TKP’nin eski Genel Başkanı Aydemir Güler, son haftalarda, bir bakıma son bir yıl içinde EMEP’le girdikleri “güç birliğini” de kapsayan, ama asıl olarak EMEP’in çizgisiyle hesaplaşmayı amaçlayan uzun bir yazı yayımladı.
Yazını başlığı; “Solda Nefret: EMEP’in TKP’ye Bakışı”(!)
Aydemir Güler gibi. uzun zaman genel başkanlık da yapmış, TKP’nin önde gelen bir yöneticisinin, EMEP’le bir “hesaplaşmaya girmesi”, Emek Partisi’nin çizgisine yönelik eleştirilerini açıkça sergilemesi elbette hem tartışılmaz hakkı, hem de mücadele için geliştirici bir etkendir. Ancak bu yazının daha başlığında “Solda Nefret” diye başlaması hem tartışmadan beklenen amacı gölgeleyen hem de tartışmayı daha baştan sığlığa, sen ben çekişmesine indirgeyen bir tutumu çağrıştırmaktadır. Dahası başlığın ikinci cümleciği olan “EMEP’in TKP’ye Bakışı” da kulağı tersten göstermektir. Hani bir sözcük oyunuyla konuyu ilginç hale getirmek için yapılmış dense bile, cümle “nefret”le başlayınca bir polemik içinde olabilecek sözcük oyunları bile işe bir “çarpıtma”yla başlandığı duygusu uyandırmakta, dahası niyetin “iyiliği” konusunda kuşkuyu artırıcı olmaktadır. Ve yazının ilk paragrafları, bu başlığa gelmek için hayli uzatılmıştır. Öyle ki, kim böyle bir yazı yazsa, “Biz şöyle desek hemen soldan şöyle itirazlar geliyor” diyerek ülkenin başlıca sorunlarını sıralayan paragraflarla, kendilerini, pek “sevdikleri” sol camianın dışına çıkararak, “sola yönelecek eleştirilerin” hedefi olmaktan kendilerini sakınan bir tarz benimsenmesi de daha giriş bölümünden itibaren Güler’in yazısının zaafı olarak ortaya çıkmaktadır.
Çünkü yazıyı bütün olarak okuduğunuzda Özgürlük Dünyası, Evrensel gazetesi, çeşitli internet sitelerindeki yazılar, Hayat Televizyonu’ndaki röportajlar, bazı panel ve meydan konuşmaları, EMEP üye veya yöneticisi olarak bilenenlerin dışında, Ertuğrul Kürkçü’nün söylediklerinin bile EMEP’e mal edilip, EMEP’in onca yayınından durumu karşılayan bir cümle bile aktarmayan yazarın yazısında “solda tartışmaların nefretle yapıldığını” başlığa çekeceği bir şey yoktur.
EMEP üyelerinin TKP’ye yönelik eleştirilerinde “EMEP’in solda nefreti körüklediğine” kanıt olacak tek bir paragraf, tek bir cümle bile yoktur. Tabii TKP eski başkanı eleştiriyi “nefret körükleme” olarak almıyorsa! Tersine bu eleştirilerde, hem birlikte yürünüp hem de birbirini eleştiren siyasi çevrelerin üsluplarını aşacak şeyler yoktur. Üstelik bunlar Aydemir Güler’in Emek Gençliği ve TKP’li gençler arasındaki tartışmaları, “sen şunu yaptın bunu yaptın” diyerek yaptığı zorlama alıntılara karşın “solda nefreti körükleyen bir tartışma” değildir TKP’ye yönelik eleştiriler.
Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki, Güler’in yazısında en sert sözler, Güler’in kendi yorumu olarak alıntılara yakıştırdığı “nefret”e dair söyledikleri ve “provokatör” suçlamalarıdır.
Ancak şöyle bir gerçek vardır. EMEP ile TKP “ayrı dünyaların” partileridir. Programları, devrim stratejileri, sınıflar mücadelesi karşısındaki tutumları, taktik mücadele çizgileri, sosyalizm anlayışları, hatta hitap ettikleri sınıflar ve toplumsal güçler farklıdır. Ve Aydemir Güler’in EMEP’i eleştirdiği konularda, EMEP’in tutumunu yanlış anlaması ve doğru anladıklarını da reddetmesinin nedeni iki partinin farklı sınıfların dünya görüşleri ve siyasetlere sahip olmalarındandır. “Ne olacak hepimiz solcuyuz” demekle de bu farklılıklar ne aşılabilir ne de önemsizleşebilir.
Bu durum elbette yazarı zorlayan da bir durum!
Eğer yazar yazısını, “EMEP’in TKP’ye bakışı” olarak değil de “TKP’nin EMEP’e bakışı” üstünden yazsaydı, belki eleştirilerinde yine zorlanırdı, ama lafı bu kadar uzatmak zorunda kalmaz, okuyan açısından da “demek ki TKP şunu, EMEP de bunu savunuyormuş” fikir açıklığı sağlanmış olurdu. En azından okur, “TKP şu konularda bunları savunuyormuş” diyebilirdi. Çünkü Aydemir Güler’in yazısı “EMEP’in TKP hakkındaki görüşü”nden çok, TKP’nin EMEP karşısında ne kadar haklı olduğunu göstermek için yazılmış! Dolayısıyla yazısının başlığındaki cümlecik, “TKP’nin EMEP’e bakışı” olsa, belki söylenenlerin yanlışlığı değişmez ama anlatmak istenen kesinlikle daha kolay anlaşılırdı.
Başlık üzerine lafın fazlaca uzadığı söylenebilir, ama Aydemir Güler’in, bütün yazısını, dönüp dolaşıp; “EMEP, TKP ve sola nefreti körükleyen parti” olduğu fikrine oturtmak istediği dikkate alındığında, bu ön açıklama ister istemez zorunlu olmuştur.
Ama burada, bundan sonra söyleneceklerin daha anlaşılır olması için şunları da eklemek gerekmektedir.
Bu yazı Aydemir Güler’in söylediği yanlış ve haksız her şeye yanıt vermeyi amaçlamadığı gibi, yazı içinde polemik sınırlarını aşarak, (hatta tartışma terbiyesini de diyebiliriz) hem Özgürlük Dünyası’nın editörünü hem de Güler’in yazısında adı geçen yazarları küçümseyen nitelemelerine burada ayrıca yanıt vermeyeceğiz. Gerek görürlerse, buna o nitelemelerin muhatabı arkadaşlarımız gerekli yanıtı vereceklerdir. Ve tabii burada, gençlik mücadelesi, 1 Mayıs vb. gibi pratik mücadele ve bunlar üstünden taktik tartışmalarına bu yazı çerçevesinde sadece anlayış açısından kimi vurgular yapılmakla yetinilecektir. Ama EMEP için üstünkörü söylenen, daldan dala konan alıntılarla kafa karışıklığı yaratma, biraz daha yakından bakıldığında kendi tabanına yanıt verme ihtiyacından kaynaklandığı duygusu veren “EMEP eleştirilerine” burada belli başlıklar altında yanıt vereceğiz. Ki, TKP’nin nelere karşı çıktığı, EMEP’ten neden rahatsızlık duyduğu, sorunun bir nefret ve sevgi sorun olmayıp; bir dünya görüşü sorunu olduğu gerçeği ortaya çıksın!
TKP’NİN HER DERDE DEVA ‘SOL’U NASIL BİR SOLDUR?
Yazı daha baştan itibaren, her şeye kadir, her şeyi kapsayan bir “sol”, “solda şu”, “solda bu” diye başlıyor. Ve bir yandan tüm olumlulukların, devrimci değerlerin taşıyıcısı ve kaynağı olan bir “sol”dan söz edilirken öte yandan olumsuz ne varsa, bazen solun TKP’nin içinde olmadığı bir kesimine, bazen yine TKP’nin içinde olmadığı bir başka kesimine yükleyen bir tarz benimsenerek, “sol”dan yakınılıyor. Kısacası yazı boyunca “sol” lastik gibi her bir yana çekiştiriliyor.
“TKP, Ortadoğu’da emperyalizmin inisiyatifi ele geçirme tehlikesine ve bu olasılığın ne anlama geldiğine dikkat çekerek yeni bir tartışma düzlemine geçmeyi mi deniyor; solda birileri hemen ortaya atılıp “halkların mücadelesini ihmal etmemek” gerektiğini söylüyor,…
“TKP, 1 Mayıs’ların siyasal içeriksizliğine dikkat mi çekiyor,… birileri fırlayıp (yine solcular kast ediliyor İ.Ç) “sendikaları ve geniş kitleleri dıştalamamak” gerektiği yolunda, ilkokul düzeyinde bir argümanla tartışmayı engelliyorlar. …
“Yukarıdaki liste uzar gider. Konumuza gelmek için listeyi bir yerde kesmek zorundayım.” diyerek Aydemir Güler sürdürüyor sözlerini.
