Diktatörlerini deviren Tunus ve Mısır’ın ardından Arap halk ayaklanmaları yayılmaktadır: Libya, Yemen, Suriye ve Bahreyn şimdilik, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki gelişmelerin en ileri noktalara kadar vardığı ülkelerdir.
Arap halk ayaklanmalarının hem ortak yanları bulunmaktadır, ama hem de her ülkenin kendi özgünlükleri vardır. Arap ülkeleri ve bu ülkelerdeki halk hareketleri şüphesiz ki birbirinden etkilenmek ve birbirlerini tetiklemekle birlikte, hiçbir ülkedeki hareket ve gelişmeler birbirini tekrar etmemekte, birbirlerinin tamamen bir benzeri olarak ortaya çıkmamaktadır.
Ortak yanları çoktur. En başta tümünün kaynağında neoliberal saldırganlığa ve onun zorunlu bir ihtiyacı olan bu ülkelerdeki perva tanımaz zorbalığa, otokratik diktatörlüklere karşı halkta biriken tepki ve nefret vardır. Özellikle Libya’ya yönelik emperyalist müdahalenin ardından Magribi’nin “mal bulmuşu” türünden parmak sallayıp emperyalistleri işaret ederek “gördünüz mü? Bakın ne tür devrimlermiş!” diye haklılıklarını ileri sürmeye çalışanların iddia ettikleri gibi, hiçbiri, “yukarıdan” emperyalistler tarafından finanse edilip örgütlenmiş “toplumsal mühendislik” ürünü düzmece “halk hareketleri” değillerdir.
Hareketin yayıldığı her ülkede on binler, yüz binler, milyonlar ayaktadır. Hareket, her ülkede işsizlik ve yoksulluk gibi sonuçlarını kapitalist krizin de derinleştirdiği neo-liberal saldırganlığı hedef almış; bu yönde politikalar izleyen ve emperyalist talanla vurguncu kapitalist soygunun dış koşullarını sağlayan baskı ve zorbalıklarıyla yaşamlarını zehir ettiği halklarını bıktırmış otokratik diktatörlükleri devirmeye yönelmiştir. Yine hareket, istisnasız her ülkede, az-çok eğitimli katmanlarıyla orta sınıfların da katılımıyla, on yılların zorbalık koşullarında aydınlanma olanağı bulamamış sömürülen ve ezilen emekçi halk yığınlarının kendiliğinden tepki ve sınıf sezgileri üzerinden, oldukça geri bilinç ve örgüt düzeylerine sahip olarak ortaya çıkmış ve gelişmektedir. Bu durum, temel eksikliğini ve başlıca dezavantajını oluşturduğu hareketin yayıldığı tüm ülkelerde ayağa kalkan halkı orta-üst sınıfların, ideolojik politik etkisine, giderek emperyalistlerle işbirlikçileri ya da onlarla işbirliğine hazır üst kesimlerin aldatıcılığıyla yedekleme girişimlerine açık hale getirmektedir.
Yine yüz binlerin ayağa kalktığı ve bu kez ordunun da bölünerek, hiç de az sayıda olmayan yerli ve özellikle Bingazi’nin de bulunduğu Doğu bölgelerinden gelme askerler ve subaylardan oluşan birliklerinin ayaklanmacılar safına geçtiği Libya’da gelişmelerin bir iç savaşa götürmesini fırsat bilen emperyalistlerin de doğrudan işe karışmasıyla denkleme –eskiden üstü örtülü müdahalelerle yetinen– yeni bir “değişken” de açıktan dahil olmuş durumdadır.
Ancak, bu emperyalist müdahale, kuşkusuz ne Arap halk ayaklanmalarını emperyalizmin güdümündeki ayaklanmalara dönüştürmüştür, ne de Arap devrimlerini “renkli devrimler”e. Ancak sadece Libya’yı değil, tüm Arap ülkeleriyle bu ülkelerdeki halk hareketinin gidişatını etkileyecek ciddiye alınması gereken bir karşı-dinamik olarak Libya’ya yönelik dolaysız emperyalist müdahalenin üzerinde önemle durulması şüphesiz bir zorunluluktur.
