağına sığınır görünmesine karşın, eşitsizlik ve baskı koşullarını dayanak alma gibi bir “şansızlık”(!) ile yüz yüzedir. Bu “eleştiri” ve yaklaşım, Türkiye Kürt hareketinin ABD’nin politikalarına karşı gösterdiği direnç ve Türk işçi ve emekçileriyle birlikte mücadele ve yaşam yönündeki güçlü eğilimi ise görmezden gelip dikkate almamaktadır.

Özerkliği, “toplumsal parçalanmayı derinleştirir” gören “ulusal solcu”lar ve “sosyalistler”(!) de oldu. TKP gibi,-ki “sosyalizm için mücadele etme” iddiasındadır- daha önceki bir dönemde(2009), Özerklik istemiyle ilgili bazı açıklamalardan hareketle yayınladığı “Barış, Kardeşlik ve Birlik Bildirisi”nde, özerkliği reddediyor; “Türkiye’nin eyaletlere bölünmesi ve bölgesel özerkliğin geliştirilmesi, toplumsal parçalanmayı derinleştirir” diye, sözüm ona uyarıda bulunuyordu. Eski genel başkanı Aydemir Güler, Özerklik önerisini “sol milliyetçi” bir tepkiyle karşılayarak  “Ülkeyi birbirleriyle cehennemlik bir yarışa girişen bölgelere ayrıştırdıktan sonra ulusal birliğin ne anlamı kalacağını bilemiyorum. Bu emek cehennemini yönetenler bizzat Kürt olunca Kürt sorununun çözülmüş olacağını sananlarınsa, en azından derin bir yanılgı içinde olduklarını söyleyebilirim” şeklinde, sözüm ona akıl veriyordu! Ö.Dünyası’nda yayımlanmış bazı yazıları eleştirdiği sonraki açıklamalarında da Güler, emperyalistlerin ulusal kurtuluş mücadelelerine sızma, bu hareketleri istismar ederek kendi politikaları doğrultusunda etkileme ve hatta yedeklemeye çalışma politikalarından hareketle, ulusal kurtuluş mücadelelerinin antiemperyalist özellikler gösterebilmelerini ve ezilen ulusların bu mücadelelerinin desteklenmesinin sosyalist ve tutarlı demokrat olmanın koşulu olduğunu reddetmeye çalışıyor. Güler, Lenin’in ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını “dönemsel bir devrimci taktik olarak formüle ettiği” iddia etmektedir ve bunu “görmek için” hiç de derinlik gerektirmeyen bir “baştan sona okuma”nın yeterli olacağını söylemektedir. Güler, başkalarını cehaletle suçlar ve sözüm ona akıl vermeye çalışırken, çok bariz, açık ve yeni başlayanların dahi hemen fark edebilecekleri şekilde Lenin’in, en azından ulusal kendi kaderini tayin hakkı üzerine görüşlerini inkar etmekte, çarpıtmaya çalışmaktadır. Bu anlayışa göre, ulusal hak eşitliği mücadelesi gibi “dönemsel taktik bir sorun” kapsamındaki bir sorun günümüzde artık söz konusu bile edilemez. Güler, “emperyalizm maniple ediyor” diyerek, Leninist ulusal kaderlerini tayin hakkını inkar ederken, kendi görüşlerinin aykırılığını, Lenin’in düşünceleri üzerine demagojilerle örtme çabasındadır.

siyasal örgütlenme modeli olarak Bölgesel Özerklik

Birbirleriyle zıtlık gösteren yukarıdaki yaklaşımların muhtevasına da işaret etmek üzere, özerklik ya da daha yerinde bir deyişle bölgesel özerklik üzerinde durmak gerekiyor. Bölgesel özerklik neyi içerir, nasıl uygulanır?

Ulusların kaderlerini tayin hakkı, ezilen ulusun iradesini serbestçe belirlemesi, gönüllü birlik ve bir arada yaşamanın koşuludur. Bölgesel Özerklik, ezen-ezilen ulus ilişkisinin demokratik siyasal çözüm biçimlerinden biridir. Bölgesel özerklik ile zora dayalı birliğin yol açtığı ulusal baskı, çatışma, savaş ve yıkımlardan -kapitalizm koşullarında kurtulmak ne kadar mümkünse o kadarıyla- kurtulmanın yolu açılacak; devlet sınırları içerisinde yaşayan farklı ulus ve milliyetlerin ilişkilerinin demokratik esaslara dayalı olarak geliştirilmesinin ve gönüllü birliğinin koşulları yaratılacaktır. Bölgesel Özerklik “üniter devlet” anlayışı ve dayatmasının reddiyle Türk ve Kürt uluslarının tam hak eşitliği ve diğer ulusal toplulukların üzerindeki baskının sona ermesini içerir.