Ortalığa söylenmiş gibi duran bir takım lafların dönüp solun bir kesimi için ya da dolaylı olarak EMEP için söylendiğini görüyoruz.
“Türkiye solunun bu kesimlerinin tamamı liberal sapma içinde sayılamaz. Ancak Çulhaoğlu’nun sol liberalizme atfettiği etki, yaygın bir tanımlama için de pekala kullanılabilir”(!)(Gülerin aynı yazısı) gibi, değerlendirmelerle de, TKP dışındaki “sol”un bazı kesimlerinin de “iyi” olabileceğine dair saptamalar yapılıyor.
Bu yüzden de Güler ve TKP ile önce bu ne olduğu belirsiz “sol” kavramı üstünde tartışmamız gerekiyor. Çünkü “sol” kavramı, özellikle 1960’lardan beri, siyasal yelpazede sadece bir yere karşılık gelmiyor, (böyle olsa tartışmaya değmezdi) Marksizmin en temel kavramlarını muğlaklaştıran ve Marksist teoriyi piyasalaştıran, sınıfı, sınıf mücadelesini siyaset alanının dışına atan bir tutuma karşılık geliyor. Bu yüzden de “sol”la tanımlanan ideolojik siyasi tutum, TKP ve bütün diğer liberal ve popüler sosyalizm akımlarıyla Marksist sosyalizm arasındaki ayırımın da ana ayrım çizgisini oluşturuyor.
Sözü biraz uzatma pahasına bu tartışmayı burada yapmak durumundayız. Çünkü TKP’nin sosyalizm anlayışının, Marksist sosyalizmle taban tabana zıtlaşmasının referansları “sol” ve ona yüklenen içerikte saklı.
Bu yüzden de “sol”un son yarım yüzyılda kazandığı içeriğe kısaca değinmekte yarar olacaktır.
Şöyle ki; bugün tam bir piyasa kavramı haline gelmiş olan “sol” kavramı, Marksist literatürde genelde “olumsuz” anlamda, Marksizmden “sol”a sapmalar için kullanılır. Genellikle de bireysel terörizmi siyasi mücadelenin asıl aracı olarak kullanmayı amaçlayan siyasi tutumları adlandırmak için kullanılmıştır.
Bizde “sol”, 1960’lı yıllarda cuntacı YÖN’cüler ile kendilerine sosyalist deme cesaretini gösteremeyen liberal sosyalist çevrelerce kullanılıp popülerleştirilmiştir. Yok efendim, “Fransız devrimi sırasında mecliste yoksullar solda, zenginler sağda oturur”muş da, ondan dolayı, “yoksullardan yana olanlara solcu, zenginleri savunanlara da sağcı denmiştir” gibi “şark kurnazı” kaba aktarmalarla “sol” “her derde deva” bir kavram olarak, ama kesinlikle “olumlu” değerlerin yüklendiği bir kavram olarak siyaset “piyasasına” sürülmüştür. Zaman içinde de sosyal demokratlardan terörizmi benimseyen ya da Marksist sosyalistlere kadar her akımın “sol” sayıldığı bir siyaset piyasası oluşturulmuştur. O günden beri de “sol”, sermaye propagandacılarının, en pespaye “solcuları” göstererek, “sol” diye nitelediği, herkesi aynı çuvala koymasının dayanağı olduğu gibi aynı zamanda az çok uyanan emekçileri, işçileri “solculuğun kadim partisi” CHP’ye yedeklemenin dayanağı yapılmıştır. Öyle ya; madem herkes solcu, neden koca solcu CHP varken solun oyları bölünsün ki!
Az çok ciddiye alınacak her felsefi akım, en başta da Marksizm, bir kavram öne sürerken, o kavramla daha önce açıklanmayan, anlaşılamayan olay ve olguların anlaşılmasını sağlamayı amaçlamıştır. Aksi halde yeni her kavram yeni gereksiz bir laf demektir. Bu açıdan bile “sol”, yön belirtme dışında ya da sapmayı belirleme dışında yeni bir şey anlatmamaktadır. Ama tersine daha önce üstünde anlaşılmış olan, sosyalizm, sosyal demokrasi, komünizm, sınıf mücadelesi vb. gibi pek çok kavramı siyaset alanının dışına sürmenin yolunu açarak, sığlığı ve bulanıklığı artırıcı bir rol oynamaktadır. Örneğin, “bu kişi solcudur” demek, o kişi hakkında bir şey söylemek değildir. Çünkü o kişi İngiltere eski Başbakanı ya da CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu gibi bir sosyal demokrat ya da Maocu, Marigellacı, Marcusçu, IMF Başkanı bir “sosyalist” Dominik Strauss Khan gibi bir liberal, dönek bir Marksist, bir anarşist, anarko sendikalist, bireysel terörist bir örgütün yandaşı vb. olabilir.
Emek Partisi’nin 2006 yılında çıkardığı “Emek partisi nasıl bir partidir” broşüründe, “EMEP sol bir parti midir?” sorusuna şöyle yanıt veriliyor:
“Bugün politik arenada en çok kullanılan sözcüklerden birisi sol ya da sağ sözcükleridir. Ama yine, politikada en belirsiz ve en çok üstünde tepinilen sözcük de ‘sol’dur. Çünkü bugün bir partiyi ya da siyasi odağı ‘sol’ olarak tanımlamak aslında hiçbir şey söylememektir. Örneğin, ‘A partisi sol bir partidir’ denildiğinde; bundan, sosyal demokrasiden komünist partiye kadar akla gelebilecek her tür siyasi eğilimlerden birisini kastetmiş olabiliriz. Bu ise, hemen hemen hiçbir şey dememektir. Bir de sosyal demokrasinin ve eskiden kendisini Marksist, komünist gören siyasi mihrakların neo-liberalizme bağlandıkları, emperyalizm konusunda tümüyle saf değiştirdikleri göz önüne alındığında, sol, artık dünkü kadar bile bir ayrım nitelemesi olmamaktadır. Ama örneğin her seçim döneminde daha da ateşlenmek üzere ‘solcuların birliği’ gündeme getirilmektedir. Kendisine ‘solcu’ diyenlerin, kendisine sağcı diyenlere karşı birleşmesi gerektiği gibi bir varsayım üstünden masa başı projeleri gündeme getirilmektedir. Bugüne kadar bu konuda hiçbir gerçek adım atılamadığı halde, bunda ısrar edilmektedir. Bunda ısrar edenler örneğin CHP ile, DSP ile, Kızılelmacı ‘solculuk’la EMEP’in ve diğer, kendisine sosyalist diyenlerin birleşmesi gerektiğini iddia etmektedirler. Peki; ‘Çılgın Türkler’ milliyetçiliği ile sokaklarda insanları linç etmek için gösteri yapanların arkasındaki ‘solculuk’la, EMEP’in enternasyonal, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını savunması nasıl birleşecektir? Hele ortada çözülmesi gereken bir Kürt sorunu varken ve milliyetçilik gemi azıya almışken; bırakalım birliği, Kürt hareketi gerekçe gösterilerek, seçim ittifakı bile olanaksız olmaktadır. Kaldı ki, siyasi yelpazedeki her partinin ötekine göre sağda ya da solda olması bakımından da kavram anlamsızlaşmaktadır.
“Elbette günlük dilde bu tür nitelemelerden söz etmek zorunda kalınmaktadır. Ama o zaman bile ‘tırnak içinde’ kullanmak gerekir. Çünkü ‘solculuk’ kavramı sosyalist literatürde ‘olumsuz’, Marksizmden, bilimsel sosyalizmden bir sapma, daha çok da sekter ve siyasette bireysel terörizmi esas alanlar için kullanılmaktadır. Bugün ise ‘sol’ nitelemesini, kendilerine sosyalist deme cesareti bile olmayan ve sosyalizmi de belirsizleştirerek kendi burjuva fikirleri doğrultusunda eğip bükenler ‘olumlu’ olarak, bir övünç ifadesi olarak kullanmaktadır. Bu yüzden de “sol” ya da “solculuk” bir “belirsizlik” olarak ortada dolaşmaktadır.
“Ama şöyle denirse; sermayenin çıkarlarının en radikal savunucularının en sağda, komünizmin en gerçek savunucularının da en solda olduğu; bütün diğer akım ve eğilimlerin bunların arasında yer aldığı bir siyasi yelpaze yapılarak, ‘EMEP sol bir parti midir?’ sorusu sorulursa; bu soruya; ‘EMEP en soldaki partidir’ demekte hiçbir sakınca yoktur.”