Ve Arap ayaklanmalarıyla ilgili gelişmelerin yalnızca Libya’yı hedefleyen emperyalist müdahaleden de ibaret olmadığı ortadadır. Hareket, bir günde yüz kişinin öldürüldüğü katliamlarla önünün alınmaya çalışıldığı, elinden insan hakları ödülü aldığı arkadaşı Kaddafi’yi kurtaramayan Erdoğan’ın bir diğer arkadaşı Esad’ın –henüz daha Kürtlerin harekete geçmeyip en uygun anı bekledikleri anlaşılan durumda– derhal memur maaşlarına yüzde 30 zamla BAAS’tan başka partilerin kurulabilmesini ve 48 yıllık OHAL’i kaldırma ihtimalini gözden geçirmeyi vaad ederek “reform yapacağı”nı açıkladığı Suriye’ye.. Genelkurmay Başkanı Ali Muhsin Al Ahmar’ın saf değiştirerek henüz silaha sarılmamış olan ayaklanmacılara katıldığı, hükümete sadık birlikler tarafından kuşatılıp başka kentlerden girişler engellenmesine rağmen geçen Cuma keskin nişancılarca öldürülen 52 arkadaşları anısına düzenlenen “Ayrılma Günü”nde milyonu aşkın göstericinin buluştuğu başkent Sanaa’da, son şansını deneyerek topladığı kendi yandaşı birkaç yüz bin kişiye hitap eden 32 yıllık diktatör Ali Abdullah Salih’in “akan kanı durdurmak için iktidarı bırakmaya hazırız; ancak iktidarı hasta, kinci ve yolsuzluk yapan ellere değil güvenli ellere devretmeliyiz” açıklamasıyla aptalca giderken kendisinden sonrasını belirlemeye yeltendiği Yemen’e.. Nüfusun yüzde seksenine yakınını oluşturan ayaklanan Şii çoğunluğun küçük Sünni azınlığa dayanan Kralı Hamad Bin İsa El Halife otokrasisi tarafından zorla bastırılmaya çalışıldığı, gücü yeterli olmadığında, “Körfez İşbirliği Konseyi üyesi 5 ülke arasındaki anlaşma gereğince, üye ülkelerden birinin güvenliğinin tehdit edilmesinin, tüm üye ülkelerin güvenliğinin tehdidi olarak kabul edileceğini” hatırlatarak ve Bahreyn Kralı’nın* “yardım talebine karşılık verildiği”ni belirterek bin kişilik bir askeri birlikle bu küçük ülkeye müdahale eden Suudi Arabistan’ın ayaklanmacılar tarafından “ulusal düşman” ilan edildiği Bahreyn’e.. Ve Bingazi başta olmak üzere ağırlıklı olarak ülkenin doğu bölgesinde ayaklanan Libya halkına elindeki tüm silahlarla saldırarak katliama girişen Kaddafi’nin bu saldırganlığını gerekçe göstererek ABD-Fransa-İngiltere’nin başını çektiği “koalisyon güçleri” ya da “uluslararası toplum” olarak tanımlanan emperyalist saldırganların, Birleşmiş Milletler’in sözde halkı düşünerek ve sözde Kaddafi uçaklarının halkı bombalamasının önüne geçmeyi amaçlayarak hava sahasını “uçuşa yasak bölge” ilan etmesinin ardından müdahaleye giriştiği Libya’ya… Arap dünyası, hareketlenme belirtileriyle birlikte katliamların da baş gösterdiği Ürdün ve hatta özerk Kürt Yönetimi altındaki Kuzey’i de dahil olmak üzere Irak ve geri kalan Arap ülkelerine yayılma eğilimi göstererek tam bir çatışma alanına dönüşmüş bulunuyor. Halklar kendilerini ortaya koyuyorlar; uyanıyor ve ayağa kalkıyor, örgütlenmeye yöneliyorlar. Ama karşılarında da, deneyden geçmiş örgüt ve mücadele yetenek ve alışkanlıklarının birikimi, gelişkin maddi kaynak ve teknolojileri, ideolojik, siyasal ve askeri güçleriyle her ülkenin gericiliği, arkalarında emperyalist efendileri bulunuyor. Her imkanı kullanıyorlar, kullanmaya hazırlar.