Ulusal baskı politikasına karşı, ulusların tam hak eşitliğini gerçekleştirmenin uygulanabilir bir biçimi olarak Bölgesel Özerklik, iktisadi-sosyal yaşam birliği ve ulusal nüfus yoğunluklu coğrafi bölgeler esası üzerinden uygulanacak olan bu siyasal örgütlenme biçimidir. “Özerk bölgeler”, bugün ancak Kürtler, Zazalar ve belli birkaç yerleşim alanındaki Araplar için, ulusal bileşim, yaşam biçimi ve iktisadi ilişkiler göz önünde tutularak oluşturulabilir. Farklı milliyetlerden emekçilerin içiçe ve dağınık biçimde yaşadıkları ve özel bir nüfus yoğunluğunun bulunmadığı, bir arada yaşamın doğallığı içinde belli bir uyumun gerçekleştiği bölgelerde, dillerin özgürlüğü esas alınır ve ulusal ayrıcalıkların ortadan kaldırılması politikası izlenir. Nüfus bileşimi ve coğrafi yerleşimin bir geçiş sürecini gerektirdiği ve geçici biçim olarak söz konusu olabilecek özerk yapılar dışında, özel ulusal adacıkların oluşturulması hedeflenmez.

Ekonomik-sosyal koşulları, yaşayış biçimleri, ulusal bileşimleri bakımından farklı özellikler taşıyan ulusal toplulukların yaşadıkları bölgelerin “özerkliği”, bugünkü ve temsilcileri tarafından “üniter devlet” olarak tanımlanan gerici-tek ulusçu devlet ile herhanği ortak özelliği bulunmayan ‘büyük  merkezi devlet’in demokratik merkeziyetçi “birliği”yle karşıtlık göstermez. Ulusal sorunun demokrasi temelinde çözümü ve hak eşitliğinin ifadesi olarak Özerklik mevcut “üniter devlet”i reddeder. Bu  “demokratizm” , baskı ve ayrımcılığın engelidir ve “yalnızca yarım milyon değil, 50.000 nüfuslu olsa bile özerk ulusal bucaklar”ın ve “eğer durum gerektiriyorsa ve eğer iktisadi ilişkiler bakımından zorunluysa”, bu tür “bucaklar”ın ayrı ayrı komşu bucaklarla birleştirilerek bir tek “özerk bölge” haline getirilmelerini dışlamaz.

Kürt burjuvazisi ve büyük toprak sahiplerinin özerk yönetimde hakim konuma gelme olasılığı, buna karşı bastırma politikalarıyla savaşma sorumluluğunu ortadan kaldırmaz. Ezilen ulusun burjuva-burjuva feodal güçlerinin ulusal harekette hakim konumda olmaları ya da ulusal devletin bu kesimlerin önderliğinde kurulması, Kürt işçi ve emekçilerine, sınıf mücadelesi yoluyla örgütlenmelerini geliştirerek devlet sınırları içindeki tüm uluslar ve milliyetlerden işçi ve emekçilerin sınıf birliğinin gerçekleşmesi için devrimci ve enternasyonalist çalışmayı sürdürme sorumluluğu yükler. Özerklik koşullarında sınıf mücadelesinin hangi biçimler altında gelişeceği, sorunun bugünden belirlenemez başka bir yanıdır ve özerklik için önkoşul özelliği taşımaz. Güçlü olasılık, sermayeye karşı kendi sınıfsal iktisadi-sosyal hakları için çeşitli direnişler örgütleyen ve başlıca Kürt kentlerinde önemli bir kesimi işsizlik ve yoksullukla boğuşan geniş Kürt emekçi kitlelerinin, ulusal baskı politikasının “ertelettiği” ya da bir biçimde örtülmesine yol açarak geciktirdiği sınıf mücadelesini özerk yönetim koşullarında daha kesin ve kararlıca yürütmelerinin olanaklı hale gelmesidir.

Kürtlerin ulusal baskı altında oluşu, ‘ortak ulusal mücadele’ içinde farklı sınıf ve kesimlerden toplulukları bir araya getirmesine rağmen, Türkiye Kürt bölgesinin iktisadi-sosyal gelişim düzeyi, sınıf mücadelesinin koşullarını olgunlaştırmıştır. Kapitalist gelişme Kürt emekçilerinin çok büyük kesimini Türkiye’nin büyük kentlerine çekmekle birlikte, önemli Kürt kentlerinin hemen hepsinde, yaşam biçimi ve ilişkileriyle ayrı bir sınıf oluşturan işçilerle bu sınıfın geniş işsiz kitlesi ve kent ve kır yoksulu olarak kalabalık emekçi kesimler; Kürt zenginleri, büyük toprak sahipleri ve “işadamları” çevreleriyle farklı çıkarlara ve yaşam koşullarına sahip olmak üzere ayrışmışlardır. Bu ayrışmaya uygun olarak Antep, Adıyaman, Batman, Diyarbakır kent merkezlerinde işçi direnişleri, yoksul köylü hareketleri ortaya çıktı. Sınıf ayrımlarının üzerini örten ve emekçi ile onu ezeni “aynı ulus”tan olma nedenli olarak birbirlerine yakın tutan bağın, ulusların ve dillerin eşitliği sonucu, sihrini yitirmesi, bu mücadelenin daha ileriden, daha güçlü ve yaygın gerçekleşmesinin koşullarını da sağlayacaktır. Kürt işçi ve emekçilerinin sınıf bilinçli kesimi, kendi sınıfının çıkarlarıyla uluslararası emekçilerin çıkarları arasındaki bağı daha açık görecek ve Türk ve öteki milliyetlerden emekçilerle aynı sınıf örgütlerinde, aynı sendikalarda ve çeşitli kitle örgütlerindeki örgütlenmesinin ilerletilmesi için daha aktif şekilde değerlendirecektir. Ulusların kaderlerini kendilerinin tayin etmeleri hakkının bölgesel özerklik şeklinde uygulanması, ulusal ayrımcı politikanın ve şovenizmin neden olduğu güvensizlikleri bir süreç içinde gidererek ve ulusal baskının sınıf çelişkilerinin üzerini örten perdesini yırtarak, burjuvazi-proletarya çelişkisinin tüm çıplaklığıyla görülmesine de hizmet eder.

