Barış İçin Daha Çok Çaba – 1 Eylül: Dünya Barış Günü

Savaş… Savaş… Savaşlar… Uygarlık ve savaş… Kavramlar çelişik. Ama gerçek. Uygarlık ve savaşlar bugüne değin yan yana durdu ve büyüdüler. Daha uzunca bir süre böyle olacak. Görünen o. İnsanlık tarihi hatta tarih öncesi savaşlar içinde gelişti. Uygarlık düzeyinin yükselmesi, silahların tahrip gücünü artırarak daha büyük ve yıkıcı savaşları doğurdu. Uygarlık evrensel boyutlar kazandıkça savaşları da evrenselliğe taşıdı. Vahşet çağının küçük ilkel toplulukların ya da üyelerinin -topluluk içinde tam bir kardeşlik ve kolektivizm hüküm sürerken, topluluk dışı olanları insan olarak bile görmeme bilincinden ve son derece yetersiz yaşam alan ve araçlarını tasarruf etme güdüsünden kaynaklanan- yaşamı sürdürme savaşları, meta ilişkileri ve yaygın olmayan köle kullanımının ortaya çıktığı ilkel topluluğun ileri aşamalarında, barbarlıkta, yerini av alanları, otlaklar ve yağma (başlıca hayvan sürüleri) savaşlarına bıraktı. Savaş alanı, katılanlar ve silahlar miktar ve nitelik olarak artarak..Sonra toprak ve köle paylaşım ve devşirme savaşları geldi. Ve buna karşı çıkanların savaşları. Spartaküs’ün yürüttüğü ayaklanma ve savaşlar gibi. Köleciliğe karşı savaşlar… Kölecilik savaşlarla yıkıldı. İçinden çürüdü ve barbar akınları koca Roma İmparatorluğunun sonunu getirdi. Ama savaşlar bitmedi. İnsanlık bir ileri adım attı, köleciliğin yıkıntıları üzerinden yeni bir Avrupa kurulmaya başladı. Savaşlarla… Yeni oluşan hanedanlar ve imparatorluklar birbirleriyle savaşmaya başladılar. Feodal aristokrasinin toprak ve yağma savaşlarının alanı genişledi iyice. Köylü ayaklanma ve savaşları ortaya çıktı. Feodal ayrıcalıklara ve serflik düzenine karşı, özgürleşme özlemiyle… Aynı din içinde tarikatlar ve mezhepler arasında ve rakip dinler arasında din savaşları baş gösterdi. Haçlı seferleri, cihatlar, yüz gün savaşları, Mohaçlar, Viyana kuşatmaları dinsel motifin az ya da çok rol oynadığı ticaret yolları ya da toprak kazanma ve doğrudan yağmalama karakterli insan kırımlarıydı. Üretici güçlerin gelişmesi, buhar makinası, manifaktürü takip ederek fabrika uygarlığın yeni bir ileri adımıydı. Ama sadece bunlarla değil, savaşlarla da birlikte var oldu kapitalizm. Napolyon kapitalizmi ilerletip, Avrupa’ya yayan az savaşlar vermedi. Sonra kapitalistler birbirlerine döndüler. İş gelip ilk evrensel savaşa dayandı: Tüm kıtaları kucaklayan dünyanın toprak ve ekonomik olarak “yeniden paylaşılması savaşına. Ve ekmek, barış ve özgürlük istemleri, bu savaş içinde ilk gerçekleşme yolunu buldu: Hemen barış görüşmelerine hazır olduğunu ilan eden ve tek taraflı barış tutumunu uygulayan Sovyetler Birliği kuruldu. Tek ülkede sosyalizm savaşların sonunun getirmedi. İkinci bir evrensel savaş patladı: Almanya ve Japonya güçlenmişlerdi ve talan sofrasında pay alamıyorlardı. Dört bir yana saldırdılar. Barış için mücadele yeterli olmayınca, barışı kazanmak için faşizme karşı, sosyalist anayurdu savunma ve işgale uğrayan ülkelerde ulusal kurtuluş savaşları gündeme geldi. Ve sonunda uygarlık atom bombasını bulup çıkardı. 6 Ağustos 1945: sözde ”Japonya’nın teslimini çabuklaştırmak ve fazla kan akmasını önlemek için” Hiroşima’da taş üstünde taş bırakılmadı. Ardından Nagazaki’de… Uygarlık kana doymamıştı: Biri bitmeden biri başlayan sayısız bölgesel savaş ardı ardına geldi. Günümüzde bir dizi bölge savaş odağı durumunda.
Savaşlar ne hayvanlıktan çıkıyor ne çılgınlıktan… Ne de bir Sırp suikastçının Avusturya-Macaristan veliahdını öldürmesi ya da insanın doğasından. Sömürü ve yağma üzerine kurulu bir uygarlık savaşlara yol açıyor. Kendi içinde özgür olmayan, siyasal ya da ekonomik bağımlılık ilişkileri üzerine kurulu toplumsal koşullarda var olan uygarlıklar, uygar devletler içlerindeki ekonomik ve/veya siyasi zoru dışlarına yansıtıyorlar. Daha çok sahip olmak, daha çok ele geçirmek, daha çok sömürmek istiyorlar. Maddi bir istek bu, maddi bir zorunluluk.
Emperyalizm döneminde savaşların kaynağı bizzat emperyalizmdir. Tüm diğer kaynaklar ona bağlanmışın. Pazar ve toprak paylaşımı, emperyalizmin temci bir niteliğidir. Ve savaşlara son vermek için emperyalizmi yok etmek gerekiyor. Ve artık savaşsız bir dünya olanaklı. Köleci ve feodal dönemden fark burada. Kapitalizm kendisim yıkacak öyle güçler geliştirdi ki,olanaklarıyla, maddi koşullarıyla gerçek bir özgürlük ve sömürüşüz bir dünya gerçekleşebilir oldu. Bu aynı zamanda savaşsızlık demek. Ekonomik zora dayanan varoluş koşullarıyla burjuvazinin ve kapitalizmin tarih sahnesinden silinmesi, zora dayanan paylaşım konusu olacak şeyin de kalmaması anlamına geliyor.
Ancak sosyalizmin maddi on koşulları olgunlaşsa ve sosyalizm yaşayan bir sistem haline gelse de, emperyalizmin de çağın bir diğer gerçeğini oluşturması, savaşsız bu dünyanın ulaşılması gereken bir hedef olarak kalmasına neden oluyor.
Kapitalist rekabet ve bunun tekelci emperyalist şekillenişi oldukça, dünyanın paylaşılması için savaşlar olduğu gibi, kapitalist sömürüye son verme hedefli iç savaşlar ve emperyalist, sömürgeci saldırganlık ve işgallere karşı ulusal kurtuluş savaşları nesnel olarak kaçınılmazdır. Ve sömürü, saldırganlık ve savaş kaynağına karşı bu savaşlar, savaşa karşı savaşlardır, barış yolunda savaşlardır, savaşsız dünyaya giden yolu açan savaşlardır. Kuşkusuz sosyal pasifizmin öngördüğü gibi her türlü savaş kötülenemez. Sömürüye, zorbalığa, ulusal baskı ve onursuzlandırmaya, sömürgeciliğe karşı savaş, savaş açanlara karşı savaş saygıdeğerdir. Bunlar, kapitalist emperyalizmin dayattığı, uygarlığın ilerlemesine hizmet eden savaşlardır. Zorun zoru, savasın savaşı doğurmasının örneği bu savaşlar da zor ve savaş kaynağı ilişkiler, kapitalist mülkiyet ilişkileri ve tekelci ekonomik ve siyasal zorbalık, emperyalizm gündemden çıkınca, nesnel koşulunu yitirecek ve son bulacaktır.
Emperyalistler arası rekabetten kaynaklanan paylaşım savaşları ise yalnızca kitlesel bir kırım aracıdır, hem de kırılan kitlelerin bundan en küçük bir çıkarı yokken.
Kaynağı kurutulmadıkça, savaş sürekli bir tehlikedir Tehlike olarak kalmaya devam eder. Emperyalizm son bulmadıkça, bugün ya da yarın savaş kapıdadır. O halde kapitalist emperyalizme son vermek ve sosyalizm, temelli kökten çözümdür.
Ama bu, bugünden yarına elde edilebilecek bir şey değil. Kapitalizmin çürüme ve asalaklık döneminden bu yana yıllar geçti ve birçok savaş çıktı. Savaş kaynağını kurutmak esas-yönelim olmakla birlikte, doğrudan savaşları önlemek için, barış için savaşmak da dirimsel önemdedir.
Emperyalizm oldukça savaşlar yalnızca mümkün değil, kaçınılmazdır da. .Ancak bu, her koşulda bir emperyalist savaş çıkacağı anlamına gelmediği gibi. bu savaşların önlenmezliği ve ertelenmezliği anlamına da gelmez. Sosyalizm savaşı önler, savaş devrimle önlenebilir. Ve savaşlar, savaşkanlık, savaş kışkırtıcılığı geriletebilir, savaşlar geciktirilebilir, ertelenebilir. Bu, barış mücadelesinin gücüne bağlıdır. Savaşa karşı bir muhalefetle karşı karşıya kalan, kitleleri savaşa sürüp kırdırmada zorlanacağını gören emperyalist burjuvazi savaşa yönelmekten geri duracak, çekingenleşecektir. Ülkesindeki barışçı muhalefeti ezmeden burjuvazi, hem rakip ülke ya da ülkeler burjuvazisine karşı güçlü bir kitlesel seferberlik gerçekleştiremeyeceği, hem de barışçı muhalefetin savaş koşullarında kendisini dev irmeye yönelebileceği için savaşı başlatmak için daha uygun bir zaman kollayacaktır.
Emperyalizme karşı sadece sosyalizm mücadelesiyle, ulusal kurtuluş mücadelesiyle yetinmek olacak şey değildir. Doğrudan ya da salt ulusal kurtuluş mücadelesi bileşenli sosyalist mücadeleyle sınırlanmak yalnızca sosyalist mücadeleyi güçten düşürür.
Sosyalist devrim, sosyalizm mücadelesi, çok bileşenlidir. Sosyalist mücadele ve devrimin hedefi olan kapitalist emperyalizmin devrilmesi, emperyalizmin sayısız kötülüklerine, sömürü koşullarından kaynaklanan sayısız iğrençliklere karşı tepkilerin tek bir potada eritilmesini, sayısız kötülüklerin yine sayısız olan görünümlerinin giderilmesi yönündeki çok yönlü istemlerin tek bir hedefe kanalize edilmesini zorunlu kılar. Kabaca sosyalist devrim istemekle yetinmek ve sosyalizm diye tekrarlayıp durmak, sosyalizmi olanaksızlaştırır. Sosyalizm mücadelesinin çok güçlü bir bileşeni olan barış mücadelesi küçümsenerek, özellikle savaş tehlikesinin arttığı dönemlerde -savaş geciktirilemeyeceği gibi- sosyalist devrim için emperyalizme karşı yeterince güç toplanamaz.
Evet, savaş dönemleri, büyük alt üst oluşlar, sıradan insanları daha hızlı eğitir. Olaylar daha hızlı akar ve daha hızlı değişiklikler olur çünkü. Çeşitli yollarla barış zamanlarında gizlenebildi ilişkiler daha kolay görünür olur. Ama bundan hareketle hiç bir sosyalist emperyalist savaşı barışa tercih etmez. Demokratik koşullar için geçerli olduğu gibi, proletaryanın sosyalizm için en uygun hazırlığı barış koşullarında gerçekleşir.
Son on yıllarda sosyalist saflarda barış mücadelesine yeterince önem verilmiyor. Bu bir ölçüde revizyonizme düşme çekingenliğinden, “barışçıl geçiş”, “barışçıl yarış” ve “barış içinde bir arada yaşama”nın revizyonist yorumuna duyulan tepkiden kaynaklanıyor. Bir diğer kaynak da, kaba bir yorumla şiddet ve zorun rolünü abartarak, emperyalist şiddet karşısına devrimci şiddetin çıkarılmasıyla sınırlanma ve barışı savunmak için sanki barış savunuculuğunu devrim savunuculuğunun yerine geçirmek gerekirmiş gibi, devrim savunuculuğu yapmada karar kılma ve barış mücadelesini önemsiz görmektedir. Oysa kabalıklarla devrim olmuyor, devrimci mücadele gelişmiyor. Sovyet devriminin üzerine yaslanarak geliştiği temel istemlerin başında barış talebi geliyordu. 2. Dünya savaşı sonrası “soğuk savaş yıllarında” sosyalizmin sağladığı ilerlemenin temelinde yatan en temel istemlerden biri yine barış istemi ve bu doğrultuda yürütülen barış mücadelesiydi. Yine son bir kaç on yılda Avrupa ülkelerinde barış mücadelesi çok yaygın bir kitlesel temel kazanmışken sosyalizm güç kazanamıyorsa, bu, başka şeylerin yanı sıra barışın savunulmasına gereken önemin verilmemesindendir.
Sosyalistler barışçıdır, çünkü sosyalizmin amacı insandır, maddi ve manevi yaşam koşullarının kösteklerinden kurtulup sürekli bir yükseliş içene gireceği insanın yücelişidir; insanın kendisinin ve doğanın efendisi olacağı sömürü, baskı ve şiddetten arınmış sınıfsız, savaşsız bir özgürlük dünyasıdır, bu dünyanın özgürleşen insanıdır. Sosyalistler yaşam karşısında ölümü, kardeşlik ve dayanışma karşısında zorbalık ve tahakkümü, özgürlük karşısında egemenlik ve itaati, barış karşısında savaşı savunmazlar. Kapitalizmin, emperyalizm ve gericiliğin yaşamı, kardeşlik ve dayanışmayı, özgürlük ve barışı ekonomik, siyasal, kültüre”, askeri zorbalık içinde boğma, gerçekleşmesini engelleme ve işlevsizleştirme girişimleri karşısında sosyalistler savaşı kabullenmek zorunda kalırlar ancak. Ancak bu savaş, yasamı, kardeşliği, özgürlüğü ve barışı kazanmak amaçlı bir savaş olur. Burjuvazi, uluslararası mali sermaye, gericilik sömürgen egemenliğinden gönüllü olarak vazgeçmediği, şiddete başvurduğu, birbiri peşi sıra saldırgan eylemlere giriştiği için devrimci şiddet tarihsel kaçınılmazlık olarak şekillenir; yoksa sosyalistler şiddet ve savaş sever değillerdir. Tersine sosyalistler barışseverlerdirler, sosyalizm barışçıllık ve barış koşullarının yaratılması.
Sosyalizm barış koşullarının yaratılmasıdır, ama bugünkü, silah birikimi açısından doyma noktasına ulaşmış, savaş ocaklarının birbiri ardından alevlendiği, emperyalist büyük devletlerin birbirlerinin güçlerini deneyip durduklar, savaşlar dünyasında barışı diş ve tırnakla kazanmak gerekiyor. Ve barış sosyalizmle kazanılacaktır deyip, barış mücadelesini sosyalizme ertelemek, bugünden barış için mücadele etmemek, sosyalist devrimi önemli bir itici gücünden yoksun kılmak olduğu gibi emperyalist saldırganlık ve gerici zorbalık karşısında kayıtsızlıktır. Ve bu kayıtsızlık sosyalizme ve onun amacı olan insana pahallıya mal oluyor.
Birinci ve ikinci dünya savaşları öncesi ve sonrasında sosyalistler yığınsal barış eylemleri içindeydiler, örgütçüsüydüler. İkinci dünya savaşının neden olduğu kırımlar yoğun ve yaygın bir barış özleminin yükselmesine yol açtı. Hiroşimalar yüz inlerce, milyonlarca insan tarafından gösterilerle lanetleniyor. Ve bu insanlar hangi ideolojiye sahip olurlarsa olsunlar emperyalizm karşıtı konumdadırlar, sosyalizmle birleşmeye yatkındırlar, yeter ki sosyalistler yapmaları gerekeni yapsınlar.
Özellikle Avrupa ve Japonya’da halkın barış özlem ve istemi güçlüdür. İkinci savaşın deneyiminden kaynaklanıyor bu. ABD’de de Vietnam savaşı güçlü bir barış dalgasının yükselmesini getirmişti. Ülkemiz halkında ise, son savaşın dışında kalmanın sonucu barışçıl bir eylemlilik görülmüyor. Bu Türkiyeli sosyalist ve dev Timcilerin de bir zaafı. Bu durum değişmelidir. Sınırlarımızın hemen ötesi savaşlarla yoğruldu. Bir Kıbrıs savaşı yaşandı. Türkiye yeni bir evrensel savaşın kıvılcımlarının ilk tutuşacağı bir bölgede yer alıyor. Ve saymayı gerektirmeyen daha bir dizi gerçek… Üstelik Türkiye halkı geleneksel olarak “ordu-millet” vb. yanılsamalarıyla geliştirilmiş savaşçıl bir ideolojik eğitim ve şekillendirmenin yoğun etkisi altındadır. “Kore kahramanlığımız” hala övüle geliyor. Ve buna koşut olarak Türkiye’ye nükleer silah yığınakları yapılıyor, emperyalist üsler nitelik ve nicelik olarak geliştiriliyor. Otoriteye boğun eğmenin, itaatin, hiyerarşik toplumsallaşmanın, baskıya dayanan yaşam örgütlenmesinin okulları geride bırakan en başta gelen eğitim aracı ordudur. Sürekli yetkinleştiriliyor. Ve Türkiye halkı için barış ve barışçıllık yakıcı bir gereksinimdir. Barışa ilgi ve özlem düzeyinin düşüklüğü, Kıbrıs savası sırasında görüldüğü gibi, kabaran bir şovenizm dalgası içinde, halkın emperyalist, gerici milliyetçi amaçlarla alet edilmesini kolaylaştırır.
Evet, savaş tehlikesine, nükleer ve konvansiyonel silah yığınaklarına, savaş harcamalarının artırılmasına, savaş sanayisi ve savaş mekanizmalarına ve bunların yetkinleştirilmesine karsı, barış için mücadele edilmelidir. Barış için mücadele… Ama nasıl?
Bir zamanlar sürekli “detant” (yumuşama) lafı edilir dururdu. Şimdi terim değiştirildi. Yıllardır dev bir savaş mekanizması kuran ve ulusal gelirinin çok büyük bir kısmını savaş ve savaşla doğrudan ya da dolaylı ilgili sanayinin geliştirilmesine harcayan Sovyetler ekonomisinde görülen tıkanma ve ekonominin askerileştirilmesinin sürdürülmesi halinde tam bir çöküntünün kaçınılmazlığı Gorbaçov’un barışçıl söylev ve önerilerinde yansımasını buldu. Savaşçılığın başrol oyuncusu Reagan da barışçılığa soyunmak zorunda kaldı bunun karşısında. Gorbaçov’un önerileri yenilir yutulur şeyler değildi çünkü ve Batı’lı halkları ve yönetici çevreleri etkiliyordu.
Gorbaçov sosyalist bir söylemle sosyalizmin barışçı kapitalizmin ve özellikle ABD emperyalizminin savaşçı konumundan, proletarya ve halkların girişimlerinden söz etmekle birlikte dünya barışını tek bir seçeneğe bağlıyor: ABD emperyalistleriyle diyalog ve karşılıklı anlayış. Nükleer silahlar, sistem ayırt etmeden tüm insanlığı yok edecektir, gel anlaşalım diyor Gorbaçov Reagan’a. Gorbaçov’u “sosyalizmin kurtarıcısı” olarak görenlere söylüyoruz: sosyalist ülkelerle emperyalist ülkeler arasındaki saldırmazlık ve silah indirimi anlaşmaları da bir barış faktörüdür, ancak bu ne barışın temel incisidir ne de bu görüşme ve anlaşmalar aracılığıyla dünya barışı garanti akına alınabilir. İşin aslına gelince, emperyalistler arası barış anlaşmaları proletarya ve ezilen halklara ancak bir hareket serbestisi kazandırır, işlerini kolaylaştırır.
Dünya barışının garantisi, birbiriyle bağlantılı şu iki unsurdadır: Burjuva ve revizyonist yönetimlerin, uluslararası mali sermaye gruplarının rekabet ve dünyayı paylaşımlarını savaşla mı yoksa barış yoluyla mı gerçekleştireceklerini kararlaştırdıkları tepedeki, yönetimler arası görüşmeler değil, dünya proletaryası ve ezilen halkların aşağıdan gelme barış eylemlerinde; ve emperyalist barışın, emperyalistler-arası güç ilişkilerinin değil emperyalizm karşıtlığının esas alınması, savaş kaynağı kapitalist emperyalist egemenliğinin yıkılması ve sosyalizmi hedef alan bir barış mücadelesinin yürütülmesi, barış mücadelesinin sosyalizm mücadelesinin bir bileşimi olarak kavranmasında.
Emperyalist barışın çerçevesi dardır ve böyle bir barış da güç ilişkileri üzerine kuruludur, emperyalistler arası güç ilişkileri. Ve bu barışın her zaman için aynı çerçevede kendi zıddına, emperyalist savaşa dönüşmesi tehlikesi vardır. Halkların emperyalist barış için eğitimiyle sahip olacağı bilinç, temel bir değişikliği gereksinmeden kolaylıkla emperyalist savaşın mazur görülmesine dönüştürülebilir, çünkü böyle bir bilinç savaş kaynağına karşıtlığı içermemektedir. Savaş kaynağı karşıtlığını, emperyalizm karşıtlığını içeren bir savaş aleyhtarlığı ise kolayca eğilip bükülemez. Salt insancıl nedenlerden kaynaklanan savaş karşıtlığı, savaşın kaynağını görmezden geldiği, önemsemediği, “her şeye rağmen barış” öngördüğü için güçsüzdür, sapmaya ve saptırılmaya adaydır. İnsanların sınıflara bölünmüşlüğünü dikkate almayıp, emperyalistleri de kapsayan muğlâk bir “insanlık”ı çıkış noktası yaptığı için, haris için savaşın kaynağına bel bağlama konumuna düşer, emperyalistlerden nükleer silahlanma ve genel olarak savaş harcamalarını eğitime, kreşlere, çevrenin korunmasına ve gelişmemiş ülkelere yardıma yöneltmelerini ister. Özellikle Avrupa’da görüldüğü gibi salı insani nedenlerle tabandan gelme barış hareketi ve eylemleri de gelişiyor. Bu barış hareketi önemlidir. Nesnel olarak emperyalizmin karşısındadır ancak öznel olarak yetersiz bir konumdadır. Birinci dünya savaşı öncesinde de benzer karakterde yaygın bir barış hareketi vardı, ama şoven duyguları tahrik eden emperyalist burjuvaziler anavatan savunması, ulusal çıkarlar gibi kılıflar altında bu barış hareketini savaş yanlılığı olarak yeniden düzenleyip peşlerine takmayı başardılar. İşin özünde muğlâklık vardı çünkü: kitleler emperyalizm karşıtı bu savaş aleyhtarlığı temelinde eğitilmemişlerdi.
Sosyalist amaçlardan vazgeçmeden, emperyalist barışı savunmakla yetinmeyen sosyalizm mücadelesine bağlanan bir barış mücadelesi, Hiroşima’da ölenlere ödenmesi gereken bir borçtur. Barış mücadelesi sosyalist mücadeleyi, sosyalist mücadele barış mücadelesini güçlendirir.
Sömürüşüz, sınıfsız, savaşsız bir dünya için barış kazanılmalıdır
Barış için savaşılmalıdır.

Sekiz yıl sonra silahlar sustu! – İran-Irak barış masasında

Sonunda, milyonlarca ölü ve sakata, ülke ekonomilerinin tahribine ve milyarlarca doları bulan savaş harcamalarına neden olan İran-Irak savaşı sona erdi. Taraflar önce ateşkesi kabul ettiler ve açıkladılar şimdi de görüşmeler süreci.
Savaş, Humeyni dinciliğinin İran’ın maddi ve manevi güçlerini seferber etmede sıfır noktasına yaklaşması ve artık savaşı sürdüremez duruma sürüklenmesine bağlı olarak yerini ateşkese ve barışa terk ediyor. İran’ı şeriat devletine dönüştüren dinci fanatizm, daha bu yılbaşlarında burnundan kıl aldırmıyor, barışı, Saddam’ın devrilmesi ve savaş tazminatı ödenmesi koşuluna bağlıyordu. Anti-emperyalizmi, Arap düşmanı milliyetçiliği ve dinsel fanatizmi birlikte kullanıp İran halkını Irak’a karşı savaşa süren Humeyni rejimi manevi seferberlikte Irak karşısında avantajlı durumdaydı. Savaşın başlangıcında Irak’ın örgütlülük üstünlüğünden gelen İran içlerindeki ilerlemesini durduran Humeyni rejimi, güçlerini örgütlemesi ve “cennet vaadi” ve cihat ilanı yanı sıra anti-emperyalist ve milliyetçi duygularını harekete geçirdiği İran halkını yediden yetmişe “devrim muhafızı ve gönüllü asker” olarak Kullanarak üstünlüğü ele almıştı.
İran dinsel fanatizmle bir arada olsa da anti-emperyalizmde ısrar ettikçe özellikle gelişmiş silah ve teçhizat açısından gideremediği sıkıntılara düştü. Başlıca silah kaynağı emperyalist ülkelerdi ve hemen hiçbirisi İran’a silah satmadı. İstisnai satışlar dışında İran, yetersiz kaynaklara ya da ikinci elden pahallı alımlara yöneldi.
Hatta ideolojik düşmanı İsrail’den bile silah aldı. Sonuçta özellikle teknolojisi üstün araç-gereç eksikliğini insan malzemesini kullanarak aşmaya çalıştı. Üst üstü düzenlediği “Kerbela” saldırılarında çocuk-ihtiyar insan dalgalarıyla yüklenme taktiğine yöneldi. Neredeyse Basra’yı alıyordu. Kuzeyden ve güneyden Irak içlerine kadar sarkmayı başardı bu yolla. Ama her başarılı saldırısı binlerce ölü ve yaralıya mal oldu. Bir ara İran ele geçirdiği askeri ve moral üstünlükle neredeyse savaşı kazanıyor gibi bile olmuştu. Bu, emperyalistlerin ve bölgedeki Arap gericilerinin Irak’a yardım ve desteklerini artırmalarına neden oldu. Amerikan deniz kuvvetleri işe karıştı, bölgedeki Arap ülkeleri açık askeri desteklere yöneldiler. İran ise başlangıçtaki müttefikleri Suriye ve Libya’yı da kaybetti. Bunda Sovyetler Birliği’nin rolü büyüktü. İran tutumunda ısrar etti, ama bu arada insan kaynağı da tükenmeye yüz tuttu. Ölüm haberleri arttıkça giderek cepheye gitmek isteyen gönüllü sayısı azaldı. Ve yakın zamanlarda Irak aldığı destek ve yardımların da katkısı ve silah, araç, gereç üstünlüğüyle, İran’ın insan seferberliğinde zaafa düştüğü ortamda yeni bir saldırı kampanyası başlattı. Tekrar İran topraklarına taşındı, savaş uzun süre sonra. Ve İran bu saldırılan püskürtme gücünü kendinde bulamadı. Maddi ve manevi olanaklarının sınırına gelmişti. Ateşkes istedi.

HUMEYNİ’NİN ÇIKMAZI
İran’ın savaşı sürdüremez hale gelmesinde görünür askeri neden Irak’ın silah ve teçhizat üstünlüğüne son verememesiyse, bunun temelindeki neden dinsel fanatizmle içice geçen ve asıl olarak İran halkının Şah ve ardındaki emperyalizme karşıtlığından kaynaklanan anti-emperyalist tutumu ve Arap düşmanlığıyla bölge ülkelerinden tecrit olmasıdır. Anti-emperyalizm yenilgi nedeni mi oluyor? Dincilik ve Arap düşmanlığıyla sulandırılırsa evet. Savaş, Şii-Sünni savaşına döndürüldüğü gibi, Arap düşmanlığıyla yan yana geldiğinde İran’ın anti-emperyalizmi Irak ve bölge ülkeleri halklarında örnek ve güçlü destekler oluşturamadı. İki burjuva feodal devlet arasında toprak kazanma, Körfez’i ele geçirme ve bölgede dikte edici güç oluşturma ve özellikle İran açısından şeriatı yayma yönelimli, uğruna halkların ancak belirli bir süre yanılsamalı olarak seferber edilebileceği milliyetçiliğin pazar kavgaları, halkın gözünde haklılığını yitirmeye yazgılıdır. Bu niteliğiyle yeterli ve tutarlı bir anti-emperyalist güç de oluşturamayacağı için halkın desteğinin zayıflaması ve insanların savaş uzayıp başarı elle tutulur olmayınca “niye ölüyoruz” diye sormaları kaçınılmazdır. Emperyalistler için önemi büyük olan Körfez bölgesindeki toprak ve pazar kavgası milyonun üzerinde emekçinin kanına mal olarak İran’ın zorunlu geri çekilmesiyle şimdilik yatışmış oluyor. Halklar birbirine kırdırılıp düşmanlaştırılmakla kaldılar.
İran ateşkes isteğinde bulununca, sırayla tüm emperyalist devletler memnuniyetlerini belirttiler. İran’ın diz çökmesi ve kaçınılmaz olarak politikalarında düzenlemeler yapacak olması anlamına gelen barış isteğinin hemen ardından başta ABD ve SB olmak üzere emperyalist ülkeler İran’a ilişki kurmayı ya da kurulu ilişkilerini geliştirmeyi önerdiler. Hemen olmasa da İran’ın bu yönde adımlar atması beklenir. Toprak kaybetmese de, güç kaybetmesi, amaç ve iddialarında başarılı olamaması, İran halkını seferber etme olanakları son derece zayıflaması açısından kısmi bir İran yenilgisiyle sona eren savaşın birinci sonucu budur.

İRAN’I NASIL BİR GELECEK BEKLİYOR?
Savaşın doğrudan bir sonucu Humeyni rejiminin sarsıntıya uğrayacak olmasıdır. Zafere ulaşmadan savaştan vazgeçmeyeceğini yeminlerle ilan eden Humeyni, ateşkesin sorumluluğunu, daha istediği ileri sürdüğü gün siyasi otoritelerin üzerine attı, birinci derecede siyasal otorite kendisi değilmiş gibi… Maliyeti çok yüksek olan başarısızlığın politik sorumluluğu da yüksek olacaktır. Her lafı keramet sayılan “halkın rehberi”nin, Humeyni’nin bundan sonra eski gücüne sahip olması hayaldir. Bunu zorlaması devrilmesini yakınlaştırır.
Ancak bugün için güçlü yeni bir iktidar alternatifi de görünmüyor. Devrilen Şah’ın oğlu iktidara adaydır. Ama O’nun prestiji zayıftır. İran halkı babasından yıllar süren kan banyosundan sonra halkçı bir ayaklanmayla kurtulmayı başarmıştır. Halkın Şah aleyhtarlığı hala güçlüdür. Ama Humeyni aleyhtarlığı da güçlenmektedir. Bu nedenle halkın belleği kendisini yanıltabilir de. Değişik bir rejim önerisiyle Yeni Şah’ın güç toplaması her şeye rağmen imkânsız değildir. Özellikle Şah’ın perde arkasında kalacağı geviş rejimleri söz konusu olabilir. Bunun başlıca engeli Şah ordusunun parçalanmış ve unsurlarının dağıtılmış olmasıdır. Devrim muhafızlarına dayanan bir Şah yanlısı darbe ise henüz çok zordur. Yine da yenilginin nasıl koşullar yaratacağını göreceğiz.
Halkın mücahitleri başından beri bir muhalefet odağı oluşturdu. Ancak Humeyni’nin güçlü baskıları ve yok etme operasyonları güç toplamalarını engelledi.
Bunda kuşkusuz kendi taktik yönelimlerinin de payı büyüktü, Humeyni’nin anti-emperyalist tutumunun sonuçlarını ve buradan giderek halktan sağladığı desteğin önemini ve bunu aşmanın yollarını görüp bulamadılar, tutarlı bir ant; emperyalist politika izleyip bu yöndeki eylem içinde Humeyni’nin İmamlığı ve demokrasi karşıtlığını gözler önüne serme yerine cepheden Humeyni’nin karşısına çıktılar ve tecrit oldular. Humeyni’nin anti demokratik zorbalığına bahaneler sağladılar. Bu tüm ilerici ve devrimci muhalefetin ortak hatası oldu. Humeyni ancak anti-emperyalist eylem içinde etkisizleştirilip bertaraf edilebilirdi, İran halkının anti-emperyalist yönelimini yakalamak gerekiyordu. Böyle bir tutuma bağlı olarak demokratik politikalar İran halkında güçlü bir yankı bulabilirdi, Şah zorbalığı ve faşizmine karşı savaşmış İran halkında. Ancak muhalefet erken bu kadar hesaplaşması içinde boğulup gitti.
Halkın Mücahitleri halkın anti-emperyalist duygu ve yönelimini küçümsediği gibi, Irak desteğiyle güç toplamaya yöneldi. İran halkının gözünde düşman ajanı damgasını yemeyi göze alarak. Ve her zaman için yitireceği bir desteğe bel bağlayarak. Ateşkesin ilan edileceği günlerde Mücahitlerin askeri birlikleri Irak ordusunun yanında ve onunla eşgüdümlü olarak İran’a saldırarak bazı köy ve kasabaları ele geçirdi. Yaygın politik çalışma ve gerilla savaşı Mücahitlere bir gelecek vaat edebilecekken böyle bir askeri ve politik tutumun başarı şansı olağanüstü zayıftır. Ancak Humeyni rejiminin sarsıntısının yakın gelecekte alacağı boyutların hangi sonuçlara yol açabileceği şimdiden kestirilemez. Yıpranmamış bir muhalefet odağı olarak Mücahitlerin şansı yüksek olabilirdi, ancak güçlerini yanlış kullanıyorlar, güç toplamada kendi önlerini kesiyorlar.
Dinsel fanatizmin güç kaybettiği kesindir. Bu savaşın tek olumlu sonucudur. İran etkisi Türkiye dâhil tüm bölge ülkelerinde görülmüş çevrede güçlüce bir şeriat yönelimi gelişmişti. İran tutumunu örnek alanlara her yerde rastlanabiliyordu Dinciliğin gelişmesi için zaten elverişli koşullara sahip bölge ülkelerinde belirgin bir dinci gericilik eğilimi baş göstermişti. Şimdi bu eğilimlerde bit düşüş beklenebilir Ancak esas düşüş İran’ın kendi içinde olacaktır. Çevrede ise İran’ın yenilgisine birçok kılıf bulunacaktır, İran yenilgisiyle dinciliğin, çevrede, İran’da olduğu ve daha da olacağı gibi, onunla birebir uyumlu güç kaybedeceği beklenmemelidir. Bulunacak en belirgin kılıf İran’ın Şiiliğine ilişkindir. “İran Şii’ydi ama biz Sünni’yiz” propagandası ve şeriat devletinin ancak Sünni bir temelde gerçekleşebileceği, zaferin ancak Sünnilikten geçeceği hayali, Türkiye ve diğer bölge ülkelerinde dinciliğin güç kaybetmesinin önlenmesinde önemli bir malzemesi olarak kullanılacak ve belirli bir etki de sağlayacaktır. Özellikle Türkiye açısından dinciliğin kolaylıkla güçten düşeceği hayaline kapılmamak gerekiyor. Çünkü bizde dince gericilik asıl İran etkisine bağlı olarak değil, ülke içi koşulların uygunluğundan kalkarak gelişme gösterdi. 12 Eylül’ün ve Ozaliti yarattığı elverişli koşullar, devletin birçok yönetim mevkiinin dincilerin eline verilmesi, devrimci muhalefetin ezilmiş olması ve “Atatürkçülük”ün dincilikle el ele vermesi, Ecevit’e kadar uzanan laiklikten uzaklaşma eğilimi dinciliğin önünü açtı. Şimdi şeriatçıların yanı sıra Türkeşçi faşistler de dinciliği temel ediniyorlar. ANAP onlardan hiç de geri kalmıyor. Sadece siyasi yaşamla sınırlı kalmayan ve eskiden olduğu gibi küçük ve orta sermayeyi etkileme durumunu da aşarak tekelci burjuvazinin önemli bir kesimi üzerinde etki sağlayarak ekonomik yaşamda da hiç azımsanmayacak bir güç halene gelen dinciliğin kolayca ve özellikle dış koşullardan kaynaklanarak etkisizleşeceği kesinlikle beklenmemelidir.

SADDAM’IN İLERLEYİŞİ

Neredeyse sınırsız insan, malzeme ve parasal kayıplara karşın hak savaştan güçlenerek çıkıyor. Pes ettiren taraftır. Tüm bölge ülkelerinin desteğini alan, Suriye’yi bile tarafsızlaştıran taraftır. Yine hemen tüm emperyalist ülkelerin desteğini sağlamıştır. İran’ın yumuşamasına bağlı olarak bu destek onunla paylaşılacak olsa bile, Irak bugünden ileri bir noktada bulunuyor. Saddam rejiminin içerde, u.Ve halkı karşısında ve dışarıda kazandığı prestij ve güç bölgenin geleceği açısından çok ör em1 bir rol oynayacaktır. Bundan böyle bölg1 de Saddamsız hesap yapılamaz. Ortadoğu ve Körfez bölgesinde Saddam artık Şahin eski rolünü yüklenebilir bir konum elde etmiştir. “Irak halkının babası”, “ulu önderi” ve Ortadoğu Gericiliğinin “kalesidir artık. Savaş boyunca Körfez ülkelerinin İran’a karşı koruyuculuğunu yapıyordu, bu durumun genelleşerek sürmemesi için bir neden yok. Sağladığı prestijin yanında Saddam devasa bir savaş makinası oluşturdu. Bu, içerde ve dışarıda onun gücünün esas kaynağı olacaktır. Kimyasal ve biyolojik silahlarla savaşı sürdürmedeki fütursuzluğunu, ülke içinde kırımlara kadar uzanan yoğun baskı ve despotluk, dışarıda ise dikte ettiricilik ve hamilik biçiminde uygulamaya devam etmesi beklenir. Yakın gelecek için Irak’ta Saddam karşıtı bir muhalefetin boy vermesi pek olası değildir.
Savaşın bir sonucu da, emperyalist ve burjuva ülkelerin yıkıntıları onarmak üzere iki ülkeye yönelik ekonomik mali talan seferberliği ilan etmeleridir. Daha ateşkes ilan edilmeden her iki ülke başkentinin büyük otelleri uluslararası mali sermayenin irili ufaklı temsilcileriyle doldu. Türkiye burjuvazisinin de bit pay kapma telaşı içinde olduğu bu talan sofrasında büyük güçlerin etkili olacağı ortadadır. Anti-emperyalist tutumu nedeniyle İran’da ve bir ölçüde de Irak’ta Türkiye burjuvazisinin küçük de olsa yeniden inşa faaliyetinde kendine bir yer edinmesi mümkündür. Açmaz, kredili yatırımlar ihtiyacı dolayısıyla oluşacaktır, her iki ülke de peşin parayla iş gördürme gücünün uzağındadır. Finans kaynakları neredeyse kurumuştur. Bu durum, güçlü finans olanaklarına sahip büyük devletlerin yolunu açıyor. Yine de Türkiye bu “barış pazarı”ndan belli bir pay kapabilir. Ne de olsa “aktif tarafsızlık” politikası izledi. İran karşıtlığını fazla tırmandırmamaya Türkiye burjuvazisi bu adı takmıştı.

BARIŞ KÜRTLERE NE GETİRİYOR?
Savaşın önemli bir sonucu, Kürt halkının talihsizliği oluyor. Daha ateşkes ilan edilmeden Saddam gericiliği Kuzeye, Irak Kürdistan’ına karşı saldırıya geçti. Saddam saldırısına savaş boyunca da pek ara vermemişti, ancak gücünü bölemiyordu. Şimdi ise rahatça tüm gücüyle yüklenebilmeyledir. Dev savaş makinasıyla giriştiği ilk saldırılarla peşmergeleri mevzilerinden söktü ve Kürt halkı yeni bir kırımı yaşamaya başladı. Peşmergeler ve halkın Türkiye’ye sığınması gündeme geldi. Başta KDP ve Yurtsever Birliği olmak üzere Irak Kürdistan’ı örgütlerinin yeni bir politika çizmeleri gerekli hale geldi. Burjuva, feodal önderliklerin peşinden giden Irak Kürt halkı yeni bir kötü kaderle karşı karşıya. Molla Mustafa’nın eski uzlaşmacılığını oğlu devralabilir. Talabani’yse eski kendi uzlaşmacılığını yineleyebilir. “Kürtlerin elleri boş kalan Saddam rejimi karşısında dayanması pek olası görülmüyor”.
Kendisini destekleyemez duruma giren İran’ın Saddam’a karşı Kürtleri desteklemeye devam etmesi hem zordur hem de Irak’la savaşın başarısı için İran Kürtlerini ezerken Irak Kürtlerini destekleyen Humeyni’nin Saddam’ı zayıflatıcı bir unsur olarak bu desteğini bir ölçüde sürdürmesi bile pek de işine gelmeyecektir. Talabani’nin destek istemiyle gerçekleştirdiği ABD gezisine sonuç verir bugünkü koşullarda? Belki yeni bir söz de özerklikle Saddam’la uzlaşma…
Yeni Halepçe’lerin Humeyni tarafından İran Kürtlerine ve Saddam tarafından Irak Kürtlerine yönelik olarak tekrarlanması gündemdedir.
Ulusal hareketlerin bir açmazı var: dış destek gereksinimi. Filistinlilerin de açmazı bu Kürtlerin de. Burjuva feodal önderlikler altında bu açmaz iyice derinleşiyor, aşılamaz hale geliyor. Dış güçlerin çıkar ilişkilerindeki, uluslararası konjonktürdeki değişiklikler ulusal hareketleri doğrudan etkiliyor. Çünkü dış destek gereksinimi büyük ve burjuva feodal önderlikler stratejilerini dış destek üzerine kuruyorlar, sınıf temeline oturmayan bir örgütlenme ve politika ne ezilen halkın gücünü bütünüyle ayağa kaldırmaya ne de ezen ulus ve sömürgeci ülkeler içinde sınıfsal destekler edinmeye olanak tanıyor. Ulusa karşı ulus milliyetçi yaklaşımı ezen ulusun ezilen sınıflarını ulusal baskı uygulayan sömürgeci diktatörlüklerin etki alanına iten bir etken oluyor. Ulusal hareketlerin emperyalist ve sömürgeci ülkelerde, ezen ulus içinde dayanaklar ve destekler elde etmeyi başarmadan zafere ulaşması ancak bir başka emperyalist ya da sömürgeci ülkenin yedeğine girmesiyle olanaklı. Buysa ulusal hareket ve bu hareketin içinde geliştiği ülke ezen ulusunun aşağı tabakalarının dışındaki faktörlere bağlı. Emperyalistlerin ve sömürgecilerin oyuncağı olmak bir kez kabullenildi mi, onların çıkar hesaplarının ulusal hareketin de geleceğini belirlemesi kabullenilmiş oluyor. Bu temelde ulusal hareketin başarısı sömürgecilik ve ezilen ulus statüsünün değişmemesi, bir başka emperyalist ya da sömürgeci ülkenin sömürgesi ya da ona bağımlı bir ülke olma anlamına geliyor, başarısızlık ise her anki tehlike oluyor. Emperyalist ve gerici burjuva ülkelerle işbirliği ve onlara bağımlılık üzerine inşa edilen ulusal politikalar yenilginin anasıdır. Sınıfsal konumlan nedeniyle kendi halkına ve ezen ulus halkına dayanmayan ve güç almayan politika ve stratejiler geliştiren burjuva feodal önderlikler ise yenilginin nedeni ve aracı oluyorlar. Tam da bu nedenle Irak’ta on yıllardır süren Kürt halkının silahlı kalkışması koşullara göre ilerleyip geriliyor, dalgalanıp duruyor. Ve şimdi Irak Kürdistan’ını yine zor ve kanlı günler bekliyor.
İran-Irak savaşının sona ermesinin Kürt ulusal hareketi açısından Türkiye’de de etkisi hissedilecek. PKK için Irak Kürdistan’ı önemli bir cephe gerisiydi. Bu durumun son bulacağı PKK’nın buradan gelme ancak gizli yardımlarla yetinmek zorunda kalacağı bugünden bellidir. Suriye zaten bir süredir sağladığı olanakları sınırlandırdı. Lojistik zorluklar büyüyecek, PKK’nın pozisyonu daha bir zorlaşacaktır.
Geçmişte Türk aktif tarafsızlığının bir unsuru olarak gerçekleştirilen ve İran’la arayı epey soğutan “sıcak takipler” bugün artık Kuzey Irak ve Güneydoğu Türkiye’de ortak imha hareketlerine dönüşebilir. Hatta açık bir işbirliği halinde olmasa bile bu tür bir kampanyaya İran da katılabilir. Bu, genel olarak Kürt ulusal hareketinin handikabını oluşturacaktır.
Öte yandan Türk ordusu Doğu ve Güneydoğu’da oldukça büyük ilerlemeler kaydetti. Bölgesel Valilik türünden yeni düzenlemeler, yeni askeri tertipler, özel timler ve koruculuk sisteminin oturmakta oluşu, PKK’nın durumunu oldukça zorlaştırdı. Özellikle bu yıl içinde PKK önemli kayıplara uğradı. Eskisi gibi askeri harekat yürütemez oluyor ve artık geceleri de inisiyatif Türk ordusunun eline geçmektedir. Dış koşulların da elverişsizleşmesiyle PKK’nın pozisyonu ve eylemlerinde bir gerileme beklenebilir. Son bir yıl bunun için ipuçlarıyla dolu. Bu, zor günlerin sadece Irak ve İran’la sınırlı olmayacağını gösteriyor.
PKK eylem gücündeki gerilemenin doğrudan bir sonucu liberal yaklaşımın güç kaybetmesi ve istemlerinden vazgeçmesi olacaktır. Türk burjuvazisi içinde küçümsenmeyecek bir etki sağlayan, hatta Özal’a bile “Doğu sorununun ekonomik ve sosyal yönleri”nden söz ettiren, yalnızca askeri tedbirlerin yeterli olmayacağının kabul görmesine götüren baskı ve zor yerine liberal tavizler politikası etkisinden kaybetmeye adaydır. Özal’ı Diyarbakır cezaevinde Kürtçe konuşulmasını kabule yönelten koşullar değişmektedir.
Başta M. A. Birand olmak üzere basında ve reformcu örgütlerde görülen varlığım kabullenip kültürel haklar ve ekonomik olanaklar sağlayarak sorunu çözme yönelimi liberal politika, Ordunun başarısı PKK’nın olası gerilemesine bağlı olarak baskı ve yok etme eğiliminin güç kazanmasına ve şiddet politikasına yerini bırakmak üzere geri adım atacaktır. Sorunun güçle çözülemeyeceği, bu boyutu aştığı noktasından hareketle ileri sürülen liberal tavizler politikası, izlenen güç politikasıyla ilerleme sağlandıkça kaçınılmaz olarak güç kaybedecek, güç politikasıyla sorunun çözülemeyeceği tezi pratikte geçersizleştikçe, sorunun devasa boyutları görülmez olacak ve liberaller ikna edileceklerdir. Önemli denilebilecek boyutlardaki bu liberal hayırhah tavrın ortadan kalkacağı ve siyasal ortamın PKK için daha da zorlaşacağı beklenebilir. Yakın gelecek desteğin devrimci hareketlerle sınırlanacağını göstermeye adaydır.
PKK’nın ülke içinde ne kadar üslenmişse, ne kadar bağlar geliştirmişse o derecede etkili olacağı, dış desteğin rolünün küçüleceği günler gelmiştir. Önümüzdeki aylardaki gelişmeler PKK’nın geleceği üzerinde önemli etki yapacak ve göstergeler sağlayacaktır.
Savaşın sona ermesinin Türkiye halkı açısından tek olumlu sonucunu belirterek bitirelim: Kerkük sorununun Pan-Türkist çözüm önerileri tartışma değerini yitirmiştir.
Burjuva feodal amaçlı savaşın kırımına uğramış ve şimdi bundan kurtulmuş İran ve Irak halklarına ise bu kırımın hesabına sormak kalıyor…

Eylül 1988

“GORBACOV DEMOKRATİZMİ”NİN İÇERİĞİ VE ETKİLERİ ÜZERİNE

Birkaç yıldır göklerde bir yıldız parlıyor. Giderek parıltısı artıyor. Doğu’dan doğdu. Gözün gözü görmediği karanlıklar içinden. Işınları Batı’dan daha bir görünür oluyor. Batı’ya doğru bir yörünge çiziyor.
Bu “yeni” yıldızın adı Gorbaçov. Eski bir dünyayı aydınlatıyor. Koma halindeki eski yapıların umut ışığı oldu. Ölgün yüzleri, çırpıntısız yürekleri, yorgan gönülleriyle bildik eski çehreler feyiz almaya başladılar bu ışınımdan.
Reagan’dan Thatcher’e sosyalizm düşmanları neredeyse sosyalistliklerini ilan edecekler. Bilinen çevreler hemen yeni programlar ve eylem planları oluşturdular uygun adım. “Sosyalizmin kalesine” ilişkin kuşkuya kapılanlar iman tazelediler, tazeliyorlar. Ürkekçe revizyonizm söylemiyle salınanlar, sosyalizmin gerileme sürecinden söz edenler, Gorbaçov’u ve onun “yeniden açlığı ilerleme yolunu” takdis ediyorlar. Bir kısmıysa, yaptıklarını az, düşünce ve önerilerini yeterince ilerletilmemiş buluyorlar; olumluyor ama daha çok şey bekliyorlar. Ünlü revizyonizm ve sosyal emperyalizm karşıtları, eleştirel bir konumu çok hızlı terk etmemeye çalışarak Gorbaçov övgüsü yapmaya başladılar. Bu arada, Sovyet revizyonizmini eleştirenler, ne yazık ki, değerli bir dost ve bağlaşıklarını yitirmiş oldular! Ya da sırtlarındaki bir kamburdan kurtuldular. Bazıları bir Sovyet düşmanı eksildi diye sevinebilirler. “Dostumuz” onlara kutlu olsun… Bu “değerli dostlar”, şimdi, sosyal emperyalizm teorilerini beklemeye aldılar, “ne olacağı belli değil, süreç izlenmeli”, “sosyalizmin kurtulup kurtulamayacağı önümüzdeki yıllarda belirlenecek” diyorlar. Gorbaçov başarılı da olabilirmiş başarısız da… Mao’yu ve “Kültür Devrimi” örneğini izlemeyi salık veriyorlar ona…
Uluslararası alanda, Batı burjuvazisi belirgin bir destek eğilimi içinde. Güçlenecek bir Rusya’dan kuşkusuz çekiniyorlar, ama aradaki yöntem dil ve üslup farklarının kaldırılması ya da en aza indiriliyor olmasından hoşnutlar.
Doğu ülkeleri ve pek saygın liderleri çoğunlukla Gorbaçov’dan önce Gorbaçovcuydular, şimdi daha rahatlar. İmre Nagy’nin “aşırı demokratizmi”, “piyasa ve kapitalizm yönelimini” bastırarak kendine yer edinen J. Kadar’ın “demokrasi” ve piyasa yanlılığı ve Gorbaçov destekçiliği emekliliğini önleyemedi. Çok sayıda işçi çalıştırma serbestîsiyle özel teşebbüsün, grup mülkiyetinin, piyasanın belirleyiciliğinin, IMF üyeliğinin ülkesi Macaristan’da revizyonist sistem, uyum sağlayan değil yol gösteren yeni bir önderliğe gereksinim duyuyordu. Gross ve çevresi daha tam Gorbaçovcu kişilikleriyle yeni İ. Nagy rolü oynamak üzere iktidara geldiler. İlginci, Çekoslovakya’ya ilişkin yaşanıyor. Otto Şik ve Dubçek’in “güler yüzlü piyasa sosyalizminin” yıkıntıları üzerine taht kuran G. Husak, bugün güler yüzlü-piyasacı Gorbaçovla yan yana duruyor. Dubçek’i açık olarak aklamaktan da çekinmeyen Gorbaçovla… Koyu bir bürokrat ve Çekoslovak işgalinin önde gelen savunucularından Bulgaristan Lideri Jukov “bürokrasi eleştirmeni”, “barışçıl” Gorbaçovla birlikte ve açtığı yoldan ilerliyor. Polonya’da askeri diktatörlüğün başı Jaruzelsky “açıklık politikası” şampiyonu Gorbaçov’un peşinden gidiyor. Gorbaçov mu inanılır değil, takipçileri ve yol arkadaşları mı? Akla uygun olan, hem Gorbaçov’un hem de diğerlerinin inanılır olmamaları değil mi?
Çin ve Deng Siao Ping de Rusya ve Gorbaçovla gözle görülür bir yakınlaşma içinde. En çok Afganistan ve Kamboçya işgalleri ve Çin sınırındaki Sovyet birlikleriyle ilgilenen milliyetçi bir konumda duran Çinliler, bu konularda sağlanmakla olan ilerlemelere bağlı olarak ne yapacaklar? Aynı -zamanla değiştirse de- Kruşçev sonrası Brejnev’in gelişini sosyalizmin kurtuluşunun başlangıcı olarak karşılayan Mao’nun yaptığını mı? Şimdiden bunu yapıyorlar. Çin’in “Sovyetlerin esas saldırgan olduğu” noktasından hareket eden ABD ile ittifak politikası yerini hem ABD hem Sovyetler Birliği ile ilişkiler kurma ve yararlanma politikasına bırakıyor. Gelecekte SB ile ittifak politikasına da dönüşebilir Çin’in yönelimi. Ancak ideolojik yakınlık bir yana, Çin’in geleneksel “düşmanı düşmana kırdırma” politikasında uzun süre ısrarlı olacağı öngörülebilir. Ancak Gorbaçov iktidarından bu yana Çinlilerin Sovyet sosyal emperyalizmi ve hegemonyacılığı konularında eleştirel bir tulum içinde olmadıkları kaydedilmelidir. Çinliler Gorbaçovcu olmayacak kadar büyük bir ülkenin kibirli çocukları… Vermemekle ve yakınlaşmakla yetiniyorlar. Desteklerinin biçimi böyle.
Tekrar Türkiye’ye dönelim.
“Sosyalizmin yeni yıldızı”, ‘demokratizmi’yle prim yapıyor. Yaygın etkisinin kaynağı, ülkesi için olduğu kadar uluslararası açıdan da, devasa bir sorun ve yakıcı bir gereksinim olan demokrasi sorununu gündeme getirmiş ve ustaca propagandasını yapıyor oluşumladır. Glasnost (açıktık) politikasıyla, bürokrasi ve aşırı merkezciliğe karşı çıkışıyla, Sovyetlerin önemi ve seçim ilkesi üzerinde duruşuyla “Gorbaçov demokratizmi”, birçok insan ve akım üzerinde etki sağlıyor. Liberal, reformcu konumlarda yer alanları, hatta bir tür “sosyal emperyalizm teorisi” savunucularının teorik duruşlarını sarsıp bozmayı da içermek üzere, cesaretlendirip peşine takıyor.
Dünyanın hemen her yanında olduğu gibi Türkiye’de de demokrasi gereksemesi olağanüstü boyutlarda. Türkiye bir Doğu ülkesi ve demokratik geleneklere sahip değil. Bu, demokratlar, genel olarak solcular ve halta sosyalistler üzerinde de yansıyor. Yakın geçmiş, “solcu” askeri darbelere bel bağlamışlığın, geliştirilen cunta teorilerinin, yanı sıra “ben bilirim-ben yaparımcılığın”, dayatmacılığın, hoşgörüsüzlüğün, kitleden kopukluk ve onlar adına hareket etmenin, aşırı merkeziyetçiliğin ve katılımcılığın söyleminden bile uzak yapıların örnekleriyle dolu. Ve hareket noktaları açısından sağlıklı olsa da yöntem, yaklaşım ve çıkarılan sonuçlar açısından sağlıksız sorguluma ve eleştirilerle yoğun bir süreç yaşandı, yaşanıyor. Demokrasi ve özgürlük sorunlarına ilişkin vurgulamalarla…
Öte yandan, başlıca SB’de sosyalizmden eri dönüş ve kapitalizmin restorasyonuyla birlikte ortaya çıkan olumsuzluklar, bürokrasisiyle, polis devletiyle, kulelerin ekonomik ve siyasi yaşamın dışına itilmesiyle sansürün karanlık atmosferiyle, militarizmi ve siyası ve kişisel özgürlük yoksunluğuyla anti demokratik yapı, umul kırıcı olduğu gibi, çeşitli alternatif teorilerin geliştirilmesine maddi zemin oluşturdu. Genel olarak solcular ve sosyalistler, Sovyetler Birliği’ne baktıklarında, sosyalizmin nasıl olmaması gerektiğini gördüler. Ve demokrasi yokluğu ve gereksinimi SB ve sosyalizme ilişkin düşünsel süreçlerde temel bir hareket noktası oldu.
Ulusal ve uluslararası alanda yaşanan umut kırıcı gelişmeler ve olumsuzluklar, temel tezleriyle sosyalizmden bir uzaklaşmaya, sınıf sorununu önemsememeye, proletarya devletini hedef alan genel bir diktatörlük eleştirisiyle birlikte salt bireysel özgürlüklerin ve soyut bir demokratizmin yüceltilmesine kaynaklık etti. Yenilgileri, zaaf ve olumsuzluklarıyla yaratılmış bir ortamda, gericiliğin son yıllardaki derinlemesine ideolojik baskısının da etkisiyle sınıfsal içeriği boşaltılmış bir demokratizm modası baş gösterdi.
İşte SB’nde ekonomik tıkanma, siyasal çözümsüzlük ve sosyal patlamalara gebelik koşullarının ürünü olarak işbaşına gelen Gorbaçov’un “demokratizmi”. Türkiye’yi ve Türkiyeli demokrat ve solculun böyle bir ortamda yakalattı. Birçok insan ve akım Gorbaçov’da yeni bir soluk buldu.
Bu akım ve insanlar Gorbaçov’u büyük bir heyecanla selamlamıyorlar. Ne Gorbaçov ne de onu selamlayanlarda bandan, aşağıdan hareketleniyorlar çünkü. Kitlesel coşkudan yoksunlar; onu selamlayanlar tuttuklarını kopana bir ruh ve eylem halinde değiller, devrimci bir atılımcılıktan uzaklar; sadece emekçilere benimsetmekte -bir kısmının böyle bir sorunu da yok- kuşkulu oldukları konum ve yönetimlerini güçlendiren, cesaretlendirici bir yıldız olarak selamlıyorlar Gorbaçov’u.
Pro Sovyet revizyonistleri bir yana bırakırsak, çeşitli solcu kişi ve akımlarda görülen genel eğilim, çoğu benzeri girişimin -Kruşçev, Mao… örneklerinde olduğu gibi- olumlu sonuç vermemiş ve taklitçilik ve şablonculuktan çok çekilmiş oluşu nedeniyle, tamamen uyum sağlamama ama güçlüce etkilenme, “hınk deyicilik” değil ama genel bir destek ve bekleyerek süreci gözleme. Umut duyma ve belirtme ama Gorbaçovculuğun gerçek içeriğini görme ya da sezmeden gelerek belli bir mesafeli duruşu da korumaya çalışma… “Sosyalizmin tıkanıklığını aşmaya yöneldiği” yakıştırmasıyla benimseme ve genel bir destek uma beraberinde deneylerden süzülmüş kuşkucu, eleştirel ve zaman kazama bir gözlemcilik… Ancak bir kez sosyalizm adına kutsanan, girişimlerinin başarılı bir sonuca ulaşıp ulaşamayacağı konusunda atak bir tutumla iddialar ile sürülmese de, bu girişimlerinin sosyalist ya da sosyalizmin sorunlarını çözebilecek içeriği onaylanan Gorbuçov’u eleştirel yaklaşım, sorunun özüne değil ayrıntılarına ilişkin kalıyor.
Gorbaçov açıklık politikası diyor ve bu yönde uygulamalar içine giriyor. Bürokratizme karşı çıkıyor, işbaşına geldiğinden bu yana bürokrat suçlamasıyla birçok parti ve devlet yöneticisi değiştirildi. Merkezciliği eleştiriyor, yetkilerin dağıtılmasından yana. Son Konferans, Sovyetlerin güçlendirilmesi ve yöneticilerin en çok on yıllık süre ile sınırlı olarak görevde kalabilmesi kararlarını aldı. Tüm bunların üstünde ise yoğun bir demokratız m propagandası yürütülüyor.
Uzun bir baskı dönemi boy unca Avrupai gıdalarla beslenen Türkiye solunun büyük bir çoğunluğu ise, içeriğini tanımlamadan, ekonomik temeli ve sosyal yönüne ilgi göstermeden Gorbaçov’la aynı noktada buluşuyor. Halta bazıları Gorbaçov’u henüz az “demokrat” bularak eleştiriyor: “Bütün iktidar Sovyetlere”… “Çok partili sosyalist demokrasi”… “Doğrudan demokrasi
Kuşkusuz bu destek sonrası “ayrıntısal” eleştiriler, “Gorbaçov demokratizmi”nin sosyal sınıfsal içeriği ve ekonomik temelini hiç dikkate almadıklarından harekele geçirici liberal etkeni örtemiyorlar, daha ötesi bir kısmı doğrudan, liberalizmin, burjuva demokratizminin göstergesi oluyorlar.
Gorbaçov ve yaptıklarını olumlu bulan değişik kaynaktan gelme bir liberal yaklaşım da, O’na proletaryayı ayağa kaldırmayı ve katılımcılığı öneren, Sovyet kapitalizmi, Sovyet burjuvazisi ve sosyal devrim gereği gibi saptamalarını nereye koyacağını bilemeyen, ama koyacak bir yer ararken bu saptamalarla çelişen yaklaşımlar sergilemekten kaçınmayan Maocu sosyal emperyalizm teorisi savunucularınınki. Proletaryasız, üstten gelme hareketi eleştiren ve katılımcı gelişkin bir demokrasi savunusu yapma görünümü veren bu akım, geçmişten kalan cuntacı-tepeden inmeci teori ve pratiğinin ruhum uygun olara/!, yine de “sosyalizmi rayına oturtma” olanağına sahip olduğunu varsaydığı Gorbaçov’un başarı ya da başarısızlığını sürece bırakıyor. Hem de genel bir olumlamayla…
Aslında, sosyo-ekonomik yapının eleştirisinden hareket etmek ve bu temelde çıkarsamalar yapmak yerine, bu temelden yansıyan siyasal, kültürel ve dış ekonomik süreçleri eleştirerek geliştirilen Maocu sosyal emperyalizm teorisiyle bugün bulunulan nokta ve onun teorileştirilmesi arasında derin bir zıtlık bulunmuyor. Çok büyük gibi görünen dönüş kolaylıkla yapılabiliyor. Ekonomik yapıları, üretim ilişkileri ve bunlardaki dönüşümleri, değer yasası ve piyasa ekonomisinin genelleşmesi, ücret ve fiyat politikalarındaki değişiklikleri, üretimin kâr amacı üzerine oturtulmasını değil, “parti ve devlet iktidarının gaspı”, dış politika sorunları, hegemonyacılık, ulusal hareketlere karşı tavır, sömürgecilik, silahlanma, saldırgan dış politika, savaş-barış sorunları gibi sorunları teorisinin çıkış noktası ve esas vurgusu yapan yaklaşım, bugünkü dönüşe yatkındır. “Olumlu” söz ve girişimleriyle bir yıldız işbaşına gelince “gasp” sorunu ortadan kalkıyor ya da bir ölçüde ortadan kalkıyor, çünkü gelen hem de bürokratizmi eleştiriyor Gorbaçov, bir de barışçı dış politika izlemeyi öngördükçe, silahlanma yarışını durdurmayı ve nükleer silahları imha etmeyi önerdikçe, Afganistan’dan çekilmeye, Kamboçya’da barışın sağlanmasına yöneldikçe, bu teori zaten dayanaklarını yitirecekti. Burjuvazi, kapitalizm, sosyal devrim söylemine son vermek çok mu?
Demokratik özlem ve arayışların saygıdeğerliği bir yana, hemen hiç bir kişi ya da akım Gorbaçov demokratizmi”nin sosyal içeriğini sorgulamadığı gibi, bu demokratizmin ekonomik temeline, Gorbaçov’un Sovyet ekonomisinin sorunlarımı yaklaşımına, ekonomik yaşama ilişkin öneri ve uygulamalarına yorum getirmiyor. Oysa Gorbaçov reformlarının ana unsuru ve belirgin özelliği ekonomiyle ve ekonomik sorunlarla ilgilidir.
1987 Mayısında, Ekim Devrimi’nin 70. yılında, şoförlük, lokantacılık, ayakkabı imalatı gibi alanlarda bireysel mülkiyet ve özel teşebbüse olanak sağlayan bir yasa çıkarıldı…
Sanayi ve tarım işletmelerinin mali özerkliklerinin güçlendirilmesi yönetimiyle merkezi plân en genel hedefler saptamakla sınırlandırılarak işlevsizleştiriliyor. İşletmeler plan hedefleri üzerindeki üretimlerini istedikleri gibi kullanabilecek, istedikleri fiyattan satabilecek, yatırabilecek ya da tasarruf edebilecekler. Yıllık ücret fonlarını özgürce kullanabilecekler: Ne kadar işçi çalıştıracaklarını kendileri saptayacak, işçi çıkarımına gidebilecek, fonun, primler, teşvikler, maaş vb. türünden dağılımını yine kendileri kararlaştıracaklar.
Genel olarak ücretler, ücret fonu, piyasaya, ürünlerin “satış gelirlerine bağlı” olacak. Ürün fiyatları “esnek” bir şekilde saptanacak yani piyasada oluşacak.
Mali özerkliğe sahip işletmelerin üretimlerini satış ve gelir hedefleri, daha çok gelir ya da doğru deyimiyle kâr elde etme amacı belirleyecek, Gorbaçov “maliyet muhasebesi” ve “son sonuç” diye tanımladığı kârın en iyi denetleme aracı ve belirleyici olduğunu vurguluyor.
Toprak dâhil, tarım ve sanayi işletmelerinin özet kişi ya da gruplara kiralanması ve üstü örtülmeye bile gerek duyulmadan açık kapitalist tarzda işlet ilmesi gündeme getirildi.
Oto-finansmanı gerçekleştiremeyen yani, kâr edemeyen ya da zarar eden işletmelerin “borçlarına devletin kefil olmayacağı ilkesi” getirilmiştir bu işletmeler iflasa ve kapanmaya terk edilecek ya da daha iyi işleticilik vaat eden kiracılara devredilecektir.
Devlet ve işletmeler bazında yabancı sermayeyle ortak yatırımlar geliştirilecek ve ülkenin çeşitli yörelerinde serbest pazarlar oluşturacaktır.
Gorbaçov’un ekonomik reformlarının başlıcaları bunlar. Ve bu reform önlemlerinin tek hır anlamı var: Özel mülkiyelin, bireysel ve grup mülkiyetinin geliştirilmesi doğrultusunda de:- adımlar atılması, piyasa ekonomisinde Batı normlarına hızlı bir yöneliş ve yatırımlar, ücretler, fiyatlar kredi ve faizle) gibi tüm ekonomik kategorilerin, daha “özgürce” piyasa kasıllarında oluşması.
Sosyalizmin kurtarılmasından, sosyalizmin gerçek niteliğine dönüşten, sosyalist demokrasinin geliştirilip olgun kıstırılmasından söz açanlar. Doğu’dan yükselen Batı yıldızının “demokratizminin” övücüleri niçin bu sorunlara ilgi göstermiyorlar? Gorbaçov’un, “sosyalizmin” ekonomi politiğini yeniden yazına girişimi niçin sessizce geçiştiriliyor? Ekonomik alandaki reformlar konusunda ne düşünülüyor?
Gorbaçov’un yaptığı, sosyalizm olarak sunduğu genel bir demokrasi söylemiyle puan toplamak, demokrasi gereksinimi ve artmışlarını sömürmektir. Eşitlik ve özgürlük kavramları farklı sınıflar için farklı anlamlar yüklüdür: Birincisi birlikte var olan sömürücü ve sömürülen sınıfların bir arada varoluş koşullarında ezilenler için hiç bir zaman gerçekleşme olanağı bulunmayan hak eşitliği ve ticaret özgürlüğü, alım-satım özgürlüğü, lam da Gorbaçov’un işletmeler için yasallaştırdığı türden ine de olsu devlet tekelinin sınırlandırıcılığından, plan hedefleri üzerindeki üretim açısından “kurtuluş” önemli bir “özgürleşmedir!” ve işten çıkarılmayı kabullenme ve çalışmama özgürlüğü olarak. Ve sınıfların ötesinde, sınıflar ve sınıf ilişkilerinin kaldırılması anlamında bir eşitlik ve iş bölümüne bağımlılıktan kurtulma ve ona giden yoldu ekonomik alanı da kucaklayan, insanın kendi efendisi olacağı gerçek bir özgürlük. Ve demokrasi de anlamını yitirinceye dek ya azınlığın ya da çoğunluğun demokrasisidir. Kimin için sorusundan kaçılamaz. Sınıfsal içerik görmezden gelinemez. Ekonomik temel ertelenmezlik edilemez. Kuşkusuz bunlar yapılabilir, burjuvazinin doğuşundan bu yana yapılıyor da. Bunu şimdi birde Gorbaçov yineliyor. Ancak bu tutum insanın kendine sosyalist demesinin engelidir, kişiyi bir burjuva demokrat, bir liberal yapar ya da daha kötüsü.
“Gorbaçov demokratizminin” başlıca unsurları neler?

AÇIKLIK POLİTİKASI GLASNOST
Bu politika “Gorbaçov demokratizminin” en belirgin unsuru durumunda Krusçev ve özellikle Brejnev döneminin haberleşme iletişim bilgi edinme özgürlüğünü tümden yadsıyan, resmi tulum ile çelişen iç ve dış olay ve gelişmeleri gizleme politikası şimdi aleniyet ve açıklık politikası ile değiştiriliyor. Kazakistan olayı. Çernobil, Afganistan’dan çekilme sorunu ve benzeri gelişmelerden haberdar edilmekle kalınıyor Sovyet halkı: belirli bir hedefe yönelik eleştiriler çerçevesinde dile getirilse de enflasyon ve işsizliğin kabulüne kadar uzanıyor bu politika Kitle iletişim araçları artık yalnızca birkaç ay öncesinin sansürlü haberlerini vermiyorlar: “moral bozucu” ve olumsuz haberler de yayınlanabiliyor, insanlar çeşitli sorunları tartışabiliyor, hatta parti ve devletin doğrudan kontrolünde olmayan gruplar belirli engellemelerle karşılaşsalar da örgütlenebiliyorlar.
Bu gelişmenin demokratik bir içerik taşıyor oluşundun söz edilebilir. Glasnost, içinin nasıl doldurulduğu, hangi tarihsel koşullarda ortaya çıktığı, amacı ve nasıl kullanıldığı ve yönelik olduğu hedefleri soyutlanarak ele alındığın da, demokratik bir görünüm veriyor. Genel olarak konuşulduğunda haberleşme ve örgütlenme özgürlüğü kötülenemez. Hele, Kruşçev ve özellikle Brejnev döneminde, sosyalizmin yıkıntıları üzerinde yaratılan polis devletinin dayanılmaz cenderesinde bir gevşeme olumsuzlanamaz. Madalyonun bir yüzü bu
Nasıl ki faşizm, örneğin Hitler faşizmi karşısında genel olarak özgürlükler ya da iletişim özgürlüğü olumsuzlanamazsa, Sovyetler Birliği’nde revizyonist tek parti diktatörlüğü ve polis devleti koşullarında özgürlüğün en küçük bir belirtisi bile olumsuzlanamaz. Ama yine nasıl ki, faşizm karşısında siyasal özgürlüklerle sınırlı bir yaklaşım, savunucusunu sıradan bir burjuva demokrat, bir liberal yaparsa “Gorbaçov demokratizmi” ya da “glasnost”cu siyasal özgürlüklerle sınırlı bir yaklaşım da burjuva, liberal bir platformu benimsemek olur.
Gorbaçov destekçileri ve ondan etkilenenler “glasnost”un içinin nasıl doldurulduğuna ilgi göstermedikleri gibi kuramsal olarak iletişim özgürlüğünü sosyalist demokrasinin bir unsuru varsayıyor: Gorbaçov ve “glasnost “un sosyalist demokrasinin geliştirici ve olgunlaştırıcı etkenleri olarak değerlendiriyorlar. Eleştirel destekçi hır yaklaşım ise, iletişim özgürlüğünün ancak örgütlenme özgürlüğüyle birlikte anlam kazanacağı şeklinde ve “çok partili sosyalist sistem”i öngörüyor.
Evet, iletişim özgürlüğü demokratik içeriklidir. Ancak herhangi bir olgunun demokratik içeriğinden söz etmek yeterli midir? Özgürlükler konusunda, burjuva ve sosyalist demokratizm birbirinden ayırt edilmeden bir tartışma yürütülebilir mi?
Bugün örneğin hiçbir Avrupa ülkesinde iletişim özgürlüğü ve yanı sıra düşünce ve örgütlenme özgürlüğü yasaklanmış değildir. Avrupa, öteden beri gelişkin “glasnost” koşullarında yaşıyor. Kuşkusuz bu ülkelerde iletişim, ideolojik ve siyasal şekillendirme ve eğitim, ekonomik gücü elinde tutanlar, iletişim araçlarına sahip olanlar tarafından yönlendiriliyor ve düzeni sağlamlaştırmanın hizmetine koşuluyor, iletişim araçlarının işçi ve emekçi sınıfların elinde olmadığı, ideolojik aygıtları sınırlı sayıda sömürücü yönetici sınıf görevlisinin yönlendirdiği bir toplumda haberleşme-iletişim özgürlüğü yönlendirilme özgürlüğü olabilir ancak. Ve onlarca, belki yüzlerce radyo-TV istasyonu olan, her haberin tek kusuru, çarpıtılarak, belirli bir ideolojik yönlendirmenin unsuru haline getirilerek halka duyurulduğu ABD ve Avrupa ülkeleri kuşkusuz sosyalist demokrasiye sahip değiller. İletişim, hatta örgütlenme özgürlüğünün bulunması, bırakalım “sosyalizmin olgunlaşmasını” herhangi bir ülkeyi sosyalist yapmaya yetmiyor
İletişim-haberleşme özgürlüğü burjuva içerikledir: Orta Çağ’ın çöküş günlerinde ülke pazarını birleştirme ve serbest ticaret ortamını yaratma yönelimli burjuvazinin bu gereksemesine bağlı ve bunun bir parçası ve unsuru olarak gündeme gelmiştir. Sıradan bir burjuva özgürlüğüdür, önemi küçümsenemez, ancak sosyalist demokrasinin ve daha ileri gedilerek onun olgunlaşmasının unsuru olarak sunulması, Bernstein ve Kautsky’den “Avrupa komünizmine”. Maoculuktan Kruşçevciliğe ve bugün Gorbaçov’a uzanan çizgide sınıflar-üstüleştirilmiş genel bir demokrasi söyleminin sosyalizm yerine geç irilmesi ve koyu bir liberalizm anlamını taşır.
Temel özelliği ile burjuva demokratizmi, özel mülkiyet-meta liretimi ve işgücünün meta olması -üretim anarşisi ticaret özgürlüğü temelinde, sömürücü ve sömürülen sınıfların varlık koşullarında sınıf ayrıcalıkları karşısında biçimsel siyası-hukuksal eşitlik ve özgürlüklerin savunulmasını sosyalist demokratizm ise, koleklif toplumsal mülkiyet-sosyalist üretim ve meta üretiminin sınırlanması -planlı ekonomi- emeğe göre bölüşüm temelinde ve sınıf ayrıcalıklarının değil sınıfların ortadan kaldırılması anlamında eşitlik ve özgürlüklerin savunulmasını içerir. Sömürülen sınıflar için gerçekleşme olanağı bulunmayan ve dolayısıyla yalnızca mülk sahibi sınıflar için söz konusu olabilen biçimsel özgürlükler ve gerçek üreticiler ve yaşamın yaratıcıları için sadece siyasal boyutla sınırlı olmayan gerçek özgürlükler… Bu ikisi arasındaki ayrım yok edilemez, bunlar karıştırılabilir şeyler değildir.
Sosyalist demokrasi, iletişim özgürlüğünü siyasal bir özgürlük olarak zaten varsayar, ve önemlisi onun çoğunluk için, emekçiler için gerçekleşir oluşudur. Sosyalist demokrasi, ekonomik gücü ve iletişim araçlarını ellerinde tutan sömürücü sınıfların bu özgürlüğü kullanmalarına ve kendi çıkarlarına kullanmalarına son verir. Sosyalist demokrasi, Sovyetler Birliği’nde Kruşçev ve Brejnev ve bugün Gorbaçov’la birlikte olduğu gibi, seçkin bir kadronun, parti ve devlet bürokrasisinin tartışma ve girişimlerine bağlı olarak ülkenin yönetilmesinin yadsınmasıdır. İşçi sınıfının, yalnızca, ideolojik aygıtlardan olan iletişim araçlarıyla -kaçınılmazlıkla sınırlı bir şekilde ve yanılsamalara yol açmak üzere- bilgilendirilmesi ve olaylardan haberdar edilmesi değil, ülkenin ekonomik ve siyasal yaşamıyla ilgili tüm tartışma ve karar süreçlerine katılması, her kademedeki Sovyet örgütleri aracılığıyla ve partisinin yönlendiriciliğinde ülke yönetimi fiilen elinde bulundurmasıdır sosyalist demokrasi. İletişim özgürlüğünün de çoğunluk için gerçekleşebilirliğinin koşullarını sağlamak üzere proletaryanın iktidardaki sınıf olarak örgütlenişidir, azınlığın, bir elitin değil çoğunluğun iktidarıdır. İletişim özgürlüğü ve aleniyet ise, sosyalist demokrasinin sadece bir ön koşuludur.
İletişim – basım yayın özgürlüğünü-gerçekte var olup olmadığının birbirleriyle bağlantılı iki ölçütü vardır: 1- İletişim ve basın yayın araçlarının işçi sınıfının elinde, kamu mülkiyetinde olup olmaması…
2- İşçi sınıfının gerçek örgütlenme özgürlüğüne sahip olup olmaması…
Bu yönleriyle Sovyetler Birliği ne durumdadır? SB’de kolektif mülkiyet, biçim olarak bulunuyor. Ama revizyonist bir ülkede mülkiyetin kolektif biçiminin varlığını sürdürmesi aldatıcı olmamalı. Tekelci devlet mülkiyeti ile sosyalist kamu mülkiyetinin ayırt edilmesi gerekiyor. Burada devletin sınıf niteliği ve işçi sınıfının yığınsal iktidar organı Sovyetlerde ve en ileri kesimlerinin içinde örgütlendiği öncü müfrezesi, partisi yönlendiriciliğinde iktidardaki sınıf olarak ‘örgütlenip örgütlenmediği önem kazanıyor. Yine burada Kruşçev’le birlikte başlayan Gorbaçov’un yaygınlaştırdığı grup mülkiyeti ve öz-yönetimcilik, bireysel özel mülkiyet ve büyük özel mülkiyeti gizlemenin bir yöntemi olarak geliştirilen işletme ve toprakların kişi, ekip ve ailelere kiralanması sisteminin mülkiyetin kolektif biçimi yanında varoluşuna ve kapsadıkları alanın olağanüstü boyutlarına değinilmeli.
Ardından gelen temel kıstas, mülkiyet biçimlerinin hukuksal ifadesini oluşturduğu üretim ilişkilerinin şekillenişidir. Emeğin koşullarını kolaylaştırma yerine Gorbaçov’ un “temel kural olmalı” ve “her şeyi belirlemeli” vurgusunu yaptığı kâr amaçlı üretimin -bir sonuç olarak işsizliğin-piyasa ekonomisinin tayin ediciliğinin gerçekleştiği ve insanlar arasındaki ilişkinin meta ilişkisi olduğu, ilerlemenin genel doğrultusunun bu yönde çizildiği, merkezi planlama ve üretimin dengeli gelişmesi yerine üretim anarşisinin -ve sonuçlar olarak kıtlık, kuyruklar, kriz ve enflasyonun- ekonomik birimlerin desantralizasyonunun ve oto finansman ilkesinin geçerli dduğu bir toplumsal örgütlenmede mülkiyetin biçimi ister bireysel ister kolektif, ne olursa olsun, özü kapitalisttir.  Ve ne denli propaganda edilirse edilsin böyle bir ülkede gerçek bir iletişim – basın yayın özgürlüğünden söz edilemez.
İkinci ölçüt olarak işçi sınıfının örgütlenme özgürlüğüne gelince, onun salt biçimsel siyasal bir özgürlük olmaktan öte gerçekleşmesi, işçi sınıfının iktidardaki sınıf olarak örgütlenmesini şart koşar. Bu mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesini ve sosyalist mülkiyet ilişkilerinin geçerli olmasını varsaydığı gibi, Sovyetler biçimindeki örgütlenmenin her kademede işçi sınıfı ve emekçi halkın yığınsal temsili egemenliğini gerçekleştirme aracı olabilmesini, bunun için yalnızca seçme-seçilme özgürlüğünün değil, aynı zamanda kesin denetleme, vekilleri geri alma ve bu yolla ve temsili mekanizma aracılığıyla tüm ekonomik, politik ve benzeri sorunlar üzerinde denetim, değiştirme ve düzeltme hakkının olmasını, bu hakkın Sovyetler yanında ve dışında doğrudan yığınsal katılım örgütleriyle (kitle denetim komite ve komisyonlarıyla) desteklenen yaygın ve gerçek bir kullanımının geçerliliğini, bunlardan daha az önemli olmamak üzere, işçi sınıfının, Marksist-Leninist normlara uygun örgütlenmiş, Marksizm-Leninizm eylem kılavuzu olarak benimseyip uygulayan, işçi yığınlarını, onlarını, onların tüm örgütlerini ve iktidar örgüt ve organları olan Sovyetleri yönlendiren en üst örgütüne, öncü müfrezesine sahip olmasını varsayar. Ya sosyalist kolektif mülkiyetin yanı sıra, iktidar (Sovyetler) ve denetim (yığınsal komiteler) organlarında aktif biçimde örgütlenmiş, Marksist-Leninist öncüsünün yönetimindeki işçi sınıfının varlık koşullarından kaynaklanan örgütlenme özgürlüğü ya da aldatmaca…
Çerçevesi çizilmeye çalışılan gerçek örgütlenme özgürlüğü, sosyalizm koşullarını, onun ayrılmaz parçası olan işçi sınıfı iktidarını ve sınıfın yöneticisi partinin Marksizm-Leninizm’i benimsemesini gereksinir. Diğer gereksinenlerin durumunu tartışsalar da, Sovyet partisini revizyonizm ile eleştirenlerin, Sovyetler Birliği’nde gerçek bir örgütlenme özgürlüğünün, dolayısıyla aleniyetin ve iletişim özgürlüğünün sözünü etmeleri doğru olmasa gerektir. Bir burjuva demokrat, bir liberal olmayı göze almadıkça…
Kuramsal yaklaşımın ötesine geçerek Gorbaçov’un “glasnost”un içini nasıl doldurduğuna, amacına, nasıl kullanıldığına ve tarihsel koşullarına bağlı olarak somut gerçek inceleme konusu edilirse…
Kruşçev’in izinde yürüyen Gorbaçov Sovyetler Birliğini önemli ölçüde özgürleştirdi!
Kültür, sanat, felsefe, ideoloji, politika, alanlarında ne kadar gerici, karşı devrimci burjuva revizyonist unsur varsa bunlar iyiden iyiye özgürleştiler. İşçi sınıfına, devrim ve sosyalizme, Marksizm-Leninizm’e saldırının ölçüsü kalmadı, saldırıların önü tümüyle açıldı: tam özgürleşme.
Karşı devrimciler her alanda rehabilite ediliyorlar. Burjuva – liberal muhalifler, hala belirli engellerle karşılaşsalar da özgürce örgütlenebiliyorlar. Bunların bir grubu “Glasnost” adlı bir yayın da çıkarıyor. Ama muhaliflere açılan kanalın ötesinde, resmi parti ve devlet organları açıktan sosyalizme saldırıları örgütlüyorlar. Kültür ve sanatta yoz burjuva revizyonist fikir ve ürünler, hiçbir sınırlama tanımaksızın ortalığı kapladı. İdeolojik alanda sosyalizm yerine öz-yönetim, politik-ideolojik çoğulculuk, partinin önder rolünün aşağılanması, enternasyonalizm yerine milliyetçilik sınıf mücadelesi yerine sınıf barışı ve “kaynaşmış, sınıfsız toplum” savunusu, felsefede idealizm, dinsel kutsallıkların hortlatılması, politikada emperyalizmle işbirliği ve diyalogun her şeye kadirliği fikrinin işlenmesi, nükleer silahların sınıfsızlaştırıcısı rolü ve buradan hareketle emperyalist barışın mutlaklaştırılması, ulusal kurtuluş devrimleri karşısında açık politik tutum, ekonomide burjuva norm ve kategorilerin yüceltilmesi ve üstü örtülmeden uygulamaya konması, “glasnost”un esas içeriğini oluşturuyor.
Gorbaçov, yönelimine uygun olarak her alanda yeniden tarih yazımına girişti. Stalin’in karalanması kampanyası şimdiye dek görülmedik boyutlara tırmandı. Artık anti-fa-şist savaştaki rolü bile inkâr ediliyor. Karalama bir ucundan Lenin’e de uzanmaya başladı. Öte yandan başta Buharin olmak üzere, Troçky, Kamanev, Zinovyev ve tarihin mahkûm ettiği diğerleri aklanıyor. İtibarları iade edilerek. Kuşkusuz tarım ve sanayide desantralizasyon politikası ve oto-finansman ilkesi, yeniden kulaklara ve Nepmanlara dönüş, bunların baş savunucusu Buharin’in aklanmasını gerektirirdi. Ve benzerlerinin…
Gorbaçov’un gelişinden bu yana yıllardır baskı altında oldukça büyük ve derin birikimler sağlamış olan milliyetler sorununda patlamalar baş gösterdi. Gorbaçov’un burjuva milliyetçi akımların önünü açması bugün kendisini Karabağ’da sıkıyönetim ilanına götürdü. Bu da “glasnost”un kaderi!
Öte yandan dincilik SB’de hızla güç kazanmaya başladı. Papaz ve hocalarla kol kola giren Gorbaçov. toplumsal muhalefetin olası yükselişine karşı geleneksel müttefikler arayışı içinde. Amerikan magazinlerine verdiği ilan ve demeçlerde ağzından Allahın adını düşürmüyor.
Sovyet toplumundaki açıklık, dinciliğin, milliyetçiliğin burjuva gericiliği ve emperyalizmin, revizyonizmin, sosyalizme saldırının açıklığıdır. Sosyalist geçmişin ve genel olarak sosyalizmin aşağılanması, özel mülkiyet ve emperyalizmin açık savunuculuğu “glasnost”un kullanım değerini ifade ediyor.
Gorbaçov’un “glasnost”unun amacı, önlerini açıp uyağa kaldırdığı karşı devrimcileri, liberal muhalefeti etrafında örgütleyip güç toplamak, onları düzenin reformize edilmesi faaliyetine aktif unsunlar olarak katmalı, muhalif olanları düzene bağlamaktır. Nitekim burjuva liberal revizyonist unsurlar hemen tümüyle Gorbaçov’un destekçisi durumuna geldiler. “Glasnost” adlı dergi çıkarmaya başlayan rejim muhalifleri, dergilerinin adından anlaşılacağı gibi, “glasnost”u ve Gorbaçov’u destekliyorlar. Sermayenin gücü karşısında Batı ülkelerinde çeşitli düzen muhalifi eğilim ve hareketlerin başına gelenler Sovyet rejim ve muhaliflerinin de yazgısı oluyor: “Gorbaçov demokratizmi” onları emdi, Gorbaçov, düzen bağladı açtığı kanalla, düzen kapsadı ve eklentisi haline getirdi onları.
Ve “glasnost “un bir sınırı var: Liberal muhalifler dışında, muhalif sesler, işçi ve emekçiler genel ve resmi olarak bu politikanın nesnesi halinde değiller. “Demokratizmi” ve “glasnost”u, Gorbaçov’un iktidarını sağlamlaştırma amaçlı eleştiri ve tasfiye etkinlikleri ile düzeni reformize ederek sağlamlaştırma çerçevesinde şekillendirdiği bir politika. “Demokratizm” söylemiyle Gorbaçov, halkı da “hareketlendirip” kendi programına kazanmayı amaçlıyor bu politikayla. Her zaman ve her yerde yapıla-geldiği gibi: Aşağıdan gelen ve kitlelerin bağımsız eylemlerine dayanan halk hareketinden farklı olarak yukarıdan “hareketlendirme”de kitle inisiyatifi ve katılımcılığın geliştirilmesi ve halkın kendi çıkarları doğrultusunda harekelinin teşvik edilmesi söz konusu olmaz. Özellikle kitlelerin doğru bir önderlikten yoksun olduğu dönemlerde, burjuvazi, onun çeşitli katmanları, şu ya da bu şekilde harekete geçen kitleleri düzen sınırları içine çekip yatıştırmak ya da çeşitli rakipler karşısında üstünlük sağlamak ve belirli politik hedeflere ulaşmak amacıyla kitlelere, kitle hareketlerine ve kitleleri “hareketlendirmeye” ilgi gösterir, onları kendi sınıf çıkarları ve amaçları doğrultusunda kanalize edip kullanmaya çalışır. Gorbaçov şimdi bunu yapıyor.
“Gorbaçov demokratizmi”, “glasnost” politikasıyla, “sosyalist demokrasinin olgu ulaştırılması” bir yana, sosyalizm karşısında saldırgan konumu, işçi sınıfı ve emekçi halk için herhangi bir özgürlük ortaya koymayışı ve burjuva liberal, revizyonist, anti-sosyalist unsurlara geniş bir özgürlük alanı açısıyla, yalnızca liberalizmdir.
Sonuç olarak söylenebilecek olan şudur: “Gorbaçov demokratizmi” ve onun bir unsuru olarak “glasnost”, sosyalizmin olumsuzluklarından arındırılması ve reformize edilmesinin etkeni değil, mevcut Sovyet düzeninin liberalizasyonu politikasıdır. Revizyonist tek parti diktatörlüğü ve polis despotluğu karşısında olumlu bir yanından söz edilebilir. Ancak bu politika, sosyalist geçmişti bir ülkede Kruşçevle başlayan burjuva revizyonist yıkım sürecinin tüm pervasızlığıyla tamamlanmasının hareket ettirici etkeni durumundadır; sosyalizm karşısında burjuva gericiliğin şaha kalkışı, olgunlaşan revizyonizmin, hiçimde de sosyalizmle tüm bağlarını koparmaya yönelişidir.

SOVYETLERİN GÜÇLENDİRİLMESİ…
Slogan olarak çok güçlü görünüyor. Gorbaçov, genel olarak Sovyetlerin güçlendirilmesini, yerel Sovyetlerin yerel yöneticileri, halklar Sovyet’inin de devlet başkanını seçmesini, “parti ve devlet organlarının Sovyet’inin işlevleri ve rolleri arasında açık bir ayrım ” yapılmasını öngörüyor.
Sovyetler, sınıfın yönetim örgüt ve organları olarak var olmadıkça istendiği kadar güçlendirilsin, anlamı nedir?
Sovyetler, yalnızca yasama organı olduğu sürece, kendi dışında oluşturulan düşünce ve politikaları onaylamak ve bu politikaların -yine kendi dışındaki mekanizmalarda belirlenen- yürütücülerini seçmek ya da daha doğru bir deyişle parafe etmekle yetindirildikçe, aynı zamanda yürütme organı olmadıkça, sosyalizm söylemi tamamen aldatmaya yöneliktir. Burjuva ülkelerin parlamentoları ne yapıyor ki? Bugünkü niteliği ile Sovyetler güçlendirilse de güçlendirilmese de özde bir değişiklik olması olanaksızdır. Değişiklik biçimde ve görünüşle sınırlı olacaktır: revizyonist parti ve bürokrasinin, militarizm ve KGB’nin gizlenmemiş, ya ila son derece yetersizce gizlenmeye çalışılmış açık diktatörlüğünden, Sovyetlerin bir burjuva parlamentosu olarak asma yaprağı rolü oymadığı parlamenter sisteme geçişin bir adımının atılması: Ve partinin etkisinin azaltılacağı devlet bankanı seçimiyle, güçlü başkanlık sistemine doğru bir gidiş… Başkanlık ya da parlamenter sistemler ya da bunların değişik bireşimleri burjuva ülkelerde uzun yıllardır hatta bazılarında yüz yıllardır uygulanıyor. Ve bunların hiçbiri de sosyalist ülke değiller.
Sovyetler, her kademede, tümüyle özgür tartışmalar sonucu seçilip seç inenlerce vekillerin görevden alınmasını içermek üzere aktif olarak denetlenmedikçe, yalnız yasama değil yürütme organları da olmadıkça, yasama ve yürütme emekçi yığılılarının örgütlü geniş katılımıyla gerçekleşmedikçe, vekiller sıradan işçi ücretinin ötesinde olağan dışı maaşlar alıp görevlerinin gerektirdiğinin ötesinde ayrıcalıklara sahip oldukça, KGB, ordu, bakanlıklar, mahkemeler gibi bürokratik militarist aygıtlar Sovyetlerin yanında ya da üzerinde ayrı ve gerçek iktidar organları olarak var oldukça sosyalist demokrasiden söz açmak halüsinasyondan öte bir şey değildir.
“Sosyalist demokrasinin geliştirilmesi” ya da “olgunlaştırılması”nın tersine ondan biçim olarak da tam bir kopuş ve ideolojik tulumda Marksizm-Leninizm’in kökten yadsınması anlamı taşımasına karşın, parlamentarizme yönelişin bir görünümü olarak Sovyetlerin güçlendirilmesinin, revizyonist tek parti diktatörlüğü ve polis devleti karşısında liberal, demokratik içerikli oluşundan söz edilebilir ve bu yanıyla olumlanabilir. Ancak sıradan bir demokrat ya da liberal olunmak istenmiyorsa bu noktada durulamaz. Marksizm, faşizm karşısında burjuva demokrasisi ve onun tek tek unsurlarım olumlamakla birlikte burjuva değil sosyalist demokrasiyi, sosyalizmi savunur. Ve genel bir demokratizm söylemiyle demokrasiyi sınıflar-üstüleştiren revizyonist çarpıtma ve yanılsamalarla uzlaşmaz bir mücadele yürütür.
Bugün Gorbaçov burjuva parlamentarist yönelişini “Sovyetlerin güçlendirilmesi” sloganıyla sosyalist demokrasinin unsuru olarak sunuyor. Bazı destekçileri hatta kendisinden de ileri gidiyorlar.
Gorbaçov resmi olarak birden fazla parti kurulmasına izin vermiyor ama parti içinde ve dışında çeşitli politik grupların varlığını ve örgütlenmelerini onaylıyor. Parti içinde hiziplerin varlığı doğal karşılanıyor ve eski rejim muhalifleri Gorbaçov destekçisi “majestelerinin muhalefetine” dönüşse de ayrı bir politik grup olarak örgütlendiler. Bu politik çoğulculuk tutumunun pek uzak olmayan bir gelecekle çok partili bir sistemin kabulüne götürmesi şaşırtıcı olmayacaktır. Türkiye’de sol içinde “çok partili sosyalizm”in savunucuları olduğu gibi SB’de de bu görüşün taraftarları azımsanmayacak güçteler. Ve politik çoğulculuk bürokratizmin panzehiri, demokrasinin bir gereği olarak sosyalizm adına savunuluyor.
Partinin önder ve yönetici rolüne ilişkin saldırılar burada kalmıyor. 19. Parti Konferansında Gorbaçov “parti ve devlet organlarının işlevleri ve rolleri arasında açık bir ayrım “yapılmasını önerdi. Gözle görülür bir kapitalist modele göre yeni revizyonist düzenlenmesine girişilen Sovyet siyasi sisteminin, revizyonist propagandistlerce son zamanlarda sürekli işlenen (Bir örnek: “Şimdi devlet sosyalizmi ilerlemenin bir engelidir ve öz-yönetim sosyalizmiyle yer değiştirmelidir. ” -Literaturnaya Gazeta- .) ve uygulamasına geçilen öz-yönetimcilik ve politik çoğulculuk ilkelerine uyumunun sağlanması için bu gerekliydi. Ve sınıfın en ileri unsurlarını bağrında toplayan, bilimsel sosyalizm ve devrimci teori ile donanmış, emekçi yığınların nabzını tutan, canlı ve demokratik bir parti içi yaşantıya sahip, sınıfın ve mücadelesinin, tüm örgütlerinin yönlendiricisi Leninist partiyle revizyonist, bürokratik, müdahaleci, demokratik olmayan, sınıfa karşı partiyi birbirine karıştıran, revizyonist partinin ve uygulamalarının kötülüklerinin kaynağının Leninist parti öğretisinde arayan liberal yönelimli Gorbaçov ve “demokratizminin” destekçileri bu “ayrım” önerisini hemen onaylayıp benimsiyorlar. Anlamını çözümleyemedikleri “bütün iktidar Sovyetlere” sloganını ileri sürerek… Bu slogan partinin önder rolünün yadsınmasını gerektirirmiş gibi. Sovyetler aracılığıyla iktidarını gerçekleştiren işçi sınıfı partisinin önderliği ve yöneticiliğini gereksinmezmiş gibi… Leninist partiyi sınıfın değil, bürokrasinin partisi varsayarak. Parti, sınıfın önder ve yönetici gücü olmaktan çıkacak, sınıfa, devletini örgütleyip işletmede yeni koşullarda sınıf mücadelesini sürdürmede, sınıfsız toplum yürüyüşünde yol göstericilik etmeyecek, örneğin bir enformasyon bürosu olacak; buna da “sosyalist demokrasinin olgunlaşması” adı takılacak. Bu sosyalist olmaktan çıkacak kadar “olgunlaşmış” bir “sosyalizm” savunusudur!
Yine 19. Konferans’ta parti birinci sekreterliğinin seçimi ve başkanlık sistemine ilişkin yürütülen tartışma ve alınan kararlar Leninist parti öğretisine yöneltilen saldırıların diğer bir örneğini oluşturdu. Birinci sekreter merkez komitede değil, kongrede ya da halk tarafından seçilecekti. Özellikle sekreterin halk tarafından seçilmesi talebi “bütün halkın devleti”ni ve partinin sınıfın partisi olmaktan çıkmasını öngörüyor. Sınıfın partisinin sekreterini, yalnızca parti üyesi olmayanlar değil, sınıfın bile üyesi olmayanlar, sınıf-dışı unsurlar seçecek. İlginç bir Leninist norm! Gorbaçov, izinden giderek, açtığı liberalizasyon yolunu tamamlamaya çalıştığı Kruşçev’e merkez komitede Brejnev tarafından düzenlenen darbe örneğinin korkusuyla ve şaşaalı bir “demokratizm” gösterisiyle Leninizm’in en basit normlarını bile açıkça çiğnemekten sakınmıyor.
Ve bir kez sınıfsızlaştırılmış ve partinin “korkutucu” rolünden arındırılmış Sovyet toplumuna en uygun siyasal sistem başkanlık sistemi olarak beliriyor. Burjuva demokrasileri örnek verilerek öneriliyor: “Batı demokrasilerinde çok etkili olduğu kanıtlanan başkanlık sistemi Sovyetler Birliği’ne daha iyi uyacaktır.” (Literaturnaya Gazeta, Burlac)
Partinin yol göstericisi, yönetici rolü niçin başkanınkiyle değiştirilmesin ki!
Geçerken Gorbaçov’un savunma yoluna girdiği, ülkemizde de sosyalist demokrasi ve örgütlenme özgürlüğü adına savunulan “çok partili sosyalizm” ve politik çoğulculuk tezine değinmek gerekiyor.
Türkiye’de ideolojik-politik çoğulculuk savunusu, partinin yönetici rolünün küçümsenmesiyle Sovyetlerin rolünün abartılmasının bir bireşimi olarak gerçekleştiriliyor. Öndersiz kitleler yüceltilip uvriyerizm karışık popülizm yoluna girilirken demokratizm önemli bir hareket ettirici oluyor. Partinin bürokratlaşmasından da ders çıkarılarak arayışlar içine giriliyor ve panzehir bulunuyor: kitle ve kitlesel iktidar organı olarak Sovyetler! Partinin bürokratlaşmasının, yozlaşmasının ve tutuculaşmasının alternatifi Sovyetlerde ve Sovyetlerin parti aleyhine güçlendirilmesinde bulunabilir mi? Yani öncünün alternatifi kitlede, öncü işçinin, işçi sınıfının ileri unsurlarının alternatifi ortalama ya da geri işçide, hatta Sovyetler kooperatifçi köylülüğü, aydınları da kapsadığı için köylülükte ve aydınlarda olabilir mi? Sosyalizmin garantisinin öncü ile Marksist-Leninist parti ile karşı karşıya konulan kitlede ve iktidarın “tek” organı olarak görülen Sovyetlerde olduğunu sanmak, bilimi, Marksizm’i, önderlik faktörünü yadsımak ve kitle kuyrukçuluğu yapmak olur.
Parti karşısında kitle ve Sovyetler yüceltisi ile partinin önder rolünün yadsınması ideolojik-politik çoğulculuğun atlama taşı oluyor: sınıfsızlaştırılmış bir kitle demokrasisi ve kitlenin beğenisine sunulacak çok parti! Ve ayrı ayrı işçi sınıfının esas kesimi ile kapitalizmden kalma aristokrat tabakasına, işçi bürokrasisine, işçi sınıfına yeni katılan ve henüz maddi ve ideolojik olarak tam işçileşemeyen unsurlara ve esas olarak da sınıf dışı (küçük burjuva, köylülük, aydınlar…) katmanlara dayanacak olması kaçınılmaz, Marksis-Leninist olacak ve olmayacak (doğru kimsenin tekelinde değil ya, bazen biri bazen diğeri doğru tutum ve önerileri savunabilir!) birkaç işçi ya da sosyalist parti ve bunlar arasında öngörülen kayıkçı dövüşü ve onun mekanizması olarak politik çoğulculuk ve burjuva parlamente-rizmi, sosyalist demokrasi olarak tasarlanıyor.
Sosyalist demokrasi ve örgütlenme özgürlüğü, kuşkusuz kitlelerin şu ya da bu partiyi seçme, “hizmet imkanını” şu ya da bu partiye verme ve partileri de kendilerini kitlelere beğendirme, bunun için burjuva parlamentarist rejimlerde olduğu gibi, aldatmaca ve demagoji ile politikalar üretme zorunda bırakan burjuva yanılsaması bir şekillenme olarak geliştirilmiş çoğulculuk masalına dayandırılamaz.
Marksistler, sosyalist demokrasi ve proletarya iktidarının garantisi olarak birden fazla partiyi savunmazlar; ancak özellikle tarihten gelme koşulları dikkate almadan her koşulda ve ne olursa olsun Leninist parti dışındaki örgütleri yasaklamazlar, onlar, sosyalizme ve sınıfa karşı yıkıcı örgütlere dönüştükçe demokrasi alanı dışına itilirler.
Burjuva demokratik, liberal yaklaşımın tersine, sınıfın ve emekçilerin en geniş özgürlüklere – gerçekleşmelerini sağlayacak maddi koşullarıyla birlikte – sahip olması ve siyasal yaşama, devlet işlerinin yürütülmesine yığınsal katılım olanağının varlığı ve geliştirilmesi, birden fazla partiyi gereksinmez, aksine yadsır. Tam demokrasi ya da aynı anlama gelmek üzere demokrasinin kavram olarak anlamsızlaşması, çünkü ne baskı altında tutulacak ne de tutacak sınıfın kalması, devletin sönmesi, özgürlüklerin ve demokratizmin genel doğrultusu ve hedefini oluşturur. İşçi sınıfı, sınıfları ortadan kaldırmakla, sınıflı toplumdan kalma tüm sınıf farklılıkları gidermekle yükümlüdür; kendi kurtuluşu ve sınıf çıkarı buradadır. Dolayısıyla, burjuva, küçük burjuva ideolojilerin (ve onların kuruluşları partiler olarak örgütlenmesinin) ve etkilerinin yok edilmesi çabası, Marksist-Leninist partinin önder “e yönetici rolünün (partinin kendisinin de gereksizleşmesine doğru) sürekli pekiştirilmesi, işçi sınıfının sınıfsız toplum amaçlı yürüyüşünü ve başarılı bir sosyalist insanın temel koşuludur.
Bu yürüyüş ancak işçi sınıfı iktidarı allında gerçekleşebilir. İktidarını başka sınıflarla paylaşmayan isçi sınıfı, kendi devletinin yönetilip yönlendirilmesini de. en ileri bilinçle, Marksizm’in öğretisiyle donanmış ileri unsurlarını içinde barındıran öncü müfrezesinden, partisinden başkasına teslim etmez. Leninist partinin önder ve yönetici rolü ile işçi sınıfı iktidarı birbirinden ayrılmaz ve karşı karşıya konulmaz bir bütünlük oluşturur. Bu nedenle işçi sınıfı, hiçbir zaman Leninist partisinin önder ve yönetici rolünü başka partilerle paylaşma perspektifine sahip değildir, olmaz.
Karşı/ideolojilerin ve siyasi partilerinin özgürce örgütlenmesi ve yürütme gücünün burjuva diktatörlüğünün bir biçimi olan parlamenter demokraside olduğu gibi rakip partiler arasında el değiştirmesi, sosyalist demokrasinin bir unsuru değildir. “Sosyalizm”den proleter sosyalizminin yanı sıra burjuva, küçük burjuva vb. sosyalizmleri amaçlanmadıkça, sosyalizm işçi sınıfı dışında başka sınıf temellerine de sahip varsayılmadıkça, bu rakip partilerin, “sosyalist” çerçeveyi, “sosyalist” anayasayı savunmasının öngörülüp şart koşulması bir anlam ifade etmez.
İkinci, üçüncü… ”sosyalist “partiler, sınıf temeli, ideolojisi ve siyasal programı ile ancak işçi sınıfı dışındaki sınıf ve katmanlara ya da özellikle sosyalizmin ilk dönemlerin de kapitalizmin bir kalıntısı olarak bir süre eski konumunu kazanmaya uğraşacak. Ve etkisini sürdürebilecek işçi aristokrat ve bürokratlarına ve sınıfa yeni katılan küçük burjuva unsurlara dayanabilirler. Bunlar, Marksist ya da gerçek sosyalist değil burjuva, küçük burjuva partiler olabilir ve ne işçi iktidarını ne de sosyalist inşa ve sınıfsız toplum yürüyüşünü yönetip yönlendirebilirler Tersine, tek yönetici re önder güç olarak Marksist partinin proletarya iktidarı koşullarında sınıfsız toplum yürüyüşünü başarıyla yönetip yönlendirmesi, bu tür partilerin, ideolojileri, sınıf temelleri ve kalıntıları ile birlikte amansız bir sınıf mücadelesinin nesnesi olarak görülmesine ve etkileri ile birlikte yok edilmeleri için mücadele edilmesine bağlıdır.
Bulgaristan Çiftçi Partisi ile Vatan Cephesi içinde birlikte örgütlenme ve benzeri deneyler ise, kapitalizmden sosyalizme geçişin ve antifaşist mücadelenin özgün koşullarından gelen ve bu partilerin tamamen Marksist parti ile birlikte, onun önderliğini kabullenip benimseyerek ve onunla iktidar yarışma, dolayısıyla sosyalizm ve proletarya iktidarına karşı mücadele içine girmeyerek varoluşu ve bunun uygun siyasal biçimlerle devamının olanaklı olduğunu gösterir. Ve bu tür örnekler de, proletaryanın iktidar sistemi yerine “çok partili iktidar mekanizması ve hizmet yarışı” burjuva liberal tezinin kanıtlayıcısı değil olumsuzlayıcısı örneklerdir.
Genel bir demokratizm yüceltisi, savunucularını sosyalist demokrasi yerine burjuva parlamentarizmini örnek almaya götürüyor. Gorbaçov ve onu destekleyip ondan etkilenenler bu noktada birleşiyorlar. Ve sözde Sovyetler güçlendiriliyor ya da güçlendirilmesi öneriliyor. Bu “güçlendirmenin” anlamı, Sovyetlerin güçten düşürülmesi bile değildir; işçi sınıfının iktidar organları olarak Sovyetlerin devreden çıkarılması ve yerine burjuva parlamentosunun konmasıdır.