EMEP’in yaklaşımı budur ve TKP de Türkiye’de “sol”u en çok kullanan bir parti olarak bu eleştirilerin hedefidir.
EMEP ‘GÜÇBİRLİĞİ’NDEN NE ANLIYOR?
Aydemir Güler yazısına, “girizgâh”tan sonraki ilk başlık* olarak “EMEP Güçbirliğinde” (!) bölümüyle başlıyor. Referandumda “hayır” denilerek yapılan güçbirliğini “anlamlı” buluyor, ama bu güçbirliğinin dağılmasında, sorunu/sorumluluğu EMEP’e yüklüyor.
“Solda seçimlerin işbirliklerine yardımcı değil, engel olduğunu söylemek durumundayız. Bu kez de öyle oldu ve seçim taktiklerine ilişkin, bahsi geçen sol parti ve hareketlerin dışındaki kesimleri ilgilendiren olasılıklar, cepheleşmenin de önüne geçti. Burada soyut konuşmanın anlamı yok. Cepheleşmeyi baltalayan ilk faktör, EMEP’in birincil seçim partneri olarak BDP’yi görmesinden ibarettir” diyen Aydemir Güler, tartışmanın seyrinden hiç söz etmiyor. Çünkü o zaman, EMEP’in daha en başından; bu 3 parti ve 1 politik çevrenin referandum ya da başka bir iş için bir araya gelmesine “cepheleşme” denmesinin doğru olmayacağını, böyle bir birliğin cephe olamayacağını, bunun aynı zamanda gerçek bir cepheleşme çabasını da baltalayacağını söylediğini ifade etmesi gerekecekti. Ama burada daha önemli olan, böyle bir “cepheleşme” ve birlik açısından, özellikle seçime giderken ve “nasıl birlik” ve “kimlerle birlik” tartışması sürerken, TKP’nin kendi ön koşulu olarak “BDP ile kesinlikle bir seçim ittifakı içinde olmayacağı” biçiminde yazılı bir dayatmayla gelmesidir. EMEP böyle bir dayatmayı kabul etmemiştir. Bunun yanlışlığını dili döndüğünce anlatmıştır. Öyle olup olmamasından bağımsız olarak, bir partinin, isminde “komünist” sıfatı bulunan bir partinin Kürt hareketiyle yan yana gelmeyi “kırmızı çizgimiz” olarak belirlemesinin yanlış ve anlaşılmaz olduğunu anlatmıştır. Ama Güler dönüp; “Cepheleşmeyi baltalayan ilk faktör, EMEP’in birincil seçim partneri olarak BDP’yi görmesidir” diyerek işin içinden çıkıyor. Gerçek ise tersidir. TKP, BDP’nin içinde olacağı bir seçim ittifakında olamayacağını açıklayarak, bu görüşmelerin akamete uğramasına yol açmıştır.
Ama EMEP, BDP ile birlikte olunmamasının bir koşul olarak ileri sürülmesini kabul etmemiş, bunun yanlışlığını anlatmıştır. Yer alıp almamanın BDP’nin bir tercihi olabileceğini, ama bunun olması için çaba gösterilmesi gerektiğini ifade etmiştir. BDP’nin olmayacağı bir seçim ittifakının belki olabileceğini, ama bunun ülkenin dinamik güçlerinin bir ittifakı olmayacağı için anlamlı bir ittifak olamayacağını her platformda savunmuştur. Ancak tartışma TKP’nin dediği aşamaya gelmeden, TKP, bu tutumu gerekçe edinerek tartışmayı bitirmiştir!
EMEP’in birlik, ittifak anlayışı için yine “Emek Partisi nasıl bir partidir?” broşürüne başvuralım. Bu broşürde “EMEP’in ‘solda birlik’ diye bir sorunu yok mudur?” sorusuna şöyle yanıt veriliyor:
“Siyaset; o anda karşıya alınan güçlere karşı, o an için çıkarları ortaklaşan güçlerin birleştirilmesi, mücadeleye çekilmesi sanatıdır. Bu nedenle de siyasette ‘birlik’ sorunu en yakıcı sorunlardan biridir. Ama birlik sorunu; kendilerini sol ve sağ sözcükleri ile tanımlayan siyasi odaklar arasında birlik sorunu olarak alınırsa, bugüne kadar görüldüğü gibi; birlik üstüne çok konuşulur ama ciddi adımlar atılamaz. Ama birlikten kast edilen; belirli talepler için çeşitli odakların bir araya gelmesi ve o taleplerin elde edilmesine kadar aralarında ittifak oluşturulması* ya da seçim dönemlerinde olduğu gibi, seçim ittifakları yapılması ise, EMEP elbette bunları yapmak için çaba harcamaktadır; bundan sonra da bu konuda elinden geleni yapacaktır. Burada da belirleyici olan o siyasi partinin, o siyasi odağın kendisini ‘sol’ ya da sağ olarak tarif etmesi değil; üstünde ortaklaşılan taleplerdir. Örneğin bugün Türkiye’de, Kürt sorununun demokratik çözümü, gerçek bir laisizm, anti-emperyalizm ve işçi sınıfının, emekçilerin haklarına yönelik saldırıların karşısına çıkmak, IMF, Dünya Bankası sultasına son verecek bir ekonomik program etrafında birlik zorunludur. Ama örneğin CHP’den İP’e soldan en çok söz eden partiler, ‘Kızılelma solculuğu’ böyle bir birlik platformunun dışında kalmaktadırlar. Hatta sadece Kürt sorunu ya da gerçek bir laisizm talebi ile ‘solda’ görünenlerin pek çoğu birlik platformu dışına düşmektedir. Ama örneğin kendisini ‘sol’ olarak tarif etmeyen DTP böyle bir birlik platformunun içinde kalabilmektedir.
“Kısacası birlik sorunu; genel olarak ‘solun birliği’ değil; ‘şu şu talepler etrafında birlik’ sorunudur ve EMEP de, sorunu böyle görmekte; ortaya üstünde birleşilmesi gereken talepleri koymakta; partilerin kendisini sol ya da sağ diye nitelendirmesine bakmadan o talepler etrafında birliği savunmaktadır. Ve elbette ki EMEP; sadece partileri değil; sendikalar ve emek örgütleri başta olmak üzere işçilerin, emekçilerin ekonomik, kültürel, sosyal karakterli örgütlerini de bu birliklerin unsuru olarak görmektedir.
“EMEP’in programında birlik sorununa yaklaşım şöyle devam etmektedir: Emek Partisi bütün farklılıklarına ve eleştirilerine karşın, diğer siyasi partilerle, işçi sınıfının ve emekçilerin çıkarları doğrultusunda güç ve eylem birlikleri yapacaktır.
“Emek Partisi her yerde, mevcut toplumsal ve siyasal düzene karşı her devrimci hareketi destekleyecektir…
“Emek Partisi yalnızca ülke içinde değil, uluslararası planda da, bütün ülkelerin devrimci demokrat hareketleri arasında, emperyalizme ve tekelci kapitalizme ve gericiliğe karşı birlik sağlanması için çalışacaktır.”
Bu genel yaklaşımlar dikkate alındığında;
1-) TKP’nin sınıf mücadelesi anlayışı, sınıf dışı bir anlayış; siyasi çevreler arasında bir itiş kakış halidir:
Yukarıdaki alıntıdan açıkça anlaşıldığı gibi, EMEP için birlik sorunu, belirlenen hedefe varmak için o hedefe varmak isteyecek ve bu amaçla nesnel bakımdan bir araya gelebilecek tüm güçleri bir araya getirme mücadelesidir. TKP ise, tersine, yalnızca şu şu partiler (çevreler) bir araya gelsin, onlarla ne yapacağımızı kararlaştıralım demektedir. Tabii bunu bir adım olarak söylese, yine de anlaşılırdır. Ancak TKP, o hedefe gidebilecek güçleri “solcu”/”bir arada olunabilir” ve “sağcı” ya da Kürt hareketine ilişkin değerlendirmesinde olduğu gibi “bir arada olunmaz” güçler olarak ayırmakta, sadece kendince “solcu” olanlarla birlik olmayı benimsemektedir. O zaman da TKP; “şunlar varsa ben yokum” diyen “seçmeci”, “solcuların birliği” ile sınırlı, toplumdaki sınıfların ve birbiriyle çatışma içindeki toplumsal kesimlerin (etnik, din, mezhep, cins, sınıf farklılıkları gibi) talep ve ihtiyaçları dışında bir birlik anlayışı gündeme getirmektedir.