Kürt sorununu “demokratik olmayan yoldan çözüme bağlama” olanaksızlığı, zor ve inkar yoluyla “birlik sağlama” olanaksızlığı, zora dayalı birliğin sürdürülmesini değil; mevcut devletin sınırları içinde zorla tutmayı sağlayan “demokrasi”yi değil; buna son veren ve birlikte ya da ayrı yaşama kararını Kürtlerin verecekleri tümüyle serbest irade beyanına dayalı bir demokrasiyi zorunlu kılar. Sorunun çözüm ihtiyacı ve oluşan ‘toplumsal baskı’yı “geçiştirmek” ve özerklik talebiyle yükselen mücadeleyi püskürtmek amacıyla ve sözüm ona “demokrasiye bağlılık -halkın iradesine saygı” adına “sorunu Türk halkına sorma” şeklindeki açıklamalar, ezen ulus milliyetçiliğini güçlendirmeye hizmet etmektedir. Kürtlerin nasıl yaşamaları gerektiğine merkezi Türk parlamentosunda alınacak kararlarla yön veren politikanın sonuçlarını önceden görmek için uzağa itmeye gerek yoktur. 87 yıllık egemen politika çözümsüzlüğü derinleştirmiş, daha ağır sonuçlar doğurmuştur.Ulusların kaderlerini serbestçe tayin, yani siyasal bakımdan ayrılma hakkı, ezen ulusun-ve emekçilerinin ‘referandumunu değil, baskı altındaki ve hakları inkar edilen ulusun ‘referandumu’nu gerektirir. Bir referandum için gereklilik gösteren demokratik siyasal koşullarda, nasıl yaşayacaklarını belirlemek üzere, Kürtler karar vereceklerdir. Hiçbir dış baskı ve tehdit olmaksızın, tümüyle kendi özgür iradeleriyle Türk ulusuyla birlikte mi, ondan ayrılarak mı yaşadıklarını beyan edecek olanlar Kürtlerdir. Özerklik talebi ve bu yöndeki örgütlenmeler,  bu irade beyanının ifadesi ve şekillenmesi olarak gündeme gelmiştir..

ulusal eşitlik ve anadilde eğitim hakkı

“Anadil eğitimi”  -“anadilde eğitim” hakkı Kürt sorununun en önemli ve öne çıkan taleplerinden birini oluşturuyor. ‘Ana okulları’nda  ve ilköğretimden başlanarak “yabancı diller” olarak tarif edilen İngilizce, Fransızca, Almanca, İspanyolca vb diler öğrenilmesine, öğretilmesine karşın, Kürtçe’nin eğitim dili olarak ve toplumsal yaşamın tüm alanlarında kullanılması hala yasaktır.

Türk şoven milliyetliliğinin(ırkçılık) temsilcisi MHP; anadilde eğitimi “üniter bütünlüğe karşı sabotaj” sayıyor. CHP yönetimi, “Anadil eğitimi-anadilde eğitim ile anadil öğretimi farklıdır; biz anadil öğretimini kabul ediyoruz, isteyen yurttaş Kürtçe öğrenebilir, ancak resmi dil tektir, anadilde eğitim isteğiyle Türkçe’nin karşısına ikinci bir dil çıkarılmak isteniyor” iddiasını ileri sürdü. AKP ve hükümetinin sözcüleri, “tek dil, tek millet” söylemini sürdürüyorlar. Başbakan, “Kürt vatandaşlar”ın kendi aralarında Kürtçe “konuşabilmelerini”, hükümetinin “ileri demokrasi poliitkası”yla ilişkilendirmeye çalışıyor. Genelkurmay eski Başkanı İlker Başbuğ, Kürtçe’nin “bireysel kültürel haklar” çerçevesinde öğrenilebileceğini, ancak “kolektif topluluk” hakkı düzeyinde “kolektif talep” olarak kabul edilmesinin “olanaksız olduğu”nu belirterek, bunu “kırmızı çizgi”leri olarak açıklamıştı. Kendilerini ‘muhafazakar liberal’ olarak tanımlayan sağ gerici yazar ve sosyologlara göre de, Kürtlerin “kendi aralarında” Kürtçe konuşmaları, “anayasal eşitlik” için yeterlidir.(4)