YÖNETİCİ GÖREVLERE ADAY OLMA VE GÖSTERME SERBESTÎSİ VE GİZLİ OY İLKESİ
Bu özgürlük ve ilkenin yalnızca sosyalizme özgü olmadığı, sosyalist demokraside emekçiler açısından gerçekleşme koşullarının oluştuğu, bunun ötesinde, biçimselliğiyle burjuva demokratik bir içerik taşıdığı ve burjuva demokrasili ülkelerde uygulana-geldiği ortadadır.
Sovyetler Birliği’nde Kruşçev’le birlikle işbaşına gelen bürokratik revizyonist yönetim yalnızca partinin gösterdiği adaylarla yapılan göstermelik seçimler ve organlarda oylamanın açık yapılmasıyla yönetimini ve politik uygulamalarını kabaca garanti altına almaya çalışıyordu. Yalnız “kendi adamlarını” seçtiren ve onlara bile rengini belli ederek oy kullandıran revizyonist bürokrasinin açık zoru ve baskıya dayanan bir diktatörlüğü hüküm sürüyordu. Şimdi sistem, liberalize olarak kendini güçlendirmeye, belirli muhalefet girişimlerini de açtığı kanalla kendine bağlamaya yöneliyor. Açıktır ki, burjuva revizyonist yönelim ve rejimler arasında kitleleri kendine bağlama açısından en güçlü ve muhalefeti eritmeye en yatkın olanı demokratik yönelim ve rejimlerdir. Yıllar sonra bu yeniden keşfediliyor.
Gizli oy, iradenin siyasal olarak baskı altına alınmayışının bir ifadesidir. Baskının salt ekonomik, baskıyla sınırlanışının, ekonomik iktidarın siyasal iktidarı yansıtmasının dışında siyasal iradenin özgürce oluşmasının bir gereğidir. Sosyalizm koşullarında, yaratılan maddi gerçekleşim gücüyle on yıllarca uygulanmış bu ilke. Kruşçev’le birlikte emekçilerin siyasal yaşamın dışına dilmesinin bir unsuru olarak uygulanmaz olmuş, bürokratik polis zorbalığı, açık diktatörlük, sosyal faşizm kendi normlarını oluşturmuştu. Şimdi rejimin liberalizasyonunun bir unsuru olarak burjuva parlamentarist normlara dönülmekledir. Sosyalizmin bir göstergesi şeklinde propaganda edilerek…
Adaylık serbestîsinde de benzer bir durum geçerlidir. Leninist parti zorba bir merkezcilik yanlısı ve uygulayıcısı değildir. Kendi önerilen dışındaki önerilere izin vermeyen bir partinin yönetimindeki bir devlet, sosyalist demokrasinin alanını oluşturmaz.
Ekonomik ve siyasal yönetim görevlerinin aday olmak ya da göstermek, ancak parti kanallarından gerçekleşebildiğinde, faşist ya da benzeri türden despot bir tek parti diktatörlüğünden söz edilebilir. Ekonomik olanaksızlıklar (adaylık harcamaları, propaganda giderleri vb. olarak: dışındaki yasal siyasal kısıtlamalar ise sosyalist demokrasi bir yana burjuva demokrasisinin de güdüklüğünün belirtisidir. Seçme seçilme özgürlüğünün sınırsızlığı ve bu alanda tam hak eşitliği, burjuva demokrasisinin bir unsuru ve sosyalist demokrasinin vazgeçilmez bir on koşuludur. Sosyalizm, ilk dönemlerinde ancak burjuva gericilerin seçme -seçilme haklarını sınırlar.) Kuşkusuz, seçme seçilme öz gürlüğünün bulunması, sosyalist demokrasinin gerçekleşimi için yetersizdir. Sosyalist demokrasi ve gerçek bir seçme-seçilme özgürlüğü ancak toplumsal mülkiyet ve ekonomik hak eşitliği koşullarında varsayılabilir Seçim platformundan, toplantı salon ve gösteri meydanlarında ve basım-yayın olanaklarından yararlanan hakkı ekonomik, koşullarıyla var olmadıkça, seçme seçilme hakkı salt siyasal, biçimsel hal; eşitliği olarak kaldıkça, gerçek anlamına kavuşamaz Bu durumda bir değil yirmi aday olsa. parti dışında da adaylar gösterilse, işin özü farklı olmaz: fark, yalnızca burjuva demokrasisinin varlığı ya da yokluğu ya da genişliğinde ortaya çıkar.
Özel ve grup mülkiyeti alanım yaygınlaştırır, piyasa ekonomisi ve ticaret özgürlüğünü genelleştirirken seçme seçilme özgürlüğüne ilişkin girişimleriyle “Gorbaçov demokratizmi”nin sosyalist iç eriğinden söz edilemez. Gorbaçov’un çok aday ve gizli oy savunusu, sosyalizmle bir ilgisi olmayan politik çoğulculuk fikrinin yasama geçirilmesi yöneliminden, Sovyet siyasal sisteminin Batı normlarına uygunlaştırılmak üzere liberalize edilmesinin unsuru olmaktan başka bir şey değildir.
Çok partili rejimden, çoğulcu demokrasiden farklı olarak, partili ve partisiz adayları kapsayan çok adaylı secimler, Lenin ve Stalin zamanının bir gerçeğiydi. Ve ikinci olarak, çok adaylı seçim yalnızca sosyalist demokrasiye özgü olmadığı gibi biçimsel olarak seçimler ve çok adayda takılıp kalmak, en gelişkin demokratizme denk düşmez, sosyalist demokrasi, seçim ve çok adaydan çok dalla fazla bir şeydir.
Sosyalist demokraside, partinin sınıf ve emekçi halkla kaynaşmışlığı ve gelişkin bir önderlik gerçekleştirmesine bağlı olarak seçimler, biçimsel bir oy verme ve sayma işlemi olmaktan çıkar. Seçim öncesi tüm seçmen ve adayların katılımı ile geniş tartışmaların örgütlenmesi, tüm seçmen ve adayların aktif olarak katıldıkları siyasal yaşam ve ekonomik etkinliklerin organizasyonunda bir birlerini yakından tanımaları koşullarında, partinin yol göstericiliği de göz önüne alındığında, seçim öncesi tartışma ve etkinlikler, seçim anını oluşturan oy verme ve sayma işlemlerinden çok önem kazanır ve belirleyici olur.
Bu durum, aynı zamanda, her şeyin ve her adayın o olumlu ve olumsuz özelliklerinin açıkça ve geniş olarak tartışılmasına bağlı olarak, herkesin üzerinde hemfikir olabileceği adayların, seçim öncesinde belirlenmesi ve tek görev için tek aday çıkması ya da gösterilmesi yönünde bir gelişmeye temel hazırlar. Zora, aldatmaya, tehdit ve baskıya değil, özgür tartışma ve fikir oluşturmaya ve kitlelerin siyasal yaşama aktif katılımına dayanan bu adayın tekleşmesi eğilimi, henüz kafa kol emeği, yöneten-yönetilen çelişmelerinin geçerli olduğu, herkesin her görevi yerine getirebilecek öğrenim, eğitim, bilgi düzeyine sahip olmadığı sosyalizm koşullarında ideal durumu oluşturur. Her görev için, maksimum başarı, sağlayabilecek tek gerçek kişi vardır; bilgi, beceri, eğitim, tecrübe birikimi farklılıklarının varlığını sürdürdüğü koşullarda böyledir bu. Ve sorun, bunu en iyi ve doğru şekilde saptamak ve her görev için onu en yüksek başarıyla yerine getirebilecek kişiyi bulup çıkartmaktır. Bunun yolu ise, biçimsel, körü körüne yapılan bir seçim olamaz.
İki, üç ya da daha çok aday arasından birini seçmek olanağının bulunması, kendi başına, gerçek demokrasi göstergesi değildir, örneğin, seçmenleri ikna için daha çok para harcayan ya da çıkar sağlayacağı garantisi veren, seçileceği görevin ayrıcalıklarından yararlandıracağını vaat eden ya da ideolojik yanılsamalardan hareketle geleneksel on yargıları, yerleşik alışkanlıkları, seçmenlerin çıkarlarına aykırı ama onları etkisi altında tutan fikir ve düşünceleri savunan, iyi demagoji yapan adaylar biçimsel seçimlerde burjuva demokrasilerinde seçilme olanağı elde ederler. Oysa seçim öncesinin, örgütlenmiş, Marksist parti tarafından önderlik edilen tartışmaları ve katılımcılık temelinde her görev için en uygun kişi emekçilerce bulunup çıkarılabilecek ve son oy verme-sayım işlemi basit bir onaylama işlevini yerine getirmekten ibaret olacaktır.
Ancak bu, seçim ilkesinin tümden işlevsizleştirilip yerine, örneğin atama ilkesinin geçirilmesinden bambaşka bir şeydir. Biçimsel seçim ve atama, her ikisi de, en olumlu durumda yönletilenleri devre dışı bırakır. Yalnızca onların eğilim ve özlemlerinin dikkate alınmasıyla yetinir. Oysa seçme-seçilme özgürlüğünün, salt oy verme ve biçimsel seçime indirgenmesinin ötesinde gerçek kullanımı, siyasal yaşama doğrudan katılımın, seçimin biçimselliği alanını daraltması, onu sıradan ve basit bir onaylama düzeyine indirip oy kullanma öncesi yığınsal etkinliklerin işlevini arttırmasıdır.
İdeal durum oturak, seçim öncesi parti önderliğindeki tartışmalar, adayın tekleşmesine ve tüm seçmenlerin tek aday üzerinde fikir birliğine vurmalarına götürebilir ve buna ulaşmaya çalışmak doğaldır. Ancak bu her zaman ve daima ulaşılabilecek bir durum olamaz. Ya birbirine yakın bilgi, yetenek ve tecrübe düzeyinde birden fazla kişi olabilir ya tüm seçmenler çeşitli nedenlerle tek bir aday üzerinde anlaşamazlar ya da yine çeşitli nedenlerle seçmenler daha yetersiz bir adayı seçme yanlısı olabilirler… Ve sonuçta, tek adayda fikir birliğine varılsa ya da varılmasa da oy verme ve sayımı formaliteye dönüşse ya da henüz dönüşmese de, son belirleme yine oy verme ve oyların sayımı yoluyla yapılacak, seçim süreci bu şekilde tamamlanıp sonuçlandırılacaktır. (Kuşkusuz bu da bir sonuçlandırma olmuyor; sosyalist seçim süreci bitimsizdir çünkü seçmenlerin yetkilendirdikleri görevlileri her an geri alına hakları vardır.)
İdeal ve istenir durum adayın tekleşmesi olmakla birlikle, bunun gerçekleşmesi, yalnızca partiye, kitlelerle daha sıkı birleşme, onları siyasal yaşama giderek daha fazla ve aktif olarak katma ve doğru önerilerde bulunma görevleri yükler. Ama partinin yol göstericiliğinde adayın tekleşmesi eğilimi ve tek adayın ideal durum olması, hiçbir şekilde, seçme-seçilme özgürlüğünün, seçim sürecinin herhangi bir anında ve “sonunda” aday olma ve oy verme sırasında sınırlanabileceği anlamına gelmez. Her isteyen aday olabilir, aday gösterilebilir. Onun propagandasını yapabilir ve seçilebilir. Bu özgürlük sosyalist demokraside sınırsızdır (Proletarya iktidarının ilk dönemlerinde, henüz burjuvazinin sınıf olarak tasfiyesinin tamamlanmadığı koşullarda burjuva gericilerin seçme-seçilme hakkından yoksun bırakılmaları dışında.)
Tüm seçim süreci boyunca seçme-seçilme hakkı ve özgürlüğünün gerçek anlamda var olmasıyla bu hak ve özgürlüğün, özellikle ideal durumuyla gerçekleşmesi birbirine karıştırılmaması gereken şeylerdir ve örneğin bir seçim çevresinde tüm oyları tek bir adayın alması ve zaten birden fazla adayın ortaya çıkmamış olması yadırganmamalıdır. Baskı ve zora dayanarak, kitleleri siyasi yaşam dışına iterek tek aday kabul ettirilmesi ne sosyalisttir ne demokratik. Oysa partinin önderlik rolünü tam olarak yerine getirmesi, canlı bir siyasal yaşama bağlı olarak işçi sınıfı ve emekçilerin Marksist parti etrafında sıkıca birleşmiş oluşu ve partinin önerileriyle uygunluk içinde seçimler gerçekleştirilişi, demokrasinin gelişkinliğinin ifadesi ve göstergesidir.
Parti her görev için önerilerini yapar. Ama bu partiye, ne önerilerinin kesin olarak uygulanacak olması ne de kendisinden başkasının aday göstermesini engelleme yetkisi verir. Parti, önerilerinin doğruluğu ve kitlelerin nabzını elinde tutuşuyla destek görür ve önerdiği adayların seçilmesinde demokratik olmayan bir şey yoktur. Eğer sınıfın ve kitlelerin çıkar ve özlemlerine uygun olmayan hatalı önerilerde bulunuyor ve bunları kabul görmüyorsa, terslik partidedir Sınıfından ve kitlelerden kopmaya ve sapmalara yönelmiş bir partinin gördüğü desteğin ve inanılırlığın azalması kaçınılmazdır. Bunun sonucu bir diğer kaçınılmazlık ise, partinin bu olumsuzluğu gidermek için, kendisini diktatörce yetkilerle donatması, örneğin kendi dışında aday gösterilmesini engellemesidir. (Ve revizyonist Sovyet partisinin başına bu ikisi de gelmiştir.) Özcesi, demokratik olmayan tutum ya da yanlışlık, partinin adaylar önermesi ve genellikle bunların seçilmesi değil, partinin sınıftan ve kitleden koptukça başka adayları engelleme benzeri zorbalık yollarına yönelmesidir.
Çok adaylı seçimler, revizyonist tek parti diktatörlüğü karşısında demokratik bir içerik taşıyor; burjuva demokratik bir içerik. Ancak sosyalizm olarak sunulması ve politik çoğulculuğun, çoğulcu demokrasinin bir uygulaması olarak partinin önder rolüne saldırıyla birlikle savunulması, yalnızca revizyonizmin bir aşama daha kaydetmesi, sosyalizm yerine liberalizmin geçirilmesidir.

YÖNETİCİLERİN EN ÇOK İKİ DONEM YA DA ON YILLA SINIRLI OLARAK GÖREVDE KALABİLMELERİ
Çok partili burjuva parlamenter sistemde kişisel diktatörlük eğilimine karşı düzenleyici bir rol oynayan bu önlem, tamamen biçimsel karakterdedir. Kişisel diktatörlük eğiliminin çok güçlü bir temele sahip olduğu Sovyetler Birliğinde revizyonist bürokratik tek parti diktatörlüğü karşısında bu burjuva liberal önlemin olumlu bir yanından söz edilebilir; ancak sosyalizm ve sosyalist demokrasiyle bir ilgisi olmadığı belirgin olmalıdır. Sosyalizm biçimsel düzenlemelerle garanti altına alınamaz, onun garantisi başka yerlerdedir. Ve tersine bu liberal düzenleme, Marksizm’in örgütsel normlarına, sosyalist demokrasinin yönetsel biçimlerine ve özüne doğrudan bir saldırıdır.
Görevinin en iyi üstesinden gelen ve bulunduğu yere en layık olan görev başındaysa, yerini doldurmak üzere daha yeterli bir kişi çıkmamışsa, görev süresi neden on yılla sınırlansın? Yok, eğer bir yönetici yerini doldurmuyorsa, görevlerini yerine getiremiyorsa ya da ondan daha gelişkin, yeterli ve bilgili insanlar varsa ya da yeni ortaya çıkmışlarsa, neden bir veya iki seçim dönemi, beş veya on yıl beklenmek zorunda kalınsın! Her kademede seçmenlerin vekillerini geri alma, yöneticilerin görevlerine son verme hak ve yetkisine sahip olmaları sosyalist demokrasinin temel bir koşuludur. Partide de yöneticiler, çeşitli komitelerde, merkez komitesinde, kongrede ya da olağanüstü kongrelerde değiştirilebilir. Neden on yıl beklensin ve on yıllık sürelerle neden değişiklik gereksin?
Parti ya da devlet yöneticisi yetersizse değiştirilebilmeli, bunun için seçim dönemleri sonunun beklenmesi gerekmemeli, iyi ve yeterliyse iyi ve yeterli olduğu sürece görevini sürdürebilmelidir. Önemli olan, toplumsal görevlerin en iyi şekilde yerine getirilmesi ve bunun için uygun kişilerin yönetimde bulunmalarıdır. Yürütülen görev nedeniyle ayrıcalıklara sahip olunmasının, kişisel ve grupsal yönetim eğilimlerinin ve bürokrasinin önlenmesinin yolu, görev süresinin sınırlanması biçimselliğinde değil, seç menlerin vekilleri ve yöneticilerini görevden alabilmelerinde, bunun düzeneğinin oluşturulmuş olmasında ve ayrıcalıklara ve bürokrasiye karşı sürekli mücadelededir.
Yerine daha yeterli ve gelişkin bir kişi çıkmadan, işini başarıyla yürüten bir yöneticiyi, on yıl sonra görevden alına zorunluluğu, görevin başarıyla yürütülmesinin engeli, ya da bugün Çin’de Deng’in yaptığı gibi perde arkası yönetimlerin gündeme gelme nedeni olur. Düşünülsün; örneğin Latin’in görev süresi on yılla sınırlanmış olsaydı, Lenin, olanca enerjisi ve aktifliğiyle, bilgisi ve önderlik yeteneğiyle “kızağa” mı çekilecekti? Ve O’nun yerini, O ortada dururken kim dolduracaktı? Bu noktada bir çelişme yok mudur? En iyisini bilen ve yapabilecek olan dururken salt biçimsel nedenlerle görev değişikliği neden?
Politik çoğulculuk sistemine uyum sağlama liberal yönelimi ve Kruşçevi deviren türden darbelerin nedenlerini ortadan kaldırma kaygısı, bu anti-Marksist düzenlemenin hareket noktasıdır.
Sosyalizm biçimselliğe takılıp kalmaz. Çözümünün yollarını da yaratarak oluşan her sorunu gereğince ele alıp çözer. Bürokrasi ve kişisel ve grupsal diktatörlük eğilimlerini, çürümüş parlamenter sistemlerde olduğu gibi, biçimsel önlemlerle değil, görevden alına ve katılım ve denelim mekanizmalarını işleterek, kitlelerin etkin gücü ve eylemiyle, örgütlülüğü ve iktidarın gerçek sahibi olması koşullarının varlığı temelinde geçersizleştirir. Ve sınıfın en iyi ve ileri temsilcilerinin, bu niteliklerini korudukça, görev başında kalmalarını yapay önlemlerle engelleme yoluna gitmez. En iyinin en yetkili yerde olması işçi sınıfı ve sosyalizmin çıkarınadır çünkü.
Önderlik, yöneticilik, bilgi, tecrübe, siyasal ve örgütsel yetenek, kitlelerle bağ, uzağı görme ve enerji işidir. Bunlarsa, süreyle sınırlanabilirlikleri olmayan kategorilerdir. Ve üstelik süreyle sınırlanan yöneticilik, sermayenin gücünün “her şeye kadir” olduğu, yöneticileri salın alarak ya da başka yollarla kendine bağlayabildiği burjuva demokrasisi koşullarına uygundur, onun bir normudur. Sermaye, şu ya da bu yöneticinin işbaşında bulunuyor oluşundan bağımsız olarak kendi egemenliğini sürdürür çünkü. Ama işçi sınıfına denenmiş, bilgili, yeterli yöneticiler gereklidir. Yine gerektiğinde değiştirilebilmek üzere.
Türkiye’de bu önlem, önceden SDP ve Aybar tarafından savunuldu ve uygulandı. Aybar bir dönem başkanlık görevinden ayrıldı. Ama o çevrenin önderi yine Aybar olarak kaldı. Dün de öyleydi bugün de öyle.

BÜROKRASİYE KARŞI MÜCADELE… ANTİ-BÜROKRATİZM…
İşbaşına geldiğinden bu yana Gorbaçov bürokratizmi epey eleştirdi ve bir kısım bürokratları görevden aldı. Ama o kendisi en büyük bürokrat değil mi? Aynı bürokratik mekanizma içinde işbaşına gelmedi mi? Ötesi, her yönetim değişikliğinde görülen ekip değişikliği, her yeni yöneticinin kendi kadrosu ya da “adamları”yla çalışma tutumudur.
Bir de sorunun teknokratlar ve küçük bürokratların hoşnutsuzluklarının giderilmesi ya da törpülenmesi yönü var. Aşırı merkeziyetçilikle hemen tüm yönetimin, merkezi yönetim, bakanlıklar ve parti ve devlet şeflerinin elinde toplanması, oldukça büyük birikimlere yol açmış bulunuyor. Küçük bürokrat ve teknokratlar, bu durumda hem işlerin gidişinde pek söz ve karar sahibi olamıyor hem de bölüşümde az pay alıyorlar. Gorbaçov, yetkilerin dağıtılmasını, öz-yönetimci bir propagandayla desantralizasyon ve işletmelerin özerkliğini savunarak bölgesel ve yerel yöneticilerin işletme müdürlerinin daha fazla yetkilendirilmesi yoluyla küçük bürokrat ve teknokratların istemlerine yanıt verme ve onları kendine bağlamaya yöneldi. “Bürokratizme karşı mücadele”de, inisiyatif ve işe karşı sorumluluklarının artması yolundaki bir yönüyle soyut diğer yönüyle sosyalizm adına işe ve makinaya kölece bağlanmayı içeren çağrılar dışında, işçi sınıfına herhangi bir rol biçilmiyor. İşçilerin katılım ve denetiminin sağlanması ve bunun örgütsel araçlarının geliştirilmesi Gorbaçov’un sorunu olmuyor. O, “bürokrasiye karşı” bürokratların yetkilerinin yerel ve bölgesel düzeyde, işletme ve kooperatifler bazında artırılmasıyla “mücadele” yolunu benimsiyor! Bürokrasinin başının “bürokrasiye karşı çıkış”ının son sınırı ancak bu olabilirdi…
Bürokrasinin hiç gelişmediği tekelci kapitalizm öncesi ABD ve İngiltere gibi ülkeler bir yana bırakılırsa, burjuvazinin yönetim ve örgüt ilkesi merkeziyetçiliktir. Âdemi merkeziyetçilik ve aynı anlama gelmek üzere demokrasi ilkesi genel bir uygulama alanı bulamamakta, çeşitli burjuva rejimlere, özellikle parlamenter rejime demokratik bir görünüm vermek üzere, merkeziyetçilik ilkesi temelinde bir yama ve eklenti olarak uygulanma yoluna gidilmektedir. Âdemi merkeziyetçi yönetim teknik ve yöntemlerinin kullanılmasının ikinci nedeni, yönetim giderlerinde tasarruf sağlamasıdır.
Tekelci dönemle birlikte merkeziyetçilik gelişmiş, despotik, faşist, sosyal-faşist rejimlerde genel kural olarak merkeziyetçi öge ileri boyutlar kazanmıştır.
Sosyalizmin ise örgüt ve yönetsel ilkesi demokratik merkeziyetçiliktir. Merkeziyetçilik ve âdemi merkeziyetçiliğin diyalektik bütünlük halidir. Merkezin genel çerçeveyi çizici ve yönlendirici, yerel organların yerel-özel sorunları çözücü ve merkeze dayanak ve destek oluşturucu işleve ve buna uygun yetkilere sahip olmasıdır. Yerel yönetim, merkezin genel çerçeveyi çizdiği sınırlar içinde özerk değilse, alt bölge ya da birimin hiçbir sorunu çözülemez ve karşı etki olarak, bu durum, merkezin genel çerçeveler çizemez oluşu, özel-yerel sorunların bir toplamı ve bütünselliği olarak genel sorunlara egemen olamayıp merkezi çözümler üretememesi sonucunu doğurur. Diğer yönüyle genel bir çerçeve olmadan özel-yerel sorun ve çıkarlar birbirleri karşısına dikilir, genel ve toplumun bütünü yararına bir tümellik içinde eritilemez; genel çözümleme ve çerçeveler yokluğunda özel-yerel sorunlar anarşi içinde karşılıklı olarak güç etkilerini nötrleştirir, giderir ya da verimsiz bir çatışma içinde yok ederler. Ve birbirinin etkisini gideren tüm güç, çıkar ve etkenlerini bir bileşkesi olarak, büyük bir enerji israfıyla genel ve merkezi bir yönetim kendiliğinden sağlanır.
Gorbaçov, parti ve devlet üst kademeleri bir yana bırakılırsa, seçim ilkesi söylemine rağmen bu görevlere atama yapılıyor. Moskova parti sekreteri ve politbüro yedek üyesinin değiştirilmesi ve Kazakistan parti ve devlet şefi Kunayev’in zorla ve olaylı bir şekilde görevinden alınıp yerine merkezden bir Beyaz Rus’un atanmasında görüldüğü gibi, üst kademe değişikliklerinde hiç de “demokratik” olmayan bir yol tutuluyor ve âdemi merkeziyetçi davranılmıyor özellikle ekonominin yönetiminde, öz-yönetimci propaganda ve uygulama doğrultusunda ademi merkeziyetçiliği geliştirme alt kademelere, bölgelere, yerel kuruluşlara, işletmelere tanınan özerkliği artırma eğilimindedir. Çelişik eğilimler içinde oluşu, burjuva faydacılığının ve kendi yönetici ekibini oluşturup yerleştirme yöneliminin bir göstergesidir.
Öte yandan, özellikle siyasal alanda merkezin yetkilerini dağıtma niyet ve girişimi içinde olmayan, suyun başını ve dizginleri sıkıca elinde tutmaya özel önem veren Gorbaçov, oldukça merkezci bir konumdadır. “Demokrasi” rüzgârı ise, merkeziyetçi mekanizmanın temel kuruluşunu, başlıca kararların (ve genel olarak kararların) özünün oluşturulması ve temel önemdeki yetkilerin kullanılmasını esasta etkilemeyecek, daha çok belirli bir demokratik görünüm verilmesine yataklık eden alt kademe görev ve yetkilerine ilişkin estirilmektedir. Siyasette vermeye çalıştığı demokratik görünüme karşın, henüz bu yön güçlü bir eklenti bile oluşturmamakta ve Gorbaçov merkeziyetçi yönetim yöntemlerini sürdürmektedir; başlattığı desantralizasyon ise, bu liberal çerçevesi ile açık bir biçimsel burjuva içerik taşımaktadır. Ekonomik alanda ise, gelecek sayıda üzerinde duracağız, desantralizasyon eğilimi oldukça güçlü ve gelişkindir. Gorbaçov esas liberalizasyonu ekonominin örgütlenişi ve yönetiminde gerçekleştirmeye yönelmiştir, bu yönde şimdiden önemli adımlar atmıştır.
“Gorbaçov demokratizminin” sosyalizm ve sosyalist demokratizmle ilişkisizliği üzerinde uzunca duruldu. Gorbaçov’un girişimlerini sosyalist demokrasinin geliştirilmesi pekiştirilmesi olarak sunmak bir yana O’nun adını sosyalizmle birlikte anmak bile ideolojik, politik yanılsamalar yaymak demektir.
Sovyetler Birliği’nde sosyalizm bir devrim sorunu; sosyal bir alt-üst oluşu, bir iktidar değişikliğini, devrimi gereksiniyor.
“Gorbaçov demokratizmine” burjuva demokratik içeriği ve çerçevesi açısından bakıldığında da durum pek iç açıcı değil. Bazılarının “sosyalizmin kurtarılması ya da rayına oturtulması”nda bir eksiklik olarak gördükleri “tepeden gelmelik” , sınıfın, kitlelerin, tabanın, aşağı kesimlerin hareketsizliği, aslında burjuva içerikli demokratizmin sınırlılığı ve güdüklüğünün ifadesi ve göstergesidir. “Gorbaçov demokratizmi” revizyonist tek parti diktatörlüğü ve polis devleti karşısında da ne aşağıdan gelme karakter taşıyor ne de yıkıcı bir tutum alıyor; aynı bürokratik-militarist mekanizma içinde oynanan bir oyun, ve aşağı tabakalara ilgisi yalnızca aldatmaya ve peşine katmaya yönelik…
Her gerçek ilerleme, her devrimci gelişme gerçek bir halk hareketine dayanır ve ondan güç alırken “Gorbaçov demokratizmi” kendiliğinden hareketlenen ya da hareketlendirilen aşağı tabakalara dayanmıyor
Örneğin, Fransız burjuva devrimi, Robespiyer ve Jakobenizmi Paris’in “ayak takımının”, yoksullarının kulüplerinden aldığı güçle işçi, işsiz, küçük burjuva yığınlara dayanarak, onların itişiyle ve aynı zamanda en iyi ve ileri unsurlarını giyotine yollayarak demokrasi yolunda ilerledi. Cılız anti-emperyalist yönelimli Kemalist devrim bile Kuvayi Milliye örgütleri ve sayısız mahalli komitelerden güç alıp özellikle başlangıçta Osmanlı ordusunun kalıntıları yanında çetelere ve halkın aşağıdan gelme hareketine dayandı. Gorbaçov örgütlü ve eylemli güç olarak kime, dayanıyor? Parti ve devlet mekanizmasına, irili-ufaklı bürokrat ve teknokratlara… Bunlar nasıl bir dönüştürücü güç oluşturabilir?
Demokrasi, alt ve orta sınıflardan kaynaklanır; “bürokratizmi eleştiren” bürokratlar ise, demokrasinin yalnızca “kahramanlığına” soyunurlar. Gorbaçov Sovyet ekonomisini ve siyasi-hukuksal sistemini liberalize ediyor. Ancak bırakalım sosyalizmi, toplumsal gelişmenin dinamikleri ortaya çıkmadıkça, işçi sınıfının sosyalist ya da halkın demokratik bir hareketi gelişmedikçe, Sovyetler Birliği’nde demokratik bir ortamın hareketi gelişmedikçe. Sovyetler Birliği’nde demokratik bir ortamın oluşması olanaksızdır. Ticaret özgürlüğü, kâr elde etme özgürlüğü ve çalışmayarak sefalet içinde sürünme özgürlüğü olanaklıdır, gelişme bu yönde, ancak siyasal ya da sosyalist demokrasi için “uyuyan dev”in uyunması gerek.
“Gorbaçov demokratizmi” alt tabakalar içinde mayalanmayan, bir halk hareketine dönüşme eğilimi taşımayan, yukarıdan, sınırlı ve son derece güdük bir burjuva-revizyonist reformlar manzumesi, özellikle ekonomik reformlar ağırlıklı bir liberalizmdir. Mevcut Sovyet düzenini dönüştürücü değil, güçlendirici ve restore edicidir. Ve üstelik her aşağıdan gelme hareketle koparılıp alınmayan hak ve reform önlemlerinin başına gelenler, Gorbaçov reformlarının da geleceğini oluşturabilir. Ve siyasal alanda henüz görece kalıcı bir pozisyon edinemeyen reformların da garantisi yoktur, çeşitli koşullara bağlı olarak geri alınabilmeleri mümkündür.
Ve “Gorbaçov demokratizm”inin ortaya çıkış koşullarının ayırt edici bir yanı var. O feodalizme ya da faşizme karşı demokratik yönelişin sıradanlığından farklı olarak sosyalist geçmişe sahip bir ülkede sosyalizmin ideolojik ve siyasal süreçlerde biçim olarak varlıklarını korumuş son kalıntılarına karşı yeni bir atılım, burjuvalaşmanın olağanüstü boyutlar kazanmasının bir ifadesi olarak gündeme gelmiştir. İdeolojik ve tarihsel olarak, yalnızca burjuva demokratizminin ömrünü doldurması açısından değil, tüm bir sosyalist geçmişle hesaplaşmanın son sınırına götürülmesi ve sosyalizm karşısında burjuvazinin önünün tümüyle temizlenmesi, milliyetçi, anti – sosyalist güçlere dayanması açısından da gericidir, gericiliğe çıkarılmış çağrıdır. Bugünkü siyasal içeriğiyle de yine gericilik tarafından içi doldurulmuştur.
“Gorbaçov demokratizmi” sonuç olarak, yapıla-geldiği gibi, yüceltilmesi ve övülmesi gereken bir demokratizm değildir. Sosyalist demokratizm hiç değildir, böyle adlandırılması, sınıf perspektifinin tümden kaybedilişinin, kafa karışıklığının ya da siyaset sahnesinde liberal varoluşun gizlenmesi ihtiyacının ürünüdür. Ve burada bitmiyor iş: “Gorbaçov demokratizminin” tutarlı bir burjuva demokratizmi bile olamayışının, onun sınırlılığı ve güdüklüğünün görülemeyişi, sınıflar-üstü bir demokratik bakış açısından soruna yaklaşanlar adına da yalnızca ve yalnızca üzüntü vericidir. “Demokrasi hayranlığı”nın hiç değilse tutarlı bir burjuva demokratizminin savunulması olarak şekillenmesi temenni edilirdir.
Gelecek sayıda Gorbaçov’un ekonomik reformları üzerinde duracağız.

Ekim 1988

Ekim Devrimi ve Demokrasi

Milyonlarla sıradan insan sihirli bir değnekle dokunulmuşçasına ayağa kalkıyor. “Ekmek, özgürlük, barış” haykırışları “bütün iktidar Sovyetlere” bayrağı altında eyleme dönüşüyor. “Sihirli değnek” savaş, açlık gibi görünümleri ve Çarlık memurlarını zorbalığıyla sömürgen toplumsal koşulların durmaksızın biriktirdiği “patlayıcı madde stoklarının” uzun hazırlık yılları boyunca Bolşevik Partisince sabırla, hüner ve Marksist teorik donanımla, sarsılmaz bir stratejik yönetim temelinde eğilip bükülen ince bir taktik esneklikle işlenip biçimlendirilmesi etkinliğidir. Ve ayağa kalkan isçi ve emekçi yığınlar artık dinlenmek için bile durmuyor, durulmuyor.
Ekim devrimi, milyonların inisiyatifinin harekete geçirilişidir. Kapitalist, yarı-feodal sömürü koşullarında köleliğe mahkûm edilen işçi ve emekçilerin devrimci eylem içine çekilişidir, siyasal ve toplumsal yaşama doğrudan katılmalarıdır. Yaşamı var eden sıradan insanların yaratıcı güç ve yeteneklerinin özgürce gelişip serpilmesinin önündeki engellerin kaldırılışıyla, dünya üzerinde ilk kez bir ülkenin bu devasa etkene dayanıp ondan güç alarak varoluşunun başlangıcıdır. O sıradan insanlar ki, uluslararası burjuvazinin, sol içindeki uzantılarının, küçük burjuva demokrasisinin “yapamazlar, birkaç ay hile dayanamazlar” beklentilerini boşa çıkarmakla kalmamış, devrimi boğmak için düzenlenen iç ve dış gericiliğin “haçlı seferlerini” bozguna uğratarak yürüyüşlerini sürdürmüşlerdir. Ekim Devrimi başarıya ulaştıysa, bu kadın erkek milyonlarca işçi ve emekçinin Bolşevik Partisinin sınanmış önderliğinde, siyasi, ekonomik, askeri tüm cephelerde sevk ve devrimci inisiyatifle, olağanüstü bir çaba ve birleşmiş cephelerde sevk ve devrimci inisiyatifle, olağanüstü bir çaba ve birleşmiş demirden bir güçle, yaratıcı bir ruhla ileri atılışları sayesindedir.
“Sosyalizmi cansız, kemikleşmiş, asla değişmeyen bir şey olarak gören sıradan burjuva sosyalizmi anlayışının ne kadar büyük bir yalan olduğunu, buna karşılık ancak sosyalizm koşullarında, önce halkın çoğunluğunu, sonra da tümünü kucaklayan, hızlı, gerçek, gerçekten kitlesel ileriye doğru bir hareketin toplumsal ve kişisel hayatın bütün alanlarında boy atacağını” (Lenin) ortaya koydu Ekim Devrimi.
Ekim Devrimi, gerçeklen kitlesel bir ileri atılışın önünü açtı ve ezilen, sömürülen yığınların yaratıcı ruh ve güçlerini serbest bıraktı; bu, ilerlemenin temel engelinin, burjuvazinin ekonomik ve siyasal egemenliğinin ortadan kaldırılmasıyla mümkün oldu.
İnsanlığın önünde yeni bir ufuk açıldı böylelikle, insanın kendinin ve doğanın efendisi olacağı özgürlük dünyasına doğru, sınıfsız, sömürüşüz bir dünyaya doğru hızlı bir yürüyüş başladı. Yeni bir dönem başlamıştı: kapitalizmden sınıfsız topluma geçiş dönemi. Ve bu geçiş, bir siyasi geçiş dönemi olmadan olanaksızdır. Anarşist ve otorite-karşıtı “özgürlükçüler”in öngörülerinin tersine, bu dönem devletsiz, otoritesiz olamaz. Devrim ise dünya üzerinde olagelen en otoriter şeylerin başında gelir. Devirmek-bu, zaten devirenlerin iradelerinin, otoriter yoldan, devirdiklerine kabul ettirilmesidir. Ve devirenler eğer, boşuna güç harcamış ve çabalamış duruma düşmek istemeyeceklerse, egemenliklerini, kuracakları yeni bir aygıt aracıyla sürdürmek zorundadırlar. Bu aygıt, geçiş dönemi olan sosyalizmde proletaryanın devleti olabilir.
Ama bu devlet artık gerçek anlamda bir devlet değildir. Lenin ‘in deyişiyle, yarı devlettir. Sağlamlaştıkça yok olup gidecek oluşun diyalektiğinin örneği, sönme sürecine giren devlettir.
“Sömürücü sınıflar, siyasal egemenliğe, sömürüyü sürdürmek için, yani çok küçük bir azınlığın çıkarlarını halkın büyük çoğunluğuna karşı korumak için ihtiyaç duyarlar. Sömürülen sınıfların siyasal egemenliğe duydukları ihtiyaç ise, tüm sömürüyü tamamen ortadan kaldırmak içindir; yani halkın büyün çoğunluğunun çıkarlarını bir avuç azınlığa, modern köle sahipleri olan toprak ağalarına ve kapitalistlere karşı korumak içindir. ” (Lenin)
Proletaryanın devlete ihtiyacı vardır: hem sömürücülerin direnişlerini bastırmak için ki Ekim Devrimi bu direnişin olağanüstü boyutlara ulaştığını göstermiştir, hem de yarı proleterler, köylülük, küçük burjuvazi’den oluşan halk kitlelerine sosyalist ekonomiyi örgütleyip inşa etme mücadelesinde önderlik etmek için. Ancak bu, sıradan bir devlete duyulan ihtiyaç değil, yok olup gitmekte olan ve yok olup gitmeden edemeyecek olan bir devlete duyulan ihtiyaçtır.
Burjuvaziyi bastırmak ve onun direnişinin üstesinden gelmek zorunludur. Ama baskı organı artık, kölecilik, feodalizm ve kapitalizm koşullarında olageldiği gibi azınlık değildir, onun “toplumun üstünde yer alan” ve “topluma yabancılaşmış” özel bir gücü, görevliler toplamı değildir, nüfusun çoğunluğudur. Ve halkın çoğunluğu kendisini ezenleri kendisi baskılayacağı için, bu baskı eyleminin “özel bir gücü” artık gerekli değildir. İşte bu anlamda devletin yok oluş süreci başlamıştır. Ayrıcalıklı bürokratlar, sürekli ordunun şefleri gibi ayrıcalıklı bir azınlığın özel kurumları yerine, onların işlevleri ne ölçüde çoğunluğun kendisi tarafından yerine getirilebilir ve devlet iktidarının işlevleri halkın tümüne devrolabilirse, bir iktidarın varlığına, devlete duyulan ihtiyaç da o ölçüde azalır. Giderek ihtiyaç olmaktan çıkar.
Demokrasi bir devlet biçimidir. Genel geçer bir demokrasi tanımı yoktur, yapılamaz. Kapitalist toplumun demokrasisi, küçük bir azınlık için, zenginler için demokrasidir. Bu demokrasi ticaret ve özgürlüğünden ibarettir, mülk edinme ve değişim ve sömürülme ya da çalışmama ve sefalet özgürlüğü. Ve kapitalist demokrasi mekanizması, örgütlenme, düşünce ve toplanma özgürlüğüne getirilmiş fiili engeller (çoğu burjuva ülkede siyasal engeller de vardır.) seçme-seçilme özgürlüğünde sınırlamalar (İsviçre’de kadınlara oy hakkı bir kaç yıl önce tanındı), temsili kurumların ancak laf ebeliğinin platformları olabilmeleri, basın ve genel olarak iletişimin tümüyle kapitalist tarzda örgütlenmesi gibi kısıtlamalarla doludur. Bu kısıtlamalar sömürülenleri siyasi yaşamın dışına iter, demokrasiye kendi çıkarları doğrultusunda katılımlarını engeller.
Devletin ve bir devlet biçimi olarak demokrasinin yok olma -çünkü baskı altına alınacak kimse kalmama sı, demokrasinin en eksiksiz gerçekleşimiyle genelleşmesi ve aynı anlama gelmek üzere kavramsal ve pratik olarak anlamsızlaşması- sürecine girmesi demek olan proletaryanın devleti ise, yalnızca demokrasinin genişlemesini ifade etmekle kalmaz. Üretim araçlarının toplumsallaştırılmasına bağlı olarak, ekonomik gücün azınlığın elinde toplanmış oluşundan gelen kısıtlamaların kalkmasıyla tüm demokratik özgürlükler çoğunluk için sınırsızca kullanılabilir hale gelir. Siyasal yasama katılmanın hiçbir engeli kalmamıştır. Ama kısıtlamalar, o zamana kadar yapıla-geldiğinin tersine artık kapitalistlere yöneltilir. İnsanlığın ücretli kölelikten kurtuluşu ve özgürlük dünyasının kuruluşu, kapitalistlerin direnişinin üstesinden gelmeden, onlarla birlikte olanaksızdır çünkü. Halkın büyük çoğunluğu için demokrasi ve halkı sömürüp ezenlerin demokrasi alanı dışına itilmesi – kapitalizmden sınıfsız topluma geçişte demokrasinin uğradığı değişiklik budur ve ancak bu yoldan demokrasi genelleşebilir, başka bir deyişle yok olabilir.
Proletarya devletinin mekanizmasının başlıca özellikleri nelerdir. Ekim Devrimi eski burjuva aygıtın yerine ne koydu?
Ekim Devrimi sürekli orduyu kaldırdı yerine tüm halkın silahlandırılmasını koydu. Subayların askerler tarafından seçildiği, savunmanın gerektirdiğinin dışında emir-kumanda ilişkisi ve hiyerarşinin geçerli olmadığı bir mekanizmayla silahlı işçi ve köylüler devrimin savaş gücünü oluşturdu.
Tüm memurların ayrıcalıklarından soyundurularak seçimle göreve gelmesi ve gerektiğinde görevden alınabilmeleri ve sıradan işçinin aldığı ücretle görev yapmaları ayrıcalıklı bürokrasinin sonu oldu. Arlık kamu işleri işçi ve emekçilerce yapılıyordu.
Burjuva toplumun karşıtlıklarının yarattığı tüm gözeneklerini tıkayan ve toplumun canlılığı ve hayal belirtilerini gideren asalak bir ur olan bürokrasi ve sürekli ordu, mekanizma olarak tarihe gömülüyordu. Ama devlet ve yöneten-yönetilen ilişkisi şu ya da bu ölçüde sürdükçe, kapitalizmin kalıntıları, bu arada bürokratizm eğilimi sürekli mücadele edilip güç kazanması engellenmesi gerekli tehlike kaynağı olarak kalmaya devam edecekti.
“Tüm memurların ayrıcalıklarından soyundurularak seçimle göreve gelmesi, gerektiğinde görevden alınabilmeleri ve sıradan işçinin aldığı ücretle görev yapmaları, ayrıcalıklı bürokrasinin sonu oldu. Artık kamu işleri işçi ve emekçilerce yapılıyordu.”
Geçiş dönemi, sürekli ve yoğun bir mücadele dönemidir, kapitalizmle sınıfsız toplumun unsurlarının çatışmak bir birliğidir çünkü.
Devlet memurlarının ayrıcalıklarına son verilmesi ve seçilip geri alınabilen, basit işçi ücretleriyle yetinebilen, çoğunlukla işçi ve emekçilerden oluşan “memurlar”ın rolünün “denetim ve muhasebe” işlerini sürdürmeye indirgenmesi bir başlangıçtı. Böyle bir başlangıç, her türlü bürokrasinin yok olup gitmesine, her geçen gün basitleşen denetim ve muhasebe işlevlerinin herkes tarafından sırayla yerine getirilebileceği, bunun bir alışkanlık durumuna geleceği ve sonunda özel bir kesimin özel işlevleri olarak yok olup gideceği bir düzenin, sınıfsız ve yöneticisiz bir düzenin yaratılmasına götürecekti.
Ekim Devrimi bugün Gorbaçov’un yeniden kurmaya yöneldiği burjuva parlamentosuna da son verdi. Burjuva parlamentoculuğunun gerçek özü, her dört ya da beş yılda bir halkı, parlamento aracılığıyla egemen sınıfın hangi kesim ve üyelerinin ezeceğinin kararlaştırılmasıydı. Burjuva ülkelerin tümünde asıl devlet işleri bakanlıklar ve genelkurmay salonlarında, kulislerde yürütülmekle, parlamentolara ise halkı süslü sözcüklerle aldatma, alınan kararları beğenilir kılma rolü düşmekteydi.
Kuşkusuz parlamentarizme son vermek, temsili kurumları ve seçim ilkesini kaldırmak değil, temsili kurumları laf ebeliği yapılan aldatıcı rollü kurumlar olmaktan çıkarıp gerçekten işleyen ve yasama ve yürütme görevlerini birlikte üstlenmiş organlar haline getirmek demektir. Ekim Devrimi. Sovyetlerle, düşünce ve tartışma özgürlüğünün aldatmaca olmadığı, yozlaşmadığı kurumları yarattı. Seçilen ve geri alınabilen, basit işçi ücretleriyle görev yapan vekiller artık, kendi çıkardıkları yasaları yürütmek, sonuçlarını sınamak ve bunlarla ilgili olarak seçmenlerine doğrudan hesap vermek durumundaydılar. Sovyetler de temsili kurumlardı ve yönetmek tümüyle “özel bir iş” olmaktan çıkmadıkça temsili kurumlar olarak yok olmayacaklardı, seçim ilkesi yürürlükteydi; ama yasama ile yürütme arasındaki işbölümüne dayanan özel bir sistem olarak vekiller için ayrıcalıklı “görev” yeri olarak parlamentoculuk tarihe karışmıştı. Demokrasi, işçi ve emekçilerin oylarının aldatılarak elde edilmesi ve bunun için biçimsel seçimin yüceltilmesi değildi. Artık tarihin gördüğü en gelişkin, büyük çoğunluğun siyasal yaşama aktif olarak katıldığı demokrasi, parlamentosuz uygulanıyordu: proleter demokrasisi…
Ve Ekim Devriminin tüm demokratizmi Bolşevik Partisinin önderliğinde gerçekleşti. Şimdi Gorbaçov ve Türkiye’de ona yakınlık duyanlar, partiyle demokrasiyi karşı karşıya koyuyor, partinin işlevsizleştirilmesi gerektiğini öne sürüyor. Bu, bugün Sovyetler Birliği’nde uygulamaya da konmaktadır. Demokrasiyle bürokrasinin çelişirliği demokrasiyle partinin çelişirliği olarak kavranmakta ya da gösterilmekte ve partinin proletarya devletinin önder ve yöneticisi olarak rolü, sosyalizm ve proleter demokrasisini inşa ve geliştirmedeki etkinliği yadsınmaktadır.
Önderin yerine kitlenin geçirilmesi öneri ve tartışması yeni değildir. Bu tartışma, bugün de önderlerle yığınlar arasındaki düşmanlaşma nedeniyle günceldir. İşçi aristokrasisi ve bürokrasisinin önderliği, SB’de bu tabakalardan gelerek oluşan yeni ayrıcalıklı burjuva sınıfın önderliği, bu önderliğin sosyalizm adına yaptıkları, önderlere, önderliğe ve önder güç olarak partiye yöneltilen küfrün ve kitlelerle önderlerin karşı karşıya konup sosyalizm ve demokrasinin kurtuluşu ve garantisinin kitlelerde aranmasının başta gelen kaynakları arasındadır.
Oysa Bolşevik Partisi ya da onun önder rolü ve demirden disiplini az da olsa zayıflatılarak Ekim Devrimi düşünülemez bile. Partinin rolü ve gereğini, onun disiplinli örgütlenişini yadsımak, “proletaryayı burjuvazi yararına silahsızlandırmaya eşittir.” Bu küçük burjuvazinin örgütsüzlük ve dağınıklık, kararsızlık, direnme gücü eksikliği, birlik olma ve ortak çabada yeteneksizlik gibi zaaflarını benimsetmekten başka bir şey değildir.
Ekim Devrimi’nden sonra partinin önder rolü zayıflatılabilir miydi? Sınıfların ortadan kaldırılışına giderken ve sosyalist inşada, burjuvazinin yıkıcı saldırılarının üstesinden gelme mücadelesinde partisiz, ya da gevşek ve etkisiz bir partiyle yürünebilir miydi? Bir küçük burjuvalar ülkesi olan Rusya’da küçük üreticiler proletaryayı dört bir yandan dağınıklık ve örgütsüzlük, bireycilik, heyecandan umutsuzluğa ve tersine atlama gibi bir hava solumaya sevk ederken, küçük üreticileri dönüştürmek ve bu havanın etkisini kırmak göreviyle karşı karşıya olan proletarya, disiplinli ve örgütlendirici rolünü yerine getiremeden ileriye doğru tek bir adım bile atamazdı. Proletarya devleti demek, eski toplumun güçleri ve geleneklerine karşı yoğun ve çeşitli biçimlerle gelişen ekonomik, siyasi, askeri, eğitici inatçı bir mücadele demektir. Ve “savaşta çelikleşmiş bir parti olmadan, söz konusu sınıf içinde namuslu olarak ne varsa onun güvenini elde etmiş bir parti olmadan, bu savaşı başarıyla yürütmek olanaksızdır… Proletaryanın partisinin demir disiplinini azıcık da olsa zayıflatan kimse gerçekte, proletaryaya karşı burjuvaziye yardım etmektedir.” (Lenin)
Bu disiplin kuşkusuz bir zorbalık unsuru değildir, gönüllüdür, demokratizmden güç alır. Bu disiplini var eden, proleter öncünün bilinci ve devrim için savaşma yeteneği, sınıf ve emekçi kitlelerle bağ kurmak ve onlar içinde erime yeteneği ve öncünün siyasal yönetiminin doğruluğudur. Bu koşulların yokluğunda kurulabilecek olan disiplin, zorba, burjuva, revizyonist baskı tamadır.
Ve işte ancak böyle bir disiplin proleter öncü sosyalist demokrasinin geliştirilmesi ve sınıfsız toplum yolunda yürüyüşün yönetici ve yönlendiricisi olabilir. Devrim için de böyle bir parti gereklidir. Ekim Devrimi ve onun başarılı yürüyüşünün en büyük derslerinden biri budur. Ekim yolundan dönenlerin en belli başlı saldırılarından biri de bu nedenle bu noktada yoğunlaşıyor.
71. yıldönümünde Ekim’in coşkusunu yaşamamak mümkün mü?

Ekim 1988

Gorbaçov Demokratizminin İçeriği ve Etkileri Üzerine – 2 Sosyalizmden tam kopuş, Perestroyka: SSCB’de kapitalizmin batılılaşması