Bu anlayış; seçimlerde “BDP’yle olmamayı” kendisi için “olmazsa olmaz koşul” olarak öne sürerken, işi, 1 Mayıslarda “sağcı” kategoride tanımladığı Türk-İş, Hak-İş, Kamu Sen gibi sendikalarla bir arada olmamaya, hatta seçimlerde sevmediği tutumlardaki (ahlaktaki) vatandaşlardan “oy istememeye” kadar varmaktadır.
Bu anlayış, kendisini, TKP’nin sınıf mücadelesi ve devrim anlayışında çok daha açık biçimde ortaya koymaktadır.
Hiçbir yerde bu açıklıkla yazarak ifade etmese de, TKP için devrim, TKP’lilerin sayısının artırılmasıyla, nüfusun “çoğunluğunun en azından TKP’yi destekler hale gelmesiyle mümkündür. Bu yaklaşım, TKP’yi bir yandan parlamentarizmin kucağına iterken*, öte yandan da sınıf mücadelesi dışında bir parti olmaya zorlamaktadır. Onun nedenle, TKP, yönetiminde sağcıların olmadığı sendikaların, ÖSYM mağduru sağcı öğrencilerle “milliyetçilikle malûl” gördüğü Kürtlerin olmadığı, en azından “kendi belirleyip seçtikleri”yle bir arada olacağı bir mücadeleyi tercih etmektedir. Bu anlayışın devrimi de, sömürülen ve ezilen kitlelerin değil ama TKP’lilerin eseri olarak görmekten kaçınamayacağı apaçıktır.
’60’lı yıllarda “devrim devrimcilerin eseridir” diyen modern revizyonizmin kefareti “solcu” anlayış, aradan geçen yarım yüzyıl sonra, TKP’de parlamentarizme bulanmış bu haliyle, o dönemin “devrim” anlayışının karikatürü olarak kristalize olmuştur. Onun içindir ki TKP, çeşitli “sol” çevreler ve işçi sınıfının “solculaşmış” ve ne yazık ki “solculaşırken” de sınıfın ana kitlesinden kopmuş, bürokratik, “solcu” bir mücadele anlayışına savrulmuş kimi unsurları dışındaki kesimleriyle talepler etrafında bir mücadeleden kaçmaktadır. Bahanesi de hazırdır: Bunlar gericidir, dincidir, milliyetçidir! Bu nedenle TKP, sınıf mücadelesinin nesnel ihtiyaçlarını gözeterek hareket etmemekte, taktiklerini buradan geliştirmemekte; ama reformasyona uğratılarak, sistem içi, parlamenter formlar kazandırılmış “devrimci”, “sol semboller”, belirlenmiş “sol çevreler” ya da kimi sloganlar etrafında kurulan birliklerle kendini sınırlamaktadır.
Bu yüzden de TKP’nin “sınıf mücadelesi”, karşıt sınıflarla ulusal vb. çeşitli toplumsal güçlerin, işçi sınıfının ve öteki toplumsal kesimlerin yer almadığı, tersine ancak çeşitli sol parti, çevre ve kişilerin kendilerine yer bulabildiği, bunların karşı devrimci başka siyasi güçlere karşı mücadele ettiklerini sandıkları bir mücadeledir. Bu anlayışla, sınıf mücadelesi, kaçınılmaz olarak önce sağcı parti ve çevrelerle solcu parti ve çevrelerin slogan düzeyinde tartışmasına indirgenirken, “sol içindeki” mücadele de sol grupların birbiriyle itiş kakışına indirgenmektedir.
Ve Güler, partisinin sınıf mücadelesi anlayışının tipik ifadesi olan sol grupların sürekli birbiriyle itiş kakış halinden yakınmaktadır.
2-) TKP, “akademik bir sosyalizm” anlayışını savunmaktadır:
Bu yazının ağırlıklı bölümünü oluşturan TKP’nin sınıf mücadelesi karşısındaki tutumu, gerçekte onun sosyalizmden ne anladığı ile sıkı sıkıya bağlantılıdır. Çünkü devrimi yığınların eseri, sosyalizmi işçi sınıfının kuracağı bir düzen olarak gören Marksist devrim ve sosyalizm anlayışına sahip olan bir parti; sınıf mücadelesinin kendisine dayattığı görevler karşısında bu görevlerden bazılarını, ne yazık ki en önemlilerini, “ayağına çamur bulaşacağı”nı düşündüğü için elinin tersiyle itmez, tersine bu alandaki mücadeleyi, sınıfı, mücadele içinde eğitilip, öteki ezilen ve sömürülen toplumsal sınıf ve tabakalarla birleşip ilerleyeceği, ülkeyi yöneten bir güç (bilinç, örgütlenme düzeyi ve özgüven olarak) olarak örgütlemeyi amaçlar.
Şimdi Güler ve TKP önde gelenleri, “Biz de öyle yapıyoruz” diyebilirler. Ancak gerçek böyle değil. İşte 1 Mayıs’taki tutumları*. 1 Mayıs’taki tutumlarının yanı sıra seçim taktikleri, gençlik mücadelesi içindeki tutumları, tam da bu mücadeleye “sol kesim”in dışarıdan katılıp, “mücadeleyi lekeleyen kesimlerin” katılmaması, bunların mücadeleyi kirlettiklerinin düşünülmesi ve devrimin kitlelerin değil, tersine “solcuların”, dahası “komünistlerin” eseri olduğu fikrinden kaynaklanmaktadır. Bu yaklaşım, TKP’nin en yakın çevresinden çıkan ve herhalde TKP’nin denetimi ve izniyle de yapılan “Devrimden Sonra” filminde çok açık biçimde ortaya konmuştur. İşçisinden askerine, köylüsünden orta sınıf vatandaşa hiç kimsenin haberi olmadan yapılan ve sonrasında olacakları ilan eden devrim anlayışı, açıkça bir film olarak ortaya konmuştur. Gerçi TKP önde gelenleri filmin böyle eleştirilmesine çok kızıyorlar, ama bu film kendi eserleridir. Hani başkası yapsa, denir ki, “TKP’ye kara çalmak için yapıldı!” Ama öyle değil. Filmdeki devrim ve kitle ilişkisi anlayışı; 1 Mayıs, seçim taktiği, üniversite mücadelesinde de görüldüğü gibi, bulundukları her yerde kitle mücadelesi karşısında aldıkları seçkinci, “yukarıdan” tavırla tam bir uyum içindedir. Bu yüzden de bu film; TKP’nin “devrim” algılamasını, yığın mücadelesiyle devrim anlayışının ilgisizliğini ve TKP’nin sosyalizm anlayışının işçi sınıfıyla hiçbir bağlantısının olmadığını çok başarılı biçimde ortaya koyan bir sinema eseridir! Bu filmde, sosyalizm açıkça; yığınlardan kopuk, “yukarıdan”, adeta bir askeri darbe gibi ve “komünistlerin” yaptığı bir “devrim” olarak konmaktadır. Bu yüzden de filmdeki “şu ev senin”, “bu fabrikalar şunların”, “bundan böyle şöyle yaşayacaksın” diye herkese ulufe dağıtır gibi davranan devrimcileri varsayan ve Marksist sosyalizm anlayışıyla hiçbir biçimde bağdaşmayan sosyalizm anlayışı, aslında TKP’nin sosyalizm ve sınıf mücadelesi anlayışının çok rafine bir ifadesidir.