Tunus’ta tamamen gafil avlanmış, hazırlıksız yakalanmışlardı. Mısır’da az-çok önlem alabildiler. Libya’da ise, bu ülkenin koşullarıyla buradan kaynaklanarak halk hareketinin taşıdığı zaaflar ve bölünmüşlüğünü kullanarak manevralar yapabildiler ve sonunda şimdilik fazla zorlanmadan müdahale edebildiler.
Libya, Yemen’e benzer şekilde, ama Tunus ve Mısır’la kıyaslanmayacak ölçüde aşiretlerin etkin olduğu bir ülke. Gücünün ağırlığını hissettiren yedi sekizi başta olmak üzere yirmiyi aşkın aşiret, hem ülke ekonomisinde hem de devlet örgütlenmesinde etkiye sahipti, hâlâ da sahip.
Ülke tarihinde, önce Libya’yı 1912’de Osmanlı’nın elinden alan İtalyanların işgaline karşı mücadele içinde Bingazi aşiretleri öne çıkmışlardı; halk kahramanı Ömer Muhtar onların önderi durumundaydı ve İtalyanlara karşı tüm ülkeyi etrafında birleştirmiş, ancak aldatılarak yakalanmış ve idam edilmişti. Ardından bağımsızlık mücadelesini yürüten ve 1951’de kazanılan bağımsızlığın ardından krallığını ilan eden Şeyh İdris Sunusi geldi, o da Bingazi’liydi. Kaddafi darbeyle Kralı devirip iktidara geldiğinde, Rusya yandaşlığı yaparak, önce Nasırcı milliyetçiliğin, sonraysa gütmeye yöneldiği İslam Cemahiriyesi davasının bayraktarlığını yaptı. Amerikan karşıtıydı, Batı’yla arası açıktı. Rusya’da revizyonizmin çökmesinin ardından bir süre ortada dolandı, “yaramaz çocukluk” yaptı, bu süreçte Libya ajanlarının İngiltere’de Lockerbie üzerinde düşürdüğü uçağa misilleme olarak ABD tarafından karargahı ve evi bombalandı; sonra “ayakları suya erdi”, duruldu İtalya başta olmak üzere Avrupalı emperyalistler ve Amerikan emperyalizmiyle yakınlaşmaya yöneldi. Geçmiş “maceraları” nedeniyle güvenilirliği az olsa bile, ülkesinde ayaklarını yere sağlam basarak duruma hakim olduğu için Batılılar, ona katlanmak ve onunla iş görmek durumunda oldular. Dünya petrollerin yüzde ikilik bir bölümünün üzerinde oturmaktaydı ve enerji ihtiyacı yabana atılır gibi değildi. Ama Kaddafi de durumdan hoşnuttu ve eskisi gibi “delilikler” yapmamaktaydı. Türkiyeli işbirlikçileri de dahil, Batılılar, medyalarında yeniden manşetlere taşıdıkları bu “delilikleri”, Kaddafi ayaklanma karşısında zor duruma düştükten sonra yeniden hatırladılar.