Önceki sayıda “Gorbaçov demokratizmi”nin anti sosyalist içeriği, burjuva, anlamda bir demokratizmden bile uzak oluşu üzerinde duruldu; geliştirilen siyasal reformlar çeşitli yönleriyle inceleme konusu edildi.
Gorbaçov övgüsü yapan, onun olumlu ve iyileştirici tutum içinde olduğundan söz eden çeşitli akımlar, içeriği ve sınıfsal niteliğine ilişkin bir ayrım yapmadan ve burjuva ve proleter demokratizmi arasındaki farkları muğlâklaştıran genel bir demokratizm yüceltisiyle Sovyetler Birliği’nde uygulamaya konulan reformların “sosyalizmin iyileştirilmesi” doğrultusunda olduğunu ileri sürmekle kalmıyorlar.
Gorbaçov olumlamaları, onun “demokratizmi”nden etkilenme ve bu etkinin yanı sıra, Gorbaçov reformlarının ekonomik neden ve temelinin, onun ekonomik alandaki reformlarının görmezden gelinmesi ve siyasal liberalizasyonun ekonomik liberalizasyondan koparılıp ikincisine hiç ilgi gösterilmemesinden kaynaklanıyor. Pro-Sovyet revizyonistler dışındaki akımlar, Gorbaçov’un politik ekonominin yeniden yazımına girişmesi karşısında pek konuşma ve yazmayı tercih etmiyorlar.
Gorbaçov’un kendisi bu alanda ülkemizdeki olumlayıcılarından çok daha cesurdur. Ekonomide “yeniden yapılanma”dan (perestroyka), fabrika yöneticilerinin merkezi planlama karşısında yetkilerinin artmasından, fiyat, üretim miktarı, finans kaynakları ve fon aktarma konularında yetkilendirilip özerkleştirilmelerinden, oto-finansman ve kâr ilkesinin gözetilmesinden ve her şeyin buna bağlanmasından, hisse senetli ortaklıklardan, işletme ve toprakların kiralanmasından, özerk işletmelerin yabancı sermaye ile ortak yatırımlarından, işçi tenkisatından vb. söz etmekle kalmadı; 27. Kongre, sonrasındaki MK toplantıları ve 19. Konferans bu doğrultularda kararlar aldı. 1 Mayıs 1987, özel “aile işletmelerine” yeniden izin verilen tarih oldu. 1988’de çıkarılan bir diğer yasayla dileyen Sovyet vatandaşının kişisel olarak ya da grup halinde çeşitli sanayi işletmelerini kiralayabilmesi ve toprak kiralayarak kendi hesabına işletebilmesine olanak tanındı. Ülkemizdeki olumlayıcıları ise, Gorbaçov’a bu alanda destek vermekten kaçınıyor, işin doğrusu, O’na desteklerini ekonomik politikası değil, siyasal liberalizmi, soyut demokratizmi noktasından açıklıyor, özel mülkiyet ve teşebbüse izin, Gossplan’ın etkisizleştirilmesi noktalarında ağızlarını açmıyorlar. Doğaldır; sosyalizm sempatizanları ve Marksist literatürü kullananlara özel mülkiyet, kâr ilkesi ve benzeri konulardaki “iyileştirmeleri” kabul ettirmek, benimsetmek kolay değildir. Demokrasi ve demokratizm ise günün modası… Etkileme gücü yüksek…
Oysa “Gorbaçov demokratizmi” ya da “sosyalist iyileştirmeler” olarak gösterilmeye çalışılan siyasi liberalizasyonun kalkındığı temel, Sovyet ekonomisindeki tıkanma ve ekonominin liberalizasyonudur.
Birinci olarak, “Gorbaçov demokratizmi”, ileride üzerinde duracağımız Sovyet ekonomisindeki tıkanma ve Sovyet toplumunu çok yönlü olarak kıskacına alan derin buhran koşullarının bir sonucudur. Yıllardır harcı alem nedenlere bağlanan ve asıl olarak görmezden gelinerek gizlenmeye çalışılan revizyonist sistemin hastalıkları, tıkanma ve çok yönlü derin buhran koşullarında öylesine gözden gizlenemez boyutlara ulaşmıştır ki, artık sistemi aklamayıp olumlamanın yolu ve sistem içi “çözüm” olarak suç, ilenen çeşitli politikalar ve bunları izleyen politikacılara atılmak noktasına varılmıştır. Stalin zaten 1956’daki 20. Kongre’den beri tüm kötülüklerin kaynağı olarak açıktan saldırıya uğramaktadır. Gorbaçov’la birlikte bu saldırılar hayasızlık boyutuna varmıştır. Ama bugünün kötülük ve olumsuzluklarını, yaşamı 35 yıl önce sona eren ve ölünceye dek yaklaşık 30 yıl başarıyla ilerleyen sosyalist inşayı ve ekonominin durgunluk ve tıkanma tanımaksızın gelişmesini yöneten Stalin’le açıklamak ikna edici olmayacağı ve başarısızlık başarıyla açıklanamayacağı için, işin ucu yine Stalin’e bulaştırılarak merkezcilik, bürokratizm, kolektivizmde aşırıya gidiş gibi politikalara ve bunlardan sorumlu tutulan politikacılara suç atılıyor. Sistemin hastalık ve kötülüklerinin kaynağı olarak, uzun süredir izlenen ve tartışma konusu edilmekten kaçınılan sözü edilen türden politikalar ve onların sorumlusu, yürütücüsü ve savunucusu politikacılar gösterilerek sistem kurtarılmaya çalışılıyor. “Gorbaçov demokratizmi”nin bir nedeni ve kaynağı budur.
Artık gizlenemez olanı, zaten kendini açığa vuranı açıklama ya da kabullenme ve kaynak olarak sistemin yerine “sistem” adı edilse bile başka şeyleri, politikaları, politikacıları, pratik yanlışlıkları öne sürme; bu, sömürücü egemen sınıfların binlerce yıldır uygulaya-geldiği bir yöntemdir. Eski Mısır ya da Çin’de Firavun ya da imparator değişikliklerinin nedeni buydu, Osmanlı padişahları bu nedenle sadrazamlarının kellelerini alırlardı ve modern toplumlardaki hükümet değişikliklerinin nedeni budur: Sistem yerine uygulanan belli politika ya da politikaları kötülüklerin kaynağı olarak gösterip sorumlularını cezalandırma. Gorbaçov’un ülkemizde de birçok siyasal grup ve kişiyi etkileyerek birdenbire demokrat kesilmesinin altında yatan bir gerçek budur; bu yönüyle “Gorbaçov demokratizmi”, karşısında uyanık olunması ve revizyonist sistemin çıkmazını ve bunun doğrudan sistemde içkin kaynağını gizlemesine izin verilmemesi gereken bir demagojidir.
İkincisi, “Gorbaçov demokratizmi”, demagojiden öte, maddi hareket ettiricilere sahip bir eğilim olarak, ekonomik liberalizasyonun bir sonucu ve yansımasıdır. Sanki merkezi planlı ekonominin tasfiyesinden kaynaklanmıyormuş ve sanki merkezi planlı ekonomiye dayanan sosyalizm genel ve devresel buhranlara (örneğin durgunluk, tarımsal kriz, düşük kapasite kullanımı, emek üretkenliği ve verimlilikte düşme benzeri, kıtlık, paranın değer kaybı -enflasyon-, fiyat “ayarlamaları”nın dayatılmışlığı benzeri kriz unsur ve göstergelerine) kaynaklık edermiş gibi, Sovyet ekonomisindeki tıkanma, ekonominin daha da liberalleştirilmesi, sosyalizmin biçimsel kalıntılarının da yok edilmesi yoluyla aşılmaya çalışılmakta, kolektivizm ve merkezi planlamanın seçeneği olarak özelleştirme ve oto-finansmanın teori ve pratiği yapılmaktadır.
Bunun siyasal üst yapıdaki, siyasal ve ekonomik yönetsel aygıttaki yansıması, yine sosyalizmin bir kalıntısı olarak varlığını sürdüren, ama nitelik olarak burjuva revizyonist bir içerik kazanmış kurum, unsur, teknik ve yöntemlerin ekonomik yapıya ve onun yönetim gereksinmelerine uyum sağlayamayarak devreden çıkmaya yönelmesidir. Kapitalist gelişmenin zorunluluğunu dayatmasına bağlı olarak, sosyalizmden kalma birçok merkezi yönetsel mekanizma, şimdiye dek varlığını korumuş olduğu biçimselliğiyle de iptal edilmekte, aşırılığıyla piyasa koşullarına uyum sağlayamayan bazı merkezi yetkiler kaldırılmakta ve meta ve piyasa ekonomisinin gelişimi ve etkisinin artmasıyla koşut olarak yönetim aygıtı ve yetkilerde eskiye göre âdemi merkeziyetçi bir yeniden düzenlenme ihtiyacı ve bu yönde bir uygulama görülmektedir. Özelleştirmeler yanında grup mülkiyeti, oto-finansman ve kâr ilkeleriyle özerklik olarak propaganda edilerek yönetsel açıdan ademi merkeziyetçilikle birlikte “özyönetim sosyalizmi” adı takılan liberalizasyon yönünde ilerleyiş, kuşkusuz “demagoji” değil bir gerçektir. Ama “Gorbaçov demokratizmi” ve onun çeşitli yönleri üzerine, özellikle de yetersizliği üzerine yazılar yazarak “sosyalizmin sorunlarını” tartıştıkları iddiasında olanlar, bu “demokratizmin” kaynağı olan ekonominin “demokratizasyonu”nu sosyalizm açısından ele almamaya özen gösteriyorlar. Konuyu bazı yönleriyle biz ele alalım.
İki gelişme üzerinde duracağız:
Birincisi, özel teşebbüs ve mülkiyete resmen izin verilmesi ve lokantacılık, ayakkabıcılık, tamircilik gibi alanlarda yalnızca aile çalışanlarını istihdam eden, yani kısmen işçi çalıştırmayan özel sektöre olanak tanınmasıdır. Bunun sosyalist bir adım olmadığı, sosyalizm değil özel mülkiyet koşulları ve kapitalizm doğrultusunda bir “iyileştirme” ya da reform olduğu ortadadır. Ve bu, “sosyalizm” açısından yeni bir olgu da değildir.
Kâr ilkesi ve piyasa ekonomisinin çeşitli yönleriyle uygulamaya konduğu Kruşçev zamanından başlayarak birçok alanda yeraltı atölyeleri ve ticareti ortaya çıkmıştı. İmtiyazlar, yasa dışı ürün satımları gibi yollardan para biriktirenler, özellikle ürün fiyatlarının yüksek tutulduğu ve ürün kıtlığı çekilen alanlarda yasa dışı yatırımlar yapıyorlar, ticari faaliyet yürütüyorlar, küçük sermayelerini işletebiliyorlardı. Şimdi bu durum yasallaştırılıp onaylandı. Kara para yarattığı baskıyla kendisini meşrulaştırdı.
İkrarı ve savunusu SSCB ekonomi doktoru Otto Latsis’den: “Karşılanmayan herhangi bir talep ön plana çıkma eğilimi gösterdiğinden, bu talebin karşılanma zorunluluğu, geniş bir yasadışı özel faaliyet alanının ortaya çıkmasına neden oldu…
“Bireysel emek faaliyeti yasası pratikte var olan bu faaliyete bir kurallar çerçevesi çizdi. Ya da daha açık söylersek, şu anda bu faaliyetin gelişmesi için koşulları yarattı. Gerçekten de, SSCB’de milyonlarca insan çeşitli biçimlerde bu işlerde çalışıyor. Yasa yürürlüğe girmeden önce, bireysel çalışma için yasal lisansı olanların sayısı 100 binden fazla değilken, yasa yürürlüğe girdikten sonra 300 bin kişi daha resmen izin aldı. Şimdi 200 bin kişi de kooperatiflerde çalışıyor. Bu, geçmişle karşılaştırıldığında, büyük bir ilerlemedir.” (Dünyaya Bakış, Kasım 88, sf. 58)
Bireysel faaliyetin yasallaştırıldığı alanlar, başlıca, hizmetler ve zorunlu ihtiyaç maddeleri üretimi alanıdır. Lokantacılık gibi, kıtlığı çekilen sebze, hayvansal ürünler, ayakkabı, giysi gibi ürünler üretimi alanlarıdır. Ve 30’lar, 40’larda bu alanlarda talebi karşılayan üretim 60’lar, 70’lerde nedense karşılayamaz olmuştur! Talebin daha ileri boyutlarda ve çeşitlilikle karşılanabilir olması gerekirken, eski durum bile sürdürülememiş ve kıtlıklar baş göstermiştir. Planlı ekonominin sektörler arası oranlı gelişmesi yerine oransızlık ve bir tüketim toplumu yaratılmasının açık kabulüyle sayın doktor, “karşılanamayan talebin” yasadışı karşılanma yolu olarak eklenti bir özel ekonominin ortaya çıktığını belirtmekte ve bu durumun yasallaştırılmasını geçmişe göre “büyük bir ilerleme” olarak sunmaktadır. İlerleme olduğu açık. Ama nasıl bir ilerleme? Doktor, “sosyalist” bir ilerleme olduğu iddiasında. Oysa Stalin döneminin sosyalist ekonomisinde ne zorunlu tüketim maddeleri kıtlığı ne de bunun yasadışı ya da yasal yollardan özel teşebbüs aracılığıyla karşılanması ihtiyacı doğmuştu. Şimdi gelişen kapitalizm kendi ihtiyaçlarını dayatıyor. “İlerleme”, kapitalizm yönünde, kapitalizmin özelleşmesi biçimindedir.
Doktor Latsis, sözü edilen alanlarda sanki “müşteriler” eskiden, sosyalizm koşullarında “dağınık” değilmiş gibi, büyük üretim karşısında küçük üretimin ve buradan giderek özel teşebbüsün gerekliliğinin teorisini yapmaya çalışmakta ve teorisini kâr ilkesi üzerine oturtmaktadır:
“Hizmetler alanında ve ayrıca belli ölçüde, perakende ticaret ve toplu beslenme alanlarında müşteriler ‘dağınık’tır ve bu, bireysel emeğe gereksinim yaratmaktadır. Şimdiye kadar bu alanlarda kurmakta olduğumuz devlet işletmeleri, büyük ölçüde, fonlardan ve kaynaklardan harcama yapılmasını getirdi ve bunların çoğunlukla verimsiz, rekabete dayanıksız ve kısacası, kârsız oldukları ortaya çıktı… Gerçekte pratik olmayan yerde biçimsel toplumsallaştırmayı yürütmeye çalışmak, genelde tek ve aynı sonucu doğurdu: Yapay olarak kurulmuş geniş ölçekli üretim kendi görevlerini yerine getiremedi.” (agy.)
Doktor Latsis’in tartışmayı sosyalist değil kapitalist bir çerçevede, kapitalizmin normları ve literatürü temelinde yürüttüğünü kanıtlamak gerekmiyor. “Rekabete dayanıksızlık”, “kârsızlık” gerekçeleri kendi başlarına birer kanıttır.
Henüz üretim ve emeğin yeterince yoğunlaşmadığı ve küçük üreticilerin kolektifleşmeye ikna edilemediği koşullarda küçük üretimin bir süre daha devamını kabullenmek ve kolektifleştirmeyi ertelemek ve maddi isteksizlik, sabotajlar gibi nedenlerle ortaya çıkabilecek olumsuz sonuçları dolayısıyla erken kolektifleştirmeden kaçınmak değil tartışılan. Bu nedenlerle 50’lere kadar kooperatifçi köylülerin evlerinin önündeki küçük bahçelerde kendi tüketimleri için ve artanını da satmak üzere özel küçük üretim faaliyetinde bulundukları biliniyor. Ama bu, koşulların olgunlaşmasıyla giderilmesi gereken bir durumken, şimdi hem tarımda hem de kentlere yayılarak genelleştiriliyor. Tartışılan, kolektiflikten özel teşebbüs ve mülkiyete geri dönüşün gerekliliği ve faziletidir. Bireysel emeğe gereksinimin aşıldığı alanlarda bireysel emeğin kolektif emek, özel mülkiyetin kolektif mülkiyet karşısında propagandasıyla savunulan, kapitalizmdir.
İkincisi ve yine bu yöndeki bir diğer onama da, genel olarak kâr ilkesinin, işletme ve kooperatiflerin görece kendilerine yeterli’ birimler haline gelip fonları, üretimi, ürün fiyatlarını vb. saptamalarının, ürünlerin tümünü ya da belli bir bölümünü, nasıl, nerede ve ne amaçla kullanacaklarını bütünüyle kendilerinin kararlaştırmalarının ve üstelik yabancı sermayeyle ortaklıklar kurabilmelerinin tam bir açıklıkla resmileştirilmesidir. Oto-finansman ve kâr ilkeleri 1987’de kabul edilen SSCB Devlet İşletmeleri (Birlikleri) Yasasıyla Sovyet sanayisinin şimdi yarısından fazlasında uygulanıyor ve 1990’da ülke ekonomisinin tümü bu ilkelere göre düzenlenmiş olacaktır. “1988 yılının başlarında SSCB’de toplam 51 milyon kişinin çalıştığı 76 binden fazla birlik, işletme, kolektif çiftlik ve devlet çiftliği ile başka kuruluş tam ekonomik muhasebe ile ve öz-finansman temelinde çalışmaya başladı. Bunlar sanayi ve tarım alanında üretimin % 60’ını, iletişim alanının % 100’ünü, perakende pazarlamanın % 97’sini ve sözleşmeli işlerin % 37’sini kapsıyor. Ulaşımın % 88’i, günlük hizmetlerin % 50’den fazlası öz-finansman temelinde sağlanıyor.” (Dünyaya Bakış, Kasım 88, sf. 55)
SBKP 19. Konferansı’nı izleyip anlatan Ali Söylemezoğlu, merkezi planın geçersizleştirilmesine değil, “emir-komuta yöntemlerine dayanan bir ekonomik yönetim mekanizması”, “buyrukçu, bürokratik mekanizma” olarak tanımladığı planlı ekonomiye bağladığı ters-yüz etmenin bu kadarı olur! sektörler arası oransızlıklardan söz ettikten sonra, kapitalizmin çıkış yolu olarak görüldüğünü önce üstü örtülü sonra açıkça belirtiyor:
“Sanayi gelişip işletmelerin ve üretilen malların sayısı artıp ekonominin yapısı karmaşıklaştıkça, ortaya çıkan yönetim mekanizması (merkezi planlama mekanizması-MY) ile toplumun gereksinimleri çelişmeye başladı. Hele SB birçok malı ‘dünyada en fazla üreten ülke’ durumuna geldikten sonra, ekonomik yönetim mekanizmasının üstesinden gelmesi gereken ödev, ne pahasına olursa olsun belli üretim hedeflerine ulaşmak değil, üretimin en ekonomik yollardan, en verimli yöntemlerle yapılması olmuştu.” (Yeni Açılım, Eylül 88, sf. 41)
“En ekonomik yol”, “en verimli yöntem”, kârlılığı esas alan kapitalist yol ve yöntemlerdir ve yazar 19. Konferans’ın ekonomik reform önlemlerini özetlerken, bunu açıkça ortaya koyuyor:
“Yalnızca bireyler değil, işletmeler ve kooperatifler de mali bakımdan özerk olacaklar. Yani ekonominin bütün birimleri bundan böyle mümkün olduğu kadar çok kâr elde etmeye çalışmakla yükümlüdür. Görevleri, liste halinde belirlenmiş çeşitli mal miktarlarını üretmek değil, fiyatları, tüketicinin talebini, devlet siparişlerini, diğer işletmelerin taleplerini dikkate alarak neyi ne kadar ve nasıl üreteceklerine karar vermek ve sonuçta zarar değil, kâr elde etmeyi hedeflemek olacaktır. Çünkü zarar ederlerse devlet bu zararı ödemeyecektir. Buna karşılık, kâr elde ederlerse bu kârı diledikleri gibi harcayabileceklerdir.
İşletmeler birbirleriyle serbestçe ticaret yapabilecekler, ithalat ve ihracata girişebileceklerdir.” (agy,s.44)
Kâr… kâr… hem de “mümkün olduğu kadar çok kâr… kârın azamisi. “Yalnızca bireyler değil”, yani bireysel özel teşebbüs değil yalnızca, “işletmeler ve kooperatifler de mali bakımdan özerk olacak” ve “mümkün olduğu kadar çok kâr elde etmeye” çalışacaklardır. Bireysel özel teşebbüs ve mülkiyetle, aynı amaca, kâr amacına sahip işletme ve kooperatifler arasında ne türden bir fark oluyor? Özde hiçbir fark yoktur. Bu durumda işletme ve kooperatifler açıktan kapitalist tarzda örgütlenmiş kooperatiflere dönüştürülüyor ve buna “öz yönetimcilik” deniyor. Bu kooperatif işletmelerin kapitalist girişimciler oldukları, özel kapitalist girişimlerden farklarının yalnızca mülkiyet biçimlerinde, kapitalist grup ya da kooperatif mülkiyet biçiminde görülebileceği belirgindir.
Özel teşebbüs ve mülkiyetin, belirli üretim sektörleri açısından açık olarak resmileştirilmesi yeni ve ileri bir “sosyalist” (!) adım olmakla birlikte, sosyalist kolektif mülkiyetin, tekelci kapitalist devlet mülkiyeti yanında, çeşitli işletmelerin grup mülkiyetine dönüştürülmesi ve kooperatiflerin grup mülkiyetinin sosyalist niteliğinden arınarak kapitalist bir niteliğe bürünmesi üretim araçlarını da kapsar hale getirilmesi yeni değildir. Kooperatif türünden kapitalist kolektif mülkiyet biçimleri daha Kruşçev zamanında geliştirilmişti. Onun zamanında iki önemli gelişme; işletmelere yatırılmış sermayeleri ile özellikle birikim-yatırım fonlarının kullanımı (genel olarak ve bir bölümünü kesinlikle) üzerinde yetki sahibi olma ve karar verme olanağı sağlanması ve yönetimi makina-traktör istasyonları merkezi devlet kuruluşunda olan tarımsal makinaların sosyalist mülkiyetinin, bu makinaların kooperatiflere devredilmesi ile grup mülkiyetine dönüştürülmesi şeklinde oldu. Kruşçev böylece -diğer çeşitli reformlarıyla birlikte- meta ekonomisini yerleştirmiş, işletmeleri birbirleriyle belirgin bir rekabet içinde üretime ve üretimlerini daha fazla kâr elde etme hedefiyle gerçekleştirmeye yöneltmiştir. Daha fazla kâr, o zaman “kazanç” deniyordu, elde eden işletme yöneticileri ve çalışanlarının prim ve ikramiye, maaş ve ücretlerinin yükseltilmesi yoluyla maddi olarak teşvik edilmeleri önleminin uygulanmasını başlatan da Kruşçev’dir.
1965 Liberman reformları, Kruşçev’in açtığı yolda, onun attığı adımların geliştirilmesi ve bütünüyle sistematize edilmesi olarak şekillendi. Merkezi planın rolünün esasta bölge ve işletmelere devri, ikincilerin özerkliğinin artırılmasıyla gerçekleştirildi. Bu, kuşkusuz, kapitalist mülkiyetin kolektif revizyonist biçimlerinin, birbirleriyle içice geçmiş haliyle ve yan yana tekelci devlet ve grup mülkiyetinin ortaya çıkmasına denk düştü. Kâr esasına göre üretim, maddi teşvikler, Liberman reformlarıyla açıkça adı konan gelişmelerdi.
Liberman’ın ortaya koyduğu görüşler ise daha önceden, Oscar Lange okulundan gelme Polonyalı profesör Wlodzimierz Brus tarafından bugün Gorbaçov’un savunduğu açıklıkla savunulmuştu. Brus, “işletmelerin ürettikleri malların tip ve miktarına özgürce karar vermelerini ve malı kimden alacaklarını kendilerinin belirlemelerini, kendi mali kaynaklarına sahip olmalarını ve üretimin temposu ile çalışmanın iç örgütlenmesine kendilerinin karar vermesini” (Antonio Carlo, SB’nin Sosyo-Ekonomik Karakteri, sf. 137) öngörerek “temel ilke”yi açıkça ve daha 1950’lerde ortaya koymuştu:
“Girişimlerin karar özgürlüğünün ölçütleri, faaliyetlerinin kârlılık ilkesine dayanmasından çıkar. Bu, üretim hedefleri ve yöntemlerinin seçiminde özerk olarak hareket edebilen girişimleri yönlendirebilecek mümkün olan biricik ilkedir.” (Aktaran: A. Carlo, agy.)
Aynı tezler Çek O. Şik ve öz-yönetimci Yugoslav revizyonistlerince de önceden savunulmuştu. Şik’in pratiğe aktarma girişimi aşırı bulunarak yarıda kalmış, Yugoslavya’da ise ekonomik ve toplumsal yaşamı düzenlemişti.
Gorbaçov’un, itibarını iade ederek “namus borcu”nu ödediği bir diğer ünlü önceli ise Buharin’dir. Tarım ve sanayide burjuva unsurların, nepmanlar ve kulakların sosyalist ekonomi içinde bir tür “eritilmesi” ve “sosyalizmle kapitalizmin bütünleşmesi” tezini geliştirerek serbest pazarın, piyasanın ekonominin düzenleyicisi olmasını öngören Buharin’in bugün Sovyetler Birliği’nde baş tacı edilmesi nedensiz değildir. Desantralizasyon, mali özerklik, özyönetim ve kâr ilkesinin sosyalizme yamanması, onun öncellerini bir yana bırakırsak, Buharin’den kalmadır ve “şerefi”, “isim babalığı” Gorbaçov’a ait değildir.
Kendini önceleyen düşünsel köklere ve pratiğe sahip SSCB’de Kruşçev tarafından başlatılıp Liberman tarafından ilerletilen, Kosigin’in uygulamasını sürdürdüğü ekonomik reformlar, üzerinde duracağımız başka nedenlerle birlikte, özel teşebbüs ve mülkiyete temel oluşturan, ona çağrı çıkaran gelişmelerdir. Gorbaçov, bugün öncellerinin başlattığı işi tamamlamakta; kâr amacına dayalı üretim, meta ekonomisi, işgücünün metalaşması gibi belirgin unsurlarıyla kolektif kapitalist ekonomiyi, revizyonist biçim altında kolektif devlet ve grup mülkiyetine dayanarak, ama merkezi ve kolektif faktörleri ileri boyutlarda aşındırıp azaltarak, liberalleştirmekte, ve öte yandan, bununla yetinmeyip, kolektif mülkiyet biçimlerinin yanına bireysel kapitalist özel mülkiyetin de bayrağını çekmektedir.
Gorbaçov, Mayıs 87’de yasalaştırdığı özel mülkiyete dayalı işletmelerin etkinlik alanlarıyla büyüklüklerini sınırlı tuttu. Başlangıç olarak, aile işletmeleri olmaktan ileri gitmelerine, aile mensupları dışında işçi çalıştırmalarına izin vermedi. Ancak, teorik bir ihtimal olmaktan çıkıp pratik bir uygulama haline gelerek kendine yol açan özel mülkiyeti, işgücünün meta olarak kullanımında konulan sınırları da parçalayıp atacağı kolaylıkla öngörülebilir. Önce “aile” kavramının amca-dayı ve oğullarını içine alarak genişlemesi, sonra “aile dostlarını” da kapsar hale gelmesi, daha sonra ise, giderek ortadan kalkmak üzere yalnızca çalıştırılabilecek işçi sayısına sınırlama konması hiç de şaşırtıcı olmayacaktır. Süreç içinde bu sınırlar ve sınırlamaların önce pratikte ardından da yasal olarak tamamen kalkmasından doğal bir şey olamaz. “Bireysel emek” ve özel teşebbüsün yasallaştırılmasını “geçmişle karşılaştırıldığında büyük bir ilerleme” olarak gören doktor Latsis de, bu açıdan bugün yapılanların, henüz “…var olan ve yapılması gerekenler açısından, çok önemsiz kalmakta” olduğunu ileri sürecek kadar açık sözlüdür ve zaten çok şey yapılması gerektiğini düşünmektedir. Ama adımlar, yavaş, denenerek, sonuçları gözlenip geliştirilmek üzere, kontrollü bir tarzda atılıyor.
Ancak Gorbaçov, bu konuda da yeni birşey keşfedip uygulamıyor. Yaptığı, Oto Şik ve Dubçek’in, Kruşçev’in, Liberman’ın açtığı yolda ilerleyerek Macaristan, Yugoslavya, Çin gibi ülkelerdeki uygulamaları Sovyetler Birliği’ne adapte etmeye çalışmaktır. Bu ülkelerden kiminde özel işletmelerin çalıştırabileceği işçi sayısı 15 ile “sınırlanmıştır”, kiminde “sınır” tamamen kalkmak üzere 100 işçi düzeyine varmıştır. Örneğin Macaristan kurduğu serbest bölgelerde ne işçi sayısında ne de sömürü oranında sınırlama tanımaktadır. Görünen köy kılavuz istemez: SSCB’de ortaya çıkan özel bireysel mülkiyet Sovyet ekonomisinin önemli bir boyutu olmaya adaydır. Sovyet ekonomisti Shmeljev, “Gorboçov’un amacı devlet sektörüne paralel geniş bir küçük özel işletme ve çiftlikler ağı yaratmaktır” demektedir. Ve özel ekonomi, Sovyet ekonomisinin bugünden oldukça geniş bir yönünü oluşturmaktadır.
Ve bu olgu ne “ileri sosyalist toplum” ne de “sınıfsız toplum inşasının bir öğesi” olarak gösterilemez. “Sosyalizmin maddi teknik temelinin kurulduğu ve bu nedenle kapitalizmin restorasyonunun olanaksız olduğu” iddiasıyla geri dönüş ve sosyal emperyalizm teorilerinin dayanaksızlığını ileri süren revizyonist ideologlar ve onlardan etkilenen ara akımlar, şimdi bu özelleştirme rüzgarını neyle açıklayacaklar? Başka şeyler bir yana, özelleştirmeler heyula gibi ortadayken, geri dönüş ve Sovyet ekonomisinin kapitalist niteliği ya da diyelim SSCB’de “kapitalistleşme (süreci)” hâlâ nasıl yadsınacak? Nasıl bir maddi teknik temel inşasının tamamlanması ve nasıl bir geri dönülmezlik özel mülkiyete yol açabilmekte, Gorbaçov’un dediği gibi, onu gerekli kılabilmekte ve onunla birlikte var olabilmektedir? Tarımda bile özel mülkiyetin tasfiyesi üzerinden elli yıla yakın bir süre geçmişken, özel mülkiyetin, sanayi dâhil, bu yeni yükselişini, sosyalist bir yaklaşımla gerekli görmek, savunmak ve benimsemek olanaklı mıdır? “Sosyalizmin sorunları” üzerine yazanlardan, bu konu üzerine de yazmalarını ve özellikle konuyla sosyalist demokrasi ve demokratizasyon arasında nasıl bir bağ olabileceğini ortaya koymalarını beklemek hakkımız olsa gerek.
Özelleştirme açık bireysel mülkiyetin yasallaştırılmasıyla kalmıyor. Daha ileri adımlar atılmakta ve büyük ölçekli ya da görece büyük ölçekli üretimin de özelleştirilmesine gidilmektedir. Ancak bazı “küçük” görünüm sorunları nedeniyle, çok açık-seçik sosyalizm karşıtı görünmekten kaçınmak için eski bazı yöntemler “keşfedilmektedir” yeniden. Görece büyük ve aile mensupları dışında işçi çalıştıran sanayi ve tarım işletmeleri görünüşte özel mülkiyet konusu edilmemekte, ama sanayi işletmeleri ve topraklar (üzerinde tarım işletmeleri kurulmak ya da kurulu olanları çalıştırılmak üzere) kişi ya da gruplara kiralanmaktadır. İşletmelerde işçi çalıştırılıp emek kapitalist tarzda örgütlendikten ve kâr amacıyla üretim yapıldıktan sonra, işletme mülkiyetinin devlet ya da özel kişiler ve gruplar elinde olmasının ne önemi vardır? Toprak açısından tek önemi, mutlak rantın kalkması ve diferansiyel rantın devlete ya da kişilere kalmasıdır. Kapitalist ülkelerde sanayi işletmelerinin kiralanması istisna olmakla birlikte (bu ülkelerde işletmelerde alınıp satılır daha çok), toprak kiralama yaygındır. Ve toprağın ulu-sallaştırıldığı kapitalist ülke örnekleri de vardır. İşletmeler ve toprağın serbestçe alınıp satılamaması özel kapitalizme konan belirli sınırlamalardır yalnızca. Bu da çeşitli kapitalist ülkelerde, hiç değilse özel bazı bölgelerde görülmektedir. Örneğin Urfa’da göstermelik “tarım reformu” projesi, dağıtılan toprakların alınıp satılması ve üçüncü şahıslara kiralanmasını yasaklıyordu. Ve SSCB’de işletme ve toprak kiralarının gündeme konulmasının tek bir anlamı vardır: Büyük ölçekli üretimin özelleşmesine yumuşak bir geçişi mümkün kılma, görünümü şimdilik kurtarmaya uğraşma.
Özel mülkiyetin ortaya çıkış nedenlerine geçmeden, doğrudan Gorbaçov’a başvurarak, aynı nedenlerden kaynaklanan revizyonist/kapitalist kolektif mülkiyet biçimlerinden ve merkezi planlamadan uzaklaşma, kâr için üretim, meta ve piyasa ekonomisini rasyonelleştirme önlemleri üzerinde duralım.
27. Kongre’ye sunduğu raporunda Gorbaçov, ekonominin yönetiminde esas alınacak bir ilkeyi şöyle belirtiyor:
“Kurum ve işletmelerin özerklik çerçevelerinin gitgide genişletilerek daha yüksek hedeflere varılmasında sorumluluklarının artırılması, bu maksatla katıksız bir maliyet muhasebesi, kendini destekleme ve kendi kendine finansman ilkelerinin kabul edilmesi ve gelirlerinin ne olacağının kendi çalışmalarındaki verimliliğe bağlı olacağı ilkesinin yerleştirilmesi.” (A. B. Kafaoğlu, Dünyada Neler Oluyor, Gorbaçov ve Sosyalizmde Yeni Yollar…sf.45)
Yine Gorbaçov aynı doğrultuda şunları da söylüyor:
“…eğer yukarıdan gönderilmiş direktiflerin saptadığı hedefler yerine ekonomik standartları uygulamak zorunlu ve haklı ise, bu, planlı yön verme ilkesinden bir dönüş değil, onun yöntemlerinde bir yenilik olarak kabul edilmelidir.” (Agy, sf. 54)
“Ayrıca işletmelere de… genişleme ve aletlerini yenileme fonlarını kazanmaları olanakları tanınmalıdır.” (Agy. sf. 50)
Açık ki, Gorbaçov, merkezi plan yerine işletmelerin özerkliğini, yani kendi üretim ve birikimlerinde yetkilendirilmelerini, “yüksek hedeflere” onların “sorumlulukları artırılarak” varılmasını geçirmektedir.
İşletmelerin özerk üretim ve birikimlerinin, kendi “genişleme ve alet yenileme fonlarını kazanmalarının ilke ya da amacı olarak, kuşkusuz planlı sosyalist üretimin amacı olan çalışma ve yaşam koşullarının iyileştirilmesi ile karşıtlık halindeki kâr amacını ya da ilkesini “maliyet muhasebesi” (x) adı altında ortaya koymakta, işletmelerin gelirlerinin, yani kârlarının, fonların “verimli” kullanılarak düşük maliyetle üretimi gerçekleştirmelerine bağlı olacağını ilan etmektedir.
Zaten kendi üretim ve birikimleriyle ilgili olarak yetkili kılınmış işletmelerin üretimlerini düzenleyecek kâr ilkesi dışında bir ilke varsayılamaz.
Tek tek fabrika ve işletmelerin kendi başlarına emeğin ve emekçilerin çalışma ve yaşam koşullarını kolaylaştırmayı amaç edinmeleri, iyi niyetle amaç edinseler bile bunu gerçekleştirmeleri, çalışma ve üretimin tek tek fabrikalardaki örgütlülüğüyle toplumsal örgütsüzlüğü arasındaki karşıtlıkla var olan kapitalist üretim koşullarında ne denli olanaklıysa, ütopik sosyalist Owen tek tek fabrikaları baz alarak bunu ne denli sağlayabildiyse, o denli olanaklı ve gerçekleşebilir bir şeydir. Tek tek fabrikalardaki planlı üretimin toplumsal plansızlık, rekabet ve üretim anarşisi koşullarında gerçekleşmesi, kapitalizmin temel çelişmesinin bir görünümüdür. Ve merkezi planlama yerine tek tek işletmelerin üretim ve birikimlerinde yetkilendirilmeleri, kaçınılmaz olarak, işletmelerin “genişleme fonlarını kazanma” ve “kendi kendine finansmanını sağlama” ve “daha verimli çalışarak” daha fazla gelir ve kâr elde etme yarışını koşullandıracak; her bir işletmenin daha fazla fon peşinde diğer işletmelerle rekabetini zorunlu kılacak ve daha fazla fon, ancak rekabet halindeki işletmelerce ya da onları bu rekabete yönlendiren, hâlâ bir yönüyle merkezi kalmaya devam eden kuruluşlarca planlanması mümkün olmayan üretim koşullarında, üretim anarşisi çerçevesinde, planlanmamış, bilinmeyen pazar için rakipler olarak birbirlerinin gelir ve kârlarını engelleyen tek tek işletmelerin planlı üretimlerine bağlı olarak elde edilebilecektir.
O masum “işletme özerkliği” ve özyönetim sözcüklerinin altında bütün bir kapitalist üretim koşulları yatmaktadır, oto-finansman ilkesi uyarınca işletmelerin birbirleri karşısında (ve kaçınılmaz olarak birbirleriyle rekabet halinde) kazançlarını, kârlarını gerçekleştirecek olan ise, tümüyle piyasa koşullarıdır. Birbirleriyle rekabet halindeki işletmeler, kârlarını, piyasada oluşacak ortalama kâr oranı bağlamında gerçekleştirebilirler ve zaten Gorbaçov tamamen bunu söylemekte, işletmelerin birikim fonlarını kazanırken, yani sermayelerini yeniden üretim sürecinde “maliyet muhasebesi” ilkesini kullanacaklarını, kâr-zarar hesabıyla piyasayı esas alacaklarını ve özel olarak plan hedeflerini aşan üretimlerinin dolaysız bir şekilde piyasa ekonomisinin bir unsuru haline gelebileceğini ve gelmesi gerektiğini belirtmektedir.
Gorbaçov, özelleştirmeler ve işletme ve toprak kiralamaları ayrı tutulursa, sermaye mallarının alım-satımını sözde özgürleştirmiyor, ama işletmelerin birikimlerinin piyasa koşullarında gerçekleşeceğini söyleyerek, onların meta olduklarını dolaylı olarak kabul ediyor; ve sermaye malları olup olmadıklarını özel olarak belirtmeden, plan hedefi üzerinde üretilen ürünlerin, birbirlerinin pazarı olan ve halâ sosyalist mülkiyete dayalı oldukları iddia edilen kuruluşlar arasında alım-satım konusu olabileceğini, yani metalaşacağını ortaya koyarak piyasa ekonomisine doğru bir adım daha atıyor ve aynı anlama gelmek üzere, revizyonist/kapitalist kolektif mülkiyeti grup mülkiyetine dönüştürme yolunda ilerliyor. Çok açık söylüyor Gorbaçov: “Plan hedefleri yerine ekonomik standartları uygulamak zorunlu ve haklı ise bu, yenilik olarak kabul edilmelidir.” “Ekonomik standart” ile kastedilenin piyasa ekonomisinin geçerli kategorileri olduğu ortadadır. Oto-finansmanla birikim fonlarını oluştururken ve hele plan hedefleri, üzerindeki ürünlerini değerlendirirken işletmeler, “ekonomik standartları” uygulayacaklar, yani piyasanın kendilerini zorunlu kıldığı önlemleri alacak ve tanrı adına planlamadan vazgeçildiğini düşünmeyeceklerdir.
Sovyet revizyonistleri kâr ilkesini, piyasa ve meta ekonomisini, işletmelerin bağımsız ekonomik birimler olmalarını yalnızca sanayi alanında savunmuyor, tarımda daha da ileri noktalara gidiyorlar. Gorbaçov, 27. Kongre’ye sunduğu raporda şunları söylüyor:
“Ana fikir, yönetimin ekonomik ilkelerine geniş bir yaygınlık sağlamak, kolektif çiftliklerle devlet çiftliklerinin özerkliğini esaslı şekilde genişletmek, son sonuçlardaki sorumluluklarını artırmaktır.” (Agy, sf. 42)
Gorbaçov’un “ekonomik ilkeler” dediği piyasa ekonomisi kuralları, “son sonuçlar”la kastettiği ise, A. B. Kafaoğlu’nun da sözünü ettiği üzere, vergiler vb. çıktıktan sonra kalan kârdır, üretimin sonucunda elde edilen kazançtır. “Son sonuç” net kârlılıktır.
“Maliyet muhasebesi” ve “birikim fonları”, kâr ilkesi, tarımda, kooperatif (grup) mülkiyeti de söz konusu olduğundan olsa gerek, daha çok vurgulanarak savunuluyor:
“Gerçek maliyet muhasebesi ve dakik kâr-zarar hesapları, bütün agro-endüstriyel kompleksleri bağlayan temel kural olmalı ve devlet ve kolektif çiftliklerinde de titizlikle uygulanmalıdır.” (Agy, sf. 43)
“Çiftlikler üretimlerini geliştirme yolunda esas olarak kendi fonlarını kullanacaklar, kâr ve gelirlerini artıracaklar, özendirmeler sağlayacaklardır.” (Agy, sf. 44)
Ve mülkiyetteki farklılaşma ve tek tek ekonomik birimlerin (işletme, kooperatif vb.) birikim fonlarını oluşturma, bunun kaçınılmaz olarak rekabet ve piyasa koşullarında oluşabilmesi, dolayısıyla ürünlerin metalaşmasının öngörülmesi, dolaysız meta ekonomisinin savunulması aracılığıyla, -özel ve kira konusu sanayi işletmeleri ve yine sanayi işletmelerinin satış sözleşmelerini kendilerinin düzenlemeleri olgusu ayrı tutulursa- tarımda, daha uç bir noktaya gidilerek aşılmaktadır:
“…çiftlikler, plan hedefi üzerindeki ürünlerini (patates, meyve ve sebzelerde üretimlerinin önemli bir kısmı için) kendi uygun gördükleri biçimde satabilirler, ya da kolektif çiftliklerde işleyebilirler ve kooperatiflerin mağazalarında satabilirler, personelinin gereksinimi için kullanabilirler.” (Agy, sf. 42-43)
Kolektif devlet mülkiyetinin geçerli olduğu devlet çiftliklerini bir yana bırakırsak, bir yana bırakmalıyız, çünkü bunların devlet mülkiyetindeki sanayi işletmelerinden bir farkı olmaması gerekir, kolhoz ya da kooperatiflerin, grup mülkiyetinin geçerli olduğu bu tür çiftliklerin üretimlerinin artırılması için -gerektiğinde- belirli teşvikler yapılabilir. Ve zaten sosyalist ekonomi çerçevesinde de bu tür çiftliklerde devlet mülkiyetindeki sanayi işletmeleri arasında ürünlerin değişimi, meta mübadelesi olarak gerçekleşir. Ancak meta ilişkileri alanının sürekli sınırlanma çabası içinde olunması gereği, hem bu teşviklerin sosyalist devlet mülkiyetinin geçerli olduğu kolektif çiftliklere dek uzatılmamasını hem de kolhoz ya da kooperatifler açısından plan çerçevesinde ele alınması ve ürün fiyatlarına ilişkin sözleşmelere dayanması gereken meta ilişkilerini tümüyle piyasa koşullarında bu işletmelerin belirlemesine izin verilmemesini şart koşar. Oysa özellikle meyve ve sebze üretiminde ürünlerin hemen tümü piyasaya sunulabilir kılınıyor. Bu ürünler, tamamen çiftliklerin kâr amacına uygun olarak ve piyasada fiyatlanarak (x) hem meta ilişkileri alanını genişletiyor hem de bu durum çiftlikleri kendi başına buyruk ve sadece piyasa koşullarını dikkate alarak üretim yapan işletmeler haline getiriyor. Üstelik devlet çiftlikleriyle kolhozlar arasında da bir ayrım yapılmayarak, genel olarak tarım sektörü piyasa mekanizması ve meta ekonomisi alanına itiliyor. Gorbaçov, bu yönelimin nedenlerinden biri olarak, kıtlığın önüne geçilmesi ve piyasa koşulları verimlilik artırılmasının etkeni ve garantisiymiş gibi verimliliğin yükselmesi yoluyla özellikle sebze-meyve üretimindeki darboğazın aşılarak beslenme sorununun çözümlenmesi kaygısını belirtiyor. Oysa kolaylıkla anlaşılabilir ki, kıtlık vb. gibi koşullarda plan hedeflerinin aşılmasını sağlamak amacıyla genel olarak tarımın ya da belirli tarım ürünlerinin teşvik edilmesinden tamamen farklı bir uygulama söz konusu-; dur bugün SSCB’de. Oto-finansmanıyla, kâr amacıyla, piyasa ekonomisiyle, mülkiyet ilişkileriyle…
( (x) Kruşçev’le birlikte, merkezi plan uyarınca sektörler arası uyumla oranlı gelişen sosyalist üretim ve ekonomi geçersizleştikçe, bu orantılığın bir ifadesi olan ve emek ve yaşam koşullarının iyileştirilmesi amacını yansıtan, planla saptanan istikrarlı fiyatlar, şekillenmeye başlayan piyasa ekonomisinde çeşitli faktörlerden etkilenen, karaborsayla yükselmeye itilen, oransızlıklardan kaynaklanarak dalgalanan, aşırı dalgalanması narhlarla ve sübvansiyonlarla önlenmeye çalışılan -ama bunun da kıtlık ve karaborsayı tahrik ettiği- istikrarsız fiyatlara bıraktı yerini. Şimdi bu durum fiyatların tamamen piyasada oluşmasının önündeki engellerin kaldırılması yoluyla “aşılmaya”, iddiaya göre istikrarsızlık giderilmeye, ama aslında istikrarsızlık sistemleştirilmeye yöneliniyor. Gorbaçov, “fiyatlar, ekonomik ve sosyal politikanın aktif bir etkeni olmalıdır. Etkili bir maliyet muhasebesini örgütlemeye dönük ve nüfusun gerçek gelirini artırma amacına uygun şekilde fiyat sistemini bir bütün olarak yeni biçime göre ayarlayacağız. Fiyatlar daha esnek şekilde oluşturulmalı, fiyat düzeyleri sadece o mala giren maliyet giderlerini değil, fakat tüketicinin bu malları satın alma gücüyle de ilgili olmalıdır. Ayrıca toplumun ve tüketicinin bu mallardan beklentileri ve malın kalitesi de dikkat edilecek noktalardır. “(Agy, s.48) diyor. Propagandif sözler bir yana, fiyatlar bütünüyle piyasada oluşmaya terk ediliyor: “Esnek (yani dalgalanan) fiyatlar”. Emekçilerin iyiliğinin gözetildiği görünümüyle sunulmaya çalışılan fiyat düzeylerinin satın alma gücüyle ilintisi ve tüketici beklentileri tamamen piyasa faktörleridir. 19. konferans kararlarını özetleyen Ali Söylemezoğlu da “… bütün fiyatların değiştirilmesi amaçlanıyor. Yalnızca fiyatlar değiştirilmeyecek, fiyatların belirlenme biçjmi de değiştirilecek” (Y. Açılım, Eylül 88, s.45) dedikten sonra, geleceğe ilişkin şu tahmini yapıyor: “… SSCB’deki fiyat oranlarının bir süre sonra esas itibariyle dünya pazarlarındaki fiyat oranlarına benzeyeceği tahmin edilebilir”. Güzel bir gelecek!)
Bu ürünler, tamamen çiftliklerin kâr amacına uygun olarak ve piyasada fiyatlanarak hem meta ilişkileri alanını genişletiyor hem de bu durum çiftlikleri kendi başına buyruk ve sadece piyasa koşullarını dikkate alarak üretim yapan işletmeler haline getiriyor.
Hem sanayi hem tarım sektörü, tarımda daha ileri noktalara varılmak üzere, işletmelerin birbirleriyle rekabet halinde ve kaçınılmazca üretim anarşisi koşullarında ürettikleri, kendi finansman olanaklarını yaratmaya yöneldikleri, üretimin miktar ve koşullarını, ürünün en azından bir bölümünün fiyatlarını buna uygun olarak saptama olanağına sahip oldukları, yine birbirleriyle rekabet halinde ve durumda zorunlu düzenleyici olarak kaçınılmaz rolünü oynayan piyasa mekanizması bağlamında kârlarını gerçekleştirdikleri ve hem özel hem kolektif devlet ve grup mülkiyetinin yan yana bulunduğu meta ekonomisi temelinde örgütlendiriliyor. Merkezi plan ve kuruluşlar aleyhine bölgelerin, yerel kuruluşların ve işletmelerin yetkilendirilmesi ve özerkliklerinin artırılmasının içeriği böyledir.
Birbirleriyle rekabet halindeki, piyasa koşullarında kârlarını en yüksek düzeyde gerçekleştirmeye yönelen Yugoslav “özyönetim” modeli uygulamasıyla, işletmelerin merkezi plan çerçevesinde bir özerklikle sınırlandırıldıkları sanılmasın. Gorbaçov, bu konuda açık sözlüdür. Hayır, diyor sorun, toplumun. Sovyet halkının çıkarlarının korunması ve düzenlenmesi, emeğin koşullarının iyileştirilmesi ve yaşam düzeyinin yükseltilmesi değil, işletme ve kuruluşların hak ve çıkarlarının gözetilmesi, onların kârlarının hesap edilmesidir:
“Plana göre geç kalan kuruluşlar, bakanlıklar ve yöreler kâr edenlerin haklarını çiğnemekte, gelirin yeniden bölüşümünü bozucu etkide bulunmaktadır.” (A. B. Kafaoğlu, Dünyada Neler Oluyor, s.47)
Planlı sosyalist ekonomide bir dalda, bir işletmede aksama, geç kalma, genel olarak planda bir aksamaya neden olarak tüm halkın yaşam düzeyinde ve gelirlerinde bir düzey tutturamama ya da düşmeye götürür. Yoksa zarar eden işletme kâr eden işletmenin haklarını çiğnemiş olamaz, bu kapitalist bir mantık ve ona uygun bir düzenlemedir. Sosyalizm koşullarında işçiler, A fabrikasının B fabrikasının… işçileri ya da “özyönetim grupları” değil Sovyet işçileri olduklarından (ve fabrikalar tüm işçilerin, halkın mülkiyetinde olduğundan), herhangi bir işletmenin aksaması ve geç kalması durumunda, genel olarak işçilerin (ve halkın) gelir düzeyi bundan olumsuz etkilenir, yoksa gelirin bölüşümünde bir bozulma nedeni olamaz bu. Tek tek birimler, işletmeler, kurumlar baz alınmadıkça ve bunlar kendi kâr hedeflerine sahip grup mülkiyetinde “öz-yönetim” birimleri varsayılmadıkça, bir işletmenin gecikmesinin diğerinin ya da diğerlerinin hakkından çalmak olduğu düşünülemez. Ekonomiye ancak tek tek işletmeler ve piyasa koşullarım temel edinerek yaklaşanlar, herhangi bir işletmedeki gecikmeyi diğerlerinin haklarının çiğnenmesi olarak görür ve bunun önlemlerini almaya yönelir. Ve sosyalizmin kendice olumsuz sonuçlarından kalkarak “özyönetim sosyalizmi” ve işletme özerkliği savunusu ve uygulamasına yönelen Gorbaçov da önlemlerini almaktadır.
Nedir önlemler?
Başlıca önlem, kâr ilkesinin koşulsuz geçerli kılınmasıdır.
Finansman ve kredi sistemi, bankacılık, plan hedefleri uyarınca destek fonlar sağlayan sosyalist işlev ve içeriklerinden soyundurularak, hem banka faizini azamisiyle elde etmeyi hedefleyen hem de kredi silahıyla işletmeleri kârlılığın garanti altına alınması ve piyasa ekonomisine uyum sağlamaya yönelten, zarar eden işletmelerden kredi desteğini kesen bir yönlendirme sistemi haline getirilmektedir. Raporunda Gorbaçov bunu ifade etmektedir:
“… finans ve kredi sistemlerinin başlıca amacı sadece işletmeleri şöyle bir kontrol olmamalı, fakat ekonomik özendirmeler sağlamalı, para dolaşımı ve maliyet muhasebesini yerleştirmelidir. Maliyet muhasebesi, olabilecek en iyi denet aracıdır. Her şey alınan son sonuca bağlı olmalıdır.” (Agy, s. 47)
Kârlılık ilkesinin yerleştirilmesinin aracı olmanın yanında banka kredi sistemi, teşviklerle yönlendirmeler yapacak ve önemli bir gelişme daha: para dolaşımını yerleştirecektir. Oysa sosyalist planlı ekonomi ile kolhoz ve kooperatif üretiminin önemli bir kısmı bile para ekonomisi alanının dışında yer alır. Para, başlıca, tüketim maddelerinin dolaşımına ve kolhozların sözleşme ile gereksindikleri makinalara karşılık verdikleri ürünlerin dışında kalan ürünlerinin dolaşımına aracılık eder. Ama Gorbaçov kredi mekanizmasını, zarar eden işletmeleri terbiye etme aracı olarak görüp kullanarak “maliyet muhasebesi”, yani kâr amacıyla üretim ve para dolaşımını tüm sanayi işletmeleri ve dolayısıyla üretim araçları üretimi alanına sokup yaygınlaştırmakta ve meta ekonomisinin tüm sektörleri kucaklar hale gelmesini doğal sonucuna vardırmaktadır: para ekonomisinin genelleşmesi. Planda gösterilen ve sözleşmelerle bağıtlanmış sosyalist ürün dağıtımı yerine piyasa koşullarıyla meta ve para ekonomisinin ve kapitalist kendiliğinden düzenleyiciliğin geçirilmesi…
Diğer bir önlem ise, kuşkusuz kâr ilkesine bağlı olarak, onun peşi sıra gündemde olması gereken ve Gorbaçov’un açık bir şekilde gündeme koyduğu, şimdiye dek sözü edilmesine karşın uygulanmaktan kaçınılan, zarar eden işletmelerin desteklenmeyerek iflasa itilmeleri ilkesidir.
“İşletme ve kurumların zarar etmeden çalışmaları gereği ve devletin onların borçlarına kefil olmayacağı ilkelerinin geliştirilip anlatılması çok önemlidir. Maliyet muhasebesinin getiriliş gerekçesi buradadır.” (Agy, s. 55)
“Maliyet muhasebesi” ya da üretimde kâr ilkesini amaç edinme ve birbirleriyle rekabet içinde kârlılığı gerçekleştiremeyen işletmelerin piyasa mekanizması aracılığıyla yok oluşa terk edilmeleri, kuşkusuz teorik ve pratik bir bütünlük oluşturuyor. “Maliyet muhasebesinin getiriliş gerekçesi buradadır” denerek kendini kâr amacına göre üretime uyduramayan, piyasa faktörlerini göz önüne almayan ya da bunda başarılı olamayan işletmeler iflasa itilmekle tehdit ediliyor ve böylelikle acımasız piyasa koşullarının her şeyi, fiyatlar, üretim miktarları, ürünün cinsi, ücretleri… belirleyeceği ve yanı sıra, bilinmeyen pazar için anarşik üretim koşullarının temel edinileceği baştan varsayılıp öngörülüyor.
Sosyalizm koşullarında zarar eden işletmenin iflasa terk edilmesi düşünülemez. Sosyalist ekonomide zarar eden işletmeden de söz edilemez, Marksist terminolojide zarar eden sosyalist işletme kavramı yoktur, işletmelerin ancak rantabl olup olmadıkları üzerinde durulur.
İflas, ya yatırılmış sermayenin atıl hale gelmesi ya da el değiştirmesine, özel ya da kolektif (grupsal) sermayedar rakiplerce satın alınmasına, işçilerin ise ya işsiz kalmalarına ya da yeni patron arama ve edinmelerine yol açar. Ve bu iki seçenek de sosyalizm koşullarında geçerli değildir, olamaz. Sosyalist devlet mülkiyetindeki makina, teçhizat… biçimindeki sabit sermaye yatırımlarının atıl hale gelmesi ve kullanılmadan bir kenarda durmasına izin verilemez. Bunlar emek ürünleridir, halkın yarattığı değerlerdir, çalışma ve yaşama koşullarını kolaylaştırmak, emeğin verimliliği ve üretimi artırmak için kullanılırlar.
Yatırım mallarının el değiştirmesi de sosyalizm koşullarında olanaksızdır, çünkü üretim araçları sosyalist devlet mülkiyetindedir. Seçenek “patron” yoktur sosyalizmde. İşçilerin de kuşkusuz işsizliğe terk edilmelerine izin verilemez. Yedek sanayi ordusu, kapitalist birikimin genel yasasıdır, sosyalist birikimin değil ve yine yeni “patron” edinmeleri de “seçenek patron” yokluğundan olanaksızdır.
Zarar edenlerin iflasa terk edilmelerinin de savunulup uygulandığını ileri sürme noktasına varmasa da Yalçın Küçük, “Sovyetler Birliği’nde Sosyalizmin Kuruluşu” kitabında, Sovyet ekonomisinde kâr ilkesinin Kruşçev sonrası ve genel olarak Liberman reformlarıyla ortaya çıktığını sanmanın cahillik olduğunu söylüyor. Bilimsel araştırıcılıkla gerçekleri çarpıtıcılık arasında gidip gelen Y. Küçük’ün çıkmazı, ideolojik tutumu doğrultusunda aşırı taraflı davranması, bunu “proletaryanın tarafını tutma” hanesine yazmaya çalışarak taraf tutuculuğun, bilimsel araştırıcılığın engeli ve gerçekleri çarpıtma aracı haline gelmesine izin vermesidir. Dürüst ve hele bilim dalı politik ekonomi olan bir bilim adamının, hele bugün, Gorbaçov reformlarından sonra, Sovyet ekonomisinin, sosyalizmin biçimsel kalıntılarını da barındıran kapitalist bir ekonomi değil sosyalist olduğunu düşünmesi mümkün değildir; bu, ya dürüst ya da bilim adamı olmamayı gereksinir.
Bu sorundaki tarafgir tutumu, onu, kâr ilkesinin kapitalizme özgü olmadığını, -Buharin gibi- sosyalizmle bağdaşabileceğini, hiç değilse 1920’lerin sonunda birkaç yıl Sovyet ekonomisinde kâr ilkesinin düzenleyici bir faktör olduğunu savunmaya götürüyor.
NEP dönemi ve bu politikanın zorunlu bir unsuru olarak kârın belirli bir uygulama alanı bulması, bilinçli karışıklık yaratmak istenmeden, sosyalist planlı ekonomiyle kâr ilkesi karşıtlığının yerine geçirilemez. NEP’in kapitalist içeriğini herkes bilir ve NEP, sosyalist ekonominin kâr ilke ve amacıyla bağdaşır oluşunun örneği olarak gösterilemez. NEP dışarıda bırakılırsa, Küçük, ne Stalin’i ne de Bolşevik Partisi’nin herhangi bir belgesini kanıt ya da tanık olarak göstermekte, sadece 1920’lerin sonunda Sovyetler Birliği’nde bu doğrultuda görüşler ileri sürüldüğüne ilişkin birkaç örnek vermektedir.
Bu dönem, tam da, her çeşit sağ ve sol düşüncenin çatışma halinde var olduğu bir dönemdir ve böyle bir düşüncenin birileri tarafından savunulmuş olmasından da doğalı yoktur. Ancak uygulamanın bu yönde olduğuna ilişkin tek belge göstermemektedir Y.Küçük. Örnek verebildiği şey, tek başına, üretimi, ölçeği, yatırımları… belirleyen bir faktör olmadığı Stalin ve Gossplan başkanının bu yöndeki görüşleri eleştirdiklerini kendisinin de teslim ettiği rantabilite ya da ürün/sermaye oranının bir faktör olarak göz önünde bulundurulduğudur. Diğer faktörler ise, emek verimliliğini artırmanın esas yolu olan makina yapan makina üretimini geliştirme zorunluluğu, bunun büyük ölçeği gereksinmesi, emekçilerin gereksinmeleri… gibi faktörlerdir.
Rantabl üretim, yatırılan sermaye başına ürün miktarının yüksek olması, şüphesiz istenir bir şeydir ama diğer tüm faktörlere rağmen ve tek başına değil. Harcamaların karşılanamaması ya da ücret ve birikim fonlarının çok düşük düzeylerde gerçekleşmesi kuşkusuz savunulamaz. Ama bunu düzenleyici faktör olarak kavramak ve hele kâr ilkesiyle karıştırmak olacak şey değildir.
Her şey bir yana pratik tersinin kanıtıdır. Ürün/sermaye oranının en yüksek olduğu kesim ya da sektör, sabit sermaye yatırımlarının en az, sermayenin organik bileşiminin en düşük olduğu kesim ya da sektördür. Çünkü ürüne yeni değer katan, cansız değil canlı emektir ve bunun giderleri ücret fonundan karşılanır. Dolayısıyla sabit değil değişen sermaye giderleri, birikim fonu değil ücret fonundan yapılan harcamaları görece büyük olan yatırımlar daha rantabl olur; ancak bunun bir başka yazılışı, emek yoğun işletmelerin rantabl olmasıdır. Bu ise, rantabilite açısından, tarım, hafif sanayi ve en son ağır sanayinin art arda, rantabl oluşları, giderek azalmak üzere sıralanmaları anlamına gelir. Oysa Sovyet pratiği, birincil önceliğin tarım ya da hafif sanayiye değil ağır sanayiye verildiğinin açık kanıtıdır.
Kısacası, cahillik bir yana çarpıtıcılık sıfatı Y. Küçük’e kalıyor. Özgül koşulların zorunlu kıldığı geçici bir uygulama olan NEP döneminde belirli bir uygulama alanı bulmuş olması dışında, Sovyetler Birliği’nde Kruşçev öncesinde kâr yönetici bir ilke olmadı, rantabilite faktörü de belirleyici bir ilke düzeyine yükselmedi. Kâr ilkesi, doğal ve kaçınılmaz uzantısı olan zarar eden işletmelerin iflaslarına göz yumulmasıyla birlikte günümüz Sovyetler Birliği’nin gerçeğidir. Hakkı yenmiş olmasın: ilk iflasın Çin’de gerçekleştiği kaydedilmelidir.
İflas yoluyla el değiştirmenin, sermayenin el değiştirmesinin yalnızca bir biçimi olduğuna değinilmelidir: sermaye, iflas dışında da el değiştirir. Özellikle finans-kredi sisteminin özendirmeler ve para dolaşımını teşvik ediciliğiyle gündeme sokulması, özel teşebbüse izin verilmesi, işletmelerin kendi genişleme ve birikim fonlarını oluşturmaları ve bunun piyasa koşullarında gerçekleşebilirliği (ve öyle oluşu), sermayenin ya da “birikim fonlarını” kendisinin de piyasa koşullarına uygun olarak el değiştirmesini, kıymetli kâğıt, hisse senedi, tahvil ve benzerlerinin bu ya da değişik adlarla (örneğin “A işletmesi birikim fonu payı” gibi…) değiştirilir olmasını davet edicidir. Bu durum da, boynuz kulağı geçer örneği ilk kez Çin’de gerçekleşmiş, ilk “sosyalist borsa” orada kurulmuştur.
Gorbaçov da bu konuda fazla gecikmedi. Ekim 88’de çıkarılan bir yasayla işletmelerin hisse senedi ve tahvil ihraç etmeleri serbest bırakıldı. Yasaya göre, işletmeler iki tür hisse senedi çıkaracak; ilki, yalnızca banka, kooperatif ve devlet teşebbüslerince satın alınabilirken, ikinci tür işçi ve hizmetlilere satılarak onların “kendi işletmelerinin” yeniden(!) sahibi olmalarına olanak tanınacak. İşçi sınıfı ve çalışanlar sözde tüm üretim araçlarının, işletme ve fabrikaların kolektif sahibi. Ama tek tek her işçinin bu mülkiyeti yeniden ve kişi olarak kendi adına satın almasında ne sakınca olacak?! Böylece “sosyalist mülkiyet” daha sağlamlaşmış, perçinlenmiş olur! Kimin malı kime satılıyor denmemeli: “yüce Sovyet”, “sosyalizm” adına yasa çıkarıyor, sermayenin de alınıp satılır olduğu “piyasa sosyalizmi”nin yasalaştırılması çok mu?! Ve zaten “yüce Sovyet”, hisse senedi alan çalışanlarla almayanlar arasında eşitliği gözetmek için, senet sahiplerine ayrıcalıklı haklar tanınmamasını kararlaştırıyor: senet sahiplerine hisselerine sahip oldukları işletmelerde yatırdıkları paralarının nasıl kullanılacağı konusunda oy hakkı verilmiyor! Bu sınırlamanın giderek kalkacağını söylemek için kâhin olmak gerekmiyor, devletçi bürokratik gelenek şimdi kendisini ancak bu kadarlık bir sınırlamada ortaya koyabiliyor: hem senet satılıyor hem de satın alanlara oy hakkı tanınmıyor. Ama kuşkusuz, her “yenilik” kendi yolunu açtı, açar, açıyor.
Hala sosyalist devlet mülkiyetinden söz edilebilir mi? Satılan bir “sosyalizm”, paraya tahvil edilen “sosyalizm” olanaklı mıdır? Ve belirli sınırlamalar dışında bu denli Batı kapitalizmine dönüşen Sovyet kapitalizminin hala sosyalizm olduğu iddia edilebilir mi?
Diğer bir önlem, bir işletmenin zararının “kar edenlerin haklarını çiğnemesinin” engellenmesinin bir başka yolu, ya da aynı anlama gelmek üzere piyasa ekonomisinin dikte ettirdiği bir diğer yönelim, ücret politikasına ilişkindir.
27. Kongreye raporunda Gorbaçov konuşuyor: “Bir işletmenin ücret fonu, ürünlerinin satış gelirlerine bağlı olmalıdır. Böylece istem karşılığı olmayan, depo için üretimin de önüne geçilmiş olacaktır… Artık, değersiz mal üreten işletmelerin personelinin pürüzsüz bir yaşama, prim ve kâr payı almalarına, böylesi bir yaşamı sürdürmelerine katlanamayız. Aslında kimsenin almak istemediği bu mallarda çalışanlara niye bir de ödemede bulunacağız. Şöyle ya da böyle bunlar bizim zararımızdır.” (Agy, s. 50-51)
Kimin zararı? Zararı işçilere yıkarak kendi zararından kaçınmak çabasındaki birkaç bürokratın, burjuvanın…
İşte “sosyalizm” demekten başka şey kalıyor mu konuyla ilgili yazacak kimseye?! İşte “sosyalizm”! İşletmenin -plan hedefleri arasında gösterilmiş olması gereken- ürün miktar ve çeşidinin, Sovyet toplumunun bir tüketim toplumu haline dönüştürüldüğünün bir ikrarı olarak, istem karşılığı olmamasının ve satılmamasının suçu, sadece, iflasa terk edilecek ya da en azından zararı hiçbir şekilde sübvanse edilmeyecek işletmeye (doğal ki, onun kârından aslan payını alan yöneticilerine) yıkılmakla kalmıyor; suç, bir de, işletmenin işçilerine atılıyor. Suçu, bir başka işletmede değil de istem karşılığı olmayan üretim yapan işletmede çalışmaktan ibaret olan ve ne işletmenin neyi, hangi kalitede ve ne kadar üreteceğine ne de ürün fiyatlarının ne olacağına karar verme durumunda bulunan işçiler suçlu gösteriliyor! Planlamada bir hata yapılmışsa, bunun olumsuz sonuçları neden işletmeye ve işçilerin sırtına yıkılsın? Düzeltilmesi gereken, planlamadaki hatadır ve eğer hata, görevIeri sona erdirmeyi gerektirecek kadar büyükse, görevinden alınacak, başta planlamanın ilgili yetkilisi olmalıdır (Kuşkusuz hataların giderilmesinin yolu, hemen birilerinin görevden alınması değildir. Önce, hatanın oluşumu, en geniş emekçi katılımıyla, yürütülecek ayrıntılı tartışmayla önlenme yoluna gidilir. Plan, geniş işçi ve emekçi yığınlarının parti önderliğinde yürüttükleri canlı tartışmalarla hazırlanır. Plan, sadece yetkilendirilmiş planlama ünitelerince, bakanlık ve kuruluşlarca masa başlarında yapılmakla kalmaz, uygulanması da, işçi ve emekçilerce, kitle denetim komite ve komisyonlarınca sürekli denetim altında tutulur, planın hazırlanmasında yapılmış olması olası hatalar, uygulamanın hem alttan hem de üstten denetlenmesiyle giderilmeye çalışılır. Görevden almaysa, yine yığınsal denetime bağlı olarak, oldukça büyük boyutlu ve özellikle yıkıcı-sabote edici türden bilinçli hata ya da eylemler söz konusu olduğunda gerekli olabilir.) Tek tek işletmelerde çalışan işçilerin işletme zararının olumsuz sonuçlarına katlanmak durumunda kalması, işçi sınıfının, üretim araçlarının mülkiyetine devlet mülkiyeti olarak sahip olmadığı koşullarda, kapitalizmde mümkündür. İşçiler işsiz kalıyor ve bir yedek sanayi ordusu oluşuyorsa, “bolluk içinde yokluk” öznesi oluyorsa işçiler, “sosyalizm” denilen şeyin kapitalizmden ne farkı vardır?
İşletme zararı ve benzeri nedenlerle kapitalistler kârlılığı yüksek tutmak için, işçi çıkarımına giderler. Bu, aynı zamanda, işi daha az sayıda işçiye yaptırma aracılığıyla, artı değer kitlesi değişmeden ama oranı artarak değişen sermaye giderlerinin azalması dolayısıyla kârlılığın dolaysız olarak artması sonucuna yol açarken, yaratılan yedek sanayi ordusunun baskısı işçi ücretlerinin genel olarak düşmesine götürerek kârlılığın genel bir yükselişine neden olur.
Olumsuz sonuçlara işçi sınıfının katlandırılması politikası, birincisi, emeğin sektör ve işletmeler arası akışkanlığının acımasız piyasa koşullarınca düzenlenmeye terk edilmesidir. İkincisi, emeğin sektörler arası dalgalanmasına, ücretlerin dalgalanmasının, ücretlerin “satış gelirlerine göre” -ki Gorbaçov, bunu açık olarak belirtmektedir- piyasada şekillenmesinin kaçınılmaz olarak eşlik etmesi, özcesi, işgücünün metalaşmış oluşunun ileri bir boyutunda bulunulduğunun kabulüdür. Bu ücret politikasıyla, “prim ve kâr payları” kesilerek, yani ücretler düşürülerek (aslında düşerek, çünkü mekanizma piyasadır ve düşme burada kendiliğinden olur) “personelin pürüzsüz bir yaşamı” sürdürmesine katlanılamayarak, yani yaşam koşullarının kötüleşmesi ve sefalete itilmeleriyle işçi sınıfının artı emeğine karşılıksız olarak el konulması açıkça öngörülüyor, artı değer gaspı ve işgücünün metalaşmasının üretimin temeli haline geldiği belirtilmiş oluyor.
Tek tek işletmelerde çalışan işçilerin işletme zararının olumsuz sonuçlarına katlanmak durumunda kalması, işçi sınıfının, üretim araçlarının mülkiyetine devlet mülkiyeti olarak sahip olmadığı koşullarda, kapitalizmde mümkündür.
Gorbaçov öncesi bu denli ileri gidilmemişti, şimdi O’nun işletme yöneticilerine tanıdığı işçi çıkarma yetkisi yoktu eskiden, yalnızca maddi teşvikler, prim, ikramiye (ve tersi, cezalandırmalar, ücret kesintileri…) gibi araçlar ve belirli ek kazançlarının dağıtımı yoluyla, işçi ücretleri ve işçilerin yaşam standartlarıyla oynanabiliyordu. Kuşkusuz ücretler, Gorbaçov öncesinde de “maddi teşvikler” gibi araçlar kullanımıyla dalgalanma halindeydi ve işgücü metalaşmıştı; ancak emeğin ve fiyatının bu derece “serbest” dalgalanması, ücretlerin piyasadan bu derece doğrudan etkilenmesi yeni gerçekleşiyor. Şimdi yedek sanayi ordusunun da varlık koşulları savunuluyor ve emeğin akış kanlığındaki “ilerleme”, işçileri bir bütün ve sınıf olarak ve ülke çapında şu ya da bu işletmede çalışmak ya da çalışmamak, yani isterse aç kalmak üzere “serbest sözleşme” yapma “özgürlüğüne” kavuşturmuş bulunuyor. Bu “özgürlük”, eskiden bu denli açık tanınmıyordu, çeşitli sosyalizm kalıntısı biçimler içinde eritilerek varlığı gizlenmeye çalışılan bir kategoriydi. Eskiden sözleşme koşullan bu denli “serbest” değildi.
Doktor O. Latsis bugünün sorunu olmasa da, işsizliğin yakın geleceğin önemli bir sorunu olabileceğini, ihtiyarlı bir üslupla şöyle belirtiyor:
“Şu sırada işsizlik üzerine tartışmak spekülasyondan başka bir şey değildir. Çünkü ülkede milyonlarca insana ihtiyaç var. Ama bu, yüzyılın sonunda önemli bir konu olabilir. Çünkü üretimin daha iyi örgütlenmesi, üretim yapısındaki değişiklikler ve teknolojik kazanımların uygulama sokulmasıyla, 15 milyona yakın iş olanağı azalabilir.” (D. Bakış, kasım 88, s.60) Üretimin daha iyi örgütlenmesi ve teknolojik gelişme, iş koşullarını kolaylaştırma ve iş süresini kısaltma varken sosyalist süreçte neden işsizliğe yol açsın, yol açıyorsa, sürece niçin sosyalist adı takılsın diye sormayalım doktora, açık işsizliğin, çok değil birkaç yıl içinde yaygınlaşacağını öne sürmekle de uğraşmayalım, onun ağzından, bu konuda Sovyet revizyonist propagandasının ortamı nasıl hazırlamaya çalıştığını öğrenelim: “Sovyet basınının sık sık, biraz işsizliğin çalışma disiplinin artmasına yardım edeceğini yazdığı doğrudur.” (Agy.)
Dönelim Gorbaçov’a. O, ücretlerin, satış gelirlerine bağlanması yanında, iki etkene daha bağlı olmasını istiyor:
“Hükümetin ücret politikası, yapılan işin miktar ve kalitesine uygun bir gelir sağlamalıdır.”(A. B. Kafaoğlu, D. N. Oluyor, s.60)
Çeviri kötü yapılarak “iş” ile emek kastedilmiş ve harcanan emek miktarı, örneğin zaman olarak ölçüt gösterilmiş sanılabilir. Ama Gorbaçov’dan son aktardığımız pasajla birlikte ele alındığında, sözü edilenin üretim miktarı olduğu anlaşılacaktır. (Ayrıca. emek kastedilmiş olsa da, emeğin kalitesi, yanı vasıflı oluşu, sosyalizmde, ancak bazı özel koşullarda geçici olarak ücretleri etkiler, yükseltir, yoksa, eşit ise eşit ücret sosyalizmin genel bir ilkesidir.)
Üretim miktarı ayrı ayrı ya da birlikte şu üç etkene bağlıdır: emeğin üretkenliği, yoğunluğu ve işgününün uzunluğu. Her üç etken büyüdükçe, üretim miktar olarak artar.
Sosyalizmde genel olarak ve özel olarak bölüşümde, ücret fonun belirlenmesinde değer yasası, “emeğe göre” ilkesi henüz geçerlidir. Ancak bu, ücretlerin piyasa koşullarında belirlendiği anlamına gelmez. Tersine, toplam toplumsal gelirin, sosyal hizmetler fonu (emekliler, sağlık hizmetlerin ayrılan fonlar gibi) ve birikim fonuna ayrılan kısmı dışında kalan bölümü, tümüyle ücret fonunu oluşturur. Bu fon, “eşit ise eşit ücret” ilkesi uyarınca çalışanlar arasında dağıtılır. Çeşitli nedenlerle-geçici teşvikler dışında- bunun tersi, yani ücretlerin piyasada oluşması üretim koşulları ve işçiler arasındaki bireysel farklar nedeniyle ücret farklılaşması düşünülemez. Özcesi, ücretleri saptayan başlıca ölçüt, harcanan emek miktarıdır, işgünü uzunluğudur, emek-zaman süresidir.
Emek üretkenliği Üretimi artırır, ancak emek üretkenliğinden artış -dar anlamda- işçiye bağlı değildir, onun harcadığı canlı emeğe dayanmaz. Bu artış, sermayenin organik bileşimindeki artıştan, makinalaşmadan kaynaklanır. Daha üretken ya da daha gelişkin makineli üretim koşullarında üretim yapan emek daha alt makinalaşma ve üretkenlik düzeyinde uygulanan emeğe göre daha fazla üretir. Ancak burada, üretim miktarı artmasına karşın ücret artması gerekli olmaz ve üretkenliği yüksek emek ile daha az üretken emek arasında bir ücret farklılaşması yaratılmaz. Bu, sosyalizmde böyledir. Emek-zaman süreleri aynı oldukça, değişik üretkenlik düzeyindeki emekler, farklı değerler yaratmalarına karşın, ücret fonunun dağılımı bu açıdan farklılık göstermez. Bu alanda farklılaşma, ancak, satışı da gerçekleşen yüksek üretim miktarının, yani piyasaya sürülen ürünlerin değerlenmesinin ve yüksek fiyatlar sağlamasının belirleyiciliği koşullarında geçerli olabilir. Bu koşullarda, yani piyasa koşullarında emek üretkenliğinde artış, birim ürünün değerinin ve maliyetinin düşmesi, ama ürün piyasa fiyatları üzerinden satıldığından, işletme kârının ortalama kâr oranının üzerine yükselmesine yol açar. (Bu genel olarak emek üretkenliğindeki yükselişin kâr oranlarının düşme eğilimine yol açmasıyla çelişmez. Emek üretkenliğinin ekonominin bütünündeki yükselişi genel olarak kâr oranını düşürürken birbirine rakip tek tek işletmelerdeki yükseliş rakipler aleyhine ortalama kâr oranının üzerinde bir kârlılık oranına ulaşılmasının nedenidir.)
Ve emek üretkenliğinden kaynaklanan üretim artışının ücret artışına yansımasının, ancak kârlılığın itici güç olduğu üretim sisteminde, kârlılığı artırmaya teşvik edici bir anlamı olabilir. Bu, kapitalizmde, vasıflı emeğin yüksek ücreti şart koşması olarak görünür. Çünkü yüksek üretkenlik düzeyindeki emek, daha yüksek makinalaşma düzeyinde kullanım alanı bulan makinaları yöneten, dolayısıyla beceri ve eğitim düzeyi daha yüksek vasıflı emektir. Kapitalizmde işgücünün değeri, emeğin özel, ailevi ve benzeri eğitim harcamalarını da kapsadığından, vasıflı emek yüksek ücret düzeyine karşılık düşer.
Sosyalizmde ise, eğitim ve emeği vasıflı kılan diğer giderler özel harcamalar yerine toplumsal fonlardan karşılandığından, işgücünün değerindeki yükselme, özel ek gelirleri şart koşmaz. Geçici dönemler eğitim ve emeğin kendini geliştirmesinin maddi olarak teşvik edilmesi gerekebilir. (Örneğin Y. Küçük’ün dediği gibi, mujiklerden yığınsal olarak işçi devşirildiği ve henüz ideolojik olarak kazanamadıkları koşullarda bu yola gidilmişti.) Ancak genel ilke olarak vasıflı işçiye yüksek ücret politikası sosyalizmle çelişir, toplumsal fonlarla beceri kazandırılıp değerlendirilmiş emeğin özel olarak ödüllendirilmesi anlamına gelir bu ve toplumsal harcamaların özel amaçlarla yapıldığı gibi çarpık bir görünüm sağlar. Emek-zamana göre ücret, eşit işe eşit ücret bu çelişmeyi yok eder. Ama A. Söylemezoğlu’nun aktardığı 19. Konferans kararları değişik yönde:
“Ücretleri eşitleme eğilimleri önlenecek. Daha fazla ve daha kaliteli iş çıkaranların daha fazla para kazanması esası her alanda uygulanacak.” (Y. Açılım, Eylül 8, s. 44)
Sosyalist ilke karşısında kapitalist ücret politikasının savunulup uygulanması da hem mümkün hem doğal kuşkusuz.
Gorbaçov’un ücret eşitsizliğine yol açmasını istediği “daha fazla iş çıkarma” ve üretim miktarındaki artışı sağlamanın bir yolu da emek yoğunluğunun artırılmasıdır.
Emek yoğunluğundaki artış, toplam ürün değeri ve fiyatlar toplamında bir artışa yol açtığından, daha fazla sayıda üründe maddeleşip daha fazla para kitlesinde temsil edilen yoğun emek, artı değer ve işgücü değerinden oluşan yaratılan değerin her iki bölümünün de piyasa fiyatlarının bir arada artışını olanaklı kılar. Kuşkusuz işgücü fiyatının (ücretin) mutlaka artmasının ve üstelik değerinin üzerinde oluşmasının burada bir garantisi yoktur. Çoğu kez işgücünün fiyatı, yoğunlaşmanın, emekçiyi sinir, kas, beyin… gücü olarak fazladan yıpratmasının eşdeğerini oluşturan harcamaları da kapsaması gereken işgücü değerinin altında şekillenir ve bu nedenle özellikle kapitalizmin ilk gelişme dönemlerinde süreklilik kazanarak görüldüğü gibi, emek hızlı bir çöküntüye maruz kalır. Ancak artı değer kitlesini büyütmek ve rakipleriyle üstünlük yarışında kârlılığını artırmak amacıyla kapitalistler, işçiler arasında rekabeti kışkırtarak ve parça başı ücret, saate karşı üretime prim gibi yollarla emeğin yoğunluğunu artırmaya yönelirler. İşgücü fiyatının piyasada değerinin üzerinde ya da altında oluşmasından (bunu, yedek sanayi ordusunun yarattığı baskı, işçiler arasındaki rekabet, bu sorunlarla ilgili olarak sendikaların gücü ve mücadelesi, işgücü talebindeki özel yükselme ve düşmeler, yasal koşullar ve hükümetlerin önlemlerinin de rolünü oynadığı piyasa koşulları belirler) bağımsız olarak kapitalistler, emek yoğunluğu farkı nedeniyle, yüksek yoğunluğa yüksek ücret şeklinde ödeme farklılığına yönelme eğilimindedirler. Bu yolla emek yoğunluğunun durmaksızın artışı sağlanır. Bu, işletmeler içinde, işletmeler ve sektörler arasında emek yoğunluğu farklılığının azalıp ortadan kalkmaya yönelmesi, yalnızca ortalama ve olağan yoğunluk düzeyinin yükselmesi ve sürecin, artık bu düzeyin üzerindeki yoğunluğun ödüllendirilmesiyle devam etmesi anlamına gelir.
Yoğunluğun artışının ödüllendirilmesi, ücretlerin emek yoğunluğunu yükseltme amaçlı artırılması, kapitalistlerin kâr amacı peşinde emeği alabildiğine yıpranmaya ve çöküntüye yöneltmeleri ve üstelik bunu da emekçiler arasında rekabeti körükleyerek gerçekleştirmeleri demektir, kapitalizme özgüdür.
Sosyalizme gelince, daha yıpratıcı ve emek yoğunluğu yüksek işlerde çalışan işçilerin belirli tazminat ve ek ücretleri ücret fonundan karşılanır. Ancak emek yoğunluğu işçilerin dışındaki etkenlere, emeğin koşullarının örgütlenmesine, çeşitli iş yöntemlerine vb. bağlı olduğu gibi, işçilere de bağlıdır. Kapitalizmde zoraki çalışma olarak -bant sistemi gibi- gerçekleşen yoğunluk artırımı, sosyalizmde Stahanovist Hareket örneğinde olduğu gibi, gönüllülük ve yeni sosyalist insanın yaratılması temelinde ortaya çıkar. Bu gönüllülük ve yeni insanın oluşması, tembellik, çalışmadan kaçma gibi eşit emek-zaman süresi ve eşit koşullarda farklı emek yoğunluklarının ortaya çıkışını da giderici etkide bulunur ve eşit işe eşit ücret ilkesinin uygulanması genel toplumsal denetimle garanti edilir.
İş gününün uzatılması yoluyla üretimin artırılması ve bunun ücretlerle ilişkisi üzerinde durmaya gerek olmamalı.
Sonuçta, genel olarak üretimin artmasının toplam ücretler fonunun da artmasının ön koşulu olduğu; üretim arttıkça, bir yandan iş saatlerinin kısalacağı diğer yandan da ücretlerin artacağı ortadadır. Ancak bu, iş ve yıpranma tazminatları vb. dışında işletmeler bazında, kârlı işletmelerde yüksek diğerlerinde düşük ücret (hatta iflas edenlerde işsizlik ve ücretsizlik) olarak değil, toplum bazında, genel olarak toplumsal ücret fonunun yükselmesi olarak gerçekleşebilir; tersi, işgücünün meta olduğu koşullara özgüdür.
“Gorbaçov demokratizmi”ne de yol açarak ortaya çıkan, çeşitli yönlerine değindiğimiz Sovyet ekonomisindeki bu liberalleşmenin, özel mülkiyet ve teşebbüsün, meta-piyasa ekonomisi ve kâr amacının bu denli meşrulaşmasının nedeni nedir? Bu revizyonist yönelim ve politikayı dayatan nedir?
Neden, aşırı merkeziyetçi örgütlenmesiyle Sovyet ekonomisindeki tıkanmadır.
Gorbaçov’un Başbakanı Ryzkov 1986 Mart’ında MK’ya sunduğu raporda Sovyet ekonomisindeki tıkanmayı, kriz ve bunun kronik hal aldığını kabul ediyor:
“Ekonomik gelişmede 1970’lerde ortaya çıkan elverişsiz eğilimler, 1980’li yılların başında yumuşayacağına keskinleşti. Ve bu durum 11. beş yıllık plan hedeflerinin yerine getirilmesinde ters etkide bulundu…
“1982’de endüstriyel üretimdeki büyüme hızı bir önceki, 10. beş yıllık planın ortalama hızının 1.5 kat altındaydı… beş yıllık planın ikinci yılında halkın reel gelirlerindeki artış durdu denebilir.” (A. B. Kafaoğlu, D. N. Oluyor, s.32)
Ve Gorbaçov sürdürüyor:
“… ekonomiyi ekstansif gelişmelere çevirme, ulusal ekonomideki bilimsel ve teknolojik gelişmeleri etkili biçimde kullanma aşamasına ulaşma yolunda kesin ve ivedi gereksinimi karşılayamadık…”
“Atalet nedeniyle, ekonomi daha çok ekstantif (emek yoğun) temelde gelişmeyi ve ek insan gücü ve hammaddeyi çekme yolunda çalışmayı sürdürdü. Bunun sonucu olarak emek verimliliğindeki artış hızı ve etkinliği gösteren birçok endeks esaslı biçimde düştü… Ekonomi sahip olduğu geniş olanak ve kaynaklara karşın kendi içinde kıtlıklara düştü. Toplumun gereksinimleri ile ulaşılan üretim düzeyi, efektif istem ile mal sürümü arasında açıklar ortaya çıktı. (Agy, s. 14)
1970’lerde başladığı ve 80’lerde ağırlaşarak devam ettiği söylenen ekonomik durgunluk, büyüme hızlarında düşme ile kendini belli ediyor, üretim düşüyor, kıtlıklar baş gösteriyor, emek verimliliğindeki artış azalıyor, demek ki yatırımlar azalıyor, reel gelirler artmıyor, durgunluk. Ve bilimsel teknik gelişmelerin ekonomiye uygulanamaması, sermaye yoğunluğunun artırılamaması, makinalaşma düzeyinde gerilik ve ekonominin emek-yoğun doğrultuda gelişmesi… bunlar kabul edilenler.
Öte yandan eksik kapasite kullanımı, çok önemli, kabul ediliyor, Gorbaçov şunları söylüyor:
“Özellikle en etkili aktif (sabit değer) kalemlerinin -makinalar, ekipmanlar, aletlerin- çoğu kez atıl kalması ya da yarım kapasitede çalıştırılması alarm vericidir.” (Agy, s. 57)
Bunların tümü kapitalizme özgü hastalıklardır. Ancak konumuz bunu kanıtlamak olmadığından, üzerinde durmayacağız. Yalnızca Sovyet yöneticilerinin gösterdikleri tıkanma ve durgunluk nedenleri ile gerçek nedenler çeliştiğinden, bunun gerektirdiği kadarıyla konuyla ilgileneceğiz.
Gorbaçov neden olarak merkezi planlamayı ve ekonomik yönetimin aşırı merkeziyetçi ve bürokratik oluşunu gösteriyor:
“İş yönetimi yöntemlerinin ve biçimlerinin yavaş ve katı oluşu, çalışmalarımızdaki dinamizmin azalması ve artan bürokrasinin verdiği zararlar azımsanamaz. Durgunluk işaretleri, toplumda su yüzüne çıkmıştır.” (Agy, s. 13)
Yine diyor ki:
“İtiraf edelim ki, merkezden doğru dürüst görülemeyen, ama yerinde kolayca çözüm bulunacak bazı işler, aşırı merkezileşme sonucu, yerel yönetimlerin yetkisinden çıkartılmıştır.” (Agy, s. 103)
Bizce de son aktarılan iki pasajdaki saptamalar doğrudur. Gerçekten ekonomideki tıkanıklıklar ve bunun seçeneği olarak liberalizasyon, ekonominin aşırı merkezci örgütlenmesinden kaynaklanmaktadır. Ama bu kaynak, Gorbaçov’un göstermek istediği gibi, sosyalist üretim ilişkileri ve sosyalist ekonominin merkezden güdülmesi sistemi olamaz ve değildir. Gorbaçov, kaynağı şöyle niteliyor:
“Üretim ilişkilerinin ve ekonomik yönetimde şimdi işlemekte olan güdüm sisteminin şekilleri temelinde ekstansif ekonomik gelişme koşullarında biçimlenmiştir. Bunlar zamanla demode olmakta, kendi itici gücünü yitirmeye başlamakta ve hatta gelişmeye fren oluşturmaktadır.” (Agy, s. 53)
Üretici güçlerdeki gelişmeye bağlı olarak, bir kez kurulmuş sosyalist ilişkilerin giderek geri kalması ve yeni biçimlerin eskilerin yerini evrimci bir şekilde alması gerektiği açık bir gerçektir. Örnek vermek gerekirse, tarımda üretici güçlerin geri olduğu koşullarda, kooperatif grup mülkiyetinin sosyalist mülkiyet ilişkilerinin geri bir biçimi olarak bir kez kurulması, onun sonsuza dek değişmeden kalacağı anlamına gelmez; üretici güçlerin gelişimiyle tarımda makinalaşma kooperatif mülkiyetinin yerine kolektif devlet mülkiyetinin geçirilmesini mümkün ve gerekli hale sokar. Aksi durumda üretici güçlerin daha ileri gelişmesi, geri kalan üretim ilişkilerince engellenecek, tarım giderek daha da gelişmek üzere ileri düzeyde makinalaşamayacaktır. Ancak dikkat edilirse eski mülkiyet ilişkileri demode olurken gelişme kolektivizm yönünde olur. Gorbaçov’un, önceden beri aktardığımız önlemleriyle hangi yönde bir değişiklik öngörüp uyguladığı ise bellidir. O, kolektivizm değil özelleştirme ve grup mülkiyeti yönünde bir gelişme taraftan ve uygulayıcısıdır. Toplum ve kolektiflik karşısında bireyi şu aşırı vurgulamayla öne çıkarıyor 19. konferans kapanış konuşmasında:
“Sanırım, konferansta dile getirilen farklı görüşlerin ortak bir ana fikir etrafında toplandığını söylersem bana hak vereceksiniz.
Her işte bireyden yola çıkmak, insanların çıkarlarını çıkış noktası almak ve sosyalizmin insancıl değerlerini savunmak zorunludur.” (Y. Açılım, Eylül 88, s. 49)
Bireyi, toplumsallığı içinde, bireysel çıkarların en ileri noktada gerçekleşebileceği kolektivizmin geliştirilmesine bağlı olarak değil, propagandanın ötesinde “insancıl değerler” açısından da değil, özelleştirme ve grup mülkiyeti yönündeki gelişmelerin çıkış noktası olarak ele alıyor. Bireyden yola çıkılarak toplumsallıkla bireyin kurtuluşuna varmak olanaklı ve gerekliyken, bireyden bir başka yola çıkışla, toplumsallığa rağmen bireyin yüceltilmesiyle sömüren ve sömürülen bireyin varlık koşullarına bu koşulların geliştirilmesine varılır ve Gorbaçov bunu yapıyor.
Sosyalist üretim ilişkilerinin (özünde mülkiyet ilişkilerinin) sağlamlaştırılması ve kolektivizasyonun ilerletilmesi gerektiği saptamasını yapmıyor Gorbaçov, tam tersine, verili mülkiyet ilişkilerinin demode olduğunu söylerken, kolektif devlet ve grup mülkiyetinin gevşetilmesinden, bunların aleyhine özel mülkiyet ve grup mülkiyetinin geliştirilmesinden söz ediyor. Dolayısıyla “yenileştirmeleri” sosyalizm yönünde değildir, kapitalizm yönündedir. Hem de Batı kapitalizmi yönünde… Yukarıda kapitalizme özgü hastalıklar olarak aktardıklarımızın gösterdiği gibi, zaten bir kez kurulmuş olan kapitalist ilişkilerin daha da geliştirilmesi ve ekonominin liberalizasyonu yönünde ilerlemektir. Ama sosyalizm koşullarında mülkiyet ilişkileri, kolektivizmin gevşetilmesi, özelleşme ve devlet mülkiyetinin grup mülkiyetine dönüşmesi yönünde değil, kolektivizmin ilerletilmesi yönünde değişikliğe uğrar.
Kolektivizm ve toplumsallaştırma sözcükleri kolayca terminolojiden çıkarılamıyor. Bir “gerçek toplumsallaştırma” kavramı icap eden Sovyet ekonomi doktoru Latsis, bugünkü özelleştirme ve grup mülkiyetine dönüş (ve bir yandan açıkça kapitalistleştirilmesi bir yandan da iyice gevşetilmesini) yönündeki gelişmeleri gerçek toplumsallaştırma olarak sunuyor; öyle ki kapitalizm “gerçek toplumsallaştırılmışlık” oluyor:
“… biçimsel toplumsallaştırma ile gerçek toplumsallaştırmayı birbirinden ayırıyoruz…”
“Bugün ülkemizde toplumsallaştırmadaki yetersizlik, sadece planlı yönetimdeki yetersizlikte değil, gerçek sosyalist toplumsal ilişkilerin zayıflamasında da ifadesini buluyor. Kamu mülkiyeti pratikte hiç kimsenin mülkiyeti sayılmıyor ve ayrıca, iyi de çalışsa, kötü de çalışsa, kendilerine emanet edilen halk mülkiyetini korusa da israf de etse, emeğinin karşılığında bir değişiklik olmayacağını bilen işçileri de kapsıyor. Geride bırakmaya çalıştığımız eski ekonomik mekanizma çalışan insanın ücreti ile işletme faaliyetinin sonuçları arasında bağ kurmuyordu. Toplumsal mülkiyet, işletme yönetimince hiç kimsenin malı olarak da görülmüyordu…
“… yeni ekonomik mekanizma köklü bir değişiklik getirdi. Böylece, işletmelere, çalışmalarının sonuçları konusunda tam bir sorumluluk veren ekonomik muhasebe ilişkileri kuruluyordu… Çalışma kolektifinin ve her çalışan insanın maddi refahını belirleyen, elde edilen sonuçtur.
“… Toplumsallaştırma derinleştiriliyor ve mülkiyet daha sosyalist bir hale getiriliyor.” (D. Bakış, Kasım 88, s. 56-57)
“Son sonuç”a, yani kârlılığa göre “tam sorumluluk”, ve işçinin “refahını belirleyen” de bu… Ve “toplumsallaştırma derinleştiriliyor” böylelikle. Ne derinleşme! Ne denli “derinleşiyorsa” o denli zıddına dönüşüyor olmalı…
“Güdüm sistemi”ne gelirsek… “Ekonomik yönetimde… güdüm sistemi”, yani merkezi planlama da, üretici güçlerin ve üretimin gelişmesine bağlı olarak yetersizleşen ve süreç içinde geliştirilmesi gereken bir yönetim sistemidir. Sosyalizm koşullarında, zaman içinde merkezi planlamanın rolü azalmaz tersine artar. Siyasal yönetim cihazının, devletin, âdemi merkeziyet ve demokrasi unsurlarının gelişimi sürecinin sonunda, sınıfsız toplumda giderek sönmesinin tersine, sınıfsız toplum merkezi planlamaya dayalı üretimi ve bir merkezi planlama ve ekonomi örgütünü gereksinir.
Engels, “Üretim araçlarına, toplum tarafından el konulması ile” diyor “tecimsel üretim ve bunun sonucu, ürünün üretici üzerindeki egemenliği ortadan kalkar. Toplumsal üretim içindeki anarşi yerine, bilinçli planlı örgüt geçer… Önceden belirlenmiş bir plana göre toplumsal bir üretim, bundan böyle olanaklıdır… Bir devlet iktidarının toplumsal ilişkilere müdahalesi… gereksiz hale gelir, ve o zaman ister istemez uykuya dalar. Kişilerin hükümeti (government), yerini, şeylerin idaresi (administration) ve üretim işlemlerinin yönetimine (direction) bırakır.” (Anti-Dühring, s.417-420)
Ve bir geçiş dönemi olan sosyalizm sürecinde gelişme, giderek ticari üretim ve meta ekonomisi, grup mülkiyeti, değişim ve bölüşümde değer yasasının işleyişi vb. alanının daralmasıyla, merkezi planlama ve kolektivizmin alanının ve etkisinin genişlemesi yönünde olur. Merkezi plan, kolektif mülkiyeti ve emek ve yaşam koşullarını iyileştirip geliştirme amacıyla üretimin zorunlu unsurudur; seçeneği ise, özel (ve grupsal) mülkiyetin ve kâr amaçlı üretimin unsuru olan piyasa mekanizmasının düzenleyiciliğidir. Dolayısıyla “güdüm sistemi” ya da merkezi planlamada gevşeme ve işlev yitimi sosyalizme özgü değildir, sosyalizm ve sınıfsız toplum yönünde bir gelişme olamaz.
Gorbaçov’un, “demode” olan mülkiyet ilişkileri ve “güdüm sistemi”ni özelleştirmeler, özerkleştirmeler ve öz-yönetimcilikle değiştirerek sosyalizm yönünde ilerlemeye çalıştığı iddiasının tamamen bir aldatmaca ve demagoji olduğu belirtilmelidir.
Peki, Gorbaçov reformlarının gerçek içeriği ve özelleştirme, meta-piyasa ekonomisi, kâr ilkesinin belirleyiciliği, ücret politikası vb. vb… önlemlerinin nedeni nedir?
Neden, Sovyet ekonomisinin, mülkiyet ilişkileri ve ekonominin yönetiminin biçimlenmesinin özelliklerinde yatıyor. Neden, ekonominin aşırı merkeziyetçi örgütsel, hukuksal biçimleridir. Sovyet kapitalizmine uygun düşmeyerek oldukça aşırı kaçan bu merkeziyetçiliğin tarihsel şekillenme özelliklerine bakalım.
Sovyetler Birliği’nde piyasa ekonomisi ve kapitalizm, doğal yolundan gelişmedi. Bir kez sosyalist devrimin başarıldığı, burjuvazinin sınıf olarak tasfiye edildiği, sosyalist üretim ilişkilerinin kurulup geliştirildiği, planlı-uyumlu üretim koşullarının yaratıldığı bir ülkede, henüz kendisini yeniden doğuracak toprak tümüyle temizlenemeyen ve tüm kalıntı ve unsurları yok edilemeyen kapitalizmin restorasyonu yaşanmıştır. Bu kapitalizm, özellikle -hala bir ölçüde devam etmekte olan- ilk gelişme dönemlerinde, sosyalizm koşullarında yeniden doğduğu ve onun içinden çıkıp geldiği haliyle, sosyalizmin çeşitli özelliklerini biçimsel olarak üzerinde taşıyarak var olmuştur.
Siyasal, örgütsel, hukuksal, yönetimsel… kısaca biçimsel yapılara karşı mücadeleyi kastederek “şu anda yenilenme (yani perestroyka-MY) var olan siyasal sisteme karşı yürümektedir” (Y.Açılım, Eylül 88, s.43) diyen Gorbaçov, işte sosyalizmin bu biçimsel kalıntılarının tasfiyesi sorununu ortaya koymaktadır.
Sosyalizmin çeşitli kalıntılarını biçimler olarak barındırması sorunu anlaşılamadığı ve bu kalıntılara ilişkin biçim sorunları, üretim ilişkilerinin özüne ilişkin sorunlarla karıştırıldığından, SSCB ve benzeri ülkelerde gelişen kapitalizm, bir “kötü sosyalizm” türü, “bürokratik kolektivizm” gibi kavram ve nitelemelerle tanımlanmaya çalışılmaktadır. Oysa o, bugün özelleştirmelerle “zenginleştirilen” hem bürokratik hem de kolektivist özellikleri olan bir kapitalizmdir. Ve üstelik bu özellikler, örneğin 20. yy. başında Wilheml Almanya’sının tekelci devlet kapitalizminin özelliklerinden de farklılıklar gösterir. Sosyalizmden geri dönüş, bu ülkelerde şekillenen kapitalist üretim ilişkilerinin biçimini oldukça uzun bir dönem belirlemeye devam ediyor. Örneğin, Macaristan ve Çekoslovakya gibi ülkelerden sonra SSCB’de yasal özel mülkiyet, kendine henüz bir yol bulup ortaya çıkabiliyor.
Marks ve Engels’in öğretileri ve öngörüleri ışığında Sovyetler Birliği’nde Stalin’in yönettiği sosyalist inşa döneminde tüm üretim araçları devletleştirildi, emek ve üretim büyük ölçekli birimlerde örgütlendi, hemen her sektörde üretim tek bir devlet tröstünde tekelleştirildi, tüm ekonomi tek bir merkezi plan çerçevesinde yönlendirildi. Kısacası üretim araçlarının mülkiyeti devletin elinde toplanmış, kolektifleştirilmişti, üretim ileri düzeyde merkezileştirilmiş koşullarda gerçekleştiriliyordu. Tıkanma ve durgunluklar yaşanmadan. Tersine olağanüstü hızlı ve başarılı bir ilerleyişle. Kapitalizmin 40-50 yılda kat ettiği yollar, örneğin sanayileşmede, 5-10 yılda alınarak…
Kapitalist restorasyonun başlangıcında elde hazır bulunan mekanizma hemen kaldırılıp bir kenara anlamazdı, her şey “parti ve devlet yönetimini gasp eden revizyonist kliğin iradesine bağlı” değildi. Onlar var olan koşullara ayak uydurmak, o koşulları çerçeve edinerek, ekonomide varlığını sürdüre-gelen meta-para ilişkilerinin, değer yasasının işleyişinin, değişim ve bölüşümde burjuva hakkının, grup mülkiyetinin yolunu açıp gelişmesini ve etki alanının genişlemesini ve bu temelde üretim araçlarının yeniden metalaşmasını (sermayeleşmesini), ücret ve fiyatların piyasa koşullarında şekillenmesini (işgücünün ve tüm ürünün metalaşmasını) olumlu yönde etkilemek durumundaydılar.
İrade ile inşa edilen, kendiliğinden gelişmeyen, sosyalizmdir; kapitalizm ise kendiliğinden gelişir, sosyalizm yönündeki ilerletici irade ortadan kalktığında, ülkenin kapitalistleşmesinde sonuç, maddi koşullar tarafından ve ekonomik faktörlerce belirlenir; revizyonist politika izlendiği ve bunun kapitalizmin restorasyonunu olumlu yönde etkilediği açık ve kesindir, ama bu gerici irade ancak etkileyici olmuştur ve böyle olabilirdi, belirleyici değil.
Kapitalist restorasyon Kruşçev’in eseridir, ama o, kapitalizmi gökten indirmedi, iradesi ile zorlayıp var etmedi, yukarıdan, o rezil yıkıcı iradesini de kullandı kuşkusuz, sosyalizmin durmaksızın etki alanını sınırlamaya çalıştığı ekonomik unsurların bu sınırlayıcı etkiden kurtulduklarında yol açtıkları kapitalizmin gelişmesini aldığı önlemlerle kolaylaştırmaya uğraştı, restorasyonun başında bulundu.
Dolayısıyla ne Kruşçev ne de Brejnev, ne denli isterlerse istesinler, sosyalizmden miras kalan çerçeveyi, devletçiliğe, merkezi planlamaya ilişkin kolektivist merkezi örgütsel, hukuksal biçimleri görmezden gelebilirlerdi. İradeleri, bu biçimleri kullanmamaya yetmezdi. Ve kapitalizm, içinde geliştiği bu biçimleri kendine uydurdu; bu, bir yönüyle kendiliğinden -bürokratlaşma yoluyla çürüme ve yozlaşmanın gelişmesinde olduğu gibi- bir yönüyle de revizyonist yönetimin aldığı önlemlerle -işletme ve bölgelerin özerkliklerinin artırılması örneğinde olduğu gibi- gerçekleşti. Bu biçimler, kapitalist gelişmenin engeli oldukça, Gorbaçov’un siyasal sistemi değiştirmeyi hedef aldığını söylediği türden “yenilenmelerle” -ekonomide tekelin siyasette de yol açtığı tekelci merkezci bürokratik eğilimler ve büyük merkezi Sovyet makinası aracılığıyla tüm dizginleri elinde tutmak isteyen bürokrat niteliği belirgin egemen sınıfça, hatta geciktirilerek- yeni biçimlerle değiştirildi, değiştiriliyor. Özel mülkiyetin -o da henüz üretim araçları üretimi sektörünü açık ve dolaysız olarak kapsamayarak- yasallığıyla yeni yeni ortaya çıkması gibi… Serbest alım-satım yerine işletme ve toprağın henüz yalnızca kiralanıyor oluşuyla sürecin geciktirilmesi gibi…
çAncak eninde sonunda özel mülkiyetin yasal bir biçim olarak ortaya çıkması da gerekiyordu. Piyasa ekonomisinin dolaylı olarak tüm üretimi dolaysız olarak plan hedefleri üzerindeki üretimi ya da ürünlerin bir bölümünü kucaklayarak daha doğrudan ve etkili olarak gündeme gelmesi kaçınılmazdı. Kâr ilkesi, içinde hapsolma durumunda kalmaya zorlandığı sosyalizmden kalma kabuğun, eski biçimsel çerçevelerin kısıtlamalarından kurtulacaktı… Çünkü sosyalizmin oluşturduğu merkezi-kolektif örgütsel, hukuksal yapı, kapitalizme aşırı dar gelir ve geliyor; bu merkezilik ve kolektivizasyon düzeyi, kapitalizm koşullarında ulaşılabilecek ve bugünkü Sovyet kapitalizminin gereksindiği ve yol açması gereken boyutların çok ilerisindedir. Dolayısıyla sosyalizmin oluşturduğu merkezileşmişlik düzeyi, belli bir gelişme aşamasında, yeniden kurulan kapitalizmin gelişmesinin engeli haline gelir ve gelmiştir. Ve bugün sorun, bir yönüyle -Türkiye’deki gibi- bürokrasiden yakınma ve bürokrasi engelinden kurtulma sorunu olmuştur. Ve işte bu noktada Gorbaçov, “perestroyka”nın “var olan siyasal sisteme karşı yürümekte” olduğunu ortaya koymaktadır. Batı hayranı bir burjuva olarak haklıdır da bunda!
Kapitalist üretimin ve sermayenin merkezileşmesi -tekelcilik- ancak üretim ve sermayenin yoğunlaşması temelinde ve onun gelişme boyutuyla uyum içinde gerçekleşir, üretim ve sermaye yoğunluğunun görece geri bir düzeyinde çok ileri bir merkezileşme, kuşkusuz doğal bir durum değildir.
Tüm gelişmiş kapitalist ülkelerde tekeller, üretim ve sermayenin ileri düzeyde yoğunlaşması sonucu ortaya çıktıkları gibi, merkezileşmenin daha ileri boyutunu oluşturan tekelci devlet kapitalizmi, yoğunlaşmanın çok daha gelişkin bir düzeyini ön-gerektirir. Buna rağmen, tekeller ve tekelci devlet kapitalizmi, yine de oldukça geniş bir tekel dışı sermaye ve üretim (orta ve küçük sermaye ve üretim) ile birlikte var olur.
Sovyetler Birliği’nde sosyalizm ise, görece geri bir yoğunlaşma derecesinde üretim ve üretim araçlarının -tarımda etkisi çok sınırlı belirli unsurlar dışta tutulursa- olağanüstü bir merkezileşmesini gerçekleştirmiş, tüm üretim araçların kolektifleştirilmesi ve ürünlerin üretilip dağıtılması yanında, tüm ekonominin, hedeflerinde belli hata paylarıyla, tek merkezden yönetilmesi sağlanmış ve bu, özel olarak Sovyet ekonomisinin ve genel olarak Sovyet toplumunun büyük bir ileri atılımına yol açmıştı. Herhangi bir üretim sektörü merkezi planlama dışında kalmadığı gibi, sosyalist devlet tekeli dışında tek bir üretim aracına -tekel-dışı sermayeye rastlamak olanaksızdı. Sovyet kapitalizmine miras olarak kalan bu zarf, üretim ve sermayenin bu örgütsel ve yönetsel düzeyi, biçimsel, hukuksal bir çerçeve oluştursa da, artık, yeni koşullarda, görece az yoğun üretim ve sermaye düzeyi ile çelişme haline gelmiştir.
Bugün hala Sovyet kapitalizmi, ABD kapitalizminden çok daha ileri ölçülerde merkezileşmiş bir yapı arz ediyor. Oysa ABD kapitalizminin üretim ve sermaye yoğunluğu, Sovyet kapitalizmiyle karşılaştırma kabul etmeyecek kadar fazla yüksektir.
Sosyalizm koşullarında, planlama ve yönetimin kolaylaştırılmasının, kamu mülkiyetinin kamu çıkarlarına şu ya da bu sektörde şu ya da bu biçimde kullanılmasının, emek ve yaşam koşullarının iyileştirilmesi amaçlı sosyalist üretimin gelişmesinin etkeni olan bu ileri düzeydeki merkezileşmişlik, kapitalizm koşullarında, özel ve grup mülkiyet ve çıkarlarının, kâr amaçlı üretim ve piyasa koşullarında değişim ve bölüşümün kösteğine dönüşür.
Kapitalizmde sermayenin merkezileşmesi, tekelleşme ne denli gelişkin olursa, durgunluk ve çürüme eğilimi o denli derinleşir. Merkezileşme ve tekelleşme, üretim araçları mülkiyetinin daha az sayıda elde toplanması ve kutuplaşmanın artması, üretici güçlerin daha büyük bir güçle engellenmesi anlamına gelir. SSCB’de olan ve Gorbaçov’un yakındığı da budur. Ama o, kusuru, sosyalist ilişkiler ve sosyalist merkezi planlamanın demode oluşunda bulmakta, eleştirilerini, bürokrasi adı altında, kolektif sosyalist üretim ve mülkiyet ilişkilerine ve merkezi planlamaya, bu, sosyalizmin özüne ilişkin unsurlarına, bizzat sosyalizme yöneltmektedir. Oysa köstek, kapitalist bir içerik kazanan, tamamen bürokratik bir çürümeye uğrayan ve kapitalizm koşullarına göre çok aşırı bir merkeziyetçi yapı oluşturan, sosyalizmle ilgisi, yalnızca, ondan dönüşmüş olması ve onun belli biçimsel özelliklerini kalıntı olarak üzerinde taşıması olan üretim ilişkileri ve yönetim biçimleridir. Bu ilişki ve biçimlerin aşırı merkezileşme arasındaki çelişmenin ve buradan yükselen durgunluk eğiliminin özelleşme yönündeki gelişmeleri çok daha hızlandırması beklenmelidir.
Ama Gorbaçov, teoriyi karmakarışık edip kapitalizmi aşırı merkezci yüklerinden (sosyalizmin biçimsel kalıntılarından) kurtarmakta ve özelleştirmekte oluşunu gizlemek istiyor. Sosyalist ilişkiler ve merkezi planlama ve yönetimi, ekstansif (emek yoğun) gelişmenin nedeni, entansif (sermaye yoğun) gelişmeninse engeli, bilimsel-teknik ilerlemenin sanayiye uygulanması ve verimliliğin yükseltilmesinin kösteği olarak göstererek, özelleştirmeyi ve özelleşmeye yönelişi, merkezilik ve kolektivizmden uzaklaşmayı, makinalaşmanın ve sanayinin bilimsel-teknik düzeyinin yükseltilmesinin çaresi olarak propaganda ediyor. Oysa üretici güçlerin gelişmesiyle çelişmeye düşenin ve durgunluk ve çürümeye yol açanın, sosyalist değil tekelci dönemde kapitalist mülkiyet ilişkileri olduğunu, tekelleşme arttıkça durgunluğun arttığını çocuklar bile bilir. Kapitalistler kârlarını garanti görmedikçe yatırım yapmazlar, yatırımlarını kârın garanti olduğu alanlara yöneltirler.
Bilimsel buluşların sanayiye uygulanması ve sermaye-yoğun yatırımlar, birbirleriyle bağlantılı üç yönden düşük kâr vaade-der, hatta kısa dönemde kârlı olmaktan çıkabilirler.
Birincisi, sermayenin organik bileşimi yükseldikçe, yani sabit sermaye değişen sermayeye “göre büyüdükçe, kâr oranı düşme eğilimindedir. Çünkü sabit sermaye yeni değer yaratmaz, sadece kendi değerini üretilen ürüne aktarır; ama yeni değeri, yani artı değeri, harcanan işgücünün eşdeğerini de yeni ürüne aktarmanın yanında emek ve emek harcamalarına yatırılan değişen sermaye bölümü yaratır. Dolayısıyla kâr oranı artı değerin sabit ve değişen sermaye toplamına oranlanması olduğuna ve yeni değeri değişen sermaye yarattığına göre, değişen sermayenin büyüklüğü kâr oranının yüksekliğine sabit sermayenin büyüklüyse kâr oranının düşüklüğüne neden olur. Ve makinalaşma, emek üretkenliğinin ve verimliliğinin artması aracılığıyla, tek tek işletmelere rekabette üstün konum sağlayıp piyasada gerçekleşen kâr oranının üzerinde bir kâr oranına ulaşmaya götürse bile, işletmelerin ve ekonominin bütünü açısından kâr oranını düşürür; bu tek tek işletmelerde de bu oranın makinalaşma arttıkça görece düşmesi anlamına gelir. Yani, ekstansif yatırımlarda yüksek entansif yatırımlarda düşük kâr oranı, kapitalizmi üretici güçlerin gelişmesinin engeli konuma sürükler.
İkinci olarak, bilimsel teknik gelişmelerin sanayiye uygulanması, bir buluş ya da icadın var olan maddi teknik düzeye monte edilmesi ve yatırılmış sermayeye bir miktar ek yapılmasından ibaret değildir. Kuşkusuz küçük bazı ilerleme ve buluşlar, ek bir yatırımla, kurulu teknik temele monte edilebilir. Ancak genel olarak bilimsel teknik ilerlemenin sanayiye uygulanmasından anlaşılan ve anlaşılması gereken bu olmadığı gibi, Gorbaçov da, sanayinin kompüterize edilmesi, otomasyon gibi yeni teknik temelin yaratılmasını gereksinen yeni büyük yatırımların sözünü ediyor. Bu, yatırılmış sermayenin eskimesi ve tümden değiştirilmesini gerektirmese ve ileri teknoloji yanında geri teknoloji de kullanılmaya devam edilse bile, uzunca dönemde kâr getirecek ve üstelik sermayenin organik bileşiminin oldukça yüksek olacağı yeni dev yatırımları ve kaçınılmaz olarak henüz amortize olmamış bazı makina ve ekipmanın kullanım dışı kalmasını gerektirir.
Üçüncü olarak, pazar sorunu, yeni teknik uygulanması ve makineleşmenin (bunun ayrılmaz parçası olan uzmanlaşmanın) sınırını oluşturur. Kapitalizm, özellikle kapitalistler arası pazarı geliştirerek ve kendi pazarını yaratarak gelişse de, sektörler arası oranlı ve uyumlu planlı gelişme yerine azami kârı esas alan gelişme çizgisi uyarınca, mübadelede bozulma ve üretimin gerçekleşememesi (satın alma gücü düşüklüğünden ürünlerin tüketilmemesi) ve aynı çizgi emekçilerin tüketimini dikkate almadığından, sadece üretim aletleri sektörünün değil, genel olarak kapitalist üretimin gerçekleşememesi durumunun ortaya çıkması kaçınılmazdır. Ayrıca, sınırlı bir pazara ürün sunan birden fazla firma rekabette fiyat indirimi, eksik kapasite ile verimlilik kaybı gibi nedenlerle düşük kâr ve hatta zarar etme durumuna sürüklenebilir.
Oysa sosyalizm koşulları yeni bilimsel-teknik buluşları sanayiye uygulamayı ve entansif yatırımları sadece mümkün kılmakla kalmaz, gereksinir de. Halkın gereksinimlerini karşılama ve emek ve yaşam koşullarını iyileştirme amaçlı sosyalist üretim, birbirine rakip ve yüksek kâr peşinde tek tek işletme ve firmalar bazında örgütlenmediği ve planlama tek tek firmalar baz alınarak değil merkezden, halkın ve ekonominin bütünsel ve kısa değil uzun dönemli çıkarları esas alınarak düzenlendiği için, kendi başına ele alındığında, ileri teknolojik ve entansif yatırım rantabl olmasa da, ekonominin bütününde hareket geçirdiği güçlerin büyüklüğü ve genelde üretimi artırıcı etkisi nedeniyle, gerçekleştirilir; en çok, bir süre ek fonlarla sübvanse edilir. Yeni, gelişkin teknolojik yatırımın devreden çıkardığı eskiden kullanılmakta olan üretim araçlarının, bütün olarak ya da sökülüp yeniden monte edilerek başka bir alanda kullanımı sağlanır. Ve yeni bir uzmanlaşmış yatırım, tek bir firma tarafından ve üstelik gereken ölçekle yapılacağından, firmalar arası rekabet ve pazarın sınırlılığı nedeniyle, bugünkü Sovyet ekonomisinde olduğu gibi- eksik kapasite kullanımı da söz konusu olmaz.
Bu bunun gibi gerçekleri kuşkusuz bilmesine rağmen Gorbaçovun, sosyalizmin değil kapitalizmin bilimsel-teknik ilerleme ve makineleşme düzeyinin yükseltilmesinin -mutlak olmasa da- göreli engeli olduğu gerçeğini çarpıtmasının tek bir anlamı vardır: üretim araçlarının mülkiyeti açısından tekelci devlet ve grup mülkiyetine, üretimin hareket ettiricisi olarak- bölüşümü prim, ikramiye, yüksek maaş ve çeşitli imtiyazlar biçiminde gerçekleşen- kâr amacına ve yine teşvikler, işten çıkarmalar ya da hizmetlerin şişirilmesi biçiminde görülen işgücünün metalaşmasına dayanan, sosyalizmden miras çeşitli örgütsel-hukuksal biçimler kullanan Sovyet tekelci kapitalizminin bilimsel-teknolojik yenilenme ve entansif gelişmenin engeli olduğunu gizlemek. O, tersine, dev adımlarla gelişen kapitalizm yolunda ilerlemenin gerekçesi olarak, bilimsel-teknolojik yenilenme ve entansif gelişmenin ancak bu yolda daha ileri adımlar atılmasıyla sağlanabilir olacağını ileri sürüyor. Bu, ayaklat dururken eller üzerinde yürüme çabasıdır! Özelleştirmeleri ve oto-finansmanı bu temelde savunmaya yelteniyor; kolektivizmi, merkezi planı vb. bu nedenle eleştiriyor. Bunu, bürokrasi eleştirisi adı altında gerçekleştirmeye çalışıyor.
Bürokrasi ve aşırı merkeziyetçi Sovyet hukuksal (mülkiye ilişkileri) ve yönetsel (merkezi plan örgütü) mekanizması, gelişmenin ve ilerlemenin engelidir. Ama bunlar, Sovyet tekele kapitalizminin hukuksal, yönetsel vs. mekanizmalarıdır, sosyalizmin değil. Evet, sosyalizmden miras kalıntılardır, ancak, sosyalist özlerinden soyundurulup kapitalist öz kazandırılan biçimler olarak sosyalizmle bir ilgileri kalmamıştır.
Sovyet ekonomisi, özellikle tarım ve tüketim maddeleri sektöründe (ve yanı sıra hafif sanayide) aşırı merkezcilikten gelen bir durgunluk içindedir. Bu durum, üretim ve sermayenin yoğunluk ve merkezileşmesi arasındaki uyumsuzluk ve dengesizlik nedeniyle ağır sanayi açısından da geçerlidir. Ancak esas etkisi, sermaye ve üretimin daha az yoğun ve üretimi daha çok emek yoğun olduğu üretim dallarında, tarımsal üretim ve hafif sanayide görülmektedir. Tarımın geriliği, tarım üretiminin ek sermaye yatırımlarım gereksinmesi (diferansiyel rant) yanında, bir de bu noktadan kaynaklanmakta, ya özellikle bazı dallarda sübvansiyonun atıllığı teşvik ettiği ya da merkezcil faktörlerle kârlılığı düşük düzeyde tutulan, planlamanın ürünler için düşük fiyatlar tespit ettiği tarımda üretim anmamakta, tarım ürünleri kıtlığı baş göstermekte, bu nedenlerle fiyatlar piyasada yeniden oluşarak yükseltmekte ya da karaborsa gelişmektedir. Aynı şey, benzer nedenlerle hafif sanayi, özellikle tüketim maddeleri üretimi sektörü için de doğrudur.
Şimdi Gorbaçov kâr amacını resmileştirip genelleştirirken, özel girişime de izin vererek, hem özel hem de grup mülkiyetine dayalı hafif sanayi ve tarımsal ürün üretimini artırmayı planlamaktadır. Görece emek yoğun ve sermayenin organik bileşiminin düşük olduğu bu sektörlerde sömürü ve kâr oranlan yüksektir. Piyasa koşullarında kâr oranının serbestçe oluşmasının sağlanmasına bağlı olarak, sözü edilen sektörlere yatırımlar ve bu dallarda üretim kuşkusuz artacaktır. Ama bu durum çok uzun süremez, çeşitli önlemlerle (doğal ki merkezi politikalarla uygulanan önlemlerle) ortalama kâr oranının bu sektörler aleyhine gerçekleşmesi ertelense de, sonunda kâr oranları piyasada dengelenir. Fiyat oluşumları yoluyla kârların bir bölümü emek yoğun sektörlerden sermaye yoğun sektörlere akar. Ama bu, geçici sürede kıtlık hafifler ya da tümden ortadan kalkar. Sonra? Sonra yeni önlemler düşünür Gorbaçov…
Şimdilik özel girişimler ve “plan hedefleri üzerindeki ürünlerini (patates, meyve ve sebzelerde üretimlerinin önemli bir bölümü için) kendi uygun gördükleri biçimde” tasarruf olanağı sağlanan kolektif ve devlet çiftlikleri ve yine “plan hedefleri üzerinde ürettikleri ürünlerden kendi kullanmadıkları kısımları birbirlerine serbestçe alıp satabilecek” olan sanayi kuruluşları, kiralanan hafif sanayi işletmeleri ve yeni kiralanan topraklarda kurulan ya da devralınan işletmeler, ayrıca kâr ilkesi resmileştirilerek dolaylı olarak piyasa ekonomisine bağlanan tüm işletmeler, yüksek kârlılık nedeniyle, özelikle hafif sanayi ve tarım sektörüne (ve hizmetler sektörünün kârlılığı yüksek dallarına) yatırıma ve üretimi artırarak durgunluğunun giderilmesi sevk edilmektedir. Üstelik tek tek işletmelere tanınan yabancı sermayeyle ortaklıklar kurma serbestîsi nedeniyle, bu sektörlere yabancı sermaye akını bile mümkündür.
Ve doğal ki, tüm bu özendirme ve yönlendirmeler merkezi politikalarla sağlanma durumundadır. Merkezi yönlendirme ve merkezcilik devam edecektir, kuşkusuz, “aşırılığı” giderilerek ve “merkezin” niteliği değişerek: eski sosyalist merkezin karşısına Kruşçev’le birlikte konan kapitalist merkezle…
Aynı şey, alt düzeyde de olsa, ağır sanayi sektöründe de olacak, işletmelerin kâr amaçlarının vurgulanması ve üretim ve sermayenin yoğunlaşmasıyla çelişen aşırı merkezileşmenin tasfiyesi (bizzat bu, kâr için üretimin itici gücü olacaktır), birbirleriyle rekabet ve üretim anarşisinin gelişmesi koşullarında (giderek iflaslar vb. ile) bu sektörde de bir canlanma gerçekleşecektir. Nereye kadar?
Kuşkusuz, üretimin anarşik koşullarını, kâr dürtüsünü, piyasa koşullarının işleyişini geliştirerek dengesizliklere, durgunluğa, “bolluk içinde yokluk”a çözüm bulunabilseydi, bugünden tüm dünyada kapitalizm çerçevesinde insanlığın altın çağına ulaşılmış olurdu. Ama kapitalizm, onulmaz hastalığı devresel krizleriyle birlikte, tekelci döneminde, bu devrelerin konaklarında bozulma ve çöküntüyü de kucaklayarak var olabiliyor. Gorbaçov’un yoğunlaşmayla merkezileşme arasındaki uyumsuzluğu giderme ve ekonomide liberalizasyon politikası, geçici bir canlanma ve rahatlık sağlasa da, sağlayacak, Sovyet kapitalizminin patlayıcı madde stoklarını ve bunların yıkıcı etkisini artırmaya yol açacaktır.
Gorbaçov’un reformlarından sonra Sovyetler Birliği’nin kapitalist bir ülke olup olmadığı tartışması ciddiyetini kaybetmiştir. Eskiden Sovyet revizyonistlerinden etkilenen ara akımların yönlendirdiği birçok insan bugün, o zamanlar Sovyet kapitalizminin “hayal ürünü” olduğunu “kanıtlamak” üzere ileri sürülen gerekçelerle tatmin olmuyor, doğruymuş diyor. Bugün, Gorbaçov’la birlikte, öteden beri Sovyet kapitalizmi ve sosyal emperyalizme yöneltilen eleştirilerin doğru ve geçerli olduğu çok daha açık bir şekilde, deney yoluyla, gözler önündedir.
Artık Sovyet “sosyalizmi”ni savunmak pek zorlaştı, “küçük hesaplar” peşinde koşmayan hiç bir devrimci, burjuva liberal olmayan ya da liberalizmden güçlüce etkilenmeyen hiçbir ciddi grup ve dürüstlük ve bilimselliği eylem çizgisi edinmekten vazgeçmeyen hiçbir bilim adamı “Sovyet sosyalizmi” savunuculuğunun yükü altına girmeyecektir.
Artık tartışmanın yönü değişmiştir: eskiden Sovyetler Birliği’nin sosyalist mi kapitalist mi olduğu tartışılırdı, sosyal emperyalist olup olmadığı tartışması yapılırdı; Bugün tartışma, bu boyutu ile aşılmakta, hızla gündemden çıkmaktadır. Bugün gündeme gelen tartışma, Batı kapitalizmi ile Doğu (Sovyet) kapitalizmi arasındaki farklıkların ne derece ortadan kalktığı ve ne derece benzer özelliklere sahip olduklarıdır.
Doğu kapitalizmi, Sovyet kapitalizmi, biçimsel özellikleriyle de hızla Batı kapitalizmine benzemektedir.
Gelecek sayımızda Gorbaçov reformlarını uluslararası boyutuyla ele alacağız.

Aralık 1988

Eskimiş Bir Oportünizm Türü, Yeni Politik Düşünce: Gorbaçov “Barışçıllığı” ve Emperyalizmle Bütünleşme

İçeride ekonominin liberalizasyonuna, özelleştirmelere, piyasa ekonomisine, tüm normlarıyla Batı kapitalizminin geliştirilmesine ve buna uygun bir siyasal yapılanmanın gerçekleştirilmesine girişen burjuva-revizyonist dünyanın yeni yıldızı Gorbaçov, bu yöneliminin uluslararası alanda gereklerini yerine getirme işine de dört elle sarıldı. Ardı arkası kesilmeyen “barışçıl” girişimlerle, gün geçirmeden ortaya attığı yeni önerilerle herkesi şaşırtıyor.
Gorbaçov’dan bu denli atak tutum ve eski Sovyet politikalarının bu denli hızlı değiştirilişini beklemeyen Batılı emperyalistler şaşırıyorlar. Onun büründüğü barışçıl görünüme kendi görünümlerini yenileyerek yanıt verme zorunluluğunu duyuyorlar. Sıradan insanlar, özellikle Avrupa ve Amerikan kamuoyu şaşkınlığa düşüyor; çünkü Gorbaçov onların barış özlem ve umutları üzerine politika yapıyor, barış umudundan söz ediyor, hatta dünya barışının kurtarıldığını açıklıyor. Burjuva, küçük burjuva akım ve partiler, muhalif gruplar, uluslararası ilişkilerde köklü değişiklikler varsayıp tasarlayarak şaşırıyor, umutlanıyor, yeni stratejik, taktik arayışları içine giriyorlar. Eski Sovyet Dışişleri Bakanı Gromiko bile şaşırıyor ve görevden almıyor.
Şaşkınlık ve barış umutları pek de haksız sayılmaz! Dünyanın süper devletlerinden, savaşın bu baş kışkırtıcılarından birinin başkanı barış sözü veriyor, bununla da kalmıyor, çeşitli girişimlerde bulunuyor.
Gorbaçov dünyayı dolaşıp duruyor. “Barış görüşmeleri” yapıyor, “barış seferleri” düzenliyor. Reagan’la zirve toplantıları yapmayı pek seviyor. Fırsat buldukça ya ABD’ye gidiyor ya da Reagan’ı Moskova’ya davet ediyor. İngiliz, Fransız, Alman, Hint başkan ve başbakanları başta olmak üzere önemli ülke liderleriyle görüşmeler yaptı. Görüşmeler trafiği Sosyal Demokrat önderlere, Papa’ya, Ortodoks kilisesi papazlarına, Amerikalı ve Avrupalı işadamlarına, sanatçılara, bilim adamlarına kadar uzanıyor. Etkileme ve destek sağlamanın yanı sıra, görüşmelerinin amacını, “barış” pazarlıkları oluşturuyor.
Silah indirimi pazarlıkları bunların önde gelenleri arasında. Gorbaçov’un asıl muhatabı, rakibi ya da partneri ABD ve başkanı. Başlıca pazarlıkları onunla yapıyor, önerileri başlıca ona yönelik.
Gorbaçov, 2000 yılına kadar nükleer silahların tümüyle imha edilmesini öngörüyor. Bunların bir kısmının şimdiden imhasını istiyor. Avrupa’daki orta menzilli silahların kaldırılmasını önerdi, hatta bunların belli bir miktarını tek taraflı olarak sökeceğini açıkladı. Aynı şeyi konvansiyonel silahlar açısından da uygulayacağını ilan etti. Savunma ve saldırmazlık Paktı, uluslararası ekonomik güvenlik anlaşması, ülke dışındaki askerî kuvvetlerin geri çekilmesi, Asya-Pasifik bölgesindeki ilişkilerin yeniden düzenlenmesi Gorbaçov’un önerileri arasında. Sovyetler Birliği hâlâ dünyanın ikinci büyük silah satıcısı durumunda, geri ülkelerin başlıca silah tüccarlarından biri ve bu ayın 17’sinde yeni bir nükleer patlama gerçekleştirdi; ama Gorbaçov bir yandan da “barış” önerilerine devam ediyor. Dilin kemiği yok. Gorbaçov’un çok yönlü bir “barış programı” yürüttüğü açık:
Öte yandan Gorbaçov Çin-Sovyet ilişkilerini de normalleştirmeye çalışıyor. Görüşmeler üst düzeye tırmanıyor. Kamboçya sorununun hallolabileceğini, sınır anlaşmazlıklarının çözülebileceğini, iki “sosyalist ülke” arasında işbirliğinin doğal ve gerekli olduğunu söylüyor Gorbaçov. Çinliler yüzyılların kuşkuculuğuyla ağırdan alıyor ya da öyle görünmeyi tercih ediyorlar, ama bir yandan da görüşmeleri ilerletiyorlar, garantiler talep ederek ya da önce iş isteyerek…
Bu arada Afganistan sorunu Sovyet askerlerinin çekilmesiyle gelişiyor. Gorbaçov, Afganistan’ı, batağa saplanıp çekilmek zorunda kaldıkları için değilmiş gibi, “barışçı” Sovyet politikası nedeniyle terk etmekte olduklarını söylüyor.
Her şeye rağmen Sovyet dış politikasının reforma tabi tutulduğu ortada. Uluslararası ilişkilere yönelik Sovyet tutumunda belli bir değişiklik gözleniyor. Öyle anlaşılıyor ki, “barış”, Sovyet dış politikasında daha önemli ve etkin bir malzeme olarak kullanılacak.
19. Konferansa sunulan MK tezlerinde, Gorbaçov okuyor, eski dış politika yaklaşımlarının özeleştirisi ya da eleştirisi yapılıyor:
“Geçmiş dönem üzerinde eleştirel gözle yapılan analiz, dış politikamızın dogmatik ve öznel verilerden çıkarak saptandığını gösterdi. Dış politikanın dünyamızdaki köklü değişikliklerin gerisinde kalmasına izin verildi. Sürtüşmelerin azaltılması, halkların daha iyi anlaşabilmesi için var olan olanaklar tam anlamıyla kullanılmadı. Geçtiğimiz dönemlerde askersel-stratejik güçler dengesi için mücadelede ülkemizin güvenliğinin politik yoldan sağlanması olanakları her zaman son noktasına kadar kullanılmadı. Kendimizi, ülkemizin sosyal ekonomik gelişmesini olumsuz etkileyen, uluslararası konumumuzun korunamamasına yol açan silahlanma yarışının içinde buluverdik. Dış politikanın temeli tarihsel olarak aşınmış kalıplardan kurtulmuş bilimsel yeni düşünce tarzıdır.” (1)
“Barış” malzemeli dış politika yönelimi doğrultusundaki özeleştirinin iki “zaaf” noktasına değinerek geçelim: Eleştiri, “askersel-stratejik güçler dengesi için mücadele”yi Sovyet dış politikasının temel ekseni olmaktan çıkarmıyor; uluslararası güç dengesi, buna bağlı olarak dünya egemenliği ve nüfuz bölgeleri için mücadele yerine ülke savunması geçirilmiyor. Eleştirilen, güç dengesi için mücadelede politik mücadeleye gereken önemin verilmemesi… Kaba kuvvetin fazla öne çıkarılmış olması, politik destekler oluşturulmasının küçümsenmesi, rakibin politik olarak köşeye sıkıştırılıp tavizlere zorlanmasının öneminin anlaşılmaması.
İkinci “zaafsa, SSCB’nin içinde bulunduğu zor durumun ele verilişi ve barış malzemeli dış politika yöneliminin bir nedeninin ağızdan kaçırılışı: Silahlanma yarışı ülkenin sosyal ekonomik gelişmesini olumsuz etkilemiş, ikrar ediliyor. Doğru. Silahlanma yarışı ve askerî fonlar Sovyet ekonomisini bunalıma götüren önemli nedenlerden biri oldu. Bu olgu, Gorbaçov “barışçılığının” temel iticilerinden biridir. Düşünülsün: gelinen aşama, uzayın savaş amacıyla kullanımıdır ve bunun için trilyon dolarlık projeler söz konusu edilmektedir. Ve Sovyet ekonomisi bu harcamayı kesinlikle finanse edebilecek durumda değildir. Gorbaçov’un temel bir hareket noktası budur ve onun nükleer pazarlıklarda gündemin birinci maddesine uzayın silahlandırılmasının önlenmesini koyduğu hatırlanmalıdır. Gorbaçov’un silahsızlanmasının şartı, uzayın silahlandırılmasından vazgeçilmesidir.
Ve Gorbaçov “barış” istemektedir!

Yeni Politik Düşünce Tarzının Temeli, Yönelim ve Unsurları
Önce “yeni politik düşünce tarzı”nın sıradan olmadığı belirtilmelidir. ‘”Yeni” dış politika ve onun temeli olan “yeni politik düşünce”, doğrudan Gorbaçov’un Sovyetler Birliğini yeniden düzenlemesinin bir parçası ve unsurudur. Bir yönüyle, normları uygulanmaya çalışılan Batı kapitalizmiyle bütünleşmenin, bir yönüyle liberalleşme ve yenilenmenin (perestroyka), bir yönüyle ekonominin zor durumunun, bir başka yönüyle de bu koşullarda gerçekleştirilme durumunda olan Sovyet sosyal emperyalizminin gereksemelerinin bir görünümüdür. Perestroyka ile ilişkiyi 27. Kongre ve 19. Konferans’a sunulan raporlar da kuruyor:
“Ülkenin ekonomik ve sosyal açıdan geliştirilmesindeki temel görevler, SBKP’nin uluslararası stratejisini de belirlemektedir. Bu politikanın başlıca amacının Sovyet halkına kalıcı barış ve özgürlük koşullarında çalışma imkanı sağlamak olduğu kesinlikle ortadadır.” (2)
“SSCB’de yenilenme global önemde bir etmen haline gelmiştir. İçerdeki köklü değişiklikler, uluslararası işlerde de aynı şekilde yeni yaklaşımları gerekli kıldı.” (3)
2 nolu pasajın kurduğu bağlantı yarı yarıya doğrudur: “Kalıcı barış” propagandif amaçlı bir revizyonist yanılsamadır, inceleyeceğiz. “Özgürlük” sorunu üzerinde yazımızın ilk bölümünde durmuştuk. Doğru olan, Sovyet ekonomisinin düzenlenmesi sürecinin, perestroykanın bir sure uluslararası istikrarı, geçici de olsa barışçı bir süreci gerek-sinmesidir. Güçlerin iç ilişkileri düzenlemeye seferber edildiği bir dönemde dış ilişkilerin keskinleşmesinin istenir olmadığı, olmayacağı gerçektir. Perestroykanın belli bir gelişme aşamasında Gorbaçov’un dişlerini göstermesi beklenir. Ama şu sıralar, gerektiğinde tavizler verme pahasına dış ilişkilerde istikrar arayışı içinde olacağı, barışın bir süre için işine geleceği belirtilmelidir. Bu, süreli barış ihtiyacı, Gorbaçov’un başta ABD olmak üzere Batılı emperyalistlerden istediği bir destektir de aynı zamanda. Bu nedenle kendini onlara beğendirme peşindedir. “Barış programı” ve “yeni politik düşünce tarzının” bir nedeni ve kaynağı da bu ihtiyaçtır. Gorbaçov taktik nedenle, geçici ihtiyaç nedeniyle “barış”ı telaffuz etmektedir. Ama O, “barışı” taktik nedenle değil, genel olarak, kalıcı bir “barış” arzusunun ifadesi olarak savunmaya özen göstermekte, bu tutumuyla desteklerini geliştireceğini görüp hesaplamakta; “barış”ı halkların aldatılmasının unsuru haline getirmeye “emperyalizm koşullarında barış” umuduyla avuttuğu emekçilerin sisteme yönelik hoşnutsuzluklarını da gidermeye çalışmaktadır.
Taktik nedenle ihtiyaç duyduğu ama stratejik olarak savunuyor görünmeye yöneldiği barış sorununa yaklaşımı nedir Gorbaçov’un?
Gorbaçov “demokratizm” söylem ve propagandasıyla yapmaya çalıştığının benzerini “barış” söylem ve propagandasıyla da yapmaya çalışıyor: güç toplamak, destek oluşturmak. İnsanların barış özlemiyle oynamak prim yapıyor, Gorbaçov da oynuyor bu özlemle. “Kalıcı barış” için programlar yazarak, “barış” türküleri söyleyerek, silahsızlanma önerilerinde bulunarak… Kalıcı bir barış savunucusu görünümü vermek için Marksist tezleri ve genel olarak Marksist öğretiyi açıktan reddederek ve buna aldırmayarak insan ve barış üzerine eski oportünist, revizyonist tezleri, “yeni tezler” olarak, “yeni politik düşünce” tarzı olarak yineleyip duruyor.
“Yeniliğe” sosyalizmin “insancıllığı”ndan söz ederek başlıyor:

“İnsancıl Sosyalizm”, “İnsancıl Dış Politika”
Gorbaçov’un 19. Konferans’a sunduğu rapordan: “Bilimsel ve insancıl sosyalizmin yaratıcı doğası, dogmatizmle çatışma halinde yeniden canlanıyor.” (4)
“…toplumumuzun yeni bir niteliğe ulaşmasından söz ederken, işte sosyalizmin bu demokratik ve insancıl çehresini kastediyoruz.”5 Destek arayışı içindeki Gorbaçov, sosyalizmi herkes için kabul edilebilir kılma uğraşında. Kuruşçev ve Brejnev’le “sosyalizmin kötülüklerini” yaşayıp görmüş insanların anılarından kötülükleri silme peşinde. Kendi “sosyalizmi”nin ne denli “iyi”, “güzel” ve “insani” olduğunu belirtmek için kullanıla kullanıla suyu çıkmış eski bir formülü yeniden gündeme getiriyor.
Daha Bernstein ve sonra Kautsky zamanlarında ileri sürülen “demokratik ve insancıl sosyalizm” tezi, yakın zamanlarda Dubçek tarafından yinelenmiş ve onun sonunu getirmişti.
Sosyalizmin merkezine insanı ve insanın kurtuluşu sorununu koyduğu ve tarihte görülmemiş genişlik ve derinlikte demokrasinin sosyalizm koşullarından gerçekleştiği kesindir. Ancak insancıllık ve demokrasi sözcükleriyle oynamak ve sınıflı toplumda bu sözcükleri sınıf gerçeğiyle değiştirerek ortaya atmak, oportünizm ve revizyonizmin doğasından-dır.
Sosyalizm merkezine insan alır ancak bu, Marksistlerin insanlığın bölünmüşlüğünü saptamalarını ve insanlığın kurtuluşuna giden yolun bu bölünmüşlük koşullarında, insanların geleceği temsil eden ve kendisiyle birlikte tüm insanlığı kurtaracak bölümüne dayanan bir mücadeleden geçtiğini bilip buna uygun davranmalarını engellemez. İnsanlığın sınıflara bölünmüşlüğü gerçeği atlanarak, ancak, insanın özgürleşmesinin önüne setler dikilebilir; sınıflar-üstü bir “insan” ve “insancıllık” edebiyatı, insanın sınıfla birlikte olmak yerine sınıfa karşı ileri sürülmesi, uzlaşmaz karşıtlık halinde yaşayan bugünkü insan toplumunun olumlanması, kapitalizmin meşrulaştırılması ve insanın yabancılaşma konumunun devamı anlamına gelir. İnsan ve İnsancıllık adına köleliğin devamının savunulması için sınıfa rağmen insan demek yeterlidir.
Demokrasi sorunu açısından da durum farklı değildir. Herkes için demokrasi olanaksızdır. Bunu sosyalizm de sağlamaz. Sosyalist demokrasi kavramı doğrudur, ancak demokrasiden söz edildiği yerde bir diktatörlükten ve bazılarının baskı altında oluşundan kaçınılamaz. Herkes için demokrasi, olanaksız olduğu gibi anlamsızdır da ve ancak devletle birlikte demokrasi de sönüp gittiğinde, tüm insanlar herhangi bir baskıyla karşılaşmadan var olabilecek, ama bu durumda sosyalizm de kalmayacaktır. Sosyalizm koşullarında herkes için demokrasi, sömürücü sınıfların kalıntılarının, burjuva, revizyonist unsurların, geçmiş özlemcilerinin korunup kollanması, önlerinin açılması demektir. Sosyalist demokrasi kavramı doğruyken “demokratik sosyalizm” kavramı bir çarpıklık ve yanılsamadır.
Gorbaçov günü geçmiş “demokratik ve insancıl sosyalizm” formülüyle pazara çıkardığı “sosyalizmini” her çeşit insana beğendirmeye ve bilinçsiz emekçileri etkilemeye ve “barış” edebiyatına zemin oluşturmaya çalışıyor. Ve bu arada kuşkusuz Marksizm’le en küçük bir bağı kalmıyor. Ve dış politikaya geliyor. İç ilişkiler açısından belki, “SSCB, ileri sosyalist, sınıfsız bir toplumdur; bizde baskı altına alınacak kimse yok” diyerek savunmaya uğraşabileceği bu “demokratiktik ve insancıllığı”, emperyalistlerin zorbalığından geçilmeyen, dişinden tırnağına silahlı bir dünyada sosyalist dış politika adına ileri sürüyor. Emperyalizmden Gorbaçov da söz ediyor, sosyalizmle kapitalizm arasındaki çelişmeden bahsediyor, dünyanın farklı sistemlere bölünmüşlüğü üzerinde duruyor, sonra, bunların yadsınması anlamına gelmek üzere insancıl dış politikadan söz açıyor. Ya dünya kapitalist emperyalizmle sosyalizm şeklinde bölünmüş değildir, emperyalizm tarihe karışmıştır ya da emperyalizm zordan baskıdan arınmış insancıllaşmıştır. Gorbaçov hangisi olduğunu belirtmiyor. O emperyalistlerle “kardeşçe bir arada yaşanabileceği”, onların insancıllaşmayı seçebilecekleri ve emperyalizm koşullarında kalıcı bir barışın mümkün olabileceği (“yeni politik) düşünce”sindedir. Ele alacağız. Dış politikaya ilişkin söylediklerini görelim (19. Konferansa MK adına Gorbaçov’un sunduğu tezlerden):
“SB’deki yenilenme, uluslararası anlamı olan bir etmen durumuna geldi. Kendi içindeki dinamizmi nedeniyle tüm dünyayı olumlu olarak etkilediğinden, insancıl yönü ağır basan bir dış politika izlememizi, uluslararası ilişkilerimizi demokratikleştirmemizi ve uluslararası işbölümünde farklı bir yer almamızı gerekli kıldı. (6)
Gaf yapmış. “İnsancıl yönü ağır basan” diyor, az da olsa ‘”insana karşı bir yönü” olmalı! Ve emperyalistlerle “demokratikleştirilmiş ilişkiler” kuracak! “Gorbaçov demokratizminin” boyutları olağanüstü! Stalin’i bir zorba ve kişisel diktatör olarak gösterirken adını anmaya -şimdilik devam ettiği Lenin, Gorbaçov’un tersine, emperyalistler arası ilişkilerin güce ve zora dayandığını, savaşın yanı sıra barışın da güç ilişkileri temelinde var olduğunu ve olabileceğini söylerken hatalı düşünmüş olmalı! Ya da bir başka olasılık: Lenin zamanında hatalı düşünmemişse eğer, hem Lenin hem de Gorbaçov haklıysa, ya emperyalizm tarihe karışmış -ki Gorbaçov emperyalizmin varlığını sürdürdüğünü söylüyor- ya da nitelik değiştirmiş ve dünyada köklü ve Lenin’in düşüncesini geçersizleştirecek değişiklikler olmuş olmalı! “Yeni politik düşünce tarzı” oluşturarak bunu Marksizm-Leninizm yerine geçiren SBKP ve Gorbaçov bu iddiada.