Komünistler dışında hiç kimsenin haberinin olmadığı, radyolarla, işyerlerindeki hoparlörlerle duyurulan; emekçilerin, halkın beklentilerine yukardan yanıt vermeyi amaçlayan bir devrimdir bu. Ve kaçınılmaz olarak bu devrimin iktidarı da “TKP’nin iktidarı”dır. Ve TKP’nin iktidara geldiğinde neler yapacağını anlatmaktadır bu film. Tıpkı Erdoğan’ın, Kılıçdaroğlu’nun halka, “Beni iktidara getirirseniz size şunları vereceğim demesi gibi!*
Hatırlayalım; Leninizm ve Troçkizm arasındaki “sosyalizmin proletaryanın diktatörlüğü mü olduğu, yoksa partinin diktatörlüğü mü olduğu” tartışması tam da TKP’nin anlayışının eleştirisidir. Troçki ve yandaşları sosyalizmi “partinin iktidarı” olarak anlarken, önce Lenin ve ardından da Lenin’i ve Marx’ı referans alarak Stalin ve SBKP, sosyalizmi “işçi sınıfının iktidarı” olarak ele alırlar. Partiyi, Sovyetleri, sendikaları, tüm öteki başlıca işçi, emekçi örgütlerini işçi iktidarının bileşeni olarak görürler. TKP ise, ortaya koyduğu anlayışla, bu tartışmada partinin iktidarıyla işçi sınıfının iktidarını aynılaştırmaktadır. Bu yüzden “komünist” partinin, kapitalizm koşullarında, başta işçi sınıfı olmak üzere emekçi sınıfları eğitme, birleştirme; bilinç ve örgütlenme düzeylerinin ülkeyi yönetecek bir düzeye gelmesi için hayatın her alanında, hiçbir imkanı küçümsemeden mücadelelerinin örgütlenmesi gibi bir sorunu yoktur. Tersine, “okuyarak” ya da bir biçimde sosyalizmi öğrenen kişilerin TKP’ye katılması ya da onu destekleyen bir konuma gelmesi yeterlidir. Hele bir de, nereden geleceklerse, “500 bin boyun eğmeyen kişi” bulurlarsa tamamdır! Örneğin D. Perinçek, zamanında A. Türkeş, günümüzde D. Bahçeli’nin de tabii ki kendi kavillerince boyun eğmediklerini akıllarına getirmeden peşine düştükleri “boyun eğmeyenler” arayışının kapitalist toplumu dönüştürecek başlıca güçle ilgilenmediği öylesine açıktır ki; tüm nesnelliğiyle komünizm yapıcısı olan sınıf değil, boyun eğip eğmemek türü ahlaki, haydi diyelim ki siyasi kategoriler hareket noktası edinilmektedir. İşçi sınıfının ana kitlesinin ve öteki emekçi kesimlerin kazanılması gibi bir sorunu yoktur TKP’nin. Eğer öyle olsaydı; her toplumsal mücadelede hemen “sol”-“sağ” ayrımı yaparak yürümek yerine, sağın; gericiliğin etkisindeki işçi ve emekçi yığınları ortak talepleri etrafında birleştirerek, sermaye güçlerine karşı (dün yandaşı olduğu partiye, devlet güçlerine, gerici odaklara karşı) harekete geçirecek bir mücadele anlayışına sahip olurdu. Ki bu durumda, mücadele stratejisini, “solcu”-“sağcı” ayrımı üzerinden değil, dönüştürücü toplumsal güçleri sömüren-sömürülen, ezen-ezilen karşıtlığını esas alarak örgütleyen, bugünün sermaye güçlerinin yedeğindeki emekçi yığınları yarının sosyalizmini kuracak güçlere dönüştüren bir mücadele üzerinden kurardı. Böyle olsaydı, EMEP’in “ittifaklar” ve “cephe” anlayışına saldırarak, etkisiz ve sınıfsal dayanaktan yoksun “sol cephe” anlayışına dayanak aramak yerine, EMEP’in ne dediğini anlamaya çalışırdı. Ve o zamanda tartışma, Güler’in deyimiyle sadece “keyifli” olmaz, aynı zamanda herkes için öğretici ve ilerletici olurdu.
Kısacası EMEP, işçi sınıfının, proletaryanın iktidarı olan bir sosyalizmi, proletarya sosyalizmini, aynı anlama gelmek üzere bilimsel sosyalizmi, Marksist sosyalizmi savunmaktadır. Bunun gereği olarak da EMEP, programı ve stratejisiyle sıkı biçimde bağlı olarak, tüm taktiklerini işçi sınıfını eğitmeyi, onu sosyalizmi kuracak bir güç olarak eğitip örgütlemeyi gözden ırak tutmadan geliştirmekte; bütün güncel görevlerini, bu stratejik hedefine uygun olarak biçimlendirmeye çalışmaktadır. TKP ise, okunarak (daha çok da kulaktan dolma ve sol piyasadan) öğrenilen ve sosyalizmi “öğrenenlerin” TKP’ye katılarak devrimi yapacakları bir sosyalizm, bir türden “okulcu” ya da “akademik sosyalizm”* diyebileceğimiz küçük burjuva bir sosyalizm anlayışını savunmakta, bu yüzden de EMEP’in yapmak istediğini anlamamakta ya da tümüyle yanlış anlamaktadır. Onun içindir ki, TKP, EMEP tarafından kendine yönelik eleştirileri de “solda nefreti körükleme” gibi politikada sadece kişisel düzeyde anlamlı olabilecek nitelemelerle açıklamaya çalışmaktadır.
ULUSAL SORUN, TKP’NİN MİLLİYETÇİLİĞİ VE KÜRT SORUNU
Ulusal sorun, en azından 20. yüzyılın başından beri (emperyalizm çağı ile birlikte), enternasyonalist bir sosyalizm anlayışına sahip olmayan sosyal demokrat, sosyal şoven, burjuva sosyalizm akımlarının temsilcileri tarafından netameli bir alan olarak görülmüştür. Ezilen ulusların başkaldırıları, bu burjuva sosyalizminin temsilcileri tarafından bazen “anayurdun savunulması”, bazen “ezilen ulusun emperyalizmin dümen suyunda olması”, bazen “ezilen ulus milliyetçiliğinin işçi sınıfının birliğine vereceği zarar” gibi bahanelerle karalanmıştır. Ve bu ve benzeri gerekçelerle “ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı” söz konusu “kutsal değerler” adına ayaklar altına alınmış; işçi sınıfı ve sosyalizm adına ezen ulus burjuvazisinin (yeri geldiğinde “anayurdun savunulması” adına emperyalist kamplardan birinde) ezilen ulusun (ulusların) üzerine yürümesi ve zoru benimsenebilmiş, bazen hatta teşvik edilmiştir!
“EMEP’in bilmeden yazıp çizdiği konulardan biri de, ulusal sorundur” diye başlıyor TKP’nin eski Genel Başkanı, yazısının “EMEP Ulusal Sorunda”(!) başlıklı bölümüne. Ve her başı sıkıştığında da “EMEP’in Lenin’i yanlış okuduğu”, “sonuna kadar okumadığı” gibi laflarla herhalde genç TKP’lilerin “ulusal sorunda TKP’nin nasıl bir yerde durduğunu” merak eden kesiminin sorularını baskı altına almak istiyor.
Elbette biz TKP’nin önde gelen kadrolarının Lenin’i okumadıklarını ya da sonuna kadar okumadıklarını söylemiyoruz. Yazdıklarından belli olmasa da, “okuyorlar”dır! Ama Marksizmin, Leninizmin en büyük çarpıtıcılarının (Bernstein, Kautsky, Buharin, Kruşçev, Gorbaçov… gibi) da bu “okuyanlar” içinden çıktığını biliyoruz. Çünkü Marksizm Leninizm sadece okunan bir metin olarak kaldığında, hayatın pratiği içinde her gün yeniden özümsenmediğinde, sadece okumuş cahiller kategorisini (tabii bunu iyi niyetle yaparsanız) kalabalıklaştırmış olursunuz. Aydemir Güler, bu kategoriye girmeye çok hevesli görünüyor. Ve “akademik sosyalizm” nitelemesini hak etmek için elinden geleni yapıyor görünüyor.
Türkiye’de sosyal şovenizmle, bırakalım proleter enternasyonalizmini, bırakalım Marksist sosyalizmi, tutarlı demokrat olmayı bile ayıran bir mücadelenin sıcak biçimde sürdüğü koşullarda TKP’nin önde gelen bir şahsiyetinin (kuşkusuz TKP’nin de) ulusal soruna bu kadar uzak, bu kadar yabancı olması, bu kadar anlamaz gözlerle bakması anlaşılır değildir.
Burada “bu kadar kitaptan bakmamak olur” “suçlaması” yapmamızı okur yadırgamamalı. Çünkü Güler burada, kitaptan bile bakmıyor.
Çünkü Güler kitaptan bile baksa, en azından ulusların kendi kaderini tayin hakkını savunmayı, “taktik bir sorun” iddiasını öne sürerek, ilkesel olarak reddetmezdi!
Şunları söylüyor Güler yazısında:
“EMEP, Sovyet sonrası dünyada ulusların kaderlerini nasıl tayin ettikleri hakkında ne demektedir? Yirmi yıldır halkların çıkarına, işçi sınıfının ağırlığının artmasının eşlik ettiği, bu anlamda ilerici, emperyalizmi gerileten, özgürlüğü yakınlaştıran, milliyetçiliği baskılayan bir tayin olayı yaşanmış mıdır? Sovyetlerin var olduğu dünyada, anti-emperyalist bir ilerlemenin parçası olan kendi kaderini tayin pratiği, neden emperyalizmin lehine tecelli etmektedir?
“… Lenin’in ulusların kendi kaderini tayin hakkını evrensel, genel geçer bir ilke olarak değil, dönemsel bir devrimci taktik olarak formüle ettiğini görmek için yüzeyden derinlere gitmek bile gerekmez. Sadece yarım yamalak okumak yerine baştan sona okumak yetecektir.
“… Üçüncü evrede ise ulusal süreçler üstündeki genel emperyalist etki artmıştır.
“EMEP, … emperyalizmin manipüle ettiği, yeniden biçimlendirdiği dünyada halkların özgürlük mücadelesini aramaktadır.