Türk burjuva milliyetçiliği, Kürtçe’nin ‘kamusal alan’da kullanılmasını ve anadilde eğitimi bölünme nedeni sayıyor. Böylece Kürtlerin en temel demokratik haklarının ayaklar altına alınması haklı çıkarılmaya çalışılıyor. Bir ulusun ulusal haklarının inkarının “bölünme korkusu” üzerinden gerekçelendirilmesi kabul edilemez gerici bir politikadır. Bu bir yana, İsviçre’de üç resmi dilin (gerçekte üç buçuk resmi dil ve bir de Greko-Romence var) konuşulmasına ve İsviçre burjuva demokrasisine örnek ülke olarak gösterilmeye hala devam edilmesine rağmen, salt bu nedenle   bölünmediği bilinmektedir. Kürtçe’nin Türkçe gibi öğretilmesi-öğrenilmesi ve kullanılması bir haktır ve bu hak “ülke ve millet birliği”(!)ni parçalayıcı rol oynayabileceği gerekçesiyle reddedilemez. Uygulamalar, hiçbir ulusa diğerleri aleyhine ayrıcalık tanınmadığında, tüm ulusal topluluklardan işçi ve emekçiler arası birlik ve dayanışma duygularının güçlenmekte olduğunu; ayrımcılığın ortadan kalkmasının birlikte yaşam isteğini güçlendirdiğini göstermektedir. Ulusal baskının ortadan kalkması koşullarında, iktisadi-sosyal bağlar üzerinden ve kapitalist gelişmeyle birbirlerine doğru “itilmekte” olan işçi sınıfı ve emekçiler, sınıf mücadelesini daha güçlü şekilde yürütme olanağını elde etmişlerdir ve edeceklerdir.

Türk ve Kürt uluslarının ilişkilerindeki özgünlüklerden biri de, iktisadi nedenlerle olanın yanısıra, politik-askeri zoru içeren devlet politikası sonucu, Kürt nüfusun önemli bir kesiminin Türk nüfus yoğunluklu bölgelerde dağınık şekilde yerleşmiş olmasıdır. Kapitalist gelişme Kürt kırını çözerek nüfus göçüne yol açarken, buna, devletin Kürt mücadelesini bastırmak ve etkisizleştirmek için dayattığı ve milyonlarca insanın göç etmesine yol açan baskı eklenmiştir.(5)

İşçi sınıfı ve ezilenlerin yararına olan, sermayeye; onun yaşamın her alanını kapsayan çıkarlarının ideolojik-kültürel ifadesine karşı mücadeledir. Bu mücadele en iyi, en etkili şekilde, ancak her ulusun kendi dilinde yürütülebilir. Eğitimin demokratikleştirilmesi ve anadilde eğitim önündeki engellerin kaldırılması, “okulun milliyetlere göre ayrılması” burjuva milliyetçi anlayışını dışlar. Türkiye’nin büyük kentlerinde yaşayan Kürt çocuklarının eğitimi için Kürt okulları değil; tüm uluslardan eğitim yaşındaki genç ve çocukların birlikte ve fakat Kürtçe eğitimin de yapıldığı okullarda birlikte okumalarının koşulları yaratılmalıdır. Eğitim ve anadilde eğitim demokratik içerikte olmalı, şovenizm ve milliyetçiliği ve ulusal özelliklerin her bir ulus yararına güçlendirilmesini dışlamalı, tüm kademelerinde giderleri devletçe karşılanmalı, tüm milliyetlerden emekçilerin birbirlerine yaklaşmalarına yardımcı olacak tarzda örgütlenmeli ve gerçekleştirilmelidir.

‘Anadilde eğitim talebi ve hakkı, okulların ulusal kökene göre bölünmesini gerektirmez. Okulun iktisadi-sosyal alandan ayrı tutulması ve milliyetlere göre bölünmesi, burjuva ideolojisini ve şovenizmi güçlendirir. Bunu engelleyecek olan dillerin eşitliği ve Kürtçe eğitim önündeki yasak ve engellerin kaldırılmasıdır. Eğitim, bir dönem ABD’de olduğu gibi(beyazlar ve siyahlar için ayrı okullar vardı) Kürt ve Türkler’e göre bölünemez. Türkçe’nin kullanıldığı gibi, Kürtçe’nin de eğitimde ve toplumsal yaşamın her alanında engelsiz kullanılması ve gelişmesi, Türkçe’nin engeli olmayacağı gibi, herhangi bir dilin resmi dil olarak ilanı da mutlak bir gereklilik değildir. Devlet dili diye tek dilin ezilen ulusa dayatılması antidemokratizmin göstergelerinden biridir. Almanya, Meksika, Avustralya, Hollanda gibi ülkelerde dilin, resmi devlet dili olarak ilan edilmesine ihtiyaç bile duyulmamıştır. Kürtçe’nin Kürtler için resmi dil olmaması ve fakat Türkçe’nin resmi dil olarak dayatılması eşitlik bir yana, mantıklı düşünceye dahi aykırıdır.

Dillerin özgürlüğü; Kürtçe başta olmak üzere ‘azınlık dilleri’ önündeki engellerin kaldırılmasını gerektirir. Bütün ulusal topluluklardan Türkiye işçi ve emekçilerinin çıkarı, “anadilin özgürlüğü, demokratik ve laik okul” politikasının güç kazanmasındadır. Bu istemler, ancak yığınların demokrasi mücadelesinde seferberliğiyle, her bir siyasal özgürlük talebi için-ulusların kaderlerini serbestçe tayin hakkı bunlardan biridir- küçük ve lokal protestoları aşan yaygınlaştırılmış mücadele ve birleşik emekçi eylemleriyle elde edilebilirler. “Eğer bütün ayrıcalıklar yokedilirse, eğer dillerden birinin zorla kabul ettirilmesine son verilirse“, parlamentoda ya da başka kurumlarda Kürtçe konuşmak kimseyi ürkütmez; “bölücü tehdit” üzerine şovenist ummacı tüm etkisini kaybeder. Ulusların ve dillerin eşitliği, bir “ortak dil” ile anlaşmanın ya da eğer ezilen ulusun iradesi gönüllülük temelinde birlikte yaşam yönünde belirlenmişse, iki dilin de -yine gönüllük esasına bağlı- öğrenilmesi ve kullanılmasıyla emekçilerin anlaşmaları için koşulları uygun hale getirecektir.