Öncesinde olduğu gibi, Kaddafi döneminde de petrol gelirleri kadar siyasi iktidar da aşiretler arasında paylaşılmaya devam etti. Tek farkla ki, eskiden “orkestra şefi” Bingazili Kral İdrisken, ondan sonra, Trablus’ta üslenen Sirte’li Kaddafi olmuştu. Gerek iktisadi gerekse siyasal olarak “aslan payı” iktidarı ele geçirdiği ’69’dan bu yana giderek pekişerek Kaddafi ve ailesiyle aşiretine düşmekte, hem ilk hem de son söz Albay Kaddafi tarafından söylenmekteydi. Ancak bir sınırı vardı; ve o da, aşiretler arasındaki ilişkileri ve güç dengelerini hesaba katmak durumundaydı ve katıyordu.
Aşiretler arası ilişkiler ve güç dengesi devletin yapılanmasına da yansımaktaydı. Kaddafi, birincil söz hakkını ve bunun da dayanağı olarak iktidarın “köşe taşı” oluşunu garanti altına almak üzere ordunun asıl vurucu birliklerini paralı askerlerden oluşturmuştu. Geri kalan birliklerse, gerek subay gerekse asker mevcutları olarak aşiretlerden gelmekteydi, belli başlı aşiretler arasında dağılmıştı. Bu dağılım, bakanlıklar bakımından da geçerliydi, bakanlıklar farklı aşiretler arasında dağıtılmışlardı ve üstelik bu bakanlıklar başkent Trablus’ta da toplanmamışlar, farklı kentleri merkez edinerek kurumlaşmışlardı.
Gerek aşiret ilişkilerinin halkı da etkisi altında tutan yaygınlığı ve etkinliği, gerekse iktisadi ve siyasal güç ilişkilerinin de merkezileşmiş olduğu durumda bile bu ademi merkeziyetçiliği ve bölünmüşlüğü, Libya’nın karakteristiği olarak, halk ayaklanmasının oluşumu ve gelişimiyle, yönetsel aygıt içinde tepe noktalarda yer alan general, bakan vb. türü unsurların bile safını bu bölünmeye uygun olarak belirlediği ülkenin kolaylıkla ikiye ayrılıp iç çatışmaya sürüklenmesini koşulladı.
Libya halkı bu aşiretsel bölünmeyi aşarak ülke çapında gücünü birleştirmeyi ve bölünmeden birlik olabilmeyi başaramadı. Geri feodal ilişkilerin etkinliği ve siyasal parçalanmışlık, pekiştirdiği bilinç ve örgüt düzeyinin geriliğiyle de bir arada, halkın birliğini sağlayamamasını getirdi. Libya halkı, aşiretçi siyasal parçalanmışlığın üstesinden gelmeyi deneyip bölünmüşlüğü aşmaya yönelerek gücünü ulusal çapta birleştirip ülke ölçeğinde mücadele birliğini sağlama yönünde ileri adımlar atmasına ve Trablus ve diğer batı kentlerinde de ayaklanmalar görülmesine rağmen, buralarda kolaylıkla ve acımasızca bastırıldılar. Ayaklanma, asıl olarak doğu Libya’ya özgü kaldı.
Kaddafi iktidarının merkezi Trablus başta olmak üzere Batı Libya’yı elinde tuttu. Ancak o da doğunun kontrolünü kaybetti. Daha ayaklanmanın ilk günlerinde, ülkenin parçalanmış siyasal yapısının ürünü olarak, Bingazi ve çevresi aşiretlerden bakanlarla generaller, subaylar ve elçilere varıncaya kadar çok sayıda bürokrat ayaklanmacılara katıldı. Bu halk ayaklanmasını güçlendirdi kadar ayaklanma içinde üst sınıfların ağırlığını artırarak halkın gücü ve etkisini kırdı da. Aşiretler ve aşiret reis ve önde gelenleri ayaklanma içinde öne çıktılar; halk ikinci plana gerilemeye, yedeklenmeye sıkıştırılmaya çalışıldı. Nitekim, önceden İçişleri Bakanlığı yapmış ve bakanlığı da Bingazi’de kurulu olan Kaddafi’nin son Adalet Bakanı kısa süre içinde muhaliflerin açıkladıkları geçici üst organ “Libya Ulusal Konseyi”nin başkanlığını üstlendi. Yakın zamanlarda kurulduğu açıklanan geçici hükümetin başınaysa, başbakan olarak, yine eskiden askeri ve dışişlerinden sorumlu olan kriz komitesinin başkanlığını yapmış olan Mahmut Cibril getirildi.