TKP’nin, içinde bulunduğumuz evrede ulusal dinamikler üstünde emperyalizmin daha geniş olanakları olduğunu bilmesi, bu dinamiklere kayıtsızlık veya düşmanlık üretmesine neden olmamaktadır. Ancak eski dil, yöntem ve araçların Marksist-Leninist yönteme dayanarak yenilenmesi gerekmektedir.”
Bu kadar uzun bir pasajı bu önemli konuda Güler’in ne dediği kendi ağzından anlaşılsın diye aktardık. Ancak, tarihsel referanslara atıflarla genellemeler yapan Güler, sonunda bütün Marksizm çarpıtıcılarının gerekçesine sığınıyor: “Ancak eski dil, yöntem ve araçların Marksist-Leninist yönteme dayanarak yenilenmesi gerekmektedir.”
Bernstein’den Gorbaçov’a bütün revizyonistlerin gerekçesidir bu.
Burada şöyle bir sorun da var: Eğer bunu söylüyorsanız, demek ki henüz yeni bir yaklaşımınız yok demektir. Ama öyle değil, aslında Güler son 20 yılın (burada 20 yıl SB’nin çöküşünden sonraki dönemdir) ulusal mücadelelerini, emperyalizmin yedeğindeki, hatta onlar tarafından organize edilen girişimler olarak toptan mahkûm ediyor. Yukarıdaki uzun aktartmadan, Güler’in kafa karışıklığını yansıtan metinden anlaşılan tek şey bu. Ötesi, TKP şunu yapmaya çalışıyor.. kısmı ise işin hikâyesi.
Burada Güler’in iddiasını üç başlık altında ele alabiliriz.
1-) Ulusların kendi kaderini tayin hakkı taktik bir sorun mudur?
Aydemir Güler, Lenin ve Stalin’in “ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı”nın “taktik bir sorun” olduğunu öne sürdüklerini iddia etmektedir. Bu doğru değildir. Marx’tan başlayarak, Lenin ve Stalin başta olmak üzere tüm gerçek Marksistler; ulusların kendi kaderlerini tayin hakkının”, ulusların tartışılmaz bir hakkı olduğunu, her ulusun kendi kaderini serbestçe tayin hakkının tartışılamayacağını her vesileyle tekrar tekrar söylemişlerdir.
“Taktik” olan, yani tartışılan, bu hakkın kendisi değil, “bu hakkın ulus tarafından nasıl kullanıldığı”dır; taktik, hakkın kullanımına ilişkindir. Yani ezilen ulusun, kendi kaderini, ezen ulustan ayrılıp kendi devletini kurarak mı, özerklik, federasyon ya da başka bir biçim altında mı gerçekleştireceği taktiğin konusuna girerr. Burada Marksistler, bazen ayrılmayı savunmuşlar (Polonya’nın Rusya’dan ayrılmasını savunan Marx ve Engels, böylece Polonya proletaryasının bu ayrılmadan yararlanarak güç toplayacağını, aynı zamanda bu ayrılmanın Çarlığı zayıflatacağını söylemişlerdir.), bazen de ayrılmaya karşı çıkmışlardır. Burada Finlandiya’nın sosyalist Rusya’dan ayrılması ve Lenin’in bu konudaki tutumu öğreticidir.
Finlandiya örneği şöyle: Ekim Devrimi’nden sonra hâlâ Rusya sınırları içindeki Finlandiya’nın kendi kaderini tayin etmesi için yapılan referandumda, “ayrılma” kararı çıkar. Lenin, Finlandiya proletaryasının kendi burjuvazini izlemesinden üzüntü duyduklarını, Fin proletaryasının çıkarının Rusya proletaryasıyla birlikte sosyalizmi inşa etmekte olduğunu, ama Fin ulusunun ayrılma hakkına da saygı göstereceklerini söyler ve Sovyet Rusya Finlandiya’nın ayrılmasını tanır.
Bu örnekte de açıkça görüldüğü gibi, sadece teorik bakımdan değil, pratikte de ulusların kendi kaderini tayin hakkı taktik sorun değildir. Tersine bu konuda hiçbir tartışma yoktur. Zamana, ülkeye ya da başka koşullara göre değişen, “taktik” denebilecek olan, tayin hakkının nasıl kullanılacağıdır!
Türkiye’de de sermaye güçleri Kürtlerin kendi kaderini tayin hakkını tanımıyor. “Kaderinizi biz tayin ederiz; siz bizim tayin ettiğimiz alanda verebileceklerimizle yetinmelisiniz” diyor.
Demokrasi güçleri ve tabii ki Marksistler, proleter sosyalistler ise bunu tartışmıyor. Tersine, “bu hakkın kullanılması nasıl olursa Türk ve Kürt proletaryasının çıkarına olur; hakların kardeşliğini ilerletici olur? Bugün gönüllü birliğin şartları nedir?” – bunu tartışıyor. Ve TKP, bu tartışmanın dışında kalmakta ısrar ediyor. Ve kendisi öyle planlamasa da, Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkını tanımayan sermaye güçleriyle aynı safa düşüyor.
2-) Tunus, Mısır, Libya,… halk isyanları devrimci karakter taşıyan isyanlardır:
TKP Tunus ve Mısır ayaklanmalarının sıcak olduğu günlerde isyanları destekler görünmüş, bu doğrultuda açıklamalar yapmıştır. Ancak TKP Genel Sekreteri Kemal Okuyan, bu başkaldırıların emperyalizmin denetiminde, hatta onun organizasyonu olduğunu öne süren, halkı ve halk iradesini yok sayan ve bu isyanları karalayan yazılar yazmıştır. Öyle görünmektedir ki, Aydemir Güler de, Okuyan gibi, bu ayaklanmaları emperyalizmin çıkarına ayaklanmalar görerek bunlara karşı çıkmaktadır.
TKP, sınıflar mücadelesi, hiç de kendi kafasında biçimlendirdiği bir “proje” olarak cereyan etmediği için yanılmaktadır. Dahası, emperyalizmi her şeye kadir gören küçük burjuvazinin tipik gerekçelerinden hareketle baktığı için Arap-İslam dünyasında olanları anlamamakta ve bu yüzden de emperyalizme ve gericiliğe karşı çıkan demokrasi, özgürlük, iş, ekmek isteyen halkların mücadelesini daha baştan emperyalizme bağlanan mücadeleler olarak mahkûm etmektedir.
Ve bu tutumuyla Güler ve partisi, Bin Ali, Hüsnü Mübarek, Suudi Arabistan Kralı, Bahreyn Şeyhi ya da Yemen diktatöründen teşekkürü hak etmektedir! Zaten onlar da ayaklanmaların yabancı güçler tarafından çıkarıldığını söylemiyorlar mı?
TKP kendi tezini haklı göstermek için, Arap-İslam ülkelerindeki başkaldırıları Doğu Avrupa’daki doğrudan emperyalist ülkelerce organize edilen Sorosçu “renkli devrimler”le benzeştirerek mahkûm ediyor, ama bu iki gelişme ve kaldıracı olan hareketler tamamen farklıdır. Arap-İslam dünyasındaki halklar; emperyalizmin 30-40 yıldır en sadık uşağı olan başlarındaki diktatörlere karşı baş kaldırmışlardır. Belki de tarihlerinde ilk kez bu halklar, kendi ülkelerinin kaderine el koymak, kendi geleceklerine sahip çıkmak için ayaklanmışlardır. İktidarı ele geçirecek kadar organize değillerdir, ama ABD ve AB’nin işbirlikçisi de değillerdir. Tersine onlar, emperyalist sistemin en zayıf halkasındaki çelişkinin ileri ittiği halklar olarak hareket etmektedir.
Emperyalistler elbette, bu geniş halk ayaklanmalarının eski adamlarını çöpe atması karşısında görünüşte isyanları destekleyen bir mevziye çekilmişler, onları yedeklemek için girişimlerini artırmışlardır. Örneğin Libya ve Suriye’de bu doğrultuda baskılarını artırmış, Libya’ya silahla müdahalede bulunmuşlardır. Ancak burada lanetlenmesi gereken Kaddafi ya da Esad’a karşı ayaklanmalar değil, NATO ve Batı emperyalizminin halkların kendi geleceklerine sahip çıkmalarını önlemek ve “onlar adına kader tayin etmek” için yaptıkları müdahalelerdir ki, bu müdahaleler ayağa kalkan Arap halklarını ezmeye ve mücadelelerini bastırmaya yöneliktir.