Sorunun çözülmesi işçi sınıfının ve tüm emekçilerin yararınadır

Türkiye, yüzyılın başında, kapitalist gelişmenin henüz zayıf ve nispeten geri bir düzeyinde iken ulusal Türk ticaret burjuvazisinin, emperyalist işgale karşı mücadelenin başına geçerek, henüz gelişmesinin başında ve zayıf durumda bulunan işçileri ve geniş köylü kitleleri başta olmak üzere halk kitlelerini yedeklediği koşullar ile bugünkü koşullar arasında çok büyük farklılıklar bulunuyor. Ülkelerin emperyalist zincirin halkalarına dönüştüğü ve sermaye ihracının başlıca olgu haline geldiği o günün koşullarında, liman kentlerinde ve özellikle yabancı firmaların elindeki çeşitli işletmelerde görülen zayıf işçi topluluklarının ve onların devrimci örgütlerinin burjuvazi ve politikaları karşısındaki tutumundan farklı olarak bugün, işçi sınıfı milyonlarla ifade edilen güce ulaşmıştır ve toplumsal sorunların çözümünde, kendi adına ve sermayeden bağımsız politikalar izlemesi için, sadece güçlü sosyal dayanağa değil, dünya işçilerinin mücadele deneyimleri içinde şekillenen kendi sınıf ideolojisine de sahiptir. Kapitalist gelişme yüz binlerce, milyonlarca emekçiyi kırdan kente çekmiş, ortak özelliği emek güçlerini satarak yaşam araçları edinmeye çalışırken, kapitalistlere, onların emek gücü olmaksızın asla sahip olamayacakları artı değer sömürüsünü gerçekleştirme olanağı sağlayan bir sınıfın ‘bireyleri’ olarak bir araya getirmiştir. Bu, işçi sınıfı ve onun tarafından öncülük edilecek yoksulların, henüz güçlü ve engelleyici bir müdahale olanağına sahip olamadıkları koşullarda, “yeni bir ulus oluşturma”yı önüne hedef olarak koyan Türk burjuva sınıfının Kürtlere ve diğer milliyetlerden emekçilere karşı izlediği yok sayma, asimilasyona tabi tutarak kendi ulus birliği içinde ‘eritme’ ve bunu siyasi-askeri zor ile destekleme politikasına, bugün daha farklı, daha etkin ve somut biçimlerle müdahale etme olanağı var demektir. Türk işçi sınıfı ve emekçilerinin bugünkü sorunu, bu müdahaleyi devrimci tarzda ve tüm emekçilerin sermayeye karşı mücadelede birliği için yapmaktan geri durup durmayacaklarıdır.

Kürt ulus sorununun çözümsüzlüğü, ulusal baskının sınıf sömürüsü ve baskısını örtme işlevi nedeniyle Kürt işçi ve emekçisinin kendi burjuva ve büyük toprak sahipleri gericiliğine karşı mücadeleye atılmasını geciktirici ya da saptırıcı bir işlev gördüğü gibi, Türk ulusundan işçi ve emekçiler açısından da, burjuva-şovenist politika ve propagandanın yarattığı etki sonucu, sınıf çıkarları ve tüm milliyetlerden emekçilerin aynı ve tek sınıf örgütlerinde birleşmeleri için yürütmesi gereken mücadeleyi, gereksindiği kapsam ve düzeyde sürdürememe etkeni olmaktadır. Kürt, Türk ve diğer milliyetlerden emekçiler kapitalizm ve ülkenin iktisadi sosyal koşulları tarafından “birbirlerine doğru itilme”lerine karşın, ulusal baskı politikası buna karşıt bir eğilime güç vermekte; güvensizlik yaratmakta ve işçi-emekçi birliğini zaafa uğratmaktadır.

Emekçileri sermaye ve onun milliyetçi politikaları karşısında zayıf düşüren bu durumun devrimci tarzda değişmesi işçilerin tutumuna; özellikle de Türk ulusundan işçi ve emekçilerin tutumuna bağlıdır.