Ancak aşiretlerle askeri ve sivil devlet bürokrasisinden katılımların olmasının sosyal ve siyasal özgürlükler isteyerek ayaklanan Libya halkının gerici özlem ve hedeflerle ya da gericiliğin oyununa gelerek harekete geçtiklerini, dolayısıyla Libya da olan-bitenin bir “toplum mühendisliği” ve “renkli devrim”den ibaret olduğunu göstermeyeceği ortadadır. Tıpkı, uygun koşulunu bulduğunda “halkı Kaddafi’den korumak” gerekçesiyle Libya’ya müdahale eden emperyalistlerin bu müdahalesinin halkın gerici amaçlarla harekete geçtiğini ya da “emperyalizmin oyununa geldiği”ni göstermeyeceği gibi… Bunlar, sadece, ülke içinden “üst” sınıf ve katmanların, dışarıdan da emperyalistlerin çok yönlü çarpıtma, tuzak ve müdahaleyle bilinç ve örgüt düzeyleri bakımından oldukça geri durumda olan, ancak buna rağmen diktatörlüğe karşı ayaklanan Libya halkı, yönelimleri ve mücadelesi üzerinde etki sağlamaya, dolayısıyla halk ayaklanmasını kontrolleri altına alarak yatıştırıp bastırma çabası yürüttüklerini kanıtlar.
Libya içinde “üst” katmanlar, petrol gelirlerinden de pay alarak bir ucundan çoktan kapitalist ilişkiler ağına takılmış olan aşiret şeyh ve reisleriyle asker ve sivil burjuva-feodal üst bürokratlar, şimdi, başta Fransız ve Amerikalılar olmak üzere emperyalistlerle de anlaşma halinde, Kaddafi karşıtı muhalefeti kontrolleri altına alma çabasındadırlar.
Tunus ve Mısır’dan çıkardıkları dersle ve kez planlı-programlı bir biçimde ve tam bir kurmay hesapçılığıyla, başlıca büyük emperyalist devletler, siyasal stratejik yönelimlerinin hizmetinde birinden diğerine geçtikleri taktikler uygulayarak, öncelikle Libya’ya müdahalelerinin önündeki engelleri temizlemeye, ardından da koşulların yeterince elverişli hale geldiğini düşündüklerinde müdahaleye girişmişlerdir.
Ellerinde sınanıp başarısı kanıtlanmış bir deney vardır: 1. Körfez Savaşı’nın ardından hava kuvvetleriyle mekanize birlikleri Kuveyt yolunda saf dışı bırakılan, ama teslim olmaya ya da tam bir barış anlaşmasına zorlanmayarak eli –tıpkı Kuveyt saldırısına yeşil ışık yakılmasında olduğu gibi– saldırı için serbest bırakılan Saddam, Kuzey’de hak arayışında olan Kürtlerle aynı şeyi Güney’de yapmaya girişen Şiilere yönelik katliama yönelmiştir. On binlerle Kürt ve Şii’yi topa tutarak ve zehirli gazla yok etmekte olan Saddam’ın önünden kaçarak Türkiye sınırına yığılan beş yüz bin Kürtle kaçamayıp geride kalanlar, sadece Saddam değil, ama özellikle Kürtleri ayaklanmaya itip ortada bırakan Amerikalılar tarafından da öyle bir çıkmaza sıkıştırılmışlardır ki, “denize düşen yılana sarılır” sözü Irak Kürtlerinin sırtında bir kez daha sınavdan geçirilerek doğruluğu yeniden kanıtlanmış ve Kürt halkı ellerini açıp dualar ederek “kurtarıcı” bekler duruma düşürülmüştür. Bu “kurtarıcı”, bekleneceği gibi, Kürt halkını acz içine iterek kendine muhtaç kılmayı sonunda başararak, Türkiye’ye kaçıp sığındıkları Hakkari Işıkveren’de “Boşe Bush/Yaşasın Bush” diye slogan attıran/atmalarını sağlayan ABD’ydi.