“Değişen Dünya” ve Yeni Değerlendirme Gereği
Gorbaçov MK adına 27. Kongre’de okuduğu raporda, neler olduğunu pek belirtmeden dünyadaki değişikliklerden söz etti:
“Çağdaş dünyanın gelişmesinde ortaya çıkan değişiklikler o kadar derin ve önemlidir ki, bu değişiklikler, bütün etkenlerin yeniden değerlendirilmesini ve kapsamlı olarak çözümlenmesini gerektirmektedir. Karşılıklı nükleer cepheleşme durumu yeni yaklaşımları, yöntemleri ve değişik sosyal sistemler, devletler ve bölgeler arasında yeni ilişki biçimlerini bulmaya zorluyor.” (7)
Ve “değişikliklere ilişkin biraz daha ayrıntı:, “Yüzyılımızın sosyal dönüşümleri, toplumun’ daha sonraki gelişme koşullarını değişikliğe uğratıyor: Ülke içinde ve uluslararası ekonomik, siyasal, bilimsel, teknik yeni etkenler harekete geçiyor. Devletlerin ve halkların birbirlerine bağımlılığı giderek daha da sıkılaşıyor. İster dış politika, ister ekonomik ve sosyal çalışma kapasitesi,’, ister toplumun manevi çehresi söz konusu olsun, bütün bunlar, her devlete, özellikle kesin istekler dayatıyor.” (8)
“Bütün etkenlerin yeniden değerlendirilmesini gerektiren”, “derin ve önemli değişiklikler”… “Çağdaş dünya”daki “değişiklikler” bunlar. Doğal ki, Gorbaçov “çağdaş dünya”‘ ve “çağ” kavramlarından da farklı şeyler anlıyor. “Çağ”, emperyalizm ve kapitalizmden sosyalizme geçiş çağı değil,’ sosyalizmin “insancıllaşmasını”, kapitalizmle sosyalizm arasında “yeni ilişki biçimleri” geliştirilmesini, göreceğimiz gibi emperyalistlerle “kardeşçe birlikte yaşanması”nı, “çıkar ortaklıkları” kurulmasını ve “çıkarların dengelenmesi”ni zorunlu kılan “yeni”, “modern” bir “çağ”. “Uzay çağı”; “nükleer çağ”, “bilim-teknik” ya da “enformasyon çağı”! Ve bu özellikleriyle çağın aynı zamanda “barış” ve “kardeşlik çağı” olması gerekiyor.
Bu “modern çağ’da ulusal ve uluslararası alanda ekonomik, siyasal, bilimsel, teknik “yeni etkenler” gelişmeyi yönlendirme durumunda. “Yeni etkenler” “devletlerin birbirlerine bağımlılığını” artırıyor ve toplumların maddi ve manevi koşulları açısından “her devlete kesin istekler dayatıyor!” Ne gibi istekler? Bu, pek açıklanmıyor yukarıdaki pasajlarda. Açıklandığı pasajlar da aktarılacak. Ancak şimdi-, den şu yorum yapılabilir: Her devlet, sosyalist ve emperyalist kapitalist, tümü, toplumun maddi ve manevi yaşamın;; geleceğin toplumu yönünde düzenleme, sosyalleştirme zorunda, insanileştirme ve baskı ve zorbalıktan arındırma zorunda. Gorbaçov’un tezi bu.
Dünya kuşkusuz durmuyor, gelişiyor ve değişiyor. Üretici güçler, kapitalizm tarafından kösteklenme, önerileri kesilme koşullarında yine de gelişiyorlar. Kapitalist mülkiyet ilişkilerinin oluşturduğu kabuğa sığmıyor, yeni ilişkileri gereksiniyorlar; üretim ve emek durmaksızın sosyalleşiyor ve bu üretim ilişkilerinin sosyalleşmesini çağırıyor; ama kapitalist kabuk içinde de mutlak olarak gelişmezlik durumunda bulunmuyorlar. Gelişen bilim ve teknik sanayiye kârlılığın olanaklı kıldığı durumlarda ve kuşkusuz sınırlı olarak düşük oranlı uygulanıyor. Lenin zamanından bu yana bilim ve teknik ve buradan yansıdığı kadarıyla üretim devasa bir gelişme gösterdi, yeni sanayi dalları ortaya çıktı. Bilgisayar sanayiye uygulanıyor ve üretim otomasyona uğruyor. Bu, gerçek. Çeşitli alanlarda değişikliklerle bir gelişme yaşandığı açık. Ve zaten mutlak değişmezlik ve gelişmezlik durumunda toplumların taşlaşmış durumlarıyla çökecekleri, bir yenisine gebe kalmayacakları, sosyalizmin kapitalizmin yerini almasının olanaksız olacağı ortada. Çünkü sosyalizm, kapitalizm koşullarında gelişen üretici güçlerin, üretim ve emeğin gittikçe artan sosyalleşmesinin ve sınıfsal planda proletaryanın mülk edinmenin özel karakteriyle, burjuvaziyle uzlaşmaz karşıtlık halinde oluşunun sonucu nesnel bir zorunluluktur.
Ama tam da bu yaklaşım sosyalizm perspektifim, sınıf gerçeğini yakıcı hale getirir. Kapitalizm koşullarında, gelişme ve değişmezleri, üretim ve emeğin toplumsal karakteriyle mülk edinmenin özel niteliği arasındaki zıtlığın şiddetlenmesinin bir ifadesi ve sosyalizme çıkarılan bir davetiye olarak görmek ya da görmemek sorunudur. Ya Gorbaçov’un çağı değiştiren değişiklikler tezi ya da emperyalizm ve kapitalizmden sosyalizme geçiş çağında değişiklik ve gelişmelerin sosyalizmi yakınlaştırması, onun koşullarını olgunlaştırması. Gorbaçov, “değişik sosyal sistemler arasında yeni ilişkiler” teziyle “değişik sosyal sistemler” olgusunu yadsıyor. Eğer değişik sosyal sistemler varsa ve eğer kapitalizm proletarya ile burjuvazi arasındaki uzlaşmaz karşıtlık üzerine oturmaya devam ediyorsa, bu nesnel durum değişmemişse, “değişiklikler” üzerine hiçbir öznel yorum, dünyayı ve çağı değiştiremez, her zamanki gözden geçirme ve düşünsel zenginleşme, yerini “bütün etkenlerin yeniden değiştirilmesini” alamaz.
Bu “değişiklikler” ne türden? Tekelci evresinin bugünkü aşamasında kapitalizm nitelik mi değiştirdi? Uzlaşmaz karşıtlığından mı soyundu? Bu karşıtlığın iki tarafı ya da bir tarafı ve ona bağlı olarak diğer tarafı da bir dönüşüme mi uğradı? Örneğin Swezzy’nin dediği gibi artı değerin yerine sıradan bir “fazla” ve burjuvazinin yerini “menajer”ler mi aldı? Ya da burjuva liberal propagandistlerin, bizde örneğin Çetin Altan’ın söylediği gibi gelişen teknik ve bilgisayar “çağı”nda proletarya mı dönüştü, sınıf gerçeği yerini genel bir “çalışanlar” “gerçeği”ne mi bıraktı? Tekelci sermaye azami kâr peşinde koşmaktan vaz mı geçti, “işsizlik sigortası” ve çeşitli “sosyal yardım fonları”, hisse senetli-“halka açık” şirketler bir tür sınıfsızlaşmaya mı yol açtı, burjuvaziyle proletarya arasındaki karşıtlığı mı giderdi? Ya da “bilimsel-teknik devrim” mülkiyet ilişkilerinde bir devrim olarak mı gerçekleşiyor? Bilinmez, belki emperyalistler üretim ve emeğin sosyalleşmesinin dayatması karşısında ya yıkılacakların anlayarak ya da insancıllıklarından gönüllü olarak sömürü, baskı ve zordan vazgeçme eğilimindedir. Gorbaçov’un tezi bu sonuncuya dayanıyor. Emperyalistlerin gerçeği görüp anlamaları, gerçekçi ve mantıklı olmaları üzerine, ahlakçılık üzerine söylediklerini aktaracağız. Ama şimdiden Gorbaçov, toplumun maddi ve manevi yaşamındaki gelişmelerin “her devlete kesin istekler dayattığı”nı belirtmiş bulunuyor.
Gorbaçov’un kapitalist emperyalizmin niteliğini değiştirmeye vardırarak özellikle abarttığı “değişiklikler”, öz olarak, üretici güçlerin gelişmesi, kuşkusuz bir şeyler dayatır. Önemli olan bu dayalısın karakteridir. Sorun, kapitalistlere “anlayışlı” olmanın mı yoksa gereksizleşmenin ve yok oluşun mu dayatıldığındadır. Kapitalistler üretici güçlerin gelişmesine uyum sağlama ve hatta bununla da kalmayıp “daha önce yitirilmiş olan şeylerin yeniden kazanılması olanağına (9) sahip olma yeteneğinde midirler yoksa gelişme onların varlık koşullarına mı karşıdır, Gorbaçov’un çarpıttığı nokta burasıdır.
Üretim ve emeğin sosyalleşmesi ve zıtlık içinde bulunduğu kapitalist mülkiyet ilişkileri çerçevesine sığmayarak bunalımlar ve kapitalist üretiminin önemli çöküşlerine götürmesi, burjuvazinin ortaya çıkan devasa üretici güçleri örgütle-yip yönetmedeki yeteneksizliğini ortaya koyduğu gibi, bir yandan kapitalizmin ilk gelişme dönemlerinde görülmeyen sosyal yardım fonları ve kuruluşlarının gündeme girmesine yolaçar, diğer yandan kapitalizm koşullarında olanaklı olabildiği ölçü ve biçimlerde gerçekleşebilecek planlı üretim ve kollektif mülkiyet biçimlerine gidiş eğilimine kaynaklık eder.
Üretim anarşisi koşullarında üretimin tek tek fabrikalardaki örgütlülüğünün yetersizleşmesi, hisse senetli şirketler, tekeller ve en son devlet tekeli biçiminde kolektif kapitalist mülkiyetin ortaya çıkmasına götürür. Tek bir fabrikadaki planlı üretimin yerini çok sayıda fabrikadaki üretimin birlikte planlanması alır. Ama bu planlı üretim ve onu olanaklı kılan kolektif mülkiyet biçimleri hâlâ kapitalist kalmaya, tek bir devlet tekeli oluşmadıkça, -“ultra emperyalizm” teorisiyle Kautsy haklı değildir, haklı olmadığı görülmüştür, haklı olan Lenin’dir, doğrulanan, kapitalizmin üzerinde hareket ettiği çelişmeler yumağının “ultra emperyalizm”in gerçekleşmesini olanaksız kıldığını ve bundan önce sosyalizme götüreceğini öngören Leninist tezdir,- sosyalist toplumsal mülkiyet tekelci kapitalist mülkiyetin yerini almadıkça, bir sosyal devrim tüm toplumsal ilişkileri dönüştürmedikçe, hâlâ farklı tekelci birlikler arasındaki rekabet, yine varlığını sürdürmeye devam eden üretim anarşiyi koşullarında gerçekleşir. Yalnızca tek tek fabrikalardaki üretim örgütlenmesinin yerini birden fazla fabrikadaki üretim örgütlenmesi ve fabrika bazındaki planlama yerini birden fazla işletme ve kuruluş bazındaki planlama almıştır. Bu, aynı zamanda burjuvazinin bireysel yönetici olarak yeteneksizliğinin ve sınıf olarak gereksizleşmesinin bir kanıtı olur; çünkü çok sayıda fabrikadaki üretimin planlanıp yönetilmesi, özel ya da devlet tekellerinin profesyonel yöneticiler, işletmeci ve idarecilik çalıştırmasını zorunlu kılar. “Menajerler” tezinin çıkış noktası da bu sorunun çarpıtılmasındadır. Tezin savunucuları, “menajer’leri, eskiden doğrudan burjuvaların gördükleri işleri gören bu profesyonel yöneticileri, artık başlıca kupon kesici olarak yaşamaya yönelen, işlevsel olarak gereksizleşen ama hâlâ mülkiyeti elinde tutmaya devam eden ya da eğer devlet tekeli söz konusuysa mülkiyetin tüm kapitalistler adına hareket eden kolektif kapitalist devlet elinde olduğu burjuvazi ve onun kolektif temsilcisi yerine -salt yönetsel işlevleriyle- geçirerek, onların kapitalist mülkiyet ilişkileri temelinde yöneticilik yaptıklarını gözlerden gizlemektedirler.
Evet, üretici güçlerdeki gelişmenin, sosyalleşmenin ilerlemesinin, kapitalizme bazı değişiklikler dayattığı yadsınamaz. Ama ne bu dayatma ne de yol açtığı değişiklikler, üretici güçlerin sermaye niteliğine, bu niteliğe başkaldırısına ve bunun dönüştürülmesi zorunluluğuna son verir. Tersine bu dayatmalar, kapitalizmin uzlaşmaz karşıtlığının kendi rolünü oynaması olarak ortaya çıkar ve üretici güçler ne denli gelişirse gelişsin sermaye olma niteliğini korudukça, değişmeler, bu karşıtlığı daha çok keskinleştirir ve bir sosyal devrim ihtiyacını daha çok zorunlu kılar ve ivedileştirir.
Üretici güçlerin gelişmesi, üretim ve emeğin sosyalleşme-sindeki ilerleme, sosyal üretimin gereksindiği planlı üretimi, üretimin ve değişimin denetimini, bunlar da, kapitalizm koşullarında tekelleşmeyi kutuplaşmanın sertleşmesini, üretim araçlarının daha az sayıda elde toplanmasının ve sömürünün yoğunlaşmasını geliştirir. Bir yönüyle anarşik kapitalist üretimin planlı sosyalist üretim karşısında yenilgisi anlamına gelen bu gelişme, kuşku yok ki, sanayi, bankacılık ve giderek ticaretin tek bir devlet tekeli olarak örgütlendiği sosyalizm koşullarında olduğu gibi bir planlama ve denetimin gerçekleşmesine yol açmaz; ama olabildiği kadarıyla da, burjuvazinin üretici güçleri yönetmedeki acizliğini ve kapitalizmin temelli bir sosyal dönüşümün arifesinde bulunduğunu gösterir. Bu nedenle tekelci kapitalizm çürüyen ve can çekişmekte olan kapitalizmdir, sosyalizmin arifesidir; Gorbaçov’un savuna-geldiği gibi kendini aşma, hatta yitirdiklerini geri kazanma ve kendi niteliğini ve çağı değiştirme yeteneğinde olan bir kapitalizm değil.
Daha Lenin’den önce, “çağı” değiştiren “değişiklikler”den söz açan Gorbaçov’la alay edercesine, hem de henüz yeni gelişmekte olan kapitalist tekelcilik, burjuvazinin yeteneksizliği ve gereksizleşmesi ve sosyal devrim zorunluluğu üzerine dahice bir ileri görüşlülükle Engels şunları söylüyordu: “Üretimin fabrika içindeki toplumsal örgütlenmesinin, bu örgütlenme yanında ve üstünde varlığım sürdüren toplumdaki üretim anarşisiyle bağdaşmaz duruma gelecek derecede gelişmesi olgusu, bunalımlar sırasında bir çok büyük kapitalist ile daha çok küçük kapitalistin yıkımı pahasına gerçekleşen sermayelerin güçlü yoğunlaşması aracılığıyla, kapitalistler için de elle tutulabilir bir duruma gelir…
…Bir yandan, kapitalist üretim biçimi, bu üretici güçleri yönetmeye devam etmekteki yeteneksizliğini anlamış bulunmaktadır. Öte yandan, bu Üretici güçlerin kendileri de, artan bir güç ile, çelişkinin ortadan kaldırılmasına, sermaye niteliklerinden kurtulmalarına, toplumsal üretici güçler olma niteliklerinin gerçek tanınmasına götürmektedirler.
“İşte güçlü bir gelişme içinde bulunan üretici güçlerin, sermaye olma niteliklerine karşı bu güçlü tepkileri, toplumsal özlüklerini kabul etmekte içinde bulunulan bu büyüyen zorunluluktur ki, kapitalistler sınıfının kendisini, onlara gitgide, hiç değilse kapitalist ilişkiler içinde mümkün olduğu ölçüde, toplumsal üretim güçleri olarak muamele etmeye zorlar… (Önce gelişme-MY) o çeşitli hisse senetli şirket türlerinde karşımıza çıkan biçimine götürür… Gelişmenin belli bir derecesinde, bu biçim artık yetmez; bir tek ve aynı sanayi kolunun büyük ulusal üreticileri, üretimin düzenlenmesi ereğine sahip bir birlik olan ‘tröst’ halinde birleşirler…
“Tröstlerde, serbest rekabet tekel haline dönüşür, kapitalist toplumun plansız üretimi, yaklaşan sosyalist toplumun planlı üretimi karşısında, teslim bayrağını çeker, tik anda, şüphesiz, kapitalistler yararına. Ama burada sömürü öyle elle tutulur bir hale gelir ki, yıkılması gerekir. Tröstler tarafından yönetilen bir üretime, bütünün küçük bir kupon biriktiriciler tarafından bu derece utanmazcasına sömürülmesi ne katlanacak halk yoktur.
“Eğer bunalımlar burjuvazinin modern üretici güçleri yönetmedeki yeteneksizliğini ortaya çıkarmış bulunuyorsa, büyük üretim ve ulaştırma örgenliklerinin hisse senetli şirketler ve devlet mülkleri haline dönüşümü de, bu erek için burjuvaziden ne kadar kolay vazgeçilebileceğini gösterir. Kapitalistin tüm toplumsal görevleri şimdi ücretli görevliler tarafından sağlanır. Artık kapitalistin, gelirleri cebe indirme, kuponları kesme ve çeşitli kapitalistlerin karşılıklı olarak birbirlerinin sermayelerini kaptığı borsada oynama faaliyeti dışında, hiçbir toplumsal faaliyeti yoktur. İşe işçilerin ayağını kaydırmakla başlamış bulunan kapitalist üretim biçimi, şimdi kapitalistlerin ayağını kaydırır, ve tıpkı işçiler gibi, onları, da, daha şimdiden yedek sanayi ordusu içine değilse bile, gereksiz nüfus içine atar. “Ama ne hisse senetli şirketler haline dönüşüm, ne de devlet mülkiyeti haline dönüşüm, üretici güçlerin sermaye niteliğini ortadan kaldırır… Modern devlet, biçimi ne olursa olsun, esas itibariyle kapitalist biri makinadır: kapitalistlerin devleti, düşüncedeki; kolektif kapitalist… Kapitalist ilişki ortadan, kaldırılmamış, tersine doruğuna götürülmüştür. Ama bu doruğa vardıktan sonra tersine döner. Üretici güçler üzerindeki devlet mülkiyeti, çatışmanın çözümü değildir, ama biçimsel çareyi, çözümü yakalama biçimini de içinde saklar. “Burjuva çözüm, ancak, modern üretici güçlerin toplumsal özlüğünün gerçekten kabul edilmesine, bunun sonucu üretim, temellük ve değişim biçiminin, üretim araçlarının toplumsal niteliği ile uyum haline getirilmesine dayanabilir. Ve bu da, ancak toplum kendi yönetiminden başka her yönetim için çok büyük hale gelmiş bulunan üretici güçlere açıkça ve içtenlikle el koyduğu zaman olabilir. (10)
Bunlar, üretici güçlerdeki gelişmeye bağlı olarak ortaya çıkan tekelleşme ve devlet tekellerinin oluşması üzerine Engels’in söyledikleri. Ve tekellerin oluşumu, serbest rekabetin yerini tekelin alması, kapitalizmin gelişmesinde gerçekten önemli bir değişiklik, önemli bir aşama, kapitalizmin genel yasaları geçerliliklerini korumasına karşın kendi ayırt edici yasaları da olan özel bir evrenin başlaması anlamına geliyor. Ve Engels, üretici güçlerdeki gelişmenin yol açtığı bu önemli değişikliğin kapitalizmi kapitalizm okumaktan çıkarmadığı gibi, tam tersine kapitalizmin yıkılışının faktör, birikimlerinin artışı, yıkılışın yakınlaşması ve zorunluluğunun daha de belirginleşmesi anlamına geldiğini açıklıyor. Engels ve özellikle Lenin zamanındaki tartışmalar hatırlanırsa Gorbaçov’un “tezleri” daha bir anlaşılır olacak. Bugün ileri sürülenlerden çok daha önemli olan bu değişiklik, o zamanlar daha kolaylıkla kapitalizmin niteliğinde bir değişiklik olarak, kapitalizmin planlı ve sosyalleşen ve zordan arındırılabilecek bir ilerlemesi olarak yorumlanıyor, üzerine sosyal ve ulusal barış teorileri inşa ediliyordu. Öyle ki, Gorbaçov bu önemli değişiklikle zamandaş olsaydı, her halde buna sınıfsız toplum derdi.
Şimdi ne değişti? Tekelin yerini bir başka şeyin aldığını ve dolayısıyla kapitalizmin bir başka evresinin başladığını söylemiyor Gorbaçov. Ama sözünü ettiği “değişiklikler” hem kapitalizmin hem de özel olarak tekelci kapitalizmin değiştiği anlamına geliyor. Yaptığı, izlemek durumunda olduğu “barışçıl” politikayı temellendirmek için “değişiklikler”den söz etmektir. Bir tek “değişiklik” dışında ayrıntıya: girmemektedir. Bu tek “değişiklik”, Kurşçev’in yana yakıla anlatıp durduğu nükleer silahlar ve nükleer tehlikeye ilişkin eskimiş değişikliktir. Bunun ötesinde “ekonomik, siyasal, bilimsel, teknik yeni etkenler”in sözünü ediyor yalnızca, ne nasıl ‘”değişiklikler” olduğunun üzerinde duruyor bunların ne de kapitalizmi, tekelci kapitalizmi nasıl değiştirdiğini ortaya koyuyor. İşte tek maddi “değişiklik” olarak söz ettiği şey:
“İnsanlığın üretici güçlerinde nitel bir sıçrama söz konusudur. Buna karşılık, yıkım araçlarında, askerî alanda, tarihte ilk defa, gezegenimizde yaşayan her şeyi yok edebilecek kapasite ile insanı ‘donatmış’ olan nitel bir sıçrama söz konusudur.” (11)
Devletlerin ve halkların birbirlerine bağımlılığı giderek daha da sıkılaşıyor” diyordu Gorbaçov, bir “değişiklik” olarak. Bu, aslında, bir değişikliğin sonucu olabilir. Örneğin, dünya devletlerinin bir entegrasyona gittikleri iddia edilseydi bir “değişiklik” olarak, tekeller arası rekabetin kakmakta olduğundan söz edilseydi, devletlerin ve halkların birbirine bağımlılığı bir sonuç olarak belirtilebilirdi. Ama yine de değişiklik değişikliktir. Ne anlama geliyor?
Dünyanın giderek küçüldüğü, bağımlılık ilişkilerinin her yanı sardığı bilinen bir gerçektir. Burada iki “küçük” gerçek gizleniyor yalnızca Gorbaçov tarafından. Burjuva ideologlarının, emperyalistlerin “karşılıklı bağımlılık” doktrini savunularak bu bağımlılığın, yönleri, ne tür bir bağımlılık olduğu ve kimin kime, nasıl bağlı olduğunun yanında, neye dayanarak sağlandığı sorununa değinilmiyor. İkincisi ise, hiç de yeni olmayan bu bağımlılık “yeni” bir “değişiklik” olarak sunuluyor.
Lenin, kapitalizmin ilk eğiliminden söz ediyordu, ulusallık ve uluslar ar asılaşma eğilimleri. Bunlardan ikincisi kapitalizmin tekelci döneminde oldukça ileri boyutlar kazandı. İki eğilimden biri diğerini saf dışı bırakarak kapitalizmin tek eğilimi haline gelmedi. Kapitalizm hâlâ çeşitli “ulusal” devletlere bölünmüş olarak varlığını sürdürüyor; ama bu arada, yalnızca ticaretin değil, sermayenin, üretimin, ülkeden ülkeye göç halindeki emek gücünün uluslararasılaşması eğilimi de kendini her geçen gün daha çok ortaya koyuyor. Bunlar Lenin’in tahlilleri.
Kapitalizm bir dünya pazarı yaratmakla kalmadı. Bu, daha Marks ve Engels zamanında gerçekleşmişti. Tekellerle birlikte, sermaye ihracına ve dünyanın ekonomik olarak paylaşılmasına bağlı olarak bütün ülkeler kapitalist dünya ekonomisinin halkaları haline geldiler. (Sosyalist devrimler belli ülkeleri bu ekonomi zincirinin ve kapitalist dünya pazarının dışına çıkardı. Şimdi bu durumda tek bir ülke var: Sosyalist Arnavutluk.) Sermayenin uluslararasılaşması (ve bunun esas ve itici unsuru olarak sermaye ihracı), kapitalist ve geri ülkeleri kucaklayan kapitalist dünya ekonomisinin oluşmasının ve devletler ve halkların birbirine bağımlılaşmasının temelidir. Sermayenin uluslararasılaşması, uluslararası işbölümüne, ülke içindeki işbölümünün uluslararası alana taşmasına kadar götürdü. Bazı ülkeler birkaç malın üretiminde uzmanlaştılar. Ve şu kesin ki, herhangi bir ülkedeki üretim bir başka ülkedeki üretimle dolaysız bağlandı. Şili’nin bakırını, Suudi petrolleriyle ve Amerikan yatırım mallarıyla işleyen İngiliz, Japon vb. tekel ve işletmeleri ortaya çıktı. Ve daha Engels bu duruma dikkat çekerken Gorbaçov bunu ‘”yeni” bir gelişme ya da “değişiklik” olarak ileri sürmekte sakınca görmez. (Kapitalist sanayi, daha şimdiden, hammaddelerin üretim yerlerinin oluşturduğu yerel engellerden bir dereceye kadar bağımsız bir hale gelmiş bulunmaktadır. Tekstil sanayi, büyük kısmı itibariyle, ithal edilmiş hammaddeler üzerinde çalışır. İspanyol demir maden filizleri İngiltere ve Almanya’da, İspanya ve Güney Amerika bakır maden filizleri İngiltere’de işlenir. Her kömür havzası, yıldan yıla, bu havzanın sınırları dışında büyüyen bir sanayi çevresine yakıt sağlar. Bütün Avrupa kıyısında, buhar makineleri İngiliz, bazen de Alman ve Belçika kömürü ile çalıştırılır. (12)
Bu gelişmenin devletleri ve halkları birbirine bağımlılaştırdığı kuşku götürmez. Ancak sermaye ihraç eden, hammaddeyi kullanan, üretim ve satış tekelini elinde tutanla bu tekelin dikte ettirdiği tür üretim, teknik, satış fiyatları, kâr transferi, borçlar vb. sıkıntısını çekenin ne derece “birbirine bağımlı” olduğu madalyonun diğer yüzüdür. Emperyalist ülkelerin ve özellikle süper devletlerin böyle bir uluslararasılaşmayla sömürge ve geri ülkelere kelimenin gerçek anlamıyla bağımlılaşmadıkları ama tersinin doğru olduğu, geri, sömürge ve adı üstünde, bağımlı ülkelerin gelişmiş, emperyalist kapitalist ülkelere bağlı hale geldikleri, kanıtlamak için uğraşmak gerekmeyen bir gerçektir. Kuşkusuz, sermayesini işletip geri ülkeleri talan eden, fiyat dikte ettiren tekelci kapitalist ülkeler ve onların tekelci işletmeleri de geri ülkelere bir tür “bağımlılaşırlar”. Ama bu, cellâdın idam mahkûmuna bağımlılaşması türünden bir bağlılıktır.
Kısaca, “devletlerin ve halkların birbirine bağımlılaşması” ne “yeni” bir gelişmedir ne de “karşılıklı”dır. Yenilik olarak, uluslararasılaşma sürecinin ilerlemesinden, uluslararası ekonominin giriftleşmesinden ve sömürü ve zora dayanan bu “birbirine bağımlılaşma”nın ulusal yağma ve talanı artırıp derinleştirdiğinden, yeni yağma yöntemlerini gündeme soktuğundan ve ulusal isyan birikimi ve duygularını geliştirdiğinden söz edilebilir.
Ama Gorbaçov “devletlerin ve halkların birbirine bağımlılaştığı” ve “yenilik” tezinde ısrarlıdır; bu ve ayrıntısına inmediği diğer “ekonomik, siyasal, bilimsel, teknik yeni etkenlerin”, “her devlete kesin istekler dayattığı” (doğal ki bu arada başlıca nükleer yığınak “yeni etkeni”nin dayattığı) düşüncesini, “yeni politik düşünce” olarak geliştirme ihtiyacındadır.
Kuşkusuz kapitalistlere nesnelliğin, maddi yaşamın gelişmesinin, ekonominin kendi yasaları uyarınca kendiliğindenliğinin dayattığı edimler olabilir. Engels, uzunca aktardığımız pasajında üretici güçlerin gelişmesinin, üretim ve emeğin sosyalleşmesinin tröstleri, mümkün olabildiğince planlamayı ve kapitalistlere gereksiz nüfus içine atılmayı, kupon kesen toplumsal gerekmezler haline gelmeyi dayattığını belirtiyordu. Ama Engels, bu gelişmenin kapitalist çelişmeyi ve kutuplaşmayı gidermediği gibi, keskinleştirdiğini, sosyal uyumu değil kapitalizmin yıkılışım yakınlaştırdığını ve dayattığını ortaya koyuyor ve önemlisi nesnel bir gelişmenin değerlendirilmesinden hareket ediyordu ve zaten alıntıladığımız Anti-Dühring’i başlıca nesnelliğin yerine idealizmin, kurguculuk ve iradenin geçirilmesinin eleştirisi olarak kaleme almıştır. Gorbaçov’sa, hem gerçek maddi değişiklikler, gerçek dayatmalara yol açacak ve açan gerçek değişiklikler bulma güçlüğünden hem de aldatmaca amaçlı bütünüyle iradecilik ve sübjektivizm üzerine kurduğu “yeni politik düşüncelinin idealist içeriği nedeniyle ve üstelik ideolojik ve siyasal olarak emperyalizmi ve kapitalizmi aklamak, dünya proletaryası ve halkları karşısında sömürücü, baskıcı ve saldırgan konumuna ilişkin hayaller yaymak, emperyalizmi kabullenilmesi gereken bir kaçınılmazlık olarak sunarak emperyalist-sosyal emperyalist dünyayı halkların bilincinde meşrulaştırmak amacıyla, nesnel değişme etkenleri yerine sübjektif etkenleri, istekleri, anlayışlı oluşu ve oluş arzusunu, kabullenmeyi, kısaca düşünce vs duygulara ilişkin süreçleri dayatıcı olarak sunuyor. Şunları söylüyor Gorbaçov:
“Biz gerçekçiyiz ve iki dünyayı birçok şeyin ayırdığını, hem de köklü bir şekilde ayırdığını kesin olarak bilmekteyiz. Fakat bütün insanlığın ivedi sorunlarının çözüme kavuşturulması zorunluluğunun, onları (emperyalistleri, başlıca ABD’nin yönetici çevrelerini, diyor Gorbaçov-MY) bizimle ortak hareket etmeye zorlayacağını…. da kesinlikle biliyoruz. İşte çağın gerçekliklerine uygun çözüm yollarını araştırmaya iten uyarıcı etken de burada yatmaktadır. Tarihin ve sosyal ilerleyişin akışı, giderek daha hızlı bir şekilde, halklarla devletler arasında, bütün dünya çapında yaratıcı ve yapıcı bir etkileşimin oluşmasını gerektirmektedir.” (13) ve:
“Temaslarımızı, devletlerarası ilişkilerde diyalog… temelinde yürütmeye başladı. Bu, güven ufkunun, alışılagelmiş felsefi yelpazenin sınırlarının çok ötesinde genişletilmesi olanağını sağladı. Böylece, bizden ideolojik olarak çok uzak, etkili çevrelerde bile, kayda değer bir karşılıklı anlayış, birlikte var olma ve işbirliğini kabul etme potansiyelini keşfettik.”14 Süs olarak “iki dünyayı birçok şeyin köklü bir şekilde ayırdığının söylenilmesi dışında, aktarılan iki uzun pasajda nesnellikle ilgili tek şey var: “etkili çevrelerde işbirliğini kabul etme potansiyeli” bulunması. Ama o da Gorbaçov’un kastettiğinden farklı bir anlama gelmek üzere. “Etkili çevreler” Gorbaçov’la, emperyalistler Sovyet sosyal emperyalizmiyle işbirliği potansiyeli taşıyorlar, potansiyel taşımanın ötesinde yapıyorlar. Emperyalistler arasındaki ilişkinin yalnızca çatışma olarak belirmediği, işbirliği olarak da şekillendiği gerçektir. Çatışma ve işbirliği, dönem dönem biri ağırlıklı olmak üzere, genellikle birlikte emperyalistler arası ilişkinin bütünlüğünü oluşturur. Nitekim bugün ABD ile SSCB arasında çatışma konu ve alanları yok değildir, Afganistan sorunu, Polonya, Angola gibi. Ama Amerikan emperyalizminin ve diğer Batılı emperyalistlerin Gorbaçov perestroykası ve glasnostuna destek verdikleri, Afganistan’da uzlaşma sürecine girdikleri, nükleer yığınağı ve daha başka şeyleri koz olarak kullanarak dünya proletaryası ve halklarına devrimi ve devrimci şiddeti ve alt üst oluşları yasaklamaya çalıştıkları, birlikte sosyal barış ve sosyal pasifizmi örgütlemeye yöneldikleri de açıktır. Sözü edilen işbirliği gerçekten olagelmektedir, sevimsiz, aldatıcı ve kanlı bir işbirliği olarak. Bu işbirliğinin tek bir amacı vardı: sosyalizmi birlikte ezmek, rayından çıkarmak, halkların ulusal kurtuluş hareketlerini yatıştırmak ve bastırmak ve diğer emperyalistler aleyhine güç oranına göre dünyanın nüfuz alanlarına bölünmesi olarak yöresel yeniden paylaşımını gerçekleştirmek.
Bu anlamıyla işbirliği olgusundan söz edilmesinin nesnelliğini bir yana bırakırsak, iki pasaj da bir sübjektivizm yığıntısıdır. Gorbaçov’un kastettiği gibi dünya barışı için “işbirliği”, “karşılıklı anlayış”, “güven ufkunun genişlemesi”, “bütün insanlığın ivedi sorunlarının çözüme kavuşturulması zorunluluğu” ve bunun emperyalistleri “sosyalizmle ortak harekete zorlaması”, “halklarla devletlerarasında yapıcı bir etkileşimin oluşmasını gerektirmesi” gibi düşüncesizlik belirtisi olarak bir araya yığılmış “yeni politik düşünce” unsurları, şu iki açıdan sübjektivisttir, hayalcidir: birincisi, “iki dünyanın çok şeyle köklü olarak ayrıldığı” bir çağda ne bütün olarak insanlıktan söz edilebilir ne de burjuvazi ve proletarya (ve aynı zamanda emperyalizm ve ezilen halklar) olarak bölünmüş insanların ortak ivedi sorunlara sahip olabileceğinden. Hele bölünmüş insanlığın sorunlarının kapitalist emperyalistlerle ortak olarak çözülebileceği fikri, tam bir hayal olmaktan öteye gidemez. İnsanların, proleterlerin ve halkların sorunları zaten emperyalistlerle, onlar tarafından sömürülüp baskılanıyorlar ve sorunlarını onlarla birlikte çözecekler! Devletlerarasında yapıcı bir etkileşim emperyalist kapitalizm koşullarında olanaksızdır. Hele halklarla devletlerarasında buna ancak gülünür. Bunun gibi… ileri sürülenler hayalcidir, nesnel duruma, onun zorunluluklarına uymamaktadır; üretim ve emeğin durmaksızın sosyalleşmesi ile mülk edinmenin özel niteliği ve bunun sınıfsal yansısı olarak proletarya ile burjuvazi arasındaki uzlaşmaz karşıtlık temelinde var olan kapitalizm ve onun çelişmelerini yoğunlaştırarak ortaya çıkıp gelişen kapitalist tekelcilik ve emperyalizm gerçeğine, onun can çekişmekte üzerine kurulu olduğu, karşıtlığın gelişen yönü tarafından uyuşulup etkileşim içine girilecek, ortaklaşa davranılacak değil yok olmaya götürülecek oluşuna, maddenin bu dayatışına bütünüyle aykırı düşmektedir. Gorbaçov’un “dünyadaki değişiklikler” olarak “keşfettikleri”, gerçek ve maddi değişiklikler değil, hayaller ve yakıştırmalardır. O düşünsel süreçlerinde “keşifler” yapmakta,’ emperyalizmi aklayıp onaylayan kurmacalarla oynamaktadır.
Gorbaçov sübjektivizminin yukarıdaki pasajlardaki ikinci belirişi, birincisinin uzantısı olarak ortaya çıkmakta ve hayalleri, olmayan şeyleri, gerektiriciliğinin, zorunluluğunun temeli, dayatıcısı göstererek kendi düşünsel süreçlerinin girdabında dolanmakla kalmamakta, emperyalistlerin düşünsel süreçleri, politik tutum ve eğilimlerini dünyadaki “değişiklikler”e ilişkin “keşifler”inin hareket ettiricisi olarak benimseyip niyet, istek, “anlayış”, “kabul ediş”, “güven”, “emperyalistlerin insanların ivedi sorunlarını çözmek için ortak hareket etmeye zorlanacakları” yolundaki “kesin” inanç gibi sübjektif faktörleri değerlendirmelerinin kalkış noktası yapmaktadır. Madde yerine bilinçten, maddi süreç ve değişiklikler yerine düşünsel süreç ve değişiklik ve eğilimlerden çıkartılan “yeni politik düşünce tarzı” pek materyalist ve gerçekçi oluyor böylelikle! Emperyalistlerde “karşılıklı anlayış” ve “işbirliğini kabul etme” düşüncesi ya da eğilimi gören ve onların “insanlığın ivedi sorunlarını çözüm”‘ derdine düşerek, saptadığı işbirliğini “kabul etme” tutumunu’ benimseyeceklerini hesaplayan Gorbaçov, “çağın gerçekliklerine uygun çözümlerin uyarıcı etkenin burada yattığını”, vurgulamakta ve kendisinin ve emperyalistlerini istek, düşünce ve eğilimlerini “tarihin ve sosyal ilerleyişinin akışı” kavramına yükleyerek gerekirliğe, zorunluluğa varmaktadır. Zorunluluktan düşünceye değil, düşünceden zorunluluğa bu yolculuk Gorbaçovun beyninde “dünya çapında yaratıcı ve yapıcı bir etkileşim” gerekliliği “kesin” sonucuyla yansıyor; İşte önemli “keşif”! Artık dünya ve insanlık kurtulabilir! “İvedi sorunların çözümü” için sosyalizm zorunluluğundan da kurtulunuyor böylelikle. Sosyalizme ne gerek!
Gorbaçov, hareket tarzım ve buna temel oluşturan “yeni politik düşüncesini” dünyadaki değişiklik olarak “keşfettiği” emperyalistlerin çeşitli siyasal eğilimlerine, üstelik tekellerin ve emperyalizmin doğasına, maddesine aykırı olarak onlara izafe ettiği “insanca” eğilimlere dayandırmaktadır.

Dünyadaki Başlıca Çelişmeler ve Bunlardaki “Değişmeler”
Gorbaçov her şeyde olduğu gibi dünyadaki başlıca çelişmelerde de değişiklikler yapmakta, ama yine her “değişiklik”te olduğu gibi ne bunların ayrıntısına girmekte ne de “değişiklikler”i nesnelliği yönüyle inceleme konusunu edinmektedir. Kafasına koyduğu sonuçlara temel hazırlama, bu sonuçları ortaya koyma amacıyla “değişiklik” sözü etme durumundadır.
Gorbaçov, her şeyi kendisine bağladığı, dünyadaki tüm gelişmeleri onu odak edinerek izah ve çözme perspektifiyle ele aldığı -aslında emperyalistler arası bir çelişme olan- ABD ile SSCB arasındaki çelişmeyi kastederek “İnsanlığın geleceği bakımından birinci ve en önemli olan çelişkiler grubu iki sistemin, iki oluşumun devletleri arasındaki ilişkiler bağlıdır” (15) diyor. SSCB’nin sosyalist bir ülke olmadığı gerçeğini bir yana bırakalım. Bugün dünyadaki en önemli çelişmenin iki sistemin devletleri, kapitalist ve sosyalist ülkeler arasında olup olmadığı tartışmasına da girmeyelim. Her hangi bir çelişme “en önemli”, “ön plana çıkan”, “zincirin kavranacak halkası” durumunda olsa da olmasa da diğer çelişmelerin bu çelişmeye tabi kılınarak ele alınmasının ve dolayısıyla kapitalist ülkelerle sosyalist ülkeler arasındaki çelişme “en önemli” bile olsa, örneğin emperyalizmle ezilen halklar arasındaki çelişmenin çözümünün onun gelişmesine bağlanmasının yanlışlığına değinerek geçelim.
Gorbaçov Amerikan “tekelci burjuvazisinin sağ kanadının” saldırgan eğiliminden (“sol kanat” ne ola ve ne tür bir eğilim taşıya ki?) söz ettikten ve “durum hiç de o kadar tehlikesiz değil” dedikten sonra, “biz, kendi hesabımıza, uluslararası durumu köklü bir şekilde iyileştirmek için, elimizden gelen her şeyi yapmaya hazırız” güvencesini vermektedir. Ve çalışma irdelenmesi yerine sıra hemen niyet ve istek belirtmeye gelmektedir:
“Dünyadaki gelişme perspektiflerine zıt görüşlerin mücadelesi ve çatışması, özellikle karmaşık bir nitelik kazanmıştır. Dünyada, muazzam nükleer stokların biriktirildiği ve uzmanların, yalnızca, bunun insanlığı kaç defa yok edebileceğini tartıştıkları bir zamanda, savaşın eşiğinden, dehşet dengesi politikasından, iki sisteme bağlı devletlerarasında normal, uygar ilişki biçimlerine geçmek zamanı çoktan gelmiştir.
“… Nükleer savaşın bütünüyle kabul edilemez olmasıyla birlikte, devletlerarası ilişkileri düzenleyen kural, sistemlerin cepheleşmesinden çok, barış içinde yan yana yaşaması olmalıdır.” (16)
Ve Gorbaçov tüm bunları, sorumluluğunu başlıca ABD’deki “tekelci burjuvazinin sağ kanadı”na yüklediği “emperyalizmin… sosyo-ekonomik özü, onu, iki sistem arasındaki rekabeti askeri cepheleşmeye dönüştürmeye sürüklemektedir. Sosyal niteliği gereği emperyalizm, durmadan saldırgan, maceracı politika üretmektedir.” (17) saptamasını yaptıktan sonra söylemektedir.
Birbirinden her şeyiyle farklı iki sosyal sistem olacak ve bu iki sistemin devletleri arasında her alanda, ekonomik, siyasal, kültürel vb. olduğu gibi askeri alanda da cepheleşme olmayacak! Rekabet “barışçıl” olacak, “barış içinde yarışılacak” ve “uygarca”, “barış içinde yan yana yaşanacak”! Sosyalizm, sosyalist bir ülke emperyalizm hakkında hayaller beslemeden barış politikası izler, barış içinde bir arada yaşama ilkesini hayata geçirmeye çalışır. Ama bu politikanın şu ya da bu ölçüde başarısı, emperyalizmin karşısına yığılan güçlerin, dünya proletaryası ve halklarının, barış yarılısı ülkelerin güç ve mücadelesinin boyutuna, özellikle saldırgan emperyalist ülkelerin içindeki barış ve devrim güçlerinin güç ve eylemlerinin gelişkinliğine ve sosyalist ülkelerin güç ve tutumlarının caydırıcılığına, barış politikası izlerken her yönüyle toprağa sağlamca basışlarına bağlıdır. Emperyalistler kendilerini zorunlu ve köşeye sıkışmış hissetmeden, ülkelerinin emekçilerinin savaşa karşı soluklarını duyup savaş açma durumunda başlarına gelebilecekleri -tahminin ötesinde- emekçilerin günlük eylemlerinde bulup çıkarmadan savaştan kaçınmayı düşünmeyeceklerdir. Sosyalist ülke ya da ülkeler yeterince güçlü değillerse, emperyalistler savaştan kaçınmayacaklardır. Pasifist hayallerle emperyalistlerin savaştan caydırıldığı görülmemiştir, emperyalizmde “uygarca” yönelimler ve “barışçıl” tutumlar “keşfetmek”, ancak, emperyalistlerin saldırganlığının koşullarını geliştirir, saldırganlıklarını artırır.
Ama Gorbaçov, başlıca nükleer silahların büyük bir yıkıcı güce sahip olduğu ve bir nükleer savaşın yıkıntıya yol açacağı gerçeğinden hareketle, önce üzerinde durduğumuz “ortak çıkar ve işbirliği” yaklaşımıyla, emperyalistlere yalnızca “uygarca ilişki” ve “barış içinde bir arada yaşama” teklif etmekle kalmıyor; bunun zorunlu olduğunu, “dayatıldığını” vurguluyor, bu “olmalıdır” diyor. Emperyalizme karşı ve ona rağmen bir barış mücadelesi ve tutumuyla, sosyalist bir ülkenin dış politika ilkesi olarak barış içinde bir arada yaşamayla, emperyalistlerle birlikte ve işbirliği halinde, onlar ikna edilerek, “anlayışlı ve kabul edici” olmaları temelinde bir “barış” ve “barış içinde bir arada yaşama” ve bunu elde etmeye yönelik tutum birbirinden tümüyle farklıdır. Birincisi, Leninist emperyalizm teorisine dayanarak, onun ekonomik, politik gericiliğine ve askeri saldırganlığına karşı mücadeleyi, ikincisi, bu teoriyi yadsıyan, emperyalizmin barışçıllaşabileceğini ve onunla bu temelde işbirliği yapılabileceği hayalini ve ona karşı değil, onunla birlikte dünya proletaryası ve halklarına karşı mücadeleyi benimseme anlamına gelir.
Kapitalizmle sosyalizm, tekelci kapitalist ve sosyalist devletler arasındaki çelişmenin barışçıl bir karakter kazanışı, zamanın uygar ilişki biçimleri zamanı oluşu, yalnızca sosyalist ülkenin değil emperyalist ülkelerin de uluslararası ilişkilerini düzenleyen kuralın “barış içinde yan yana yaşama” olması gereği, dünyanın bugünkü koşullarının, farklı sistemlere bölünüşünün bugünkü özel evresinin(!) ayırt edici özelliği oluyor Gorbaçov’a göre!
Dünyanın ve tekelci kapitalizmin Gorbaçovcu kurgusal “değişimler”ine bağlı olarak kapitalist ve sosyalist ülkeler arasındaki çelişme de niteliksel dönüşüme uğramıştır! Kuşkusuz, yine kurgusal olarak ve Sovyet ekonomisinin içinde bulunduğu zor durumun, durgunluk ve çöküntüyü gidermek için yapılmakta olan yeni düzenlemelerin yarattığı geçici olarak savaştan kaçınma, geri çekilme ve tavizler politikası şeklinde nitelenebilecek Gorbaçovcu “barışçıllığın”, “teorik” temelini sağlamak ve emperyalistlerle barışçıl işbirliğini olanaklı kılmak üzere… Benzer kurguyu Kruşçev de yapmaya çalışmıştı.
“Emek ile sermaye arasındaki çelişkiler, giderek ağırlaşan çelişkilerin en önünde yer alıyor” (18) diyen Gorbaçov devam ediyor: “70’li yılların ortasından bu yana, giderek daha sıklaşan ekonomik bunalımlar ve üretimdeki yeni teknolojik yapılanma, durumu değiştirdi; bunlar, sermayeye, karşı saldırıya geçme, emekçilerin sosyal kazanımlarından büyük bir kısmını geri alma fırsatını verdi… bu dönem, tekellerin, emekçilerin haklarına karşı özellikle en uygun ve en acımasız bir saldırısıyla kendini belli etmektedir… bazı kapitalist ülkelerde bir bütün olarak iç durumun, politikanın büyük ölçüde sağa kaymasının, uluslararası ilişkiler açısından yaptığı ciddi tehdit de sessizce geçiştirilemez. Böyle bir dönüm noktasının sonuçları önceden kolayca kestirilemez, bunların tehlikesi küçümsenemez.”(agy)
Karamsar bir tablo ve umut ışığı yok! Bunalım ve teknolojik ilerlemenin kapitalistler lehine sonuçları söz konusu ediliyor, gelecek açısından bile proletarya lehine bir olumlu olasılıktan bahsedilmiyor. Sağa kayış, tehlike, tehdit… Ve bunların uluslararası alana yansıması. Proletaryaya korku aşılamak istenmesi, hele uluslararası ilişkilere yansıyan kapitalist gericiliğin geliştireceği nükleer tehlikeyle proletaryanın eylemsizleştirilmeye çalışılması. İleride Gorbaçovcu bir profesörün bu koşullarla proletaryaya ne önerdiğini göreceğiz.
Emperyalistler arası çelişmelere gelince, Gorbaçov bunların keskinleşmekte oluşundan söz açıyor. Kapitalist ve sosyalist ülkeler arası gelişmelerin keskinleşmekte olduğunu söylemeyen, onları yumuşak ve daha da yumuşama potansiyeli taşıyan çelişmeler olarak gösteren Gorbaçov, emperyalistleri birbirine düşürmeye kararlıdır. Sübjektivizmi, onu yumuşamakta olan kapitalist ile sosyalist ülkeler arası çelişme ve keskinleşmekte olan emperyalistler arası çelişme değerlendirmesine götürmekte, bunu ABD-Avrupa vb. çelişmelerinden yararlanma isteği neden olmaktadır, “barış içinde bir arada ortak çıkarlar temelinde yaşama” ihtiyacını temellendirmek amacıyla dünyanın ve dünya kapitalizminin değiştiğini ileri sürerek “değişiklik etkenleri” sıralayan, sürekli “değişiklikler” üzerinde duran Gorbaçov, iş emperyalistler arası çelişmeye gelince, bu alanda aynı “değişiklik etkenlerinin” hiçbir rol oynamadığını belirtiyor:
“Yüzyılımızın son on yılları, emperyalistler arası çelişkilerin yeniden alevlenmesiyle ve bunların yeni biçim ve yönelimlerinin ortaya çıkmasıyla belirginleşmiştir. Kapitalizmin bu çelişkiler grubu, ne sınıf yakınlıkları, ne kuvvetlerin yeniden gruplaşmasına duyulan ilgi, ne ekonomik, siyasal ya da askeri bütünleşme, ne de bilimsel ve teknik devrimle aşılmıştır… Kapitalist yeniden üretim koşullarındaki büyük karmaşıklık, bunalım süreçlerinin çokluğu ve sıklığı, uluslararası rekabetin keskinleşmesi, emperyalist rekabete özel bir şiddet ve sertlik kazandırmıştır.” (19)
Emperyalist rekabet “özel” olarak şiddetlenmiştir. Burada özel bir abartma var ve bununla yetinmeyen Gorbaçov, Avrupa ve Japonya’nın ABD’ye karşı çıkacaklarını belirttikten sonra, emperyalistler arası çelişmenin daha da karma-şıklaşıp şiddetleneceğini, çünkü yeni “kapitalist kuvvet merkezleri”nin sahneye çıkacağını iddia ediyor.  “Alt emperyalizm” teorisini kalkış noktası alıyor olmalı, Gorbaçov emperyalizm ve mali sermaye egemenliği koşullarında geri ülkelerin, emperyalist ülkeler ve hele süper devletler karşısına yeni rakipler olarak çıkabilecekleri ve çıkacakları iddiasında:
“Bugün içinde bulunduğumuz dönemde emperyalistler arası çelişkinin özgüllüğü, önümüzdeki on yıllarda yeni kapitalist ‘kuvvet merkezlerinin sahneye çıkmasıyla, onların genel görünümlerini değiştirebilme olanağını da içeriyor. Bu da, kuşkusuz, bir bütün olarak çelişkilerin daha büyümesine, bunların daha sıkı bir şekilde iç içe geçmelerine ve keskinleşmelerine yol açacaktır.” (20)
Ve yine yetinmiyor, bir başka “yeni çelişme” daha gündeme getiriyor: “çok uluslu şirketlerle ulusal devlet biçimi arasında” çelişme:
“Günümüzde çokuluslu şirketler ile toplumun siyasal örgütlenmesinin ulusal devlet biçimi arasında yeni bir çelişkiler düğümü ortaya çıkmakta ve bu düğüm hızla sıkışmaktadır. Çokuluslu şirketler, hem gelişmekte olan ülkelerin, hem de gelişmiş kapitalist ülkelerin egemenliğine zarar vermektedir.” (21)
Ve Gorbaçov, “çokuluslu şirketlerin çekirdeği, Amerikan şirketlerinden oluşmuştur” demektedir.
Brezilya, Meksika gibi dış borç yükü altında ezilen Latin Amerika ülkeleri, Hindistan ve kim bilir belki de önümüzdeki yıllarda gelişmiş ülkelerle yarışacağımızı söyleyen Özal’ı haklı çıkararak Türkiye “yeni kuvvet merkezleri” olarak dünya sahnesine çıkacaklar! “Alt emperyalizm” teorisini işleyenlerin üzerinde spekülasyon yaptıkları ülkeler bunlar. Bağımlı “ulusal” mali sermayelerle bu ülkelerin emperyalist vasallarına karşı dikilebilmeleri olmak üzere, emperyalist sermayeye bağlı olarak gelişmiştir. Onların tekelci sermayeleri, kendi ulusal pazarı temelinde kendini yemden üretmemektedir, ya daha başlangıçta uzantı olarak oluşmuş ya da sonradan bağımlılaştırılmış durumlarıyla emperyalist kapitalist yeniden üretim sürecinin bir parçası ve unsurudur. Olağanüstü koşullarda, örneğin bir sosyal devrim ve belirli bir sosyalist inşa dönemi sonrası kapitalizmin restorasyonu gibi bir gelişme sonucu yeni bir kuvvet merkezi doğma olasılığı yadsınamaz. Çin örneğinde olduğu gibi. Ama olağan koşullar göz önüne alınırsa Gorbaçov’un hayal peşinde olduğu söylenmelidir.
“Çok uluslu” tekellerden kaynaklanan “yeni çelişmeye” gelince, bu yeni bir durum olmadığı gibi, sözü edilen çelişme, bir yönüyle emperyalizmle ezilen halklar, bir diğer yönüyle de emperyalistler arası çelişmede kendini ortaya koymaktadır.
“Çok uluslu” şirketler yeni ortaya çıkmadılar, onların varlığına dayanarak “yeni çelişmeler” keşfetmeye gerek yok. “Çok uluslu” şirketlerin tarihi, sermaye ihracının tarihi kadar eşitidir ve bu tür şirketler tekelleşme olgusunun oluşup gelişmesine bağlı olarak dünyada görülmeye başlamışlardır. Kapitalizmin uluslararasılaşma eğiliminden ve bu eğilimin tekelci dönemde hızlı bir şekilde geliştiğinden söz etmiştik. Bu eğilim, ortaya çıktığı ülkenin sınırları içine sığmayan mali sermaye ve tekelleri bir çok ülkede dal budak salmasına, uluslararası tekelci gruplar arasında anlaşmalara, dünyanın ekonomik olarak paylaşılmasına ve bunun biçimi olarak uluslararası kartellere, bir diğer biçim olarak ise -sermayenin ihraç edildiği ülkelerde yeni yatırımlara yönelmesin ya da kurulu işletmeleri yutma yoluyla kendine bağlayarak kendisini yeniden üretmesiyle- uluslararası tekelleri ya da söylendiği şekliyle “çok uluslu şirketler”in ortaya çıkışına yol açtı. “Mali sermaye, yeryüzünün doğrudan paylaşılmasına götürdü” diyen Lenin, açarak şunları da söylüyor:
“Kapitalist tekel grupları… kendi ülkelerinin bütün üretimine, çok ya da az mutlak ölçüde sahip olarak, ilkin iç pazarı paylaşırlar. Ama kapitalist düzende, iç pazar, zorunlu olarak, dış pazara bağlıdır. Kapitalizm, uzun bir süreden beri dünya pazarını yaratmıştır. Sermaye ihracı arttıkça ve büyük tekel gruplarının yabancı ülkeler ve sömürgelerle ilişkileri ve ‘nüfuz bölgeleri’ her bakımdan genişledikçe ‘pek doğal olarak’, işler, bu gruplar arasında genel bir anlaşmaya ve uluslararası kartellerin kurulmasına doğru yöneliyordu.
“Sermaye ve üretimde görülen evrensel yoğunlaşmanın bu yeni derecesi, daha önceki dönemlerde görülenden çok yüksektir. Bu süper-tekel durumunun nasıl oluştuğunu görelim.”
Ve Lenin, bu süper-tekel durumuna, sermaye ve üretimde görülen ülke içi ve dışı evrensel yoğunlaşmanın bu yeni derecesine Alman tekeli AEG’yi örnek vererek devam ediyor:
“Bu şekilde büyüyen ünlü AEG, holding sistemi yoluyla. 175-200 şirkete hükmetmekte ve 1,5 milyar marka ulaşan bir sermaye bütününü çekip çevirmektedir. Yalnızca dış ülkelerdeki temsilciliklerinin sayısı 34’tür; bunların 12’si, sermayesi hisse senetlerine bölünmüş şirket olup, 10’dan fazla devlet sınırı içindedir.” (22)
Görüldüğü gibi, “yenilik”, kapitalizmin son bir kaç on yıllık “çağdaşlaşmasının ürünü değildir, Gorbaçov dönemine özgü değildir. Bu gerçek bir yeniliktir, ama eski bir “yenilik”, emperyalizm ve proletarya devrimi çağına özgüdür ve Lenin tarafından çözümlenmiştir. Bugünkü yenilik, bu sürecin gelişmesinden, uluslararası tekellerin güçlenmesinden, sermayelerinin ve yatırımlarının Lenin dönemine oranla olağanüstü büyümesinden ibarettir.
Ve yine Lenin, “tekel gruplarının, ilkin iç pazarı paylaştığım” söylemektedir. Zaten üretim ve sermayenin yoğunlaşmasını incelerken Lenin, birbirine bağlı ve paralel uluslararası süreçlerden de söz etmekle birlikte, yoğunlaşma ve buna bağlı olarak merkezileşmenin başlıca tek tek ülkeler pazarı çerçevesinde, ilkin iç pazarı ele geçirip paylaşarak gerçekleştiğini göstermiştir. Bunun anlamı, tekellerin uluslararasılaşmakla birlikte, sermayeleri, yatırım ve çıkarları itibariyle “ulusal” bir yöne de sahip oldukları ve başlıca belli bir ülke damgasını taşıdıklarıdır. Buna uygun olarak Lenin 10’dan fazla ülkenin sınırı içinde etkinlik gösteren AEG’den Alman tekeli olarak söz etmektedir. Almanya sınırlarını zorlayan bir Alman tekeli…
Yine Lenin bu süper-tekel durumundan bugünkü Gorbaçov’un çıkardığı türden “yeni” bir çelişme çıkarıp bunu incelemeye girişmemiştir. Bu durum, emperyalistleri ilgilendirdiği kadarıyla, dünyanın çeşitli tekel grupları arasında bölüşülmesinin sorunları açısından, emperyalistler arası bir çelişmenin bir göstergesi ve somutlanışıyken, uluslararası tekellerin paylaşıp yağmaladıkları ülke halklarıyla ilişkileri açısından, emperyalizmle ezilen halklar arasındaki çelişmenin bir görünümü ve biçimlenişidir. Uluslararası bir boyut kazanan örneğin Amerikan tekeliyle Alman tekeli arasında -kuşkusuz uluslararasılaşmanın doğurduğu çeşitli karmaşıklıklarla birlikte- ve onlarla ezilen halklar arasında çelişmeler…
“Hem gelişmekte olan ülkelerin hem de gelişmiş kapitalist ülkelerin egemenliğine zarar veren”, çokuluslu şirketler, bilinen ve tekellerle ortaya çıkan uluslararasılaşma eğiliminin ötesinde, “toplumun siyasal örgütlenmesinin ulusal devlet biçimiyle” çelişiyorlar. “Devletler bağımsızlık istiyor”: bu Çin’lilerin “üç dünya teorisi”nin temel sloganlarından biriydi. Bugünkü Gorbaçov da benzer bir yönelimin teorisini yaparak bu sloganın hayat bulduğu çelişmeyi ortaya koymaktadır. “Yeni kapitalist kuvvet merkezleri” de bu çelişme temelinde ortaya çıkacak olmalı!
Üstelik “emperyalizm ile gelişmekte olan ülkeler ve halklar arasında karmaşık ve hareketli bir çelişkiler bütünü oluşmuştur” diyen Gorbaçov, geri ülkeleri kastederek, “insanlığın çoğunluğunu oluşturan halkların hayatında, yavaş, çetin, ama geriye dönüşü olmayan bir sosyo-ekonomik dönüşümler süreci doğmuştur” (23) diye eklemektedir. Ülkeler ve halklar… Ülkelerin egemen sömürücü ve genellikle gerici, tekelci, feodal, faşist yönetici sınıflarla sömürülen, ezilen emekçi halklar olarak bölünüşünü, aynı “üç dünya” teorisyenleri gibi görmezden gelerek, farklı “ulusal” biçimle-nişleriyle uluslararası mali sermayenin ayrı merkezler etrafında örgütlenmesinden kaynaklanan çelişmelere sahip olmakla birlikte, ortaya çıkışı ve gelişmesiyle bağımlı olduğu emperyalizmle birleşmiş geri ülke tekelci burjuvazisinin (ve genel olarak egemen sınıflarının) bu bağımlılık ve birleşmişliğini yadsıyan Gorbaçov, “gelişmekte olan ülke ve halkları”, bütünlük içinde emperyalizmin karşısına koymakta ve üstelik aralarında “bir çelişkiler bütünü oluşmuştur” diyerek yeni bir oluşumu tanımladığı iddiasına varmaktadır. “Geri dönüşü olmayan bir sosyo-ekonomik dönüşümler sürecinin doğmasının ortaya çıkardığı yenilik! Bu “yenilik” egemen ve ezilen sınıfları birleştirdiği gibi, bütünlük halinde emperyalizm karşısına dikilmelerine neden olan türden bir “yenilik”tir. Ayrı bir “kuvvet merkezi” olarak tarih sahnesine çıkmaya götürecek bir “sosyo-ekonomik dönüşüm süreci”… Geri ülkelerin, sömürgecilik sisteminden kurtularak “ekonomik bağımsızlıklarını elde etmekte oldukları tezinin yanı sıra, bunun daha ileri bir boyutta ifadesi anlamına gelmek üzere yeni sömürgeciliğin yağmasından kurtuluşun da gündemde olduğu -ve zaten göreceğimiz gibi “yeni sömürgecilik olmadan kapitalizmin mümkün olabileceği- tezini öne süren Gorbaçov bu düşüncelerini şöyle belirtiyor:
“Bütün bunlar (yeni sömürgeci uygulamaları MY) sonsuza kadar sürüp gidemez… Er ya da geç kapitalizm, burada da, şiddet ve utanmazca yağma politikası ile adil bir temelde işbirliği yapma olanağı arasında bir seçim yapmak zorunda kalacaktır. Çözümler hem köklü, hem de gelişmekte olan halkların çıkarına uygun olmalıdır.” (24)
Zorunluluk olarak dayatan öylesine derin ve köklü “sosyo-ekonomik dönüşümler süreci” gelişmiş ve gelişiyor ki, yeni sömürgecilik “sonsuza kadar sürüp gidemez” oluyor ve kapitalizmi “er ya da geç halklarla işbirliği yapmak zorunda” bırakacak. Sosyo-ekonomik nesnel süreçlerde seçme yapmak durumu oluşmaz, seçmeyi nesnelliğin kendisi yapar kendi yasaları uyarınca; ama burada Gorbaçov emperyalizmin ekonomisinden ayırdığı politikasının sözünü ettiği için, Kautsky gibi, emperyalizmi “tercih edilmiş” bir politika olarak kavradığı için, dayatmış bir “seçme” nitelemesi yapıyor, emperyalistlerden, adil ve “halkların çıkarına uygun” çözümler talep ediyor. “Emperyalizm ve gelişmekte olan ülkeler ve halklar arasında” ne kadar “karmaşık ve hareketli yeni bir çelişkiler bütünü oluşmuş”! Ne çelişki! Ne uzlaşmazlık! Çelişkinin tarafları beraberce adalet üretecek, çelişkiyi çözecekler! Ne diyalektik! Ve çelişkinin ne denli “yeni” yorumlanışı! “Yeni politik düşünce tarzı”nın önemli bir unsuru bu!
Gorbaçov “yenilik” adına, ne bilim, ne felsefe, ne politik ekonomi ve sonuç olarak ne de politika tanımaktadır. Gerçeklikten kopukluk bu kadar olur.
Ve Gorbaçov, sınıf perspektifini silerek emperyalizmle, gericilikle işbirliğini dayatan, “çağdaş dünya’nın “değişiklikleri”nin önemli bir itici etkeni ve göstergesi olarak yeni bir başlıca çelişmeyi daha belirtiyor:
“Başka bir grup çelişkinin -uygarlığın bizzat var olmasının (emelleriyle ilgili olan global çelişkilerin- çözümlenmesi, ciddi sonuçlar doğurmaktadır. Her şeyden önce sorun çevrenin, hava ve okyanusların kirlenmesi, doğal kaynakların tüketilmesini sorunudur… bir zamanlar Engels de doğadan yararlanmayı pazar güçlerinin kör oyununa bağlamaktan ibaret olan uygulamaların ne kadar zararlı sonuçlar doğurabileceğini görmüştü. Ama burada ayrıca, bütün insanlığın malı olan gezegendeki kaynakların rasyonel biçimde işletilmesini güvence altına alacak uluslararası etkin ve yetkin mekanizmalarla çalışma yöntemlerinin gerekliliği de giderek kendini duyurmaktadır.”
“Bir devlet ya da devletler grubu bütün insanlığı ilgilendiren dünya sorunlarını kendi başına çözebilecek güçte değildir. Bu durum, ülkelerin çoğunun dünya çapında işbirliğini, sıkı ve yapıcı ortak eylemini gerektiriyor. Yaşadığımız dönemin kesin buyruğu işte budur.” (25)
Söze gerek var mı, ya da neresine ne söylemeli?
Uygarlığın, sömürü ve şiddete yaşamsal olarak bağlı, yıkıcı, çürümüş bir uygarlığın, uzlaşmaz bir zıtlık üzerine kurulu ve yerini sömürüşüz, baskısız, insanın kendisinin ve doğanın efendisi olacağı özgürlük dünyasına bırakmaya yazgılı bugünkü kapitalist uygarlığın “bizzat var olmasının temelleriyle ilgili çelişki”nin çözümü, bu uygarlığın yaşaması yönünde olamaz, yıkılarak dönüşmesini, proletaryanın sosyalist devrimini gereksinir. Sınıfsız toplum uygarlığını ve buna geçiş döneminin uygar toplumu olarak sosyalist toplumun kapitalist uygarlığın yerini alması zorunludur. Kim bugünkü -kapitalist- uygarlığı emperyalistlerle işbirliği halinde, ortak eylemlerle yaşatmaya çalışırsa çalışsın, “döneme” ne denli “kesin buyruklar” yüklerse yüklesin, bu zorunluluğu yok edemez.
Çevre ve doğal kaynaklar sorunları, Engels’in de Anti-Dühring’de belirttiği gibi, kapitalizme de belli yaptırımlar dayatarak -başka bir şeyden değil kâr kaygısından- onu sanayinin kıra taşınmasına -örneğin- itmesine, kapitalistler çevreyle ilgili belirli tutumlar almaya zorlanmasına karşın, çevre sorunlarının kapitalizm koşullarında çözümü olanaksızdır. Bu, “uygarlık” adına ne denli güzel sözler söylenirse söylensin değiştirilemez. Bunu belirten Engels’i, “ama” diyerek, değiştirip yadsıyan Gorbaçov, her başlıca çelişmeye ilişkin olarak yaptığı gibi, bu orijinal “yeni” çelişmeyi de emperyalistlere, onlarla işbirliğine havale ediyor. Kapitalizmle çevre ya da genel olarak doğa arasında bir çelişme vardır kuşkusuz, ama çelişme kapitalizmledir, onun tarafından ya da onunla birlikte çözülmesi, kapitalizmin maddesine terstir. Sorunun çözümü, sınıfsız topluma bağlanmıştır; bu soruna ilişkin bugünden bir şey yapılamaz değildir, ,ama yapılacak olanlar, kapitalizme karşı olarak yapılmak zorundadır. İnsanla doğa arasındaki çelişmeyi, uygarlığın koşullarından soyutlayarak başlıca çelişmeler arasında saymak ve çözümü için tüm uygar ülkeleri işbirliğine çağırmak, pek “insanca” bir görünüm vererek, sorunun, insanlık, çevre ve sınıflar-üstü bir sorun olarak insanlığın temel sorunu olduğu yolundaki yanılsamayı geliştirici ve destek artırıcı olabilir. Ve Gorbaçov, buna oynamaktadır, yeşil çevreyi kazanmak istemektedir -ama bugün bulundukları durumlarıyla. Bunlar, geçici destekler olabilir, insanların kapitalizm koşullarında çözüm hayallerinden kopmaları kaçınılmazdır çünkü. Kapitalizm üzerine geliştirilen hümanist hayaller, kapitalizmin yıkıcılık ve insana karşı doğası önünde er geç darmadağınık olmak durumundadır.
“Dönemin kesin buyruğu”, insanlığın birleşmesidir; ama bugünkü parçalanmışlığın doğal ve mantıki sonucuna varması yoluyla, önce parçalanmışlık koşullarının alt üst oluşu ve tersine dönmesiyle, yani, sosyalizmle, sosyalist devrimle. Bu, parçalanmanın gelişmesi aracıyla birliğin güçlendirilmesinde temel bir adım olacaktır ve sınıfsız toplum, tam bir birlik ve İnsanlık, özgür insanın efendiliği dönemi olacaktır. “Yaşadığımız dönemin kesin buyruğu işte budur.”
“Dünyadaki değişiklikler”le ilgili sözümüzü bitirirken yaratıcılık övünmesiyle Gorbaçov’un meydan okuyuşunu, Marksizm’den tam kopuşta kararlılığını ilan edişini dinleyelim:
“Dünyadaki temel değişikliklerin analizi sürecinde, tercihlerimizi sınırlayan ve bir ölçüde de, gerçek niyetlerimizi olduğundan başka göstermeye yeminli olanlara gerekçe sağlayan birçok basmakalıp düşünceyi aşıyoruz.” (26) Gorbaçov, kapitalizmle bütünleşme ve emperyalizmle işbirliği “tercihinde” ısrarlı, öfkeyle “niyetlerini çarpıtanlara” , temel sağlayan basmakalıpçılığı aştığını söylüyor. Basmakalıpçılığa Marksizm’de yer yoktur, biz de karşıyız. Yeter ki, , basmakalıp görülüp “aşılan”, sınıf zıtlığı, mücadelesi, kapitalizmin bu zıtlık üzerine kurulu olduğu ve her hangi türden “işbirlikleri” ile onaylamayacak şekilde sosyalizmin arifesini ifadelendirdiği, sınıf mücadelesinin zorunlu olarak proletarya devrimi ve iktidarına ve onun aracıyla sınıfsız topluma götüreceği gibi temel tezleriyle Marksizm olmasın! Gorbaçov, hiç de yaratıcı olmayan ve öncüllerini, Bernstein’ı, Kautsky ve Kurşçev’i, onların esikmiş tezlerini yineleyerek, Marksizm’i aşıyor; “Marksizm’in basmakalıpları” yerine, “insancıllık” görünümü altında, kapitalizmin ve emperyalizmin aklanmasını, sınıf ve sınıf mücadelesi gerçeğinin bütünlük, ortak çıkar ve işbirliği ile değiştirilmesini geçiriyor. . Bunun için, değişip dönüşmesini önlemek için, dünyayı kafasında amacına uygun bir şekilde değiştiriyor.

Nükleer Tehdit, İnsanın Var Olma Hakkı ve Ortak İnsani Değerler
Gorbaçov, kapitalizmi düşünsel yolla kökten değiştirerek teorik temelini yaratmaya uğraştığı “yeni politik düşünce tarzını, insanın, insanlığın, insani değerlerin istismarıyla geliştirip emperyalizmle işbirliği ve kapitalizmle bütünleşmesini, geçici barış ihtiyacını ve dünyanın özellikle Amerikan emperyalizmiyle anlaşma yoluyla paylaşılmasını meşrulaştırma ve dünya devrimini yatıştırıp boğma amacına yöne-‘ lirken nükleer yığınak ve tehdidin oluşturduğu tehlikeyi hareket noktası olarak kullanıyor. İşe şöyle başlıyor:
“Şimdiye kadar hiçbir zaman gezegenimiz böylesine büyük siyasal ve fiziksel gerginlikler altına girmemiştir. Hiç bir zaman insan doğaya böylesine büyük bir bedel ödememiş ve kendi eliyle yarattığı gücün (nükleer güç-MY) karşısında bu kadar zayıf kalmamıştır.” (27)
Korkutma devam ediyor ve birbiriyle bağlantılı ön varsayılan iki özelliğiyle iki “zaman”, “dönem” tanımı yapıyor:
”…muazzam nükleer stokların biriktirildiğini” ve uzmanların, yalnızca bunun insanlığı kaç defa yok edebileceğini tartıştıkları bir zamanda…” ve
“…insanlığın yaşamını sürdürmesinin dünyadaki temel sorun, dünyadaki ortak payda olduğu bir zamanda…” (28)
Zaman öyle bir zaman ki, nükleer yığınak ver ve “dünyadaki temel sorun” insanlığın yaşamını sürdürmesi oluyor, ne sınıf kalıyor ne sosyalizm. Öncelikle, nükleer silah yığınağının nedeni ve hedefi göz ardı ediliyor; dünya proletaryası ve halklarının ve mücadelelerinin bastırılıp ezilmesi (ve kendisini ve ülkesini sosyalist gösteren Gorbaçov’a göre sosyalizmin ezilmesi), öte yandan rakip emperyalist ülkelerin j ve tekellerin dünyayı paylaşımları konulu rekabetlerinde üstün gelme hedefleri ve bu arada savaş sanayisinin çıkarları görmezden geliniyor. Ve doğal ki, tümünün temeli olarak emperyalizm aşamasında çürüyen, ekonomik, siyasal, kültürel, proletarya ile burjuvazinin uzlaşmaz karşıtlığına dayanan kapitalizm görmezden geliniyor.
İnsan yaşamının tehdit edildiği bir gerçektir. Önceli, sömürü sistemleri ve egemen sınıflarının aç gözlü çıkarlarının peşi sıra, insanları ölüme gönderen kapitalizmdir, emperyalist burjuvazinin dünyayı talan emelleridir. Tam da insanın ölümden, nükleer ve konvansiyonel tehditten, savaş tehlikesinden kurtarılması için emperyalist kapitalizme son vermek gerekirken, ölümle korkutulan insanlığın “yaşamını sür: dürmesinin temel sorunu” ilan edilerek, insanın korkusuzca yaşama sorununun da çözümünün gizlenmesi ve toplumsal gerçeklikten, ortaya çıkış ve varlık nedeninden, kaynağından soyutlanmış bir “yaşam sorunu” adını zalimle mazlumun, suçluyla mağdurun bir “ortak payda”da bir araya getirilmesi, yalnızca, insan ve insan yaşamı üzerine spekülasyon yapan Gorbaçovcu modern revizyonizmin çürümüşlüğünü, korkutulan insanları, sesini çıkarmadan, sonuçlarını göze almaktan caydırılmaya çalışıldığı başkaldırısından uzak durarak emperyalist-revizyonist sisteme boyun eğmeye yönelten sömürücü, zorba emperyalist emellere sahip oluşunu gösterir.
Yaşam sorununun çözümünün de bağlandığı “zaman”ın temel sorunu, insanın yaşama hakkını da tehlikeye atan emperyalist kapitalizmin tasfiyesidir.
Gorbaçov, savaş sanayi, silahlanma yarışı ve savaşın emperyalizmin doğası olduğu, tüm bu iğrençliklerin emperyalist kapitalizmin varlığından kaynaklandığım söylemiyor, bu durumda emperyalizme karşı mücadele ve onun tasfiyesi sorununu gündeme getirmiş, en azından ima etmiş olacaktır; yalnızca silahlanma yarışını emperyalizmin başlattığını söyleyerek, insanlık sorunu ile emperyalizmin bağlantısını kuruyor. İzleyelim:
“Emperyalizmin başlattığı silahlanma yarışı, 20. yüzyılın bu son döneminde, dünya politikasını şöyle bir sorunla karşı karşıya bırakmaktadır: İnsanlık nükleer tehlikeden kurtulabilecek mi, yoksa, nükleer çalışma ihtimalini yükselten cepheleşme politikası mı üstün gelecektir?” (29)
Yanıt şu:
“İnsanlığa var olmak ya da olmamak hakkı verilecek mi sorusuna ‘hayır’ cevabım veremeyiz.”
“…Bütün insanlığın ivedi sorunlarının çözüme kavuşturulması zorunluluğunun, onları
(emperyalistleri, sermayenin yönetici merkezlerini MY) bizimle ortak hareket etmeye zorlayacağını, insanlığın şimdiye kadar görülmemiş kendini koruma güçlerini uyanık tutacağını da kesinlikle biliyoruz.” (30)
Özü şu: İnsanlık nükleer tehlikeden kurtulur tabi, “var olma hakkı” vardır, ama insanlar bu “hakkın” kıymetini bilmeli, “kendini koruma güçlerini uyanık tutarak” doğru seçim yapmalılar, bu seçim, insanlık adına revizyonistlerle ortak harekete zorlanacak emperyalistlere karşı çıkmamak, kapitalist-revizyonist gericiliğin insanlığın sorunlarını çözüme kavuşturmalarını beklemek, ama kesinlikle devrim için harekete geçmemektir! Gorbaçov’a göre, insanlar “var olma hakları” ile yetinmeli ve sorunlarının çözümünü emperyalistler ve sosyal emperyalistlere bırakmalıdırlar. Aksi durumda nükleer tehlike insanlığı kurban alacaktır! Ve kesinlemeyle pekiştiriliyor:
“Nükleer felaketin önlenmesi, uygarlığın yaşayabilmesi için bu etkileşim zorunludur.” (31)
Başka türlüsü mümkün değil, ‘benimle emperyalist merkezlerin anlaşmasını ve geleceğiniz üzerine, nasıl sömürülüp, yağmalanacağınız, nasıl bastırılıp ezileceğiniz üzerine kararlar almamızı kabullenmezseniz’ nükleer felaket önlenemez, uygarlık yaşayamaz, diyor Gorbaçov. Ve “insancıllık”, “yeni politik düşünce tarzı’nın temel unsuru!
ABD ‘Komünist’ Partisi ulusal komite üyesi “akılsız dost” Viktor Perlo’ya göre, Gorbaçov’la ABD dış işleri bakanı George Schultz’un “yeni politik düşünce tarzları” bu noktada uyuşuyor ve Schultz Gorbaçov’un ortaklık davetini onaylıyor. Aktaran Perlo:
“Schultz’un ‘yeni düşünce tarzı bir noktada Gorbaçov’un düşünce tarzıyla uyuşuyor: ‘Bununla birlikte, termonükleer çağda, her iki tarafın sağ kalmakta ortak çıkarı vardır; bu nedenle her iki taraf da bu rekabeti yumuşatma, nükleer silahları denetlemek için yollar arama ve savaş tehlikesini azaltma gayreti içerisindedir. Nükleer silahlardan arınmış bir dünya, bizim, Sovyetler Birliği’nin ve diğer bütün ulusların üzerinde anlaşabileceği son hedeftir.” (32)
Oysa “yeni politik düşünce tarzları” arasında farklılık var: Schultz hiç olmazsa “insanlığın yaşama hakkı” ve “ortak sorunu” olarak sunmuyor sorunu, “her iki tarafın (ABD ve Sovyet emperyalistlerinin) da sağ kalmakta ortak çıkarı var” diyor; O, kapitalizmde, onun tekelci aşamasında “yaşama hakkı’nın insanlığı birleştiren “ortak payda”lığı üzerinde durmuyor, gerçekçilikte, bu “hakkı” emperyalistlere özgü görüyor, dil ucuyla “bütün diğer uluslar”ı da sayıyor, egemenleri kastederek, ama ne “insan” ne de “halklar”‘ edebiyatı yapıyor. Ancak, söylenmelidir ki, Gorbaçov’la, Amerikan emperyalistlerinin yöneticilerinin  “yeni düşünceleri” özünde aynı. Gorbaçov’un bunu saptamasını ve aynılık’ın geliştirilmesi çağrılarını ileride göreceğiz.
Şimdi, “değişen dünya koşullarında”, özellikle nükleer tehdit ve “insanlığın var olma hakkının temel sorun” olduğu koşullarda, birincinin ikinciyi dayatması ve çözümünü kapitalizm çerçevesinde olanaklı kılmasına bağlı olarak, Gorbaçov’un “mücadelenin”, -ne “mücadelesi” denmesin, çıkarsamalarla tahmin yürütülsün, emperyalizmi ikna “mücadelesi”nin, onunla birlikte proletarya ve halklara, devrim ve sosyalizme karşı “mücadelenin” dememek için yalnızca “mücadelenin diyor Gorbaçov-, “başlıca eğilimi” üzerine görüşünü aktaralım ve sonra “çağımızın önceliği” sorununa gelelim:
“Bizce, günümüz koşullarındaki mücadelenin başlıca eğilimi bütün halklar açısından saygıdeğer, gerçekten insani, maddi ve kültürel hayat şartlarının yaratılması, gezegenimizdeki hayatın güvence altına alınması, onun zenginlikleri konusunda, her şeyden önce, bu gezegenin en büyük zenginliği olan insanın kendisi ve onun yetenekleri konusunda tutumlu bir tavır içine girilmesidir.” (33)
Sanıyorsunuz ki, Gorbaçov, sınıfsız toplum için mücadeleden söz ediyor, bunun için ilk adım olarak sosyalizmi önüne koyuyor. “Gerçekten insani maddi ve kültürel hayat şartlarının yaratılması”nın başka yolu yok çünkü. Ve yine sanıyorsunuz ki, “gezegenimiz” uzaylılar tarafından tehdit ediliyor ve korunması gerekiyor. Ama hayır, tüm bunlar, bugünkü koşullarda olacak, kapitalizm koşullarında. Çünkü insana ilişkin “tutumlu bir tavır” önerisinden anlıyorsunuz ki, “günümüz koşullarından” kaynaklanan “yaşam hakkı”na yönelik bir tehdit var.
“Günümüz koşullarında” yaşama hakkı ayaklar altındadır. İş “kazaları”ndan tutun emperyalist genel ve bölgesel saldırı savaşlarına kadar, insanların nedenli nedensiz idam sehpalarına çıkarılmasından Afrika’nın açlıktan kırılışına kadar, işkenceden sokaklarda insan kurşunlanmaya kadar emperyalistler, burjuvazi ve gericilik her yeri kan gölüne çeviriyor. Nagazaki ve Hiroşima halkının yaşadıkları, Amerikan emperyalistlerinin nükleer silahlarla yapabileceklerinin kanıtı. Ve Gorbaçov, “günümüz koşullarında yaşama hakkı” ile yetinmeyerek, “insani maddi ve kültürel koşulların yaratılması” sözü ediyor. “Günümüz koşullarında”, kapitalizm çerçevesinde, emperyalistlerle birlikte, işbirliğiyle…
Kapitalizm, insanın emeğine ve kendisine yabancılığı koşulları üzerinde yükselmekte ve bu koşulları her gün yeniden ve geliştirerek üretmektedir. Kapitalizmde insan, bölünmüşlüğüyle, yabancılaşma içindedir. Proletarya, emeğinin koşullarına, çalışmasına, yarattığı değerlere/ürüne ve buradan yansıyarak, yaşamın ideolojik-kültürel-siyasal süreçlerinde tinsel varlığına, genel olarak söylenecek olursa maddi ve manevi insani değerlere yabancılaşma durumundadır. Üretimi -kendisi tarafından belirlenmeyen koşullarda-gerçekleştirmekte, tüm değerleri üretmekte ama emeğinin sonuçları, üretim sürecine katılmayan ve yalnızca üretimin gerekli bir koşulunu, sermaye haline sokulmuş biçimiyle üretim araçlarını elinde bulunduran burjuvazi tarafından sahiplenilmektedir. Emeğini ve emeğinin sonuçlarım, yarattığı tüm maddi değerleri kendisi için, kendi emek ve maddi yaşam koşullarının geliştirilmesi için kullanamayan proletarya, insan için olmayan, insani olmayan bir üretim ve değişen sürecinin tutsağıdır. Bu maddi süreç aynı zamanda ideolojik boyutlu bir süreçtir de, ideolojik yanılsamalar kaynağıdır. Tüm düşünsel süreçlerin, fikirlerin çarpık bir hal alması, kendisi için, insanın ve insansal olanın gelişimi için üretemeyen proletarya, çeşitli ideolojik ve siyasal süreçlerde kendisine yabancı kılınmakta, kültürel ya da kültürsüzlük şekillendirilmişliğiyle kendisine ve insana karşıtlık içinde yaşamaya mahkûm edilmektedir. Emperyalistler tarafından, kendi yaşam koşullarıyla hiç ilgisi bulunmayan, tamamen emperyalist amaçlı savaşlara sürülmesi, ölüme gönderilmesi, bu durumun bir ifadesidir.
Bu yabancılaşma durumu, burjuvazi için de geçerlidir. Bir başka yönüyle, kendi emek ürünü olmayana sahip çıkan burjuvazi değil bizzat sermaye tüm maddi ve bundan yansıyan manevi süreçlere damgasını vurmakta, sermayenin fetiş karakteri tek tek burjuvaların düşünen insan olarak varoluşunun, insan oluşunun, kendi özgür iradesiyle davranabilmesinin engeli olmakta, iradesinin ancak dayatılmış bir doğrultuda gerçekleşebilmesini dayatmaktadır. İnsanca davranma eğilimi içine girmesi bile, burjuvazinin, bizzat sermayenin kendi gelişim yasaları yönündeki dayatmalarıyla, kapitalist süreçten dışlanması, iflas ya da benzer bir durumla yüz yüze kalması sonucunu doğurur.
Yabancılaşma, ideolojik, kültürel, ruhsal bunalımlara da yol açarak rolünü oynayan kapitalist bunalımlarla birlikte, hiç de küçümsenmeyecek boyutlarda yaşamdan vazgeçilmesine, ölümün tercih edilir hale gelişine götürmektedir. Özellikle gelişmiş kapitalist ülkelerde intiharlar yaygındır, komşusuyla yanşamayan, onun sahip olduğu tüketim aletlerine sahip olmayan emekçilerden tutun iflas eden ya da zorda kalan burjuvalara kadar birçok insan kurtuluşu ölümde aramaktadır. Kapitalizmde, insani bir tutku olan “yaşam tutkusunun zıddına dönüşmesi anlaşılmaz değildir, ölümün kolaylıkla tutku haline gelmesi kapitalizmin üzerine kurulu olduğu çözümsüz insani süreçlerin kanıtıdır. Özelikle bunalım dönemlerinde artan ölümü seçme eğilimi, Gorbaçov’un yaşama hakkı ve tutkusuyla bağlantısını kurduğu “bugünkü koşullar”ın, kapitalizmin “ölüm hakkı” açısından hakkının yendiğini göstermektedir.
Ve işin bir başka yönü, “insan tutkusu” olarak “yaşam tutkusu”nun kendi diyalektiği gereği, “ölümü göze almış” ile tutkusal birliği ve özellikle insani olmayan maddi ve manevi toplumsal koşullarda genellikle bu ikisinin bir arada bulunuşu, sosyal pratik tarafından da kanıtlanılagelen bir gerçektir. Kapitalizmin intiharlara yönelttiği insan, yaşayamaz kılındıkça, kurtuluşunun yollarını aramaya ve yaşayabilmek için ölümü göze almaya da yönelebilmektedir Sosyal kurtuluş bilinciyle, Marksist öğretiyle silahlanarak ya da bilinçsizce ve kendiliğinden, ulusal dürtülerle ya da başka itici güçlerin rol oynayışıyla, ama özellikle sosyalist bilince kavuştukça insanlar, emekçiler sosyal ve ulusal kurtuluş için ya da yalnızca yaşamını sürdürebilmek için, en azından eskisi gibi yaşamaya devam edebilmek için, sömürü, baskı ve zorbalığa başkaldırmakta ve insanca yaşayabilmek için ölümü göze alabilmektedirler. Bilinçli ya da bilinçsiz emekçi yığınların öznesi oldukları onca sosyal ve ulusal alt üst oluşun, onca devrimin gösterdiği bir gerçektir bu. Binlerle öldürülüp katliamlara hedef edilen emekçilerin, eğer “eskisi gibi yaşayamaz” duruma bir kez gelmişlerse, ölüme aldırmadan, kurtuluş savaşlarını sürdürdükleri bilinmez değildir. Bu nedenle ölümle Korkutarak, birleştiği kapitalist emperyalist sistemin devamını sağlamaya katkıda bulunmaya çalışan Gorbaçov’un, bu çabasında ancak geçici olarak başarılar elde edebileceği, oluşturduğu ideolojik yanılsamalarla emekçileri ancak geçici süreler için korkuyla kendisi için ve insan olarak var olma eğiliminden geri tutulabileceği, maddi koşullar başkaldırı için olgunlaştıkça, emekçi yığınların ne onu ne de başkasını dinlemeyecekleri kesindir. Marksistlere düşen, in sanların kurtuluşu sürecini, emekçilerin, proletaryanın sosyalist kurtuluş mücadelesinden geçen bu süreci görünür kılmak, bunun için eğitim ve aydınlatma faaliyetini aralıksı; sürdürmektedir. “İnsanın kendisi konusunda tutumlu davranmak” yerine onun kurtuluşu için gerekenleri yapmaktır.
Ama Gorbaçov tümüyle değişik düşünmektedir. O, insanlığın sınıflara bölünmüşlüğünü ve proletaryanın mücadelesi ve sosyalizmden giderek insanlığın kurtuluşuna varmaya yadsıdığı gibi, insanı sınıflar-üstü bir varlık olarak sunmakla da yetinmemekte, daha ileri giderek insanı sınıfın karşısına koymakta ve önceliğin bu ne olduğu belirsizleştirilmiş “insana” verilmesi gerektiğini ileri sürmektedir, doğal ki yine, “değişiklikler” ve özellikle “nükleer tehdit” korkutmasıyla:
“Nükleer tehdidin artışı, öteki global sorunların alevlenişi ve dünyadaki tüm süreçlerin uluslararasılaşması ile belirlenen günümüz gerçeklerinden hareket ederek, Gorbaçov: “işçi sınıfını, çıkarları ile bir bütün olarak insanlığın çıkarlar arasındaki karşılıklı ilişkiyi, Marksizm’de başından beri var olan bu düşünceyi daha derinlemesine anlamayı amaçladık. Bu bizi, ortak insani değerlerin çağımızda önceliğe sahip olduğu sonucuna götürdü. Yeni politik düşüncenin çekirdeğini bu oluşturmaktadır.” (34)
“Bir bütün olarak insanlığın çıkarları”, işçi sınıfının çıkarları karşısında öncelikli! Peki, bu “bir bütün olarak insanlığın çıkarları” ne türden çıkarlar olsa gerek? Bugün insanlığı, işçi sınıfıyla bir arada var edenler kimler? Burjuvazi değil mi? Burada söylenen işçi sınıfıyla burjuvazinin “çıkarlar bütünlüğü”, birlikte varoluşlarının devamı, çıkarlarını sınıf barışı aracılığıyla uyumunun sağlanmasının sınıf çıkarlarından geldiği, daha açık bir deyişle sınıf çıkarları ve mücadelesinin yerine geçirilmesi gerektiğidir. Gorbaçov ve bu fikrin çekirdeğini oluşturduğunu söylediği “yeni politik düşünce”si burada iyice vuzuha kavuşuyor: “Değişiklikler” Sınıf gerçeğini yok etmiştir, artık “bütün olarak insanlık ve insanlığın çıkarları” var! Önemli olan insanlığın çıkar bütünlüğüdür diyor Gorbaçov olmazı olur yaparak! Ama insanlığın çıkar bütünlüğü olanaklı mı, burjuvaziyle proletaryanın bir arada var oluşunun olanaklı tek biçimi olan kapitalizm onların “çıkar bütünlüğü” değil zıtlığı uzlaşmazca karşıt oluşlarıyla tam bir uyumsuzluk gerçeği, sınıf uyumu değil mücadelesini koşullandıran tarihsel bir gerçeklik değil mi? Zıtlık içindeki çıkarlarca sosyalizm koşullandırılmıyor mu?
Ve “çağımızda önceliğe sahip insani değerler” neler olabilir? Maddi değerler olarak, her türlü maddi zenginlikler, üretim araçları, ulaşım araçları, topraklar, madenler… Bunlar proleterlerin “ortaklığı” iddia edilebilir mi? Proleterler yoksa bankalara mı ortaklar ya da hisse senetli şirketlere mi? Dağlar, ormanlar, yeşillikler ve sulara mı? Ama bunların tümü metalaşmış değil midir, özel mülkler ya da devlet mülkleri halinde değiller midir? Elbet bu durumları son bulacaktır ve proletarya bunların ateşe verilmesini gereksinmemektedir. Ama şimdiki konumlarıyla, burjuvazi kendi mülkleri olarak onları istediği gibi tasarruf ederken, kâr hırsıyla madenleri kötü işletir, verimsizleştirip köreltirken, kıyıları yağmalayıp ormanları, yeşili sorumsuzca tüketip bozlaştırırken, suları ve havayı kirletirken, üretim araçlarını insana karşı kullanırken, proletarya onunla çıkar ortaklığı içinde değil ancak zıtlık halindedir.
Manevi değerler “ortaklığı” açısından durum farklı mıdır? Bireycilik ve kolektivizm mi “ortak değerler”dendir, sömürü ve baskıyla dayanışma ruhu mu? Çürümüş ideolojik kültürel değerleriyle burjuvazi, sosyalist ideolojik-kültürel değerlerle bütünüyle uyumsuzluk halindedir. Yoksa Tanrı mı “ortak değer”, ama o doğa karşısında -giderilmekte olan- aczin değersizliğidir. Bilimler mi? Burjuvazi bilimlerin gelişmesini ve sanayiye uygulanmasını ancak kârlıysa gerçekleştiriyor. Proletaryanın çıkarı ise sınırsız bilimsel teknik gelişmededir. Burjuvazi özellikle toplumsal bilimleri çarpıtıyor, düzenin devamının araçları haline getirmeye çalışıyor onları ve bilimsel olmayanı bilimsel olarak sunuyor. Göreceğiz Gorbaçov, “demokrasi”yi “ortak değerler”den sayıyor. Üzerinde durmaya değmez. Hem yazımızın ilk bölümünde Özgürlük Dünyası’nın 2. sayısında yeterince durduk hem Kautsky gibilerinden bu yana sınıflar-üstü “demokrasi” anlayışı yeterince açığa çıkarıldı.
Peki, burjuvaziyle proletaryanın “ortak değerleri” olarak tak insani değerler” ne anlam ifade ediyor? Bunun anlamı tektir; burjuva değerlerin proletaryaya kabul ettirilmesi, proletaryanın burjuva değerlere sahip çıkarılması, onların peşinden sürüklenmesi. “Değer ortaklığı” ancak, burjuva değerlerin benimsenmesi ile olanaklıdır. Gorbaçov Batının burjuva değerlerini benimsemekte ve sahip olduğu revizyonist “değerleri” bile bu amaçla terk etmekte özgürdür, ama kısmen ve geçici olarak başarı sağlayabilmesi olasılığı bir yana, proletaryayı burjuva değerler sisteminin, kapitalizmin kalıcı bir unsuru yapabileceğini sanmasın. Burjuva değerler sistemini çekirdek edinen “yeni politik düşünce”sinin sonu, Kruşçev’in yeterince sistemli olmayan benzer düşüncelerinin yanına, tarihin çöplüğüne atılmak olacaktır.
Sınıfsal ve ulusal çıkarlardan kaynaklanan ayıklara kıyasla “bu değerler (“genel insanlık değerleri” deniyor yukarda-MY) öncelikli bir önem kazanıyor.
“Bu öncelik, sınıf konumlarından, sınıf savaşımından, komünist partisinin devrimci özünden vazgeçme anlamına mı geliyor? Bu soruya yanıt ararken, nükleer uzay çağında insanlığın genel çıkarlarının önceliğinin, sosyal ilerlemenin vazgeçilmez önkoşulu olduğundan yola çıkılmalıdır… Buradan, ilerleme olanağının ve böylece de sosyal ve sınıfsal görevlerin yerine getirilebilme olanağının olması için, sınıfsal engellerle bölünmüş toplumsal güçlerin BİRLİKTE ÇABASI ve karşılıklı ödün vermeleri gerektiği sonucu çıkmaktadır.
“Bu bağlamda işçi sınıfının savaşımının ödevleri ve değerler ve hedefler sistemi ve hiyerarşisi üzerinde komünistler yeniden düşünmelidirler. Geçmişte, sınıf karşıtına karşı, toplumun sosyal yeniden düzenlenmesi için bağlaşıklıklar oluşturuldu… Fakat günümüz koşullarında devrimci görevlerin gerçekleştirilmesi, HANGİ SINIFA DÂHİL OLURSA OLSUNLAR tüm insanları ilgilendiren yaşamı -sürdürme savaşımı çerçevesi içindedir. Durumun tersliği, SINIF KARŞITININ, bu genel insanlık görevlerinin gerçekleştirilmesinde kendisiyle BİRLİKTE ÇALIŞAN GÜÇ OLMASI GEREKLİLİĞİ’nde yatmaktadır.” (35)
Artık yeter, fazla söze gerek yok.
Kısa özet: Başlıcası nükleer silahların yok ediciliği olan “yeni değişiklikler” oldu dünyada; insanların var olma hakkı ve yaşama mücadelesi esastır; bütün insanlığın genel çıkarları önceliklidir ve sosyalizmin koşuludur; sınıfsal görevlerin yerine getirilmesine sıra gelmesi için ya da sınıf mücadelesinin olanaklarının var olması için burjuvazi ve emperyalistlerle birlikte çaba harcanması gereklidir; proletaryanın değerleri ve hedefleri değişmiştir; günümüzde, sınıf karşıtına karşı mücadele değil, burjuva değerleri sistemi çerçevesinde burjuvazi ve emperyalistlerle birlikte çalışma bir gerekliliktir, insanlığın bekası için sınıfsal barış ve uyum gereklidir; proletarya ve halklar emperyalistlerin önünde secdeye gelmelidir! Özü ve “çekirdeği” ile “yeni politik düşünce tarzı” budur…