Ezen ulusun sınıf bilinçli işçileri, Kürtlerin Türk ulusuyla tam hak eşitliğini; yani bağımsız devlet kurma hakkını savunmalı, “kendi” burjuvazisine ve onun baskı ve zora dayalı bir arada tutma politikasına karşı mücadele etmelidirler. Kürt özgürlük mücadelesinin ulaştığı düzey ve bölgesel ve uluslararası gelişmeler, Türk proletaryası ve kent-kır yoksullarını, -eğer onlar tüm uluslardan emekçilerin sınıf birliğini sağlamayı sermayeye karşı sınıf çıkarları gereği sayıyorlarsa-, Kürt dilinin önündeki tüm engellerin kaldırılması, Kürtlere, siyasal bakımdan nasıl yaşayacaklarına kendi serbest iradeleriyle karar verme hakkının tanınması için mücadele sorumluluğuyla, ertelenemez şekilde yüz yüze getirmiştir. Sınıf bilinçli işçiler, kendileriyle burjuva milliyetçileri arasına kalın bir hat çizmeksizin işçi ve emekçilerin kapitalizme karşı birliğini örgütleyemezler. Onlar, burjuva milliyetçilerinin “ilkin ulusal görevler, sonra proletaryanın görevleri” formülasyonuna karşı, proletarya ve emekçilerin, “emeğin ve insanlığın sürekli ve hayati çıkarları“nı öne çıkarmalı ve ulusal özgürlük ile demokrasi mücadelesini birbirlerine bağlamalıdırlar. Kürtlere “Türk birliği içinde kalma”yı dayatan politika ve kültür, büyük burjuvazi ve büyük toprak sahiplerinin politikası ve kültürüdür. O,  şovenizmi ve hakim ulus burjuva milliyetçiliğini temsil eder. Bu politika ve kültüre karşı çıkmak, Türk işçisinin sınıf sorumluluğu, sınıfına olan borcudur ve ayrıca sınıfın kendi çıkarınadır.

Ulusal kaderlerini tayin hakkının kayıtsız şartsız tanınması, ne burjuva milliyetçiliğine karşı mücadeleyi ne de uluslararası işçi sınıfının yararına olmayan durumlarda, “ayrılmaya karşı propaganda ve ajitasyonu” gereksiz hale getirir. Hakkın kullanımının hangi biçiminin işçi sınıfının uluslararası çıkarlarına daha uygun düştüğünü gözetecek olan proletarya, ezilen ulusun ayrılma ve bağımsız devletini kurma hakkını savunurken, uluslararası gericiliğe karşı mücadeleyi güçlendiren bir çizgi ve politikayı propaganda eder. Ayrılmadan yana ya da ayrılmaya karşı propagandasını işçi sınıfı ve emekçi hareketinin uluslararası çıkarları belirler. Ancak o, en olumsuz koşullarda dahi, ezilen ulusun hareketinin ezen ulus burjuvazisi tarafından zor kullanılarak bastırılmasına karşı savaşmayı öncelikli görevi sayar. Sınıf bilinçli işçiler, “tüm öteki koşullar eşit olduğu” şartlarda; yani hiçbir ayrım, zor ve şiddet söz konusu değilse, “birlikte yaşama“dan yana tutum alır; propagandayı bu yönde sürdürürler ve ayrılma hakkının reddi ve bu yöndeki istemin şiddetle bastırılması politikasına tüm güçleriyle karşı koyarlar. Bu, işçi sınıfının kapitalizme karşı mücadelesinin de ihtiyaçlarından biridir.

Türk burjuvazisinin ulusal ayrıcalık politikası ve dayatması, Türk işçilerinin ve tüm ezilenlerin çıkarlarıyla tam bir zıtlık içindedir. Bu politika inkarı, eşitsizliği, ayrıcalığı içermektedir ve işçilerin sınıf birliğinin düşmanıdır. Türk işçi ve emekçileri, Türk burjuvazisinin Kürtleri zorla “birlik içinde” tutma politikasına karşı mücadele etmeli, ayrılma hakkını tanımalı ve bu hakkın zor kullanılarak engellenmesini reddetmelidirler.

Türkiye Kürtleri, ulusal eşitlik temelinde Türk ulusundan emekçilerle birlikte yaşamak istediklerini her vesileyle beyan ettiler. Kürt emekçi köylüsünün ve halk gençliğinin Kürt mücadelesinin en önemli kitle dayanağını oluşturması, bu tutumun maddi -sosyal temelini oluşturuyor ve böyle olması, tüm uluslardan Türkiye işçi ve emekçilerinin sermayeye karşı mücadelesinde, birleşmeyi kolaylaştırıcı işlev görecektir. Kürtlere karşı inkar ve Kürt direnişini kuvvet kullanarak bastırma politikası, Kürtleri ayrılmaya doğru zorlamasına; polisiye ve askeri saldırılar Kürt yaşamını katlanılamayacak şekilde ağırlaştırmasına ve şovenizm Kürtleri tahkir etmeyi sürdürmesine karşın; Kürt halk kitlelerinin ayrılmayı pratik bir politika olarak hala önlerine almamış olmaları, gönüllü birlikte yaşamın olanaklarına; bu olanakların henüz tükenmediğine işaret eder.