Libya’da benzer plan uygulandı. Ayaklanıp ülkenin büyük bölümünde hakimiyet sağladıktan sonra, önce yerel ayaklanmanın Kaddafi birliklerince ezildiği Trablus ve ardından Misrata, Bingazi yolu üzerindeki “anahtar kent” durumundaki Ecdabiya ve petrol kenti Ras Lanuf’la petrol rafinerilerinin bulunduğu stratejik önemdeki Brega gibi bazı kentlerin sık sık el değiştirmelerini de kapsayarak, ellerine geçirdikleri diğer şehirlerden birbiri peşi sıra püskürtülerek sonunda Bingazi-Tobruk-Derme bölgesinde sıkıştırılan ve Bingazi kapılarına dayanan Kaddafi birliklerince katliamdan geçirilmekle tehdit edilen –kendisini geri plana itip muhalefetin sözcülüğünü ele geçirme çabasındaki aşiret liderleriyle burjuva-feodal bürokratların çoktan ilişki kurdukları emperyalistlere yönelttikleri ısrarlı talep ve davetlerle etkilenip kafası bulandırılmış– Libya halkı, burada da “kurtarıcı” arayışına itilmiş; “kırk katır mı kırk satır mı?” tercihiyle karşı karşıya olduğunu bile düşünmeye fırsat bulamaz halde bir emperyalist müdahaleyi ister ve bekler kılınmıştı!
Halkı sonuna kadar zorlayıp bir dış müdahaleyi kabul eder hale sıkıştırmak için Kaddafi kuvvetlerinin Ecdabiya’yı yeniden ele geçirip Bingazi yolunu açmalarını da bekleyen emperyalistler, sonunda, “meyvenin olgunlaştığı” düşüncesiyle 1973 sayılı BM kararını uygulamaya dayandırdıkları “operasyonlarını” başlattılar. Libya topraklarını, başta hava savunma sistemi olmak üzere, şüphesiz Kaddafi güçlerinin mevzilerini bombalamaya giriştiler. Libya halkına önce yalnızca Kaddafi’nin yağdırdığı ölümü, müdahalesiyle birlikte ondan daha fazlasıyla emperyalistler yağdırmaya başlamışlardı.
Fransa, İngiltere ve ABD’den oluşan “koalisyon güçleri” ya da daha “geniş”e atıf yapan tabir olan “uluslararası toplum” Kaddafi’nin ayaklanan halka karşı zulmünü, binlerce kişiyi katliamdan geçirmesini ileri sürerek, “koruyuculuk” iddiasının yanında tabii ki Libya’da “demokrasi ve özgürlüklerin tesis edilmesine önayak olmak” üzere, Irak ve Afganistan’ın ardından bombardıman altına aldığı Libya’ya müdahale etmişti.
Bu müdahale ile net olarak anlaşıldı ki, “Koalisyon güçleri” ya da “uluslararası toplum” denen şeyin çıkarları, Batılı emperyalistlerin egemenlik ve “av” alanlarına ve bu egemenliğin sarsılmazlığı ve devamının garanti edilmesine ilişkin çıkarlardan ibaretti: Petrol ve nakil hatlarının denetimde tutulması ve bu denetimi emperyalistlerle işbirliği halinde sağlamayı üstlenecek bölge yönetimlerinin varlığı ve bölgede Arap halklarının bu işbirlikçi yönetimlere yönelik değişiklik istekleri, bu yönlü iddiaları ve bu iddialarının yön verdiği ayaklanmalarının işe yaramazlığının da kanıtlanmasıyla bastırılması.