Savaş Olanaksızlığı-Barış, Siyasal Çözüm Zorunluluğu-Diyalog
Gorbaçov, “günümüz koşullarındaki mücadelenin başlıca eğilimi”, “insan ve yaşama hakkı konusunda tutumlu bir tavır içine girilmesidir” diyordu. Bunun için “insanlığın ortak çıkar ve değerleri, sınıf karşıtıyla, burjuvazi ve emperyalistlerle birlikte, işbirliği halinde ortak çabayla” sahiplenilip korunacaktı! Şimdi bunun savaş-barış sorunu açısından taşıdığı anlamı görelim (Tutumlu davranma çağrısı yapan Gorbaçov devam ederek):
“İşte biz, bu alanda kapitalist sistemi, kalıcı barış koşullarında bizimle yarışmaya çağırıyoruz.” (36)
Kapitalizm koşullarında ve kapitalistlerle bir arada yaşama ve yarışmada “kalıcı barış koşulları”! Günümüz kapitalizmi tekelci kapitalizm koşullarında, kapitalizmin emperyalizm aşamasında “kalıcı barış”! Emperyalist barış değil sözü edilen, kalıcı bir barış. Sömürü ve zorbalık üzerine kurulu, dünyanın paylaşılması ve halkların yağmalanması olmadan var olmayacak emperyalizm döneminde barış -hem de kalıcı. Paylaşımın barışçıl ve barışçıl olmayan biçim ve türleri vardır, birbirinin devamı olan, bir diğerinin koşullarını üreten; paylaşımın diyalektiği, emperyalist barışın savaşa dönüşmesidir ve tersi. Çünkü paylaşımın güçten başka aracı ve emperyalistler arası ilişkinin güçten başka anahtarı ya da kaldıracı yoktur ve güç ilişkileri, emperyalizm aşamasında iyice hızlanan kapitalizmin ve kapitalist devletlerin eşitsiz gelişimine bağlı olarak sürekli değişme içindedir. Bu durum, dünyanın yeniden ve yeniden paylaşılmasını dayatır, bu anlaşmalar yoluyla barışçıl da olabilir, savaş yoluyla da. Hangi yolla olduğu ve olacağından çok, güce dayanan paylaşımın kaçınılmazlığı önemlidir, çünkü somut koşullarına bağlı olarak güç ilişkileri, bugün barışçıl yarın barışçıl olmayan yolu, savaşı, ertesi gün bir başka savaşı dayatır. Ama temel olan şudur ki, emperyalizmin doğası, savaşı koşullandırır, emperyalizm döneminde “kalıcı barış”a yer yoktur; yalnızca geçici emperyalist barış olanaklıdır, güç ilişkilerinin dayattığı, halkların çıkarlarının ya da “insanlığın ortak çıkarlarının” değil, emperyalist güç ilişkilerinin koşullandırdığı, güce ve zora dayalı, emperyalistlerin çıkarlarını ifade eden türden bir barış- ve proletarya hiç bir zaman ve hiç bir şekilde bunun peşinde değildir ve olamaz. Dünyanın “barışçıl” paylaşılmasından onun hiç bir çıkarı yoktur.
Biz, Gorbaçov’un düşünce ya da düşüncesizlik zincirini izlemeye devam edelim: “…ne silahlanma yarışında, ne de nükleer savaşın kendisinde, üstün gelmenin artık mümkün olmadığı”nı (37) iddia ederek diyor ki:
“…bugünün dünyası savaşlar ve güce dayalı bir politika için son derece küçülmüş ve nazikleşmiştir. Yüzyıllardır, silahlı çatışmalar ve savaşların kabul edilebilirliği, benimsenebilirliği temeline dayanan zihniyet ve davranış biçimiyle bütün bağlar koparılmadan, dünyayı korumak ve kollamak artık mümkün değildir.” (38)
Gorbaçov dünyayı ve onu koruyup kollamayı ne de çok düşünüyor! Nükleer silahlar nedeniyle savaşta üstün gelmenin ve dolayısıyla savaşın artık “mümkün olmadığını” hareket noktası edinerek savaşçı “zihniyetin” değiştirilmesi gerekliliğini öne sürüyor. Zihniyet değişecek ve “kalıcı barış” tesis edilecek! Bu, bugünden gerçekleşme yolunda. Çünkü emperyalistler durumun “nazikliğini kavramaya” başlıyorlar (ileride onun bu “saptaması”nı da aktaracağız.)
Dünyanın savaşlar için küçüldüğü ve nazikleştiği doğrudur. Bir emperyalist savaşın olağanüstü yıkımlara neden olacağı da doğrudur. Ama bu, bir başka doğruyu, emperyalizmin savaşın kaynağı olduğu ve emperyalizm koşullarında savaşın -bugün ya da yarın- kaçınılmazlığı doğrusunu geçer-sizleştirmiyor. Çünkü bu, düşünce yoluyla ve “iyi niyetlerle” geçersizleştirilebilecek bir şey değildir, emperyalizme özgüdür, ekonomisi ve politikasıyla emperyalizmin doğasında iç-kindir. Tartışma, “savaşın kabul edilebilir olup olmadığı” bazında yürütülemez emperyalizm koşullarında; nasıl ortadan kaldırılabileceği (tek olanaklı çözüm, sosyalizmdir) ve savaştan nasıl kaçınılabileceği (halkların gücüne dayalı barış mücadelesi tek yoldur, barışın diğer araçları bu temelde kullanılabilir ve etkili olabilir) tartışılabilir, yani güce dayanarak emperyalizmin tasfiyesi ya da geriletilmesi olanaklıdır ancak, onun anladığı ve anlayabileceği bir başka dil yoktur ve olamaz.
Ama Gorbaçov, ”nükleer silahların dünyayı nazikleştirmiş” oluşundan hareketle “…çağdaş koşullarda bütün devletlerarasındaki işbirliği ve etkileşimin hiç bir alternatifinin olmadığını” ve bunu “kavramak” (39) gerektiğini söylüyor ve ekliyor:
“… savaş yolunda ne uluslararası alanda ne de ülke içinde mantıklı çözümler bulunamayacağı, giderek daha çok açıklığa kavuşmaktadır.” (40) Mantık! Ve “devletler arası işbirliği”, yani “barış”tan başka alternatif yok! Ne zaman ve nerede? Emperyalizm koşullarında… “Savaş alternatifi” yok, “barış”, “tek alternatif”! Ne zaman ve nerede? Emperyalizm koşullarında…
Emperyalistlerin ve kendisinin “mantığı”nı, emperyalist ve kendisinin metafizik, örümcek bağlamış revizyonist mantığını ya da mantıksızlığını ve idealizmini emperyalizmin ve, onun yasalarının mantığı, zorunluluğun mantığı yerine geçiriyor Gorbaçov, savaşın mantığı yok diyor ve barışı, emperyalist barışı alternatifsiz görüyor. “Barış”, devletlerarası, işbirliği ile sağlanacak. Ama sosyalist ve kapitalist emperyalist devlet arasında işbirliği, kalıcı bir barışın faktörü olmayarak, ancak çok özel şartlarda, 2. Dünya Savaşı’nda örneği yaşandığı, gibi, belirli bir dönem için savaşın esas kaynağı, dünya halklarının baş düşmanı ve saldırgan konumda, olan bir emperyalist devlet ya da devletler grubuna karşı,, yine bu belirli dönemde geçici olarak barışın korunmasından yana olan ve kuşkusuz emperyalist barış yanlısı olan devletlerle olanaklıdır, altı çizilmelidir ki, geçici olarak. Sosyalist ve kapitalist emperyalist devletlerarasındaki ilişki, kalıcı barış içinde işbirliği ilişkisi değil, sosyalist ülke ve dünya proletaryası ve halklarının gücü ve mücadelesi temelinde yükselen ve doğal ki ulusal ve uluslararası düzeyde sınıf mücadelesini yadsımayan tersine ondan güç alan, barış içinde bir arada yaşamaya çalışma ve belirtilen güçlere dayanarak savaştan kaçınma ve ama savaşa da hazır olma ilişkisidir. Barış içinde bir arada yaşama politikası, bir güçsüzlük ve tavizler politikası değil, koşullar gerektirdiğinden tavizleri de içermekle birlikte, bir güç politikasıdır. Çünkü emperyalistlerden barış ancak koparılıp alınabilir.
“Barışın” emperyalist devletlerarası işbirliği yoluyla sağlanmasına gelince… Bu kuşkusuz olanaklıdır; ancak kalıcı değil, geçici bir emperyalist barış olarak ve emperyalist devletlerarası işbirliği ve anlaşmalar yalnız ve yalnız güç ilişkileri temelinde olanaklıdır. Emperyalistler arası güç ilişkileri üzerine kurulu işbirliği aracılığıyla “savaşın mantıksızlaşması”, barış sağlanması ve böyle bir barışın peşinde olunması, ancak Gorbaçov’un revizyonist mantığının ürünü olabilir. Emperyalistler arası güç ilişkilerine dayanan işbirlikleri ve anlaşmalar geçici emperyalist barış demektir, savaş tehlikesi demektir, her zaman için savaşa dönüşme olanağının varlığı demektir.
Emperyalizm koşullarında “kalıcı barışı”, savaşsız bir dünyayı olanaklı, savaşı ise “mantıksız” gören, kapitalizmin bu olanağı var eden birçok “değişiklik”e uğradığını ileri süren Gorbaçov, bu tezleriyle Kruşçev’in ve ikisi birlikte, ultra-emperyalizm teorisinin mucidi Kautsky’nin izini sürmektedir. Sözü önce kautsky’ye ve sonra onun “barışçı emperyalizmi”ne “emperyalizm koşullarında barışır olanaklılığını” eleştiren Lenin’e bırakıyorum: “Kautsk:
“…Bugünkü emperyalist siyasetin yerini, ulu, sal mali sermayeler arasındaki savaşımın yerine uluslararası düzeyde birleşmiş (uluslararasılaşma süreçlerinin önemi ve bu alanda “değişikliklere” vurgu yapan Gorbaçov hatırlansın-MY) mali sermayeyle dünyanın ortaklaşa (Gorbaçov’un “ortak çıkarlar”ı hatırlansın-MY) sömürüleceği yeni, ultra-emperyalist bir siyaset alamaz mı? Kapitalizmin bu yeni aşaması her halde anlaşılır bir şeydir.” (41)
Ve Kautsky ekliyor:
“Salt ekonomik açıdan, kapitalizmin, kartellere izlenen politikanın (tekellerin, anlaşıp birlikler, karteller oluşturması; kartel, tekellerin işbirliğine gitmesi demektir-MY) dış politika alanımı taşacağı yeni bir evre (Gorbaçov’un “yeni dönemi”-MY), bir ultra-emperyalizmi evresi olanaksız değildir.” (42)
Lenin, hemen sözü Kautsky’den alarak, bu sözlerin ne anlama geldiğini belirtiyor:
“Yani bir süper-emperyalizm çevresi, bütün dünya emperyalistlerinin kendi aralarındaki savaşımı bırakıp birleştikleri, kapitalist düzen içindeki savaşların bittiği bir evre, uluslararası ölçüde birleşmiş mali sermayeyle ‘yeryüzünün hep birlikte ortaklaşa (aynı sözcükleri Gorbaçov ne denli yineliyordu-MY) sömürüleceği’ bir evre.
“Marksizm’den kesin olarak ve dönüşsüz bir biçimde hangi noktada koptuğunu ayrıntılarıyla göstermek için… bu ultra-emperyalizm teorisi üstünde durmamız gerekecek.” (43)
Lenin aynı zamanda Gorbaçov’un da “markizinden kesin dönüşsüz bir biçimde” nasıl koptuğunu göstermek üzere ayrıntıya giriyor.
Önce emperyalistler arası paylaşım kavgasının yol açtığı dünya haritasındaki büyük değişiklikler üzerinde duran Lenin, kapitalizmin eşitsiz gelişim yasasıyla savaşlar ve “barışçıl emperyalizm” tezinin bağlantısını kuruyor:
“Bu gerçeği, iktisadi ve siyasal koşulları (emperyalizm koşulları-MY) büyük değişiklikleriyle, çeşitli Ülkelerin gelişim hızlan arasındaki aşın ölçüde eşitsizlikle, emperyalist devletlerin giriştikleri sert savaşımlarla birlikte, ‘barışçı’ ultra-emperyalizm konusunda Kautsky’nin küçük, ahmakça masalıyla karşılaştırınız.” (44)
“Sorun şudur, diyor Lenin; bir yandan, üretici güçlerin gelişmesi ile sermaye birikimi arasında; öte yandan, mali sermaye için, sömürgelerin ve ‘nüfuz bölgelerinin’ paylaşılmasında mevcut oransızlıkların ortadan kaldırılması konusunda, kapitalizmin bulunduğu yerde, savaştan başka araç var mıdır?” (45)
“Emperyalizmin pek o denli kötü olmadığına, sürekli bir barışı sağlamaya elverişli bir inter- (ya da ultra-) emperyalizme yakın olduğuna inandırmaktan daha avutucu ne vardı ki? İngiliz papaz takımının ya da duygusal Kautsky’nin iyi niyetleri ne olursa olsun, Kautsky’nin teorisinin tek nesnel, yani gerçek toplumsal önemi şudur: en gerici bir amaçla, kapitalizm içinde sürekli barışın olanaklı olduğu umudunu uyandırarak, dikkatleri günün keskin uzlaşmaz karşıtlıklarından ve ağır sorunlarından çevirip, gelecekteki düşsel bir ultra-emperyalizmin yalan umutlarına doğru yönelterek yığınları avutmak. Yığınların aldatılması, Kautsky’nin ‘Marksist’ teorisinde bundan başka hiç bir şey yoktur.” (46)
Lenin, sanki Kautsky’nin “ultra-emperyalizm” teorisini değil de Gorbaçov’un “yeni politik düşünce”sini eleştiriyor. Aynı “barışçı” ahmakça masallarıyla, aynı, paylaşımda, kapitalizmin bulunduğu yerde savaştan başka araç olduğunu savunmasıyla, sürekli bir barıştan söz edişi ve sözde barış umudu yayarak dikkatleri kapitalizmin uzlaşmaz karşıtlıklarından ve ağır sorunlarından düşsel umutlara çekişiyle ve revizyonist teorisinde yığınların aldatılmasından başka şey bulunmayışıyla Gorbaçov değil mi eleştirilen? Ve Gorbaçov, Stalin’i karalarken Lenin’e sahip çıktığını iddia ediyor. Oysa Lenin, Onun tek bir sözcüğünü bile onaylamıyor.
Bir de, Gorbaçov’un kalıcı barış olarak gösterip çarpıttığı emperyalist barışın, emperyalistler arası geçici işbirliği ve anlaşmaların, geçici barışın anlamını ve onun çarpıtılmasının işçileri yatıştırmakla bağlantısı üzerine Lenin’in yaklaşımını görelim:
“Kautsky’nin bayağılık akan küçük burjuva fantezilerine göre değil de, kapitalist sistemin gerçekliklerine göre hangi biçime bürünürse hürünsün, ister bir emperyalist grubun bir başkasına karşı birleşmesi, ister bütün emperyalist devletleri kucaklayan genel bir ittifak biçiminde olsun, ‘inter-emperyalist’ ya da ‘ultra-emperyalist’ ittifakları kaçınılmaz olarak, savaşlar arasındaki dönemlerin ‘mütarekeleri’ olmaktan başka anlam taşımamaktadır. Barışçı ittifaklar, savaşları hazırlar ve savaşlardan doğar; tek ve aynı temel üzerinde, dünya siyasetinin ve dünya ekonomisinin emperyalist bağlantı ve ilişkileri temeli üzerinde barışçı olan ve barışçı olmayan savaşımın almaşık biçimlerini yaratarak, biri ötekini koşullandırır. Ne var ki işçileri yatıştırmak ve burjuvazinin safına geçmiş sosyal şovenlerle onları uzlaştırmak için, aklı-evvel Kautsky’nin tek ve aynı zincirin iki halkasını ayırdığını görüyoruz… Kautksy, emperyalist barış dönemleriyle emperyalist savaş dönemleri arasındaki diri bağlantıyı göstermek yerine, işçilere ölü bir soyutlama sunmakta, onların ölü liderleriyle uzlaşmalarını istemektedir.” (47)
Lenin’in Gorbaçov’a yönelttiği eleştiriler şunlar:
– Kapitalist sistemin gerçekliklerine göre, emperyalizmde kalıcı barış olanaksızdır, savaşlar kaçınılmazdır.
– Ne türden emperyalist birlikler, işbirliği, anlaşma ya da ittifaklar olursa olsun, bunlar, savaşlar arası ‘mütarekeler’dir, geçicidirler.
– Barışçı ittifaklar savaşları hazırlar ve savaşlardan doğarlar.
– Emperyalist barış ve savaş arasında kesin bir bağlantı vardır; ikisi tek ve aynı temel üzerinde, dünya ekonomisi ve siyasetinin emperyalist ilişkileri temeli üzerine birbirine dönüşür, birbirlerini koşullandırırlar.
– Emperyalist barış geçicidir, emperyalist barış dönemleri, emperyalist savaş dönemlerine bağlanmıştır.
– Kalıcı emperyalist barış ya da emperyalizm koşullarında kalıcı barış ölü bir soyutlamadır.
Sanılacak ki “tarih tekerrür” ediyor: Kautsky ve Gorbaçov tezlerinin birbiriyle olağanüstü benzeşmesi, çeşitli sonuçlarının da, uygulama önerilerinin de benzeşmesine yol açıyor: Lenin’in Kautsky’ye yönelttiği “işçilerin ölü liderleriyle uzlaşmalarını isteme” eleştirisi, aynısıyla Gorbaçov için de geçerlidir, göreceğiz, O da, işçilerin, öleli yıllar ve yıllar olmuş Sosyal Demokrat liderlerle uzlaşmasını istemektedir.
Lenin’in eleştirilerinden zerrece etkilenmeyen, ilk fırsatta, zamanı geldiğini düşündüğünde, Stalin gibi Lenin’e de küfre başlayarak ellerini tümüyle serbestleştirecek olan Gorbaçov “kalıcı” ve “evrensel” tanımlamalarıyla emperyalist barış programlan hazırlayıp sunuyor. Başlıca muhatabı, Reagan ve Amerikan emperyalistleri:
Önce, Gorbaçov’un, sosyalizmle savaş ve barış mücadelesi üzerine görüşlerini öğrenelim:
“Sosyalizm, savaşı, devletlerarasındaki ekonomik ve siyasal çelişkileri, ideolojik çatışmaları çözme aracı olarak kesinlikle reddeder. Bizim idealimiz, silahsız, şiddetsiz ve her halkın gelişme yolunu, yaşama biçimini özgürce seçebileceği bir dünyadır… İşte bunun içindir ki, evrensel barışın yaşatılması ve güçlendirilmesi için nükleer tehdide, silahlanma yarışına karşı mücadele, Parti’nin uluslararası çalışmasının başlıca yönelimi olarak kalmaktadır.” (48)
Parti’nin uluslararası çalışmasının başlıca yönelimi, barış için mücadele olamaz. Parti, barış için tavizler verme aracı değildir. O, gerektiğinde bunu yapar ve aralıksız bir şekilde barış için de çalışır. Ancak Parti, eğer bir sosyalist partiyse, sınıf ve sınıf mücadelesi partisidir. O, iç ve dış çalışmasında sınıf ve sınıf mücadelesini esas alır, devrim ve sosyalizmi, devrim ve sosyalizm mücadelesini başlıca yönelimi olarak saptar ve hayata geçirmeye çalışır. Barış için mücadeleyi sosyalizm mücadelesine bağlı olarak, sınıf mücadelesine dayanarak sosyalist hedefine uygun olarak yürütür. Barışın garantisi sosyalizmdir çünkü emperyalizm koşullarıyla sürekli savaş üreten bir güç, çatışma, yeniden paylaşım ve bunlara yol açan zıtlıklar ve eşitsizlikler kuyusu, tam bir Pandora kutusudur. Ve Parti, kendisini, savaşa dönüşebilecek, kaçınılmazca dönüşen ve dönüşecek emperyalist barışı savunmak, “yaşatmak ve güçlendirmek” ile sınırlandırmaz. Ve Parti’nin savaşsız, şiddetsiz bir dünya idealine sahip olması, onun her zaman ve koşulda ve hele haklı-haksız ayrımı yapmadan her türlü savaşı reddetmesine yol açmaz. Örneğin bir sosyalist parti ve ülke emperyalizme karşı ulusal kurtuluş savaşlarını destekler. Örneğin, burjuvaziye karşı başkaldıran proletarya ve emekçilerin savaşını destekler. Sosyalizm, devletler içinde ya da arasında tüm haklı savaşlardan yana tavır alır. Her türlü savaşı reddeden, sosyalizm değil, sosyal pasifizm ve -işine geldiğinde işine gelen savaşı savunmakta, Afganistan işgali gibi, kusur etmekle birlikte- revizyonizmdir. Parti, savaşsız dünya idealine ancak savaşlardan geçilerek gidilebileceğini bilir ve idealiyle yaşanan gerçek durumu birbirine karıştırmaz. Oysa Gorbaçov, idealle gerçek durumu bilerek karıştırmakta, bununla hem geçici emperyalist barış ihtiyacını karşılamaya hem de proletarya ve halkların haklı savaşlara yönelme devrimci perspektifini bulandırmaya çalışmaktadır.
Sosyalist bir ülkenin dış politika ilkesi de, bu söylenenlerden esasta farklı olamaz. Sosyalist bir ülke barış içinde bir arada yaşama politikası izleyecek, saldırgan ya da “devrim ihraççısı” bir tutum içinde olmayacaktır. Bu politika tavizleri de içerebilir. Ancak şu kesindir ki, barış içinde bir arada yaşama politikası, özel şartlarda sınıf mücadelesinin sürdürülmesi politikasıdır. Özel şart, bu mücadelenin devletlerarası ilişkiler alanında sürdürülmesidir, sınıf mücadelesi, bu alana uyarlanmış haliyle ve savaştan kaçınma, uygun yöntemlerle savaşın emperyalist kaynaklarını güçsüzleştirerek emperyalistleri savaştan geri tutma ve savaşı geciktirme yönleri öne çıkarılarak yürütülür. Bunda temel dayanaklar, kapitalist ülkeler proletaryası ve dünya halkları ve onların mücadelesidir; sosyalist bir ülke, sınıf mücadelesi öğretisinin dış ilişkilere uygulanması demek olan dış politikasını bu güçlerle birleşme ve ittifak halinde yürütür. Yanı sıra, ilerici ülkelerin emperyalistlere karşı mücadelesini destekler ve emperyalistler arası çatlak ve çelişkilerden yararlanır. Yoksa sosyalizmin ideali savaşsız dünya diye, boğazına kadar şiddet ve savaşa batmış bir dünyada, bugünkü dünyada “evrensel barış” peşinde koşamaz, gerçekliği göz ardı edemez. Sosyalist bir ülke barış politikası güder, ama onu sosyalizmin yerine geçirmeden, Gorbaçov’un dediği gibi “ortak insani çıkar ve değerler”le emperyalist barışı sınıf çıkarları, sosyalizm ve gerçek kalıcı barış karşısına koyarak, önceliğin, ikincinin koşullarını da yaratmak üzere birincide olduğunu söyleyerek değil…
Sınıf mücadelesi ilkesi ve sosyalizmi ayaklar altına alan, “önceliği”, “ortaklık” adına burjuvazi ve emperyalizme, emperyalizmi savunmaya ve uygulamaya veren Gorbaçovsa, -Lenin’in eleştirilerine rağmen-, “temelden yeni bir dönem”, “barışçıl” bir “ultra-emperyalist” dönem peşinde. Silahsızlanma programının hedefini böyle tanımlıyor:
“SBKP, … kitlesel kırım silahlarının ortadan kaldırılmasıyla ilgili çok yönlü bir program, genişliği ve kapsamı açısından tarihsel değer taşıyan bir program öne sürmüştür. Bunun uygulamaya konulması, insanlık için temelden yeni bir dönem açacak(tır).” (49)
İnsanlık için gerçekten yeni bir dönem açacak olan program kuşkusuz tarihsel değer taşırdı. Çünkü Gorbaçov, az sonra göreceğiz, hem de bir eylem platformu olduğunu söylüyor programının. Sınıfsız toplumun, savaşsız bir dünyanın eylem platformu niteliğinde de olan bir program estette tarihsel olurdu, işin sonuna yaklaşıldığını belirtmiş olurdu çünkü böyle bir program. Ama gerçeklere baktığımızda, yaşadığımız dünyayı şöyle bir yokladığımızda, sözü edilen program bir başka anlamıyla tarihsel. Tarihten, tarihin çöplüğünden çıkarılmışlığı anlamında, Kautsky’yi yineleme anlamında. Gorbaçov, “Programımız, esasında, nükleer uzay çağında güvenli bir dünyanın kurulması felsefesi ile somut bir eylem platformu arasında bir sentezdir.” (50) derken, programı nasıl bir “tarihsel değer” taşıyabilir?
Aslında, Gorbaçov, bu söyledikleriyle, durumu daha da vahimleştirmekte, savaşsız, sınıfsız toplum felsefesi ite henüz koşulları yokken onun eylem programını, sosyalizmle yığınları aldatmayı ya da idealle gerçeği “sentezleştirerek”, önce anlamsızca sonraysa, anlamsızın ardındaki anlam açısından emperyalizme, “barışçıl” emperyalizm umudu yaymaya varmaktadır. Sınıfsız bir “nükleer uzay çağı” nitelemesiyle çağı muğlâklaştırarak işe başlayan Gorbaçov, Marksizm’in (felsefe diyerek Marksizm’i ima ediyor olmalı) savaşsız-sınıfsız dünya idealizmi “somut bir eylem programıyla” bugünden, emperyalizm koşullarında gerçekleştirmeye yönelmekte ve bugünden “güvenli bir dünya”nın olanaklı olduğunu iddia ederek, emperyalistlere bunu, yani sömürü ve talanı ortakça sürdürürken barış umutlan yaymayı önermektedir. Devrim ve sosyalizme en iyi “barış” hayalleri yayarak karşı çıkılabilir diye düşünüyor Gorbaçov. Bunu yapıyor. Ama yanılıyor. Halklar gerçek barışın yolunu bulacaklardır.

Emperyalizm, Güç Politikası ve “Yeni Politik Düşünce”
Apriori olarak savaşın mantıksızlığı ve olanaksızlığını, çünkü herkesi, her sınıftan insanı yok edeceği ama insanın yaşama hakkına sahip olduğunu savunan Gorbaçov, bu ‘fikrini” geliştiriyor:
“…o zaman, yalnızca, nükleer savaşın kendisi değil, aynı zamanda bu türden bir savaşın ön hazırlığı, yani silahlanma yarışı, askeri üstünlüğe duyulan özlem, nesnel olarak hiç kimseye politik bir kazanç sağlayamaz.” (51)
Amerikan emperyalistleri daha yeni, Aralığın son günle-rinde Libya’yı kimyasal silah ürettiği bahanesiyle askeri açıdan tehdit etti. Doğrudan askeri üstünlüğüne dayanarak güç politikası izliyor ABD. Ve askeri üstünlüğü ona politik kazançlar sağladı, sağlıyor. Gorbaçov ötelere bakınmasın, aranmasın,  Amerikan emperyalizminin askeri üstünlüğü -kuşkusuz devasa ekonomik gücünden gelen ve özel olarak geliştirilmiş, militarize edilmiş ekonomiye dayanan- askeri gücü, Gorbaçov’un kendisini “barışçıl” görünüme bürünmeye itmiştir. Gorbaçov “barışçıllığı”nın başka nedenleri de var elbet, ama bir neden de bu. Ve Gorbaçov. Zaman kazanarak ve ABD’yi politik olarak köşeye sıkıştırmaya çalışarak O’nun bu üstünlüğünü etkisizleştirmek ve bu arada Sovyet ekonomisini de geliştirerek, bu temelde yeni ve geliştirilmiş askeri araçlara sahip olmak istiyor, bunu kuruyor. Askeri güç ve dikte ettiriciliği niçin politik kazanç sağlamasın?
Gorbaçov, bir yandan “barışçıl” hayaller yayarak proletarya ve halkları pasifize etmeyi ve devrimden uzaklaştırmaya çalışırken, diğer yandan da Amerikan emperyalistlerini bir yönüyle iknaya bir yönüyle de ürkütmeye çalışıyor. “Gel vazgeç”, askeri araçlarla bir şey elde edilemez, geleceği yok diyor, “nükleer silahlar bende de var, fazla üzerime gelme” mesajıyla da O’nu dünyanın işbirliği yoluyla paylaşılmasına razı etmeye yöneliyor. Gorbaçov, endüljans dağıtıyor, cennette yer satıyor: “Askeri cepheleşme ve topyekûn çatışma politikasının geleceği yoktur. (52) Bugünkü etkenlere bakarak geleceği okuyor. Ne kötü bir okuma! Uzunca üzerinde durduğumuz “değişiklikler”in emperyalizmin özünü değiştirmesi, bunda nükleer silahlanmanın önemli rolü olması temelinde askeri cepheleşme ve güç politikası etkisizleşiyor, geleceksizleşiyor. Gorbaçov, kuşkusuz, sınıfsız toplum gibi uzak bir gelecekten değil, emperyalizm koşullarında yakın bir gelecekten söz ediyor. Daha kesin bir ifadesi Gorbaçov’un:
“…tüm biçimleriyle güç politikası tarihsel olarak ömrünü doldurmuştur.” (53)
Neden doldurdu sorusunun yanıtı yanı sıra güç politikasının yerini alacak olan nedir sorusuna da yanıt bulmak için Gorbaçov’dan bir aktarma daha yapalım:
“…çağdaş silahların niteliği, hiç bir devlete, sadece askeri ve teknik araçlarla, örneğin, en güçlüsü olsa bile savunma sistemi yaratarak kendini korumak umudunu vermemektedir. Güvenliğin garantisi, her zamandan daha çok, siyasal bir görev olarak ortaya çıkmaktadır.” (54)
Birinci olarak, askeri güç kullanma, askeri üstünlük ve yeni askeri güç politikası “tarihsel olarak ömrünü doldurmuştur” iddiası ancak avutmaya yönelik bir masaldır. Nikaragua ve Salvador’a, Angola ve Afganistan’a yönelik askeri güçler kullanma ve izlenen güç politikası bunun tersini kanıtlıyor. İran ve Libya’ya indirme ve çıkarmalar, bu ülkelere yağdırılan emperyalist bombalar, Filistin Devrimin dize getirilişi neyin ürünüdür? Doğu Avrupa’da Sovyet askerleri ne arıyor, Estonya ve Letonya bağımsızlık isteyince neyle tehdit ediliyor ve Karabağ’da ilan edilen sıkıyönetim neyin aracıdır, göstergesidir, denizler ve okyanuslarda Amerikan ve Sovyet gemileri niye dolaşıyorlar ve yine pek çok ülke ve adada Amerikan ve Sovyet askeri üsleri ne işe yarıyor? Dünya, başlıca iki süper devletin, Amerikan emperyalizmi ve Sovyet sosyal emperyalizminin izlediği güç politikasının cenderesindedir.
İkinci olarak, “güç politikasının tüm biçimleriyle tarihsel olarak ömrünü doldurduğu” iddiası tamamen bir çarpıtmadır, yalandır. Bunun, “güvenliğin garantisi siyasal görevdir” derken Gorbaçov ve “Konferans, uluslararası gelişmelerde ortaya çıkan çelişkilerde ve anlaşmazlıkların giderilmesinde tek olanağın politik çözüm yolu olduğu konusundaki yaklaşımın SSCB’ye yüklenen, insanlığın yaşaması ve gelişmesi uğruna yapılan çalışmalardaki tarihi rolünü vurgular.” (55) kararını alırken 19. Konferans açığa vurmaktadır. Önerilen, askeri güç kullanımına yol açabilecek “anlaşmazlıkların giderilmesinde” politik çözüm yoludur.
Önemli olan güç politikasının emperyalizmin bir uygulaması olduğudur. Anlaşma ya da çatışmaların güce bağlı olarak gerçekleşmesidir; dünyanın yeniden paylaşılmasının, ezilen halklara ve çeşitli türden sömürge ya da nüfuz bölgesi olarak paylaşım konusu bölgeyi elinde tutan eski “sahip”e karşı güç kullanılarak, güç oranında şekillenmesidir. Gücün, askeri ya da politik güç olarak ve hatta ekonomik güç olarak biçimlenmesi ve kullanımı işin ayrıntıya ilişkin yönüdür. Bugün askeri, yarın politik, sonra yine askeri güç kullanımı olanaklıdır ve Lenin’in dediği gibi biri diğerini koşullandırır ve hazırlar. Anlaşmazlıklar politik yoldan giderildiğinde, anlaşmazlık konusu, anlaşma yoluyla giderildiğinde, bir emperyalist devletle bir başkası ya da tüm emperyalist devletler bir ittifak gerçekleştirdiğinde, anlaşmanın yine tek bir aracı, anlaşmazlığın giderilmesinin tek bir çözüm yolu vardır: güç ve güç ilişkileri. Anlaşmalar, emperyalistler arasında güç oranlarına göre yapılır. Sömürge politikasının yeni biçimi, yeni sömürgecilik yok mu edildi, güç politikasının “tüm biçimleriyle” tarihsel olarak ömrünü doldurduğu iddia ediliyor? Yeni sömürgecilik, başlıca bir güç politikası uygulanımıdır, esas yönüyle ekonomik gücün ele geçirici, ilhakçı, dikte ettirici uygulanımı. Bu biçimde mi tarihe karıştı? Hayır, tarihe karışmış olan, ultra-emperyalist barışçıllık Gorbaçovcu hayaliyle, emperyalizmin ekonomik, siyasal, askeri güç ilişkileri temelinde varlığının yadsınması, onun güç politikasından arındırma çabasıdır. Ne yapalım ki Gorbaçov, bu eskimiş tezleri tarihin çöplüğünden bulup çıkarıyor.
Emperyalizm tekelci kapitalizmdir, tekelse ekonomik ve siyasette egemenlik, ele geçirme, dikte ediciliktir. Tekel hammadde kaynaklarına el koyma, fiyat dikte etme, pazarları ele geçirme demektir. Dünyanın ekonomik ve siyasal olarak paylaşılması demektir. Sömürge politikası ve ilhak eğilimi demektir. Ve el koyma, paylaşma, dikte etme ancak güce dayanarak olur. Mali sermaye, sermayesi ve gücü oranında el koyar, paylaşır, anlaşma ya da çatışma yoluyla, ama tüm el koyuculuğu, paylaşımcılığı, ister anlaşma, ister çatışma aracılığıyla gerçekleşsin gücüne bağlıdır. Egemenlik ve paylaşım peşinde koşmasına pazarında merkezilendiği devleti çağırır, gereğinde devlet tekeli kurulur ve tekel ve tekelci devlet siyaset ve dikte eder, el koyma ve paylaşım yalnızca ekonomik değil, siyasal ve giderek askeri güçler oranında gerçekleşir. Zaten paylaşılmış bir alanın, bölge ve ülkenin yeniden paylaşılması için yalnız ve yalnızca eski sahibi oradan kovacak güç gereklidir. Anlaşma yoluyla, güç karşısında terke razı ederek ya da çatışma yoluyla ele geçirerek, güç kullanılarak, güç politikasıyla yeniden paylaşım gerçekleşir.
Ve güçler ilişkisi, güç kullanma durumunda olan tekellerin ve emperyalist devletlerin güçleri sürekli değişme durumunda olduğu için değişir. Kapitalizm, işletmeler, sektörler ve ülkeler bazında eşitsiz geliştiği ve eşitsiz gelişme emperyalizm döneminde daha da arttığı için, değişen güçler ve güç ilişkileri her alanda yeniden paylaşımları zorlar, gerekli kılar. Hızla gelişen, gelişmede ileri giden tekel ve emperyalist devletler yeni olanakları talep eder. Yeni işletmeleri, bölge ve ülkeleri ele geçirmeye çalışacaktır. Tekelci dönemde, serbest rekabetten doğan ama onu yok etmeyen, onun üstün ve yanında var olan ve dolayısıyla rekabeti yoğunlaştıran, anlaşmazlık ve çatışmaları keskinleştirip şiddetlendiren tekellerin egemenlik dönemi olan emperyalizm koşullarında güç ilişkilerinin belirleyiciliği, güç politikası, bu koşulların asli unsurlarındandır. Ve Gorbaçov emperyalizmi genel olarak güç politikasından, özellikle de askeri güç politikasından arındırma çabasındadır. Yeni politik düşüncesini Leninizm’in karşısına çıkarmaya yeltenmektedir.
Lenin kapitalizmde çelişkilerin çözümüyle gücün ilişkisi üzerine şunları söylüyor:
“Mali sermaye ve tröstler, dünya ekonomisinin farklı unsurlarının gelişmesinin ritimleri arasında farklılıkları azaltmaz, çoğaltır. Oysa kuvvetler arasındaki ilişki, değişikliğe uğradıktan sonra, kapitalist düzende çelişkilerin çözümünü sağlayacak kuvvetten başka şey var mıdır?” (56)
Bir başka yerde:
“…kapitalist düzen içinde, nüfuz bölgelerinin, çıkarların, sömürgelerin paylaşılması konusunda, paylaşmaya katılanların gücünden bunların genel ekonomik, mali, askeri vb. gücünden başka bir esas düşünülemez.” (57)
Ve Lenin’den, emperyalizmin “barışçıllaştırılması” hayali yoluyla onu askeri güç politikasından soyundurma ve ekonomik ve siyasal güç politikasını -sanki matahmış gibi- askeri güç politikasının karşısına koyma, ikisini birbirinden koparma tezlerine yöneltilmiş eleştiri:
“…savaşınım biçimleri değişebilir, nitekim özel ve geçici nedenlere bağlı olarak değişmektedir de; ama savaşınım özü, onun sınıfsal içeriği, sınıflar var oldukça değişmez… (Kapitalistler-MY) dünyayı, mevcut ‘sermayeleri’, ‘güçleri’ oranında paylaşıyorlar, çünkü kapitalizmin ve meta üretimi sisteminin var olduğu bir ortamda daha başka bir paylaşma biçimi söz konusu olamaz. Şu da var ki, ekonomik ve siyasal gelişmeye göre, güçler de değişmektedir. Olayların ardındaki gerçeği kavrayabilmek için, güçler arasındaki ilişkilerin değişmesiyle hangi sorunların çözülmüş olduğunu bilmek gerekir. Bu değişikliklerin salt ekonomik mi, yoksa ekonomik -olmayan (örneğin askeri) bir nitelik mi taşıdığı sorunu, kapitalizmin şu içinde bulduğumuz çağma ilişkin hiç bir temel kanıyı değiştirmeyecek ikinci bir sorundur. Kapitalist gruplar arasındaki savaşımın içeriği sorununun yerine, bunların (bugün için barışçı, yarın için barışçı olmayacak, öbür gün için gene barışçı olmayacak) biçimleri sorununu koymak, bir sofist gibi hareket etmekten başka bir şey değildir.” (58)

“Yeni Politik Düşüncenin” Belirleyici Öğesi Diyalog, Çıkarlar Dengesi ve Birlikte Düşünme
Askeri biçimiyle güç politikası yerine siyasal çözüm arayışları olarak sunduğu barışçıl biçimiyle güç politikasını koyarak tartışmayı çatışmanın biçimleri sorununa taşıyan ve bu iki biçimin tek tek ve aynı özden, sınıfsal içerikten yansıyan, biri diğerinin yerini almaya hazır ve koşullara göre değişikliklerle biri diğerine dönüşen emperyalist güç politikası biçimlerinden barışçı! olanı, mutlaklaştırma eğilimiyle, savunan Gorbaçov, güce dayalı olarak gerçekleşme durumunda olduğunu gözlerden gizlemeye çalıştığı anlaşmalar, birlikler ve politik çözüm siyasetinin ve bu temelde ele alınması gerektiğini söylediği dış politikanın “belirleyici ögesi”ni diyalog olarak tanımlıyor. Askeri güç politikası izlemekten kaçınma ve “barış” için, “silahsızlanma” ve ekonomi ve yaşamın de-militarizasyonunu (Gorbaçov ve Gorbaçovcular de-militarize ve yeni sömürgecilikten arınmış emperyalizm olabileceğini ve olacağını savunuyorlar, bunun incelenmesini bir başka yazıya bırakıyoruz) ve diyalogu öneriyor; Konferans bunu karar altına alıyor, onaylıyor:
“Konferans, Sovyet yönetiminin, savaş tehlikesinin açık ve yapıcı bir diyalog ve silahsızlanma yoluyla yok edilmesi politikasının doğruluğunu vurgular.” (59)
Kuşku yok ki, diyalog ve silahsızlanma yoluyla savaş tehlikesinin yok edilmesi olanaksızdır; bu, pasifist hayaller yayma yoluyla, proletarya ve ezilen dünya halklarını silahsızlandırmak, devrim ve devrim fikrinden uzaklaştırmak, emperyalizm koşullarını mutlaklaştırmak ve emekçi yığınları savaşın kucağına sürüklemek demektir. Bu, şu çağrıyı yapmak anlamına geliyor: “İşçiler, ezilen halklar, bırakın, emperyalistler diyalog ve silahsızlanma yoluyla barışı ger-çekleştirsin ve savaş tehlikesini önlesinler, ben de onlara yapıcı yardımlarda bulunurum, sizin barış için mücadele etmeniz gerekmiyor, hele sınıf mücadelesi barış atmosferini ‘ bozar, devrimlerden geri durun, işi bize bırakın!”
Emperyalistler ve sosyal emperyalistler birbiriyle görüşecekler ve emekçiler emperyalizmin silahsızlanması hayali peşine düşecekler. Gorbaçov rahat edecek… ama bu görüşmeler ve anlaşmalar siyaseti, emperyalistler arası barışçıl, paylaşım savaş hazırlığı demektir, savaş tehlikesi demektir, savaş tehlikesinin yok edilmesi değil.
Sosyalist ülkeyle emperyalist ülkeler arasındaki görüşmelere gelince, üzerinde duruldu, bu, belirleyici değil, ancak etkileyici, ikincil bir öğedir. Emperyalizm yok edilmedikçe, savaşın kaynağı kurutulmadıkça, savaş tehlikesi tamamen önlenemez. Geciktirilmesi mümkündür; bunun içinde doğru bir politika izlenmesi gerekir. Görüşmeleri esas alan bir politika değil, sınıf mücadelesini ve sınıf güçlerine dayanmayı, devrimi ve devrimci güçleri esas alan bir politika. Görüşmeler, ancak, sınıf güçlerinin seferber edilmesi ve doğru kullanılması temelinde, eğer doğru yürütülürse, savaşın geciktirilmesini kolaylaştırıcı etki yapıyor. Ama her halükarda görüşmeler, kapitalizm koşullan çerçevesinde sıkıştırılıyor, onun sınırlarının dışında ele alınmıyorsa, burjuvaziyle proletarya, emperyalizmle ezilen halklar ve kapitalizmle sosyalizm çelişmeleri temelinde bu çelişmelerin devrimci yönlerine dayanarak ve emperyalistler arası çelişmelerden yararlanılarak yapılmıyorsa, savaş tehlikesini önlemeye katkıda bulunamaz.
Emperyalistler arası diyalog, onların halklara karşı birleşmeleri, güçleri oranında dünyayı “barışçıl” yöntemlerle paylaşmaları demektir. Sosyalist bir ülkeyle emperyalist bir ülke ya da ülkeler arasındaki diyalog ise, sosyalist bir dış politika izlenip izlenmediğini de gösteren ve hatta izleyen ülkenin sosyalist olup olmadığını da ortaya koyan -ne tek ne de başlıca, çünkü temel olan sosyo-ekonomik yapıdır- göstergelerinden biridir. Çünkü diyalogun içeriği, amacı ve hangi çelişmelerin ve onların hangi yönünün temeli üzerinde gerçekleştirildiği önemlidir. İşte Gorbaçov’un diyaloga yükledikleri:
“Köklü biçimde değişen dış politikamızın belirleyici öğesi diyalog oldu. Sovyet yönetiminin, yabancı devlet başkanlarından sıradan insanlara kadar uzanan ve bu zamana kadar benzeri görülmeyen bir dizi ilişkisi, Sovyetler Birliği’nin ‘yeniden keşfi’ni getirdi. Biz de kendi payımıza çevremizdeki dünyayı daha iyi algılama ve anlama, dünya sorunlarının tartışılması ve çözüm yollarının aranmasına katılma… başka kültür ve manevi geleneklerden kaynaklanan düşüncelerden yararlı olan ne varsa alma olanağı elde ettik. Böylesi bir ‘geri iletim’ sayesinde, özgürlük ve demokrasi gibi değerlerin anlamı konusunda karşılıklı anlayışa ulaşmak da daha kolay hale geldi.” (60)
Farklı sistemler arası bir diyalog anlayışı değil bu. “Sınıf karşıtı” kesinlikle “ortak” haline dönüşüyor, dönüştürülüyor burada. Onlardan yararlanarak, Marksist olmayan “başka kültür ve manevi geleneklerden” öğreniliyor, emperyalistlere de, kendi paylarına, SSCB’nin sosyalist olmadığını görerek, onda “anlayış” ve birleşme tutumu saptayarak Sovyetleri “yeniden keşfediyorlar” ve hele sosyalizme bakılırsa, emperyalistlerle “özgürlük ve demokrasi gibi değerlerin anlamı konusunda karşılıklı anlayışa” ulaşılıyor. Ne sınıf karşıtlığı ne dünyanın dönüştürülmesi eğilimi… onlarla birleşme tutumu var burada, ideolojik, kültürel, siyasal her alanda birlik ve bütünleşme. Bu tür diyalog, tek ve aynı sistem içinde birleşmenin, sorunları barışçıl yöntemlerle çözmeye çalışmasının, halklara karşı bağlaşıklık arayışının ifadesidir. Ve zaten “Barış ve Sosyalizm Sorunları” dergisi yazarı, Sovyet ekonomi bilimleri doktoru Prof. Stanislav Menşikov tam bir açıklıkla rakip değil ortak diyor; kapitalist emperyalistler için:
Sovyet ekonomisti S. Menşikov:
“Toplumsal sistemlerimiz birbirinden çok farklı olmasına rağmen, biz birçok alanda işbirliği yapabiliriz ve yapmalıyız da. Birbirine rakip ve düşman olarak değil, partner (ortak) olarak bakmak çok daha akıllıcı bir iştir.” (61)
“Rakip ve düşman olarak değil partner (ortak) olarak” bakan ve emperyalistlerle işbirliğini amaçlayan, sınıfsal içeriğiyle kapitalist ilişkileri çerçeve edinen ve “ortaklarla” işbirliği İyilinde ortak değerlere ve dünyanın daha iyi anlaşılmasına ve kuşkusuz yeniden ve yeniden paylaşılmasına yönelen bir diyalog… Bu diyalogda, lafız olarak bile olsa, ne halka yer var, ne sınıf karşıtlığına, ne sosyalizme ve ne de sınıf mücadelesine. Tek şeye yer var: ideolojik, siyasal, kültürel uyum, ortaklık ve çıkarların dengelenmesi. Bu sonuncusu dünyanın paylaşılması demek, burada çıkar dengesinin tutturulması demek, dilin altındaki bakla bu, emel bu, yön verici temel kalkış noktası bu… Bunu Gorbaçov açıklıyor:
“Görüşmeler her zaman nazik ve karmaşık bir iştir. Burada esas olan karşılıklı olarak kabul edilebilir bir ÇIKAR DENGESİNİ elde etmeye çalışmaktır.” (62)
Bir rekabet var yine, rakiplik durumu var. Çıkarlar dengesinin tutturulmasını hedefleyen, doğal ki dengenin aracı olarak “barışçıl rekabeti”, güç oranında dünyanın barışçıl paylaşımını öne süren bir rekabet türü. Emperyalizm koşularında, farklı emperyalist, sosyal emperyalist devletlerarasında rekabet kaçınılmazdır, bugün barışçıl yarın barışçıl olmayan çatışma kaçınılmazdır. Ama bu rekabet, Gorbaçov ve Gorbaçovcuların söyledikleri gibi, kesinlikle iki farklı sistem arasındaki bir karşıtlıktan kaynaklanmıyor, “karşıt sistem” karşıt görülmüyor, rakip ve düşman sayılmıyor; anlaşılabilir, karşılıklı çıkarların “kabul edilebilir bir dengesi” bulunabilir, özgürlük ve demokrasi (karşıtlığı şeklinde anlaşılması gerekiyor) dahil tüm “dünya sorunları” üzerinde “karşılıklı anlayışa ulaşılabilir” bir partner olarak vurgulanıyor. Gorbaçov, partnerine/partnerlerine “birlikte düşünme” -karşılıklı anlayışa varmak ve çıkarları dengeleyebilmek için bu kuşkusuz gerekli- çağrısı yapıyor ve bu çağrısının yankı yaptığını söylüyor:
“…herkesi birlikte düşünmeye, tüm ülkelerin ve tüm insanlığın çıkarlarını göz önüne alarak birlikte araştırmaya çağırdık.
…Birlikte düşünme ve arayışa ilişkin açık ve içten çağrımız dünyada büyük bir yankı buldu.”(63)
Yankı buldu kuşkusuz, kapitalistlerde, emperyalist ülke ve yöneticilerinde, gericilerde. Ve tabi, emperyalistler tüm ülkelerin ve tüm insanlığın çıkarlarını göz önüne alarak düşünüp araştırmaya başladılar! Kapitalistlerin kendilerinden başkasının çıkarını ancak ezip geçmeyi, yok etmeyi çıkar edindiklerini, bunda iradelerinin hiç önemi olmadığını, sermaye ve onun birikimi yasasının, kapitalizmin nesnelliğinin -bunu dayattığını bilerek başkalarının çıkarını düşünmeyi bir yana bırakırsak, bu olanaksızdır, ortak çıkarlar- dünyanın paylaşılması- temelinde bir birlikte düşünme sürecinin gelişmekte olduğunu söylemek mümkündür. Yine Gorbaçov’un çağrılarının Batılı kapitalistlerde beğeniyle karşılanan bir etki yaptığını söylemek de. Birlik, kapitalizm çerçevesinde, Batılı kapitalist normlar esas alınarak, Gorbaçov’un Batı’ya yaklaşmasıyla gelişiyor çünkü. Ve O’nun Marksizm’den en küçük kırıntısında bile kopuşuyla, sosyalizmden kalıntı biçimlerden bile vazgeçişiyle. Bir başka Sovyet profesörü, Aleksander Galkin, “yeni politik düşünce”nin Marksizm olmadığını, daha geniş bir kavram olduğunu açıklıkla ifade ediyor zaten:
“…yeni politik düşünce Marksist-Leninist teorinin yaratıcı gelişmesinin şu andaki aşamasından önemli ölçüde daha geniş bir kavramdır. Toplumsal gelişmenin etkili bir etmeni olabilmesi için, yeni politik düşüncenin, en önemli noktaları itibariyle, yalnızca Marksist dünya görüşünün değil, aynı zamanda Marksizm’e karşıt ideolojik ya da yarı ideolojik ana sistemlerin de organik bir bileşeni haline gelmesi gerekmektedir.” (64) Söz gerekiyor mu? Birleşmeyi ifadelendirse, ama bari kendisi Marksist olsaydı! Bunu bile ileri süremeyecek denli koptu, Sovyet modern revizyonistleri Marksizm’den… Yalnızca emperyalistlerle, Batılı kapitalistlerle birliği düşünüyorlar, onların değerlerini esas almayı, bu değerler etrafında onlarla bütünleşmeyi ve dünyanın paylaşılmasında bu değerlerle yer almayı.

“Yeni Politik Düşünce”, İradeci ve Ahlakçı Bir Düşünsel Yığıntıdır
“Yeni politik düşünce”, adıyla bile Marksizm’den kopuşu ifade ediyor. Politikliği, takılan adında da bu denli vurgulanan bir Marksist politika yoktur. Politika nesnellikten, ekonomik-maddi temelinden kopmaz, koparılamaz ve ekonomiye rağmen politika geliştirilemez. Politika ile ekonomi arasında bir çelişme olduğu, ikincinin birincisini bire bir belirlemediği, kendi özerk gelişme süreci olan politikanın, ideolojik süreçler gibi, ekonomik süreçlerle belirli çelişmelere sahip olabileceği, olduğu, ama nihai çözümlemede, her politikanın ekonomiden, sosyal sınıfların çıkarlarından yansıdığı, ekonomik temelsiz ve sınıflar-üstü politikalar geliştirilemeyeceği, bu iddiayla geliştirilen politikaların yine bir sınıfın çıkarını yansıtacağı açıktır. Ve Marksizm, salt bir politik çözümlemeler manzumesi değil, ekonomik, felsefi, siyasal bir görüşler bütünlüğüdür. Emperyalizmin nesnelliğine karşın, ona ilişkin, bu nesnelliği bir yana atan politikalar geliştirilemeyeceği. Bunun yapılmaya çalışılması halinde hayal dünyasında gezintiye çıkılmış olunacağı ortadadır. Ama Gorbaçov’un vurguladıkları politikadır, mantıktır, ahlaktır, niyetler ve iradedir. İrade ve politikanın önemli olduğu doğrudur, ama ekonomik temelinden soyutlanmadığı, sınıfsal çıkarları görmezden gelmediği, ekonominin yasalarına ve nesnelliğine karşı ilen sürülmediği takdirde. Politika ve irade, nesnel koşullara uygunsa, onun gelişmesine, geliştirilmesine hizmet eder, izleyicisini ilerletir; tersi durumda ya tarihin akışına karşı durulmaya çalışılır ya da böyle bir irade ve politika yığınları aldatmanın unsuru durumundadır. Bilimsellikte ve politikada bile iyi niyete ise yer yoktur. Sınıflı toplumlarda ahlak da sınıfsal içeriklidir ve her sınıfın kendi ahlakı vardır, genel bir “ahlak” söylemiyle politika yapmak, bir yanıyla sofizm, diğer yanıyla da insanların dikkatini dünyanın gerçekliklerinden, nesnelerden, maddi gelişme ve çelişmelerden kutsallaştırman bir alana, “birlikte düşünülmüş”, herkes için “ortak değerler”in geçerli olduğu gerçek-üsîü bir alana çekmekten başka Lir anlama gelmez. Eskiden dikkatler, dinsel alana, göksel kutsallıklara çekiliyordu, sonraları ahlakçılık geliştirildi bu iş için. Gorbaçov da bu bin yıllık yoldan yürüyor:
“Yeni politik düşünce, çağdaş uluslararası ilişkilerde, halkların yüzyıllar boyunca geliştirdiği ve büyük beyinlerin genelleştirilerek ifade ettiği ahlakı değerlerin naşı’ yaşamsal bir önem taşıdığını daha iyi değerlendirmemizi sağladı.” (65)
“Ahlakı değerler”e yaşamsal bir önem biçen, “erdem” ve “erdemli oluşu”, dünyaya bakış ve yaşamın başlıca yönü ve temeli sayan ahlakçı, sofist (bilgici) düşüncenin, günümüzde artık eskimiş olmak üzere, halklar değil ama yüzyıllardır idealist filozoflarca geliştirildiği söylenmelidir. Gorbaçov’un sözünü ettiği büyük beyinler içinde, örneğin bir Marks ve Engels yoktur, ama örneğin Solan, Sokrat, Platon gibi idealist-sofist düşünürler vardır. Platon’un bilgelerce yönetilmesini öngördüğü, duyulur (maddeler) dünyasının bir kopyası olduğu “ideler” dünyasının, anlaşılır (akıl) dünyasının, idelerin en yükseği olan ve diğerlerinin kendisine bağlandığı “iyi”nin idesinin yönlendirdiği devleti ve devlet fikriyle Gorbaçov’un düşündüğü devlet ve devlet fikri arasında ne fark var? “İşte Gorbaçov’un devleti:
“Dünyadaki sayısız çelişkilerin çözümünde ve çıkarların dengelenmesinde, herkesin seçme özgürlüğünün tanınmasıyla birlikte, bencil tutkular ve önyargılar yerine, devletleri akıl, bilgi ve ahlaki normların harekete geçirilmesiyle, uluslararası ilişkilerin giderek de-militarize edilmesi ve insancıllaştırılması.” (66)
Bu, Gorbaçov’un dünyayı şekillendireceğini söylediği eğilimlerden biri! Çözümleyici, insancıl “akıl, bilgi ve ahlak devleti”, insanların mutluluğunu ve de-militarizasyonu sağlayacak! Ama bu devlet fikrinin ilk tasarımcılarından Platon bile, de-militarizasyonu öngörmüyor; akıl, bilgi yoluyla iyiye ve adalete ulaşılmasını garanti altına alacak “yargıçlar”la birlikte O’nun “devleti”ni yöneten “askerler”, Platon onlara “koruyucular” da diyor. Köleleri zaten insan saymayan Platon, çiftçiler ve zanaatkârlardan oluşan “çömlekçiler” ise yönetilip devleti besleyecek olan sınıf olarak belirtiyor. Diyor ki, “…mutluluk toplum içindir. Biz devletimizi bütün topluma mutluluk sağlasın diye kuruyoruz, yoksa bir sınıf değerinden daha mutlu olsun diye değil. Çünkü kurduğumuz devlette doğruluğu, kötü yönetilen devletlerdeyse eğriliği bulmaktayım… Bütün yurdun mutlu olması için koruyucunun koruyuculuğunu, çömlekçinin de çömlekçiliğini gereği gibi yapması gerekir. Biz toplum için gerçek koruyucular, ona hiç bir kötülük etmeyecek koruyucular istiyoruz… Koruyucularla yardımcıları kurduğumuz düzene bakıyorlar mı, böylece de bütün yurt gelişip en iyi yönetime kavuşunca her sınıf, doğanın verdiği mutluluk payını alabiliyor mu? İşte asıl buna bakalım…” (67)
Ve Platon, Gorbaçov’dan daha çok insancıl olmasa, düşünmeye yönelik: koruyucular ve yardımcılarını istiyor, de-militarizasyon saçmalığına sapmıyor; onların aklı, bilgeliği ve iyilik peşinde olan ahlakçılığından ve askerlerin koruyuculuğundan kaynaklanacak iyi yönetimle mutluluğa ulaşılabilmesini şarta bağlıyor; yargıçlar ve askerlere, yöneticilere mülkiyet! ve evliliği yasaklıyor. Gorbaçov buna da var mı? Mülkiyetinden ve “sevimli eşi” Raisa’dan boşanmayı göze alabiliyor mu? Brejnev’in damadını zimmetçilik ve suiistimalden yargılıyor; Ama Brejnev ve kızı/damadı evlenmeseler ve mülkiyet sahibi olmasalar bütün kötülükler önlenebilecekti! Damadın yargılanması da gerekmeyecekti! “Salt akıl ve ahlak devletine”, onun aracılığıyla da insancıllık ve mutluluğa ulaşılabilmesi için, kötülüklerim önüne geçilebilmesi için Platon’un şartını da yerine getirmesi gerekiyor Gorbaçov’un! Ama kaytarıyor!
“Kitlesel kırım silahlarını siyasal planların bir nesnesi durumuna sokmak, en azından, hem ahlaka aykırıdır, hem de, siyasal açıdan sorumsuzluktur.” (68) diyen Gorbaçov, “silah sızlanma yolunu seçebilmek için, her şeyden önce, bunu ger çekleştirme iradesine sahip olmak gerekir.” (69) diye ekliyor
Silahlanma ve silah kullanma şimdi de ahlaksızlık ve sorumsuzluk oluyor. Eleştiri, -Gorbaçov’un haklı savaşlar için silahlanmayı yadsıması bir yana, ki bu da sınıflar-üstüleştirilmiş ahlakçılığın bir ürünü ve göstergesidir-, ahlakçılık! emperyalistlerin “kötü ahlakına” yöneltiliyor. Ve öneri de hazır: devletleri bilgi, akıl ve ahlak harekete geçirmeli. Ne güzel düzeltme yolu. Gorbaçov, silahsızlanma için Platon’ un bilgece ve mutluluk için iyi yönetimini öneriyor. Silahlanmanın, kapitalist emperyalist temelleri, kapitalizm ve kâr dürtüsüyle ayrılmazca kaynaşmış olan savaş sanayi ve emperyalist paylaşımlara yol açan dünyanın emperyalist ekonomik-politik ilişkiler ağları ile sımsıkı bağlanmış oluşu, bunların yok edilmesi ve dönüştürülmesinin hiç sözü edilmiyor; maddi ve materyalist çözümler değil, irade ve ahlak ve ahlakçı idealist çözümler Gorbaçov “barışçıllığının” felsefi temelin oluşturuyor.
Ve Gorbaçov, Batılı liderlerin,  başlıca Reagan’ın “sağduyusuna” geliyor: “Her şeyin bizim imkanlarımız dahilinde olmadığını, birçok şeyin Batı’ya, Batılı liderlerinin tarihsel önem taşıyan kavşaklarda sağduyularını yitirmemi yeteneğine bağlı olacağını çok iyi bilmekteyiz.” (70)
“Çok iyi bildiğine” bakın! Batılı liderler sağduyularıyla silah sanayisinin dayattıklarıyla emperyalist çıkarların payla şunlar ve bunun nedeni olarak silahlanmada gerçekleşmesinin nesnelliğini silecekler! Ne büyük yetenek bu, emperyalistlere yüklenen! Ve Gorbaçov olağanüstü bir “gerçekçilikle” sorunu ortaya koyuyor; sorun, kapitalizmin gerçekliği değil, Batı liderlerinin, Gorbaçov’un kafasında yarattığı “değişiklikler”in “gerçekliğinin” -idealizm, ülküsü “yaratıcılık” burada da kalmıyor, sübjektivizmin en ileri noktasına varıyor– gerçekçi bir değerlendirmesini yapıp yapamayacaklarıdır: “sermayenin yönetici merkezleri, bugün olup bitenlerin yapıcı ve gerçekçi bir değerlendirmesini yapabilecekler midir?” (71) Sermayenin yöneticilerine son derece “gerçekçi değerlendirmeler”! dayatıyor kapitalizmin ve sermayenin birikim yasaları, bunlar, silahlanma, saldırganlık, dünyanın paylaşılması ve güç politikası gibi alanlardaki şu ya da bu değerlendirmelerdir; değerlendirme, emperyalist siyaset, bu dayatılanların nasıl, ne zaman ne türden uygulanacakları konularını kapsayabilir ve kapsar, yoksa emperyalizmin gerektirdiklerinin, emperyalizmi var eden koşulların “değerlendirmeler”e bağlı olarak, irade (ve ahlak) yoluyla değiştirilebilir oluşunu ve değiştirilmesini varsaymaz Sermayenin yöneticileri, değerlendirmeler yapar, bundan hareketle çeşitli politikalar saptar ve uygularlar, ama emperyalist irade ve politikanın, değerlendirmelerin emperyalizmi orta dan kaldırmayı, emperyalizmden vazgeçmeyi içermesi olanaksızdır ve dünyanın yorumlanması, sosyalist politika oluşturulması, gelişme olasılıkları üzerine düşünme, emperyalistlerin yapacakları “değerlendirmeler”den, hele bunları “yapıcılığı”ndan hareket edemez, politika nesnel gerçekle üzerine kurulur, kurulabilir. Gorbaçov’unki devrimci volontarizm de değildir, bu devrim yapma isteğiyle iradi zorlamaların nesnelliğin ötesine ve önüne geçirilmesidir. O, emperyalist iradeyi zorluyor; ilgilendiği, ezilenlerin iradesi, onların kurtuluş iradesi değil, emperyalist irade, sömürü ve paylaşımı sürdürüp sürdürmeme iradesidir. Gorbaçov, maddeyi, nesneleri, Platon gibi, idelerin, soyut düşüncesinin gölgeleri ve kopyaları olarak varsaymakta, insanların, bu arada emperyalistlerin “bir duvarın önünde zincirlenmiş ve ışığa sırtlarını çevirmiş (olduklarını), gerçekler(in), insanların sırtlarıyla ışığın arasından geçmekte (olduğunu), insanların gördükleri bütün şeyler(in), gerçeklerin kendileri değil, duvarda beliren gölgeleri” (72) olduğunu düşünmekte ve emperyalistlerin gördüklerini sandıkları nesnel gerçeklerin, kapitalizmin gerçeklerinin yerine ideleri, insanlık ideallerini ve sağduyularını geçirmelerini istemektedir. Geçirecekler!
Yoksa mı? “sağduyulu” olunamazsa mı? Felaket gerçekleşebilir: “Dünyadaki durum, artık siyaset adamlarının zekasına ya da iradesine bağlı olmayacak bir nitelik kazanabilir; bu durum, teknolojilere, askeri teknokratik mantığa tutsak olabilir.” (73)
“Siyaset adamlarının”, “zekası ya da iradesi” veya… Herhalde diyorsunuz, Gorbaçov tersi durumda nesnel koşulların gereğini yerine getireceğini söyleyecek artık. Eh; irade zorladı ama yetersiz kaldı, nesnellik galebe çalacak diyecek sanıyorsunuz! Ama Gorbaçov’da nesnelliğin, materyalizmin kırıntısı yok, siyasetçilerin “yapıcı ve gerçekçi değerlendirme” ve “sağduyulu oluş” olasılığının seçeneğini bile maddede, nesnellikle görmüyor, bu olasılığın karşısına bir başka iradi mantıksal olasılık çıkarıyor; sübjektivizmde aşırılığın, fasit bir daire içinde dönüşe götürmesi… Seçenek: askeri teknokratik mantığa tutsaklıktır! Uluslararası politikayı askerlerin belirlemesidir, askeri mantıktır!
Ama hemen korkmaya gerek yok, Gorbaçov bunun olanaksızlığının garantisini veriyor: “Barış, akıl ve iyi niyet potansiyelinin güçlendirilmesi eğilimi istikrarlıdır ve bunun ilke olarak geriye dönüşü yoktur.” (74)
Bir akılcılık, iradecilik, ahlakçılık, iyi niyet yığıntısı idealist temelli dış politika yönelimi olan “yeni politik düşünceli aracılığıyla Gorbaçov, emperyalistlerin niyetleri ve “yapıcı iradeleri” üzerine hayallerle -bu unsurları kuşkusuz kendisi için değil, halkları aldatmak için kullanıyor- emperyalizm koşullarında gerçek bir silahsızlanma ve barışa varılabileceğini tasarımlıyor. Kautsky’yi eleştirirken Gorbaçov’u da yanıtlayan Lenin olsun:
“Kapitalistler dünyayı paylaşıyorlarsa, bunu, kendilerinde bulunan hain duygulardan ötürü değil, ulaştıkları yoğunlaşma düzeyi, kâr sağlamak için kendilerini bu yola başvurma zorunda bıraktığından yapıyorlar.”75
Yine Lenin, Gorbaçov’un, emperyalistlerin “iyi niyet” ve “sağduyuyla” dünyayı paylaşmanın barışçıl politikasını, barışçıllık ve silahsızlanma “tercih”ini koyabilecekleri ve koymakta oldukları düşüncesizliğini Kautsky’nin şahsında şöyle mahkûm ediyor:
“…Kautsky, emperyalizmin politikasını ekonomisinden ayırmakta; ilhakların mali sermayece ‘tercih edilmiş’ bir politika olduğunu ileri sürmekte; ve bu politikanın karşısına, güya olanaklı görünen ve gene mali sermaye temeline dayanan başka bir burjuva politikası çıkarmaktadır. Buradan da, ekonomi içerisinde tekellerin, tekeli, zoru ve fethi dışlayan bir politik tutumla bağdaşabileceği sonucunu çıkarmaktadır. Bu da, tam anlamıyla mali sermaye döneminde tamamlanmış olan ve en büyük kapitalist devletlerin arasındaki rekabetin günümüzdeki biçimlerinin kendine özgü temelini meydana getiren ‘dünyanın paylaşılması olayının’ emperyalist olmayan bir politikayla bağdaşabileceği demek oluyor. Böylece Kautsky, kapitalizmin bugünkü evresinin en temel çelişkilerini bütün derinliğiyle ortaya koyacağı yerde bunları daha hafif göstermeye, gizlemeye çalışıyor. Vardığı sonuç da, Marksizm’in yerine burjuva reformizmi oluyor.” (76)
Lenin, aynı nükleer silahların yığılı olduğu bir dünyada savaşı kışkırtmak cesaretinin gösterilemeyeceğini, savaşın mantıksızlığını ve barışın kaçınılmazlığım ileri süren Gorbaçov’un gerekçelerine benzer gerekçelerle “savaşa kışkırtma cesaretinin gösterilemeyeceğini” iddia eden A. Neymarck ile birlikte Kautsky’yi eleştirirken “iyi niyetçilik”e karşı yazıyor:
“Burjuva iktisatçılarının bu saflığına hiç de şaşmamak gerekir; üstelik böyle ‘saf görünmek ve emperyalizmin egemenliği altında ‘ciddi ciddi’ barıştan söz etmek onların yararınadır. Ama 1914, 15 ve 16 yıllarında aynı burjuva reformist görüş açısını benimseyen ve barış konusunda herkesin (emperyalistlerin, sahte sosyalistlerin, sosyal pasifistlerin) aynı kanıda birleştiklerini ileri süren Kautsky’de, Marksizm adına geriye ne kalmıştır ki? Emperyalizmi tahlil etmek ve çelişkilerini sergilemek dururken, bu çelişkilerden kaçmaya, sıyrılmaya çalışan reformist bir ‘iyi niyet’ten başka ne görüyoruz ki karşımızda?” (77)
Teoride iyi niyetten başka bir şey görülmüyor. Ama pratik ve çıkarlar açısından çok şey var. Lenin, Kautsky’de, onun “iyi niyetli barışçıllığı”nda kendi “ulusal” burjuvazisinin ele geçireceği nüfuz bölgeleri ve sömürgelerden elde edileceklerden kırıntılar amaçlayan işçi aristokrasisinin rahat çıkarları peşinde koşmayı görüyor; Gorbaçov’da görülebilecek olan ise, kırıntı kapmak da değil, barışçıl paylaşımda elde edileceklerin kendisidir, O iktidarda çünkü.
“Yeni politik düşünce’nin amaçladığı çıkarlara, onun nedenlerine gelelim.

“Yeni Politik Düşünce” Uluslararası İstikrar ve Çatışma Odaklarının Söndürülmesi, Devrim ve Sosyalizmin Bastırılıp Ezilmesi Politikasıdır
SBKP’nin “değişmez rotası” olarak, devrim ve sosyalizm mücadelesini dışlayarak, devrimsizleştirilmiş bir yönelimle yalnızca “komünist ve işçi partilerinin ve tüm toplumsal güçlerin barış, sosyal gelişme, özgürlük ve demokrasi uğruna verdikleri mücadele”nin (78) desteklenmesini belirten 19. Konferans kararları, onun ve yıldızı Gorbaçov’un devrim ve sosyalizm karşısındaki konumlarının kanıtı durumunda. Ama sorunun açılarak ortaya konmasında yarar var.
Sovyet Prof. Aleksander Galkin, “…kitle kırım araçlarının kullanıldığı bir savaşın olanaksızlığı olgusu ile şu anda var olan düşük yoğunluktaki çatışmaların tırmanma eğiliminin artması zorunlu olarak uluslararası istikrar sorununu gündemde tutmaktadır.” (79) diyor. Sorunun özü-esası bu: uluslararası istikrar, yani istikrarı bozucu ulusal ve sosyal kurtuluş devrimlerinin, tüm devrimci çatışma ve savaşlarının neden olduğu istikrarsızlığın giderilmesi… Gorbaçov açık konuşuyor:
“Bu geniş bölgede (Asya ve Pasifik yakalarında) oldukça karmaşıklaşmış çelişkiler vardır; bazı yerlerde, siyasal durum istikrarsızdır. İvedi olarak özgül çözümler ve yollar araştırmak gerekmektedir. Anlaşıldığı kadarıyla, Üzücü sorunların siyasa! açıdan çözümü yararına çabaları uyumlandırma ve daha sonra da birleştirmeyle işe başlamak, böylece, bu temelde, Aysa’nın çeşitli bölgelerinde askeri cepheleşmenin hızını kesmek ve buradaki durumu istikrara kavuşturmak yerinde olacaktır.
“Asya’da ve öteki kıtalarda, savaş tehlikesi yaratan odaklar tükenmemiş olduğundan, bu son derece adileşmektedir… Gezegenimizin tüm hassas noktalarındaki çalışmalı durumları kaldırmak yollarının ortaklaşa araştırılmasını yoğunlaştırmak görüşündeyiz.” (80)
Batılı emperyalistlerle “ortaklaşa” Asya ve Pasifik’teki, dünyanın tüm hassas bölgelerindeki “üzücü sorunların” halli, “çatışma odaklarının” kurutulması, yani ulusal ve sosyal kurtuluş devrimlerine cephe alınması, Gorbaçov’un eylem programıdır. O, istikrar istemektedir, devrim değil, devrimin istikran bozmasını değil, kurulu düzen, ulusal ve uluslararası, devam etmelidir! Terörizme karşı öfke doludur, Lenin “ilke olarak terör reddedilemez” derken, o, tersini söylemektedir: “Bunalımlar ve çatışmalar, uluslararası terörizme de elverişli bir ortam hazırlamaktadır. İlan edilmemiş savaşlar… siyasal cinayetler… terörizmin iğrenç yüzü budur. SSCB -ilke olarak, terörizmi reddeder ve buna son vermek amacıyla öteki devletlerle etkin bir şekilde işbirliği yapmaya hazırdır” (81) Kullanılan dil bile, emperyalist ve faşistleri andırıyor. Gorbaçov, devrimi değil, karşı devrimi onaylıyor.
Tekrar Prof. Galkin’e dönelim. O, istikrarı bozucu iki hatalı eğilim sözü ediyor. Birincisi, emperyalistlerin -varlığı değil- zor ve güç politikası, askeri saldın politikası izlemesi, ikincisiyse devrimci tutumlardır:
“İkinci bakış açısını sol-radikal olarak tanımlamak mümkündür. Çünkü içerdeki sosyal sorunların çözülmesinde dış etmenler göz ardı edilmektedir. Böylesi bir görmezliğin yalnızca dış müdahalelere kapı açmakla kalmadığı, aynı zamanda sonuçları önceden bilinemeyecek bir uluslararası çatışmaya da neden olabileceği olgusu dikkate alınmamaktadır… Değişimlerin aşın, zora dayalı biçimlerde gerçekleştirilmesinin uluslararası duruma istikrarsızlaştırıcı bir etkide bulunması ve dış güçleri iç karışmaya özendirmesi durumunu, bu açık, belirgin yasallığı görmezlikten gelmek de olmaz… Sosyal dönüşümlerin tercih edilen yöntem ve biçimleri kararlaştırılırken, aynı koşullarda barışçıl, demokratik araçlara öncelik verilmesinin önemi, bu yüzden çok fazladır. İnsanlığı yok edici bir askersel çatışmayı önleme ihtiyacı ne kadar ivediyse, sosyal dönüşümlerin yöntem ve araçlarının seçiminde dış faktörün hesaba katılması da o kadar önemlidir.” (82)
Devrimler yatıştırılmalı! Bunun için “barışçıl araçlar ve yöntemler” kullanılmalı, bunlarla dönüşüm mümkün olmadığından, dünya değişmeden kalmalı. Proletarya ve ezilen halklar seslerini kesmelidirler, “yeni politik düşünce” öyle emrediyor. Yoksa istikrar bozulur, barış elden gider, savaş herkesi yok eder! Ezilen halklar, ” ‘gelişme bölgesi’ ülkelerinin çoğunluğunun gittikçe artan endüstriyel ve sosyo-politik geriliğini, özellikle bir zamanlar Lenin’in devlet kapitalizmi olarak tanımladığı yöntemlerle aşmalarına olanak verecek” (83) koşulları yaratmaya uğraşmalıdır! Lenin’in “devlet kapitalizmi” önerisi, güçlü bir sosyalist ülkeyi, onunla sıkı bağlantı ve onun doğrudan yardımlarını gereksinen, kendi döneminin Türkistan benzeri geri tarım ülkelerini ilgilendirmiyormuş gibi, sınırlı bir uygulama olanağı yokmuş gibi, hem de değişik koşullarda genelleştirilerek mutlaklaştırılmakta ve ezilen halklara -bir çarpıtmayla daha- sanki bu yol devrimi gerektirmiyormuş gibi barışçıl bir alternatif olarak sunulmaktadır. Kapitalizm koşullarının dönüştürülmesinden kaçınma, devlet kapitalizmiyle “geriliği aşma”- halklara bu öneriliyor “yeni politik düşünce” ile.
Gelişmiş ülkeler proletaryasına önerilen ise, liberalizm destekçiliğidir, yine devrimden kaçınma -çünkü istikrar bozulur ve savaş çıkabilir- ve kapitalizm çerçevesinde iyileştirmelerle avunmadır:
“…işçi hareketi ve onun devrimci kanadının)… çabaları(nın) ana yönü, en aşırı biçimleriyle tutucu-teknokratik modelin gerçekleşmesini önlemeye, liberal-demokratik varyantım ilkelerine en uygun düşen bir politikanın uygulanabilmesi için liberal-reformist öğelerin güçlenmesine yardımcı olmaya yönelmelidir… Bu modelin temelindeki sosyal taleplerin ardıcıllıkla yerine getirilmesiyle sermayenin hareket özgürlüğü ciddi bir biçimde sınırlanma tehdidi altına girer… (Böylelikle) liberal-reformist modelin ötesine geçip kısmen sosyalist renkli önlemlerin alınabileceği bir durumun ortaya çıkacağını hesaba katmak gerekir. Her durumda günümüzde kapitalizmin gelişme modellerinin esnekliği, olanaklara göre, yalnızca sağa değil, aynı zamanda uygun düşen durumlarda, sola da evrimleşmeye göredir.” (84)
Kapitalist ülkelerde de devrim yasak, reformlar yolu tutulmalı ve liberaller desteklenmelidir, buradan, uygun koşullarda “sosyalist renkli önlemler” aracıyla sola açılmak mümkün olabilir! Yani SSCB ve Gorbaçov’a yakınlaşmak.
Liberallerle sola açılmayı olanaklı ve uygulanabilir bulan Sovyet modern revizyonistleri, “barış, sosyal gelişme, özgürlük ve demokrasi mücadelesinin”, “sosyal tabanı”nın genişlediği iddiasındadırlar:
“Barışın tehdit edilmesine karşı çıkabilmenin, insanların önünde duran global sorunların çözümüne dünya toplumunun birlikte çabalarıyla temel hazırlamanın şimdiye kadar-ki en geniş sosyal ve politik tabanını oluşturmanın olanakları önümüzde açılmaktadır.” (85)
Kuşku yok: emperyalistler dahil, herkesin birlikte çabalarıyla barışı savunabilmek ve “global sorunları” çözmek olanaklıysa eğer, mücadelenin sosyal ve politik tabanı da emperyalistleri de kapsayacak kadar genişlemiş demektir! Gorbaçovcular, sadece sağcı-militarist emperyalist çevreleri bu “tabana” dahil etmiyorlar; “sol emperyalistlerle”(!) ittifak, şiarları oluyor. Bunu adını takmadan, ama “herkes”, “herkesin ortak çabaları”, “tüm insanlık” gibi kavramlara yedirerek savunuyorlar; ama sosyal demokratlarla ve bir dizi gericiyle ittifakın adını da takıyorlar:
“Gelişmiş kapitalizmde işçi hareketinin şu aşamasında emekçilerin çıkarlarını kapitalizm zemininde koruma mücadelesi önde durduğu için, komünistlerle sosyal demokratların somut istemleri birbirlerinden çok farklı değildir, SSCB’deki ve bir dizi sosyalist ülkedeki yenilenme, kimi sosyal demokrat partilerin tutumunu deforme eden anti komünist önyargıların ortadan kaldırılmasına katkıda bulundu. Sosyal demokratlara karşı kimi komünist partilerde kemikleşmiş olan düşmanlık giderek aşılmaktadır.” (86) itiraf önemli: perestroyka sosyal demokratlarla “komünistleri”, yani modern revizyonistleri yakınlaştırdı deniyor. Zaten yakındılar, yakınlık artıyor. Ve işte işçilere, emekçilere, uzlaşmaları salık verilen “yeni” ölü-liderler”: sosyal demokrat ve liberal önderler, Brand, Kreisky ve diğerleri, Gorbaçov, Kautsky’i aratmıyor, aşıyor ama geri kalmıyor…
“Gorbaçov Barışçılığının” Nedeni: Ekonomik Güçlükler ve Tasarruf İhtiyacı
“Bugün her hangi bir çeşit ‘kapalı’ toplumun korunması olanaksızdır… Dünya ekonomisi tek bir organizma olmaktadır” (87) diyerek teoride de sistem farklılığını ve ayrı “sosyalist pazar”ın varlığını reddeden ve Amerikalı modern revizyonist Viktor Perlo’nun ağzından “barışçı bir dünya ekonomisinin kaçınılmaz bir sonucu olarak, sosyalist ülkelerin olağanüstü büyüklükteki barışçı pazarları açıldığında” (88) kazanacaklarıyla emperyalistlerin iştahlarını kabartmaya çalışan ve onlara pazar sunan Gorbaçov ve Gorbaçovcular, birinci olarak emperyalist kapitalist sistemle bütünleşmeye çalışıyorlar. ”Yeni politik düşünce” ve “barışçıllığın” bir nedeni budur. Entegrasyon yönelimi ve kendini Batı’ya beğendirme uğraşı. İkinci neden, halkların hayallere boğulması ve devrim perspektifinin karartılmasıdır, pasifikasyondur. Üçüncüsü, taban genişleterek ve olabildiğince çok bağlaşık edinerek, yeşilleri, “barışçıları”, sosyal demokratları, liberalleri yanma çekerek rakip emperyalist devletleri politik olarak sıkıştırma ve güç politikası ilişkilerinde elverişli bir politik konum elde etme yönelimidir. Dördüncüsü, sağlanacak dış destek ve itibarla Gorbaçov’un iç durumunu kuvvetlendirmeye yönelik tutumdur.
Asıl ‘barışçıllık” nedeni ise, Sovyet ekonomisinin Amerikan ekonomisine göre nispi geriliği ve Gorbaçov’un, silahlanmayı, en azından bugün için, özellikle uzayın silahlandırılmasına Amerikan emperyalistleri kadar fon ayıramaması, silahlanmanın finansmanı çabasının Sovyet ekonomisinin içinde bulunduğu güçlüğü artıracak olmasıdır.
Görece gerilik koşullarında Sovyet ekonomisi Amerikan ekonomisi olanaklarıyla yarışamamakta ve yeni bir ekonomik düzenleme için, perestroykanın “meyvelerini” vermesi için zamana ihtiyaç duyulmaktadır. Öte yandan yeni düzenleme, yenilenme, askeri bütçenin olağanüstü giderlerinde tasarrufu gereksinmektedir. Zaten ulusal gelire oranla devasa bir yüzdeye ulaşan Sovyet savaş bütçesi taşınabilecek yükün ötesinde bir ağırlıktadır ve normal koşullarda bu durumun sürdürülmesi pek olanaklı değildir. Bu hacimdeki (Amerikan savaş bütçesi ulusal gelir oranını kat kat aşan bir orana sahip) bir bütçeyle bir ekonominin barışa daha uzun süre dayanması olası değildir. Gorbaçov, ya savaş politikası izleme ya da silahlanma ve savaş bütçesinde indirimler yapma seçenekleriyle karşı karşıyaydı, Ekonomik, politik vb. olanakları açısından SSCB’nin bir savaşa ve savaş politikası gömülmesine hazır olmadığını düşünen Gorbaçov, ikincisini seçti; geçici geri çekilme, barışçıl paylaşımcılık ve tavizler politikasıyla savaş bütçesinde kısıtlamalara yöneldi. Bu zaman kazanmayı ve barış içinde savaşa hazırlanmayı içeren, savaşı doğuracak bir politikadır. Sovyet ekonomisinin içinde bulunduğu durgunluk eğiliminin de zorunlu kıldığı bir tutum alıştır. Sovyet ekonomi bilimleri doktoru S. Menşikov ve Gorbaçov bu gerçekleri şöyle belirtiyorlar:
“Bizim reformlarımızın önemli bir özelliği, bunların, kaynakların askersel alandan sivil alana kaydırılmasını amaçlamasıdır.” (89)
Doğal ki, “sivil toplum”a dönüşmeyecek Sovyet toplumu bununla ve ne tüm askeri harcamalardan vazgeçilecek ne de yapılan sınırlı indirimler sürekli olacak, bunlar emperyalizmin özüne terstir.
“Dış politika çalışmaları, ülkenin maddi olanaklarında tasarruf edilmesine, barışçıl amaçlara ve yenilenmeye katkıda bulunmak zorundadır.” (90)
Yenilenmeye katkıda bulunmak üzere askeri harcamalarda tasarruf ve ekonominin soluklanması ve yani ve gelişkin teknolojilerin askeri alana uygulanmasının ihtiyaçlarını karşılar ve finansmanı sağlar hale getirilmesi. Sovyet ekonomisinin soluklanması ve -tanrı korusun!- güçlenmesine bağlı olarak “insanlık” yeni bir savaşa hazır olsun.
“Gorbaçov barışçıllığı”nın anlamı, savaş hazırlığıdır, askeri üstünlük ve savaş için uygun koşulların yaratılması için soluklanmadır. Ve devrim ve sosyalizmin Batılı emperyalistlerle birlikte ezilmesi ve yatıştırılmasıdır.
(Not: Yazımız, “militarizmsiz emperyalizm”, “emperyalizmin yeni sömürgecilik olmadan varoluşu” ve “emperyalist kapitalist sistemle entegrasyon” bölümlerini de kapsayacaktı. Yer darlığından bu bölümler başka bir yazının konusu olabilecek.)

1- 19. Konferans, Raporu, s.36
2-  27. Kongre Siyasal Raporu, s.103
3- 19. Konferans, s.87
4- 19. Konferans, s.56
5- 19. Konferans, s.168
6- 19. Konferans, s.36
7- 22. Kongre, s.17
8- 22. Kongre, s.22
9- 22. Kongre, s.3
10- Engels, Anti-Dühring, s.412-15
11- 27. Kongre, s.25
12- Engels, Anti-Dühring, s.43 8
13- 27. Kongre, s.41
14- 19. Konferans, s.91
15- 27. Kongre, s.27
16- 27. Kongre, s.29-30
17- 27. Kongre, s.27-28
18- 27. Kongre, s.31-32
19- 27. Kongre, s.33
20- 27. Kongre, s.35
21- 27. Kongre, s.32
22- Lenin. Emperyalizm, s.81-82
23- 27. Kongre, s.36
24- 27. Kongre, s.38
25- 27. Kongre, s.38-39
26- 19. Konferans, s.90
27- 27. Kongre, s.22
28- 19. Konferans, s.92
29- 27. Kongre, s.17
30- 27. Kongre, s.41
31- 27. Kongre, s.42
32- Dünyaya Bakış, s.7-28
33- 19. Konferans, s.42
34- 27. Kongre, s.90
35- Yeni Açılım, s.69
36- 27. Kongre, s.42
37- 27. Kongre., s.107
38- 27. Kongre., s.106
39- 27. Kongre., s.107
40- 27. Kongre., s.29
41- Lenin, Emperyalizm, s.142
42- Lenin, Emperyalizm, 5.113
43- Agy
44- Emperyalizm, s.116
45- Emperyalizm, s.118-119
46- Emperyalizm, s.143
47- Emperyalizm, s.144-145
48- 27. Kongre, s.104
49- 27. Kongre, s.103
50- 27. Kongre, s.108
51- 27. Kongre, s.107
52- 27. Kongre, s.28
53- 9 Konferans, s.93
54- 27. Kongre, s.105
55- 19 Konferans, s.185
56- Emperyalizm, s.116
57- Emperyalizm, s.144
58- Emperyalizm, s.90-91
59- 19 Konferans, s.185
60- 19. Konferans, s.37 ve 91
61- Dünyaya Bakış. s.7. s.78
62- 27. Kongre, s.108
63- 19. Konferans, s.37 ve 92
64- Yeni Açılım, s.58
65- 19 Konferans, s.90
66- 19. Konferans, s.94
67- Platon Devlet IV., s.419-421
68- 27. Kongre, s.108
69- 27. Kongre, s.105
70- 27. Kongre, s.40
71- 27. Kongre, s.41
72- Platon Devlet S.507-B
73- 27. Kongre, s.107
74- 27. Kongre, s.119
75- Lenin Emperyalizm, s.90
76- Lenin Emperyalizm, s.112
77- Lenin Emperyalizm, s.136
78- 19. Konferans, s.186
79- Yeni Açılım, s.57
80- 27. Kongre, s.113-114
81- Agy
82- Yeni Açılım, s.59
83- Yeni Açılım, s.65
84- Yeni Açılım, s.61-62
85- 19. Konferans, s.39-40
86- Yeni Açılım, s.66
87- Cumhuriyet 10 Aralık 1988, s.16
88- Dünyaya Bakış, s.7, 30
89- Dünyaya Bakış, s.78
90- 19. Konferans, s.185

Ocak-Şubat 1989

Türkiye’de “Yenilenme”: “Sosyalizmde Devrim” mi Gerekli? Aydınlık’ta Bölünme ve “Birlikçilik”