Kürtler, Türklerle birlikte yaşamaya karşı değil; buna zor yoluyla mecbur tutulmalarına karşı çıkıyorlar. Polis zorbalığına, jandarma zulmüne, köy boşaltmalara, özgürce yaşama hakkına sahip bir ulus olarak kabul edilmemelerine karşı çıkıyorlar. Anadilde eğitim; Kürtçe’nin serbestçe kullanılması önündeki tüm engellerin kaldırılmasını istiyorlar. Bu istemler demokratik siyasal özgürlükler ve sermayeden kurtuluş mücadelesinin yararınadır. Türk işçi ve emekçileri, Kürt ve diğer milliyetlerden işçi ve emekçilerle mücadele birliğini gerçekleştirmek için, bu elverişli durumu dikkatle değerlendirme; Kürt emekçilerinin birlikte yaşam yönündeki eğilimine hak ettiği önem ve değeri verme;  ulusal tam hak eşitliğinin tanınması ve anadilde eğitimin gerçekleştirilmesi için mücadele etme sorumluluğu taşıyorlar. Ulusal ayrımcı ve baskıya dayalı “birlik”(!) yerine, siyasal kaderini serbestçe belirlemeyi esas alan gönüllü birliğin sınıf mücadelesi açısından taşıdığı önemin farkında olarak sınıf bilinçli işçiler, Kürt-Türk ulusal tam hak eşitliği yönünde propagandayla ve zorla boyunduruk altında tutmaya karşı savaşarak, Türkiye’nin tüm milliyetlerden emekçilerinin birliğini güçlendirebilir ve ilerletebilirler. Sınıf bilinçli işçiler, Kürtlerin, Türk ulusuyla birlikte mi ondan ayrılarak mı yaşamak istediklerine kendilerinin özgürce karar vermeleri için mücadele ederek, tüm milliyetlerden işçi ve emekçilerin birliğini güçlendirecek; demokratik ve sosyalist bilinç düzeyinin yükseltilmesi önündeki dikenleri temizlemiş olacaklardır.

Bu, kapitalizme karşı ücret, sosyal haklar, çalışma-yaşam koşullarının iyileştirilmesi genel sağlık güvencesi vb aktüel-acil ve asgari gereklilikler için zorunlu olduğu gibi, proletaryanın uluslararası mücadelesine destek işlevi de görecektir.

Diğer yandan, Kürt işçi ve emekçileri, Türk ve diğer işçi ve emekçileriyle birleşmek için mücadelenin kendi görevleri olduğunu bir an olsun unutamazlar. Zira, “bir ulusun işçileriyle bir başka ulusun işçileri arasında her türlü ayırma girişimi, (….), ulusal bir kültürü, sözde tek ve bölünmez olduğu iddia edilen bir başka ulusal kültürle karşı karşıya getirme vb., burjuva milliyetçiliğinden esinlenen davranışlardır ..” (Lenin, UKKTH, sf 30-31)

“Ezilen ulus”un sınıf bilinçli işçileri, uluslarına yönelik baskı ve zorun her çeşidine karşı, ulusal tam hak eşitliği için mücadele ederlerken, işçi ve emekçilerin demokratik-sosyalist; ilerici ve anti emperyalist kültürünü geliştirmeyi esas alırlar. “Kim proletaryaya hizmet etmek istiyorsa” diyordu Lenin, “bütün ulusların işçilerini birleştirmeli ve ‘kendisinin’ olsun,başkalarının olsun, milliyetçiliğe karşı kesin savaşıma girişmelidir. Kim ulusal kültür sloganını savunuyorsa, onun yeri küçük burjuva milliyetçilerinin arasındadır, Marksistlerin arasında değil.”(UKTH, sf.22, sol yayınları-1998)

Kürt ve Türk ulusal hak eşitliği ve Kürtlerin zor yoluyla Türkleştirilmeleri politikasına son verilmesi, “bütün ulusal topluluklardan gelme işçilerin, bütün işçi sendika, kooperatif ve tüketim örgütlerinde mutlak birliği ve tam kaynaşması ile,..” demokratik siyasal özgürlüklerin kazanılması ve sömürüye ve ayrımcılığa karşı mücadelenin geliştirilmesi için koşullar daha ileri düzeyde oluşacaktır.

bir sonuç çıkarırsak

Proletaryanın uluslar sorununa yaklaşımının temel özelliği, ulusların kaderlerini tayin hakkının tanınması ve her ulusun ayrılma hakkının işçilerin sınıf mücadelesi açısından değerlendirilmesidir. Ezen ulus burjuvazisine karşı ezilen ulusun mücadelesi, baskıya karşı demokratik bir mücadeledir. İşçi sınıfı ve emekçilerin sınıf birliğinin çıkarları ve gerekleri, Kürt ulusal özgürlük mücadelesinin şiddetle ezilmesine karşı çıkmayı zorunlu kılar. Kürtlerin ulusal boyunduruk altında tutulmaları, işçi sınıfı ve emekçilerin kapitalist sömürüsü ve sınıf egemenliği altında tutulmalarını kolaylaştıran, bu baskı ve sömürüyü gizleme işlevi gören dayanaklardan biridir. Bu tekelci gerici politikayla cepheden savaş, emperyalizmin ezilen ulus hareketini, onun burjuva-toprak sahibi sınıfıyla bağlar kurarak yedekleme taktiğini de boşa çıkaracaktır. Ulusal kaderini tayin hakkının, yani siyasal devletini kurma hakkının tanınması, ezen ve ezilen ulus işçi ve emekçilerinin sınıf birliği önündeki ulusal ayrımcılık kaynaklı engelleri kaldırır ve proletaryanın sınıf birliği bu hakkın savunulması mücadelesi içinde gelişip- güçlenir. Bölgesel özerklik, farklı uluslardan emekçilerin “aynı devlet sınırları içinde” birlikte yaşamaları için demokratik koşulları yaratır. “Ulusun egemenliği uğruna her türlü ulusal baskıya karşı savaşım” ve uluslardan ve dillerden biri için her türlü ayrıcalığa karşı mücadele, “ulusal kavgalarla karartılan ve geciktirilen proleter sınıf savaşımının mutlak çıkarına”dır ve bunu en kararlı biçimde sürdürmek işçi sınıfının görevidir. İşçi sınıfı, zorla dayatılan “özümleme”ye karşı mücadele ederken, iktisadi-sosyal gelişmenin “doğal seyri” içindeki kaynaşma ve birleşmeyi savunur, sınıf bilincinin burjuva ideolojisi tarafından karartılmaması için milliyetçiliği dışlar ve ulusal ayrıcalıkların ortadan kalkması, ulusal baskının tüm biçimlerinin tarihten silinmesi, ulusal çitlerin kalkması ve ulusların birbirleriyle kaynaşması için mücadele eder.