Yoksa, emperyalist müdahalenin gerekçesi yapılan ve sorun olan, ayaklanan halkların silah kullanılarak vahşetle katledilmeleri değildi, böyle olamazdı. Böyle olsaydı, daha geçen yıl Gazze’de ayağa kalkan Filistinlilere yönelik vahşi bir katliam uygulayan İsrail’in hava sahasını “uçuşa yasak bölge” ilan edip İsrail’in savaş uçak ve gemileriyle hedef alınması gerekirdi. Yine böyle olsaydı, daha geçen günlerde, bin kişilik bir askeri birlikle Bahreyn’e giren Suudi işgal birliklerine ve Suudi Arabistan’a yönelik olarak “uçuşa yasak bölge” ve müdahalede bulunup bombalama türünden “önlemler” alınması gerekli olurdu. Ama bu ülke gericilikleri müdahaleci Batılı emperyalistlerin “stratejik ortakları” oldukları için, onlara saldırmak ve katliam yapmak serbestti. Özetle, sorun “insanlık” değildi, silahla saldırıya uğramış halkın korunması değildi. Bunlar bahaneden ibarettiler ve sadece müdahalenin emperyalist niteliğini perdelemeye yöneliktiler.
Zaten Libya’ya yönelik emperyalist müdahalenin saldırgan niteliğiyle gerçek içeriğini ortaya koymak için ne İsrail’in Gazze saldırısını ne de Suudiler’in Bahreyn’e müdahalesi ve işledikleri cinayetlerini anmaya ihtiyaç vardır. Irak’a ve Afganistan’a yönelik olanların da adına anmaya gerek kalmadan, emperyalist müdahalede ağır bombardıman uçaklarının bombalarıyla, Kaddafi’den birkaç misli fazla insan öldürüldüğü tartışmasızdır.
Öte yandan, emperyalist müdahalenin siyasal stratejik amaç ve yönelimlerinin yalnızca Libya’yla sınırlı olduğunu varsaymak pek safiyane bir düşünce olur. Ve zaten, kimse Libya’ya emperyalist müdahalenin ne nedenleri, ne sonuçları, ne de amaç ve gerçek içeriğinin Libya’ya özgü olmakla sınırlı olduğunu düşünüp buna uygun davranmamaktadır.
Örneğin Arap Birliği, müdahale öncesinden böyle bir müdahalenin çağrıcılığını üstlenmiştir. Neden Libya’ya müdahale istemiştir de Arap Birliği başka ülkelere, örneğin İsrail’e karşı istememiştir? Neden şimdi Yemen’de A. Abdullah Salih’e ya da Bahreyn Kralı’na karşı bir müdahale istememektedir? Ya da Suriye son bir hafta içinde halkına yönelik az katliam yapmamıştır; Arap Birliği madem halka karşı silah kullanılmasına, katliamlara karşıdır, neden sadece Kaddafi’nin zulmüyle sınırlanmaktadır?
Yanıt ortadadır: Arap Birliği de, tıpkı emperyalistler gibi, halklara yönelik vicdansızlıklar ve zorbalıklarla kırımları dert ediniyor değildir. Derdi, emperyalizmin işbirlikçilerinden başkaları olmayan Arap gericiliklerinin egemenliklerinin devamı ve bu egemenliklerin ayaklanan halklar tarafından tehdit edilmemesi ve ancak emperyalistlerle işbirliği içinde ayakta kalabilecekleri için, emperyalist talan ve sultayla birlikte kendi sömürü ve zorbalıklarının garanti altına alınmasıdır. Bu, aynı zamanda, hem kendileri hem de emperyalist efendileri bakımından temel önemde olan enerji kaynakları ve nakil yollarıyla bölgenin aynı zamanda siyasal-stratejik açıdan da kontrolünün sağlanabilmesinin tek yolu olduğu için de dertleridir.