“Arap dünyasında neler oluyor, işler nereye gidebilir; bizlere düşen nedir?” gibi tartışmalar olacaktır elbette. Ama tartışılmaz olan, halkların bu girişiminin Ortadoğu halklarının uyanışının işareti olarak anlaşılması ve halkların kendi kaderlerine sahip çıkmasının bir biçimi olarak, aynı zamanda örtük olarak antiemperyalist niteliğinin görülmesidir. Elbette; bu ayaklanmaların sadece Arap dünyasına has olmayıp (TKP öyle görüyor), emperyalist sistemin öteki zayıf halkalarında; Yunanistan, İspanya, Gürcistan, Türkiye gibi Batı dünyası ülkelerinde de yankılarının olduğunu anlamak da ayrıca önemlidir. Çünkü bütün bu ülkelerdeki hareketlenmeler, sistemin derinlerindeki aynı çelişkilerden güç almaktadır.
Bu ayaklanmalar sonuçta ne kadar başarılı olacaktır; müdahale ayaklanmaları söndürebilecek ve emperyalizmin bölge ülkelerindeki egemenliğini yenileyebilecek mi; yoksa bu ayaklanmalar sürecinde işçi sınıfı ve halklar kendi örgütlenmelerini yenileyip dünyanın antiemperyalist ilerici güçleriyle birleşmeye doğru mu ilerleyecek? Bunu şimdiden kestirmek zordur. Ama bütün dünyada olduğu gibi, Türkiye’de de sosyalist ve devrimci güçlere, demokrasi güçlerine düşen, bu halk başkaldırılarına şüpheyle bakmak, emperyalist gerici propagandaya malzeme sağlayan değerlendirmeler yapmak değil, antiemperyalist ve demokrasiden yana mücadelelerin güçlenmesi için elden geleni yapmaktır. En önemlisi de, bu ülkelere yönelik emperyalist müdahalelere karşı uluslararası düzeyde bir dayanışma çok önem kazanmıştır. Ancak TKP yukarıdaki alıntıda (Güler’in yazısı) ifade edilen yaklaşımıyla, ayaklanmaları emperyalizmin oyunu olarak görüp, (istemese de) bu ayaklanmaların hedefi olan diktatörlerle müttefik haline gelirken, dolaylı olarak da sistemin huzurunu isteyen emperyalistlerle aynı paralele düşmektedir. Bu zaaflı durumun ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı sorununa yaklaşımla ilişkisi kuşku götürmez.
3-) Kürt sorununun çözümünde TKP milliyetçi bir çizgi izliyor: Uluslararası alanda tanık olduğumuz ulusal hareketleri tümüyle emperyalizmin yedeklediğini düşünen, bunları emperyalizmin lehine başkaldırılar olarak gören TKP, “içerdeki” Kürt başkaldırısına ise, bir yanıyla “cumhuriyet değerlerini savunma” adına, öte yanıyla da Kürtlerin mücadelesinin emperyalizmin Türkiye’yi bölmesine fırsat veren bir girişim olduğu gerekçesiyle karşı çıkmaktadır. Üstelik TKP bu alanda yalnız da değildir. CHP’den başlayarak, İP’e, Türk Solu’na kadar uzanan irili ufaklı çeşitli “sol” milliyetçi, soysal şoven (kendilerine, sanki farklı bir şeymiş gibi “ulusalcı” diyorlar) çevrelerin ideolojik baskısından da etkilenen TKP, sanki onlardan farklı bir söylem benimsiyormuş gibi görünse de, her tutum alınması gereken noktada, kendisini geriye çeken bahaneler bularak milliyetçiliğe savrulmaktadır. 12 Haziran seçiminde bu savrulma çok açık biçimde görülmüştür. Yukarıda ifade edildiği gibi, TKP, seçim ittifakı bakımından BDP ile birlikte olmamayı “ittifakın koşulu” olarak ilan etmiştir.
Tarihte hemen her dönemde görülen “milliyetçi sosyalizm” anlayışına sahip ya da sosyal şoven politikaları benimseyen partiler gibi, TKP de, konuştuğunda, genel olarak enternasyonalizm konusunda pek radikal bir söylem benimsemektedir. Ama iş Türkiye’de bu enternasyonalizmin gereğine gelip Kürtlerin kendi kaderlerini tayin hakkı tartışma konusu olunca, daha Kürtlerin bu hakkı nasıl kullanacağı sorununa bile gelinmeden; emperyalizmin Türkiye’yi bölme planlarından ya da ulusal hareketlerin günümüzde ilerici bir muhteva taşımadığından söz açılarak, genellemeler üzerinden bile Kürtlerin emperyalizmin aleti olduğu sonucuna ulaşılmaktadır. Bu tez, aslında Türkiye’deki bütün milliyetçi solculardan en aşırı sağcı güçlere kadar her renkten gericiliğin ortak referansıdır. Bu, 87 yıllık cumhuriyet tarihinin de ana tezidir. Tek fark, bu tutuma sağcıların milliyetçilik, solcuların ise “yurtseverlik” (TKP yurtseverlik diyor) ya da ”ulusalcılık” demeleridir.
Oysa Türkiye gibi çokuluslu bir ülkede işçi sınıfının partisi iddiasındaki bir parti, Kürt sorununun demokratik çözümünü kendi programına almadan, bırakalım halkların kardeşliği ve ulusal hak eşitliğini, ittifaklar sorunu ve Kürt ulusal hareketiyle ittifakı, Kürt ve Türk kökenli işçilerin birliği sorununu çözmeyi bile gündemine alamaz. Bunun pratikteki anlamı ise, sınıfın sendikal düzeyde bile birliğinin gerçekleştirilememesi, sendikaların ve öteki işçi örgütlerinin işçilerin Kürt ve Türk kökenlerine göre biçimlenmesinden başka şey değildir. Bu yüzdendir ki, Türkiye’de Kürt sorunu, Kürt halkının ulusal mücadelesi; işçi sınıfı partisi ve sınıf örgütleri için bir “dış sorun” değil, işçi sınıfının birliği ve Türkiye’nin nasıl bir geleceğe sahip olacağıyla ilgili temel bir sorundur. Bu yüzden Kürt sorununun çözümü sorunu, Türkiye’nin demokratikleşmesi, dolayısıyla işçi sınıfının partisinin asgari programının (EMEP’in asgari programında böyledir) da bir parçasıdır.
TKP ise, Kürt sorununu kendi dışında, dolayısıyla partisi olduğunu iddia ettiği işçi sınıfının mücadelesi dışında bir sorun olarak görmekte, sorun hakkında dışarıdan analizler yaparak; doğrular ve yanlışlar konusunda ahkâm kesmektedir. Denebilir ki TKP, Kürt sorununu, sadece emperyalizme karşı mücadeleden söz edildiğinde hatırlamakta, ama bu noktada da Kürtleri ittifak gücü olarak değil, karşıya alınması gereken; emperyalist planların bir bileşeni, emperyalizmin müttefiki olan bir güç olarak görmektedir.
Burada sorun, bir yanıyla TKP’nin demokrasi mücadelesi karşısındaki yanlış mevzisinden ve demokrasiyle ve Kürt sorunuyla ilgili sorunları “sosyalizm çözecek” diyerek gündemden çıkarmış olmasından kaynaklansa da, asıl olarak “milliyetçi sosyalizm” mevzisinde olmasından kaynaklanmaktadır. (TKP’nin tuttuğu bu mevzi öylesine belirgindir ki, gericiliği dinci gericilikten ibaret sayan bağlantılı burjuva mevziyle bir arada, onu Ergenekoncu generalleri yurtsever saymaya ve Ergenekon Davası’nın da bir Amerikan komplosundan başka şey olmadığını ileri sürerek her yanından kan damlayan karanlığı neredeyse savunmaya götürmüştür.)
Bütün bu yaklaşım ve sorunların ötesinde, bugün Kürt ulusal mücadelesinin, “sivil itaatsizlik” yönelimiyle birlikte, daha hareketli ve taleplerin fiilen elde edilme mücadelesiyle ilerlendiği bir döneme girdiği gözlenmektedir. Bunun anlamı ise, kitle mücadelesinin yaygınlaşacağı ve askeri ve polisiye önlemlerle başa çıkılamayacak mücadele biçimlerinin giderek ağırlık kazanacağıdır.
Yine bölgedeki gelişmeler dikkate alındığında, Türkiye’nin Kürt bölgesi, Kürt sorununun bölgesel çözümü bakımından da, İran ve Suriye Kütlerinin de dikkatini Türkiye’deki mücadeleye yöneltmiştir.
Tunus ve Mısır’da başlayan başkaldırıların Suriye’yi de içine alarak Türkiye’nin sınırlarına dayanmış olduğu dikkate alındığında, Türkiye’nin demokratikleşmesinde Kürt sorununun demokratik çözümü koşulunun olağanüstü bir ağırlık kazandığını söylemek yanlış olmayacaktır.