Kime sorulsa 80 öncesinde sol içinde yer alan yüz binlerden söz ediyor. Bugüne bakıldığında ise bu yüz binleri görmek mümkün değil. Geleneksel sayılabilecek iki çizgi, yani TİP-TKP ve Aydınlık, yüz-binlere kıyasla çok küçük bir kesime bitap ediyorlar. Peki gerisi ne oldu?
“Tartışıyorlar, ‘araştırıyorlar, yeni bir sosyalizm modelinin, makul bir hareketin ipuçlarını bulmaya çalışıyorlar. Kafalarında bin bir soru var: ‘Proletaryaya elveda mı? Çoğulcu sosyalizm mi?.. Neden silahları bu kadar sevdik? … Bu sorular temelinde Türk Solu’nda pek çok ayrışma yaşanıyor… Ve önümüzdeki günlerde de yeni bir kitap çıkıyor: Murat Belge’nin sosyalizmin büyük tartışmalara yola-çan, yeni tezlerini konu edindiği kitabı.”
Gülay Göktürk ile Ali Boratav, ortaklaşa kaleme aldıklar, 5 Şubat tarihli Nokta’nın “sosyalizmde yeni bir model, ‘Rönesans’ın eşiğinde” başlıklı kapak yazısında bunları söylüyorlar. Kapakta, ağzına bir gül monte edilip şahsında sosyalizmin barışçıllaşarak bir “yenilenme” içinde olduğu çağrışım! yapılan Che Guevera’nın ünlü, alnı yıldızlı bereli portresi var. Alıma da “Sosyalizmde devrim var!”, “Türk solunda demokratik bir kıvılcım çakıyor” yazılmış.
Sözde peyzaj çizilmek için fırça ele alınıyor, içinde bir dere şırıldayan sık ağaçlı bir koruluk karşısına yerleştirilmiş tuval, oysa resmedilen kavruk birkaç ağaç bile değil, nü çiziliyor. Kafada nü var çünkü düşünceler nüye ilişkin akıyor. İstenen, özlenen, fırçaya yön veriyor.
Görmezden gelinemeyen tek gerçek, TİP-TKP ile Aydınlık’ın Türkiye solunun küçük bir kesimini oluşturdukları, solun esas kesiminin bunların dışında olduğu. Evet, bu doğru, gerisi düşüncedeki çıplak.
Aynı soruyu soralım: Peki, gerisi ne oldu?
Yanıtın iki yönü olmak gerekiyor. Birincisi, dönem dönem, ekonomik-sosyal maddi koşullar ve yığınların bilinç düzeyleri, ruh halleri buna bağlı olarak değiştikçe/devrime katılan, devrimci örgütlerin peşi sıra giden insan sayısı farklılaşır, azalır, çoğalır, Lenin’in ünlü deyişiyle kitleler bazen bin kişidir, bazen milyonlarla. 1980’de solun yalnızca iki örgütü, TDKP ve Dev-Yol’un birlikte düzenledikleri 1 Mayıs gösterilerine Türkiye çapında 1 milyondan fazla insan katılmıştı. Bugün tüm Türkiye solunun seferber edebildiği nicelik buna ulaşamıyor. Bu doğaldır. Maddi ve manevi toplumsal koşullar farklı çünkü. Pek uzak olmayan bir gelecekte bu sayının kat kat aşılması “kuşkusuz şaşırtıcı olmayacak. Yanıtın bir yönü, o sözü edilen yüz binlerin henüz ortada olmadığı ama olacağıdır. Diğer yönüne gelince, ortada olanlar da görünmüyorlar, şu ya da bu yoldan kendilerini belli ediyorlar, TBKP ve Aydınlık gibi yasalcılık peşinde koşmuyorlar çünkü. Ama varlar. Giderek etkilerinin daha çok hissedileceği saptaması kâhinlik sayılmaz. Toplumsal gerçeklik bunu istiyor.
Peki, Türkiye solunun bugünkü tablosu ne? Nü çizen kitch’çi ressamların tablosuyla benzeşiyor mu?
“Tartışıyorlar, araştırıyorlar, yeni bir sosyalizm modelinin, makul bir hareketin ipuçlarını bulmaya çalışıyorlar.” Tartışma ve araştırmada bir kötülük olmadığı açıktır; doğrular tartışma ve araştırmadan çıkar ve Türkiyeli devrimcilerin geçmişte yanlış düşünüp/yaptıkları şimdiyse tartışıp araştırarak doğrusunu bulup uygulamaları gereken bir şeyler var doğal ki. Bugün daha gerekli olsa da -daha gerekli, çünkü oldukça büyük bir alt-üst-oluştan, boyutları hiç de küçük olmayan bir yenilgiden geliniyor, nedenleri, sonuçları ve gösterdiklerinin değerlendirilmesi gerekiyor-, tartışma ve araştırma yalnız bugün değil, yalnız belirli zamanlarda değil, genel-geçer bir gereklilik. Düşünsel canlılık, eylemsel canlılığın ve geleceğe uzanışın olmazsa olmazı.
Tartışma ve araştırmada bir kötülük yok ve bu bir gereklilik; ama her zor dönem için geçerli olduğu gibi, Eylül sonrası sözlüklerinde “tartışma ve araştırma’nın bir karşılığı var; özellikle aydınlarımızın jargonunda “vazgeçiyorum”, “saf değiştiriyorum”, “yoruldum” denmiyor, düzene entegre oluş “tartışıp araştırıyorum’la ifade ediliyor. Araştırılan, ileriye ve geleceğe doğru yürüyüş yararına geçmiş, geçmişin dersleri, başka zaman ve mekânların deneyleri, biriktirilmiş bilgi, ekonomik -kültürel-siyasal maddi ve manevi toplumsal yaşam koşullan değildir. Araştırılan, bir zamanlar çeşitli nedenlerle -modaya uyularak, devrimde kendi taleplerinin gerçekleşmesi görülerek, düşünsel kaygılarla vb.- seçilen saflardan yine çeşitli nedenlerle korkutucu bir hal alan zorluklardan, bunların göğüslenmesinden ürküp kaçınılarak, ‘akıllılık’ yolunda mevcut toplumda kendine yer edinme istemiyle, bireysel kurtuluş ve “özgürleşme’ kaygılarıyla, burjuvazi ve faşizmin ideolojik ve siyasal baskısına boyun eğilerek vb.- kurulu düzen saflarına adım atışın sorunlarıdır. Bu, ister görünüşte sol bir konumda durulsun, liberal, reformcu bir tür “solculuk”ta karar kılınsın, ister daha ötelere savrulmuş olunsun, son yılların moda “araştırıcılığı”nın gerçek içeriğini oluşturuyor.
Evet, Türkiye’de bu türden bir “araştırıcılık” vardır. Ancak saptanması gerekiyor: bu eğilim hızla güç kaybetmektedir. Birkaç yıl öncesine dek sol adına bu “araştırıcılar” ortalıkta dolaşıyor ve darbelenmişlik ve dağınıklık ortamında solun ve eğilimlerinin temsilcileri var sayılıyorlardı. Ama zaman değişiyor, zamanla durum da değişiyor, dağınıklık giderilip gerçek sahipler ortaya çıktıkça, sol ne olduğunu, solcular kimler olduklarını “dostlara” hatırlatıyor, düşmansa zaten biliyor. “Araştırıcıları” düşman olarak görmeyen, üstelik onlara ideolojik baskısıyla yön veren, onlar aracılığıyla düzen eklentisi bir “sol muhalefet” yaratmayı uman -bunda dış koşulların da etkisiyle gelişen tasfiyecilik şahsında belirli bir basan elde eden- düşman hayıflanıyor, genel başarısızlığını görüp gelecek korkusuyla yaşıyor. Oysa\ne önlemler almıştı! Ses soluk çıkmayacaktı!
. “Araştırıcılara” ise, “araştırmacılık”ın propagandası kalıyor: “Ne çok insan araştırıyor, yüz binlerle sayılıyorlar”! Kitch’çi ressamlarımız da bunu çiziyorlar. “Araştırıcılık/’m toplumsal yaygınlığı ve sola damgasını vurduğu, apriori olarak, kanıtlanma gereksinimi olmayan bir gerçeklik olarak sunuluyor.
Verilen tartışma ve araştırma örnekleri ilginç: “yeni bir sosyalizm modeli”, “makul bir hareketin ipuçları” araştırılıyor propagandif kitch tabloya göre, “proletaryaya elveda mı”, “çoğulcu sosyalizm mi”, “neden silahları bu kadar sevdik” sorulan tartışılıyor! Bir-iki istisnasıyla eski tartışmacıları dışında gerçekte tartışılmayan, ama tartışılma özlemi dile getirilen sorunların bizatihi kendileri soldan kopuşun ya da zaten sol-dışı oluşun karakteristik göstergeleri.
“Sovyet modeli”, “Çin modeli” gibi “sosyalizm modelleri” olduğu yaygın ve yerleşik, neredeyse gelenekselleşmiş inanışların tersine, sosyalizm bir modeller cümbüşü olarak var olmaz. Farklı sosyalizm modelleri yoktur. Marksizm-Leninizm’in evrensel temel ilkeleri, onun evrensel gerçeğinin değişiklik gösteren mekân ve zamanlara uyarlanışının sözü edilebilir ancak. Yoksa farklı temellere ve farklı uygulamalara dayanan, biri örneğin mülksüzleştirme üzerine temellenirken, diğerinde burjuvaziyle bütünleşildiği “sosyalizmler” yoktur ve olamaz. Nasıl ki monist ve ideolojik-politik çoğulculuk sistemleri olarak birbirinden farklılaşan “sosyalizmler” yoksa. Ama devrimcilerin tartışmaları istenen “yeni sosyalizm” modeline ilişkin sorular olarak,”proletaryaya elveda mı” ve “çoğulcu sosyalizm mi” sorulan art arda diziliveriyor. Proletaryasız “sosyalizm” ne hoş bir masaldır., ve çoğulcu… Ve “makul hareket” özleminin kitch’çi kafada yol açtığı temel soru: “neden silahlan bu kadar sevdik?” Makul, yani kabule şayan hareket! Kimin kabulüne mazharlık kaygısı güdülüyor? Kabul gösterecek gizli özne, burjuvazi ve burjuva düzen değil mi? Burjuvaziye karşı olmayan, onun kabulleneceği bir “sosyalizm modeli” tartışma ve araştırılma özlemi pek hoş doğrusu!
Kitsh’çi ressamlarımız, etraflarındaki “emekli devrimciler” ya da hiçbir zaman devrimci olmamış, en çok belli bir dönem devrimin gelişmesinden etkilenmiş reformcu aydınlardan ilham alıyorlar, tuvali önlerine koyduklarında ya da tuvali onların karşısına koyuyorlar. Eylül baskısının çok daha geri konumlara sürüklediği, Gorbaçov’culuğun ise pervasızlıkta cesaretlendirdiği aydınların karşısına. Sözü edilen sorular ve bunları odak edinen tartışma ye araştırmalar onlarındır çünkü.
Özellikle gerici karanlığın umutsuzluk kaynağı olduğu Eylül yılları, bu tür “araştırma ve tartışmalar’ın bir kısım devrimciler ve devrimci gruplar arasında yürütülmesinin etkeni olmadı değil. Liberal reformcu konuma en yakın grup ve kişiler, ressamlarımızın tablosunun malzemeleri arasındadırlar. Ama bunlar da geniş olarak sol diye tanımlanabilecek bir çerçevenin içinde oldukça küçük bir yer tutuyorlar. Dev-Yol’un halen sürmekte olduğu gözlenen dağınıklığı ortamında, burjuvazi ve revizyonistler ve ressamlarımız gibi düzene entegrasyon propagandistleri tarafından abartılan ve reklamasyon yoluyla sesi duyulur kılınan Taner Akçam, onun gibi Almanya burjuva düzenine entegre durumundaki Attila Keskin benzeri az sayıda insan “araştırıcı”dır. Çevre olarak ise, başlıca “Yeni Öncü”,ressamlarımıza hak verdirebilecek bir konumda. Ama o bile “proletaryaya elveda mı? sorusunu yüksek sesle dile getirmiyor. Türkiye’de, sol adına söz söyleme durumunda olmayan birkaç aydın dışında, bu soru tartışılmıyor. “Silah sevgisi” de tartışma konusu edilmiyor. Bu soru, eski legalist parlamentarist grupların ve zaten silahı eskiden de sevmeyen bir kısım aydınların kafasında ve programındadır, yanıtıyla. Bu iki konuda önemli bir yenilik yok. “Yeni Öncü”nün başını çektiği “çoğulculuk” taraftarlığı ise, moda. Solun belli başlı grupları bu . modadan uzak dursa da.eh çok taraftarı toplayan “çoğulculuk” düşüncesi; ama bu da.görece küçük bir azınlık tarafından savunulma durumunda.
Devrimciler arasında eskiden de “model” tartışmaları yürütülürdü. . “Çin modeli” savunucusu Maocular proletarya ve şehir yerine köylülük ve kıra dayanmayı öngörürler, “orta yolcu” tabir edilenler “yabancı modelleri” reddeder ve “masum” bir milliyetçilikle yaratıcılığı savunarak “kendi modellerini” geliştirmeyi arzularlardı. Ve benzeri… Kuşkusuz buralarda yanlışlık vardı, sapma vardı, ama ressamlarımızdaki “kötü niyet” olarak nitelenebilecek şey, düzene entegrasyon yönelimi yoktu. Kapitalizm karşıtlığından uzaklık ya da ona geri konumlardan muhalefetle malûl olma… daha uzatılabilir… ama reformculuktan etkilenseler de, onlar devrim istiyorlardı, “Proletaryaya elveda m:” sorusu ortada değildi onlar açısından, düzenle bağlantılara sahip olsalar da “model” arayış ve önerileri entegrasyon yönünde değildi. Henüz kapitalizm karşıtlığı az gelişmişti, köylülük mü, proletarya mı, ya da aydınlara atfedilen “ideolojik öncülük” teziyle aydınlar ya da bir grup öncü mü, proletarya mı sorulan sorulmaktaydı. Şimdiyse, kapitalizm karşıtlığı iddiasından gelenler, proletaryanın rolü konusunda genel olarak inkârcı önerilerde bulunmayanlar, “kapitalizmdeki değişiklikler”, “kol ve kafa emekçileri arasındaki farklılıkların kalkması” gibi gerekçeler göstererek, sınıf ayrılık ve zıtlıklarına dayanmayan, proletaryanın yok olmakta ve işlevsizleşmekte olduğu kapitalizm gibi ucube bir noktaya gelmekte ve sınıf uyumu ve düzen içilik adına “proletaryaya elveda” demekte, “yeni sosyalizm modeli” önermektedirler. Eskiden devrimciler hata yapıyorlardı, Marksizm’den uzaktılar, ama devrimciydiler, bugün “elvedacı” olanlar, ya gerçekten elveda diyen “emekliler”dir, ya da hiçbir zaman devrimci olmayanlardır, reformcular ve düzen yanlılarıdır.
İddia, sözü geçen soruların istenilirliklerinin varoluşlarının yerine geçirilerek var oldukları iddiasından ibaret kalmıyor, “bu sorular temelinde Türk solunda pek çok ayrışma yaşanıyor” kurgusuna kadar vardırılıyor. Hem de TİP-TKP ve Aydınlık dışındaki solun sözü edilerek. Bu soruları bu iki akım -eh, belli ayrışmalara da yol açılmak üzere- tartışıp, ressamlarımızın istedikleri yönde kararlara açık ya da üstü örtülü vardılar. Ama “Türk solu”nda yukarıda alman kişi ve gruplar dışında, bu sorulardan kaynaklanan denebilirse, ayrışma unsurları hemen hemen yoktur. Bu tür soruların ve varlıklarının etkilerini küçümsemek aklımızdan geçmiyor, kafalan benzer sorularla karışmış insanların bulunuşunu da yadsımıyoruz; ama yeniden harman olan Türkiye solunda bu tür sorunların tartışma konusu yapılmadığı da ortaya konmalıdır. Üstelik Gorbaçov’culuk ve ülkemizdeki Gorbaçov’cular ve. ondan etkilenenlerin varlığına rağmen, anti-Marksist karşı-devrimci reformcu nitelikleri belirgin sorular etrafında tartışma ve araştırmalar, devrimciler içinde kendilerine geniş bir yer edinemedi; yer edindikleri kadarıyla da bunlar yerlerini hızla yeni ve gerçek sorulara ve tartışmalara bırakıyorlar, düzene entegrasyonun değil, devrimin sorunlarına ilişkin sorulara ve tartışmalara…
Ressamlarımızın böyle fırça sallamalarındaki amaç açıktır: liberalizmi, p-reformcu yönelişleri lanse ediyor, bu yönelişleri güçlü göstererek devrimcileri bu yönde etkilemek istiyorlar. Eylül koşullarından gelenlerin böylesine basit reklamasyondan etkilenebilecekleri ancak kitch’çilerce varsayılabilirdi!
Bütün bu kitch sözü Murat Belge ve kitabına getirmek için. Kitap, “sosyalizmin büyük tartışmalara yol açan yeni tezlerini konu ediniyor”muş! M. Belge’nin Nokta’daki röportajında üzerinde durduğu kadarıyla, bu tezlerin ne yeni, ne de geliştirilmek için düşünsel emek harcanmış tezler olmadıklarını göreceğiz. Belge, 40 ve çoğu da yüzyıllık tezleri yineliyor, herhangi bir aydınca geliştirici katkıda bulunmadan.
Bugün yaklaşık tüm dünyada, bu arada Türkiye’de, demokratizm ve barışçıllık yanı sıra pirim yapan, yaptığı sanılan bir yönelim, bir tutum,”birlikçilik”tir. Demokratizm ve barışçılıktan güç alarak, onlarla bağlantılı olarak sahneye konuyor “birlikçilik” oyunu. Türkiye’de 80 öncesi demokratik olmayan yapısal zaaf ve hatalara, gruplar içi ve arası demokrasi ihlallerine alternatif olarak geliştiriliyor. Bir diğer temel hareket noktası, ideolojik-siyasal ve örgütsel alanda Marksist-monist ilkenin, mutlak doğrular ve doğru tekelinin olamayacağı, bunun durgunluk kaynağı olduğu, monolitik yapıların. özgürlüksüzlüğe, mutlak itaate, tebaalığa ve şefliğe, katı hiyerarşik sistemlere ve benzerlerine yol açtığı, kışla disiplinini öngördüğü ve koşullandırdığı ileri sürülerek yadsınmasıdır. İdeolojik ve politik çoğulculuk, örgütsel çoğulculuğa da kaynaklık ederek,”yeni demokratik sosyalizm”in temelleri arasında önemli bir yer tutuyor. Çok renkli, kanatlı parti, örgüt modeli olarak sunuluyor, içinde farklı görüşler, farklı programatik düşünce ve tutum alışlar barınması meşru gösterilmekle kalınıp” canlılık adına sınıflar arası birlik ve uyum için gerekli de sayılıyor. Ve bu “kanatlı parti” fikri, kuşkusuz dünya çapında Stalin’e yöneltilen saldırıyla birleşiyor, onun asli unsurlar; arasında yer alıyor. Monist parti, Marksist tezi, yanlışlığı Stalin’e yüklenip -şüphesiz ideolojik politik monizmle birlikle- Stalin “bürokrasisi, despotluğu, buyrukçuluğu” vb. eleştiri konusu edilerek diktatörlük ve kabalık olarak yadsınıyor.”Stalin dogmatizmi”nin önemli bir yönü olarak vurgulanan ve Bolşevik Partisi’ndeki çatışma ve tasfiyelerde suçun büyük bir kısmı üzerine yıkılan, Stalin tarafından savunulup uygulanan monist parti anlayışının da alternatifi olarak geliştiriliyor çok renkliliğin, kanatlılığın “birlikçiliği”. Ve sınıf barışı, düzen içilik, burjuvaziyle uyum ve bütünleşme, farklı çizgilerin ve doğal ki onlara kaynaklık eden sınıf ve kategorilerin, onların siyasal temsilcilerinin bir arada bulunduğu çok sesli-çok renkli parti anlayışının ideolojik temellerinden ve çıkış noktalarından bir başkası. Öyle ki, birlik için “hangi temelde”, “nasıl bir birlik” sorusu geçersizleşiyor. Temel, çok seslilik çünkü. Bir arada olabilmek, birleşebilmek için ideolojik bir temel öngörülmüyor, öngörülen temel, herkesin istediğini savunabilecek oluşunun kabulü. Bu da bir ideolojik temel oluşturuyor kuşkusuz: ideolojik, politik, örgütsel çoğulculuk, bir başka deyişle, burjuvaziyle ideolojik, politik, örgütsel anlaşmalar, uyum, bütünlük halinde olabilme ve görünümde demokratik yarış, burjuvazinin kabul edebileceği sosyalizm “modeli”, onunla birlikte “sosyalizm” oyunu, bunun “makul” yol ve yöntemleri ve bu toplumsal duruşun gereksindiği “yeni” tezler. Evet ama, bu “birlik”te sosyalizme yer kalmıyor, bu, sosyalizme karşı birlik oluyor. Kara çalınmak için yeteri gerekçe bulunduğu savıyla “Stalinizme karşı” olduğu ilan edilen, ancak Sovyet revizyonist partisinin MK üyesi Aleksander  Çipko’nun  “Bilim  ve Yaşam” adlı dergiye yazdığı yazıda “Stalinizm Marksizm’in uzantısıdır” diyerek itiraf ettiği gibi, Marksizm-Leninizm’e karşı oluşturulmaya çalışılan bir “birlik”tir. Henüz bu açıklıkta ifade edilemiyor, bunun gerektirdiği cesaret ve buna olanak tanıyacak güçlü konum biriktirilip elde edilemedi bugüne dek.
Bu sahte sosyalist, aslında sosyalizme tam cepheden karşı “birlikçilik”, Türkiye’nin mücadele edilmesi gerekli bir gerçeği günümüzde. Oluşturulmasının yolları konusunda rivayet muhtelif olsa da,tek bir birleşik parti,belli akımların dilinde. Bu belli akımlar herkesi, örneğin hem Gorbaçov’cuları hem de Gorbaçov karşıtlarını sosyalizm-içi gördükleri, herkesle birleşmeyi amaçladıkları üzerine yemin billâh ediyorlar. “Herkes partisinde birleşik parti üyesi gibi davransın” düşüncesi yayılmaya çalışılıyor. Eski ayrılıkların ve kamplaşmaların yanlışlığı, hoşgörüsüzlüğü mahkûm ediliyor, “geniş mezheplilik” matah bir şey gibi karşıtlar karşısında sahipleniliyor. “Birlikçiler”in ortak özellikleri, yasalcılık ve tasfiyecilikleri.
“Bugün belli başlı iki çok-sesli “birlikçi” blok ve bir üçüncüsünün oluşturulma çabası görülüyor. Bir blok TBKP etrafında toplanıyor, diğeri Aydınlık mihrakında. M. Karaca’sıyla, V. Sarısözen’iyle TBKP, çok-sesli, kanatlı demokratik yasal parti olarak ortaya çıkma çabasında. Sözcülerinin demeç ve yazıları, sürekli renkliliği, mezhep genişliğini vurguluyor. TBKP şimdi TSİP ile birlik görüşmeleri yapıyor. Aydınlık geçtiğimiz ay “birlikçilik” uğruna bir bölünmeye uğradı. 40 yıllık Aydınlıkçılar “birlikçilik” tartışmasında, -çatışan iki taraf da çok sesliliği, kanatlılığı yüceltmesine rağmen- anlaşma sağlayamadılar. (Demek ki “birlikçilik” her şeyin panzehiri olamıyor, ayrılık nedeni oluşturabiliyor.) Bu bloklar, gerek “birlikçilik” yansında geri kalmamak ve her biri diğerine karşı kendisinin “daha birlikçi” olduğunu kanıtlamak, gerekse gelişmelere bağlı çeşitli anlaşmalar umarak, birbirlerini de dışlamıyorlar.
Ve genel olarak liberalizmden, özel olarak Gorbaçov’culuktan en çok etkilenen, Troçkistlerin yanı sıra Stalin’e en çok düşman, temel görüşleri itibariyle TBKP’ye en yakın duran, ama ince nedenlerle onunla birleşmekten kaçınan ve reformcu konumlara en fazla ve çok noktada savrulmuş birkaç grubun ve yine, gruplar üstü duran, kendileri olmak isteyen ve herhangi bir grubun -çok sesli ve kanatlı olsa bile- disiplinine bağlanmaya tahammül edemeyen, çeşitli nedenlerle TBKP ve Gorbaçov’culuk karşısında -sosyalizm-içi değerlendirmesini yapmalarına rağmen- belli bir mesafeli tutum alan, sözü edilen gruplardan özellikle “Yeni Öncü” çevresiyle belirli gönül bağlarına ve yakınlığa sahip olan “yeni sosyalizm modeli” arayışındaki birkaç aydın yeni bir blok potansiyeli taşıyorlar. Bu doğrultuda çeşitli girişimler görülüyor. Mahalli seçimler için geçici de olsa bir blok oluşturuluyor. Sözü edilen grup ve kişilerin, en azından bazıları bir dergi hazırlığı içindeler, demeç, açıklama ve eylemlerinde birbirlerini gözetiyorlar ve üstelik lanse edicileri de var. “Birlikçilik”in yol ve yöntemleri, oluşturulacak birliğin biçimi üzerine rivayetin muhtelif olduğunu söylemiştik. Buradan da orijinal bir birlik çıkabilir. Aydınlar destekçi ve ideolojik gıda sağlayıcı, gruplar üstü “birleştirici” konumunda, birkaç grup ise görüş farklılıklarını koruyarak, bir araya gelebilir. Şimdiden tahmin yürütmek gerekmiyor, ancak “Birikim”iyle yol göstericilikte deneyli Murat Belge, “yeni arayışlar çevresinde partileşme” ile ilgili soruya “böyle bir parti kurulursa ben de katılırım, ama böyle bir girişime liderlik etmeyi düşünmem, çünkü benim mizacım buna uygun değil” diyor; öte yandan “sosyalizm dünya çapında zor durumda. Bütün dünya belli bir arayış içinde. Benim de bu arayışa Türkiye çapında katılmak gibi bir niyetim var. Kitap da, dergi de bunun bir parçası” diye ekliyor.
Liderlik, hem kendini tümüyle politikaya verişin zorluklarına katlanmayı, ne olursa olsun bir sorumluluğu, günlük sıradan ve birtakım örgütsel ayrıntılarla uğraşmayı, insan ve yönetici olarak örnek olmayı ve davanın sıkı bir takipçiliğini gerektiriyor. Lider, bütünüyle “kendisi için” olamıyor, ek kaygıları olmak, örgütünü, taraftarlarını düşünmek, örgütün seslendiği kesimi, onların özlem ve dertlerini “dikkate almak” zorunda, şöyle ya da böyle toplumsal olmak ve davranmak zorunda. Belge mizacının bunlara uygun olmadığını, kişisel özgürlüğünden “fedakârlık” edemeyeceğini belirtiyor. Halil Berktay’ın da politikayı uğraş alanı edinmemek konusunda-benzer bir yaklaşımı var. Bunlara ancak saygı duyulabilir, kişinin kendi bilincinde oluşu olarak değerlendirilebilir. Ama Halil Berktay’ın Oral Çalışlar ile birlikte yeni bir siyasal oluşumun başını çekmesi ve Belge’nin “arayışa Türkiye çapında katılma niyetine ne demeli? Belge lider olmak istemiyor, -zaten söz konusu yeni blok girişiminin yeterince lideri de var- ama “arayıştı” bir teorisyeni olacak yeni “birlikçi” partinin, arayışlarıyla katkıda bulunacak “ülkemize ve milletimize”…
Murat Belge’nin kitabı ve lanse edilişi bu çerçevede önem taşıyor, içeriğiyle değil. Aydınlık ve TBKP dışında yeni bir “birlikçi” liberal odak oluşturulma girişimi ve Belge’nin bununla bağlantılılığı, O’na ve kitabına önem kazandırıyor. Bağlantılı olduğu grupların ve mesai arkadaşlarının henüz devrimci yönler taşımaları ya da geçmişten miras böyle bir görünüm vermeleri ve bu tür malzemenin devrimin önünde yeni bir yasalcı “birlikçi” set oluşturup tasfiyeciliği güçlendirme potansiyeli taşıması, Belge ve kitabını önemli ve tehlikeli kılıyor.
Önce, tüm liberal reformcu revizyonist “birlikçi” arayışçıların savunup uygulamada birlik halinde oldukları “kanatlı parti” örgütsüzlük düşüncesine değinilmeli.
“Her örgütte farklı görüşler olur. Örgütler doğal çeşitlilikler gösteren insan topluluklarıdır.” (M. Karaca, Y. Açılım, s.7)
“… farklı görüşlerin bir arada olabildiği gerçekten kitlesel bir parti…”, “..partide çeşitlilik içinde birlik…” (Veysi Sarısözen, Saçak, s.60)
“(Bölünme öncesi tartışmalarda H. Berktay’a hitaben:) kanat yapma hakkın var.”, “SB konusunda bölünmeyelim… Afanasyev bile ‘SB sosyalist değildir’ diyor, bu adamlar SBKP’den atılmıyor.” (D. Perinçek, Saçak, s.60)
“Geniş bir birlikteliğin tek çıkış yolu olduğunu o kadar düşünüyorum ki… daha çok programatik tavizler verebilirim.” (H. Berktay, agy)
Ve M. Belge: Sosyalistler arasında her türlü farklılığa, çeşitliliğe sonuna kadar izin vermek, hatta destek olmak… (Bu tümce “ressamlarımızın” özetinden, başka konularda da özetlemeler yapıyorlar, eleştirimizde bu özetlemeleri dikkate almayacak, gerekirse daha kapsamlı bir eleştiri için kitabın çıkmasını bekleyeceğiz.)
Yapılan bir aktarmada ise Belge şunları söylüyor:
“Bugün şeflikler ihdas ederek, disiplin adına hiyerarşiler kurarak, hiyerarşisiz topluma gidemeyiz. İnisiyatifli insanlar önemliyse merkezi karar organlarının yetkisini artıramayız.” (Nokta)
“Geniş bir birlik”, “kanatlar”, “farklı düşüncelerin” bir arada bulunması” ve teşvik edilmesi, bunlar Marksizm ve sınıf partisi adına isteniyor. Burada Marksizm’in kırıntısının olmadığı, bu anlayışla kurulacak bir partide ne irade birliği ve merkezi bir davranış bütünlüğü, ne zorlu iktidar yürüyüşünün gereksindiği demirden disiplin, ne de gönüllü disiplinden gelen, hedefe tek bir yumruk gibi vuruş gücü olamayacağı ortadadır.
Düşünceler beyinde durmazlar, beyin, düşüncenin maddi varlıklardan yansıyıp üretildiği organdır. Ve düşünce demek eylem demektir. Kuşkusuz kendiliğinden, düşünce gerektirmeyen eylemler de vardır, şartlı refleksler, refleksif eylemler, alışkanlıkla edinilenler ve hayvanca güdüsel olanlar gibi. Eylem düşüncesiz olur, ama düşünce eylemsiz olamaz, eyleme dönüşür. Farklı düşüncelerin bir aradalığında partide irade birliği nasıl sağlanacaktır? Eylem birliği nasıl gerçekleşebilecektir? Eğer düşünceler sistemli farklılaşma içindeyseler, farklı programlar ya da programatik görüşler bir arada bulunma durumundaysa, irade ve eylem birliğinin gerçekleşebilme olanağı yoktur. Sistemli farklılıklar taşıyan düşünceler, düşünceler maddi varlıkların yansısı olduklarına ve düşünce üreten insanlar toplumsal yaratıklar olarak toplumlar halinde yaşadıklarına, toplumlar işbölümünden giderek konum ve çıkarları farklılaşmış karşıtlık durumunda sınıflardan oluşup geçmişten geleceğe kendi yasaları uyarınca geliştiklerine göre, çıkar farklılıklarına sahip farklı sınıf durumlarından yansırlar ve buna uygun gelişme gösterirler. Sistemleşmiş düşünceler söz konusu olduğunda, sınıf partisinde bulunabilecek düşünce ya da sınıf partisinin düşünsel temeli Marksizm-Leninizm’dir, onun ülke somutlarına uyarlanışı demek olan sınıf partisi programıdır. Toplumsal gelişme yasaları ve ona uygun toplumsal gelişmeyi öngören ve bu gelişmenin gücü olan tarihin en devrimci sınıfına dayanan, onun çıkarlarını seslendiren, proletaryanın dünya görüşü olan Marksizm-Leninizm’in düşünsel temelini oluşturmadığı bir parti sınıf partisi olamaz, gelecek yürüyüşünü yönetip yönlendiremez. Marksizm’in bir başka düşünce sistemiyle bir arada bulunuşu, partide farklı sınıfların bir arada oluşu anlamındadır, partinin sınıf partisi olmayışıdır.
Sistemli farklılıklara sahip düşünceler karşıtlık durumundaki düşüncelerdir, çünkü karşıt sınıfların durumlarından yansımışlardır. Düşüncelerin sahipleri, savunucuları ne denli iyi niyetli olurlarsa olsunlar ne denli uzlaşma ararlarsa arasınlar, farklı sistematik düşünceler, farklı sistematik düşünceler olarak kaldıkça uzlaşamazlar, uyumlu bir bütünlük oluşturamazlar. Bunun için toplumsal sınıflar gerçeğinin değişmesi gereklidir, sınıflar arasındaki karşıtlıklar yok olmadan, farklı sınıf durumlarından yansıyan düşünceler arasındaki karşıtlık da yok olmaz. Sorun, iyi niyet ya da uzlaşma arayışı değildir. Ancak insanlar, savunucuları, savundukları düşüncelerden vazgeçebilirler, bu olanaklıdır; ama bu kez o düşünceleri başkaları savunmaya devam eder. Nasıl sınıflar üretim ve değişimde farklı konum ve yerlere, farklı çıkarlara sahiplerse, üretim ve değişim süreci nasıl farklı sınıfların farklı örgütlenmeleri üzerine kuruluysa, sınıfsal kaynaklı siyasal düşünceler, ideolojiler farklı eylemlere yön verirler ve bu yön farklılığını verebilmek üzere farklı örgütlenirler. Bir arada tutulmaya çalışılan sistemli düşünsel farklılıkların değişik eylemlere ve doğal ki örgütlenmelere, bir arada tutulmakta ısrar edildikçe kanat ve hiziplere yol açması nesnel bir zorunluluktur. D. Perinçek “SB konusunda bölünmeyelim” diyor. Hoş bir istek, değineceğiz, ama bu olanaklı mıdır? Başka şeyler bir yana, Sovyetler Birliği konusunda nasıl bir eylemlilik çıkabilir bu düşünceden? “SB sosyalisttir” diyenler farklı, “değildir” diyenler farklı eylemlere yönelmeyecekler mi ve her eylem kendine uygun örgütlenmeyi dayatmayacak mı? Bu iki düşüncenin tek bir partide barındırılmasının kabulü, partinin işlev yitimi hastalığına tutulmasına neden olur. İki şık: ya konuyla ilgili eylemsizleşilecektir, ya da zıt eylemlilik içinde olunacaktır. Ve konu, basit, tek basma, tecrit edilebilir bir konu olmadığından, yalnızca sıradan bir durum tespiti sorunundan farklı olarak, tüm çok yönlülüğü ve çeşitliliğiyle ideolojik bir sorun, Marksizm mi-revizyonizm ve reformculuk mu sorunu olduğundan, konuyla ilgili farklı düşünceler sistematik farklılıklara sahiptir. “Bölünmeyelim” önerisindeki uzlaşmacılık, sadece D. Perinçek’in bu konuda H. Berktay’la sistematik bir düşünsel farklılığa sahip olmadığım, ideolojik uzlaşmacılığın O’nun ayırt edici bir niteliği olduğunu, Marksizm’in safında bulunmadığını bir kez daha belgeler. Bu konuda bir arada bulunabilmenin kabulü ve önerilmesi, Saçak’taki tanışma tutanaklarında Perinçek’in  eleştirdiği “teorik pazarlıkları’,’ işine geldiğinde kendisinin yaptığı anlamına gelir ve bu tür düşünsel farklılıklarla bir arada oluş, yine eylemsizliğe değil, belli bir türden eylemliliğe, emperyalizmle uzlaşma eylemine yol açar. İki farklı düşüncenin varlığı açısından ise taraflardan birinin diğerinin düşüncesini kabul edip kendi düşüncesinden vazgeçmesiyle bir eylem birliği sağlanabilir ya da taraflar kendi eylemlerini yürütür ve bunun için kendi kanat ya da hiziplerini ya da şimdi olduğu gibi ayrı gruplarını örgütlerler. Sonuçta bu ya da benzeri bir konuda ve gene! olarak farklı sistematik düşünceler söz konusu olduğunda, bu düşünsel farklılıkların farklı eylemlilik ve örgütlülüklere yol açması, bunun da partide irade ve eylem birliğinin kırıntısın; bile bırakmaması kaçınılmazdır.
Bu durumda partide disiplinden söz edilebilir mi? Zıtlık halindeki iradeler, farklı eylem ve örgütlenmeler disiplin fikrinin temelden reddidir.
Herkes her konuda aynı düşünseydi, disiplin fikri yine doğmazdı. Disiplin, farklı düşüncelerin olduğu, ama bunların farklı sistematik düşüncelerin varlığı durumundan farklı olarak, sisteme ya da genel çerçeveye ilişkin irade birliği bulunduğundan, ayrıntılarda, taktik ve gündelik planlamalardaki farklılıklar olarak, parti çoğunluğu ya da yönetim organları tarafından belirlenen, kararlaştırılan bir düşüncenin uygulanması -ve eğer verilen kararda yanlışlık varsa, pratiğe dayanarak bu eleştirilip ders çıkarılmak üzere- ve değişik düşünenlerin bunun uygulanmasını gönüllü olarak kabullenmesi ve uygulamada kendi düşüncesiymiş gibi davranması demektir. Ve disiplin, herkesin, parti programını baştan gönüllü olarak kabul edip bir arada olabilecek herkesin, her konuda aynı şeyleri düşünmeme si, insanların düşünce yeteneklerinin, bilgi birikim düzeylerinin, deneylerinin ve kişisel özelliklerinin farklılığı dolayısıyla partide farklı düşüncelerin ortaya çıkmasının kaçınılmazlığı nedeniyle, bir ihtiyaç olarak doğar. Farklı düşüncelerin, farklı eylem ve örgütlülüklere yol açmaması içindir. Düşünce farklılıkları sistemleştikçe, tartışmalar programatik sorunlar üzerine kaydıkça, Marksizm’in ve parti programının kabulüne ilişkin irade birliği sarsıldıkça, disiplin gönüllülük niteliğini yitirmeye başlar ve bu durumda eylem birliğini sağlamak zorlaşır, ayrılıklar derinleşmesine rağmen bir arada bulunma zorlandıkça, kanat ve hizipler kaçınılmazlaşır. Disiplinin gönüllülüğü, geleceğin bilgisi ve geleceğe yürüyüşün öğretisi Marksizm’in eylem kılavuzu edinilmesi temelinde sağlanabilir. Bu irade birliği, sınıf partisinde disiplinin vazgeçilmez önkoşuludur. Olması mutlak ayrıntıdaki irade farklılıkları, ancak bu genel irade birliği içinde önemsizleşir, erir ve parti üyeleri Marksizm’in temel ilkeleri ve parti programının ötesinde ayrıntıya ilişkin sorunlarda “dediğim dedik” inatçılığına, M. Karaca’nın sistemle ilgili söylediği “hakikat tekelciliği”ne gerek olmadığını, bu tutumun yanlışlığını, çünkü son doğrulayıcının sosyal pratik olduğunu bilirler ve bu nedenle de çoğunluğun ya da yönetim organlarının kararlarını gönüllü olarak eyleme dönüştürmeyi kabullenirler.
“Sosyalist hareketi dönüştürme” özlemiyle “yeni”yi arayan ama eskiyi, antika eserler müzesinden eskinin eskisini bulup çıkaran “Rönesansçı” “arayışçımız” M. Belge, öylesine ‘özgürlükçü ki, hiyerarşiler kurmak olarak nitelediği disipline ve inisiyatif ve inisiyatifli insanlar adına merkezi organların yetkililiğine itiraz ediyor. Bu, aslında örgüt fikrine yönelik itirazdır; çünkü şöyle ya da böyle bir disipline ve yetkili merkez karar organlarına sahip olmayan örgüt olmaz, olamaz, ta ki sınıfsız topluma ulaşılabilsin. Belge, bir de “yeni tezleri” temelinde kurulmasını öngördüğü “yeni model” partinin üyesi olacağını belirtiyor. Ama yine karar organları ve bir tür disiplin olacak. Belki de Belge’ye özel bir ayrıcalık tanınır’!
Belge’nin öngördüğü partinin Marksizm’le ilişkisiz olduğu, renkli, hem de çok renkli, kanatlı, burjuva liberal düşüncelerin serbestçe savunulduğu ama Marksizm’in savunulmadığı (hiçbir Marksist böyle bir partiye katılmaz), her kafadan bir ses çıkan, parti adına farklı eylemlerin gerçekleştiği, emekçilerin hangi doğrultuda seferberliğine girişileceğinin belli olmadığı (aslında her belirsizlik de bir belirliliktir, emekçilerin liberalizm yönünde seferber edileceği önadadır), üyelerinin toplumdan ve birbirlerinden özgür ama burjuvazi ve burjuva sistem karşısında bağımlı olduğu, disiplinsiz, hiyerarşisiz toplum hiyerarşisiz partiyle kurulabileceği için (!) yönetim kademeleri bulunmayan liberter, anarşizan, anti-otoriter liberal aydınların ve liberal-demokratik rüzgârlara kapılmış gidin bazı grupların ya da onların eğitip teşvik ettiği liberalize unsurların partisi olabileceğini kanıtlamak için uğraşmaya gerek yok.
Bireysel kurtuluş yönelimindeki aydın özgürlükçülüğü ile hiyerarşiler kurulmasına karşı çıkma adına disiplin ihtiyacını yadsıyan Belge nasıl bir toplumda yaşandığını unutuyor. Hiyerarşiler kurarak hiyerarşisiz topluma gidemezmişiz! Hem de nasıl gideriz. Hiyerarşi sorununun Marksist ele almışı, devlet ve bürokrasi sorununun ele almışı gibidir. Devlet örneğin, uzlaşmaz sınıf karşıtlıklarının bir ürünü olarak toplumdan doğmuş ve toplumun üstünde yer alan ve ona yabancı bir kurumsallaşma olarak, sömürücü sınıfların şiddet aleti bir diktatörlüktür. Demokratik olsa da olmasa da. Ve sınıfların ortadan kalkışına bağlı olarak sönecektir. Devletin ortadan kalkışı sorununda Marksistlerle anarşistler arasındaki ayrılık, yok olup olmama sorununda değil, iktidarı alır almaz devletin kaldırılması ya da sönmesi, burjuvazinin devrilmesi sonrasında otoriter hiçbir örgütlenmeye gidilmemesi ya da kapitalizmden sınıfsız topluma geçiş döneminde, sosyalizmde bir proletarya devletine gerek olması üzerinedir. Artık “kelimenin gerçek anlamıyla devlet olmayan” bir “yarı-devlet”  olarak, çoğunluğun devleti, sönme sürecinde bir devlet olarak proletarya devleti, proletaryanın elinde bir alet olur. Burjuva demokratik devletlerle kıyaslanmayacak demokratiklikte bir devlet olarak. Ama alet olmaya devam eder. Üstelik alet olarak sağlamlaştırılmak gerekerek, çünkü o, ancak sağlamlaşarak ve sağlamlaştıkça sönecektir. Devletin bir sömürücü toplum unsuru olduğu, sınıfsız toplumun aynı zamanda devletsiz de olacağı, sosyalizme kapitalizmden miras bir kalıntı olarak ve sınıf niteliği (kimin elinde kime karşı olmaklığı) değişip azınlığın özel müfrezesi olmaktan yönetsel-idari işlevlerin çoğunluk tarafından gerçekleştirildiği bir mekanizmaya dönüşerek varlığım sürdüreceği ve sürdürmesi gerektiği açıktır. Ama devlet sınıfsız topluma özgü olmayan, sınıf zıtlıklarının ürünü bir kurum olmasına karşın, nasıl toplumsal üretimin gelişmesi sınıfsız toplumu olanaklı kılıncaya dek proletarya tarafından zorunlu olarak kullanılmak gerekiyorsa,  hiyerarşi karşıtı hiçbir hayal de, sınıfsız toplum öncesi bütünüyle hiyerarşik özelliklerinden arınmış yapılar var etmeye yetmez. Sınıfsız toplumun hiyerarşik olmayan bir toplum olacak olması başka şeydir, hiyerarşik düzenlemelerin istendiği anda kalkmayacak oluşu başka şey. Devletsizliğe nasıl sözcüğün gerçek anlamıyla devlet olmayan bir yarı-devletle, proletarya devletiyle gidilebiliyorsa, hiyerarşisizliğe de sözcüğün gerçek anlamıyla hiyerarşi olmayan, azınlığın sömürünün gerçekleştirilmesine dayanan ve bunun ihtiyacını karşılayan üst üste binmiş özel kurumlaşma özelliği olmaktan çoğunluğun kurumsallığında eskiden miras olarak devam eden bir özellik olmaya dönüşen, belki “yarı-hiyerarşi” diye tanımlanabilecek, niteliği farklılaşmış bir hiyerarşiyle gidilebilir. Varlık koşulları ortadan kalkmadan hiyerarşiden kurtulma arzusu, belki hoş bir özlemdir ama anarşist bir özlemdir ve mutlak olarak, reddedilen “sözcüğün gerçek anlamıyla hiyerarşi olmayan hiyerarşi” yerine gerçek bir hiyerarşinin, burjuva hiyerarşik kurumsallığının ve onun varlık koşullarının savunulması anlamına gelir. Bürokrasi sorununda olduğu gibi. Nasıl devlete ve hiyerarşik yapılara karşı olunmaksızın Marksist olunamazsa. bürokrasiye karşı olunmadan ve ona karşı mücadele edilmeden de Marksist olunamaz. Ama üretimin henüz sınıfsız topluma varılma olanağını var edemediği alt gelişme düzeylerinde işbölümü ve işe bağımlılığın sürdüğü, insanların, çalışma koşullarını olağanüstü kolaylaştırmak ve kendilerine, eğitimlerine, bilgilenmelerine, kültürel olarak gelişkinleşmelerine yeterince zaman ayırabilmek üzere üst boyutlarda bir makinalaşma ve otomasyonu gerçekleştiremedikleri ve dolayısıyla herkesin her şeyi -kişisel özelliklerden gelen farklılıklar dışında- bilir ve yönetebilir duruma ulaşamadığı koşullarda -ki bu koşullar henüz devletin sönüşe varamadığı koşullarla örtüşür-, sömürücü toplumlardaki niteliği dönüşmüş olmasına ve aralarındaki uzlaşmaz sınıf zıtlıkları kalkmış olmasına karşın, yöneten-yönetilen çelişmesi varağını sürdürür. Ve yöneticilerin varlığı bürokrasinin kaynağıdır. Ve sosyalizmde artık sözcüğün gerçek anlamıyla bürokrasi olmaktan çıkmış, bürokratlaşmanın önlenmesi için çeşitli önlemlere ihtiyaç gösteren bir yönetim mekanizması  ve yöneticilerin  varlığı Marksizm’in bürokratikliği ya da bürokrasi savunucusu olduğu anlamına gelmez. Ve kimse de “bürokratik kurumlar kurarak bürokrasisiz bir toplum inşa edilemez” demez. Çünkü hiyerarşik yapılar inşa edilmediği gibi bürokratik kurumlar da inşa etmez Marksistler, bürokrasi ve hiyerarşik yapıların köklerine, temellerine, sınıf karşıtlığı üzerine kurulu toplum yapılarına saldırırlar, toplumun genel olarak dönüştürülmesi uğraşı verirler.
Çoğunluğun siyaset sahnesine girmesinin yolunun açılmasıyla bürokrasi ve hiyerarşik yapılar da en köklü darbeyi yemiş olurlar, gerisi kalıntılara katlanma ve mücadele içinde onlarla bir süre beraberce yaşayabilmeyi, ama onlar tarafından teslim alınmamayı bilip başarabilme ve dönüştürülmüş özleriyle onları kullanma sorunudur. Yok oluş koşulları ortaya çıkıncaya dek…
Anarşizan “sivil toplumcu”luğuyla ayrım gözetmeden her türlü devlete ve devlet müdahalesine “karşı çıkan” (tırnak içine alıyoruz, çünkü burjuva devlete bir karşı çıkış değildir bu) Belge’nin, yaman ama bireysel özgürlükçülüğüyle, aynı devlete karşı çıkışında olduğu gibi koşulsuz, zaman ve mekândan soyutlanmış haliyle, geçirdiği dönüşümler ve içeriği üzerine de kafa yormadan “hiyerarşi” düşmanı oluşuna şaşmak gerekmiyor. Çok renklilik olacak, içinde her türlü düşünce barınacak ve kanatları bulunacak, ama disiplinsiz ve içeriğine bakılmaksızın hiyerarşisiz olacak, yönetim kademeleri ancak yetkisizce “çalışabilecek”. Bu tür bir “örgüt”te disiplin ve hiyerarşi zaten düşünülemez, ama böyle bir örgüt de olamaz, bu, aydın özgürlükçülüğüyle örgüt fikrinin yadsınmasıdır. Belge’nin önerdiği “örgüt”te birleşecekler ne sıkı “Marksist’ler” olacaklar! Ve böyle bir “örgüt”le ne çok şeyi dönüştürme gücünde olacaklar!
Devlet, otorite, merkezi yapılar ve’ hiyerarşi “karşıtı”, “sivilci” Belge, günümüzde devletin müdahale etmediği alan kalmış ve devlet yatak odalarına bile girmemiş gibi, “sivil toplumu”, “toplumun devlet müdahalesine uğramayan ve kendi dinamiği ile özerkliğini koruyan alanları” olarak tanımlayarak, onu “yeni sosyalist model”inin temeli olarak öneriyor: “Böyle bir yapılanma yurttaşların merkezi otorite karşısında söz ve karar hakkına sahip olmalarını sağlıyorsa, geleceğin sosyalizminde böyle bir yapılanmanın temel alınması gerekmez mi?” (Nokta) Tam bir çarpıklık var burada. Kendisinden hareketle fikir üretilen sosyalist değil burjuva toplumdur. Sosyalizmde “merkezi otorite” zaten çoğunluğun, yurttaşların otoritesidir, bürokrasiyle mücadele ve yönetmeye emekçilerin katılımının araçlarının geliştirilmesi ayrı sorundur, teorik ve genel konuşta otorite, proletarya ve sene! olarak emekçilerin elindedir. Sosyalizm, kapitalizmin üst yapı özelliklerinden farklı olarak azınlığın elinde yoğunlaşmış bir merkezi otoriteye sahip değildir ve sosyalizmde “yurttaşların söz ve karar hakkından değil, fiilen söz ve kararından söz edilir. Ve birbirine karıştırılarak tartışma konusu edilen, sınıfsız toplum yerine kullanılan ‘sosyalizm’se, orada ne hak kalacaktır ne de merkezi otorite. “Çoğulcu sosyalizm” üzerine söyledikleri de, Belge’nin iyileştirilmiş bir burjuva toplum ve demokrasisi peşinde olduğunu gösteriyor: “Sosyalizm çoğulcu bir yapıda olmalıdır. Ayrım yapılmaksızın her türlü siyasi çizgiye, dini ya da etnik azınlıklara, partilere varan örgütlenme özgürlüğü tanınmalıdır.” (Nokta) “Sivil toplumun” siyasal üst yapısı da bu çoğulcu devlet olacak. Çoğulculuğu “Gorbaçov demokratizminin içeriği üzerine” başlıklı yazımızda eleştirmiştik. Kitabı çıktığında gerekirse eleştirimizi sürdüreceğiz.
Ve Belge “hala Marksist’im” diyor. Önerdiği “yeni model sosyalizmin” “birlikçi” partisinin düşünsel temelleri açısından Belge’nin hala nasıl bir “Marksist” olduğuna bakalım.
“Kendimi Marks’la özdeşleştirmiyorum. Ama bir gelenek var. Onun adıyla sürüyor. O gelenekten kopmak istemiyorum.” (Belge, Nokta). SBKP MK üyesi Aleksander Çipko’nun “19. yüzyılda yaratılan komünist toplum kuramı, elbette 20. yüzyılın sonlarında değişmeden kalamaz… Marks ve Engels’i peygamberler haline getirdik… Stalinizm, Marksizm’in uzantısından başka bir şey değildir.” (Cumhuriyet, 4 Ocak 89) şeklinde ileri görüşlülükle belirtisini ortaya koyduğu Gorbaçov’un geleceği de;Çipko ve Belge’nin vardığı nokta olacaktır. Belge, Çipko gibi Stalin karşıtlığında durmuyor, duramıyor, özdeşleşmekten kaçınarak Marks’la da arasına ayrım koymaya vardırıyor işi. “Gelenekten kopmak istemiyor”muş, bugün için elbette istemezsin, çünkü Marksizm her şeye rağmen hala prestije sahip ve prim yapmaya devam ediyor: adı kullanılmak için iyi bir malzeme olma özelliğini koruyor Marks. Ve Gorbaçov’la Belge gibileri, farklılıklarını belirtkeler de O’nu aziz mertebesine çıkararak adının sunduklarından yararlanmaya çalışıyorlar. Ama bu gidişle o gelenekten kopma günleri de gelecek.
Marksist teori ve ona ne şekilde bağlı olduğu ve “hala Marksist” oluşunu neye dayandırdığı ile ilgili olarak şöyle diyor M. Belge:
“Ben bir teoriyi bir takım basamaklar şeklinde ele alıyorum: Birinci olarak o teoriye yol açan en üst düzeydeki basamaklar var. Marksizm’in bu en üst basamağında, insanların eşitliği, özgürlüğü, mutluluğu ideali yer alıyor. İnsanın yaratıcı güçlerinin alabildiğine gelişebileceği bir toplum projesi yer alıyor. Ben bu projeye inanmak ve katılmak anlamında hala Marksist’im.” (Nokta)
Yanılmıyorsak, “insanların eşitliği, özgürlüğü, mutluluğu ideali”, diğer “ölümsüz hakikatler”den adalet, hak-hukuk vb. ile birlikte j.Jacques Rousseau’nun teorisinin “en üst basamağı”nda yer alır. Ayrıca özellikle “mutluluk ideali”ne eski Yunan filozoflarında rastlanabilir. Ama sayılan ideallerin burjuva idealler oldukları, yükseliş dönemi burjuva filozofları tarafından teorileştirildikleri tartışılmaz. Belge “hala Marksist”Iiği inandırıcı olsun diye bu ideallerin yanma bir de ‘insanın yaratıcı güçlerinin alabildiğine gelişebileceği bir toplum projesi’ni ekliyor. (Gerçi şimdilerde kapitalizmin insanlığın üretici güçlerini “alabildiğine geliştirdiği”, öyle ki bu gelişmeye proletaryanın da dayanamayıp yok olduğu ya da işlev yitimine uğramak üzere hemen hemen yok olduğu -bu, Belge’nin de iddiası- ileri sürülüyor ve herhangi bir ideal eğer proletaryaya dayanmıyor ve onun kapitalizm karşıtı durumunu yansıtarak bu duruma denk düşmüyorsa, ne denli güzel formüle edilirse edilsin, sosyalizmi ve daha ötesini yansıtmaz olmuştur.)
“Hala Marksist” olma iddiasını, hem de Marksist teorinin “en üst basamağı” diyerek “eşitlik ve özgürlük” inanışına dayandırmak, herkesi cahil ve Marksizm’i yok saymaktır. Çünkü eşitlik fikri ve ideali, burjuva içeriklidir ve burjuvazinin gelişme döneminde tarihsel olarak oynadığı rol ve proletarya elinde bir ajitasyon değeri taşımasının ötesinde bir saçmalıktan ibarettir. Söz Engels’in:
“Bütün insanların insan olarak ortak bir şeye sahip bulundukları ve bu ortak şey ölçüsünde eşit oldukları fikri, şüphesiz dünya kadar eski bir fikirdir. Ama modern eşitlik istemi bundan adamakıllı farklıdır; bu istem, daha çok, bu insan olma ortak niteliğinden, insanların bu insan olarak eşitliğinden, bütün insanların, ya da en azından bir devletin bütün yurttaşlarının, bir toplumun bütün üyelerinin eşit bir siyasal ve toplumsal değere sahip olma hakkının çıkarılmasına dayanır. Bu ilk bağıntılı eşitlik fikrinden, devlet ve toplum içinde bir hak eşitliği sonucunun çıkartılabilmesi ve bu sonucun doğal ve apaçık bir şey olarak görülebilmesi için binlerce yıl geçmesi gerekti… Feodal orta çağ, bağrında, gelişmesinin ilerlemesi içinde modern eşitlik isteminin temsilcisi olmaya aday sınıfı: burjuvaziyi de geliştirdi… Büyük ticaret, yani özellikle uluslararası ve hele dünya ticareti, hareketlerinde engellerle karşılaşmayan, bu bakıma eşit haklara sahip, hiç değilse tek başına alınmış her yerde hepsi için eşit bir hukuk temeli üzerinde değişim yapan özgür emtia sahiplerinin varlığını gerektirir. Zanaatçılıktan manifaktüre geçiş, çalışma güçlerinin kiralanması için imalatçı ile sözleşme yapabilen ve buna dayanarak, onun karşısına sözleşme yapan kişi niteliğiyle eşit haklarla çıkan belli sayıda özgür emekçinin varlığını şart koşar… Nihayet, genel olarak insan emeği oldukları için ve insan emeği olarak bütün insan emeklerinin eşitlik ve eşit değeri, bilinçsiz, ama en kesin ifadesini, modern burjuva iktisadının, bir metanın değerinin, o metanın içerdiği toplumsal bakımdan zorunlu emek aracılığıyla ölçülmesini isteyen değer yasasında bulur…
“…feodal eşitsizliklerin ortadan kaldırılmasıyla feodal engellerden kurtuluş ve hak eşitliğinin kurulması istemi, toplumun iktisadi gelişmesi tarafından bir kez gündeme konduktan sonra, kısa sürede daha geniş boyutlar kazanmaktan geri kalamazdı… Modern sınıf haline dönüştüğü andan itibaren, burjuvazinin gölgesi olan proletarya, ona durmadan ve kaçınılmaz biçimde eşlik edecektir. Ve aynı biçimde, proleter eşitlik istemleri de burjuva eşitlik istemlerine eşlik edecektir. Sınıf ayrıcalıklarının kaldırılması burjuva isteminin ortaya konduğu andan itibaren, bunun yanı sıra, sınıfların kendisinin kaldırılması proleter istemi, …burjuva eşitlik teorilerinin ta kendilerine dayanarak, ortaya çıkar. Proleterler, burjuvazinin sözüne mim koyarlar: eşitlik sadece görünüşte, sadece devlet alanında değil, iktisadi ve toplumsal alanda da gerçek olarak kurulmalıdır… Eşitlik istemi proletaryanın ağzında böylece ikili bir anlam taşır. Bu istem ya… apaçık toplumsal eşitsizliklere karşı, zengin ile yoksul, efendi ile köle, har vurup harman savuranlar ile açlık çekenler arasındaki karşıtlığa karşı kendiliğinden bir tepkidir; böyle bir tepki olarak, o, sadece devrimci içgüdünün ifadesidir ve doğrulanmasını da burada -sadece burada- bulur. Ya da burjuva eşitlik istemine karşı, bu istemden az çok doğru ve daha ileri giden istemler çıkaran tepkiden doğmuş bulunan bu istem, işçileri kapitalistlere karşı kapitalistlerin kendi iddiaları yardımıyla ayaklandırmak için bir ajitasyon aracı hizmeti görür, ve bu durumda, burjuva eşitliğin kendisi ile birlikte ayakta durur ve onunla birlikte yıkılır. Her iki durumda da, proleter eşitlik isteminin gerçek içeriği, sınıfların kaldırılması istemidir. Bundan öte her eşitlik istemi, zorunlu olarak saçmadır.” (Engels, Anti-Dühring, s. 178-183)
Bir şey eklemeye gerek kalmıyor… Siyasal biçimsel eşitlik olarak, yalnızca devlet alanında hak-hukuk eşitliği, faşizm ve tekelci ayrıcalıklar karşısında burjuva demokratik eşitlik özlemindeki Belge’nin “hala Marksist” olduğunun değil demokratik “arayışlarının önemli bir göstergesini sağlar ama Marksistler için bir değer taşımaz; gerekli ve zorunlu olan, sınıfların kaldırılmasıdır çünkü. Ve eşitlik ideali, “eşit bir hukuk temeli üzerinde değişim yapan özgür emtia sahiplerini” ve “imalatçı karşısına sözleşme yapan kişi niteliğiyle eşit haklarla çıkan özgür emekçinin varlığını” gereksinir, nihayetinde bu eşitlik, değer yasasına bağlanır. Dolayısıyla eşitlik talebine eşlik eden özgürlük talebi, ikisi bir arada, değişim özgürlüğü ve bunun eşit hukuk temeli üzerinde gerçekleşebilirliği olarak burjuva talep ve kategorilerdir. “Özgür emekçiler”den kasıt, feodal ve kişisel bağımlılık ilişkileri dışında, kişi, toprak ve lonca bağlarından kurtulmuş ve kendi iş güçlerini kendi başlarına değerlendirme araçlarından, üretim araç ve aletlerinden özgürleşmiş (kopmuş, yoksunlaşmış), değişim için işgücünden başka bir şeyi olmayan emekçilerdir. Ve Belge’nin eşitlik ve özgürlük istemleri, işte işgücünü satma zorundaki emekçilerin varlığını şart koşar, emekçilerin gerçek özgürlüğünü, proletaryanın diğer tüm sınıflarla birlikte ortadan kalkışını istemez. Özgürlük için yine Engels’e başvuralım:
“Kapitalist üretim biçimi, nüfusun büyük bir kısmını gitgide proleter haIine dönüştürürken, yok olma tehdidi altında, bu devrimi gerçekleştirme zorunda bulunan gücü yaratır. Toplumsallaşmış büyük üretim araçlarının gitgide devlet mülkiyetine dönüşümüne götürerek, bu devrimi gerçekleştirmek için izlenecek yolu kendi gösterir. Proletarya devlet iktidarını ele geçirir ve üretim araçlarını önce devlet mülkiyeti haline dönüştürür. Ama bunu yapmakla, proletarya olarak kendi kendini ortadan kaldırır, bütün sınıf farklılıkları ile sınıf karşıtlıklarını ve aynı biçimde, devlet olarak devleti de ortadan kaldırır… Sınıflara bölünmenin belli bir tarihsel meşruiyeti varsa, o bu meşruiyete, ancak belli bir zaman için, ancak belli toplumsal koşullar içinde sahiptir. Sınıflar halinde bölünme, üretimin yetersizliğine dayanıyordu; modern üretici güçlerin tam bir gelişmesi ile silinip süpürülecektir. Ve gerçekten, toplumsal sınıfların ortadan kaldırılması, sadece şu ya da bu belirli egemen sınıfın değil, ama genel olarak bir sınıfın varlığının, öyleyse sınıflar ayrılığının ta kendisinin bir çağ dışılık haline geldiği tarihsel bir gelişme derecesini varsayar. Yani üretimin gelişmesinde, üretim araçları ve ürünlerin ve bunun sonucu, siyasal egemenlik, kültür tekeli ve entelektüel yönetimin özel bir toplumsal sınıf tarafından temellükünün, sadece bir gereksizlik haline değil, ama iktisadi, siyasal ve entelektüel açıdan, bir gelişme engeli haline de geldiği bir yükseklik derecesini varsayar… Üretim araçlarına toplum tarafından el konulması ile, tecimsel üretim ve bunun sonucu, ürünün üretici üzerindeki egemenliği ortadan kalkar. Toplumsal üretim içindeki anarşi yerine, bilinçli planlı örgüt geçer. Bireysel yaşama mücadelesi son bulur. Böylece ilk kez olarak, insan, belli bir anlamda, hayvanlar âleminden kesinlikle ayrılır, hayvansal yaşama koşullarından, gerçekten insanca yaşama koşullarına geçer. İnsanı çevreleyen, şimdiye kadar insanı egemenliği altında tutan yaşama koşulları alanı, şimdi, kendi öz toplum hayatlarının efendileri oldukları için ve kendi öz toplum hayatlarının efendileri niteliği ile, ilk kez olarak, doğanın gerçek ve bilinçli efendileri haline gelen insanların egemenliği ve denetimi altına geçer. Kendi öz toplumsal pratiklerinin, şimdiye kadar, karşılarına doğal, yabancı ve egemenlik altına alıcı yasaları olarak dikilen yasaları, bundan böyle insanlar tarafından tam bir bilinçle uygulanan ve bu yoldan egemenlik altına alınmış yasalardır. İnsanlara özgü bir şey olan ve şimdiye kadar karşılarında doğa ve tarih tarafından ihsan edilmiş bir şey olarak dikilen toplum halinde yaşama, şimdi onların has ve özgür eylemleri haline gelir. Şimdiye kadar tarihi egemenlik altında tutan yabancı, nesnel güçler, insanların denetimi altına girer. İnsanlar, işte ancak bu andan itibaren kendi tarihlerini tam bir bilinçle kendileri yapacak; onlar tarafından harekete getirilen toplumsal nedenler, ağır basan bir biçimde ve durmadan artan bir ölçüde, işte ancak bu andan itibaren onlar tarafından istenen sonuçları vereceklerdir. İnsanlığın, zorunluluk âleminden özgürlük âlemine sıçrayışıdır bu.” . (Engels, Anti-Dühring, s.417-421).
İşte, insanlığın gerçek özgürleşmesi. Özgürlük dünyasına sıçrayışı, koşulları ve zorunlu oluşuyla böyle bir içeriğe sahiptir. Değişim özgürlüğünün bir parçası olan aydın özgürlüğünün savunucusu Belge’yse, göreceğiz, ne “tarihsel meşruiyet” tanıyor, ne koşullar ve ne de zorunluluk. “İnsanın yaratıcı güçlerinin alabildiğine gelişebileceği toplum projesi”ne “inanmak anlamında hâlâ Marksist’im” diyor ama, bu proje de, Engels’in ortaya koyduğu gibi, özgürlük dünyasına sıçrayış ile aynı anlama gelmek üzere, “üretimin gelişmesinde, üretim araçları ve ürünlerin, ve bunun sonucu olarak.siyasal egemenlik, kültür tekeli ve entelektüel yönetimin özel bir sınıf tarafından temellükünün, sadece bir gereksizlik değil, ama iktisadi, siyasal ve entelektüel açıdan, bir gelişme engeli haline de geldiği bir yükseklik derecesini varsayar.” Yani maddi ve manevi yaşam araçlarının özel mülkiyeti, bu projenin gerçekleşmesi için ortadan kalkmalıdır ve üstelik zorunlu olarak kalkacaktır” da. Ortadan kalkışı zorunludur, çünkü “kapitalist üretim biçimi bu devrimi gerçekleştirme zorunda bulunan gücü yaratır” ve üstelik “toplumsallaşmış büyük üretim araçlarının gitgide devlet mülkiyetine dönüşümüne götürerek, bu devrimi gerçekleştirmek için izlenecek yolu kendi gösterir.” “Sosyalizm zorunlu bir şey olduğu için sosyalist olmayız” (Nokta) diyerek sosyalizmin tarihsel bir zorunluluk oluşunu yadsıyan Belge’ye rağmen, kapitalizm zorunlu olarak kendi yok oluşunun koşullarını yaratır, hazırlar ve yolunu gösterir. Ve proletarya, bilincine vardığında gerçekleştirmek üzere, zorunlu olarak, “devlet iktidarını ele geçirir ve üretim araçlarını önce devlet mülkiyeli haline dönüştürür.” Bu sınıfsız toplum için atılması zorunlu ilk ve temel adımdır ve kuşkusuz özgürlük dünyasına ulaşmanın yolu da buradan geçer. Yoksa Belge’nin “öz: gürlüğü”, savunmuş olduğu gibi burjuva aydın özgürlüğü olmaktan ileri gitmez, “insanın yaratıcı güçlerinin gelişeceği toplum projesi” de bir hayal ve başkalarını aldatma unsuru olabilir.
Belge yalnızca bir burjuva özgürlükçüsüdür, çünkü o, Marksist teorinin ayrılmaz parçası olan ve eğer Marksizm, ondan soyundurulursa, burjuvazi için kabul edilebilir bir laf ebeliğine dönüşerek anlamsızlaşacağı mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesi, yani üretim araçları mülkiyetinin toplumsallaştırılması karşısında kayıtsızdır, bunu Marksist teorinin “alt basamakları”na ilişkin bir sorun olarak görmekte ve vazgeçilebileceğini söylemektedir:
“Bence bu nokta, ikinci ya da üçüncü derecede basamaklar dediğim düzeylerle ilgili sorunlar. Mülksüzleştirme, yöntemle ilgili bir basamak olarak görülebilir. Eğer tarihi evrim, beklenenden farklı yönde olmuşsa, tali basamaklarda öngörülenlerin, bu değişim doğrultusunda yeniden gözden geçirilmesi gerekir ki, o en üst düzeyimiz hâlâ geçerli kalabilsin.” (Nokta)
Mülksüzleştirme “yöntem” sorunuymuş! Mülksüzleştirmenin nasıl gerçekleştirileceği bir yöntem sorunudur, ama kendisi, hiç kuşkusuz öze ilişkindir. Belge, mülksüzleştirmeyi, onun zorunluluğunu ve özgürlük dünyasının kapısını açmasını gözden geçirmekte özgürdür, ama biz de, O’nun “hâlâ Marksist” olmadığını söylemek “zorundayız.”
Kapitalizm, üzerine kurulu olduğu sosyalleşmiş emek ve üretim ile mülk edinmenin özel karakteri arasındaki uzlaşmaz karşıtlık nedeniyle zorunlu olarak sosyalizme götürür ve sosyalizm de,bu uzlaşmaz karşıtlığın çözümü ile, mülk edinmenin özel karakterine son verilmesi ve üretim araçlarının toplumsallaştırılmasıyla olanaklıdır. Ve M. Belge, “sivilcilik”ini öne sürerek mülksüzleştirmeden kaçınışına teorik temel yaratmaya yöneliyor: “… üretim araçlarının mülkiyelinde köklü bir değişikliği ön plana çıkarmıyorum. Özellikle Türkiye’de sosyalizm devletçilik geleneği ile özdeşleştirilmemelidir. Aksine onunla arasına mesafe koymalıdır.” (Nokta) Proletaryanın elinde devletin “gerçekten tüm toplumun temsilcisi olarak göründüğü ilk eylem”i (Engels) üretim araçları mülkiyetine el koymak olacak, toplumsallaştırmanın başka yolu yok, devlet bir çırpıda ortadan kalkmıyor ya, devlet müdahaleciliği “düşmanı” Belge hemen karşı çıkıyor; toplumsallaştırmayı gerçekleştirecek devletin sınıf niteliği, azınlığın değil çoğunluğun demokrasisi oluşu hiç önemli olmuyor onun için, gene! bir “devletçilik” günah keçisi edilerek mülksüzleştirmenin karşısına geçebiliyor. Mülksüzleştirmesiz sosyalizmin olanaksızlığı, artı-değer gaspı koşullarının, yani mülk edinmenin özel biçiminin devamının sosyalizm değil kapitalizm olduğu ve devletin gelecekteki sönüşünün koşullan bugünden var olmadığı ve istekle edilemeyeceği için toplumsallaştırmanın ancak kamulaştırma olarak, üretim araçlarının devlet elinde toplanmasıyla gerçekleşebilirliği Belge için bir anlam ifade etmiyor, üzerinde düşünülmesi gerekli bir sorun bile olmuyor; O, mülksüzleştirmeyi “ön plana çıkarmayarak” çözüyor sorunu ve “yeni bir sosyalist model”e ulaşıyor, kapitalist bir modele.
Siyasal alanda, devlet yaşamı alanında bir hesaplaşmadan kaçınabilmek için “esas olarak benim devrimden anladığım toplumsal devrimdir” diyor ve devletin sınıf niteliğinde bir dönüşüme ve üretim araçlarının kamulaştırılmasına ilgi göstermeden, burjuva iktisadi, siyasi koşullar çerçevesinde iyileştirmelerle ilerlemeyi öneriyor yeni modelinde, mülksüzleştirme yerine: “Başlangıçta daha çok sosyal demokrat dediğimiz yöntemlerin benzerleri de geçerli olabilir. Bölüşüm ilişkilerinde değişiklikler getirilebilir, işçi denetimi gibi tedbirler getirilebilir. Burada amaç, toplumu ekonomik faaliyet üzerinde önce denetim sahibi yapmak ve yavaş yavaş bütün olayın sahibi yapmaktır.” Yavaş, ılımlı, burjuvaziyi ürkütmeyecek(!), “makul” bir geçiş ve tek başına bölüşüm ilişkilerinin bir anlamı olabilirmiş ve üretim ve değişim ilişkilerinde dönüşüm olmadan bölüşüm ilişkileri dönüştürülebilirmiş gibi, sosyal demokrat “sosyal adalet” formülünün peşinde yalnızca bölüşüme ilgi göstermek -“yeni model”in içeriğini oluşturuyor.
Uzlaşmaz karşıtlığı, yok edicisi gücü proletaryayı yaratışı ve Engels’in dediği gibi “büyük üretim araçlarının gitgide devlet mülkiyeti haline dönüşümüne götürerek, devrimi gerçekleştirmek için izlenecek yolu kendi gösterişi ile, kapitalizmin sosyalizme götürmesinin zorunluluğunu reddederek, sosyalizmi “özünde ahlaki bir karar ve seçme” olarak varsayan seçici bir ahlakçı olan Belge, zorunluluğu ve mülksüzleştirme gerekliliğini yadsırken, kapitalizmin ürünü mülksüzleştirici devrimci güç proletaryayı yadsımaktan da doğal olarak kaçınamıyor. Nokta’nın yazısından Belge’nin proletaryayı hangi gerekçeyle ve nasıl yadsıdığı, varlığıyla mı fonksiyonel olarak mı yoksa iki yönüyle birlikte mi ve neye dayanarak yok saydığı tam olarak anlaşılamıyor; ama O, “ne işçi sınıfının devrimci olduğu tezi ne de aksi doğru değildir. Her ikisi de boş bir inanç. Herhangi bir ülkedeki ezilen bir sınıfın genel bir kanunla devrimci olup olmadığına karar vermek yanlıştır” (Nokta) görüşündeki Taner Akçam ile bir arada “işçi sınıfı devrimcidir ve devrim yapar klişeleriyle bir yere varamayız. Günümüzde işçi sınıfı yepyeni bir düzen kurmaya yetecek formasyona sahip değildir”, “Ortodoks teorinin anlattığı üstün niteliklere sahip proletaryadan mucizevî başarılar beklemekle bir yere varamayız” demektedir, önce proletarya ve devrimci fonksiyonu üzerine: Manifestoda: “Toplumun elindeki üretici güçler, burjuva mülkiyet ilişkilerinin ilerlemesine anık hizmet etmiyor; tersine, bunlar, kendilerine ayak bağı olan bu ilişkiler için çok güçlü hale gelmişlerdir ve bu ayak bağlarından kurtuldukları anda, burjuva toplumun tamamına düzensizlik getiriyor, burjuva mülkiyetinin varlığını tehlikeye sokuyorlar. Burjuva toplum koşulları, bunların yarattığı zenginliği kucaklayamayacak kadar dardır… Burjuvazinin feodalizmi yerle bir ettiği silahlar, şimdi, burjuvazinin kendisine karşı çevrilmiştir. Ama burjuvazi kendisine ölüm getiren silahları yaratmakla kalmamış; bu silahları kullanacak insanları da var etmiştir, -modern işçi sınıfını- proleterleri. Burjuvazi, yani sermaye, hangi oranda gelişiyorsa, proletarya da, modern işçi sınıfı da aynı oranda gelişiyor…” (Seçme Yapıtlar, s. 138) diye açıklayarak toplumsal gelişmeyi tarihsel zorunluluğu içinde, proletaryanın ortaya çıkışı ve rolüyle birlikte ortaya koyan Marks ve Engels, Feuerbach üzerine olan “Alman İdeolojisi”nin birinci bölümünde, “geliştirmiş bulunduğumuz tarih anlayışı, nihayet bize şu sonuçlan da verir” diye konuya girerek proletarya ve işlevi üzerine şunları yazıyorlar:
“1. Üretici güçlerin gelişmesinde öyle bir aşama gelir ki, bu aşamada, mevcut ilişkiler çerçevesi içinde ancak zararlı olabilen, anık üretici güçler olmaktan çıkıp yıkıcı güçler haline gelen (makina kullanımı, para) üretici güçler ve dolaşım araçları doğar ve bu, bir önceki olaya bağlı olarak, kazançlarından yararlanmaksızın toplumun bütün yükünü taşıyan, toplumdan atılmış ve zorunlu olarak,, bütün öteki sınıflara karşı en açık bir muhalefet durumunda bulunan bir sınıf doğar, bu sınıf toplum üyelerinin çoğunluğunun meydana getirdikleri bir sınıftır, köklü bir devrim zorunluluğunun bilinci, komünist bir bilinç olan ve elbette ki, kendileri de bu sınıfın durumunu gösterdikleri zaman başka sınıflarda da oluşabilen bu bilinç, bu sınıfın içinden fışkırır.
2. Belirli üretici güçlerden bazı koşullar içinde yararlanılabilir ki, bu koşullar, toplumun belirli bir sınıfının egemenliğinin koşullandır; bu sınıfın, sahip olduğu şeyden ileri gelen toplumsal gücü, düzenli olarak her çağa özgü devlet tipinde idealist biçimde pratik ifadesini bulur; bunun içindir ki, her devrimci mücadele, o zamana kadar hükmetmiş bulunan sınıfa karşı yönelir.
3. Daha önceki bütün devrimlerde eylem tarzı değişmemiş kalıyordu ve sadece bu eylemin başka türlü bir dağılımı, işin başka kişiler arasında yeni bir bölüştürülmesi söz konusuydu: komünist devrim, bunun tersine, daha önceki eylem tarzına karşı yönelmiştir, işi yo-keder ve bütün sınıfların egemenliğini sınıfların kendileriyle birlikte ortadan kaldırır, çünkü bu devrim, artık toplum içinde bir sınıf olarak ele alınmayan, artık toplum içinde bir sınıf diye tanınmayan ve daha şimdiden artık bugünkü toplum içindeki bütün sınıfların, bütün milliyetlerin vb. yok oluşunun ifadesi olan bir sınıf tarafından gerçekleştirilir. (Ve “yeni bir düzen kurmaya yetecek formasyonu yoktur” diyen Belge’nin “kuşkusu”nu izale etmek üzere bu “formasyonun” geliştirilmesiyle ilgili olarak da -MY-:)
4. Yığın içinde bu komünist bilincin yaratılması için ve gene bu işin kendisinin de iyi bir sonuca götürülebilmesi için insanların yığınsal bir değişikliğe uğraması zorunlu olarak kendini ortaya koyar, böyle bir biçim değişikliği ise ancak pratikteki bir hareketle, bir devrimle yapılabilir; bu devrim, demek ki, sadece egemen sınıfı devirmenin tek yolu olduğu için zorunlu kılınmamıştır, ötekini deviren sınıfa, eski sistemin kendisine bulaştırdığı pislikleri süpürmek ve toplumu yeni temeller üzerine kurmaya elverişli bir hale gelmek olanağını ancak bir devrim vereceği için de zorunlu olmuştur.” (Seçme Yapıtlar, 1, s. 46-47)
Ve “sosyalizm zorunlu bir şey olduğu için sosyalist olmayız. Sosyalizm iyi, gerçekleştirilebilir bir şey olduğu için., sosyalist oluruz., bu özünde ahlaki bir karar ve bir seçmedir” “tezi” ile ahlakın tarihselliğini ve her sınıfın ayrı ahlakı olduğunu reddeden ve maddeyle bilinç arasındaki ilişkiyi, yaşamın maddi üretimiyle bilinç ve bir bilinç kategorisi olan ahlak arasındaki ilişkiyi Platonca tersine çeviren Belge’ye karşı, uzatmaktan kaçınmak için, sözü yine Marks ve Engels’e bırakalım:
“Bu tarih anlayışı” diyorlar aynı yapıtlarında, “temel olarak gerçek üretim sürecinin gelişmesine dayanır ve bu görüş, hayatın doğrudan maddi üretiminden hareket eder; insan ilişkilerinin biçimini bu üretim tarzına bağlı ve üretim tarzı tarafından… meydana getirilmiş olarak, bütün tarihin temeli olarak kavrar, bu da, onu, devlet olarak eylemi içinde göstermek kadar, aynı zamanda, çeşitli teorik üretimlerinin ve din, felsefe, ahlak vb. gibi bilinç biçimlerinin tümünü onunla açıklamaktan, ve onun oluşunu bu üretimlerden hareket ederek izlemekten ibarettir…” (Age, s. 48.)
Bu arada Belge’nin “birey olarak” “seçme”sini nasıl zorunlu olarak yapma durumunda olduğu da Marks ve Engels tarafından açıklığa kavuşturulsun:
“… Gerçek şudur: belirli bir tarza göre bir üretici faaliyette bulunan belirli bireyler, belirli toplumsal ve siyasal ilişkilere girerler. … Toplumsal yapı ve devlet, aralıksız olarak, belirli bireylerin yaşam sürecinden doğar; ama kendi öz tasarımlarında ya da başkalarının tasarımlarında ortaya çıkabildikleri gibi bireylerin hayali sürecinden değil, gerçekte oldukları gibi, yani iş gören ve maddi olarak üretimde bulunan, dolayısıyla kendi iradelerinden bağımsız ve belirli maddi temeller, koşullar ve sınırlar üzerinde hareket eden bireylerin hayati sürecinin sonucu olarak meydana gelir.
“Fikirlerin, tasarımların ve bilincin üretimi, ilkin doğrudan ve dolaylı bir şekilde insanların maddi faaliyetine ve maddi alışverişine bağlıdır ve gerçek hayatın dilidir. İnsanların tasarımları, düşüncesi ve zihinsel ilişkisi, burada, onların maddi davranışlarının dolaysız anlatısı olarak kendini gösterir. Bütün bir halkın, siyasal dilinde, yasalarının, ahlakının, dininin, metafiziğinin vb. dilinde ifade edildiği gibi, aynı şey zihinsel üretim için de geçerlidir. Kendi tasarımlarının, kendi Fikirlerinin vb. üreticileri, insanlardır, ama gerçek, faal, kendi üretici güçlerinin ve bunlara tekabül eden ilişkilerinin, alabilecekleri en geniş biçimleri de dâhil olmak üzere, belirli bir gelişmesiyle koşullandırılan insanlardır. Bilinç hiçbir zaman bilinçli varlıktan başka bir şey olamaz ve insanların varlığı, onların gerçek yaşam süreçleridir.”
“… Ve hatta insan beyninin olağanüstü hayalleri bile deneysel olarak saptanabilen ve maddi temellere dayanan, insanların maddi yaşamlarının sürecinden zorunlu olarak doğan yüceltmelerdir. Bu bakımdan ahlak, din, metafizik ve ideolojinin tüm geri kalanı, aynı şekilde bunlara tekabül eden bilinç şekilleri, derhal bütün özerk görünüşünü yitirirler. Bunların tarihi yoktur, gelişmeleri yoktur; tersine, maddi üretimlerini ve maddi ilişkilerini geliştirerek, kendilerine özgü olan bu gerçek ile birlikte hem düşüncelerini, hem de düşüncelerinin ürünlerini değişikliğe uğratan insanların kendileridir. Yaşamı belirleyen bilinç değildir, ama bilinç belirleyen yaşamdır.” (Age, s. 25-26) .
“Yeni sosyalist model” olarak, zorunlu olmayan, mülksüzleştirmesiz, proletaryasız, “eşitlikçi-özgürlükçü”, “sivil toplumcu” “sosyalizm” “olağanüstü hayali”, hangi “maddi yaşam sürecinden zorunlu olarak doğan yüceltme”dir? Yanıt çok açık: olumsuzlanması değil olumlanması olarak, maddi yaşamın kapitalist üretim tarzından. Her hayal, her seçme, zorunlu olarak belirli gerçeklerle, maddi yaşamın belirli üretimiyle koşullandırılır, kim zorunluluğa aldırmıyorum, özgürce seçiyorum derse, onun seçimini belirleyen yine bir maddi gerçektir; ama, özgürlüğü, iradesinin özgür kullanımım, tarihsel zorunluluğun, toplumsal gelişme yasalarının dayattığı zorunluluğun bilincine varmada aramayanlar için zorunluluk, Hegel’in deyişiyle “kördür” ve “arayışçılar”, zorunluluk tarafından körce koşullandırılırlar; “seçimleri”, zorunlu olana karşı, çelişkili gerçekliğin, olumlu, mevcut koşulları olumlayan yönü tarafından belirlenerek gerçekleşir. “Zorunluluk ancak kavranılmadığı ölçüde kördür”: Belge, Hegel’i bir kez daha doğruluyor, “sosyalist seçim” hayaliyle kapitalizmi seçerken…
Zorunluluk, mülksüzleştirme, iktidar mücadelesi ve toplumsal devrimin ilk adımı olarak iktidarın alınması karşıtı Belge, “sosyalist devrim kavramı büyük ölçüde sosyalistlerin iktidara gelmesi olarak algılanmıştır, yani devrime öncelikle pratik-politik bir anlam yüklenmiştir” şeklinde eleştirmektedir sosyalistleri. Marksistler değil ama devrimci çevrelerde belli bir kabalık olmakla ve toplumsal devrime ilişkin sorunlar pek tartışma konusu edilmeyerek bir ölçüde iktidar ve iktidarın almışına ilişkin sorunlara ilgi göstermekle yetinilmekle birlikte, bu Marksizm’in ve Türkiye’de de Marksistlerin tutumu değildir, iktidarın alınışını sorun edinmemeyi haklı göstermek için saldıracak yel değirmenleri yaratmaya gerek yoktur. Ve yine, devrimin öncelikle pratik-politik bir anlamı olduğu, başka türlü toplumsal devrimin anlamsızlaşacağı ortadadır. Sorun, önce pratik-politik olarak halledilmeden toplumsal olarak halledilme yoluna girilemez. Toplumsal devrim, iktidarın almışını kaçınılmazlıkla gereksinir.
Devrimin devlet iktidarına ilişkin yönünü olumsuzlamakla başlayarak Belge, devrimin yolu sorununa, silahlı mücadeleye geliyor:
“Devrimcilik nitelemesiyse, toplumda gerçekleştirilmesi öngörülen dönüşümün radikalliği olarak değil de, bu dönüşümü gerçekleştirmek için verilecek mücadelenin (yani amacın değil aracın) radikalliği alanında aranmıştır.”
Belge iyi bir yel değirmeni mühendisi olduğu gibi, iyi bir zaaf istismarcısıdır da. Birçok devrimci grubun, Belge’nin nitelemesine hak verdirecek tutumlar içinde olduğu söylenebilir. Gerçekten de bir kısım devrimciler, dönüşümün kendisine ilişkin sorunlara pek önem vermez, ya da bu konularda pek de radikal bir tutum sergilemez ve programatik sorunlar ilgi odağını oluşturmazken, örneğin çeşitli gruplar henüz bir programa sahip değilken ya da devrimin toplumsallaştırmaya veya toprak sorununun çözümüne ilişkin programı geliştirmeye çalışmaz ya da yine örneğin Kemalizm, Sovyetler Birliği’ne karşı tutum, CHP-SHP reformizmine yaklaşım vb. gibi konularda hiç de radikal olmayan tavırlar ortaya koyarken, tartışmalarını hemen yalnızca bu sorun üzerinde yoğunlaştırmış ve bu alanda aşın radikal tutumlar geliştirmiştir. Bu noktada bazı devrimciler açısından zaaflar olduğu açıktır. Ama bir başka açık olan şey de, bu zaafların Belge’yi güçlendirmeyeceğidir. Çünkü Belge, gördüğümüz gibi, toplumsal dönüşümün kendisine radikal bir yaklaşım içinde değildir. Mücadele biçimlerine yaklaşımda ise hiç radikal değildir:
“… mücadelenin radikalliği de oldukça düz bir tercüme ile silahlı mücadele olarak anlaşılmıştır. Oysa silah kan dökülmesi demektir. Ve bu zaten dünyanın, insanlığın ilk gününden beri bilinen, bu anlamda da en ilkel mücadele biçimidir.” İktidarın almışında radikal yöntemleri insanlar icat etmiyorlar, icatçılık Marksistlerin ise hiç işi değildir. Belge’nin hiç anlamak istemediği şey, maddi toplumsal koşullar, bu koşulların neden olduğu zorunluluklar ve insan iradesinin, Marksistlerin iradesinin ancak bu zorunluluklar yönünde kullanılınca gerçek değerine kavuşabileceğidir. “En ilkel mücadele biçimi”ymiş! İnsanlık henüz ilkellikle malûlse, Engels’in dediği gibi henüz belli bir anlamda hayvanlar âleminden kesinlikle ayrılmamışsa, hayvansal yaşama koşullarından, gerçekten insanca yaşama koşullarına geçmemişse, devrimciler, iradelerini, maddi toplumsal siyasal yaşamın zorunlu kıldığı ve sınıflar arasındaki çatışmanın belli bir gelişme düzeyinde kaçınılmazlıkla doğmasına neden olduğu “ilkel” mücadele biçimlerinin ortaya çıkışının kolaylaştırılması, geliştirilmesi ve sistemleştirilmesi yönünde kullandıklarında, suç, onların değil, iktidardan gönüllüce ayrılmanın en küçük bir belirtisini göstermeyen, “kan dökmekten” kaçınmayan, egemenliğini tehdit altında hissettikçe kan dökücülüğünü tırmandıran burjuvazi ve gericilerin, onları egemen sınıf olarak ortaya çıkarırken insanlığın büyük çoğunluğunu küçük bir azınlığın sömürgen hırsı ve baskısı altında yaşamaya mahkûm etmiş maddi yaşamını belirli bir üretim tarzında, onun, henüz insanlığın baskısız-zorsuz, kendisinin efendisi olarak, insanlık âleminin gerçek insanı olarak yaşayabilmesine olanak vermeyen, baskı aygıtlarına ihtiyaç duyan, üretici güçlerin ve üretimin geri bir gelişme düzeyine denk düşmesinde, ilkelliğindedir. “İnsanlığın ilk gününden beri”, bugüne dek, insanlık henüz ilkelliğinden kurtulamamışsa ne yapalım Sayın Belge, “başa gelen çekilir.” Bu alana açıklık getirmek üzere daha iyi bir formül “aramalısınız!” Şu formül hiç de gerçeği yansıtmıyor: “Türkiye gibi parlamentarist kurumların, seçim geleneğinin vb. yerleştiği ülkelerde illegal ve silahlı mücadeleyi seçen bir sosyalist hareket başarılı olamaz.” Eh! Bu kadar olur. Özlenenin gerçek yerine bu denli açıktan geçirilişine son zamanlarda hiç rastlamamıştık doğrusu. Bu, “demokrasimiz” gibi “Balkanlar ve Ortadoğu’nun en büyük ve en iyisi” olmaya aday bir “gerçekçilik!” İnsan, Türkiye ile örneğin İngiltere’nin karıştırıldığını sanıyor. Her on yılda bir parlamentonun üzerinden silindir geçen bir ülkede “parlamentarist kurumlar ve seçim geleneğinin yerleşmişliği” tezini, hafif bir tebessümle karşılamayacak kişinin çıkabileceğini pek sanmıyoruz. Kesinlikle, Sayın Belge, “silahlı mücadelenin geçersizliği” tezini daha iyi bir nedene dayandırmak için “tartışmalı ve araştırmalısınız…”
Son bir değinme ile Belge’ye ilişkin sözlerimizi şimdilik bitirelim.
Modern revizyonistleri, Gorbaçovcuları ve benzerlerini “komünistler” olarak niteleyerek, “birçok yerde bakıyorsunuz, sosyal demokratlar ve sosyalistler daha radikal tutum alabiliyor, komünistler ise daha teslimiyetçi davranabiliyor” “saptamasını” yapan Belge, sosyal demokratlarla komünistlerin birliğine geliyor, “en geniş birlikçilik”te şimdilik Türkiye’de en ileri noktaya varan kişi olarak: “… bizde de komünizmle sosyal demokrasi birleşir diyebiliriz. Ama bunun gerçekleşmesi için iki tarafta da gelenekten gelen engeller var şu anda. Türkiye’de sosyal demokratlar hâlâ Kemalist… Ayrıca, bunun gerçekleşebilmesi için sosyalist hareketin de, bu kitapta ortaya koymaya çalıştığım yönde bir dönüşüm geçirmesi gerekiyor.”
Kapitalizmin zıtlığı, sınıf mücadelesi, bunun proletarya devleti fikrine dek uzatılması vb.nin hiç önemi yok “birlik” için: pek sorun yok sayılır, sosyal demokratlar Kemalizm’den vazgeçecekler, mümkündür, Belge”nin “yeni model sosyalizmi”nde ise zaten uzlaşmaz karşıtlıklar, proletarya, sınıf mücadelesi, devlet ve devrim gibi Marksizm’in temel tezlerinden vazgeçilmiş, “hâlâ Marksistlik” iddiasına karşın, Marksizm’in kırıntısı bile yer almamıştır Belge’nin kitabında. Ve aslında Belge kitabının özünü, dolayısıyla “yeni model”inin içeriğini el vermektedir, sosyal demokratlarla birlik için, sosyalist harekete kitabında ortaya koyduğu dönüşümü önerirken. Sosyal demokratlarla birlik noktasına gelmeyi olanaklı kılan bir dönüşüm önermektedir kitabı. Sosyal demokratlaşma önermektedir. İnsanın kendisinin bilincinde olması, kendini bilmesi saygıdeğerdir demiştik. Sonunda yakılmış olsa da, Abaelardus boşuna mücadelesini vermemiş “kendini bil”in. “En geniş birlikçilik”i ile yeni bloklaşma ve çeşitlilik içinde partileşme girişimini, düşünsel ideolojik temeliyle, haddimiz olmasa da, şimdiden kutsuyoruz.
Geniş birlikçilik”in bugünden kurulmuş iki bloğu TBKP ve Aydınlık ise, eski ayrılıkların yanlışlığını ileri sürerek ve yayınlarında karşılıklı olarak önde gelenleriyle “birlik ve birlikçilik” üzerine röportajlar yaparak bir flörtleşme içinde ve söz konusu “geniş birlik” açısından birbirlerini dışlamadan (bunu açık olarak belirtiyorlar) ikili bir taktik izleme durumundalar. Bir yandan çeşitli devrimci grup ve güçleri, tek tek devrimcileri kendi etraflarında toparlamaya çalışıyorlar, diğer yandan birbirleriyle birleşme olasılığını da göz önünde bulundurarak aralarına kaim bir çizgi çizmekten kaçmıyorlar. “Gelenekten gelen engeller” yakınlaşmalarının ilerlemesini güçleştiriyor olsa da, “herkesle birlik” şiarını zedelemek istemiyorlar, birbirlerini kesin bir dışlamayla.
Görüşler, karşılıklı olarak şöyle:
“TBKP gibi bir akımın reformcudur denilerek dışlanmasına karşıyım.” (D. Perinçek, Saçak 60, s. 7)
“Bugün Türkiye’de TBKP’den Yeni Çözüm dergisine kadar geniş skalayı dışlamadan… birliktelik arayan tavır önemlidir… TBKP’yi de reformculuğa angaje olmuş gibi görmemek lazım. Yaftalar asmayan bir mücadele gerekir.” (Oral Çalışlar, agy, s. 8)
“… Maocu Bozkurtlar diyorduk, provokasyon örgütleri diyorduk… Kolay klişe suçlamalara girmemek için sanırım herkes geçmişten yeteri kadar ders çıkarabilir.” (V. Sarısözen, Agy, s. 39)
Temel teorik düşünceleri ve programatik tezleri, ideolojik konumlan özünde aynı olan ve Belge’ninkilerle özdeşleşen bu iki “birlikçi blok”tan TBKP, bugün çok açık liberal bir görünüme bürünmüşken, D. Perinçek daha hesaplı gitmekte, örneğin 80 öncesinde, 80 günlerinde ve bir süre sonrasında iyice açığa vurduğu gerici liberal düşüncelerini, gelişmenin yönünü görerek ve henüz yeterince şiddetlenmeyen sınıf mücadelesi koşullarında bir miktar “devrimci” görünmeyi pek tehlikeli bulmayarak, 74-75’te yaptığına benzer şekilde, bütün açıklığıyla ortaya koymaktan kaçınmaktadır.  O, şimdi aydınlık içindeki “birlik” için bölünme tartışmalarında, kendisini devrimci ilan ederek ve uzun dönemli olarak izlediği çizgiyi bilenler güldürmek üzere “benim gibi devrimci insanlarla cephe cepheye gelerek pek fazla devrimcilik olmaz” (Saçak, s. 60, s.9) diye övünmekte ve karşıtlarına karşı “SB konusunda bölünmeyelim, devrim mi reform mu konusunda bölünelim” (agy, s. 7) şeklinde yüksekten konuşmaktadır. Yine, O, Eylül öncesinin Aydınlık’ı tam bir ihbarcılık  örneği  varakpareyken, “sahte sol” tanımlamasıyla devrimci grup ve kişiler hakkında ihbarlarla dolu ve bunun baş sorumlusu D. Perinçek’ken, ‘ihbarcılık’ suçlamalarının. MİT tarafından kışkırtıldığını” söylüyor ve ucuz yoldan “ihbarcılık”tan arınmak istiyordu. “İhbarcılık alçakça bir davranıştı, halk düşmanlığıydı. İhbarcılığın özeleştirisi olmazdı. İhbarcıyla konuşulacak görüşülecek hiçbir şey olamazdı. İhbarcılardan halk açısından beklenecek bir şey yoktu ve buna göre tavır almak gerekirdi.” (D.P, Saçak, s. 5) Ve Perinçek, hâşâ, ihbarcılık yapmamıştı! Neden acaba, istisnasız” tüm devrimci gruplar hakkında bu yönlü düşünüyorlar, O’nunla yan yana gelmeye niçin yanaşmıyorlar, niçin her türden devrimci birliğin dışında bırakıyorlar O’nun Aydınlık’ını, Perinçek nasıl bu denli yanıltabilmeyi başardı devrimcileri?! Ve ihbarcılığın özeleştirisi, gerçekten, çok zor olur.
Geç olmasa, Perinçek’e “birlik diyorsunuz, fakat… Türkiye sosyalistlerinin büyük bir kısmını birliğin dışında bırakıyorsunuz. Örneğin Halkın Kurtuluşu, Dev-Yol, Dev-Sol, Halkın Yolu, Partizan, Doğulular ve diğer devrimciler.” yaklaşımıyla karşıdan Berktay ve Çalışlar’ı eleştirerek onlardan kopmamasını önerirdik. Sadece ihbarcılık dolayısıyla da değil, temele ilişkin sayısız nedenle ve her şeyin ötesinde devrimci olmayışıyla, -isimleri yanlış olarak sayılan- Marksist ve devrimcilerin Perinçek ve Aydınlık’ıyla birleşmeleri olanağı yoktur. Perinçek dağınıklık ve çeşitli grupların liberal rüzgârlardan etkilenme döneminde, O’nu, Aydınlık’ını ve SP’yi aklayıp meşrulaştırıcı. Aydınlık’ın eski çizgisinin farklılaşarak demokratlaştığını belirten çeşitli söz ve tutumlarına bakarak yanılmasın. Hem Perinçek mücadele keskinleştikçe onları etkileyen demokratik görünümlü gösterilerini yapamaz olacak, hem devrimciler Marksistlerin mücadelesi ve tutumuyla uyarılacak ve hiçbir devrimci Aydınlık’ın sırtındaki yüklerin bir ucundan altına girmek istemeyecektir. Aydınlık’a, 80 öncesi bir dönem olduğu gibi, yine kendi gruplarını arındırmak üzere onlardan ayrılan ya da uzaklaştırılanlar, yani devrimci olmayan “döküntüler” kalır. Hayale gerek yok!
Marksistler ve devrimciler Perinçek ve Aydınlık’ıyla, yalnızca geçmiş çizgi ve tutumları dolayısıyla değil bugünü açısından da birleşebilme durumunda değillerdir. Devrimci ve hele Marksist hiç olmadığı için. Bir kez, sınıf zıtlıklarını teorik olarak yadsımasa da, özel siyasetlerinde ve pratik olarak, bunu yadsıyan sınıf uyumunu temel ediniyor ve proletarya iktidarı ve devleti fikrinden tümüyle uzak duruyor. Düzen çerçevesinde hükümet değişiklikleri peşinde, sosyal demokratlardan DYP’ye kadar gerici düzen güçleriyle birlik-ittifak uğraşı veriyor. Yayınlarında proletarya iktidarı fikrini işleyen tek bir yazıya yer verilmediği gibi, bu fikir SP programında da bulunmuyor ve bu programa yön vermiyor. Proletarya iktidarını bırakalım, burjuva devletin devrimci bir biçim değişikliğini bile öngörmüyor Perinçek ve SP. Bu, nasıl “devrim mi reform mu bölünmesi” arzusu? Üstelik “birlik” için Perinçek, SP programını zemin olarak öneriyor.
Ve her şeyden önce, demokrasisizlik koşullarında, örgütlenme özgürlüğünün bulunmadığı koşullarda, Perinçek’in, TBKP ile anlayış birliği içinde çözümlemeye giriştiği “birlik sorununu ne legal basında ‘birlik’ hakkında yazılıp çizilen saçma sapan sözler, ne ‘dağınık’ küçük aydın gruplarıyla yapılan anlaşmalar, ne de yurt dışında sürdürülen görüşmeler diplomasisi çözebilir” (Lenin, örgütlenme, s. !94). “Birlik sorununu çözecek biricik şey” diyor Lenin, “yerel planda sağlanacak birlik, RSDİP’in bütün işçi üyelerinin tek bir illegal örgütte gerçekten birleştirilmesidir.” (age)
Çeşitli devrimci gruplar yasalcı zaaflar taşısalar da, yasalcı bir konumda değiller. Peki, yasalcılığın “birlikçi “leri Aydınlık ve TBKP devrimcilerle birleşmeyi, bu durumda nasıl hayal edebiliyorlar? İşte iki “birlikçi blok”un bu alanda bugünden gerçekleşmiş “birlik”lerinin encamı:
“Bugün yasal parti olanağını kullanmak, 2000’lerin Türkiye’sini yaratacak emekçi kuvvetlerini toplamak için belirleyici önemdedir.” (Saçak yazı kurulu bildirisi’nden, s. 3) Perinçek, teorik “kurnazlık” yapıyor, sözde yasallığı esas almadığını ve yasalcılık yapmadığını ortaya koymak üzere “yasal parti olanağını kullanmak”tan söz ediyor, ama bunun belirleyici önemde olduğunu belirtmekle (belirtmek zorunda, çünkü yasalcı eylemini açıklamak durumunda), aynı tümce içinde kaçınmak istediği görünümü vermeden edemiyor. Bugün ve bugünkü koşullar değişmedikçe, yasal parti belirleyici önemde değildir ve olmayacaktır. Ve yasalcılıkla ancak düzen güçlendirilebilir. Proletarya ve emekçiler, mücadeleleriyle, yasal örgütlenme hakkını fiilen koparıp almadıkça, yasal parti “majestelerinin muhalefeti” olmaktan öteye gidemez. Gidemiyor.
TBKP’li Veysi Sarısözen: “Yasal çalışmayan bir partinin bugün kitlelerle kaynaşma şansı yoktur. Kitlesel iletişim araçlarının bugünkü düzeyinde yasallaşmak dışında yol yoktur.” (Saçak 60, s. 40) Sarısözen’in daha ileri gittiği ve çok daha açık konuştuğu teslim edilmeli. O, başka yol tanımıyor ve “yasal olanaklardan yararlanma” kurnazlığı ile düşüncelerini gizlemeye de gerek duymuyor. “İletişim araçları” gelişti, ne yapalım!
Yazımızı kaleme alırken, Sadun Aren hocamız ve Aziz Nesin’in girişimcileri arasında adı geçtiği, Nesin’e göre, “sosyal demokrat partilerin solunda, ama tam komünist denilmeyecek bir parti. Ama komünizme açılacak, sonuç hedefi komünist parti olacak bir ara parti” olan bir başka “geniş birlikçi” “ara” bloklaşma haberi duyuldu. “Teorik Marksist yayın organı” “Gelecek”i çıkaracağı söylenen ve “Tempo”ya göre “yeni partinin TBKP, TİP, TSİP ve de Devrimci Yol’u kucaklamak durumunda” olacağı görüşünde olan Sadun hocamız da yasallık konusunda ilginç bir düşünce ileri sürüyor: “… yasallık istemek sosyalist mücadeleyi demokratik yollarla yapmayı peşinen kabul etmiş olmak demektir. Eğer sosyalizm ancak silahlı eylemle gerçekleşebilecekse, 141-142’nin kaldırılması için çalışmak büyük bir yanlış ve boş bir çaba olurdu.” (Nokta, 5 Şubat 89, s. 35) İlahi hocam, niçin öyle olsun? Paradoksu yanlış yerde arıyorsunuz. 141-142’nin kalkması Marksistlerin mücadelesinin, devrimci mücadelenin gelişmesinde iyi bir “silah” olarak hizmet görür, Perinçek’in oynamaya çalıştığı “yasal olanaklardan yararlanma” gibi bir sorunu vardır. Marksistlerin ve bunun için “‘demokratize edilmiş sosyalizm” gibi bir ilginçliği ya da “sosyalizmin demokratik yollarını” savunmaya hiç gerek yoktur. Hem sosyalizm “eğer”li söylediğiniz gibi ve yasalcılıkla malûl olmadan gerçekleşecektir ve hem de Marksistler siyasal özgürlüklerin, örneğin örgütlenme özgürlüğünün önemi bilerek, elde etmek için de mücadele vereceklerdir. Engels’e başvurursak:
“Siyasal özgürlükler, toplanma ve örgütlenme hakkı, basın özgürlüğü-bizim silahlarımız işte bunlardır. Bunlar bizim elimizden alınmaya kalkışılırken kollarımızı kavuşturup tarafsız mı kalacağız? Siyasete karışmanın mevcut durumu kabullenmek anlamına geldiği söyleniyor. Tersine, mevcut durum bize ona karşı çıkma olanağı verdiği sürece, bu olanağı kullanmamız hiç de mevcut durumu kabullenmek demek değildir.” (Seçme Yapıtlar 2, s. 295)
Mevcut durumu kabulleniciliği ve liberalizmi, hocamızın ağzından iki kısa cümleyle bu derece açık ortaya konabilen yeni parti girişiminin, üstelik militan bir devrimci mücadelenin dayatıldığı bugünkü koşullarda kayda değer bir güç oluşturabileceği olanaklı görünmüyor. Zaman, 60’lar TİP’inin dönemine göre çok değişti. Girişimciler, girişimleriyle TBKP içinde bir yer edinmeyi kuruyorlarsa, vazgeçsinler, çünkü bu girişim onlara “pazarlık gücü” sağlamayacak, tersine güçsüzlüklerini kanıtlayacaktır. Artık hocamızın peşinden gidecek pek kimse çıkmaz ve aynı pastayı paylaşmaya oynayan epey güç var, TBKP ve Aydınlık gibi.
Aydınlıkça ve TBKP ‘”birlikçiliği”-ne dönersek. Saçak yazı kurulu, “sosyalist solun birliği için, hiçbir ayrım gözetmeden, bütün sosyalist örgüt ve gruplarla ve tek tek sosyalistlerle, ortak ideolojik zemin oluşturmak amacıyla arkadaşça bir diyalog geliştirmek kararında” olmasına karşın, artık dost meclislerinde Perinçek için “komplocu p…” karşı-propagandası yapmakta olan Çalışlar ve Berktay’la birliği başaramıyor, Aydınlıkçılar bölünüyorlar. Neden, önemli ölçüde, Perinçek’in, aşırı sağ tutumlarla genel görüntünün bozulmasına yol açan Çalışlar-Berktay liberalizmini dışlayarak, “devrimcilik” gösterisiyle güçlenmeye çalışmasıdır. Çalışlar-Berktay, gitmemiş, gitmeye zorlanmışlardır, atılmışlardır. D. Perinçek’in, Özal benzeri bir “hesap adamı” olduğu belirtilmeli. Hesabını, verileri doğru saptayarak doğru yapıyor; ama ne yapalım ki, atı topal. Bu atla, hesaplar doğru yapılsa bile, devrim parkurunda koşmak, devrimci hedeflere yönelmek ve ulaşmak olanaksız. Yoksa Perinçek’in “Türkiye’de sosyalist teori Gorbaçov reformculuğuyla çarpışarak gelişecek önümüzdeki dönem. Bunu göreceksiniz, sizin dediğiniz gibi olmayacak. Gorbaçov’un platformunu savunan tek bir adam yok. Önümüzdeki dönem SB’ni eleştirenler yalnız kalmayacak” öngörüsü ve buna dayandırdığı Gorbaçov’a ve “SB sosyalisttir” düşüncesine karşı çıkmak gerektiği yönündeki hesabı doğru. Ama veriler tersine olsaydı, “hesaplı” Perinçek’in “SB sosyalisttir” noktasına ilerleyip Gorbaçov savunuculuğu yapıp yapmayacağı merak konusudur. Çünkü “aramızda tartışıyorduk”la izaha yönelebilir, ama “Gorbaçov’un ve SB’nin gelecekte ne olacağını göreceğiz” yazarak, Gorbaçov’un başarılı olup olamayacağını belirlemeyi, teori dururken, pratiğin ve geleceğin kanıtlayıcılığına bırakan aynı Perinçek’tir. Örneğin, bir yıl önce, bugünkü hesabına yetecek verileri göremeyen Perinçek, henüz Gorbaçov’u savunup savunmamaya karar vermemiş durumdaydı, orta yolculuk yapıyordu, geçen yılki yazıları bunun örneğiydi. Giden ekibin daha gerici bir görüntü verdiği ortadadır, ama bu Perinçek’in gerici reformculuğunu gidermiyor ki. Bu bölünme, yalnızca, “geniş birlikçi”, kanatlı, çok renkli, irade birliğinden yoksun particiliğin, ne denli “geniş mezhepli” olunursa olunsun, çıkmazını gösteren bir örnektir. Bölünmenin gösterdiği bir başka şey de, yılların sosyal emperyalizm “karşıtı” olan giden ekibin, Perinçek’le ayrılık noktalarından önemli birini oluşturan “Sovyetler sosyalisttir” noktasına gelişinin ortaya koyduğu ve Çalışlar’ın zaten ikrar ettiği, Aydınlıkçı sosyal emperyalizm teorisinin kofluğu ve hemen sadece politik ve özellikle dış politika sorunlarından hareketle geliştirildiği ve içeriği bakımından “sosyal emperyalizm”den “sosyalizm”e atanabilmesine elverir olduğudur.
“Mesele, olabileceğimiz kadar geniş mezhepli olmaktır” diyen Berktay’Ia “benim geniş mezhepliliğimi göstermiyorsun” diyerek ilginç bir “birlikçilik” yarışma giren Perinçek, karşıtları açıktan ve yüksek sesle “Sovyetler sosyalisttir” demelerine rağmen, onlarla parti içinde birliği olanaklı görüyor ve “ben bir ateşkes öneriyorum. SB konusunda bölünmeyelim. Devrim mi reform mu konusunda bölünelim” şeklinde bir görüş savunuyor. Yıllardır ilk kez kendi sağında muarızlar bulmuş olmanın ateşiyle, Sovyetlerin ve Gorbaçov’un kimliği sorununu atlayarak, söyleyin bakalım diyor, “devrim mi reform mu?”
Karşıtları da doğrusu çok sefiller: ne gerici tanıyorlar ne ilerici, hiç ama hiçbir ölçüte vurmaksızın “birlik” diyorlar. Halil Berktay, “geniş birlikteliğin tek çıkış yolu olduğunu o kadar düşünüyorum ki” diyor, “programatik tavizler verebilirim” ve ekliyor: “ancak onun içinde yaşanacak devrim-reform tartışmasının sağlıklı olacağını düşünüyorum.” Ve O, “geniş birlikteliği” öylesine her şeye kadir görüyor ki, “sosyalizm alanından kan kaybını durduracak esaslı turnikede geniş bir birliktelik olabilir” görüşünü savunuyor. Çalışlar da “solun birliği esas meseledir”, “birlik isteyen devrimcidir” diyor. Karşıtların “birliği” her şeyin önüne geçirdikleri ve yalnızca “ne olursa olsun birlik” değil, “her şey birliğe bağlı” dedikleri durumda, “ne olursa olsun birlikçi” olmadığını gösterme fırsatını yakaladığını düşünerek, “hayır” diyor “devrimci temelde birlik”, “devrim-reform ayrımında bölünelim.” Peki, Perinçek ne mene bir “reformculuk”a karşı, nasıl bir “reformculuğa karşı mücadele” öneriyor?
Kendisi reformcu olan Perinçek, gerçekten “birlik mücadelesinde reformculuğa karşı mücadele esastır” düşüncesinde olduğu için değil, ama SP’de ve dergi çevresinde “Doğu despotizmine karşı” bir kazan kaldırma baş gösterdiği ve Gorbaçovculuğa kayanlar kendi oyun alanında kendisini köşeye sıkıştırma ve egemenliğini tehdit etme durumuna geldiği için ve ek olarak, reformculuk eleştirisi devrimci çevrede daha fazla prim yapacağı için, TBKP karşısında bu noktadan kalkarak bir atılım yapabilmek için, reformculuğa karşı mücadeleyi gündeme getirdi, böylece muhalefeti dışladı ve daha sağlam bir konum kazandığını düşünüyor. “Önyargı” ile mi yaklaşıyoruz? Hayır, Perinçek’in reformculuğu ezeldendir ve bu konuda ileri sürülebilecek önyargılar hiç yanlış olmaz; ama, biz, bugünkü durumdan kalkmıyoruz.
Perinçek, mevcut düzeni ve onun yasallığını temel edinmekte, “geniş birlik”i bu zeminde gerçekleştirmeye çalışmaktadır.
Perinçek “reformculuğa karşı mücadele” demektedir, ama reformcu-revizyonist Gorbaçovculuğu ayrılık nedeni olarak görmemekte ve “SB sosyalisttir” diyenlerle birliği savunmaktadır. Gerekçesi ilginçtir: “Bugün Türkiye solunun bu hengâmeli gidişte yatıp kalkıp Sovyet tarihini tartışmasını, Türkiye’nin hayati sorunlarını bu yüzden kenara itmesini, bir cinayet olarak görüyorum. Bu tavır, Türkiye devriminin teorik ve programa-tik sorunlarını çözebilir mi?”
Perinçek, Gorbaçovculuğa ve SB’nin niteliği sorununa, Sovyet tarihine ilişkin, Türkiye’yi ve Türkiye devrimini ilgilendirmeyen sorunlar olarak bakıyor. Gorbaçov revizyonizmi ve onun gerici-liberal, kapitalist içeriği bir tarih sorunu mudur, yoksa tez ve pratikleriyle, ülkemizde aynı yoldan yürüyen ve aynı orijinli temel fikirleri savunan takipçileriyle Türkiye’yi ve devrimini yaşamsal olarak ilgilendiren bir ideoloji ve devrim sorunu mudur? Perinçek ideolojik içeriğini önemsemediği gibi güncelliğini de geçiyor, “Sovyet tarihi pek önemli değildir”e getiriyor. Peki, Sovyetler Birliği’nin sosyalist olup olmaması, yalnızca basit sıradan bir saptama sorunu mudur? Türkiye devriminin dostu-düşmanı tartışması bir yana, Sovyetleri emperyalist ya da sosyalist olarak tanımlamak yazı-turayla mı kararlaştırılıyor? Ya da sosyal emperyalizm, Kautsky’ce bir “tercih edilmiş politika” mıdır, sosyalizmin kötü bir dış politikası olarak mı şekillenmektedir” Sosyal emperyalizm, revizyonizmden ve burjuva içeriğinden soyutlanmış haliyle sınıfsal ve ideolojik bir sorun değil midir? Ve Türkiye ve Türkiye devrimi, hiçbir evrensel özellik taşımayan, uluslararası yöne ve bağlantılara sahip olmayan ülke ve sorun mudur? Perinçek kaba bir milliyetçi yaklaşımla “Türkiye devriminin teorik ve programatik sorunlarını” uluslararası sorunlardan ve teorinin evrenselliğinden koparmakta, Türkiye’ye özgü bir “Marksist teori” ve evrensel boyutlardan yoksun bir “program” ve “ulusal bir sosyalizm” öngörmektedir. Doğal ki, burada yadsınan, Marksizm’in evrensel gerçeği, onun ülkeden ülkeye değişmeyen temel tezleri ve yine onun her ülkede revizyonizmin reformcu, liberal tezleriyle, hem uluslararası hem de ulusal açıdan hesaplaşma içinde oluşudur. Salt siyasal açıdan bile alınsa, sosyal emperyalizmle uzlaşma demek olan “SB’nin sosyalist olup olmamasının önemsizliği” yaklaşımı, nasıl bir “reformculuğa karşı mücadele”nin ürünü olabilir. Üstelik sorun, siyasal uzlaşmacılıktan öte, ideolojik uzlaşmacılıkken…
“Reformculuk karşıtı” (!) Perinçek, hâlâ “emperyalizmle Üçüncü Dünya arasındaki çelişme, diğer bütün çelişmeleri belirleyen önemini koruyor” derken, nasıl bir “reformculuğa karşı mücadele”den söz edebiliyor? SB ile bir “üçüncü dünya ülkesi” olan Türkiye arasındaki çelişme görmezden gelinebilir, ama emperyalizmle üç dünya çelişmesi her şeyi belirtiyor! Yani, felsefi bir sapkınlık olan “baş çelişme”, gerici ülkelerin gerici, faşist egemen sınıflarıyla ve temsilcileriyle emperyalizm arasında! Ve burada reformculuktan bile öteye geçilmiyor sanki. Bu saptama, “üçüncü dünya ülkeleri”nde gerici egemen sınıflarla birleşmeyi ve en azından reformculuğu gerektirmiyor sanki!
“Bugün Türkiye sosyalist hareketi içindeki parçalanma eğilimi yerini birlik arama eğilimine terk etmiştir. TBKP örneği, böyle bir birlik arayışını yansıtması yönünden olumludur.” Saçak, s. 42) diyor Perinçek ve ekliyor: “Hiçbir grup ve ya kişi önyargıyla birliğin dışında ilan edilmemeli” (agy, s. 3) Ayrıca: “TBKP’den de önemli bir devrimci akım çıkacak” (Agy, s.7) Nostradamus’luğu da O’nun! Ve bir başkası: (TBKP’ye eleştirilerini sıraladıktan , sonra) “TBKP’nin bütün bu sorunların üstesinden gelebilecek bir birikime sahip olduğunu da görmeliyiz.” (agy, s. 46)
Reformcu revizyonist TBKP’nin bu yüceltilişiyle Perinçek “reformculuğa karşı mücadele” etmektedir! Ve “TBKP ile birleşmenin yolu da reformculuğa karşı mücadeledir” buyurmaktadır. Oysa reformculuğa karşı gerçek bir mücadeleyle TBKP ile mücadeleci güçlerin arasına kalın bir ayrılık çizgisi çekilebilir ve TBKP ile ancak reformcu bir zeminde birleşilebilir. Perinçek’inki nasıl bir “reformculuğa karşı mücadele” ki, karşıtlarının “birlikçiliği” gibi “her şeye kadir” ve ne yapılırsa yapılsın, ister emperyalizmle ister TBKP ile birleşilsin “reformculuğa karşı mücadele” edilmiş oluyor! Bu, Perinçek’in sihirli formüllü yeni hayat iksiri! Nektar gibi bir şey!
Ve bir Perinçekçi, H. Bülbül, Belge’nin sosyal demokratlarla birlikçiliğine yaklaşarak “reformculuğa karşı mücadele konusunda tutum alınmazsa SHP’deki sosyalistleri bile kazanamayız. SHP’de eriyorlar” diyor. Bu, öylesine bir sihirli formüllü “reformculuğa karşı mücadele” ki sonunda iş, yine 80’nin hemen öncesi ve sonrasındaki Evren’i kazanmaya varacak! Reformculuğa karşı, onu etkisizleştirmek için mücadele edilir, dönüştürmek, sosyalistleştirmek için değil, ayrım sınıfsal çünkü. Ama ne türden sosyalistlerse, SHP’de sosyalistler bulunuyor ve onları kazanmanın yolu da sihirli formülden geçiyor!
Tekrar D. Perinçek’te söz: “Türkiye devrimcileri, düzene entegre oldukları için, reformculukla mücadele motorunu kullanarak ilerleyecekler.” (Agy, s. 15) Düzene entegre olana en azından “reformcu” denmezse ne denir? Perinçek’in “devrimcileri”, “düzene entegre” oluyorlar, ama hâlâ “devrimci” kalıyorlar! Bu “devrimciler”, “reform mu devrim mi bölünmesi”nde “reformculuğa karşı mücadele” savunucusu Perinçek gibi “devrimciler”den olsa gerek!
Son olarak Stalin sorununa bir değinme: Çalışlar-Berktay’a karşı Stalin’i savunma görüntüsü çizen Perinçek Saçak 59’da “yekpare parti” konusunda Stalin’i aşmakla övünüyor. Ve bu konuda yalnız eski Aydınlıkçı ekiple değil açık Stalin düşmanlığı yapan V. Sarısözen’le de birleşiyor. Sarısözen: “Birliğin önündeki en büyük temel engel, Stalinci birlik anlayışı… Orada, parti tek sesli, tırnak içinde monolitik bir parti olarak tarif edilmiştir…” (agy, s. 39) Monolitik partiyi reddeden reformcu revizyonist Sarısözen ile “reformculuğa karşı mücadele”ci (!) Perinçek “birlik” partisinin reformcu ve “devrimci” kanatlarını oluşturmak üzere birleyebilirler ve Perinçek orada “reformculuğa karşı mücadelesine” devam eder. Perinçek’in mücadelesi, “reformculuğa karşı” değil, reformcudur ve yasala, “geniş birlikçi”, hemen herkese karşı uzlaşmacı Perinçek reformcudur ve bundan vazgeçeceğine dair en küçük bir belirti de yoktur.
Yasala, kanatlı “geniş birlikler” ve “birlik” girişimlerinden geçilmeyen günümüzde Marksistlere bu konuda yapacak tek şey kalıyor: Burjuvaziyle proletarya ve revizyonizmle Marksizm arasındaki zıtlığı ve uzlaşmazlığı muğlâklaştırmak üzere ortaya atılan bu sahte birlikçi liberal rüzgârlar, propaganda ve tutumlara ilişkin uyanıklığı artırmak, gerçek yüzü ve niteliğini açığa çıkarmak ve mümkün olan her alanda gerçek devrimci içeriğe sahip birlikler oluşturmak. Devrimci-demokratik zeminli eylem ve güç birlikleri, daha gelişkin ve kalıcı birlikler ve olanaklı güçlerle parti çatısı altında birlikler…