Hiçbir ulus ve hiçbir dil için ayrıcalık kabul edilemez. Ulusların ve dillerin tam eşitliği;   serbest iradeleriyle ayrılma ve kendi devletlerini kurma hakkı dahil ulusların kaderlerini tayin hakkının tanınması, tüm ulus ve milliyetlerden işçi sınıfı ve ezilenlerin yararınadır. Tam hak eşitliğini güvenceye alan siyasi, hukuksal, sosyal, kültürel vb. tüm alanlarda her türlü ulusal ayrıcalığı ve Kürt ulusuyla ulusal azınlıkların haklarının her türlü ihlalini ortadan kaldıran ve yasaklayan yasal-anayasal düzenlemeler, okulun ve eğitimin demokratikleştirilmesinin de koşuludurlar.

Tekel direnişinde, Çemen direnişinde, Tuğla işçilerinin eylemlerinde, ve Türkiye’nin büyük sanayi kentlerinin hemen tüm işletme ve fabrikalarında Kürt işçilerinin sermayeye karşı mücadelede Türk işçi kardeşleriyle gerçekleştirdikleri ya da gerçekleşmesi için çaba gösterdikleri dayanışma ve sınıf birliği, Marksistlerin ilerletmek için sahiplenecekleri ve savunacakları kültürün ilerici öğelerini oluştururlar.

___________________________________________________

 

DİPNOTLAR

Dipnot 1 : Demokratik siyasal sistemin yürürlükte olduğunu” propaganda eden burjuva sözcüleri, hukuksal-anayasal haklar ve eşitlik üzerine bol vazlarına karşın, işçi sınıfına, emekçilere, Kürtlere ve diğer “azınlıklar”a karşı baskı ve yıkım politikası izleyerek, siyasal gericiliği tahkim etmeyi sürdürüyorlar. Burjuva demokrasisinin başlıca göstergesi olarak sunulan “genel oy” ve “serbest seçimler”, sermaye fraksiyonlarının kurdukları hükümetler aracıyla emekçi kitleler üzerindeki boyunduruğu sürdürmeleri için baş vurulan biçimsel manevralardan öteye geçmiyor. Siyasal partiler yasası, seçim barajları, seçim kurullarının uygulamaları, mahkemelerin işleyişi ve diğer düzen kurumlarının baskısı, antidemokratik siyasal sistemi sürdürmeye uyarlanmıştır. İşçi sınıfının, emekçilerin ve Kürtlerin iradesinin seçimlere yansıması bin türlü baskı ve hileyle engellenmektedir.

Dipnot 2: Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkelerinde ortaya çıkan halk başkaldırılarından, ABD yönetimiyle birlikte, emperyalist ve gerici çıkarlar için yararlanma politikası izleyen devlet ve hükümet üst bürokrasisi, bu ülkelerin yönetimlerinin karşısına, “halklarının taleplerini dikkate alma” ikiyüzlülüğüyle çıktı. Arap halklarının “kaderleri”ne duyulan bu ilgiyi belirleyen, petrol başta olmak üzere enerji kaynaklarıyla pazarlara iletim yollarının denetimi ve İsrail gericiliğinin emperyalist jandarmalık için koruyucu kollara alınmasıdır. Bombardımanlar, kara askeri harekatları, işgaller ve işgal edilen ya da yönetimlerinin sınıfsal olarak değişmediği ülkelerle yapılan yeni anlaşmaların bağlandığı hedeftir bu.

Dipnot 3: Emperyalist işgalin yarattığı koşulları, halkların bağımsızlığı ve özgürlüğü için yol açıcı gören anlayışlar Türkiye Kürt hareketi içinde de ortaya çıktı. Ancak, emperyalizm yanlısı bu görüşler fazla yandaş bulamadı ve Kürt özgürlük mücadelesinin ABD emperyalizmine karşı aldığı demokratik ilerici tutum sayesinde boşa çıkarıldı.

Dipnot 4: Kürtçe’nin on yıllarca yasaklanmasının ve anadilde eğitimin hala yasak olmasının “yarattığı travma” -söz konusu olan travmadan daha kapsamlı toplumsal bir sorun olmasına karşın-üzerine sermaye basınında liberal burjuva yazarlarının kaleminden makaleler artık daha sık yer buluyor.

Dipnot 5: Bir meclis araştırma komisyonu raporunda 3600 civarında köy ve mezranın boşaltıldığı, 3 milyon civarında kişinin göç etmek zorunda bırakıldığı belirtilmiştir.

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