Tabii burada; “TKP’nin mücadele programında, stratejisinde ve taktiklerinde Kürt sorununun yeri nedir?” sorusu kendisini dayatmaktadır. Bırakalım bölgeyi, ülkemizde 15-20 milyon Kürdü dolaysız biçimde (tüm halkları da dolaylı biçimde) ilgilendiren böyle bir mücadele karşısında “TKP hangi saftadır; Kürtlerden yana mı, yoksa Kütlerin mücadelesini ezmek için uğraşanların yanında mı?” sorusu gündeme gelmektedir.
Konunun yakıcılığı ortadayken böyle sorular sormak bizim için de üzüntü kaynağıdır. Ama gerçekler de ortadadır. Ulusal başkaldırıları peşinen emperyalizmin yedek gücü ilan eden ve özgürlükleri için mücadele eden Kürt hareketini, partisini “seçim ittifakı yapılmayacak bir parti” olarak gören bir “komünist parti”yle ya da “milliyetçi ‘komünist’ parti”yle karşı karşıyayız ve soruları böyle “dikine” sormadan gerçeğin görülmesi de zor olmaktadır.
BU YAZIYI TKP YAZDIRDI!
Bu eleştiriler var diye EMEP ve TKP bundan böyle mücadele içinde birlikler, ittifaklar yapmaz mı, yapmayacak mı?
Elbette hayır!
Tersine eleştireceğiz, tartışacağız, mücadelenin sorunlarını aşmak ve bu sorunlara ortak çözümler geliştirmek için bazen kıyasıysa eleştireceğiz, ama mücadelenin çeşitli alanlarında ortak mücadele sürdürebilmek için de her gayreti göstereceğiz.
Ama eleştirilerde hakkaniyet olması gerektiği kadar alınganlık da olmamalıdır.
Evet, TKP’ye yönelik eleştirilerimiz, ne yazık ki, kendisine komünist diyen bir parti için “ağır”dır. Ancak bunlar söylenmelidir. Çünkü geçilen süreç herkesin elini taşın altına koyması gereken bir süreçtir. Bu süreçte, Türkiye’nin ilerici demokrat güçleri ya birleşerek, toplumun tüm dinamik güçlerini (Kürtler, Alevilerin uyanış içindeki kesimleri, işçi ve emekçilerin ileri kesimleri, sendikalar ve emek örgütleri, kadın hareketi, çevre hareketi, geçlik hareketi, aydın çevreleri) birleştirmek için üstlerine düşeni yapacak ya da AKP ve arkasında birleşmiş gericilik ve sermaye güçleri kendi amaçlarına ulaşacaktır.
Demokrasi güçlerini sadece “solcularla” sınırlı gören anlayış yenilgiye uğratılamazsa, solda bu görüşler mahkûm edilmezse, bu hareketlerin bırakalım iddialarını gerçekleştirmelerini, kendilerini emek ve demokrasi mücadelesi içinde etkin bir odak olarak sürdürmeleri bile olanaklı olamaz. Bu yüzden TKP’ye yönelik eleştirilerimiz “dost acı söyler” kategorisinden görülmelidir. Ve dahası, tartışmalar bir strateji ve taktik meselesinden ya da sınıflar mücadelesinin sorunlarının tartışılmasından çıkarılıp laf yarışına dönüştürülürse, bunun ilerletici olması da beklenemez.
Umuyoruz ki TKP eski Genel Başkanı ve öteki TKP yöneticileri, “Emek Partisi bizi neden böyle eleştirmiş; gerçekten bizde eleştirilere haklılık kazandıracak yanlışlar var mı?” diye kendilerine dönüp bakarlar.
Çünkü bu yazıyı Emek Partili biri yazmıştır ama bu yazıyı (bu içerikte) TKP yazdırmıştır!
* Aydemir Güler’in yazsındaki ara başlıkları Charlie Chaplin üslubuyla ve alay içeren biçimde yazması da rahatsızlık vericidir, ama bunda bir art niyet yok diye düşünmek istiyoruz.
* Cephe ve “cepheleşme” ise, elbette talepler etrafında birlikleri aşan, bir taktik dönem boyunca karşı güçleri alt etmek için oluşturulan ve bu dönem boyunca kalıcı bir birlik olan sınıflararası ittifaklardır ve en azında belirli bir dönem boyunca sistemle karşı karşıya gelen toplumsal güçlerin bir araya gelmesiyle biçimlenen mücadele örgütü, böyle bir birliğin örgütlenmesidir. TKP ve kimi ”sol” gruplar ise, kendilerine “cephe” deyip, “cephe” fikrini muğlaklaştırıp gözden düşürürken, aynı zamanda yapılabilecek işbirliklerini de zorlaştırmaktadırlar.
* Parlamentarizm, seçimlere katılmak ya da seçimlere önem vermek değildir. Seçimlere katılmak eğer mücadeleyi güçlendirecek bir taktiğin parçasıysa, parlamento yığınların mücadelesinin bir dayanağı olarak değerlendirilebiliyorsa, seçim, seçimde yüksek oy almak, milletvekili çıkarmak çok önemli olur. Son seçimler üstüne yapılan tartışmada söz konusu olan, TKP’nin halktan 500 bin oy istemesi ve buna “boyun eğmeyen 500 bin kişi” diyerek kahramanlık atfetmesi, sonunda seçilme olmasa bile parlamentarizmin daniskasıdır. Daha da kötüsü, seçilme amacı bile olmadan yapılmış, sanki sadece daha büyük güçleri bir araya getirmekten ya da onlarla birleşmekten kaçınmış olmak için icat edilmiş bir parlamentarizmdir. Çünkü “olmayacak dua” olması bir yana bu “500 bin oy”, ülkenin en dinamik, sistem karşıtı ve gerici-burjuva statüko için gerçek bir tehdit haline gelmiş olan Kürt halkı ve hareketini dışlayan, öteki kitlesel dinamikleri (Aleviler, çevre hareketi, kadın hareketi, sendikal çevreler vb.) bir araya getirmeyi de hiç hesaba katmayan, dolayısıyla sınıf mücadelesinin geliştirilip ilerletilmesini amaçladığı ileri sürülemeyecek bir taktik olarak geliştirilmiştir!
* Her 1 Mayıs’ta tüm TKP’lileri İstanbul’da toplamak (ki son 1 Mayıs’ta bundan kısmen vazgeçtiler), kimi sendikaları 1 Mayıs’a layık görmemek ve onlardan rahatsız olmak; 1 Mayıs alanının dışında bir ayin yapar gibi “ayrı kutlama” yapmak; 1 Mayıs’a katılacak işçi ve sendika sayısını önemsememek ve 1 Mayıs’ın sınıfın eğitim ve katılımını teşvik etmesini önemseme gibi bir kaygı gütmemek; tersine her şeyi kendi katılımları ve gösterilerinin etkin olmasına endekslemek… TKP’nin sınıfa ve kitlelere bakışını yansıtan tipik göstergelerdendir.
* Her şeyden önce, filmde anlatılan devrim, bir darbe gibi yapılmış olsa da, aslında anlayış olarak parlamentarizmin ta kendisidir. Sadece bu filme de değil… Yanılmıyorsak 2007 seçimleri öncesinde, Haber Türk TV’nin Yayın Yönetmeni, öteki partilere de sorduğu bir soruyu ortaya atarak; Aydemir Güler’e “seçimde 550 milletvekili çıkarsanız Türkiye’yi nasıl yönetirdiniz?” diye sormuştu. Ve Aydemir Güler bu soruya karşılık, neler yapacaklarını anlatmıştı! Yani öteki partilerin beş fazlası, üç eksiği idi anlattıkları! Bu bile TKP’nin nasıl bir sosyalizm anlayışına sahip olduğunu göstermektedir.
* Burada, “akademik sosyalizm” nitelemesiyle ne Marksist literatürü okuyarak sosyalizmi öğrenmek eleştiriliyor, ne de akademik düzeyde Marksizm incelemeleri yapan bilim çevreleri. Tam tersine, Emek Partisi, Marksist literatürü daha çok okumaya ihtiyacımız olduğu bilinciyle, bu okuma ve incelemeleri teşvik etmekte, bu amaçla Marksist klasiklerin ve yardımcı literatürün titizlikle basımı ve dağıtımı için çaba harcamaktadır. Yine Emek Partisi, akademi dünyasında da Marksizm tartışmasının daha geniş bir biçimde yapılmasından yanadır. Burada, kendisine komünist adını takan bir partinin sınıf mücadelesi dışında, işçi sınıfıyla organik bağları olmayan bir sosyalizm anlayışını savunması, bu savunuyu da pratikte “solcu” taktiklerle hayata geçirmeye çalışması eleştirilmektedir.