Mart 1989

Aşılan ’68 Ve 68’liler Vakfı

Bir dizi insan kendisini “68’li” olarak tanımlıyor. Ötesine geçiliyor; “68 kuşağı”, bugün, sınırlan kesin çizgilerle belirlenmiş bir grup insanın alâmetifarikası anlamına gelmek üzere, vurgular yapılıp altı çizilerek kullanılan bir kavram düzeyine yükseltiliyor.
Kuşku yok, bir 68 olgusundan, 68 olaylarından, teorisi ve ama daha çok da pratiğiyle 68 eylemliliğinden ve onun öznesi olan 68’lilerden söz etmek gerekiyor. 68 ve 68’lilerin Türkiye de içinde olmak üzere dünya çapında tarihin bir kesitine damga vurmuş gerçeklikler olduğu yadsınamaz. Ancak art arda sıralanan birkaç doğru, kendiliğinden bir diğerini üretmiyor.
68, 68 eylemliği, 68 eylemcileri ya da 68 kuşağı… Bunlar doğru ve gerçektir; ama bir gerçeği daha görüp saptamaktan kaçınılamaz: 68 eylemleri ve eylemcileri, 68’in kendisi ve kuşağı, tümü tarihsel kategorilerdir, Türkiye gerçeğinin Türkiye devriminin yaşanmış bir dönemine özgüdürler.
Tarihin basit tekrarlanmalarla ilerlediği düşüncesi, felsefi idealizm kaynaklıdır ve gerçeği ifade etmez. Bugünü dünle yaşamak, onun farklı koşullar, konumlar, kişilikler ve tanımlarını, tarihsel kavram ve kategorilerle tanımlamak ise, ya tam bir nostalji ve hoş hayalciliğin ya da koşulları, konumları ve kişilikleriyle bugünü olduğundan farklı göstermek üzere tarihin metalaştırılması ve sermaye olarak kullanılması niyet ve çabasının ürünü ve göstergesi olabilir. Bugünü dünle yaşama görüntüsü, ya bir bilinçsizlik durumunu veya bilinç bozukluğunu belirten hastalıklı, tam hayalci, şizofrenik bir ruh halini varsayar ya da bir bilinç çarpıtması girişimini ve aldatıcılığı, kötü niyeti. Tarih, çünkü ancak, geçmişten geleceğe sonsuz bir akış içinde, değişen zaman ve mekân koşulları, öznel ve nesnel yönleriyle olgular, konumlar ve kişiliklerin bugüne ve geleceğe bağlanmasıyla anlamlanır. Tarih, bugün ve gelecekle bağlantısı içinde bir değer kazanır ve yaşanan süreç, bugünü geçmişten farklılaştıran, geleceği dünden ve bugünden farklılaştıracak olan birikimlerle ilerler. Tırnaklar bugünü ve sürekli daha ileriye varmak için geleceği yaratmak üzere kanatıldığında, insan, bir tarih yapıcı ve yazıcısı olarak görünür.
Türkiye, yalnızca çelişmeleri, onları şiddetlendiren birikmiş patlayıcı madde stokları ve nesnellikten de güç alan teorik ve pratik hareketlilik açısından zengin, bereketli bir toprak oluşturmuyor. Bereketli toprak her yönüyle bereketli olur. Sineği, üvezi, kurdu, çakalı, ayrıkotu da bollaşır.
Tarih tekerrürcüleri var; örneğin, Türkiye’de ısrarlı bir çabayla tarihin hemen aynıyla yinelenme uğraşma tanık olmak olanaklı. Farklı koşullar kuşkusuz farklı sonuçlar veriyor. Öncesi ve sonrasından kopararak 71 devrimciliğini sürdürme çabası, öykünülenden farklı yerlere götürüyor öykünmecileri. Beklenen, umulan yükseliş bir türlü yakalanamıyor, hatta tam tersi oluyor, tekerrürcüler tecride koşuyor. Konumuz bu değil.
Tarih, “68’liler Birliği Vakfı” aracılığıyla bir başka yönüyle, bir başka yaklaşımla daha gündeme getirildi.
Bir kaç yıl süren çalışmalardan sonra Vakıf, yasal olarak da onaylanarak kuruldu.
Kuruluş süreci çok sancılı oldu. İki farklı türden sancı yaşandı. Sürecin belirli bir noktasına kadar kişisel hesaplar, çekememezlik ve anlaşmazlıklar vardı. Bunlar hâlâ sürüyor. Tümüyle aydınlık, belki de Türkiye’nin kendine özgü Aydınlanma Dönemi denebilecek 68, karanlık ilişki ve hesaplara konu edildi.
İlk kurucular arasında yer alan bir çift, para yeme gerekçesiyle uzaklaştırıldılar.
Vakfın ilk başkanı, açıklanmadan kalan bir ortadan kaybolma olayından sonra başkanlıktan indirildi. Ancak olay karanlıkta kalmaya devam etmesine rağmen, neyin değiştiğini anlamak mümkün olmadan, ilk kongrede yeniden yönetime seçildi. Hesaplar belirli noktalarda kesişiyor olsa gerekti!
Eski Dev-Genç başkanlarından bir “68’li” ABD Başkanı Clinton’a, seçilmesi dolayısıyla bir kutlama telgrafı çekti. Vietnam Savaşı’na karşı çıkan Clinton da “68’li”ydi! Ortak ideallerden söz ediyordu eski Dev-Genç’li, saldırganlık ve talancılığın yeni başına. Dünyayı Clinton’un yönetecek oluşundan hoşnutluğunu dile getiriyordu. Tarih, bugün ve gelecek bilinci çok gelişkindi!
Tek bir toplantıya katılmamış bir belediye başkanı yine katılmadığı kongre tarafından yeni yönetime de seçiliyordu; ihale alınacaktı kendisinden.
Eski bir devrimci uzunca bir süre Vakfın hem yönetici sekreterliğini yaptı, hem de maaşlı elemanı oldu. Yeniden yönetime seçilirken profesyonellik durumunun devam edip etmemesi itiraz ve pazarlıklara konu oldu.
Örnekler çoğaltılabilir.
İnsanlar, konumları ve yaklaşımlarıyla, tutumları ve ruh halleriyle değişmişlerdi. Yaklaşık 50 kişinin katıldığı ve Divan Başkanlığı’nı Cumhuriyet’te tam sayfa yayınlanan bir söyleşide, gençlere eski yürüdüğü yolun çıkmazını anlatıp “bu işleri bırakma” çağrısı yaparak önlerine düzen içi, düzene bağlı insanlar olma hedefini koyan Mustafa İlker Gürkan’ın yaptığı kongrede, bir kaç kişi dışında asıl mesleği, ilişkileri, tutumları devrimci olan kimse kalmamıştı. Vakfın kongresi de, Divan Başkanı da kendisine uygun düştü.
Vakıf üyesi “68’liler” belki hâlâ “sol” bir partiye oy veriyorlar, olağanüstü yumuşattıkları sol bir söylem kullanıyorlar, Antep Belediye Başkanı gibi birkaçı dışında düzen içinde çok üst ve sağlam yer ve mevkiler tutmamış bulunuyorlardı ama devrimci bir ruha, o çok vurgu yapılan 68 ruhuna, isyancı başkaldırı ruhunun da yabancısı oldukları kesindi. Ve böyle bir kongrede, bütün 68’lilerin birliği amaçlanıyordu. Çoğunluk, “ne derler sonra” düşüncesiyle Clinton’a birliğe kadar vardırmıyordu işi, ancak ANAP milletvekilleri Cavit Kavak ve Bahattin Yücel’e sempatiyle yaklaşılıyor ve sohbetlerde arka fonu “Türkiye’yi 68 kuşağının yönettiği” övünmesi (bir yönüyle de yakınması) oluşturuyordu.
İyi niyetli birkaç demokrat dışta tutulursa, “68’in düzen içi serpintilerinin artık herhangi bir ilerici çabaya katılıp destek olmaya mecalleri yoktu. Bu, ayrıca bir sınavdan da geçti.
“68’liler Birliği Vakfı”nın kuruluş çalışmaları sürerken, Vakıfla ilişkiler açısından farklı türden bir sancı kaynağı olacak bir başka girişim daha gündeme girdi.
Denizlerin iki arkadaşı, iki eski THKO’lu olarak, benim ve Aydın Çubukçu’nun girişimlerimizle, “Deniz Gezmiş Vakfı” adıyla bir başka vakfın kuruluş çalışmaları başlatıldı. Durağan bir “kuşakçılık” ve kuşak istismarının ötesindeki bu girişim, “68 kuşağı”ndan olsun olmasın devrimci, demokrat, dürüst ve namuslu insanları, Denizleri tanıyanları ve onları genç kuşağa aktarabilme, düzenleyecekleri etkinliklerle Denizleri yaşatabilme ve yaratacakları hareketlenme ve elde etmeye yönelecekleri mahkûmiyetin (idamların) mahkûmiyetiyle ülkenin demokratikleşmesine katkıda bulunma yeteneğinde olanları, bir arada döneme ve Denizlere ilişkin belirli bir otorite oluşturabileceklerini, yaşam ve ilişkileriyle kanıtlayanları, çeşitli sektörlerden ve genişlemesine yönelik bir Vakıf çatısı altında birleştirmeyi hedefliyordu. Deniz’in babası Cemil Gezmiş, avukatı Halit Çelenk, aynı eziyetlerden geçen ve namuslu kalan, bir yandan dünyayı değiştirme eylemine katılan Emil Galip Sandalcı, Talat Turhan, Muzaffer Erdost, 68’de de şimdi de sosyal demokrat ama Deniz’le birlikte ve Deniz için davranan ve davranabilecek olan Bozkurt Nuhoğlu, işçi sınıfının sendikal eylemi içinde ileri bir konumda olan Münir Ceylan, hala bir ruhu koruyup Meclis içinde aykırı durabilen Salman Kaya, karşı safa savrulmamayı başarabilmiş yazar ve sanat adamı Onat Kutlar ve benim de aralarında bulunduğum arkadaşları, bir kurucu heyet oluşturduk. Hazırlık komitesi ya da girişimciler kurulu kendisini yasal olarak nasıl ifade edeceğini tartışırken, aynı zamanda 68 Vakfı girişimcileri arasında bulunan B. Nuhoğlu ve S. Kaya gibi arkadaşlarca iki girişimin birleştirilmesi önerisi gündeme getirildi.
Bu arada Deniz Gezmiş Vakfı oluşumundan ve tartışmalarından haberdar olan Gökalp Eren ve Haşmet Atahan gibi 68 Vakfı girişimcilerinin inisiyatifi ile gazetelerde bir ilan yayınlandı. 68 Vakfı bir Deniz Gezmiş Enstitüsü kurmaya karar vermişti. Enstitünün ilan edilen amaçları kurulmaya çalışılan Deniz Gezmiş Vakfı’nın amaçlarıyla noktası virgülüne çakışıyordu. İdamların 20. yılı olan 1992’nin Deniz Gezmiş yılı ilan edilmesi, Denizlere ilişkin belge ve dokümanların biriktirilmesi, Denizlerin yaşam ve mücadelelerinin genç kuşağa aktarılarak yaşatılmaları ve idam kararının mahkûm edilmesi, 68 Vakıfçılarının da amaçları olarak ileri sürülüyordu. Bu amaçların açıklanması, iyi niyetli, rekabet ve bölünme karşıtı iki girişimi birleştirme tutumunu güçlendirdi ve iki girişimin temsilcileri bir ortak toplantı yaptılar.
Deniz Gezmiş Vakfı girişimcileri bir adım geri attılar; ama, “68’liyim” diyenleri bugünkü yaşamlarıyla tanıyorlardı ve ezici çoğunluğuyla birlikte yapılabilecek pek bir şey olmadığını biliyorlardı, açıkça pazarlık yapıldı ve bir konsensüs sağlandı:
Deniz Gezmiş Vakfı girişimi Deniz Gezmiş Enstitüsü oluşumuna dönüştürülecek ve çalışmalar, 68 Vakfı bünyesinde yürütülecekti. Deniz Gezmiş Vakfı Hazırlık Komitesi, 68 Vakfı yönetiminden birkaç kişinin katılımı ile Enstitü Yönetim Kurulu olacak, idari ve mali özerkliğe sahip kılınan Enstitü amaçlan doğrultusunda etkinlikler yürütülecekti. Deniz Gezmiş Vakfı hazırlığı ileri bir noktaya ulaşmış ve faaliyetleri için hemen bütün ilişkiler sağlanmıştı. Birleşmeyle birlikte etkinlikler; ama sonu gelmez tartışma ve engellemelerle beraber başladı.
Başlıca iki Enstitü pratikçisi vardı; Deniz Gezmiş Vakfı Hazırlık Komitesi’nce desteklenen Aydın Çubukçu ve Mustafa Yalçıner. 68 Vakfı’ndan Enstitü yönetimine katılan kişiler ise, “nereye götürülüyoruz” kuşku ve kaygılarıyla yalnızca tartışma ve faaliyeti geri çekme, engelleme uğraşındaydılar. Bugünkü vakıf başkanı gibi orta bir yol tutturmaya çalışanlar da yok değildi, ancak baskın olan, engelleyicilik hatta sabote edicilikti.
Sadece iki kişinin girişimleriyle Enstitü’nün finans sorunu çözülmeye çalışıldı. Vakıf ve vakıfçılar, Enstitü’nün finansmanı için parmaklarını kımıldatmamışlar ve tek kuruşluk katkıda bulunmamışlardı.
’92 yılı başında bir takvim çıkarılmasıyla Enstitü etkinliği başladı ve sürdü.
Belirli bir toparlanma sağlamak üzere, ama en çok finansman sorunu gözetilerek, Ankara ve İstanbul’da iki yemek düzenlendi. Gençliği Denizlerle birleştirme amacıyla İzmir’de bir gece-şenlik organize edildi. 6 Mayıs’ta Denizler mezarlarının başında yaklaşık iki bin kişiyle anıldı. Ve Denizlerin yaşamı ve mücadelesini ‘68 olayları ve gelişmesi içinde anlatan bir belgesel film yapıldı. Bir tiyatro oyunu hazırlandı, yurtiçi ve yurtdışında, on binlere oynandı. Veli Yılmaz arkadaşımızın, yeni bulunan gizli belgelere dayanarak kaleme aldığı Emirle Gelen idam Kararı adlı kitabı yayınlandı. Bu arada, sürüp giden tartışma ve engellemeler bıktırıcıydı ve yarattığı soğuma, kararlaştırılan panellerin, fotoğraf sergisinin, gecelerin ve hukuk alanındaki etkinliklerin yapılamaması sonucunu doğurdu.
Tek bir vakıfçı tüm etkinlikler boyunca ne pratik görev alma ne de finansman açısından tek bir katkıda bulundu. Sonu gelmez tartışma ve dedikodu “eylemi” içinde oldular yalnızca. Yemek biletlerinin üzerindeki yazılar, takvimin rengi, belgeselin hızlı yapılışı, kararlar, kararlar, sürekli tartışıldı, kulisi ve dedikodusu yapıldı.
Dedikodu Veli Yılmaz’ı istifaya götürdü. Geliri Enstitüye kalmak üzere yazdığı ve 12 Mart hukuksuzluğunu teşhir eden “Emirle Gelen İdam Kararı” adlı kitabın yayınlanma kararı olmadığı yazıyla bildirildi Veli’ye. Yapılan tüm etkinlikler karar altına alınmıştı oysa ve Veli dayanamadı, vakfı protesto eden bir yazıyla istifa ettiğini açıkladı.
Olmuyordu! Etkinlikler, ister istemez vakfın denetiminin dışında gerçekleşiyor, üstelik devrimci ve siyasal bir içerik kazanıyordu! Engellemeler yetersiz kalıyordu!
Bu arada, Şaban İba adlı düzen yaması, Vakıf yönetiminden geçirdiği yeni bir tüzük hazırladı Enstitü için. Köktenci engelleme yoluna gidiliyordu. Başlangıçtaki konsensüs bozuluyor; Enstitü yönetiminin az sayıda istisna dışında döküntüler toplamından oluşan Vakıf ve onun hemen bütünüyle bir yansıması olan yönetimince atanması, varlıkları, namusları ve özgürlük yanlısı tutumlarıyla bir garanti olan Halit ve Talat ağabeyler ve diğerlerinin yetkisiz bir danışmanlar kurulu içinde “görevlendirilmesi” ve Enstitü’nün idari ve mali açıdan özerkliğinin kaldırılması dayatılıyordu. 68 ruhu dernekçilik oyunlarıyla boğulmak isteniyordu.
Hatırlatıldı: Enstitü, konsensüse dayalı olarak kurulmuştu, bu dayatma hem konsensüsün hem de Enstitü’nün inkârı anlamına gelirdi. Bu haliyle Enstitü’nün varlığını sürdürmesinden söz edilemezdi. Enstitü ancak Deniz Gezmiş adına layık olduğu sürece anlamlıydı ve böyle bir değişiklik onun sonu olurdu ve kimse yeni haliyle ama aynı adla bir Enstitü’yü işler kılamazdı. Tek yanlı dayatmaya bağlı olarak istenen belgeler, arşiv, mali hesap dayatıcılara verilemezdi. Kim ne tüzüğü yaparsa yapsın Enstitü yürütmesinin sorumlu olduğu ve hesap vereceği tek merci Deniz Gezmiş Vakfı hazırlık komitesinden Enstitü Yönetim Kurulu’na dönüştürülmüş heyetti…
Yıllardır düzenin pislikleri ve salt paraya dayalı ilişkileri içinde dejenere olmuş eskinin devrimcileri para yeme dedikodusu yapmaya da yeltendiler; ama, tutmayacağını anlayınca vazgeçtiler. Bu “suçu” atacakları insanlar parasal ilişkilerin dışındaydı ve tek dikili ağaçları yoktu, devrimci yaşıyorlardı.
Vakıf Kongre’sinde, bütün bunlara karşı savaş ilan ederek istifamı açıkladım.
Aydın Çubukçu, bir süre daha bu savaşla birleşik halde içeriden savaş yürütmeyi deniyor.
Bu tür sancının kaynağı ne? Neden bu tür bir çatışma yaşandı “68’liler” içinde?
Yanıt, 68’in dünü ve bugünüyle ne olduğundadır. Nedir 68?
Salt Türkiye’ye özgü olmayan, uluslararası karakterde 68 hareketi dünyanın gelişmiş ve geri ülkelerinin hemen tümünü kapsayarak, özellikle Amerikan emperyalizmini hedefleyen antiemperyalist bir ayağa kalkış olarak ortaya çıktı. Hemen her yerde, iktidarları elinde tutan, emperyalizmle birleşmiş gericilikleri de hedefleri içine alan 68 hareketi, işçi, köylü, gençlik kitlelerini demokratik muhtevasıyla kucaklamış bir başkaldırı olarak gelişti.
Türkiye’de toplumsal mücadelenin ilerleyişinde özel bir yere sahip oldu. Önce gençlik hareketi olarak başladı, işçi ve köylü kitlelerini de etkisi altına alarak toplumsal bir uyanışın ifadesi oldu.
Gelişme yılları, Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa ülkelerinde iktidara gelen revizyonizmin reformcu, yatıştırıcı, yozlaştırıcı etkisinin belirginleştiği bir döneme denk düştü. Ve 68 hareketi kendisini emperyalizm ve yerli gericiliklere karşı olmakla sınırlamadı; diktatörlüklere karşı mücadeleler, hareketi içten çökertip düzene bağlamaya yönelen revizyonizm ve reformculuğa karşı mücadeleyle birleşti. Hareket kesinlikle düzen dışı ve karşıtı bir karaktere sahipti. Devrimciydi.
68’in militanları düzenle birleşip onun içerisinde erimeyi, düzene bağlanmayı reddettiler. Düzenin sunduğu olanaklar ellerin tersiyle itildi. Davalarına bağlı, her türlü fedakârlığı göze alan, ölümü kucaklamada tereddüt etmeyen, tüm ilişkilerini, yaşantısını, alışkanlıklarını devrimci temelde yeniden düzenlemeye yönelen 68’in devrimcisi, o güne dek düzen içinde kalıp onun olanaklarından yararlanan reformcu ya da burjuva devrimcisinden özellikleriyle ayırt edildi. Düzen içi ideolojik, siyasal, örgütsel yaklaşım, çizgi ve konumlar uzlaşmacı, yaltaklanın reformcu tipe denk düşerken, sosyal tabanı alt sınıflara doğru kayan hareket devrimci ideolojik, siyasal, örgütsel tutumlarla yeni bir devrimci militan tipini üretmeye yöneldi. Deniz’in, Hüseyin’in, Sinan ve Yusuf un, Mahir’in, Kaypakkaya’nın şahsında sömürülen ve ezilen aşağı sınıfların kurtuluşunu amaçlayan, sosyalizm özlemiyle dolu, halkı ve yoldaşı için kendi bireyinden vazgeçebilen, devrimci ruha sahip militanlar düzen dışı örgütlenmeler var ettiler, ezilenlerle birleşmeye yöneldiler.
Ancak dünyada olduğu gibi Türkiye’de de revizyonizmin tahribatının yol açtığı bulanıklık ortamında, tecrübe eksikliğinin yanında, özellikle Türkiye açısından teorik ve pratik yönleriyle sağlam bir birikim ve mirastan yoksunluk, genç ama devrimci militanların yönelişlerini sınırladı; olanca coşkuyla değiştirmeye giriştikleri dünyanın kavranışındaki yetersizlikler, pratik yetersizliklere neden oldu. Büyük bir davanın yolu açıldı, eski dünyadan yeni dünyaya geçiliyordu, tam bir geçiş dönemiydi; ancak her geçiş dönemi gibi eskinin kalıntılarından bir çırpıda kurtulmak mümkün olamazdı, olmadı. Örneğin, günün Kemalistlerine karşı savaşılıyordu, ama Kemalizm’in ideolojik etkisi hâlâ görülüyordu.
68 hareketi kimi yerde uzun kimi yerde daha kısa sürdü ve sonunda tarihe mal oldu.
Sonra 68’in aşılması geldi.
Sermayenin güçlü olanaklara sahip olduğu Avrupa’da Regis Debray ve Cohn Bendit gibi ileri gelenler, içinde olmak üzere 68’liler devlet kademelerinde kendilerine yer bularak düzene bağlandılar. Devrimci koşullarda bir yatışma baş gösterip özellikle işçi hareketi sönünce Avrupa’da 68’lilerden iz kalmadı.
Türkiye’de gelişme başlıca iki türlü oldu ve 68 iki türlü aşıldı.
Devlet kademelerinde kendisine yer bulabilen ve sağ bir söylem tutturmaya kadar giden 68’li sayısı az oldu. ANAP milletvekilleri C.Kavak ve B. Yücel ile CHP’li Belediye Başkanı C. Doğan bunların örneğidir.
Sağcılaşan 68’liler 68’in aşılmasının çok özel bir yönünü oluşturmuyorlar. Sol söylem kullanmayı yumuşatarak sürdüren ama toplumsal amaçlar, bir ömrü halka adama ve yoldaşça dayanışmanın yerini “kendi başını kurtarma” bireyciliğine bıraktığı düzene bağlanan türden 68 aşıcılığının sağ kanadında yer aldı onlar. Aşmanın ortak özelliği, düzene entegre olmak olmuştu. “Ben” yerine “biz”i koymuş toplumsallığın yerini tüccarlaşma almıştı. Eskinin örgütleme ve propaganda yeteneği yeni iyi pazarlamacılar, tüccarlar üretiminin faktörü oldu. Ölümü bile toplumsal amaçlarla, devrim ve ezilenlerin kurtuluşu için kucaklama hıncı yerini 68 nostaljisine bıraktı. Düzene başkaldırı ve devrim sloganları “düzen içi ol”, “kendi başının çaresine bak” tutumuyla yer değiştirdi. Emperyalizme başkaldırı yerine artık dünyayı yeniden düzene sokmaya çalışan Amerikan emperyalizminin başkanına övgü dolu mesajlar yollanır oldu. 8
68’den geriye, bu tür 68 aşıcılarının elinde 68’in sermaye olarak kullanılması kaldı. Milletvekili olmak, ihale bağlamak, toplumsal olmayan amaçlarla bir baskı grubu ve lobi yaratıp toplumsal konum elde etmek ve çıkar sağlamak isteyenler, hâlâ prim yaptığını gördükleri 68 ve “68 kuşağı” söylemiyle ortaya atıldılar. 68, bireysel yükselme ve düzen içinde iyi bir yer kapma uğraşında basamak olacaktı, bu 68 aşıcılarının elinde. Kapitalizm her şeyin, bütün değerlerin metalaştırılmasıdır. Sonunda ezici çoğunluğuyla Vakıfçılar 68’i de metalaştırdılar.
68, birinci olarak, tüccarca ve düzene bağlanarak aşıldı. 68, 68 diye diye, 68’in tam tersi istikamette, ölesiye karşı olduğu düzene doğru yol alınıp “iyi birer vatandaş” olunarak aşıldı. Soldan da vazgeçerek, ya da dilin ucuyla, sosyal demokrat bir solculuk yapmaya devam ederek 68 tüccarlığı: Vakıfçılık!
68 bir başka türlü de aşıldı:
THKO ve THKP-C gibi örgütler kurarak silaha sarılan 68, teorik yetersizliğin yanında bir örgütsel yetmezlik ve yenilgi de yaşadı. İdeolojik yaklaşımlar ve siyasal-pratik tutumlardaki yetersizlikler, sosyalist yönelim ve özlemin bilimsel (Marksizm-Leninizm) ve nesnel (işçi hareketi) temelindeki sınırlıklar bir yenilgiyi kaçınılmazlaştırmıştı. Ama devrimci ve sosyalist yöneliş, ruh ve tutumlar yenilmedi. Gericilik 12 Mart darbesiyle inisiyatifi ele aldı, ama sonuna kadar gidemedi. Devrim kafalarda yenilgiye uğratılamadı. Toplumsallık fikir ve pratiği, düzene bağlanmanın ve geleceği sömürgen kapitalist sistemde aramanın reddi, devrimci yaşamak ve davranmak sağlam bir temeldi.
Tartışma başladı. ’68 ve onun doruğu 71 hareketi de masaya yatırıldı.
‘75 ile birlikte başkaldırı yeniden örgütlendi.
Eksiğin tamamlanmasına, 68’in, bir başka deyişle yetersizliğin aşılmasına girişildi.
* Genel sosyalist özlem ve yönelim, anti-emperyalizm ve antifaşizm yeterli değildir. Bilimsel Sosyalizm, Marksizm-Leninizm edinilecek, proletarya diktatörlüğü hedeflenecektir.
* Bu, işçi hareketiyle birleşmeyi ve sınıfa dayanmayı zorunlu kılar. Başkaldırının, devrimin merkezinde işçi sınıfı olacaktır.
* Sosyalizm hedefli başkaldırısında sınıfa Leninist bir parti gereklidir.
Bu, 68’in ikinci aşılma yönüdür: İşçi hareketi, komünizm ve devrimci komünist parti. Burada düzen karşıtlığı ve devrim gerçek ve zafer kazanıcı temeline oturur. Artık Türkiye bu noktadadır. 68 hareketini doğal mirası olarak devralan, 68’in devrimci militanlarıyla onurlanan devrimci komünizm 68’in bugünüdür. 68’se onun tarihsel gelişmesinde önemli bir dönemeç oluşturmaktadır.
68’e sahip çıkılıp tarihte çakılıp kalmak olanaksızdır.
Bugün gerçek 68’li, komünist demektir. 68’e layık olmanın tek yolu, 68’i sonuna kadar götürmek ve eşiği atlamaktır.
Ötesi, şu ikisinden biridir: Ya komünizme yandaş bir demokratlık ya tümüyle sahtekârlık. 68 adına, komünizme, işçi sınıfı ve komünist partisine düşmanlık temelinde iddiada bulunmak tam sahtekârlıktır.
Peki, vakıf? Vakıf kurulamaz mı?
Kurulur… Şunları bilerek:
* 68, düzen karşıtlığıdır, düzen savunuculuğu ya da uyumculuğu değil.
* Vakıflar düzen kuruluşlarıdır.
* Düzen karşıtlığına düzen içi kuruluşlar da katkıda bulunabilir. Bu olanak vardır.
* Öyleyse, bir vakıf aracılığıyla da 68’e, onun temel düşüncesi olan düzen karşıtlığına katkı mümkündür. Ancak bilinmelidir ki, bu katkı, çok şey beklemeden gerçekleşebilir.
* Düzen içi kuruluş olan bir vakıf, 68 adına, ancak düzen sınırlarını zorlarsa layık olabilir. Nostalji yaparak ya da 68’i sermaye edinerek değil.
* 68’liler Birliği Vakfı, Kongre öncesi yönetimi ve oluşturduğu üye çoğunluğu (ezici çoğunluk) düzen yanlısıdır. Tüccar ve geleceği düzende arayan, gününü düzen içi değerlendiren, toplumculuktan uzak bireyler ve bireyciler toplamı bir konuma sahiptir.
* Tüccarca ve sahtekârca kişisel hesap ve çekişmelerin bir yana itilmesi ve düzen dışılıkla, 68’in bugünüyle, kendi gerçek temeline oturan başkaldırıyla, devrimle, artık ancak komünizm demek olan toplumculukla, “ben” yerine “biz”le yakınlık ve yandaşlıkla 68 değerlerine sahip çıkmak anlamlı olabilir. Toplumsal mücadeleye yapılabilecek anti-emperyalist demokratik katkı ancak böyle mümkündür.
“Yaşasın Marksizm-Leninizm’in yüce ideolojisi” diye haykıran Deniz’in adı başka türlü anılamaz.
Kızıldere’de sonuna kadar giden Mahir’in adı başka türlü kullanılamaz.
* 68’liler Birliği Vakfı’nın sahip olduğu üye çoğunluğu ve onu yansıtan yönetimiyle, kısacası bu Vakıfla sayılanların gerçekleşebilmesi hemen hemen olanaksızdır.

Haziran 1993

Tunus’tan Suriye’ye ayaklanma ve müdahaleler

Libya’ya emperyalist müdahaleyle birlikte, Tunus’tan başlayarak patlak veren Arap ayaklanmasının yeni bir döneme girdiği tartışmasızdır.
Evet; bir Libya’ya müdahale öncesi vardır; bir de Libya’ya müdahale sonrası. Buradan anlaşılması gereken, kabaca bir zaman sorunu değildir. Libya’ya emperyalist müdahale, güçlerin mevzilenmeleriyle birlikte Arap ayaklanmasının dinamiklerini etkileyip değiştiren, Arap dünyasında oluşan/oluşmakta olan denklemi farklılaştıran yeni ve ihmal edilemeyecek bir faktör olarak, Kuzey Afrika ve Ortadoğu’daki gidişatı köklü biçimde yenilemiştir. Bu “yenilik”, yerli gerici akım ve örgütleri ve onlarla ilişkilerini “yenileyerek” yeni koşullarda yeniden kendine bağlamayı de içeren bölgenin özellikle belirli ülkelerine yönelik bir emperyalist “yeniden yapılandırma”yla ilgilidir.
Kuşkusuz ki emperyalistlerin bölgeye yönelik girişim ve müdahaleleri hiçbir zaman eksik olmamıştır. Belirli bir fiyaskoyla yüzleşmesine karşın Amerikan emperyalizmi BOP ve sonra GOP adını takmış olduğu projesi ya da Fransızlar “AB Akdeniz Birliği” ve NATO “Akdeniz Diyaloğu” plan ve programları doğrultusunda, ayaklanmaların patlak verdiği bölgede öteden beri hareket halindeydiler ve bir “yapılandırma” etkinliği sürdürdükleri bilinmektedir. Ancak Libya’ya müdahale ile birlikte bu etkinliklerinin bir üst düzeye tırmandırıldığı da kuşkusuzdur.
Evet; yukarıda Kuzey Afrika ve Ortadoğu ülkeleriyle genel olarak Arap halklarını kapsamak üzere “Arap ayaklanması” terimi kullanıldı. Çünkü bir yönüyle, Arap dünyasındaki ayaklanma tek bir süreç olarak gelişmiştir. Hareket, temelini oluşturan bir dizi ortak özelliklere sahiptir ve neredeyse etkilenmeyen Arap ülkesi ve halkı kalmamış, önemli bir çoğunluğunu girdabına çekerek kapsamıştır. Ve tüm bu ülkelerde ayaklanma; neoliberal saldırganlıkla olumsuz sonuçları derinleştirilmiş tekelci kapitalizmin üstelik son kapitalist krizle sömürülen yığınlar bakımından katlanılmaz hal alan yıkıcılığıyla, bu düzeni ayakta tutmaktan başka bir işlevi olmayan burjuva diktatörlüklerinin ideolojik ve politik dayanakları zayıf ve dar, aşırı gerici ve otokratik yapılanması belirgin zulüm makinesi ve demokrasinin kırıntılarına izin vermeyen uygulamalarına yönelik tepkinin ürünü olmuştur. Tunus’la başlayıp Mısır’la hız alarak, Libya, Bahreyn, Yemen, Fas ve Suriye’ye –en son, Arap olmasa bile aynı dertlerden muzdarip bir bölge ülkesi olan İsrail’e– yayılan, Irak ve Kürt bölgesini de etkileyen Arap ayaklanması, kuşkusuz her ayrı ülkede kendi özgünlükleriyle gelişip ilerlemiş, bir ülkeden diğerine farklı ve öne çıkan, hareketi birinden diğerine mutlaka farklılaştıran yönler taşımış; ancak Tunus’tan itibaren birbirini tetikleyen ayaklanmalar, tek bir Arap ayaklanması bütünü oluşturmak üzere, ortak yönlerle birlikte ortak bir temele de sahip olmuştur.
Ancak, Arap ayaklanmasının, nesnel –ve hatta öznel– nedenleri ve iktisadi sosyal temeli ve dayanaklarının neredeyse eş zamanlı olarak Yunanistan, Portekiz, İspanya ve son olarak İsrail’de tanık olduğumuz benzer halk hareketlerininkiyle ortak oluşu ve bu ortaklığın evrenselliği bir yana, iki nedenle daha bu tanımlamanın ötesi de vardır. Birincisi, Arap ülkelerinin kendilerine özgü koşulları ve halkların bilinç ve örgüt türünden taşıdıkları farkların “Arap Ayaklanması”nı özgünleştirerek, somut Tunus, Mısır vb. ayaklanmaları olarak şekillenmeye götürmesidir.
İkincisiyse, Libya’ya müdahaleyle birlikte, “denklem”e dahil olan yeni “değişken” nedeniyle, ayaklanmanın ayaklanma olmaktan, Arap’ın da Arap olmaktan çıkmasının/çıkarılmasının zorlanmasıdır. Libya’ya müdahale, doğrudur, özgürlük özlemiyle dolu halk ileri sürülüp, “Libya halkı adına” denerek, Bingazili belirli aşiret reisleriyle taraf değiştiren devlet görevlileri tarafından davet edilmiş, bu davet Arap Birliği Örgütü tarafından da desteklenmiş, hatta öncelenmiştir. Ancak kim, nasıl “davet” ederse etsin, Libya’ya müdahalenin, emperyalist nitelikli olduğu kadar, Libya ve Arap-dışı güçler tarafından, emperyalistler ve –“ben müdahale etmiyorum” diye yüzlerini gizlemeye çalışsalar da, hem asker ve savaş gemisi vererek müdahale güçlerine katılan hem de artık Trablus’u değil ama Bingazi’yi tanıdığını deklare etmekle kalmayarak Bingazi’ye resmi ziyaretler ve kendi topraklarında, İstanbul’da “Libya Temas Grubu” toplantıları örgütleyen Türkiye gibi– işbirlikçilerinin egemenliğindeki bağımlı ülkeler tarafından gerçekleştirildiği bilinmektedir. İşte bu Arap-dışı ve üstelik ayaklanma-karşıtı olan, hedeflerini saptırmakla kalmayıp ayaklanmayı bastırma işlevi üstlenen ve neoliberal tekelci kapitalizmin olumsuz sonuçlarıyla koruyucusu zorba otokratik diktatörlükleri hedefleyerek ayaklanan halkın, özlem ve taleplerinin yerine kendi emperyalist çıkar ve amaçlarıyla hedeflerini ikame etmeye, bunu, kuşkusuz ki halkı, onun özlem, talep ve hareketlerini manivela olarak kullanarak yapmaya yönelmiş, halkı, özlem ve ayağa kalkma nedenleriyle birlikte ayaklanmasını “toplum mühendisliği”nin kaldıracına dönüştürme peşindeki yeni “değişken”, (Türkiye gibi işbirlikçilerini de peşine takan) müdahaleleriyle emperyalistlerdir.
Dolayısıyla Libya’ya yönelik emperyalist müdahaleyle birlikte, Kuzey Afrika ve Ortadoğu’nun Arap ülkelerinde iç içe geçen iki paralel süreç yaşanmaktadır.
1) İşsizlik ve yoksulluğun tırmanması türünden neoliberal tekelci saldırganlığın dayanılmaz sonuçlarıyla, bu saldırganlığın örgütleyicisi ve koruyup kollayıcısı otokratik zorbalığa karşı ayağa kalkan halkların, bilinç ve örgüt düzeyi bakımından ne denli gelişmemiş ve geri olursa olsun nesnel bakımdan tartışmasız olarak devrimci olan başkaldırıları.. Devrimci hareketler. Şu ülkede şu katmanı bu ülkede diğeri öne çıkıp ağırlıklı rol üstlense ve bilinç ve örgüt düzeyleri kiminde diğerinden az çok ileri ya da geri olsa bile, ülkelere göre özgünlüklerin ötesinde, burada temel dinamiğin, –halka inançsızlıkla emperyalistleri her şeye kadir sayarak her yerde “renkli” “mühendislik eserleri” görenler ne derlerse desinler– halklar olduğundan kuşku duyulamaz.
Ve 2) Tümü yekpare bir bütün oluşturmasa ve hepsi bir arada ve çelişmesiz-sürtüşmesiz, birbirleriyle rekabet içinde olmayan bir blok halinde davranamasalar da, çıkarları halkların çıkarlarıyla uzlaşmaz karşıtlık halinde olan, bölgede başta petrol olmak üzere enerji kaynakları ve siyasal stratejik üstünlük peşinde koşan, yağma, el koyma, sulta ve hegemonya kurma amaçlarıyla halkları ezen ve muhalefet ve başkaldırılarını aman vermeden bastırmayı ilke edinmiş uluslararası burjuvazi ve emperyalizmin egemenlik kurma ve sürdürme etkinliği.. Karşı devrimci emperyalist müdahaleler.. Halklara kurulan tuzaklar, halkın çeşitli kesimlerinin kışkırtılarak birbirine düşürülmesi girişimleri, dışarıdan ve eski ve yeni geliştirilen işbirliği ilişkileriyle içeriden halkın hoşnutsuzluk ve özlemlerinin istismarı operasyonları.. Halkların ekmek ve özgürlük talepli demokratik içerikli eylemlerini kendi emperyalist amaçlarına bağlamak ve bu amaçların kaldıracı ve aleti haline dönüştürmek üzere amaçlarından saptırıp hedefinden uzaklaştırıp kopararak içini boşaltma.. “Toplum mühendisliği”yle yeniden yapılandırmacılık. Burada, halklar hâlâ sahnede şöyle ya da böyle ve hatta eylem halinde görünmeye devam etseler bile, artık başlıca dinamiğin emperyalistler (ve işbirlikçileri ve/veya yeni işbirlikçilerle işbirlikçi adayları) olduğundan şüphe edilemez.
Artık bu iki süreç, halkların gericiliğe karşı hareketleri ve emperyalistlerin talepleriyle birlikte halk hareketlerini de kullanmaya yönelerek kendi amaçlarına ulaşma içerikli manevraları bir arada ve iç içe işlemektedir. Ya da öteden beri halklara ve kendi talepleriyle mücadelelerine yönelik yağma, baskı ve zorbalık içerikli emperyalist müdahaleye, Arap ülkelerinin bugünkü özel koşullarında ve başkaldırmış halkların ayaklanmalarının yanı sıra ve bu ayaklanmaların hemen ardından tanık olunmaktadır.

TUNUS DEVRİMİ VE MÜDAHALE
Tunus’ta, Amerikalılarla özel olarak Fransızlar başta olmak üzere Avrupalılar, bin Ali’nin emperyalist ve yerli tekelci yağmanın koruyucu ve kollayıcısı işbirlikçi zorba rejiminin destekçileri ve yol göstericileriydiler. Neoliberal saldırganlığın gerektirdiği iktisadi, sosyal, siyasal boyutlarıyla çok yönlü “yeniden yapılanma”ya Tunus’u en başta onlar yöneltmişti. Tunus, onlar tarafından, başka Akdeniz ve Arap ülkelerine örnek gösterilen ve “modernlik” bakımından cakası satılan ülke durumundaydı. Rejimi onlar sağlamlaştırmaya çalışmış, silahlandırmış, organize edilmesine önayak olmuş; halkın terör makinesinin dişlileri arasında hareket edemez hale sıkıştırılması ve en küçük muhalefet girişimlerinin zorla bastırılması için ellerinden gelen her şeyi yapmışlardı. Emperyalist müdahalenin ilk ve olağan biçimi buydu ve ayaklanma ve devrim öncesi, patlamaları beklentisi yaygın olduğu için değil, ama her hal ve durumda halkın olası bir hoşnutsuzluk ve başkaldırısının bastırılması ve sömürülen yığınların ağırlaştırılan sömürü ve yağma koşullarına zora dayalı olarak sessizce rıza göstermesinin sağlanması burjuva devletin varlık nedeni olduğu kadar emperyalist egemenliğin de zorunlu ihtiyacı olduğundan, emperyalistler, işbirlikçilerini de desteklemek üzere, halka karşı hiçbir gerici önlemi almaktan kaçınmamışlardı.
Ancak buna rağmen, Tunus’ta emperyalistlerin halkın ayaklanması karşısında neredeyse tamamen hazırlıksız yakalandıkları ve özellikle başlangıçta ayaklanmanın ilerlemesiyle ülkedeki gelişmelere anında ve ciddi müdahalelerde bulunamadıkları söylenebilir. Ani patlak veren ayaklanmanın beklenmeyen ortaya çıkışıyla tutum almada gecikmesi nedeniyle emperyalist karşı etkinlik, Tunus’ta, sınırlı kaldı. Ayaklanmanın eski emperyalist işbirliği ve egemenlik ilişkileri biçimlerini önemli ölçüde tahrip ederek gelişmesi, dayanakları çok dar ve zayıf durumdaki bin Ali’nin otokratik hakimiyetinin hızla çökmesi ve otokratın kaçmaktan başka çare bulamaması, başta Amerikalılar ve Fransızlar olmak üzere emperyalistlerin işbirliği ve egemenlik ilişkilerini yenilemeye yönelmelerini zorunlu kıldı; ancak eskinin yerine “yeni” bir işbirliğiyle bu işbirliğinin “yeni” rejimini geçirmek için zamana ihtiyaçları vardı. Risk alınmadı, eski ilişkiler üzerinden bir hükümetle yetinilerek, beklendi. Ayaklanmanın öznel yönüyle fazla gelişkin olmadığı, bilinç ve örgüt düzeyinin, kısa sürede emperyalist ilişkilerin köklü biçimde tasfiye edilmesi ve eski otokrat kaçmak zorunda kalsa bile işbirlikçi rejimin yerine burjuva diktatörlüğünün de devrilmesiyle geri dönülmesi zor olacak şekilde bir yenisinin geçirebilmesi bakımından fazla ileri gidilebilmesine yetmeyeceği bilindiğinden, beklemek değil, hazırlıksız müdahalede bulunmak riskli görüldü.
Otokratik gerici bir biçimi çöken burjuva diktatörlüğün çeperinde açılan gediklerin onarılması, bunun için işbirlikçi gericilikle işbirliğine aday liberal sosyal ve siyasal güçlerin –tabii ki dış desteklerle de– kendilerine gelip toparlanmaları ve emperyalist ilişkilerin bu yenilenme üzerinden yeniden dayatılarak, halkın ayağa kalkışıyla belirli bir zorlukla karşılaşmış olduğu kesin olan uluslararası burjuvazi ve emperyalizmin egemenliğinin yenilenmiş olarak sürdürülmesi taktiği izlendi.
Emperyalist etkinlik ya da “toplum mühendisliği” girişimleri tabii ki hiç durmadı. bin Ali devrilmeden önce, onun desteklemesi üzerinden, Tunus toplumu, neoliberal politikalar ve sürecin örgütlenmesi çerçevesinde iktisadi, sosyal ve siyasi, kültürel her yönüyle yeniden yapılandırılarak dizayn edilmeye çalışılmaktaydı. 14 Ocak’la birlikte, bu iş artık eski kaldığı yerden sürdürülemez oldu; ancak bu, uluslararası burjuvazi ve emperyalistlerin ellerini kollarını bağlayıp “kaderlerine” razı oldukları, sessizce yenilgiyi kabul ettikleri anlamına gelmedi. Bundan böyle bu etkinlik ve müdahaleler bin Alisiz ya da bin Ali’nin devrildiği koşullarda devam etti.
Eski başbakan Gannuşi’nin kurduğu iki “geçiş hükümeti” denemesi, işbirlikçileriyle bir arada emperyalist egemenlik ilişkilerinin eskisi gibi kalmadığını, ama özellikle iç dayanakları bakımından küçümsenmez biçimde zedelendiğini ve halkın da, bilinç ve örgüt düzeyi bakımından yetersizlikleriyle boğuşsa bile, öyle beklendiği gibi, eski çerçeve hemen tamamıyla geçerli kalarak ve eski biçimler kullanılarak kolaylıkla bastırılamayacağını kanıtlayarak, başarısızlığa uğradı.
Gericiliğin başlangıçta toparlanmakta ve siyasal hegemonyasını ara vermeden sürdürmekte karşılaştığı güçlüğün önemli bir etkeni, Tunus İhvanı’nın etkisizliğiydi. Lideri Türkiye ve AKP’yi “model” olarak benimsediklerini ilan etmiş; ancak henüz örgüt eksikliğinden olduğu kadar, başbakan Gannuşi’yle, dolayısıyla yıllardır mücadele içinde olduğu ya da göründüğü eski rejimle işbirliği görüntüsü vermeye de hazır olmadığından, “geçiş hükümetleri”nde yer almaya eğilim göstermemişti. İşine gelen, başlangıç için halk ve ayaklanma yandaşı görünmek; geleneksel ilişkilerden güç aldığı için kolaylıkla yaygınlaşacağını öngördüğü örgütlenmesini ilerletmek ve güçlenmekti. Ama bir yandan da, dayanaklarıyla birlikte, çoktan iktisaden zenginleşmiş sosyal bir güç durumuna yükselmiş, neoliberal uygulamaların “nimetleri”nden yararlanıp palazlanmaktaydı.
Emperyalistler, İhvan’a el uzatıp anlaşma ve birlik çağrısı çıkarmada gecikmediler. Önü açıldığı için geniş dayanaklarını hızlı bir biçimde örgütlemeye girişen ve çabalarında hızla mesafe alan İhvan, çok geçmeden muhalefeti içinde birleştiren “Tunus Ulusal Kongresi”nden ayrıldı ve hemen her sorunda “Kongre” içindeki eski “ortakları” ile karşı karşıya gelir oldu.
Şimdi Tunus’ta Kurucu Meclis seçimleri yaklaşırken, eskiden bin Ali’nin bekçiliğini yaptığı düzen, Batılı emperyalistler ve yerli burjuvazi tarafından kucak açılan yeterince palazlanıp semirmiş İhvan’ın da katılımıyla onarımdan geçirilme sürecindedir. Ancak bu “onarım”, kuşkusuz ki, henüz bastırılmasına güç yetirilemeyip sürmekte olan halkın demokratik mücadelesi koşullarında gerçekleştirilmeye çalışılmaktadır. Şimdilik emperyalist müdahale, açıktan silahlı vb. biçimler kazanmamış haliyle ve örtük olarak bu kapsamıyla yürütülmekte; Tunus İşçileri Komünist Partisi (PCOT) ile birlikte 14 Ocak Cephesi’nde yer alan devrimci demokratik güçlerle, Cephe’yle birlikte liberallerin bir kesimini de içinde barındıran daha geniş bir birlik olan “Ulusal Kongre” ise, emperyalistlerin desteğindeki tekelci düzenin yeniden inşası çabalarının karşısında saf tutarak devrimi derinleştirip ilerletmeyi hedeflemektedir.

MISIR’DA AYAKLANMA VE MÜDAHALE
Mısır’da da, Mübarek rejimi günlerinden bu yana benzeri bir süreç işlemektedir.
Mübarek, işbirlikçisi olduğu Batılı emperyalistlerin olağanüstü desteğini arkasına alarak, Ortadoğu’da bir “koçbaşı” rolü oynamaktaydı. Mısır, sadece dünya kapitalizmine sıkıca bağlanmak ve uluslararası tekellerin yağmasına kapıları ardına kadar açmakla kalmamış, bunun bir gereği olan neoliberal politikaların da eksiksiz bir uygulama alanı haline getirilmişti. Mübarek, ailesinin en başında yer aldığı tekellerle uluslararası kapitalizme bağlanmış Mısır ekonomisini koruyup kollayan rejiminin başında, Mısır siyasal yaşamını da tekeline almıştı. Bu haliyle Mübarek otokrasisi, sadece emperyalizmin değil, ama onun Ortadoğu’daki aleti olan İsrail Siyonizminin de stratejik ortağı ve başlıca dayanaklarındandı.
Batılı emperyalistlerle Mübarek ilişkisi, gelişmeler olağan seyrettiği ve Mübarek Batılıların işlerini görebildiği, halkını buna razı edebildiği sürece, “diktatörlük” vb. gibi herhangi gerekçeyle birincilerin ikincisinden kurtulmak isteyeceği türden bir ilişki değildi. Tersine, Batılı emperyalistler ellerindeki tüm imkanlarla Mübarek ve otokrasisini desteklemekte, Mübarek de onların her türlü işlerini görmekteydi.
Batılıların Mübarek ve otokrasisinden “kurtulma”yı tasarlamaları için hiçbir gerçek neden bulunmuyordu. Kimilerinin açıktan ileri sürdüğü, kimilerinin de ima ettikleri üzere Mübarek otokrasisi “bürokratik” vb. niteliği dolayısıyla neoliberal politikalarıyla tekelci kapitalizm ve emperyalistler açısından bir engel değil, aksine bu politikalarla tekellerin tüm amaçlarını gerçekleştirmelerinin dayanağı ve bekçisi durumundaydı.
Özetle, silahlı biçimler almamıştı, ama Mübarek döneminde süreğen bir emperyalist müdahalenin alası vardı.
Mısır’da ayaklanma patladığında, emperyalistler ve gericilik Tunus’taki denli hazırlıksız yakalanmadı; ama yine de geri çekilmek ve Mübarek’e de “yol vermek”ten başka çare bulamadı.
Hazır anti-emperyalist yönelimlerini de açığa çıkarmamış ve güvenilir saydıkları orduyu “baş tacı” etmeye yatkın görünüyorlarken, ayağa kalkan milyonların öfkesinin hedefi olmaktan kaçınıldı. Tunus’taki gibi, halkın bilinç ve örgüt düzeyinin gelişkin olmayışına güvenildi. Bir diğer güvendikleriyse, halkın üzerine sürmeyip “hakem” rolü oynamak üzere kenara çektikleri orduydu.
Bir diğer önemli yenilenme, özellikle ilk kurulduğu Mısır’da ciddi bir güce sahip olan ve on yıllardır otokrasi tarafından siyasetten dışlanan Müslüman Kardeşler’in düzenin dayanakları arasına katılarak değerlendirilmesiydi. İhvan, Tunus’ta olduğundan da ileri boyutta bir palazlanma ve neoliberal politikalarla uyumlanma içindeydi. Üstelik başlangıçta ayaklanmaya katılmayarak emperyalistlerin beklentilerini boşa çıkarmamış, sonradan az-çok gözlemci konumunu aşsa bile, kesinlikle halk ayaklanmasını ilerletici bir etken olmamaya özen göstermiş, tecrit olmamaya elverecek kadar “içinde” yer aldığı halk eylemini her kritik pozisyonda geriletmeye, bastırılmasına katkı sağlamaya yönelmişti.
Ancak emperyalist müdahaleler ve buna bağlı “yenilenme” girişimleri, Mısır’da tanık olduğumuz tek güncel süreç ya da Mısır’da baştan beri tüm olan bitenler Batılı emperyalistlerin “toplum mühendisliği”nden ibaret “renklendirmeler” değildir. Nasır’dan bu yana her yönüyle Batılı emperyalistlerin güdümündeki Mısır Ordusu ve devrimin gelişiminde tuttuğu yerle İhvan’ın bu ülkedeki gücü ve gidişatı etkileme imkanlarına bakmakla sınırlı, kolaycı değerlendirmenin tersine, Mısır’da da bir “renkli devrim”le karşı karşıya değiliz.
Ayağa kalkan halkın sömürü ve zorbalıktan kurtulma özlemiyle ekmek ve özgürlük talepli eylemini hedefinden saptırıp denetim altına alarak bastırmaya ve devrimi püskürtmeye yönelik emperyalist müdahaleler, evet, değişik koşullarda değişik biçimler kazanarak, eskisinin bir devamı olarak süregitmektedir. Ama işte, tüm bu yenilenmiş müdahaleler, milyonların ayakta oldukları devrim koşullarında, yerine halk iradesine dayalı bir yenisini koymayı başaramasa bile, Mübarek rejimini deviren halk ayaklanmasının zaferinin meyvelerini toplamaktan henüz tamamen alıkonulamadığı ve Mısır devriminin emperyalizmin desteğindeki Mısır karşı devrimiyle hesaplaşmasının hâlâ tamamlanmaktan uzak olduğu bu asıl damgalayıcı sürece paralel ve onunla iç içe sürmektedir. Emperyalist müdahale, Mübarek’e “git” diyen Batılıların genel olarak “Arap Baharı”, özel olarak da Mısır’ın “demokratikleşmesi”ni çıkarlarına uygun olduğu için destekledikleri yönündeki emperyalist iddialarla liberal solcular tarafından bu yönde yaratılmak istenen tüm ters-yüz etme çabalarına karşın, zaten bütünüyle Arap ayaklanmalarına, ayağa kalkan halklar ve dönüştürücü hareketlerine karşı, yozlaştırma, bastırma ve ezmeye yönelik olarak gündemdedir. Bu, ayaklanmadan önce de, sonra da böyledir. Talan ve tahakküm koşullarına sahip olma amaçlı müdahale, dün ayaklanmanın önünü kesmeye yönelikti, bugünse ayaklanmış halkı ve mücadelesini saptırıp dağıtmaya, bastırmaya yöneliktir.
Emperyalist müdahalenin başlıca aleti ve kaldıracı durumundaki iki örgütten biri olarak, her burjuva diktatörlüğünün temel kurumu olan ordu, bugün Mısır’da başlıca gerici otorite durumundadır ve büyük burjuvazi adına iktidarı elinde tutmaktadır. Eski Savunma Bakanı Tantawi ile Genelkurmay Başkanı H. Enan’ın 1 ve 2 nolu isimler oldukları Yüksek Askeri Konsey, karşı devrimin devrim karşısındaki başlıca yığınağını yaptığı sevk ve idare merkezi pozisyonundadır. Kuşkusuz tüm eski gericilik örgütleri ve sosyal dayanakları tarafından baş tacı edilmektedir. Bir diğeri ise, emperyalist müdahalenin ikinci aleti ve yenilenmesinin önemli bir kaldıracı durumundaki Müslüman Kardeşler’dir.
Grev ve gösterilerin yasaklanması, Tahrir Meydanı’nın boşaltılmasının dayatılması, Mübarek ve döneminin özellikle başkaldıran halka saldırı emirleri veren ve öldürülmeleri sorumluluğunu taşıyanların yargılanmalarının savsaklanması, giderek tüm otoriteyi elinde toplamaya başlayarak yükselen ordunun “geçici olarak” aldığı iktidarı iade etmeye yanaşmaması; başlangıçta özellikle “hakem rolü”yle orduya bel bağlayarak yatışma görüntüsü veren milyonların, beklentileri gerçekleşmeyince yeniden sokak ve meydanları doldurmaya başlamalarına götürdü. Ordu devrimi akamete uğratmak üzere yönetime el koydu, bu doğrultuda İhvan’ın da desteğini sağladı; ancak yatışma kolay sağlanacak gibi görünmüyor.
Birkaç Cuma gösterisine katılmayan İhvan’ın ise halktan aldığı tepkiler hiç de küçümsenir türden olmadı ve “iki arada bir derede” tutumuyla idare etmek zorunda kalan İhvan, açıktan emperyalistler ve gericilerin yanında saf tutmaya cesaret edemedi. Ordu da çıkardığı yasakçı kararnamelerin bazılarından geri adım atma durumunda kaldı. Örneğin Mübarek’e karşı ayaklanma sırasında halka karşı zor kullanarak katliamlar yapan polis teşkilatının, aralarında İçişleri Bakanı üst düzey yardımcılarından on tümgeneralle 505 general de bulunan 700 civarında yetkilisi görevden alındılar. Mısır tarihinin bu en büyük temizliği, önceki birkaç denemede püskürtülüp dağıtılan devrimi sürdürmede kararlı on binlerin yine tam da Cuma çağrılarıyla Tahrir’de sürekli “kamp kurması”na denk geldi. Grev ve gösteriler durmazken, tecrit olmaktan kaçınmak üzere İhvan da bu gösterilere katılma çağrılarına yarım ağızla destek olur görüntü verdi. Şimdi İhvan, Mübarek zamanında görünüşte otuz küsur yıldır “can düşmanı” olan Mübarek’in Mısır Yüksek İdare Mahkemesi tarafından kapatılmış olan Ulusal Demokratik Parti’sinin başında bulunan İhvan tarafından bir suikastla öldürülen eski başkan Enver Sedat’ın yeğeni Talat Sedat tarafından –bir sözcük eksiğiyle– eski partinin yerine kurulan yeni parti olan “Ulusal Parti” ile ittifak halinde seçimlere hazırlanmaktadır ve bu seçimlerden herhalde ciddi bir oy alacaktır. En son İsrail Elçiliği’nin basılmasında yönlendiricilik yapan, devrim sürecinde örgütlenen ve daha çok gençlik içinde etkili 6 Nisan Hareketi ile Mahalla Direnişi’nden gelen ve emekçiler içinde etkiye sahip Kifaye Hareketiyse meydanlarla sokakları boş bırakmama eğilimindedir.
Emperyalist müdahale, şüphesiz henüz silahlı biçimler almadan ve üstü örtülü olarak, Mısır gericiliğini desteklemek ve devrimi bastırmak üzere devam etmekte; ama tüm bilinç geriliği ve örgütsüzlüğüne rağmen, mücadele içinde bu yönde sağladığı ilerlemelerle açıklarını kapatmaya çalışan halkın mücadelesi ve devrim de sürmektedir.

LİBYA’DA AYAKLANMA VE NATO MÜDAHALESİ
Libya, Tunus’la Mısır’dan farklı bir görüntü vermektedir ve açık emperyalist silahlı müdahale koşullarıyla kendi özgünlüğüne sahiptir.
Emperyalist müdahale ve halkın kendi talepleriyle ayaklanmasının bu ülkede de iç içe geçen süreçler oluşturduğu, neoliberal ekonomik süreçlere tamamen adapte olmamış Libya’nın müdahale ve devrim süreçlerinin ikisi açısından da belirli bir role sahip olmuş olan bir diğer özgünlüğü ise, aşirete dayalı toplumsal yapı ve aşiretlerin etkinliğidir.
Libya’nın bir Mısır ve Kaddafi’nin de bir Mübarek olmadığı bu ülkeye emperyalist müdahalenin evveliyatının olduğu şüphesizdir. ’70 ve ’80’lerde dünyanın ABD ve SSCB olmak üzere iki süper emperyalist devlet tarafından paylaşılma mücadelesi koşullarında, Kral İdris’i deviren Kaddafi’nin 1969’da iktidara geldiği Libya, Sovyet sosyal emperyalizmine eğilim gösteren az-çok bağımsız bir ülke pozisyonuyla ABD ve Batılı emperyalistlerin öfkesini üzerine çekmiş, düşmanlıklarını kazanmıştı. Zengin petrol yatakları üzerine kurulu olan Libya ve aşiret dünyasından gelip aralarına “katıldığı” ve çöl çadırında ağırladığı dünya elitlerinin “yaramaz” ve “güvenilmez çocuğu” durumundaki Kaddafi; Sovyetler Birliği’nin çöküşünün ardından Irak ve Saddam’ın akıbetinden kendilerini sakınmayı başarsalar ve belirli bir boyun eğmeyle dünyanın yeni koşullarına uyumlanmaya çalışsalar da, emperyalistler açısından güvenilirliklerini kanıtlamış değillerdi. Şüphesiz dayatmaları şurasından burasından çeşitli yönleriyle uygulanma alanı bulmuş olsa bile, neoliberal bir yeniden yapılandırmadan geçmemiş, serbest piyasa ekonomisiyle tam bir “neoliberalizm çiftliği”ne dönüşmemiş Libya, hâlâ Kaddafi’nin çiftliğiydi. Batılılar Lockerbee’den geri adım atan ve emperyalist dayatmalar karşısında sessiz kalan Kaddafi ve Libya’sına petrolün yüzü suyu hürmetine katlanmaktaydılar. Önemli olan Libya petrolünün garanti altına alınmasıydı ve Libya’da hüküm süren ve halkını kontrol altında tutan Kaddafi de emperyalistlere bu olanağı sağlamış görünüyordu.
Bu görüntü sürerken, Tunus ve ardından Mısır’da patlayan halk ayaklanması Libya’yı da etkiledi ve özgürlük talebiyle Libya halkı da ayağa kalktı. Libya’da halk ayaklanması ve devrim, Tunus ve Mısır’a kıyasla daha karmaşık bir gelişme gösteren Libya’ya özgü sürecin bir yönü ya da iç içe geçen iki süreçten biri olarak şekillendi.
Bu kez halk, Mısır ve Tunus’tan da geri bilinç ve örgüt düzeyiyle ayaklandı. Halkın ayağa kalkışında, Libya’nın gerçeği olan aşiretlerin, dolayısıyla aşiretler arası çelişme ve sürtüşmelerin önemsiz sayılamayacak bir payı oldu. Halk ayaklanmak için yararlanacağı örgüt formlarını hazır buldu; ancak bu, başlangıcında kolaylaştırdığı ayaklanmanın başlıca zaafını oluşturdu. Geleneksel toplumsal bilinç kadar geleneksel örgüt formları da halkın harekete geçmesini kolaylaştırmasına kolaylaştırmıştı; ancak bu eski biçimler halka ait değillerdi ve giderek kendilerini, şüphesiz kendilerinde içerili feodal burjuva karakterli sınıf ilişkileri ve inanış ve düşünme biçimleriyle birlikte halka dayattı ve halkı, ilerleme yerine geriye boyun eğmeye zorladılar.
Aşiret yapısı ve ilişkileri, zamanında İtalyan emperyalizmine karşı işe yaramıştı; ama bu, geçmişin dünya ve geri kapitalizm koşullarında böyleydi. Günümüzdeyse, bu ilişkiler ve toplumsal örgüt biçimleri de özellikle petrol üretimi ve ticareti üzerinden gelişen kapitalizme bağlandılar ve kuşkusuz uluslararası tekelci kapitalizmin, mali sermayenin sarıp sarmalayan ve denetim altına alan egemenliğinin çekim gücü ve etkisinden azade değiller. Aşiretler, emperyalistlerle, mali, iktisadi, ticari ve tabii ki siyasal nitelikli olmak üzere, çoğunlukla başında Kaddafi’nin oturduğu burjuva devlet cihazı dolayımıyla ilişkilendiler.
Libya’da devlet otoritesinin, sınıf iktidarının örgütlenmesi, neredeyse bir aşiretler konfederasyonu biçimindeydi. Önemlileri ağırlıklı olmak üzere çeşitli aşiretler devlet iktidarını aralarında “paylaşmış” durumdaydılar. Bu “paylaşım”, Kaddafi’nin kesin ve tartışmasız “orkestra şefliği” altında, ona bağlı olarak gerçekleşmiş olsa bile, yine de bir “paylaşım”dı ve her paylaşılmış “şey” gibi, paylaşanlar arasında şüphesiz ki rekabeti varsayıyor ve “paylaşım”, ancak gündeme geldiği zamanın verili güç ilişkileriyle belirlenmiş koşulların ürünü olabiliyor ve yine ancak bu koşullar değişmediği sürece geçerli kalabiliyor, koşullardaki az-çok önemli değişiklikler karşısında kendisini açığa vurmak üzere yeni bir paylaşım ve bunun için dağılma unsurlarını içinde taşıyordu. Bir yönüyle Kaddafi’nin “birleşik” egemenliği gibi görünen, ama gerçekte aşiret dalaşma ve çekişmelerinde beliren bu siyasal parçalanmışlık, emperyalist müdahaleler için de olağanüstü elverişli imkanlar sunmakta, emperyalistler işbirlikçi adaylarını bu çekişmeli yapı içinden derlemekteydiler.
Libya’da halk bir kez ayağa kalkıp eski uzlaşma ve birliklerle “paylaşılmışlıklar”, üzerine oturdukları zeminden yoksun kaldığında, “kartların yeniden dağıtımı” her açıdan zorunlu hale geldi.
Halk, Kaddafi rejiminin zulmüne karşı, onunla çekişme halindeki aşiretlerin merkezilendiği Bingazi bölgesini üs edinerek, Kaddafi ile çekişmeleri büyümüş olan aşiretlerin desteğinde ayaklandı. Aşiretlerin tabanından ayaklanmayı ilerletici katılımlar olduğu kadar, yukarıdan, aşiret reisleri ve şeyhlerden genellikle geriletici katılımlar geldi. Ve Kaddafi’yi devirmeye güç yetiremeyen halk ayaklanması, giderek Trablus ve Bingazi aşiretleri arasına sıkışarak ikincilleşmeye zorlandı. Bu, “zor yolu” ile olmadı kuşkusuz, daha çok, ayaklanmanın, başarısız kalan ilerleyişinin Kaddafi tarafından püskürtülmesiyle aşiretler ve baskın duruma yükselme eğilimi gösteren mücadeleleri arasına sıkışıp kendisi olmaktan uzaklaşma dayatmasıyla yüz yüze kalmasıyla gerçekleşti.
Kaddafi, Batılı emperyalistlerle başlıca pazarlık gücünü oluşturan petrolün akışını garanti eden halk üzerindeki kontrolünü kaybetmiş, eski “güvenilmezliği”nin yanına eklenen artık işe yaramazlığıyla da emperyalistler bakımından tümüyle anlamsızlaşmış, gerekli olmaktan çıkmıştı. Bir bin Ali ya da Mübarek olmadığı kesindi; emperyalistler daha iyi bir başkası olmadığı ve petrolle halkı o denetimi altında tuttuğu için Kaddafi’ye ses çıkarmamaktaydılar. Durum değiştiğinde, duraksamadan yeni alternatif arayışına girdiler.
Aslında arayışları daha önce başlamış, emperyalistler, eski devlet yapılanmasının yönetim mevkilerinde bulunanlar ve onların aşiretleriyle –özellikle uluslararası ziyaret ve görüşmelerde– fazla zorlanmadan kurabildikleri ilişkiler çerçevesinde yakınlıklar ve ötesinde işbirliği imkanlarını daima değerlendirmeye almış olmalıydılar. Çünkü daha ayaklanmanın ilk günlerinde eski konfederal görünümlü devlet makinesinin dişlileri çatırdamaya ve saf değiştirmeler ortaya çıkmaya başladı. Bu “kolay” saf değiştirme, halk hareketinin etkisiyle olmaktan daha çok, en başta aşiret parçalanmışlığı nedeniyleydi. Ancak o güne kadar sürdürülen ilişkilerin de katkısıyla, bundan böyle işlerin eskisi gibi gitmeyeceği ve emperyalistlerin yeni dayanaklara ihtiyaç hissedeceklerini çoktan kestiren gerici aşiret reis ve devlet kademelerinde yer almış aşiret bağlantılı eski bürokratların emperyalistlere bağlanmaya can atma yönelimleriyle Batılı emperyalistlerin müdahale için fırsat arayışlarının kesişen güncelliği nedeniyle de kolay saf değiştirmelere tanık olundu. Temmuz ortalarında Türkiye tarafından da Libya adına tanınan Bingazili eski “muhalifler” olan yeni iktidar sahiplerinden “Libya Ulusal Konseyi”nin başkanlığını üstlenen, eskiden içişleri bakanlığı da yapmış olan Kaddafi’nin son Adalet Bakanı A. Celil’le, ardından kurulan geçici hükümetin başına getirilen, eskiden “Askeri ve Dışişlerinden Sorumlu Kriz Komitesi”nin başkanı M. Cibril ve başlangıçta “muhalifler”in askeri komutanlığını üstlenen ama Trablus’u hedefleyen son saldırı öncesi bir suikasta kurban götürülen az-çok bağımsızlıkçı Abdülfettah Yunus’u ikinci plana iterek yanına “eş” komutan olarak kendisini dayatan Batı hayranı işbirlikçi yeni askeri şefin kişilikleri ve ilişkileri, bu söylenenlerin kanıtıdır.
Fransa’nın başını çektiği, sonradan NATO operasyonuna dönüşen emperyalist müdahale bu zemin üzerinde başladı ve halkı etkisi altına alan aşiret önde gelenleri, NATO’yu ülkelerini bombalamaya davet ederlerken, Kaddafi’nin kan dökücü paralı askerleriyle egemenlik peşindeki “muhalif” aşiretler arasına sıkışarak düşürüldüğü açmazdan kurtulma özlemi içindeki halkın beklentilerini de bu tutumlarına alet ettiler. Ancak kendisini hazırlayıp olanaklı hale getiren koşulların yaratılması süreciyle ardından gelen müdahale süreci, bu ikisi, patlak veren halk ayaklanmasının ileri atılışının “sonunun başlangıcını” ilan etmiş oldular; halk, talepleri ve mücadelesiyle geriletilip büyük ölçüde püskürtüldü ve halkın mücadelesinin de üzerine basarak onu Kaddafi’nin yerini alma mücadelelerinin kaldıracı olarak kullanmada küçümsenmez başarılar kazanıp önemli mesafeler alan emperyalistlerin desteğindeki Libya’nın yeni “sahip”lerinin önü açıldı. Henüz bütünüyle noktası konmamış ve deneylerinin kazançları halkın belleğine kazınacak olsa da, Libya halk ayaklanmasının yenildiğini söylemek yanlış olmayacaktır; Libya halkının, hiç değilse şimdilik Kaddafi ile Batılı emperyalistlerin desteğindeki Bingazi’li yeni iktidar sahipleri arasına sıkışmışlığından kurtularak yeni bir atağa kalkması olasılığı oldukça küçük görünmektedir.
Ancak kuşkusuz geri kalan Arap halklarına çıkarılmış eylemli bir gerici manifesto niteliğiyle sonuçları Libya’yla sınırlı olmayan bu müdahalenin kendisi kadar, ABD’nin Arap halklarının tepkisini üzerinde toplamamak için başını çekmekten çekinmesi de, Tunus ve Mısır bir yana, Libya’da olup bitenin de bir “renkli devrim” olarak emperyalist bir toplum mühendislinden ibaret olmadığını kanıtlamaktadır. Emperyalistler, evet, kendileri için bir “biçilmiş kaftan” olmayan Kaddafi’den kurtulmak istemişlerdir; ama bu, Kaddafi halkını kontrol edemez hale geldikten sonra aktif hale gelen istekleridir. Ve emperyalist müdahale, asıl olarak ayağa kalkan Libya halkının petrol akışını tehdit eden mücadelesi ve bir devrim ihtimalini bastırmak üzere gerçekleştirilmiş, yoksa halk ve mücadelesinin oluşturduğu asıl değişken sabitken, emperyalistler, rejiminden hoşnut olmasalar bile, “haydi, şu Kaddafi’den kurtulalım!” deyip müdahaleye girişmemişlerdir. Tunus ve Mısır’ın ardından, emperyalist müdahaleye ve bu müdahale Libya’nın yeniden yapılandırılmasını misyon edinmesine rağmen, Libya da, emperyalistlerin toplum mühendisliğinden ibaret bir örnek olarak değerlendirilemez. Burada da aşağıdan gerçek bir halk hareketi baş göstermiş, müdahale, tabii ki bir mühendislik çalışmasını da amaçlayarak, ikinci ve paralel bir süreç olarak birincisini karşılayıp önünü kesmeye yönelik düzenlenmiştir.
Mısır’dan farklı olan Libya’da emperyalistler, NATO eliyle, bir Mübarek olmayan Kaddafi’yi sonunda devirmişlerdir. Mısır’da örneğin Batılı emperyalistler böyle bir “yıkıcı rol” üstlenmezken Libya’da üstlenmeleri, “renkli devrim” yandaşları için eğitici olmalıdır. Ötesinde, Libya’da yalnızca Kaddafi ve rejiminin değil ama halk ayaklanmasının da üstesinden gelinmesi, emperyalistlerin hava harekatı ağırlıklı olmak üzere doğrudan askeri müdahalelerini zorunlu kılmıştır. Ancak Libya’da artık ayaklanmacıları kastederek kullanılan “muhalifler” ya da “isyancılar” öylesine ayaklanan halk olmaktan çıkmışlar ve “halk adına” öylesine bir “zafer” kazanmışlardır ki, “renkli” Milliyet gazetesi bile dış haberler sayfasının manşetini “bir garip zafer” olarak atmıştır. Kazanılan “zafer”in, Kaddafi gibi bir zalimin devrilmesi bir yana, halkın bir kazanımı olmakla uzaktan yakından ilgisi yoktur. Yerine bir başka halk düşmanı zalimin gelişinin koşulları çoktan hazırlanmıştır.
Ve “muhalifler”in Trablus’a girişinin ardından kısa sürede ortaya çıkan, üstelik gerici burjuva medyaya yansıyan gelişmeler şöyledir: Fransız Liberation gazetesinin yazdığına göre, parçalı bir yapı gösterse de bugün Libya’da iktidar erkini elinde tutan Libya Ulusal Geçiş Konseyi’nin Katar yönetimine gönderdiği 3 Nisan tarihli bir mektupta “Libya petrolünün yüzde 35’inin Fransa’ya verilmesi konusunda anlaşmaya varıldığını” belirtmiştir. Fransız Dışişleri Bakanı A. Juppe “Muhalifleri destekleyen ülkelere Libya’nın inşasında öncelik verilmesi gayet mantıklı bir durum” olduğunu söylemektedir. Bu sadece bir örnektir ve tüm Batılı büyük devletler sadece petrolünü değil, ama tümüyle Libya’yı aralarında paylaşmış durumdadırlar. Aşiret ve sair “doğal” ve siyasal örgütler, hakimiyet bölgelerini, neredeyse Amerikan “Vahşi Batısı”nı iskana açılması döneminde yerleşimcilerin yaptıkları gibi çitlerle çevirerek, “tapulu malları” ilan etmişlerdir. Aynı şey, ülkenin Trablus dışındaki bölgeleri bakımından da geçerlidir. Trablus’un şu semtinde şu aşiret, bu semtinde bu aşiret egemendir ve kuşkusuz ki bu küçük egemenlikler, kendilerinden menkul değillerdir, ama her biri birer emperyalist ülkeye dayanmaktadır. Öyle ki, NATO müdahalesine karşı tutum alan Almanya ve Rusya ile birlikte Çin de, “zafer”den sonra şimdi muhaliflere “yatırım” yapmamış olsalar da “kâr” peşine düşmüşler, Libya’nın “yeniden imarı” konusunda “yardım vaadleri”nde bulunmuşlardır. Türkiye bile, “kırıntı” peşinde “yeni Trablus”’ta elçiliğini ilk açan ülke olmakla öğünmektedir.
Emperyalistler, aralarındaki rekabeti de dikkate alarak bu sonucu elde edebilmek üzere, başından beri, sadece “hava harekatı” öngörmüş BM’nin kararlarına aykırı biçimde “muhalifler”e silah ve mühimmat yardımı yapmalarının yanı sıra doğrudan kara harekatı da düzenlemişlerdir. Newsweek ABD’nin “Libya Devrimi” için 1 milyar dolar harcadığını yazmış, Pakistan Nation gazetesi ise CIA’nın Afganistan’dan 1500 silahlı kişiyi Kaddafi’ye karşı savaşmak üzere Libya’ya naklettiğini aktarmıştır. Guardian İngiltere’nin oluşturduğu “Libya Petrol Hücresi” isimli bir birim Kaddafi egemenliğindeki Trablus’a yakıt akışını durdurup petrolü “muhalifler”e yönlendirmiştir. Devrildikten sonraysa İngiliz ve Fransız SAS komandoları “muhalifler”le birlikte Kaddafi’yi “aramakta” ya da şimdiden “çiftlikleri” çevirmeye giriştikleri bu ülkede mevzilenmektedirler.
Halk muhalefetinin yenildiği Libya’yı “kimin elinin kimin cebinde olduğunun belli olmadığı” rakip emperyalistler ve işbirlikçilerinin egemenliğindeki uzun bir çekişme ve karmaşa dönemi beklemektedir.

ÖZGÜNLÜKLERİYLE BAHREYN VE YEMEN
Yemen ve Bahreyn örnekleriyse, dinamiği halk olan ayaklanma ve devrimle, dinamiği emperyalizm ve işbirlikçi gericilik olan, –kuşkusuz sonuç olarak “yeniden yapılandırma”yı hedefleyen– ve halkın mücadelesini kendi amaçlarına bağlayıp kullanmak üzere saptırma ve bastırma amaçlarıyla müdahale ve karşı devrimin iç içe süreçler olarak yaşanması bakımından öğreticidir.
Mısır’da Mübarek’e “git” diyerek, Libya’da ise silahlı müdahalede bulunarak “halkı koruma” ve “demokrasinin yerleştirilmesi”nden yana tutum aldıklarını iddia eden Batılı emperyalistlerle demokrasi uğruna savaşları dolayısıyla onlara övgüler dizen hınk deyicileri liberal solcular, nedense bu iki ülkede olan bitene ilgisizler ve Suriye’deki katliam haberleriyle dolup taşan kontrollerindeki medyada yine nedense uzun süre bu iki ülkedeki gelişmelerle ilgili hiç bilgiye rastlanmadı. Aylar sonra, “renkli medya”dan Yemen üzerine kısa haberler alınmaya başladı ki, anlamı, herhalde, muhalefetin, böylesine “kendi haline bırakılıp” görmezden gelinerek Yemen sorununun hal yoluna konulmasını olanaksız kılacak denli güçlü olması ve Batılıların bu muhalefeti dikkate almadan işin içinden sıyrılamayacaklarını görmüş olmaları olmalıdır. Bahreyn üzerine “ölüm sessizliği”yse sürmektedir.
Otokrat Kralıyla dünya kapitalizmine bağlanmış olan, neoliberalizmin geçer akçe olduğu Bahreyn’de, göreceğimiz gibi, Suriye’de iddia edilenden çok daha güçlü bir mezhep/iktidar ilişkisi var. Suriye’nin tersine Bahreyn’de Şiilik ezilen mezhep durumunda ve nüfusun büyük çoğunluğunu (yüzde 80’den fazlasını) Şiiler oluşturuyorlar. Sünni Kral ise mutlak otokrat ve Sünniler egemen mezhep durumundalar. Şüphesiz ki mezhep bölünme ve çekişmeleri Kral tarafından iktidarını sürdürmenin bir imkan ve dayanağı olarak kullanılmaya çalışılıyor. Yoksa asıl olarak, Kral ve “birinci kemanı” olduğu etrafındaki “elit” para babası takımı, yoksullukları rağmına egemenliklerini perçinledikleri halkı özenle devlet işlerinden dışlamayı sürdürmekle kalmadı, buna yönelik her itirazı şiddetle bastırdılar.
Tunusluların tetiklediği iş, ekmek ve özgürlük özleyen halkların hoşnutsuzluk ve tepkiyle ayağa kalkışları Bahreyn’e ulaştığında, başlangıçta Tunus ve Mısır’dakine benzer bir öfke patlaması yaşandı ve krallığa duyulan nefret sel olup taştı. Ama arkasında emperyalistler ve başlıca müttefiki ve destekçisi Suudiler bulunan Kral ve egemen oligarşi, devreye hemen mezhep çekişmesini sokarak, hiç değilse halk içinde belli bir taban tutma yoluna gittiler. Kısa sürede yayılan ayaklanma, Suudilerin bin kişilik olduğu söylenen ilk askeri birliğinin Bahreyn’e, tabii ki Kral’ın daveti üzerine ve işgalci ya da müdahaleci sayılmadan girişleriyle hunharca bastırılmaya çalışıldı. Suudiler hâlâ Bahreyn’deler ve işgal birliklerinin sayısı arttırılmış durumda. Üstelik yanlarına Ürdün ve Birleşik Arap Emirlikleri’nden askeri birlikler de eklendi.
Emperyalistler ve gericilerin “özgürlük destekçilikleri”ne dair iddialarsa Bahreyn kapılarından içeri giremedi, giremiyor. Libya’da halka zulmettiği ve helikopterlerden ateş yağdırarak katlettiği gerekçesiyle, “halkı savunmak için” Kaddafi ve “zulüm rejimi aleyhine” müdahale edenler, sıra Bahreyn’e geldiğinde taraflarını şaşırdılar; bu kez “Kral’ı savunmak için”, zalim otokratik rejim lehine ve halka karşı ve halkı katletmek üzere müdahale ettiler ya da ön ayak oldukları silahlı Suudi müdahalesine hiç ses çıkarmadılar. Halk Libya’da da, Bahreyn’de de ateş altındaydı; ama bu nedenle Libya’ya silahla müdahale edenler, aynı neden eksiksiz geçerli olmasına karşın Bahreyn’de halkı kavuran ateşi harlamayı “tercih” ettiler, Suudi birliklerini halkın üzerine salarak Kral’ın halka ateş açmasını destekleyip şiddetlendirdiler. Aslında söylem ve görüntü bir yana, Libya’da da aynı şeyi yapmış, Kaddafi’nin halka yönelik zulmünü ileri sürüp, tüm ülkeye bomba yağdırarak, halkı, mücadelesini ve giriştiği ayaklanmayı bombardımanın dumanı altında boğmaya koyulmuşlardı. İki ülkede taktik farklıydı sadece; Mısır’da Mübarek’i desteklemeye devam etmenin yol açacağı riskler, (İran faktörü de değerlendirildiğinde) mezhep ayrılıklarıyla Bahreyn söz konusu olduğunda, ölçek küçüklüğünün de kolaylaştırıcılığında göze alınmıştı. Bahreyn, ta başından emperyalist müdahalenin alanı ve uluslararası kapitalizmin “Körfez şubesi” gibiydi; Kral başından beri topraklarında büyük bir askeri üsse sahip Batılı emperyalistler tarafından desteklenmekteydi ve halkın ayaklanmasıyla yüz yüze kaldığında, kendi kurtuluşunu yakınlaştıracak halk ya da bundan kaçınılabilse bile İran’la yakın duracak Şiilerin olası öne çıkması daha riskli bulunduğu ve isyanın üstesinden gelineceğine de inanıldığından, hiç “git” denmedi; “hizmetlerinin” ve sunduğu üs olanağının karşılığı olarak yardımına koşuldu ve müdahale, yeni bir aşamaya yükseltilerek, bu kez Suudi –ve ardından Ürdün ve BAE– silahlı müdahalesiyle tamamlandı. Libya’nın ardından, Bahreyn’de de dışarıdan silahlı müdahaleyle ayaklanmanın bastırılması ve devrimin zorla ezilmesi yolu tutuldu. Görüldü ki, emperyalist Batılılar sadece yağmacı sömürgen çıkarlarının peşindedirler, yoksa sağcı ve solcu liberallerce iddia edildiği gibi “demokrasi”nin ve sözde Ortadoğu’nun liberalleştirilerek yeniden dizayn edilmesine “uygun düşmeyen otokratlar”ın değiştirilmesinin değil! Tersine, demokrasi düşmanı otokratlar, Bahreyn’de açıkça izlendiği gibi, emperyalistlerin savaş atını süren Suudi gericiliğinin desteklerine mazhar olan ve Batılıların arkalarında durup koruyup kolladıkları kendi adamlarıyken, otokratik rejimleri, kendilerine sunulmuş olanaklara erişim kapılarının ardına kadar açık olduğu talan alanlarını çevreleyip bekçiliğini yapmaktadır.
Ancak yabancı müdahale aracılığıyla geriletilmiş olsa bile, bir kez ayağa kalkmış olan Bahreyn halkı henüz taleplerinden vazgeçmiş ve bütünüyle püskürtülmüş değildir. Hala gösterileriyle meydanları doldurmakta ve muhalefetini sürdürmektedir.
Yemen’de durum fazlasıyla Bahreyn gibidir; tek farkla ki, bu ülkede muhalefet, aşiret parçalanmışlığı koşullarında doğal örgütlülüklere de dayandığı için daha güçlüdür ve Bahreyn’dekine benzer biçimde geriletilmekten de uzaktır. Libya’daki türden bir aşiret yapısına sahip olan, iktisaden fazla gelişmemiş Yemen, yirminci yüzyılın ikinci yarısının çoğunu geçirdiği ikiye bölünmüşlüğe yatkındır. Zamanında, dünya, 30 yıl kadar birbirlerine diş geçiremeyen Amerikan ve Sovyet sosyal emperyalizmi arasındaki hegemonya yarışı ve paylaşıma konu olduğunda, güney “Halk Cumhuriyeti” adıyla Sovyetlere yanaşık dururken, kuzeyse sade bir “cumhuriyet” olarak Batı yandaşlığına bağlanmıştı. Genellikle kuzeylilerle güneyliler arasında, kuzeydeyse en büyük aşiretlerden Hutsiler’le “iktidar” arasında çekişmenin sürmekte olduğu on yılların hoşnutsuzluk ve muhalifliğiyle aşiret parçalanmışlığı koşullarında, başkanlığının 33. yılında, A. Salih’e, tabii ki başında bulunduğu otokratik diktatörlüğe karşı, Tunus ve Mısır’dan tetiklenerek milyonların sokağa döküldüğü bir halk ayaklanması patlak verdi. İşsizlik ve yoksulluk gibi sonuçlarına karşı hoşnutsuzluk ve tepkisini ortaya koyan yoksul halkın neoliberal politika ve uygulamalarıyla tabii ki –feodal aşiret ilişkileriyle iç içe geçmiş haliyle yıkıcılığı daha da tahripkar hal almış– tekelci kapitalizmi hedef edinen ayaklanması, dolaysızca düzenin koruyuculuğunu üstlenmiş olan Salih otokrasisine yöneldi. Bunda Salih ve yandaşı aşiretlerle çekişme halindeki rakip aşiretlerin payı olmadı değil; ancak asıl halkın Salih otokrasisine karşı ayağa kalkışı, rakip aşiretler arasındaki çekişmenin şiddetlenmesine ve ülkenin yakın tarihini damgalamış bölünmüşlük deneyinin kolaylaştırıcılığında Salih ve yandaşlarıyla çekişen aşiretlerin rejim karşısında ve dolayısıyla pratik olarak ayaklanma yanında yer alarak hızla saf değiştirmesine götürdü.
Başlangıçta ayaklanma silahsız biçimlerle ortaya çıktı. Gösteriler, özellikle “Cuma Gösterileri” ve yine cumalara denk getirilen otokrasinin “güvenlik güçleri”nce katledilen göstericilerin cenaze törenlerinden oluşan “Ayrılma Günleri” başlıca biçimlerdi. Olağanüstü kitlesellik gösterilerin ayırt edici yanını teşkil ederken, bir başka ayırt edici yan, otokrasinin saldırganlığıydı. A. Salih’in de şansını deneyip, elindeki bütün imkanları kullanarak, kendi yandaşlarını yüz binlerle topladığı Sanaa’da, ayağa kalkan halk ise milyonlarla toplanmaktaydı.
Durumun vahametini gören ve saldırıyla ilerleyemeyeceğini anlayan A. Salih’in aslında bir dizi reform açıklamaları da yapıp işe yaramadıklarını gördüğünde Mübarek gibi bırakıp gitmesi beklenirdi. Ancak Batı’dan “git” çağrısı gelmedi. Mısır’da da böyle olsa ve kendisine kalsa, Mübarek de herhalde gitmeyi seçmezdi. Yemen Suudi Krallığı’na fazla yakındı ve “dayanışma”yla ayaklanmanın üstesinden gelinir gibi görünüyordu; bu şans kullanıldı. Ancak Bahreyn’deki türden mezhep bölünmüşlüğü ve çelişmelerinin kışkırtılmasıyla zayıflatılmamış Yemen muhalefeti ciddi bir güce sahipti ve Salih “iktidarı bırakmaya hazır” olduğu açıklayıp, otokrasinin yeniden organizasyonunda uzlaşma arayışına girdi. Ancak geç kalmış; kendi genelkurmay başkanı A. Muhsin Al Ahmar’dan başlayarak etrafı hızla boşalarak eski adamları saf değiştirip muhalefete katılmaya yönelmişlerdi. Devlet kademelerini de kapsayan bu toplumsal siyasal yarılmayla birlikte, ayaklanma ve çatışma silahlı boyuta sıçrayarak tırmandı. Muhalefet Salih’le uzlaşma görüşmelerinde bulunmayı reddederken, orduda bölünmeleri de kapsayarak yönetsel cihazdaki parçalanma ve aşiret örgütlenmesinin hız kattığı bir silahlanma ve muhalif askeri birlikler kurulması süreci kısa sürede ciddi bir mesafe aldı.
Sonunda, Haziran başında sarayında saldırıya uğrayan başkan A. Salih ağır yaralanarak Suudi Arabistan’a tedaviye gitti. Temmuz’un ikinci yarısında Salih Yemen’e geri döneceğini açıklamışken, bu, “sıhhî nedenlerle” ancak Eylül’ün son günlerinde gerçekleşebildi. Bir “gölge hükümet” kurduğunu ilan eden muhalefetse 17 kişilik bir “Geçici Konsey” oluşturdu ve ayaklanma ordusunun başına eski Savunma Bakanı Abdullah Ali Aleyva getirildi. Ayrıca “Konsey”in bir yeni anayasa taslağı hazırlayacağı ve Kurucu Meclis olarak 501 üyeli yeni parlamentoyu belirleyeceği açıklandı.
Yemen’de de “demokratikleşme yandaşlığı” iddiasındaki Batılılar ve savunucuları liberal solcular, Libya’da ayaklanan halkın yanında yer aldıklarını ileri sürüp Kaddafi birliklerini bombalayarak yaptıklarının tersine, ayaklanmacıların değil, ama ayaklanmanın hedef aldığı otokrasinin, Salih’in yanında yer aldılar. Suudiler Salih’e her türlü desteği sundular. Çünkü Libya’da “güvenilmez” Kaddafi’den farklı olarak Salih emperyalistlerin 33 yıllık kendi adamlarıydı, yerine yenisinin konulması arkasında durulup desteklenmesinden daha riskliydi ve hazırlıksız yakalanılan Tunus’tan farklı olarak, Yemen sorununun, halk ayaklanmasının tavizler yolu ve bir rejim değişikliği gerekmeksizin üstesinden gelinebileceği umuluyordu. Salih ülkesinde barınamayıp kaçıp Suudi Arabistan’a gitmesine rağmen Batılılar ve Suudiler gibi bölge gericiliğince aylarca desteklendi. Ancak bütün desteklere karşın duruma hakim olacak gibi görünmüyordu ve zaten daha yaz aylarında istifa edebileceğini açıklamış, ancak henüz kendisini hâlâ güçlü saydığı için yerine gelecekler üzerine pazarlığa oturmak istemişti. İplerin iyice elinden kaçtığı ve işleri toparlayamayacağı belli olduğunda ABD Salih’e iktidardan ayrılması “isteğini” iletmiş bulunuyor. Salih’se, Yemen’e döndüğünde, son bir umutla ve hemen muhaliflere bir ateşkes çağrısı yaptı ve ülkenin içine yuvarlandığı siyasal krizden çıkmasının tek yolunun taraflar arasında diyalog olduğunu ileri sürdü. Ama daha yazın bunun için geç kalmış olan Salih için artık yapacak ne diyalog ne de başka bir şey kalmadığı ve bölgede bir diktatörün daha şimdiden eskimiş ve gidici olduğu söylenebilir.
Özetle, Yemen’de emperyalist müdahale, ayaklanmadan sonra da, ayaklanma öncesindeki türden sürmektedir. “Renkli devrim” falan olmadığı gibi, emperyalistler ayaklanmaya karşı tutum içindedirler ve ama ayaklanma bütün bunlara rağmen sürmektedir. Ve Yemen’le ilgili olarak son gelen Batı kaynaklı haberler, muhaliflerin gücünün üstesinden gelinmesinin olanaksızlığının anlaşıldığı ve onlarla anlaşma arayışlarının başladığına işaret sayılacak türden, isyancıların sağladıkları ilerlemeleri ve güçlü gösterilerini sürdürdüklerini belirten türden haberlerdir.1

SURİYE’DE NE OLUYOR?
Peki, Suriye? Suriye’de ne oluyor?
Suriye de, kuşkusuz, “Arap Baharı” adı takılarak içi boşaltılıp yumuşatılmaya çalışan ayaklanma ve devrimler sürecinin dışında kalamadı. Hoşnutsuzluk bu ülkeye de sirayet etti.
Ancak Suriye, diğer Arap ülkelerinden, Tunus, Mısır, Bahreyn, Yemen’den ve hatta on yıla yakındır Batılı emperyalistlerle yeniden anlaşma yoluna girerek ekonomisini de liberalleştirmeye yönelmiş Libya’dan da farklıydı. Suriye de, yalnızca –kendisi de “aynı suyla yıkanmak”tan kaçınamayan– İran’la stratejik ortaklığına dayanarak ayakta durmaya çalıştığı uluslararası kapitalizmin “uçsuz bucaksız” dünyasında, bir ucundan sürüklenmeden edemediği neoliberal “serbesti” ya da piyasa ekonomisinin üstünlüğü”yle tanışmasına tanışmıştı. Ancak Rusya ile Çin’in belirli desteklerinden yararlansa bile, bir taraftan ABD’yle Fransa başta olmak üzere Batı kuşatmasının tehditkâr dayatma ve zorlamaları, bir taraftan da “sureti haktan görünerek” ama tamamen bu kuşatmaya dayanarak ve onu çerçeve edinerek Türkiye’nin yakın zamana kadar ortak kabine toplantıları, vizenin kaldırılması türünden yakınlık gösterilerinde belirmiş “yumuşak güç”le el uzatıp reformlara ve Batı’ya avdet etmeye çıkardığı davetiyelere karşın henüz kapılarını ardına kadar açmamıştı.
Artık hemen her sektörde yerli ve yabancı özel şirketler vardı. Örneğin çok sayıda yerli-yabancı banka, neon logolarıyla Şam, Halep ve diğer Suriye kentlerinin ana caddelerini süslemekteydi. Hâlâ isteyenler parasız “hizmet” veren kamu kurumlarından yararlanabilse bile, hem sağlık hem de eğitim alanında özel şirketler vardı ve özel hastane ve okullar çoktan açılmıştı. Ancak, Suriye, iktisaden ve zorunlu sosyal sonuçlarıyla Batı’yla uyumun olmazsa olmaz koşulu sayılan kısıtlamasız/engelsiz “serbest piyasa ekonomisi”ne henüz dönüşmemişti. Üstelik reform kararları alınmış, siyasi partiler ve seçim yasaları değiştirilmiş ve 5-6 ay içinde genel seçimler yapılacak olmasına karşın BAAS’ın tek parti rejiminden geçilecek Batı yandaşlığının “politik çoğulculuk” yüceltili parlamenter “siyaset özgürlüğü” de henüz çok uzaktı.
Mezhep ayrılıkları dolayısıyla ise Suriye, tersinden Bahreyn’e benzemekteydi. Aşiretler etkisiz değildi, küçümsenemezdiler; ancak Libya ya da Yemen boyutunda bir güçleri yoktu.
Şu söylenebilir ki; Tunus ve Mısır halkları başlıca neoliberal politika ve uygulamaların sonuçlarıyla koruyucu kollayıcısı otokratik zulüm makinelerinin zorbalığına karşı ayağa kalkmış, bu ayağa kalkış, Libya’da aşiret bölünmüşlüğü koşullarında ilerleyemezken emperyalist müdahaleyle karşılaşmış, Yemen’de aynı aşiret bölünmüşlüğüne karşın biriktirdiği kolaylıkla üstesinden gelinemez gücüne dayanarak Suudiler ve emperyalistlerin Salih’ten yana müdahalesine rağmen gelişir, Bahreyn’de mezhep bölünmesi ve yine fiili ve silahlı Suudi müdahalesiyle geriletilirken, Suriye’nin kendine özgün koşullarında “Arap Baharı” farklı bir şekillenmeyle belirdi.
α) Tunus’ta emperyalistlerle gericilerin hazırlıksız yakalandıkları tam bir halk ayaklanması yaşandı.
β) Mısır’da halkın patlak veren ayaklanmasını, emperyalistlerin desteğindeki gericilik zamana yayarak kontrol altına almaya, bunu da başlıca orduya dayanarak ve yeni “siyasal ortak” İhvan’la işbirliği yaparak gerçekleştirmeye yöneldi.
γ) Libya’nın özgünlüğü aşiret parçalanmışlığıydı ve bu parçalanmışlığın neden olduğu tıkanmadan, halkın “iki taraf” arasına sıkışmasından yararlanan Batılı emperyalistlerin NATO aracılığıyla müdahalesi ve şimdiden bu ülkedeki mevzilerini güçlendirmesi ikinci bir özgünlük oluşturdu.
δ) Yemen’in özgünlüğü de, aşiret bölünmüşlüğünün yanında, halkının tarihten gelme alışkın oluşuyla, karşısında yıkıntıya uğramayarak, bu bölünmüşlükte hiç değilse bugüne kadar gücünü korumayı ve ilerlemeyi başarması oldu.
ε) Bahreyn’e özgünlüğünü, otokrasinin Sünni mezhebine dayalı oluşu ve mezhep ayrımları ve çelişmelerini dayatmasıyla ayaklanmanın kısa sürede “Şii ayaklanması”na sıkıştırılması ve Suudi müdahalesiyle kanla geriletilmesi verdi.
θ) Suriye’de ise; BAAS iktidarı Arap Alevileri olan Nusayrilerin mezhebi iktidarı olmamasına rağmen, ağırlıklı olarak onlara dayansa ve özellikle devletin, kuşkusuz rejimin de başlıca kurumu olan ordu yönetimi ve kadroları büyük çoğunlukla Nusayrilerden oluşsa bile, Suriye’nin özgünlüğü mezhep çelişki ve çatışmaları değildir. Devlet yönetiminin örgütlenişinde ve özellikle ordu içinde Arap Alevilerinin gözle görülür bir ağırlığının olduğu doğrudur; başlıca bu iki mezhep arasında dışarıdan Batılı emperyalistlerce beslenip kışkırtılan ve dinci, siyasal İslamcı akımların bu mezhebin eski zamanların egemen pozisyonunu yenilemeyi amaçlayarak sürdürdükleri ve rejimin “Alevi niteliği” dolayısıyla “kafirliği” ve bu nedenle devrilmesi gereğinin ajitasyonu yapılarak istismar edilen bir çelişki ve sürtüşme elbette vardır. Ancak Sünnilik Suriye’de ezilen bir mezhep durumunda değildir, Sünni nüfus inanç ve ibadetlerinin gereği saydığı ne varsa tümünü kullanabilmekte, ötesinde bu mezhep –kılık kıyafetleri, konuşmaların besmele ile başlaması, ayet ve dualarla sürmesi vb. türü– dini akideleriyle kendisini hatta siyasal alanda da ifade edebilmektedir. Bu ülkenin özgünlüğünü asıl olarak, kapıları açılmış olsa bile, Suriye ekonomisinin henüz neoliberalizm ve “serbest piyasa ekonomisi”nin egemenliğinden uzak oluşu üzerinden rolünü oynayan Suriye’nin Batılı emperyalistlere boyun eğmeyi reddeden ve Rusya ve Çin tarafından da kollanan İran’la yakınlığı ve Esad’ın Kaddafi türünden yeniden Batı’ya avdet etmiş “güvenilmez bir yaramaz çocuk” olmayıp az-çok bağımsız durma çabasıyla İsrail’in yanı sıra başta ABD olmak üzere Batılı emperyalistlerin kuşatma ve müdahale tehditlerine maruz kaldığı koşullarda, neoliberalizmin bu kadarının dahi, siyasal özgürlüklere hiç imkan tanımamış olan on yılların BAAS rejiminin zorbalığıyla birlikte, Suriyeli milyonların ayağa kalkmasına zemin sağlamış olması oluşturmaktadır.