Libya’ya yönelik emperyalist müdahalenin ayaklanan halklara vereceği mesaj herhalde açıktır: Kaddafi’den kurtulmanın ve mücadele azim ve kararlılığını kırıp kendilerini ve devasa savaş makinelerinin gücünü dayatarak Libya halkı üzerindeki kontrollerini yeniden tesis ederek bu ülkede emperyalist ve gerici egemenliğin devamını sağlamanın yanı sıra; tüm Arap halklarına, insanca bir yaşam ve özgürlük isteyerek ve kendi gücüne güvenerek emperyalizme ve Arap gericiliklerine karşı ayağa kalkmanın işe yaramazlığını, dolayısıyla diktatörlerini devirme özlemlerini gerçekleştirmenin ve devrimlerin olanaksızlığını güçlü bir biçimde hatırlatmak. Tunus’la Mısır’ın geçmişte kaldığını ve birer sapma olduklarını, halkların ayaklanmalarının Libya’daki gibi her yola başvurularak bastırılmasının kaçınılmazlığını Arap ve dünya halklarının kafalarına kazımak!
Bu, Türkiye gericiliğinin de tutumu olmuştur. AKP; CHP ve MHP’nin de olurlarını alarak, başlangıçta “biz petrolden bakmıyoruz”, “NATO operasyonuna karşıyız” açıklamalarının mürekkebi kurumadan, Arap Birliği’nin üstelik operasyonun kumandasının İngiltere-Fransa-ABD’den oluşan “koalisyon güçleri”nden NATO’ya devrini Türkiye’nin sağladığını ileri sürüp bununla övünerek, Libya’ya yönelik emperyalist müdahaleye altı savaş gemisi vererek katılmıştır. Devrilecekleri anlaşılan ya da emperyalist büyük devletler tarafından kendileriyle yürünmek gündemden düşürülen gerici Arap diktatörlerine yönelik olarak önce “Mübarek gitsin” diyen, ardından “Kaddafi gitsin”i telaffuz eden Erdoğan, “biz git demiştik” açıklamasıyla “günah bizden gitti” dercesine emperyalist müdahalenin ucundan tuttu. Türkiye de, ayaklanmalarının hesabını sorup bastırmak üzere Arap halklarına yöneltilmiş saldırganlığın bir parçası olmuştur; çünkü açıktır ki, bölgede gericiliğin her zayıflaması Türkiye’yi de olumsuz etkileyecek, dünya gericiliğini ve onun bir parçası olan Türkiye gericiliğini zayıflatacaktır.
Arap dünyasını sarsan ayaklanmalarla ilerleyen ve Libya’ya karşı girişilen saldırıya rağmen hâlâ başka Arap ülkelerine yayılarak genişleyen devrim süreci, evet, sürece açık emperyalist müdahaleyle karmaşıklaşmıştır; ancak, emperyalizm, bu son müdahalesinden önce de kadiri mutlak değildi, bugün de değildir, yarın da olmayacaktır.
Üstelik emperyalist müdahalenin süreci karmaşıklaştıracağı kadar, Arap halklarında zaten birikmiş halde olan anti-emperyalist öfke, nefret ve bilinci geliştirici de olacağı kesindir. Halkların ayaklanmaları içinde bugüne kadar sağladıkları kazançlar ve ilerlemenin, bundan böyle anti-emperyalist mücadele için de bir mücadele potansiyeli ve olanak olduğu görülecektir.
* Aynı zorba Bahreyn Kralı’nın bu ülkedeki ayaklanmayla ilgili tek kelime haber vermeyen El Cezire TV’nin “mumu”nun ancak “yatsıya kadar yanacağı”nı göstermek üzere finansörü Katar Emiri Şeyh Hamad Bin Halife El Thani’ye Bahreyn’e verdiği destekten dolayı ettiği teşekkür de, medya ve dayanaklarıyla habercilik anlayışı arasındaki ilişkiyi göstermesi bakımından eğitici oldu.