SURİYE’DE GELİŞMELERİN ÖZGÜNLÜĞÜ
Tunus ve Mısır’ın tetiklediği Arap ayaklanması Suriye’ye ulaşmazlık etmedi. Ekonomisinin gösterdiği farklılıklara ve emperyalistlere kul-köle olmamasına karşın Suriye’de de, herkesin gözü önünde gerçekleştirilen yolsuzluklar sömürülen yığınların nefretini kazanırken, işsizlik ve yoksulluğun yanı sıra özellikle Muhaberat’ıyla ünlü BAAS’ın zorbalığından duyulan hoşnutsuzlukla ekmek ve özgürlük arayışı baş gösterdi ve hızla yayılmaya başladı. Sovyetler Birliği’nin tarih sahnesinden çekilişiyle nihayetlenen revizyonizmin çöküşüyle gündeme giren ve –24 Ocak Kararları ile zamandaşları Özal’ın da katkılarıyla– Reagan ve Thacher’le başlayıp hızla gelişen neoliberalizmin geçerliliğindeki dünya kapitalizminin baskısına dayanamayarak “devlet kapitalizmi” mevziinden gerileyen, Erdoğan Türkiye’sinin iktisadi ve siyasal “yol göstericiliği”nde Batı’ya ve liberalizme eğilim gösteren Suriye’de, otokratik rejimin kodaman bürokrat sahiplerinin kontrolü ellerinde tutmayı sürdürmeleri ve yolsuzluklar vb. ile devlet olanaklarını “değerlendirebilmeleri”, önü açılıp gelişen “piyasa” faktörlerinin yıkıcılığını misliyle artırdı. Rejimin yaydığı korkunun büyüklüğüne ve bunun hiç de nedensiz olmamasına karşın oluşan hoşnutsuzluk, Tunus ve Mısır örneğinin de ardından, ciddi bir muhalefetin yükselişinin kaldıracı oldu. Başlangıçta Alevi Sünni, Müslüman Hıristiyan demeden, kimi daha çabuk, kimi belirli tedirginlikleriyle çeşitli mezhep ve milliyetlerden sömürülen ezilen Suriye halkı sokağa döküldü ve gösterilere katıldı. Başlangıçta, 2004 Kamışlı olaylarının taze anılarıyla sadece Kürtler az-çok hareketsiz kalarak, gidişatı gözlemek üzere beklediler, bir süre sonra onlar da kısa süreliğine de olsa hareketlendiler; sonra yine bekleyişe geçtiler.
Ancak Suriye’de “kazın ayağı” farklıydı.
Ayaklanma, kitlesel gösterilerle, ilk kez, İhvan ve Hizbül Tahrirci olduklarından kuşkulanılanların sürgün edildikleri, doğru dürüst kentleşmemiş, hemen hiçbir alt yapı sorunu çözülmemiş, özellikle ciddi su sıkıntısı çeken, aşiret ilişkilerin baskın olduğu Ürdün sınırındaki hemen tümüyle Sünni nüfusa sahip Derra’da patlak verdi ve civara yayıldı. Fazla uzun bir süre geçmeden hemen tüm Suriye kitlesel gösterilerin ve rejimin bu gösterilere müdahalelerinin alanı haline geldi. Gösterilere ve hızla yükselen muhalefete katılmayan hemen hiçbir kesim kalmadı. Ancak, içeriden daha çok Selefiler2 gibi ortodoks İslamcıların yanı sıra ve başta Müslüman Kardeşler olmak üzere siyasal İslamcı akımların dayandıkları taban durumundaki doğal dinsel örgütlenme olan cemaatlerin belirli kesimlerinin “Alevi azınlığın Sünni çoğunluğu yönetmesi”ne karşı yükselttikleri, BAAS zulmünü mezhep zulmüne indirgeyen ajitasyonun tutup yaygınlaşmasının, dışarıdan Suriye’yi kuşatıp teslim almaya yönelmiş Batılı emperyalistlerce desteklenmesi, zaten örgütsüz muhalefeti bölünmeye yöneltti ve güçsüzleştirici etki yaptı. Bir yandan örgütsüz ve birleşik olmayan muhalefet yükselir ve kitlesel gösteriler sürerken, bu aynı kesimlerin emperyalizmin desteğindeki mezhepçi ajitasyonlarının yanı sıra küçük gruplarla hem mezhebi temelde hem de kitle mücadelesinin yükselişinin ürünü olmayarak silaha sarılmaları, sadece giderek bir ayaklanma görünümü kazanan gösterileriyle muhalefetin bölünüp parçalanmasına değil; ama başlıca ekmek ve özgürlük talepli olmakla birlikte çok sesli ve amaçları formüle edilmemiş dağınık kitlesel muhalefetin, silahlandırılmasına giriştikleri İhvan ve Selefi taraftar ve sempatizanlarıyla tarikatçı vb. gruplarda kendilerine dayanaklar bulan Batılı emperyalistlerin gerici bir “yenilenme”ye yönelik müdahalesi ile yan yana varolmasına götürdü.3
Deraa ve Hama, Humus gibi Sünni nüfuslu yerlerde kitlesel gösterilerin yanında hiç de küçük ölçekli olmayan silahlı eylemlere de tanık olunurken, polis karakolları, asker tesisler, adliye binaları gibi düzenin baskısının örgütlenme noktaları silahlı saldırıya uğradı, yakılıp yıkıldı. Ancak ayaklanma ve emperyalist müdahalenin bir arada seyretmesi ya da halk ayaklanması koşullarında emperyalistlerin kışkırtma ve müdahaleleri için uygun zemin bulmaları, müdahalelerini ayaklanmanın ardına gizlemeleri ve halk muhalefetinin yükselişi zemininde müdahalelerini geliştirmelerinde beliren Suriye’nin özgünlüğü, ayaklanmaya dönüşen kitlesel gösteriler sürerken, silahlanmanın buradan, gösterilerin silahlı gösterilere dönüşerek ve halk hareketinin ileri bir biçimi olarak ortaya çıkmaması, ama yan yana bulunmalarında yansıdı. Hemen tüm sömürülen ve ezilen yığınlar ayaktaydılar, neredeyse hak talep etmeyen kimse kalmamıştı. Silahlı eylemler ise, bu muhalefetin içinden, onun ilerleyişiyle ve “eskiyen” biçimlerin yerini alan bir mücadele biçimi olarak gündeme gelmedi, ama dış bağlantıları kesin olan ve ağırlıklı olarak üç bölgeden, Lübnan üzerinden, Türkiye ve Irak sınırından sokulan silahların radikal İslamcı İhvan taraftarı, Selefi vb. gerici grupların ellerine ulaştırılmalarıyla, özel olarak örgütlendirildi. Silahlı eylemlerin hemen tümüyle Sünni nitelikli küçük gruplarca yürütülmesi ve halk hareketinin içinden gelmeyen ve ilerleyişinin ürünü olmayan bu eylemleri yürüten küçük grupların, gerici ideolojik politik tutumları ve halktan ve halk hareketinden bu kopukluklarıyla, düzenin baskı aygıtının çeşitli birimlerini hedeflemekle kalmayıp, kendilerini ve tutumlarını dayattıkları halk üzerinde de baskıya yönelmeleri Suriye’de yaşanan sürecin orijinalliğini oluşturdu. Batı emperyalizmi kaynaklı olan ve tekelci kapitalizmin “güncel” ihtiyaçlarını karşılayan neoliberal saldırganlıkla halka karşı zulmün örgütlenmesi olan otokratik despotluğa karşı gelişen halk ayaklanması, “tarihin cilvesi” türünden dolaysız biçimiyle değil, ama halkın ayağa kalkışının –“haydut devlet” ilan ederek öteden beri hedef tahtasına oturttuğu– rejimi zora sokarak zayıflatmasını fırsat olarak değerlendiren aynı emperyalist güçler tarafından, henüz Libya türü açıktan müdahale edemeseler bile, doğrudan gerici amaçlara sahip olanların yanında dağınık ve bilinç düzeyi geri rejim muhalifleri arasından ve üstelik başlıca “muhalefet” adı altında kendilerine dayanaklar derleyip silahlandırmalarını mümkün kılıp kolaylaştıran “mümbit bir toprak” ve “örtü” görevi görmek üzere dolaylı biçimde kullanıldı. Emperyalistler, neoliberal politikalarla zorbalığının kefaretini bizzat Esad rejimine ödetmek üzere, halk üzerindeki baskıyı, halkın zulme, işsizlik ve yoksulluğa karşı öfkesini, ilerici demokratik taleplerini ve aynı içerikteki eylemlerini istismar ederek, şüphesiz tamamen karşıt amaçlara sahip oldukları halk ayaklanmasından, muhalefeti kendi gerici amaçları doğrultusunda yönlendirmek, bunu bütünüyle başaramadıkları durumda, aynı gerici amaçlara uygun olarak derleyip silahlandırdıkları gerici kesimleri muhalefetin ana kitlesine dayatmak üzere yararlanmaya yöneldiler.
Rejim karşıtı Suriye muhalefeti, başlangıçta Alevi Sünni, Hıristiyan, Arap, Kürt, Dürzi tüm dinsel ve etnik unsurlarıyla tam bir halk muhalefeti niteliği gösterirken, gerek emperyalistlerin gerekse onların ülke içinden derledikleri unsurların ihtiyaçlarına bağlı olarak asıl olarak Sünni niteliği kazanma eğilimi göstermeye zorlandı. Yurt dışında, daha çok Türkiye’de toplanan ve Suriye içindeki örgütlülükleri gelişkin olmayan ve halk muhalefetini temsil nitelikleri örgütsel bakımdan bulunmayan, fikri ve siyasi bakımdan da sınırlı olan siyasal İslamcı ve özellikle İhvan ağırlıklı muhaliflerin önü buradan açıldı, Kürtlerin Kürt olarak dışlanmalarının yanında destek bulan liberal eğilimlerle birlikte muhalifler siyasal İslami hatta ilerlemeye yöneltildiler.5 İçeride de, özellikle rejim karşıtı silahlı unsurlar, en kolay biçimde, Alevi, dolayısıyla “kafir” nitelikli olduğunu varsaydıkları rejimin Sünnileştirilmesi yönündeki ajitasyondan çabuk etkilenen ve aynı ajitasyonunun yürütücülüğünü yapar kılınabilen İhvan ve Selefi etki altındaki unsurlar arasından, genellikle aşiret ilişkileriyle de birbirine bağlanmış Sünni cemaatlerle tarikatlar içinden derlenebiliyor ve bu, hem iç hem de dış gericilik bakımından sözü edilen ajitasyonu ihtiyaç haline sokuyordu. Emperyalistlerle siyasal İslamcı gericilik, genel bir BAAS zorbalığı karşıtlığının yanında, özel olarak buradan güç olabileceklerini hesaplıyor, hiç değilse ülke nüfusunun önemli çoğunluğunu oluşturan Sünni nüfusu buradan peşlerine takabileceklerini düşünüyorlardı.
Halkın kitlesel eylemi bakımından “zamansız” ve halk hareketi üzerinde yükselmeyen, ama küçük grupların eylemi olarak dışarıdan dayatılan silahlı eylemlerin de itici, daraltıcı etkisiyle muhalefet buradan bölünüyor; emperyalistlerle uzlaşma ve işbirliği eğilimi gösteren dinci gericilikle ülke nüfusunun ezici çoğunluğunu oluşturan muhalefetin asıl kitlesi birbirinden kopma belirtisi gösteriyordu. Muhalefetin bölünmesinin bir belirtisi silahlı ve barışçıl eylemlerin benimsenip uygulanmasıysa, bir diğer belirtisi de muhalefete –şüphesiz Sünni nitelikli– siyasal İslami özelliği dayatan gerici ve gericiliğe eğilimli unsurların dar mezhepçiliğiyle ekmek ve özgürlük peşinde koşan sömürülen ezilen kitlenin amaç ve tutumlarındaki kapsayıcı genişliğin çelişik karakteriydi. Buradan sadece muhalefet bölünmekle kalmadı, ama Esad karşıtları arasından dayanaklar edinen emperyalistlerin “yeniden yapılandırmacı” müdahale ve kışkırtmalarıyla halkın kendi nesnel çıkarları temelindeki gerçek muhalefeti de ayrıştı.
Hemen herkes muhalifti ve kitlesel gösteriler on ve yüz binleri kapsıyor, rejimin yetkilileri de bunu kabul ediyordu.6 Rejim yandaşlarına varıncaya kadar hemen herkes düzenin yaşanılır bir düzen olmadığı, işlerin iyi gitmediği ve böyle gitmeyeceği, mutlaka değişiklik ve reform gerektiği konusunda fikir birliği halindeydi. Örgütsüzlük ve bilinç geriliği durumunda bile, en kötü ihtimalle, “Esad iyi, ama çevresi kötü” diye düşünülüyor ve düzenin elitleri bir yana bırakılırsa, “köhnemiş devlet örgütü”nün reformdan geçirilerek yenilenmesi üzerinde tam bir mutabakat sağlanmış görünüyordu. Yanı sıra ise, bu geniş muhalefetten hemen bütünüyle yalıtık olarak küçük gruplar tarafından silahlı eylemler sürdürülüyor ve bu gruplar emperyalistler tarafından beslenip destekleniyordu.
Muhalefet, geniş kitleleri bakımından, en azından şimdilik “Esad iyi, çevresi kötü” yönelimiyle düzenin reformdan geçirilmesini hedeflemekle yetinir durumda ve yabancı bir müdahaleye karşıt platformda bulunurken, dar silahlı gruplarsa, özellikle Amerikan Dışişleri Bakanı ve ardından Başkan’ının “Esad’la olmaz” açıklamasının ardından, Esad’ı doğrudan ve tartışmasız biçimde hedef alarak siyasal İslamcı gericiliğin lehine rejimin çökertilmesini amaçlıyor, bunun için dışarıda da müttefikler arayıp buluyordu.
Emperyalist müdahale ve kışkırtmalar, bu nedenle, kitlesel muhalefeti, kendisini, iyileştirilmesiyle sınırlamaya yönelterek düzenle uzlaşma aramaya geriletici bir etki yaparken, iç ve dış gericiliği daha çok Sünni kesim içinde dayanaklar edinmeye, bunun için de mezhep çelişme ve çatışmalarını kaşımaya götürüyor, muhalefeti bölüp Sünni olmayanları az-çok hayırhah davranmaya zorlayarak tersten Esad’ı güçlendiriyordu.
Suriye’ye gelinceye kadar ayaklanmaların patladığı bütün diğer Arap ülkelerinde iktidarların ardındaki asıl güç olan ve iktidarda kendi adamları bulunan Batı emperyalistler, “Bahar” bu ülkeye sirayet ettiğinde, öteden beri “başına çorap örerek” değiştirmek için çok sayıda girişimde bulundukları, kendisine uzak duran Suriye’nin BAAS rejimini devirmek için harekete geçtiler. Beşir babasının yerine geçerken iktidar savaşından yenik çıkarak sürgüne giden Rıfat Esad’ı yoklamışlar, ardından yine Suriye’den kaçan rejimin eski ikinci adamı Abdülhalim Haddam’ı destekleyerek, öteden beri BAAS rejimini yıpratıp değiştirmeye uğraşmışlar, olmamıştı. Sırası gelmişti. Üstelik Suriye’de bir rejim değişikliği için uzun zamandır hazırlıklıydılar. Vakit kaybetmeden işe koyuldular. İhvan’la Tunus ve Mısır’dan başlayarak yenileyip geliştirdikleri ilişkiler fazlasıyla işlerine yarayacaktı. Düğmeye bastılar. Suriye’ye gelinceye kadar, öteden beri destekçisi olarak müdahale ettikleri otokratik rejimlerin devrilmesinin ardından toplum mühendisliğine girişmek üzere müdahalelerine devam eden ya da Yemen’le Bahreyn’de olduğu gibi otokratik rejimlerin devrilmesini önlemek üzere müdahalelerini sürdüren Batılı emperyalistler, Suriye’de, ciddi boyutlar kazanmakla birlikte, halk muhalefeti henüz rejimi devirme yönünde fazla bir mesafe kat etmemişken, yandaş bir iktidar öngörerek, kendilerini –içinde etkili olup peşlerine takmayı amaçladıkları– Suriye muhalefetinin destekçisi gibi gösterip rejimin devrilmesini örgütlemeyi üstlenerek müdahale ettiler.
Az gerekçeleri yoktu.
Her şeyden önce Suriye, bölgenin “çıbanbaşı” durumundaki İran’la bir blok oluşturmuş, “stratejik ittifak”ını açıklamış, yakın duruyordu. Geçmişten beri ABD ile problemliydi; uzun yıllar Sovyetler Birliği’ne doğu Akdeniz’de dayanaklık etmiş, Sovyet filolarına liman kolaylıkları sağlamış, Amerikan emperyalizmiyle çatışmasında, Sovyet sosyal emperyalizmine stratejik ortak olarak hizmet sunmuş, ekonomisini de Batı kapitalizmine bağlamadan ve ona entegre olmadan, SB ile ilişkileri çerçevesinde ayakta tutmuştu. Bu ilişkiler içinde ve bizatihi kendi başına Filistin sorunu, Suriye açısından hep önemli olmuş; Suriye, direnişlerinde Filistinlilere üs imkanları sağlamış, elinden gelen desteği de fazlasıyla sunmuştu.7 Boyun eğmeye zorlanmak ya da stratejik yapısı ve sahip olduğu su kaynakları dolayısıyla düpedüz el konulmak üzere kendi topraklarının bir bölümü –Golan Tepeleri– İsrail işgalindedir ve hâlâ barış yapmadığı İsrail’i tanımamaktadır. Üstelik Suriye, hem Batılı emperyalistler ve hem de İsrail Siyonizmi bakımından, Lübnan ve uzun yıllar süren Lübnan’daki varlığı nedeniyle de “oyun bozan” durumundadır. Emperyalist-Siyonist planların bir türlü başarı kazanamamasının; Pax-Americana bir Ortadoğu barışı, aynı içerikli bir Filistin-İsrail barışı yapılamaması ve Lübnan’ın Batı dünyasındaki eski yerini alamamasının.. sorumluları arasında Suriye önde gelenlerden sayılmaktadır. Üstelik, uzaktan uzağa Rus ve Çin’le flört de etmektedir. Dolayısıyla hiç olmadık konuları bile gerekçe yaratmak üzere kaşıyıp müdahale nedeni oluşturmak, bu amaçla ülkede karışıklıklar çıkarmak, sabotajlar düzenlemek için sürekli bir çaba içinde olan emperyalistlerle yanı sıra yürüyen Siyonist İsrail, bu son oluşan müdahaleye son derece elverişli ortamı hiç kaçırmadılar.
Suriye, bu nedenle halkın ayağa kalkışı ve yaygın muhalefeti koşullarında “içeriden” muhalifler arasından kendisiyle işbirliğine hazır Esad karşıtları derleyen Batılı emperyalistlerin kışkırtma ve müdahaleleriyle “renklendi”; bir süredir halkın yaygın muhalefetiyle emperyalistlerin “toplum mühendisliği” hesapları yan yana yürüyor.

NÜFUS YAPISI
Bu iki yanlı mücadelenin sürdüğü Suriye’nin demografik yapısına kasıca değinmekte fayda var. Ülkenin etnik ve dinsel/mezhepsel yapısı üzerinde şu nedenle durmak gerekli ki, hem Suriye’nin –Esad’ın orduda da etkili olan azınlık durumundaki Nusayrilerden olduğu– parçalı yapısına dışarıdan bakıldığında rejime karşı muhalefetin dinsel/mezhebî bir muhalefet olarak şekillendiği yanılsaması doğabiliyor, hem de Suriye üzerine yayınlara bakılırsa bunun doğru olduğuna inanmamak için sebep kalmıyor. Hele Türkiye’den bakıldığında, Hatay, Mersin, Tarsus’ta önemli bir nüfus olarak yerleşik bulunan Arap Alevileri olan Nusayrilerin hiç değilse belirli bir bölümü, Esad’la “akrabalıklar”ının hatırına olmalı, bir zamanlar Türkiye’de dillere yapışmış olana benzer biçimde, genellikle Suriye’deki muhalefeti “şeriat isteyen yobazlar” ve Esad’ın bastırma faaliyetini “yobazlığa karşı mücadele” olarak algılama ve böyle yansıtma tutumundalar. Ki Esad rejimi de olan biteni böyle yansıtma eğiliminde. Ve ikinci olarak, Suriye muhalefeti içine doluşan ve özellikle başta Türkiye olmak üzere yurtdışında toplantılar örgütleyen muhalefetin siyasal İslamcı gerici kanadı, Sünni İslamcı vurgularıyla, rejime yönelik “kafir” edebiyatıyla, Suriye’de olup biteni, bilinç altlarına yine dinsel/mezhepsel çatışma olarak kazıma çabasındadır.
Gerçekse şöyledir:
Suriye, 22-23 milyon nüfuslu ve 1961’den bu yana BAAS’ın iktidarda olduğu bir ülke. BAAS rejiminde ancak bu partiyle cephe oluşturmuş partilere yaşam hakkı tanınmakta, bu kapsamda örneğin birbirleriyle çekişme halindeki iki “komünist parti” birer bakanla hükümete “ortak” bulunmakta ve ülke 7 partinin ortak olduğu “İlerici Ulusal Cephe” tarafından yönetilmektedir. Gerçekte BAAS iktidarı bir tek parti diktatörlüğüdür ve bu partinin de başı olan devlet başkanı Esad, başbakanı, bakanları, silahlı kuvvetler komutanını, –Suriye MİT’i olan JİTEM benzeri, kötü ünlü– gizli servis Muhaberat başkanını atama, Meclis’i feshetme gibi yetkilere sahiptir.
Nüfusun %85’i İslam, %12’siyse Hıristiyan’dır. Büyük çoğunluğunu Lübnan’ın kuzeyiyle Ürdün’ün sınır bölgelerinde de yaşayan Rum Ortodoks Kilisesi’ne bağlı Maruniler’in oluşturduğu Hıristiyanların geri kalanını ise Ermeniler’le Nasturiler (Asurlular) oluşturuyor. Nüfusun %3’ü de Dürzi, Ezidi ve Yahudi. Aleviler nüfusun %15’ini (bunun %12’si kadarı Nusayri), Sünniler ise %65 kadarını oluşturmaktadır.
Etnik olarak ise, nüfusun %73’ü İslam, %15’i Hıristiyan kökenden olmak üzere büyük çoğunluğu Arap, %9-10’u Kürt, %3’ü de Yahudi ve Dürzi. Küçümsenmeyecek bir Filistinli nüfusun yanında, Suriye’de büyük kentlere dağılmış halde Çerkes, Asuri, Ermeni nüfus da bulunuyor. İsrail işgalindeki Golan’daysa 200.000 Arap yaşıyor.
Özetle Suriye, hem etnik hem de inanç bakımından oldukça parçalı bir yapıya sahip. Ama bu durumu, Mart’tan bu yana Suriye’de olan bitenin bir mezhep çatışması olması ya da böyle gösterilmesi bakımından yeterli değil.

SÜNNİLER VE İHVAN
Osmanlı döneminden beri Suriye’de siyasi, ekonomik ve kültürel ayrıcalıklara sahip olan Sünni Araplar, günümüzde Lazkiye ve El-Süveyde dışında her yerde çoğunluğu oluşturmakta ve genellikle ticaretle uğraşmaktadırlar. Nüfusun %70-75’ini sağlayarak asıl yerleştikleri bölgelerse, Hama, Humus, Halep, kuşkusuz her mezhep ve etnisiteden yığınların yerleşik olduğu Şam ve güneyde Derra’dır. Ancak çoğunluğu teşkil etmelerine karşın kırk yıldan fazladır ayrıcalıklarını koruyamamış, egemenliklerini kaybetmişlerdir. Bu durum, Mısır çıkışlı İhvan’a Suriye’de, kuşkusuz Sünniler arasında kolaylıkla örgütlenme olanağı sağlamış, ancak bu örgütlenme Sünnilerin çoğunluğu oluşturmalarından dolayı fazlasıyla tehlikeli bulunarak, İhvan BAAS rejimi tarafından siyasetten dışlanmış, ancak Sünnilerin, İhvan saflarında örgütlenerek verdikleri tepki gecikmemiştir.
1970’lerin sonlarından itibaren altyapı tesislerinin yanında askeri tesis ve yetkilileri, Alevilerin yanı sıra onlarla birlikte “kafir” saydıkları Hıristiyanları da hedef alarak BAAS rejimine karşı küçük silahlı gruplarla vur-kaç saldırılarına giriştiler. İhvan özellikle ’76’da Suriye’nin Lübnan’da iç savaş batağına saplanmasının zorluklarından yararlanmaya çalıştı. Hükümetin tepkisi, toplu tutuklama ve infazlarla sert oldu. İhvan Haziran ’79’da Halep’teki topçu okulunda 83 askeri öğrenciyi öldürürken, 1980’de Şam’da yüzlerce kişinin öldüğü üç bombalı saldırıyla saldırılarını tırmandırdı. Şubat 1982’de Hama’da yerel bir ayaklanma patladı, BAAS militanı ve rejim yandaşı çok sayıda kişi öldürüldü. Hama “kurtarılmış şehir” ilan edildi ve genel ayaklanma çağrısı yapıldı. Hafız Esad’ın kardeşi Rıfat’ın komutasında Hama’ya saldırıya geçen askeri birlikler tam bir katliam yaptılar, zehirli gazın da kullanıldığı bu saldırıda 20-30 bin kişi öldürüldü.
’82 Hama ayaklanması ve katliamı BAAS’la İhvan ve ötesinde mezhep ayrılılıklarını şiddetlendirip ayrımcılığı besleyerek, Suriye Alevileriyle Sünniler arasında derin bir güvensizlik uçurumu oluşmasına götürdü; yeniden birleştirilmesi neredeyse olanaksız biçimde “vazonun kırılması”na neden oldu ve Suriye toplumsal siyasal yaşamı artık mezhep ayrılıkları ve çatışmalarının gölgesinden kurtulamadı. İhvan üyeliği bundan böyle idam demek oldu ve bu örgüt Suriye içinde yasallığın kırıntısından bile yararlanamaz kılındı, yöneticileri sık sık yer değiştirerek ancak sürgünde yaşayabildiler.
Zihinlerde böyle bir tarihsel arka planla Esad ve ordudaki ağırlıkları nedeniyle rejim Nusayri varsayılırken Sünni nüfusun çoğunluğu oluşturması ve Derra’dan başlayan ayaklanmanın en çok Hama, Humus gibi üçü de hemen tümüyle Sünni nüfusa sahip bölgelerde güç kazanması ve ağırlığını hissettirmesinin yanında, silahlı eylemlerin de yine bu bölgelerde yoğunlaşması, halk hareketi olarak tanık olunan muhalefetle Sünnilik arasında bir paralellik, hatta özdeşlik kurulmasına zemin oluşturdu. Daha da ileri gidilip bir adım daha atılarak, siyasal İslamcı bir akım olan şeriatçı Müslüman Kardeşler ya da Arapça adıyla İhvan-ı Müslimin’in rejim karşıtlığı ve Sünni özelliği bilindiğinden, muhalefetle İhvan arasına eşit işareti, özellikle yurt dışındaki muhalif toplantıların katılımcılarının liberalizmin eşliğindeki siyasal İslamcı ağırlıklarına bakıldığında, kolaylıkla konulabildi.
Oysa, dış bağlantılarıyla birlikte silahlanmış ve emperyalist müdahalenin unsuruna dönüşmüş kanadı bir yana bırakıldığında, muhalefet Sünnilerden ibaret olmadığı gibi, Sünniler bütünüyle muhaliflerden de oluşmamaktadır. İş ve ekmek yanında BAAS zulmünü hedef alarak özgürlük isteyen halk muhalefetinin yalnızca Sünni nüfus içine sıkışması için bir neden yoktur. Tek neden olarak ileri sürülen Esad ve yakın çevresinin ağırlıklı olarak Alevi oluşları, olan bitenin sadece mezhep çatışmasından ibaret olduğunun kanıtı olarak kullanılmakta; ancak bu “kanıt”, tekelci kapitalizm çağında sömüren ve sömürülen sınıflar gerçeğini ve neoliberal uygulamalar ve sonuçlarıyla BAAS zorbalığının, yalnızca Sünni olanlarını değil, ama hoşnutsuzluk ve öfkelerini tahrik ederek tüm sömürülen ezilen halkı hedef aldığını “gözden kaçırmaktadır”.
Muhaliflerin Sünnilerden ibaret olmayışı bir yana, tersinden, Sünnilerin muhaliflikleri iddiası da asılsızdır. Diğer etnik, din ve mezhep grupları gibi, Sünnilerin de zengin “üst” kesimleriyle yoksul “aşağı” katmanları, iktisadi, siyasal ve sosyal yaşamın çeşitli alanlarında farklı pozisyonlarda olmuşlar, ayaklanma karşısında da farklı tutumlar almışlardır. Yoksul Sünniler genellikle muhalif saflarda yer almışlardır, doğrudur, ancak ticaret başta olmak üzere ekonomide hatırı sayılır bir yer tutan büyük zenginlikler biriktirmiş Sünni burjuvaziyse egemenlerdendir ve rejimin önde gelen dayanakları arasındadır. Musul’un yanı sıra Şam da bu burjuvazinin ekonomik faaliyetin odağında olduğu yerlerdir ve Sünni burjuvazinin iktisadi ve sosyal egemenliği, siyasal alana da yayılmazlık etmemiştir. Büyük ve etkili aşiretlerin önde gelenlerinden olan gerek Dışişleri Bakanı Mülayim, gerekse başta Ekonomi Bakanı olmak üzere rejimin önemli makamlarında oturmakta olan bir dizi bakan, muhalefetin başlangıç noktası ve en yoğun mekanlarından biri olan Derra’lı Sünnilerdendir. Başka türlüsünün olanaklı olduğu da herhalde düşünülemez ve büyük bir nüfus oluşturan Sünnilerin tümüyle karşısında yer aldıkları, yalnızca küçük bir azınlık durumundaki Nusayriler içine sıkışmış bir BAAS iktidarının bunca uzun yıllar boyunca ve bunca yoğun dış baskı ve müdahaleye rağmen yalnızca süngü zoruyla hükmetmeye devam edebileceği varsayılamazdı.
Rejimin Sünnilerle ilişkisi ve onları kapsamaya ve dayanağı kılmaya yönelik yaklaşımları, sadece iktisadi ve siyasal egemenlik alanıyla sınırlı kalmamakta, ama bizatihi dinsel alana da yayılmaktadır. Fethullah Gülen’inki gibi büyük ve etkili bir tarikat/cemaatın başında bulunan, üstelik dini bir “rütbe”ye de sahip Sünni bir din adamı olan Şeyh El Bouti ve cemaati rejimin dayanakları arasındadır. İhvan’dan hiç hazzetmeyen ve tıpkı Gülen gibi bir okul-cami-şirket mekanizmasına sahip olma ayrıcalığıyla, Şeyh, cemaatten “yatırımcı”larca ihya edilen çok sayıdaki okulları ve buralarda yetiştirilip eğitilen imam/hocaları gönderdiği yine hakimiyeti altındaki camileri aracılığıyla Sünni halk içinde küçümsenemez bir güce sahiptir. Bir Arap Alevisi olan baba Esad’ın cenaze namazını da kıldıran El Bouti, üstelik, muhalefetin yükselişi döneminde Sünniler bakımından dikkate değer bir “reform”un (!) da sağlayıcısı olarak siyasal bir “başarıya” da imzasını attı ve hem kendi pozisyonunu hem de rejimin Sünniler indindeki görüntüsünü sağlamlaştırdı.8
Ancak yine de özellikle dış bağlantılı silahlı muhalefetin Sünniler içinden yükselişi ve dayanaklarını bu kesim içinde bulması, muhalefeti bölüp güçten düşürmenin ötesinde, tarihsel bir zemine de oturan mezhep ayrımları ve ayrımcılığının etkisiyle, zihinlerde olmasa bile bilinçaltlarında muhalefetin Sünniler, hatta doğrudan İhvan üzerine yapıştırılması eğiliminin gelişmesine yol açtı; Nusayri ve Maruni yoksulları, Dürziler, Ermeniler vb. bu nedenle muhalefetten kopup karşısına geçmediler, ancak muhalefeti ürkütüp bölüp parçalamak üzere sürekli olarak İhvan’ı işaret ederek tehlikesini vurguladığı mezhep ayrılık ve çatışmalarıyla özellikle başarısı halinde şeriatçı bir “Sünni rejimi” altında yaşamaktan çekinerek ayak sürümeye ve “rejimin reformdan geçirilip iyileştirilmesi”yle yetinmeyi benimsemeye gerilediler.
İhvan’a gelince, bir akım olarak, gerek yurt dışında düzenlenen muhalif toplantılarda gerekse yurt içinde, özellikle doğal dinsel örgütlenmeler olan Sünni cemaat ve tarikatlar üzerinde şüphesiz ki etki sahibidir. Ve bu etkiye temellik eden inanç ve imana dayalı “fikri” bağlar kadar doğal örgüt ilişkileri de, Sünni nüfus içinde bu akımın ciddi ve yaygın bir örgütlenme potansiyeli bulunduğunu ve uygun koşullara sahip olduğunda, İhvan’ın oldukça kısa süre içinde küçümsenemeyecek güçte bir örgüt haline gelebileceğine işaret etmektedir. Üstelik Mısır ve Tunus’taki “kardeşleri” ile kurdukları yakınlığın ardından Batılı emperyalistlerin şimdiden açık desteğine de sahiptir. Örgütlenmesine temel teşkil edecek kesimlerin de ayağa kalktıkları, ötesinde belirli unsurlarının dış destekten de yararlanarak silaha sarıldıkları, muhalefet ve müdahalenin yan yana varolduğu güncel koşullarda, İhvan’ın örgütlenmeye giriştiği ve bu alanda belirli adımlar attığından kuşku duymamak gerektir. Ancak bütün bunlara karşın, İhvan, henüz örgütlenmesinin önündeki ölümcül engellerin kalkmadığı, dolayısıyla güçsüz örgüt ilişkileri muhalefet üzerindeki “fikri” gücü ile kıyas kabul etmez bir akım durumundadır. İhvan, bugünkü Suriye muhalefeti içinde içeride henüz örgüt olarak önemli ve belirleyici bir yer tutmamaktadır; yarın öyle olabilecek olsa bile, bugün için –çoğu silahlandırılmış– dağınık militan ve sempatizanlarla otonom gruplardan ibarettir ve ülke içinde merkezi yapıya sahip etkili bir İhvancı muhalefetten söz etme olanağı yoktur. Ancak bu haliyle bile Esad rejimini tedirgin etmektedir ve üstelik halkın, özellikle doğal bağlara sahip oldukları Sünni yığınların hoşnutsuzluk ve düzene karşı muhalefetlerinden güç alıp beslenerek güçlendiği ve Suriye’nin içinde bulunduğu kaotik ortamda örgütlenmesini geliştirmenin tüm şartlarına sahip olduğu ortadadır.

NUSAYRİLER
Türkiye’de Tarsus, Mersin, Hatay’da ciddi bir nüfus yoğunluğuna sahip olan Nusayriler, Suriye’de, aynı yayın devamı üzerindeki Lazkiye merkezli olarak yerleşikler. Her etnik ve dinsel unsurun yaşadığı Şam’da da ciddi bir Nusayri nüfus bulunuyor. Bir azınlık durumundaki Nusayriler BAAS iktidarı öncesi ezilen bir kitle halinde, yoksul bir kesim olarak, daha çok kentlerin dışında yaşamaktaydı ve tahmin edileceği gibi Sünni çoğunluğun baskısı altındaydı. BAAS iktidarı onlar için bir “şans” anlamına geldi.
BAAS, başlangıçta Hıristiyan Mişel Eflak tarafından kurulmasına ve etnik ve dinsel ayrımlar üzerine oturmamasına karşın, bir Nusayri olan ve 1970’de iktidarı ele geçirerek onu “yakınları” ile tahkim etmeye yönelen baba Esad’la birlikte giderek, Nusayriler devlet ve ordu kadrolarında etkin bir şekilde yer alarak öne çıktılar, ileri gelenleri sınıf atladı ve kentlerde yaşamaya başladılar.
BAAS rejimi bir Nusayri rejimi olmadı, ancak giderek Nusayri ağırlığı arttı, bu ağırlık, ordu içinde ve siyasette olduğu kadar ekonomide de hissedilir hale geldi. Bunda şaşılacak şey yoktu: Benzeri otokrasilerde daima görüldüğü üzere, siyasi ve iktisadi egemenliği elinde tutan kodamanların, hükümet şefleri ve büyük zenginlerin iç içe geçmesiyle şekillenen oligarşide, Esad, (kardeş Mahir ve her taşın altından çıkan ultra zengin kuzen Mahluf örneği) ailesi ve etrafları dikkate alındığında, Suriye’de ekonomide de bir Nusayri ağırlığından kaçınılamayacağı ortadaydı. Ancak Nusayrilerin bu ağırlığı, örneğin Sünnilerle Marunileri yok sayacak bir noktaya ilerlemek bir yana, “eşitler arasında birincillik” içeriğiyle, oligarşi içinde bir ağırlık olarak kaldı ve özellikle bu iki kesimin gücüyle dengelenerek varoldu.

MARUNİLER VE REJİMLE İLİŞKİLER

Siyaset ve iktisatta Nusayri ağırlığının, tüm diğer kesimlerin dışlanması anlama gelmediği söylenmişti. Böyle olduğunda iktidarın sosyal temeli ve dayanaklarının olağanüstü daralacağı, dayanıksızlaşacağı ve kısa sürede yıkılma riskiyle yüz yüze olacağı tahmin edilmez değildi ve BAAS, Nusayri ağırlığı kazanmasına karşın, “kuruluş felsefesi”ndeki türden “tüm kesimlerin partisi” olduğunu ileri sürerek, her toplumsal kesime eşit davrandığı propagandası yürüttü, bunun gereği olarak onlar içinde de dayanaklar edinme yolunu tuttu. Türkiye’de Kürtlerin PKK’li sayılması türünden BAAS rejimi de tüm Sünnileri hiç değilse potansiyel İhvan’cı saysa bile, yine de Sünniler ve özellikle daha modern bir kesim olan Maruni Hıristiyanları kazanmanın yollarını aradı. Buldu da.
Bu kapsamdan olmak üzere, örneğin baba Esad, ’80’lerde yaptığı konuşmaların neredeyse tamamına ‘Allahu Ekber’le başladı, hatta bu konuşmalarında –12 Eylül’ün şefi K. Evren’in nutuklarını hatırlatacak biçimde– Kuran’dan ayetlere yer verdi. Esad sıklıkla Müslüman olduğunu vurguladı, çünkü burjuvazisinin Esad’la birleşmiş olmasına karşın, Sünni çoğunluk Alevilerin İslam olmadığından emindi ve bu nedenle BAAS rejimini sorgulamaktaydı. Bu nedenle, oğul Esad’ın Esma Esad gibi Sünni bir eş seçmesi, herhalde “aşk”a değil, ama iktidarının meşruluğunu gözetmesine ve –mezhep ayrılıklarını göz önüne alarak– dinsel dayanakları bakımdan iktidarını sağlamlaştırma çabasına bağlanmalıdır.
Bu çaba, Maruniler şahsında daha da önemle yürütüldü. Kuzey Lübnan ve Ürdün’de yaşayanlarla da sıkı bağları bulunan ve başlıca Şam’da yerleşik bir kentsel nüfus olan, kapitalizme ve dolayısıyla Batı’ya en yakın ve oldukça zengin bir toplumsal kesim durumundaki Maruniler, bu politikaya kolay uyum sağladı ve iktidarla aralarını iyi tuttular. Zaten iktisaden egemenler arasında bulunan ve yeterince zangin olan Maruni burjuvazi sadece iktisaden daha da zenginleşmekle kalmadı, ama Sünni elitler gibi hükümete bakan da verdi. Öyle ki, BAAS rejimi, Nusayri ağırlıklı olmakla birlikte yalnızca Nusayri seçkinlerinin rejimi olmadı.
Kürtler bir yana bırakılırsa, geri kalan Dürzi, Filistinli, Çerkes, Ermeni, Yahudi vb. azınlık ulusal topluluklar bakımından da geçerli olan BAAS’ın bu kendisini dayatan “kapsayıcı” çabası genellikle olumlu yanıt buldu ve olumluluk, “Arap Baharı” Suriye’ye ulaşıp tüm toplumsal kesimler en başta demokratik özlem ve talepleriyle sokağa çıktıklarında işlevsel oldu.
Yoksulları ayağa kalkmasına kalkmışlar, aydınları da muhalif saflarda yerlerini almışlardı; ancak ötesinde mezhep ayrılıklarının etkisi altında, silahlı eylemlere girişmiş “Sünnilerin intikamı”yla da ürkütülen Nusayriler, Nusayri olarak, bir de rejim az-çok iyileşecek olsa, kendilerini BAAS iktidarı altında emniyette hissedeceklerdi ve tabii ki yanılsama, ama iktidarı “kendi” iktidarları olarak görme eğilimindeydiler. Maruniler ve yanı sıra Sünniler dışındaki tüm geri kalanlar, BAAS iktidarıyla kurdukları ilişkiyi, olası bir iktidarlarında ne yapacakları belli olmayan ya da “kafirlik”in cezalandırılması yanlısı oldukları bilinen İhvan’ın siyasal İslamcı iktidarına tercih edip, belirli reformlardan geçirilme durumunda, en azından hayırhah bir tutum alarak, “rejimi devirme”yi, sokağa dökülen halkı arkalamayı hesap ederek, sadece sırt sıvazlamakla kalmayan, ama para ve silah yardımı da sağlayan en başta Amerikan ve Fransız emperyalistlerinin desteğiyle silahlı mücadeleye girişen dinci Sünni kesimlere bırakıp, Nusayriler de aralarında olmak üzere, kendilerini –başlangıçtaki tutumlarından– geri çektiler. Öyle ki, kitlesel olarak ayağa kalkan halk ve halk muhalefetinden geriye, rejimle belirli bir “rezonans”a girerek, kendisini, zorbalığın da üzerlerine yıkıldığı, Esad’ın “yolsuzluklara batmış köhnemiş çevresi”nin değiştirilmesi ve belirli reformlarla düzenin sürdürülmesini kabullenme noktasına geriye çekerek yatışma belirtileri gösteren çoğunluk eğilimiyle, özellikle ülke içinde mezhep çatışması yürütme görüntüsüne sıkışmış, bölgede, ileri bir adım atıp, müttefiklerinden yoksun bırakıp yalıtacağı İran’ı da gerileterek, egemenlik peşinde olan emperyalistlerin desteğindeki İhvan’ın ideolojik etkisi altındaki belirli Sünni kesimlerle sınırlanan küçük grupların karakollara ve Cisr Şuğr’da 120 güvenlik görevlisinin öldürülmesinde olduğu gibi rejimin silahlı birliklerine saldırdıkları silahlı faaliyetlerinin kaldığı söylenebilir.

KÜRTLER
Arapların ardından ciddi alınması gerekli en geniş ulusal topluluğu oluşturan Kürtler başlıca Şam’ın iki büyük mahallesi (Ekdor ve Duman) ile Hama, Kamışlı ve Halep’te toplanmış durumdadır. Alevi Kürtler çok azdır. Ezidi ve Keldaniler bir yana Kürtlerin ana kitlesini oluşturan Sünni Kürtlerse, Suriye’nin kuzey ve kuzeydoğusunda yerleşik halde, aşiret örgütlenmesine dayalı toplumsal yapılarıyla kendi ulusallıklarına sahiplenerek yaşamaktadırlar; ulusallıklarının dışında, örneğin Suriye Müslüman Kardeşler örgütlenmesi içinde hiç yer almamışlar, İhvan’ı tarihte hiçbir zaman desteklememişlerdir.
Kürtlerin en ciddi sorunları kimlik sorunudur. Ana kitleyi oluşturan Suriye’de öteden beri mukim Kürtler vatandaş sayılsalar da, 1962’de yayınlanmış bir kararnameyle, 1945’ten beri bu ülkede yaşadıklarını kanıtlayamayanlara vatandaşlık hakkı tanınmamıştır. 250 bini aşan bir kitle durumundaki bu kategoriden Kürtlere özel bir “kırmızı kimlik” verilmekte ve kendilerine Maktoumeen (kayıt edilmemişler) denmektedir. Hiçbir hakları yoktur. Yakın zamanlarda dışarıdan, örneğin Türkiye gibi ülkelerden gidenlerin ise “kırmızı kimlikleri” bile yoktur. Var sayılmamaktadırlar. Bu iki grubun da, seçme-seçilme, kamu görevlisi olma, pasaport taşıma, toprak satın alma, sağlık hizmetleri vb. vatandaşlık haklarından yararlanma ve belirli okullara kaydolma hakları yoktur.
Suriye’de, en güçlü Kürt partisi olan PYD’ye (Demokratik Birlik Partisi) üyelik iddiasıyla 2000 Kürt siyasi tutuklu bulunmaktadır.
Kürt halkının başlıca talepleri, 1) Anadilde eğitim, 2) Özerklik, 3) Kimlik sorununun çözümü ve 4) Af’tır.
Tunus ve Mısır’ın ardından Suriye de hareketlendiğinde, bu hareketlenmeden başlangıçta tüm rejim dışına itilmiş muhalif güçler gibi Kürtler de etkilendiler. Önce, görmüş geçirmişlikle9 gözleyerek beklediler ve ardından onlar da sokağa döküldüler. Esad’ın “reform” vaadi, bu kapsamda af ve kimlik sorununun çözümü gündeme geldikten ve 20-30 PYD’li yönetici serbest bırakılıp geri kalanların da bırakılacakları açıklandıktan sonra, Kürtlerin beklentileri arttı ve koşut olarak hareketsizleşip, yeniden, ama bu kez bir pazarlık süreci çerçevesinde beklemeye geçtiler. Bunda, silahlı eylemlerin ortaya çıkmasının dış müdahalelerin varlığının işareti olmasının yanında halktan kopukluğunun Kürtler bakımından da oluşturduğu tehdit ve tehlikelerin Kürtler tarafından algılanmasıyla birlikte İhvan yönelimli muhalefetin en az Esad rejimi kadar Arap milliyetçiliğiyle malul olması etkili oldu. Kürtler; Arap milliyetçisi tutumu nedeniyle İhvan’a geçmişten bugüne hiç yakın hissetmedikleri gibi, aynı tutum bugün de devam etmiş ve özellikle yurtdışında İhvan ağırlıklı düzenlenen muhalif toplantılarda Kürtlerin temsiline yer verilmeyerek, “eklenti” babından İhvan’ın platformunda durmayı kabullenen ve temsil yeteneği bulunmayan birkaç kişinin çağrılmasıyla yetinilip Kürtler dışlanmışlardı. Sonuçta, hem rejime hem de siyasal İslam ağırlıklı muhalefete karşı “gardını alarak” mesafeli duran Kürt halkı, halkın kendiliğinden muhalefetinin ötesinde, içinde yer alabileceği “üçüncü bir cephe” olarak örgütlenmesine girişilmiş yeterince güçlü bir hareketin bulunmadığı koşullarda, geçmiş deneylerinin dersleriyle kendi başına muhalefet yürütmek üzere öne çıkmaya da eğilim göstermeyerek –belki aktif denebilecek türden bir– beklemeyi seçmiştir.
Zamanında Suriye’nin iyi ilişkilere sahip olduğu PKK’ye üs sağlamış olmasıyla bu iyi ilişkilerin, şimdi iki tarafın da Amerikan müdahalesine karşı olmalarıyla birlikte, Suriye ile Kürt nüfus arasında, tabii ki Kürtlerin taleplerinin az-çok karşılanmasıyla gelişebilecek bir yakınlığın kolaylaştırıcı etkeni olabileceğini düşünmek yanlış olmayacaktır ki, PKK Suriye’yi Batı Kürtlerinin taleplerini karşılamaya çağırmaktadır. Öte yandan muhalefetin yenilenmesi, örneğin Kürtleri kapsamayı da amaçlayarak muhalefeti birleştirecek yeni bir Koordinasyon Komitesi’nin kurulması türünden eğilimlerinin ortaya çıkmasıyla Arap milliyetçisi tutumda bir gerileme ve Kürtlere el uzatılması ihtimalinin belirdiği de söylenmelidir. Kuşkusuz nüfusun yüzde onu gibi büyük bir oranını oluşturan Kürtlerin kazanılması her iki taraf için de önemli sayılmakta, fazla taviz verilmeden de olsa, Kürtler Esad tarafından rejimini sağlamlaştırmak üzere kendi yanına, muhalefet tarafından da rejimi güçsüzleştirmek için karşı tarafa çekilmeye uğraşılmaktadır, ancak şimdilik bu iki çaba da sonuç vermemiştir.

DIŞ MÜDAHALELER
Amerikalılar, peşlerine sair Batılı emperyalistleri de takarak, öteden beri Suriye’ye müdahale uğraşındalar. Suriye’yi çoktan beri “haydut devlet”lerden biri ilan etmişlerdi. Suriye’yi çökertmek, olmazsa İran’la bağlantısını keserek diz çöktürmek Ortadoğu’ya ilişkin stratejik amaçları arasındaydı.
Irak’a yönelik ikinci Amerikan müdahalesi ve Irak’ın işgalinin ilk dönemlerinde, savaşın Suriye’ye yayılmasının kıyısından dönüldü. Amerikan birlikleri, Suriyelilerin Irak’a yardım ettikleri bahanesiyle Irak-Suriye sınırında Suriye birliklerine saldırdılar, ancak, savaşın büyüyüp yayılmasını göze alamayıp saldırılarını durdurdular.
Ardından, Refik Hariri suikastı üzerinden ABD, Suriye’ye çok yüklendi ve en son BM’den yargılamalara ilişkin bir karar çıkardı. Hariri’yi Hizbullah öldürmüştü, destekçisi ve asıl organizatörü ise Suriyeli ajanlardı; iddia buydu, Suriye köşeye sıkıştırılmaya ve yalnızlaştırılıp yalıtılmaya çalışıldı.
Libya’ya silahlı NATO müdahalesi ise, Suriye’nin de topun ağzına konduğu anlamına geliyor ve tüm Arap halklarına olduğu gibi, Suriye halkına da, bu arada tabii ki BAAS rejimine de gözdağı verilmiş oluyordu.
Bununla kalmadı, Amerikan Elçisi’nin, beraberinde Fransız Elçisi olduğu halde, Hama’ya düzenlediği birkaç günlük “gezi” son derece pratik bir siyasal müdahaleydi. “Gözlem ve göstericilere destek sunma” amaçlı olduğu açıklanan gezi, şüphesiz Hama’yı 40 gün ellerinde tutmuş silahlı gruplara işbirliğinin ciddiyetini göstermeyi ve henüz ezilmekten uzak olan bu grupları cesaretlendirmeyi hedefliyordu.
Suriye’ye yönelik Amerikan müdahale ve dayatmaları zaman içinde dalgalandı, esnek taktikler çerçevesinde uygulandı.
Türkiye’yi Suriye’ye “örnek” gösterme10 ve “Suriye’de istikrar lazım, ama doğru çeşit bir istikrar lazım. Hem Suriye hem de Türkiye için en iyi sonuç olmalı” diyen Amerikan Dışişleri Bakanı H. Clinton’un ağzından Türkiye ile Suriye’nin “kader ortaklığı”na gönderme yaparak,11 Türkiye’yi, Irak’ın ardından Suriye’deki Kürtlerin de olası özerkliği ile terbiye edip kazanma taktiği, ABD müdahilliğinin belli başlı iki yönelimi durumunda olmuş; ABD, başlıca bu çift taraflı “havuç ve sopa” politikasını yürütmeyi sürdürmüştür. Bu çerçeve dahilinde esnemelerse hep olmuştur.
Önce, “haydut devletler”den olan Suriye hedef tahtasına oturtulmuş, ardından, sözde ABD’den farklı politika izleyen ve onunla “anlaşmazlık” halinde görünen Türkiye aracılığıyla ehlileştirilip liberalleştirilmesine çalışılmıştı. Ayaklanma patlayınca, yine “fırsat bu fırsattır” denip gaza basıldı. Sonra, İngiliz The Guardian’ın haberiyle12 ABD’nin yeni bir “bilgi sızdırması”na tanık olundu: ABD, Suriye’de değişim için yeni bir “yol haritası” hazırlamıştı ve öngörülen, “rejim değişsin, ama Esad gitmesin” formülüydü. Erdoğan’la teşriki mesaisi boyunca yumuşatıldığı düşünülen Esad’ın yeterince yumuşayıp yumuşamadığı sınanacaktı, bu nedenle ona “sivil demokrasiye güvenli ve barışçıl geçişe önderlik etme” görevi veriliyordu. Şartlarsa şunlardı: 1) Barışçıl gösterilere izin verilecekti, 2) Basın özgürlüğü genişletilecekti, 3) Bir “geçiş konseyi” kurulacaktı, 4) “Hayaletler” denen, gösterilere saldıran milis güçleri dağıtılacaktı, 5) Gösterilerde ölenler için resmi özür dilenecek ve ailelerine tazminat ödenecekti, 6) BAAS yüz üyeli “geçiş parlamentosu”nda 30 üyeyle temsil edilecek, 70 kişi ise Esad’la muhalifler arasında istişare ile belirlenecekti.
Fena mıydı! Bu “yol haritası”, Esad’ın reform vaat eden ikinci konuşması ve bir “ulusal diyalog grubu” oluşturulacağını açıklamasından sonra gelmişti. Hemen kurulan “diyalog grubu” çerçevesinde Şam’da 200 muhalif aydının toplantı düzenlemesi olanağı da tanınınca Esad’la yürünebilme ihtimali önem kazanmış ve plan açıklanmıştı. Amerikalı ve Fransız Elçilerin Hama ziyareti ise hemen bunun arkasından gelmişti. Belliydi ki, emperyalistler öyle küçük değişikliklerle yetinmemeye kararlıydılar, açıktan muhalefetin gerici kanadının yanında yer aldıklarını göstererek Esad’a tutacağı yolun ne olduğunu dayatmaktaydılar.
Birkaç gün sonra, karşılık olarak, “Esad yandaşları”nın Amerikan ve Fransız Elçilikleri baskını ve ardından ABD Dışişlerinden –sonradan Obama tarafından da benzer içeriğiyle yinelenen– sert açıklama geldi. Clinton, Beşar Esad’ın “vazgeçilmez olmadığını ve ABD’ye göre meşruiyetini kaybettiğini” söyledi. Ve hiç sektirmeden Türkiye, Erdoğan’ın ağzından, Esad’a yönelik olarak “halkına zulüm yapanlar abad olmazlar” açıklamasını yaptı. Amerikan politikasına uygun biçimde ve onun oynadığı “atlar”dan birine binerek “yumuşak güç” aracılığıyla Suriye’yi Batı’ya davet eden Türkiye gitmiş, yerine, artık bu yoldan yürünebilir olmadığını gören ABD’nin dayatmaları karşısında gerileyerek kendisi de Batı’nın birincil atına binerek “şahinleşen” bir Türkiye gelmişti.
Müdahale, işbirlikçilerle birlikte, bir biçiminden diğerine sürmektedir. Ancak doğrudan dış müdahalede bulunmak yerine, Suriye’nin Libya türü görece “kolay lokma” olmadığını bilen emperyalistlerin, dolaylı müdahaleleri, halk muhalefetinin yükselişini fırsat bilip ülke içinde finansmanıyla silahlandırılmalarını üstlendiği yandaş güçler örgütlemeyi ve içine sızarak muhalefeti kontrol altına almayı tercih ettiği görülmektedir.

MEDYATİK MÜDAHALE

Tüm Batı medyası, Bahreyn, Yemen ve diğerlerinin tümünden söz etmeyi keserek, bir Libya, bir de Suriye’de –devrilmesine rağmen– Kaddafi’yle Esad’ın zalimlikleri ve iki halkın katledilmekte olduğu haberleriyle dolup taşmaya başladı. Libya’nın bir hal yoluna girdiği düşünülerek, giderek ağırlık özellikle Suriye haberlerine kaydı. Artık Türk gazeteleri ve TV’lerinde de Suriye’deki zulüm ve katliam haberlerinden geçilmiyor. Oysa uzun süre, hükümet kontrolündeki TRT ve AA, Suriye’de olanları genel Batı medyasından farklı işlemiş; ayaklanmadan değil, ama küçük silahlı grupların vur-kaç eylemlerinden, hatta teröre başvurduklarından söz etmişti. Sonra birkaç gün içinde onlar da değişti ve Zaman ve Akit başta olmak üzere tüm Türk medyası, aynı Suriye düşmanı çizgiye geldi: “Suriye’de mezalim”. Tüm Batı medyası birkaç gün içinde milyonların ayakta olduğunu keşfetmiş, Derra’da beş yüz bin, Hama’da milyonluk gösterilerin haberlerini aktarır olmuştu. Tam bir dezenformasyon hüküm sürmekte ve kampanyanın başını Bahreyn’de bütünüyle sessiz kalan El Cezire çekmektedir.
Kuşkusuz benzer bir dezenformasyon Suriye kaynaklı olarak da yürütülmektedir. Suriye’den gelen haberlerde en çok, yer yer 10-15 binlik gösteriler düzenlendiği kabul ediliyor, askeri harekat ve 4-5 bini bulan öldürümler görmezden geliniyor.
Suriye’de “olaylar” olduğu kesin, ama rivayet muhteliftir. Ellerinde propaganda aygıtları bulunan iki tarafın da birer amacı var ve hem batılı emperyalistlerle başta Türkiye olmak üzere işbirlikçileri, hem de Suriye rejimi amaçlarına ulaşmak için yalan ve katillik de içinde olmak üzere her türlü yöntemi kullanıyorlar.

TÜRKİYE’NİN ÜSTLENDİĞİ YIKICI MÜDAHALECİ ROL
Batı’nın yüklenmesi Türkiye’nin hızla tavır değiştirmesine neden oldu. Sadece Türk medyası tutum değiştirmekle kalmadı; ama hükümet de Amerikan tutumlarını, henüz daha açıklanmadan bir gün öncesinden Davutoğlu’nun ağzından seslendirmelerle öncelemeye yöneldi. “Kardeşim Esad” dönemi kapanmış; “ortak kabine toplantıları”yla “Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi” ve stratejik ortaklık söylemi hükmünü yitirmişti. Türkiye hızla düşmanca tutuma yöneldi.
I) Suriye sınırında, Hatay’da yüz bin kişilik bir mülteci kampı oluşturuldu. Kamp kurulduğunda henüz Türkiye’ye gelen Suriyeli yoktu; ama kamp bir işaret fişeği rolü oynadı. Birkaç gün içinde on bin civarında sığınmacı Türkiye’ye geçip kampa geldi. Kampın belirli amaçlara sahip bir “üs” olarak öngörüldüğü şuradan belliydi ki, erkekler ve gençler, genellikle, yanlarında getirdikleri kadın ve çocukları bırakıp “mücadele”ye geri döndüler. Ve sonradan, Suriye’nin “geri dönün” çağrısı üzerine bir hafta-on gün içinde sığınmacıların on bine yakını (sonradan artmak üzere, 3 Temmuz tarihli Hürriyet’in haberine göre, 4658’i) geri döndü; ancak kamp macerası Türkiye’nin bir yıkıcı etkinliği olarak hafızalarda yer etmek ve ileride yeniden kullanılmak üzere, kenara çekildi.
II) İlk kez Robert Fisk’in bir makalesinde sözünü ettiği, tabii ki Amerikalı emperyalistlerce sızdırılan, Türkiye-Suriye sınırının Suriye tarafında, ayaklanan halka destek ve BAAS zulmünden kaçanlara sığınacak “güvenli bir bölge” sağlamak üzere bir “tampon bölge” oluşturulması haberi karşısında Türk yetkilileri yalanlama yapmadıkları gibi, bilmiş bilmiş söylenerek “neden olmasın” tutumu aldılar. Bu “tampon bölge”, şüphesiz ki, Saddam’a kuzeyine geçmeyi yasaklayan ve “Çekiç güç”çe denetlenen “36. paralel”den bir çizgi çekilmesi ve Libya’ya son NATO saldırısında olduğu gibi Kaddafi karşıtlarına “güvenlikli alan” açılması türündendir ve Türkiye tarafından onaylanmıştır. Türkiye, bugün için henüz tasarım halinde olsa bile, hem “fikren”, ama hem de pratiğe aktarılacak roller üstlenerek, Libya’da olduğu gibi, müdahalecilere katılmaktadır.
III) Türkiye, kapılarını, hemen tümü İhvancı, bir kısmı da eski rejim yandaşı yeni liberal Suriyeli “muhalifler”e ardına kadar açmış, İstanbul ve Antalya’da üst üste toplantılar düzenlemelerine önayak olmuştur. “Ulusal Kurtuluş Konferansı” adıyla İstanbul Pendik’te dualarla açılan toplantıda, başkanlığı üstlenen eski İnsan Hakları Genel Sekreteri Malih, karanlık amaçlarını örtmek üzere, Erdoğan’ın Kahire’de Mısır için önerdiği türden, “demokratik, laik bir Suriye kurmak” hedefini açıklamıştır! Muhalefetin yine siyasal İslamcı bir diğer kolunun Antalya toplantısında yaptığı “dış müdahaleye kesinlikle karşı olunduğu” açıklaması gibi, bu açıklama da, sadece bir yalandır. Türkiye, Suriye muhalefetinin, Kürtleri dışlamayı dayattığı, demokratlıkla laikliğin semtine bile uğramamış siyasal İslamcı Amerikancı gerici kanadını açıktan desteklemektedir.
IV) Uzun süredir Şam’da yaşamakta olan üstelik İhvancılığından kimsenin şüphe etmediği HAMAS önderi H. Meşal’le FKÖ önderi M. Abbas Mısır “Yüksek Askeri Konseyi”nin –tabii ABD adına– inisiyatif almasıyla bu ülkede görüşüp Filistin’de iç barış üzerine anlaştılar. Türkiye, HAMAS’ın Suriye ile ilişkisinin bozulmasını amaçlayan bu görüşmenin kotarılması ve olumlu sonuçlanmasının sağlanması sürecinde doğrudan yer aldı, taraflar bu süre içinde Türkiye’ye gelip gittiler, Türk Hükümeti’nden Meşal’e “git görüş” mesajı gitti. İran-Hizbullah-Suriye-HAMAS ittifakının sonu getirilerek Suriye-Filistin bağının bu koparılma adımı ne kadar başarılı olur şimdiden öngörülemez, ancak her halükarda Suriye’yi ve yalnızlaştırılmasını hedef aldığı bellidir.
V) Türkiye’den Suriye’ye, siyasal İslamcı gruplara “silah kaçakçılığı” yapıldığı artık gizlenemez haldedir. Örneğin, Suriye’nin Rakka gümrük kapısı yetkilileri, “Türkiye sınırındaki Rakka kentinde Türkiye’den gelen ve çimento taşıyan bir kamyonda yapılan aramada 36 adet otomatik silah ele geçirildiğini” açıklamışlardır. Batılı emperyalistlerin yanı sıra Türkiye tarafından da açıktan desteklenen İhvan’ın Türkiye’nin bu manevralarıyla cesaretlendirilip teşvik edildiğini söylemek için kahin olmak gereksizdir.

SURİYE’Lİ “MUHALİFLER”
Çok sayıda sürgündeki İhvancının yanı sıra Esad’ın eski Başkan Yardımcısı Abdülhalim Haddam, Şam Deklarasyonu Yurt Dışı Milli Konseyi Başkanı Abdurrezzak Eid, eski Suriyeli muhalif milletvekili Mamoun Homsi, Reform Partisi lideri Ferid el-Gaderi gibi sürgündeki Suriyeliler, şimdi Suriye’ye yönelik kampanyada önemli rol üstlenmiş görünüyorlar ki, bu, kampanya hakkında fikir vericidir.
Bunlardan El Arabiya Televizyonu’na konuşan Haddam, “Suriye’deki muhalefetin eylemlerinin başarısız olması halinde İran’ın Lübnan, Suriye, Irak ve Afganistan’ı tamamen kontrol altına geçireceği”ni söyleyip “Suriye’de Esad yönetiminin varlığını koruması halinde bölgedeki tüm ülkeler, İran’la uzlaşmak zorunda kalacaktır. İran’ın bölgeye hakim olması halinde ise tehlikeli sonuçlar olacaktır” diyerek müdahaleyi davet eden tutumuyla, “Arap ülkelerini Suriye’ye karşı sorumluluk üstlenmeye” çağırmaktadır.13
Ferid el-Gaderi’, 2007’de İsrail Parlamentosu Knesset’i ziyaret ederek İsrail-Suriye, Batı-Suriye “barışması”nda rol üstlenmiş, ancak başarılı olamamıştır.
Ve İsrail ve Batı’yla aynı türden bir barış doğrultusunda tutum alan bir diğer güç Mısır İhvan’ı olmuş, Mübarek’in devrilmesinin hemen ardından “Camp David dahil Mısır’ın imzaladığı tüm uluslararası anlaşmaları tanıyoruz” açıklamasını yapmıştır. Suriye İhvanı’nın Mısır İhvanı’ndan ciddi bir farkının olmadığı, İhvan’ın Tunus, Mısır, Suriye, Ürdün vb.. kollarının aslında tek bir İhvan oluşturan ulusal-ötesi/ümmetçi yapılanması düşünüldüğünde, aynı yönelim Suriye İhvanı için de geçerli sayılmalıdır. Zaten Müslüman Kardeşler temsilcisi, Temmuz ortalarında Paris’te “Suriye Halk hareketi” adı altında düzenlenen Suriye muhalifleri konferansına “dünyanın en insancıl ordusu İsrail ordusudur” diyen ve İsrail Başbakanı Netenyahu ile yakın ilişkiye sahip olan Siyonist Bernard-Henry Levy ile birlikte katılarak, Siyonistlerle ortak hareket etmede bir çekinceleri olmadığı ortaya koymuştur.14

SONUÇ OLARAK

Suriye halkının kitlesel biçimde ayağa kalkmış olmasına ve emperyalistlerin Suriye’nin içişlerine burnunu sokarak silahlı eylemler örgütlemesine karşın, Esad ve rejimi henüz hâlâ yeterince sağlam görünmektedir. Kendiliğinden olsa bile halk isyanına dönüşmüş kitlesel bir muhalefetin, hele Batılı emperyalistlerin kuşatma ve müdahaleleri de eklendiğinde, rejimi zayıflattığı ve zayıflatmaya devam edeceği bir gerçektir. Dünya tarihi, kendisine karşı ayağa kalkmış halk muhalefetini ezip bastırarak kendisini geçici olarak olsa dahi sağlamlaştıran burjuva diktatörlüklerine tanıklık etmekle birlikte, üstesinden gelemediği, ezip bastırmayı başaramadığı halk muhalefetleri karşısında zayıflamaktan kaçınabilen bir diktatörlük tanımamıştır. Ancak, gerek rejimin dayanaklarının güçlülüğü ve –Rusya ve İran gibi– uluslararası bağlantıları ve gerekse kendiliğinden muhalefetin iktidarı almaya uzak oluşuyla birlikte, halktan ve eyleminden kopukluğu, hissedilir dış bağlantıları ve mezhepçilikle ilintili oluşu nedeniyle muhalefeti bölmesinin yanında halkta tedirginliğe yol açan silahlı faaliyetlerin muhalefet üzerindeki dağıtıcı, bölücü ve geriletici etkisi dolayısıyla Esad devrilmeye, muhalefet de bir rejim değişikliği gerçekleştirmeye yakın gözükmemektedir.
Rejimle herhangi uzlaşmaya karşı duran İhvan bir yana hemen her akımın üzerinde fikir birliği etmiş göründüğü, Esad tarafından da toplumsal muhalefeti yatıştırmanın ve Suriye’yi boydan boya etkisi altına alan toplumsal-siyasal krizden çıkışın yegane yolu olarak kabul gördüğü anlaşılan ve kitleler tarafından da beklenen “rejimin iyileştirilmesi”ne yönelik reformlar, bütün bu nedenlerle, bu ülkenin uğrayacağı zorunlu bir “durak” olarak belirmektedir. Hem muhalefet hem halkın geniş kesimleri reform istemekte; Esad da rejimini kurtarmak üzere reformdan başka çare bulamamaktadır. Ve bu “çare”, aynı zamanda Batılı emperyalistler tarafından da öngörülen “reçete”den başka bir şey değildir. Birkaç ay önce Amerikalı yetkililerce dillendirilen “Esad’lı çözüm”, somut önlemleriyle ilgili bir ileri iki geri oynamalar bir yana bırakılırsa, rejimin benzer “iyileştirmeler”le yeniden düzenlenmesini öngörmekteydi. “Tarihin cilvesi”, şimdi emperyalistlerin kuşatma ve müdahalelerine karşın, Esad’ın zayıflamakla birlikte hâlâ görece güçlü olduğu, halk muhalefetinin de bir iktidar değişikliğine güç yetiremediği orijinal koşullarda, bu üç dinamiğin de kendi lehine “yontmaya” ve kendisini güçlendirmek üzere yararlanmaya çalışacağı bir reform sürecini kaçınılmaz kılmış durumdadır ki, bu süreç şimdiden gündemdedir. Eylül sonuna doğru Siyasi partiler Yasası’yla Seçim Yasası değiştirilmiş bulunmaktadır, yaz olmadan da seçimlerin yapılacağı açıklanmıştır.
Kuşku yok ki, “reform”larla ilgili rivayet muhteliftir ve başlıca üç grupta toplanarak ayrışan hemen herkesin “reformlar”a yüklediği anlam farklıdır. Ancak anlaşılan odur ki, halkın siyasal demokrasiye ilişkin belirli olası kazanımlarının ötesinde; rejimin çok partililik vb. yönünde liberalize edilişine yönelik liberalizm, iktisadi ve sosyal alanda da tutulacak yol olacaktır ki, bu, hem Batılı emperyalistlerin baskıladığı yöndür, hem de siyasal despotizmin yanında halkın sokaklara dökülmesinin başlıca nedenidir. Geldiği anlam şu olacaktır ki, “derdin nedeni”, “çaresi” ya da “ilacı” olarak kullanılacak; işsizlik, sefalet ve açlığa neden olan neoliberal politika ve uygulamalar, kendi yarattığı sonuçları gidermek üzere gündeme alınacak, başka bir deyişle, işsizlik işsizlikle, açlık açlıkla terbiye edilmeye girişilecektir! Özellikle bu yönüyle, iktisadi ve sosyal bakımdan beklediği reformlardan halkın kazançlı çıkması düşünülemez, ama yeni aldatıcı bir edebiyatla karşılaşacaktır. Siyasal demokrasi alanında sağlayacaklarının yanında yolsuzlukla, rüşvetle mücadeleyse, bir yönüyle iktisadi liberalleşmeyi örtecek, ancak, halkın kaynaklarının çar çur edilmesinin az-çok ve geçici olarak bile olsa önlenmesi belki de tek kazancı olacaktır.
Bu süreçten, bir kez ortaya çıktıktan sonra kendi deneyleriyle kendisini eğiterek ilerleyen, güdük ve sınırlı olsa bile siyasal demokrasi alanına ilişkin olası reformlarla kullanabileceği imkanlar arttıkça güçlenme potansiyeli taşıyan ve dev adımlarla örgüt ve bilinç açığını kapatma fırsatı bulabilecek halk muhalefeti yararlanabilecektir. Ama reformlarla belirli bir yatışma sağlayıp zaman kazanarak nefeslenecek olan Esad’ın, bu aynı imkandan yararlanarak kendisini toparlayıp güçlenmesi ihtimali de kuşkusuz vardır. Ve kuşkusuz kollarını kavuşturup gelişmeleri seyretmekle yetinmeyeceği kesin olan Batılı emperyalistlerin mevzi kazanmaları da hiç küçümsenmesi gereken bir diğer ihtimaldir. Bir reform sürecinin yaşanacağı anlaşılmaktadır, ancak bundan kimin kazançlı çıkacağı mücadelenin gidişatı tarafından belirlenecektir.
Öte yandan, Suriye ile ilgili olarak, Türkiyeli devrimciler bakımından çıkarılacak sonuç önemlidir ve sorun bu nedenle bütün boyutlarıyla ele alınmaya çalışılmıştır.
İki süreç iç içe yaşanır, kendi demokratik içerikli, başlıca “iş, ekmek” ve “özgürlük” olarak formüle edilebilecek talepleriyle halk ve mücadelesinin yanında, neoliberal yönelimli İslami gericiliği destekleyip dayanağı haline getirmeye yönelmiş emperyalist müdahalenin yaşanmakta olduğu Suriye’nin içişlerine Türkiye gericiliğinin karışmasına ve emperyalizmin dümen suyunda müdahalelerde bulunmasına karşı çıkmak herhalde temel sorundur.
Esad’ın başında durduğu BAAS rejiminin savunulacak bir yanının olmadığı ve hiçbir biçimde kefil olunamayacak bu rejimin desteklenemeyeceği ortadadır. Emperyalist müdahaleler ve İhvan’la benzeri akımların gerici neoliberal İslami faaliyetleri, tabii ki BAAS rejiminin “halkçılığı” ya da anti-emperyalizminin ileri sürülüp desteklenmesinin nedeni olamaz. Ancak aynı şekilde BAAS’ın gericiliği ve halka karşı işlediği suçlar, emperyalist müdahaleleri ve onunla işbirliği halinde silaha sarılan siyasal İslamcı gericiliğin savunulup desteklenmesinin nedeni sayılamaz.
Emperyalistler ve işbirlikçilerinin manevra ve müdahaleleriyle Ortadoğu’da kendi egemenliklerinin önündeki engelleri temizleme girişimlerine karşı çıkıp teşhir etmek, özellikle Türkiye gericiliğinin bu kapsamdaki girişimlerine karşı tutum almak, günün başlıca görevi durumundadır.

Libya’da Ayaklanma ve Emperyalist Müdahale

Diktatörlerini deviren Tunus ve Mısır’ın ardından Arap halk ayaklanmaları yayılmaktadır: Libya, Yemen, Suriye ve Bahreyn şimdilik, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki gelişmelerin en ileri noktalara kadar vardığı ülkelerdir.

Arap halk ayaklanmalarının hem ortak yanları bulunmaktadır, ama hem de her ülkenin kendi özgünlükleri vardır. Arap ülkeleri ve bu ülkelerdeki halk hareketleri şüphesiz ki birbirinden etkilenmek ve birbirlerini tetiklemekle birlikte, hiçbir ülkedeki hareket ve gelişmeler birbirini tekrar etmemekte, birbirlerinin tamamen bir benzeri olarak ortaya çıkmamaktadır.

Ortak yanları çoktur. En başta tümünün kaynağında neoliberal saldırganlığa ve onun zorunlu bir ihtiyacı olan bu ülkelerdeki perva tanımaz zorbalığa, otokratik diktatörlüklere karşı halkta biriken tepki ve nefret vardır. Özellikle Libya’ya yönelik emperyalist müdahalenin ardından Magribi’nin “mal bulmuşu” türünden parmak sallayıp emperyalistleri işaret ederek “gördünüz mü? Bakın ne tür devrimlermiş!” diye haklılıklarını ileri sürmeye çalışanların iddia ettikleri gibi, hiçbiri, “yukarıdan” emperyalistler tarafından finanse edilip örgütlenmiş “toplumsal mühendislik” ürünü düzmece “halk hareketleri” değillerdir.

Hareketin yayıldığı her ülkede on binler, yüz binler, milyonlar ayaktadır. Hareket, her ülkede işsizlik ve yoksulluk gibi sonuçlarını kapitalist krizin de derinleştirdiği neo-liberal saldırganlığı hedef almış; bu yönde politikalar izleyen ve emperyalist talanla vurguncu kapitalist soygunun dış koşullarını sağlayan baskı ve zorbalıklarıyla yaşamlarını zehir ettiği halklarını bıktırmış otokratik diktatörlükleri devirmeye yönelmiştir. Yine hareket, istisnasız her ülkede, az-çok eğitimli katmanlarıyla orta sınıfların da katılımıyla, on yılların zorbalık koşullarında aydınlanma olanağı bulamamış sömürülen ve ezilen emekçi halk yığınlarının kendiliğinden tepki ve sınıf sezgileri üzerinden, oldukça geri bilinç ve örgüt düzeylerine sahip olarak ortaya çıkmış ve gelişmektedir. Bu durum, temel eksikliğini ve başlıca dezavantajını oluşturduğu hareketin yayıldığı tüm ülkelerde ayağa kalkan halkı orta-üst sınıfların, ideolojik politik etkisine, giderek emperyalistlerle işbirlikçileri ya da onlarla işbirliğine hazır üst kesimlerin aldatıcılığıyla yedekleme girişimlerine açık hale getirmektedir.

Yine yüz binlerin ayağa kalktığı ve bu kez ordunun da bölünerek, hiç de az sayıda olmayan yerli ve özellikle Bingazi’nin de bulunduğu Doğu bölgelerinden gelme askerler ve subaylardan oluşan birliklerinin ayaklanmacılar safına geçtiği Libya’da gelişmelerin bir iç savaşa götürmesini fırsat bilen emperyalistlerin de doğrudan işe karışmasıyla denkleme –eskiden üstü örtülü müdahalelerle yetinen– yeni bir “değişken” de açıktan dahil olmuş durumdadır.

Ancak, bu emperyalist müdahale, kuşkusuz ne Arap halk ayaklanmalarını emperyalizmin güdümündeki ayaklanmalara dönüştürmüştür, ne de Arap devrimlerini “renkli devrimler”e. Ancak sadece Libya’yı değil, tüm Arap ülkeleriyle bu ülkelerdeki halk hareketinin gidişatını etkileyecek ciddiye alınması gereken bir karşı-dinamik olarak Libya’ya yönelik dolaysız emperyalist müdahalenin üzerinde önemle durulması şüphesiz bir zorunluluktur.

Ve Arap ayaklanmalarıyla ilgili gelişmelerin yalnızca Libya’yı hedefleyen emperyalist müdahaleden de ibaret olmadığı ortadadır. Hareket, bir günde yüz kişinin öldürüldüğü katliamlarla önünün alınmaya çalışıldığı, elinden insan hakları ödülü aldığı arkadaşı Kaddafi’yi kurtaramayan Erdoğan’ın bir diğer arkadaşı Esad’ın –henüz daha Kürtlerin harekete geçmeyip en uygun anı bekledikleri anlaşılan durumda– derhal memur maaşlarına yüzde 30 zamla BAAS’tan başka partilerin kurulabilmesini ve 48 yıllık OHAL’i kaldırma ihtimalini gözden geçirmeyi vaad ederek “reform yapacağı”nı açıkladığı Suriye’ye.. Genelkurmay Başkanı Ali Muhsin Al Ahmar’ın saf değiştirerek henüz silaha sarılmamış olan ayaklanmacılara katıldığı, hükümete sadık birlikler tarafından kuşatılıp başka kentlerden girişler engellenmesine rağmen geçen Cuma keskin nişancılarca öldürülen 52 arkadaşları anısına düzenlenen “Ayrılma Günü”nde milyonu aşkın göstericinin buluştuğu başkent Sanaa’da, son şansını deneyerek topladığı kendi yandaşı birkaç yüz bin kişiye hitap eden 32 yıllık diktatör Ali Abdullah Salih’in “akan kanı durdurmak için iktidarı bırakmaya hazırız; ancak iktidarı hasta, kinci ve yolsuzluk yapan ellere değil güvenli ellere devretmeliyiz” açıklamasıyla aptalca giderken kendisinden sonrasını belirlemeye yeltendiği Yemen’e.. Nüfusun yüzde seksenine yakınını oluşturan ayaklanan Şii çoğunluğun küçük Sünni azınlığa dayanan Kralı Hamad Bin İsa El Halife otokrasisi tarafından zorla bastırılmaya çalışıldığı, gücü yeterli olmadığında, “Körfez İşbirliği Konseyi üyesi 5 ülke arasındaki anlaşma gereğince, üye ülkelerden birinin güvenliğinin tehdit edilmesinin, tüm üye ülkelerin güvenliğinin tehdidi olarak kabul edileceğini” hatırlatarak ve Bahreyn Kralı’nın*yardım talebine karşılık verildiği”ni belirterek bin kişilik bir askeri birlikle bu küçük ülkeye müdahale eden Suudi Arabistan’ın ayaklanmacılar tarafından “ulusal düşman” ilan edildiği Bahreyn’e.. Ve Bingazi başta olmak üzere ağırlıklı olarak ülkenin doğu bölgesinde ayaklanan Libya halkına elindeki tüm silahlarla saldırarak katliama girişen Kaddafi’nin bu saldırganlığını gerekçe göstererek ABD-Fransa-İngiltere’nin başını çektiği “koalisyon güçleri” ya da “uluslararası toplum” olarak tanımlanan emperyalist saldırganların, Birleşmiş Milletler’in sözde halkı düşünerek ve sözde Kaddafi uçaklarının halkı bombalamasının önüne geçmeyi amaçlayarak hava sahasını “uçuşa yasak bölge” ilan etmesinin ardından müdahaleye giriştiği Libya’ya… Arap dünyası, hareketlenme belirtileriyle birlikte katliamların da baş gösterdiği Ürdün ve hatta özerk Kürt Yönetimi altındaki Kuzey’i de dahil olmak üzere Irak ve geri kalan Arap ülkelerine yayılma eğilimi göstererek tam bir çatışma alanına dönüşmüş bulunuyor. Halklar kendilerini ortaya koyuyorlar; uyanıyor ve ayağa kalkıyor, örgütlenmeye yöneliyorlar. Ama karşılarında da, deneyden geçmiş örgüt ve mücadele yetenek ve alışkanlıklarının birikimi, gelişkin maddi kaynak ve teknolojileri, ideolojik, siyasal ve askeri güçleriyle her ülkenin gericiliği, arkalarında emperyalist efendileri bulunuyor. Her imkanı kullanıyorlar, kullanmaya hazırlar.

Tunus’ta tamamen gafil avlanmış, hazırlıksız yakalanmışlardı. Mısır’da az-çok önlem alabildiler. Libya’da ise, bu ülkenin koşullarıyla buradan kaynaklanarak halk hareketinin taşıdığı zaaflar ve bölünmüşlüğünü kullanarak manevralar yapabildiler ve sonunda şimdilik fazla zorlanmadan müdahale edebildiler.

Libya, Yemen’e benzer şekilde, ama Tunus ve Mısır’la kıyaslanmayacak ölçüde aşiretlerin etkin olduğu bir ülke. Gücünün ağırlığını hissettiren yedi sekizi başta olmak üzere yirmiyi aşkın aşiret, hem ülke ekonomisinde hem de devlet örgütlenmesinde etkiye sahipti, hâlâ da sahip.

Ülke tarihinde, önce Libya’yı 1912’de Osmanlı’nın elinden alan İtalyanların işgaline karşı mücadele içinde Bingazi aşiretleri öne çıkmışlardı; halk kahramanı Ömer Muhtar onların önderi durumundaydı ve İtalyanlara karşı tüm ülkeyi etrafında birleştirmiş, ancak aldatılarak yakalanmış ve idam edilmişti. Ardından bağımsızlık mücadelesini yürüten ve 1951’de kazanılan bağımsızlığın ardından krallığını ilan eden Şeyh İdris Sunusi geldi, o da Bingazi’liydi. Kaddafi darbeyle Kralı devirip iktidara geldiğinde, Rusya yandaşlığı yaparak, önce Nasırcı milliyetçiliğin, sonraysa gütmeye yöneldiği İslam Cemahiriyesi davasının bayraktarlığını yaptı. Amerikan karşıtıydı, Batı’yla arası açıktı. Rusya’da revizyonizmin çökmesinin ardından bir süre ortada dolandı, “yaramaz çocukluk” yaptı, bu süreçte Libya ajanlarının İngiltere’de Lockerbie üzerinde düşürdüğü uçağa misilleme olarak ABD tarafından karargahı ve evi bombalandı; sonra “ayakları suya erdi”, duruldu İtalya başta olmak üzere Avrupalı emperyalistler ve Amerikan emperyalizmiyle yakınlaşmaya yöneldi. Geçmiş “maceraları” nedeniyle güvenilirliği az olsa bile, ülkesinde ayaklarını yere sağlam basarak duruma hakim olduğu için Batılılar, ona katlanmak ve onunla iş görmek durumunda oldular. Dünya petrollerin yüzde ikilik bir bölümünün üzerinde oturmaktaydı ve enerji ihtiyacı yabana atılır gibi değildi. Ama Kaddafi de durumdan hoşnuttu ve eskisi gibi “delilikler” yapmamaktaydı. Türkiyeli işbirlikçileri de dahil, Batılılar, medyalarında yeniden manşetlere taşıdıkları bu “delilikleri”, Kaddafi ayaklanma karşısında zor duruma düştükten sonra yeniden hatırladılar.

Öncesinde olduğu gibi, Kaddafi döneminde de petrol gelirleri kadar siyasi iktidar da aşiretler arasında paylaşılmaya devam etti. Tek farkla ki, eskiden “orkestra şefi” Bingazili Kral İdrisken, ondan sonra, Trablus’ta üslenen Sirte’li Kaddafi olmuştu. Gerek iktisadi gerekse siyasal olarak “aslan payı” iktidarı ele geçirdiği ’69’dan bu yana giderek pekişerek Kaddafi ve ailesiyle aşiretine düşmekte, hem ilk hem de son söz Albay Kaddafi tarafından söylenmekteydi. Ancak bir sınırı vardı; ve o da, aşiretler arasındaki ilişkileri ve güç dengelerini hesaba katmak durumundaydı ve katıyordu.

Aşiretler arası ilişkiler ve güç dengesi devletin yapılanmasına da yansımaktaydı. Kaddafi, birincil söz hakkını ve bunun da dayanağı olarak iktidarın “köşe taşı” oluşunu garanti altına almak üzere ordunun asıl vurucu birliklerini paralı askerlerden oluşturmuştu. Geri kalan birliklerse, gerek subay gerekse asker mevcutları olarak aşiretlerden gelmekteydi, belli başlı aşiretler arasında dağılmıştı. Bu dağılım, bakanlıklar bakımından da geçerliydi, bakanlıklar farklı aşiretler arasında dağıtılmışlardı ve üstelik bu bakanlıklar başkent Trablus’ta da toplanmamışlar, farklı kentleri merkez edinerek kurumlaşmışlardı.

Gerek aşiret ilişkilerinin halkı da etkisi altında tutan yaygınlığı ve etkinliği, gerekse iktisadi ve siyasal güç ilişkilerinin de merkezileşmiş olduğu durumda bile bu ademi merkeziyetçiliği ve bölünmüşlüğü, Libya’nın karakteristiği olarak, halk ayaklanmasının oluşumu ve gelişimiyle, yönetsel aygıt içinde tepe noktalarda yer alan general, bakan vb. türü unsurların bile safını bu bölünmeye uygun olarak belirlediği ülkenin kolaylıkla ikiye ayrılıp iç çatışmaya sürüklenmesini koşulladı.

Libya halkı bu aşiretsel bölünmeyi aşarak ülke çapında gücünü birleştirmeyi ve bölünmeden birlik olabilmeyi başaramadı. Geri feodal ilişkilerin etkinliği ve siyasal parçalanmışlık, pekiştirdiği bilinç ve örgüt düzeyinin geriliğiyle de bir arada, halkın birliğini sağlayamamasını getirdi. Libya halkı, aşiretçi siyasal parçalanmışlığın üstesinden gelmeyi deneyip bölünmüşlüğü aşmaya yönelerek gücünü ulusal çapta birleştirip ülke ölçeğinde mücadele birliğini sağlama yönünde ileri adımlar atmasına ve Trablus ve diğer batı kentlerinde de ayaklanmalar görülmesine rağmen, buralarda kolaylıkla ve acımasızca bastırıldılar. Ayaklanma, asıl olarak doğu Libya’ya özgü kaldı.

Kaddafi iktidarının merkezi Trablus başta olmak üzere Batı Libya’yı elinde tuttu. Ancak o da doğunun kontrolünü kaybetti. Daha ayaklanmanın ilk günlerinde, ülkenin parçalanmış siyasal yapısının ürünü olarak, Bingazi ve çevresi aşiretlerden bakanlarla generaller, subaylar ve elçilere varıncaya kadar çok sayıda bürokrat ayaklanmacılara katıldı. Bu halk ayaklanmasını güçlendirdi kadar ayaklanma içinde üst sınıfların ağırlığını artırarak halkın gücü ve etkisini kırdı da. Aşiretler ve aşiret reis ve önde gelenleri ayaklanma içinde öne çıktılar; halk ikinci plana gerilemeye, yedeklenmeye sıkıştırılmaya çalışıldı. Nitekim, önceden İçişleri Bakanlığı yapmış ve bakanlığı da Bingazi’de kurulu olan Kaddafi’nin son Adalet Bakanı kısa süre içinde muhaliflerin açıkladıkları geçici üst organ “Libya Ulusal Konseyi”nin başkanlığını üstlendi. Yakın zamanlarda kurulduğu açıklanan geçici hükümetin başınaysa, başbakan olarak, yine eskiden askeri ve dışişlerinden sorumlu olan kriz komitesinin başkanlığını yapmış olan Mahmut Cibril getirildi.

Ancak aşiretlerle askeri ve sivil devlet bürokrasisinden katılımların olmasının sosyal ve siyasal özgürlükler isteyerek ayaklanan Libya halkının gerici özlem ve hedeflerle ya da gericiliğin oyununa gelerek harekete geçtiklerini, dolayısıyla Libya da olan-bitenin bir “toplum mühendisliği” ve “renkli devrim”den ibaret olduğunu göstermeyeceği ortadadır. Tıpkı, uygun koşulunu bulduğunda “halkı Kaddafi’den korumak” gerekçesiyle Libya’ya müdahale eden emperyalistlerin bu müdahalesinin halkın gerici amaçlarla harekete geçtiğini ya da “emperyalizmin oyununa geldiği”ni göstermeyeceği gibi… Bunlar, sadece, ülke içinden “üst” sınıf ve katmanların, dışarıdan da emperyalistlerin çok yönlü çarpıtma, tuzak ve müdahaleyle bilinç ve örgüt düzeyleri bakımından oldukça geri durumda olan, ancak buna rağmen diktatörlüğe karşı ayaklanan Libya halkı, yönelimleri ve mücadelesi üzerinde etki sağlamaya, dolayısıyla halk ayaklanmasını kontrolleri altına alarak yatıştırıp bastırma çabası yürüttüklerini kanıtlar.

Libya içinde “üst” katmanlar, petrol gelirlerinden de pay alarak bir ucundan çoktan kapitalist ilişkiler ağına takılmış olan aşiret şeyh ve reisleriyle asker ve sivil burjuva-feodal üst bürokratlar, şimdi, başta Fransız ve Amerikalılar olmak üzere emperyalistlerle de anlaşma halinde, Kaddafi karşıtı muhalefeti kontrolleri altına alma çabasındadırlar.

Tunus ve Mısır’dan çıkardıkları dersle ve kez planlı-programlı bir biçimde ve tam bir kurmay hesapçılığıyla, başlıca büyük emperyalist devletler, siyasal stratejik yönelimlerinin hizmetinde birinden diğerine geçtikleri taktikler uygulayarak, öncelikle Libya’ya müdahalelerinin önündeki engelleri temizlemeye, ardından da koşulların yeterince elverişli hale geldiğini düşündüklerinde müdahaleye girişmişlerdir.

Ellerinde sınanıp başarısı kanıtlanmış bir deney vardır: 1. Körfez Savaşı’nın ardından hava kuvvetleriyle mekanize birlikleri Kuveyt yolunda saf dışı bırakılan, ama teslim olmaya ya da tam bir barış anlaşmasına zorlanmayarak eli –tıpkı Kuveyt saldırısına yeşil ışık yakılmasında olduğu gibi– saldırı için serbest bırakılan Saddam, Kuzey’de hak arayışında olan Kürtlerle aynı şeyi Güney’de yapmaya girişen Şiilere yönelik katliama yönelmiştir. On binlerle Kürt ve Şii’yi topa tutarak ve zehirli gazla yok etmekte olan Saddam’ın önünden kaçarak Türkiye sınırına yığılan beş yüz bin Kürtle kaçamayıp geride kalanlar, sadece Saddam değil, ama özellikle Kürtleri ayaklanmaya itip ortada bırakan Amerikalılar tarafından da öyle bir çıkmaza sıkıştırılmışlardır ki, “denize düşen yılana sarılır” sözü Irak Kürtlerinin sırtında bir kez daha sınavdan geçirilerek doğruluğu yeniden kanıtlanmış ve Kürt halkı ellerini açıp dualar ederek “kurtarıcı” bekler duruma düşürülmüştür. Bu “kurtarıcı”, bekleneceği gibi, Kürt halkını acz içine iterek kendine muhtaç kılmayı sonunda başararak, Türkiye’ye kaçıp sığındıkları Hakkari Işıkveren’de “Boşe Bush/Yaşasın Bush” diye slogan attıran/atmalarını sağlayan ABD’ydi.

Libya’da benzer plan uygulandı. Ayaklanıp ülkenin büyük bölümünde hakimiyet sağladıktan sonra, önce yerel ayaklanmanın Kaddafi birliklerince ezildiği Trablus ve ardından Misrata, Bingazi yolu üzerindeki “anahtar kent” durumundaki Ecdabiya ve petrol kenti Ras Lanuf’la petrol rafinerilerinin bulunduğu stratejik önemdeki Brega gibi bazı kentlerin sık sık el değiştirmelerini de kapsayarak, ellerine geçirdikleri diğer şehirlerden birbiri peşi sıra püskürtülerek sonunda Bingazi-Tobruk-Derme bölgesinde sıkıştırılan ve Bingazi kapılarına dayanan Kaddafi birliklerince katliamdan geçirilmekle tehdit edilen –kendisini geri plana itip muhalefetin sözcülüğünü ele geçirme çabasındaki aşiret liderleriyle burjuva-feodal bürokratların çoktan ilişki kurdukları emperyalistlere yönelttikleri ısrarlı talep ve davetlerle etkilenip kafası bulandırılmış– Libya halkı, burada da “kurtarıcı” arayışına itilmiş; “kırk katır mı kırk satır mı?” tercihiyle karşı karşıya olduğunu bile düşünmeye fırsat bulamaz halde bir emperyalist müdahaleyi ister ve bekler kılınmıştı!

Halkı sonuna kadar zorlayıp bir dış müdahaleyi kabul eder hale sıkıştırmak için Kaddafi kuvvetlerinin Ecdabiya’yı yeniden ele geçirip Bingazi yolunu açmalarını da bekleyen emperyalistler, sonunda, “meyvenin olgunlaştığı” düşüncesiyle 1973 sayılı BM kararını uygulamaya dayandırdıkları “operasyonlarını” başlattılar. Libya topraklarını, başta hava savunma sistemi olmak üzere, şüphesiz Kaddafi güçlerinin mevzilerini bombalamaya giriştiler. Libya halkına önce yalnızca Kaddafi’nin yağdırdığı ölümü, müdahalesiyle birlikte ondan daha fazlasıyla emperyalistler yağdırmaya başlamışlardı.

Fransa, İngiltere ve ABD’den oluşan “koalisyon güçleri” ya da daha “geniş”e atıf yapan tabir olan “uluslararası toplum” Kaddafi’nin ayaklanan halka karşı zulmünü, binlerce kişiyi katliamdan geçirmesini ileri sürerek, “koruyuculuk” iddiasının yanında tabii ki Libya’da “demokrasi ve özgürlüklerin tesis edilmesine önayak olmak” üzere, Irak ve Afganistan’ın ardından bombardıman altına aldığı Libya’ya müdahale etmişti.

Bu müdahale ile net olarak anlaşıldı ki, “Koalisyon güçleri” ya da “uluslararası toplum” denen şeyin çıkarları, Batılı emperyalistlerin egemenlik ve “av” alanlarına ve bu egemenliğin sarsılmazlığı ve devamının garanti edilmesine ilişkin çıkarlardan ibaretti: Petrol ve nakil hatlarının denetimde tutulması ve bu denetimi emperyalistlerle işbirliği halinde sağlamayı üstlenecek bölge yönetimlerinin varlığı ve bölgede Arap halklarının bu işbirlikçi yönetimlere yönelik değişiklik istekleri, bu yönlü iddiaları ve bu iddialarının yön verdiği ayaklanmalarının işe yaramazlığının da kanıtlanmasıyla bastırılması.

Yoksa, emperyalist müdahalenin gerekçesi yapılan ve sorun olan, ayaklanan halkların silah kullanılarak vahşetle katledilmeleri değildi, böyle olamazdı. Böyle olsaydı, daha geçen yıl Gazze’de ayağa kalkan Filistinlilere yönelik vahşi bir katliam uygulayan İsrail’in hava sahasını “uçuşa yasak bölge” ilan edip İsrail’in savaş uçak ve gemileriyle hedef alınması gerekirdi. Yine böyle olsaydı, daha geçen günlerde, bin kişilik bir askeri birlikle Bahreyn’e giren Suudi işgal birliklerine ve Suudi Arabistan’a yönelik olarak “uçuşa yasak bölge” ve müdahalede bulunup bombalama türünden “önlemler” alınması gerekli olurdu. Ama bu ülke gericilikleri müdahaleci Batılı emperyalistlerin “stratejik ortakları” oldukları için, onlara saldırmak ve katliam yapmak serbestti. Özetle, sorun “insanlık” değildi, silahla saldırıya uğramış halkın korunması değildi. Bunlar bahaneden ibarettiler ve sadece müdahalenin emperyalist niteliğini perdelemeye yöneliktiler.

Zaten Libya’ya yönelik emperyalist müdahalenin saldırgan niteliğiyle gerçek içeriğini ortaya koymak için ne İsrail’in Gazze saldırısını ne de Suudiler’in Bahreyn’e müdahalesi ve işledikleri cinayetlerini anmaya ihtiyaç vardır. Irak’a ve Afganistan’a yönelik olanların da adına anmaya gerek kalmadan, emperyalist müdahalede ağır bombardıman uçaklarının bombalarıyla, Kaddafi’den birkaç misli fazla insan öldürüldüğü tartışmasızdır.

Öte yandan, emperyalist müdahalenin siyasal stratejik amaç ve yönelimlerinin yalnızca Libya’yla sınırlı olduğunu varsaymak pek safiyane bir düşünce olur. Ve zaten, kimse Libya’ya emperyalist müdahalenin ne nedenleri, ne sonuçları, ne de amaç ve gerçek içeriğinin Libya’ya özgü olmakla sınırlı olduğunu düşünüp buna uygun davranmamaktadır.

Örneğin Arap Birliği, müdahale öncesinden böyle bir müdahalenin çağrıcılığını üstlenmiştir. Neden Libya’ya müdahale istemiştir de Arap Birliği başka ülkelere, örneğin İsrail’e karşı istememiştir? Neden şimdi Yemen’de A. Abdullah Salih’e ya da Bahreyn Kralı’na karşı bir müdahale istememektedir? Ya da Suriye son bir hafta içinde halkına yönelik az katliam yapmamıştır; Arap Birliği madem halka karşı silah kullanılmasına, katliamlara karşıdır, neden sadece Kaddafi’nin zulmüyle sınırlanmaktadır?

Yanıt ortadadır: Arap Birliği de, tıpkı emperyalistler gibi, halklara yönelik vicdansızlıklar ve zorbalıklarla kırımları dert ediniyor değildir. Derdi, emperyalizmin işbirlikçilerinden başkaları olmayan Arap gericiliklerinin egemenliklerinin devamı ve bu egemenliklerin ayaklanan halklar tarafından tehdit edilmemesi ve ancak emperyalistlerle işbirliği içinde ayakta kalabilecekleri için, emperyalist talan ve sultayla birlikte kendi sömürü ve zorbalıklarının garanti altına alınmasıdır. Bu, aynı zamanda, hem kendileri hem de emperyalist efendileri bakımından temel önemde olan enerji kaynakları ve nakil yollarıyla bölgenin aynı zamanda siyasal-stratejik açıdan da kontrolünün sağlanabilmesinin tek yolu olduğu için de dertleridir.

Libya’ya yönelik emperyalist müdahalenin ayaklanan halklara vereceği mesaj herhalde açıktır: Kaddafi’den kurtulmanın ve mücadele azim ve kararlılığını kırıp kendilerini ve devasa savaş makinelerinin gücünü dayatarak Libya halkı üzerindeki kontrollerini yeniden tesis ederek bu ülkede emperyalist ve gerici egemenliğin devamını sağlamanın yanı sıra; tüm Arap halklarına, insanca bir yaşam ve özgürlük isteyerek ve kendi gücüne güvenerek emperyalizme ve Arap gericiliklerine karşı ayağa kalkmanın işe yaramazlığını, dolayısıyla diktatörlerini devirme özlemlerini gerçekleştirmenin ve devrimlerin olanaksızlığını güçlü bir biçimde hatırlatmak. Tunus’la Mısır’ın geçmişte kaldığını ve birer sapma olduklarını, halkların ayaklanmalarının Libya’daki gibi her yola başvurularak bastırılmasının kaçınılmazlığını Arap ve dünya halklarının kafalarına kazımak!

Bu, Türkiye gericiliğinin de tutumu olmuştur. AKP; CHP ve MHP’nin de olurlarını alarak, başlangıçta “biz petrolden bakmıyoruz”, “NATO operasyonuna karşıyız” açıklamalarının mürekkebi kurumadan, Arap Birliği’nin üstelik operasyonun kumandasının İngiltere-Fransa-ABD’den oluşan “koalisyon güçleri”nden NATO’ya devrini Türkiye’nin sağladığını ileri sürüp bununla övünerek, Libya’ya yönelik emperyalist müdahaleye altı savaş gemisi vererek katılmıştır. Devrilecekleri anlaşılan ya da emperyalist büyük devletler tarafından kendileriyle yürünmek gündemden düşürülen gerici Arap diktatörlerine yönelik olarak önce “Mübarek gitsin” diyen, ardından “Kaddafi gitsin”i telaffuz eden Erdoğan, “biz git demiştik” açıklamasıyla “günah bizden gitti” dercesine emperyalist müdahalenin ucundan tuttu. Türkiye de, ayaklanmalarının hesabını sorup bastırmak üzere Arap halklarına yöneltilmiş saldırganlığın bir parçası olmuştur; çünkü açıktır ki, bölgede gericiliğin her zayıflaması Türkiye’yi de olumsuz etkileyecek, dünya gericiliğini ve onun bir parçası olan Türkiye gericiliğini zayıflatacaktır.

Arap dünyasını sarsan ayaklanmalarla ilerleyen ve Libya’ya karşı girişilen saldırıya rağmen hâlâ başka Arap ülkelerine yayılarak genişleyen devrim süreci, evet, sürece açık emperyalist müdahaleyle karmaşıklaşmıştır; ancak, emperyalizm, bu son müdahalesinden önce de kadiri mutlak değildi, bugün de değildir, yarın da olmayacaktır.

Üstelik emperyalist müdahalenin süreci karmaşıklaştıracağı kadar, Arap halklarında zaten birikmiş halde olan anti-emperyalist öfke, nefret ve bilinci geliştirici de olacağı kesindir. Halkların ayaklanmaları içinde bugüne kadar sağladıkları kazançlar ve ilerlemenin, bundan böyle anti-emperyalist mücadele için de bir mücadele potansiyeli ve olanak olduğu görülecektir.



* Aynı zorba Bahreyn Kralı’nın bu ülkedeki ayaklanmayla ilgili tek kelime haber vermeyen El Cezire TV’nin “mumu”nun ancak “yatsıya kadar yanacağı”nı göstermek üzere finansörü Katar Emiri Şeyh Hamad Bin Halife El Thani’ye Bahreyn’e verdiği destekten dolayı ettiği teşekkür de, medya ve dayanaklarıyla habercilik anlayışı arasındaki ilişkiyi göstermesi bakımından eğitici oldu.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