1. GİRİŞ
İçinden geçilmekte olan ve ABD’de 2007 yılından itibaren belirtileri ortaya çıkan küresel kapitalist kriz tüm şiddetiyle devam etmektedir. Kapitalizmin krizleri temel olarak kapitalist üretim biçimine içkin olmalarına ve onun en temel çelişkileri olan emek-sermaye ve sermaye-sermaye arasındaki mücadeleden kaynaklanıyor olmasına karşın tarihsel süreç içinde farklı görünümlerde ortaya çıkmışlarıdır.
Biz, kapitalizmin krizini, genel anlamda kapitalist üretim ve yeniden üretim sürecinin tıkandığı koşullarda üretim ve değişim ilişkilerinde ortaya çıkan aksamalar ve tıkanıklıklar olarak tanımlayabiliriz. Bu bağlamda kapitalist üretim biçimine içkin olan ve kapitalist üretim ilişkilerinin ortaya çıkmasıyla birlikte işlemeye başlayan, kapitalizmin temel işleyiş yasaları krizlerin gerçek nedenleri olarak değerlendirilebilir. Herhalde en özlü olarak şunlar söylenebilir:
“Ekonomik aşırı üretim krizlerinin temeli, nedeni, bizzat tüm kapitalist üretim sisteminde yatmaktadır. Krizin temeli, üretimin toplumsal karakteriyle, üretimin sonuçlarının mal edinilmesinin kapitalist biçimi arasındaki çelişkide yatmaktadır. Kapitalizmin bu temel çelişkisinin ifadesi, azami kapitalist kârı elde etmeyi hedefleyen kapitalizmin üretim kapasitelerinin muazzam ölçüde büyümesiyle yaşam standartları kapitalistler tarafından asgari sınırlar içinde tutulmaya çalışılan milyonlarca emekçi kitlesinin ödeme gücüne sahip talebinin görece gerilemesi arasındaki çelişkidir. Rekabet mücadelesinde kazanmak ve mümkün olduğunca çok kâr sızdırmak için kapitalistler, tekniği geliştirmek, rasyonalizasyon uygulamak, işçilerin sömürüsünü şiddetlendirmek ve fabrikalarının üretim kapasitelerini sonuna kadar artırmak zorundadırlar. Birbirlerinin arkasında kalmamak için bütün kapitalistler üretim olanaklarını hızla geliştirme yoluna şu ya da bu biçimde girmek zorundadırlar. Fakat gerek iç Pazar gerek dış Pazar, son tahlilde ana alıcılar olan milyonlarca işçi köylü kitlesinin alım gücü düşük seviyede kalır. Aşırı üretim krizleri bundandır. Az çok periyodik olarak tekrarlanan, metaların [emtianın] satılmamasına, üretimin gerilemesine, işsizliğin büyümesine, ücretlerin düşmesine neden olan, böylece de üretim seviyesiyle ödeme gücüne sahip talebin seviyesi arasındaki çelişkiyi daha da keskinleştiren bilinen sonuçlar bunlardır. Aşırı üretim krizi, bu çelişkinin şiddetli ve yıkıcı biçimlerdeki ifadesidir.” (J. V. Stalin)
Sınıflı bir toplum olarak örgütlenmiş olan kapitalizm, toplumsal yapısı ve üretim ve değişim ilişkileri ile birlikte bir bütündür. Üretim ve yeniden üretim olmaksızın ayakta kalamayacak olan bu sistemde, kapitalistlerle kapitalistler arasında, kapitalistler ve emekçiler arasında sürekli ve amansız bir mücadelenin olması, kaçınılmaz bir zorunluluk olarak krizleri de yaratmaktadır. Kapitalist üretimin temel güdüsü kârlılıktır ve birikimin sürekliliği, aynı zamanda birikimin olanaklarını da tüketen bir süreçtir. Yani sermayenin kendisi, sermaye birikiminin önünde engeldir.
Kapitalistler arası rekabet, daha fazla pazar payı elde etme mücadelesi olarak gerçekleşir ve burada temel rekabet aracı, üretim maliyetlerinin düşürülmesiyle mümkün olan fiyat rekabetidir. Bu rekabet son tahlilde tüm kapitalistlerin üretimin kapitalizasyonu ve mekanizasyonu yoluyla veya başka bölgelerden ucuz emek gücü ithali ya da üretimi emek gücünün daha ucuz olduğu bölgelere kaydırmaları suretiyle emekçiler ile kapitalistler arasındaki bir mücadeleye evrilir. Ayrıca daha zayıf kapitalistlerin alt edilmesiyle de sürekli bir tekelleşme süreci yaşanır ve tekel, üretim maliyetlerini de doğrudan ilgilendirmek üzere, pazarlar ve hammadde kaynakları üzerinde egemenlik demektir.
Tüm bu süreç içinde emekçilerin de sendikalar vb. örgütlenmelerle kapitalistlere karşı direnişleri ve bu mücadelede nesnel durumun gerektirdiği öznel duruşu sergilemeleri kaçınılmazdır. Fakat bu mücadele sürecinde gerçekleştirdikleri reel ücret yükselişleri ve çalışma saatlerinin kısaltılması biçimindeki kazanımlar, kâr oranlarının düşmesine katkıda bulunmalarına karşın, bunu tamamen açıklayamaz. Tekelleşme ve sınıf mücadelesinin keskinleşmesi, kapitalist üretim biçiminin temel yasalarının işlemesinin sadece sonuçlarıdır ve bu temel işleyiş yasalarının yerine konulamazlar. Bir bütün olarak kapitalist üretim sürecinde sermayenin organik bileşiminin sürekli olarak yükselmesi kâr oranlarının düşme eğiliminin başat nedenidir.
Bütün toplumlarda üretim süreci, toplumsal olarak ihtiyaç duyulan metaların yeterli miktarlarda üretilebilmesi için, üretici güçleri farklı oranlarda farklı metaların üretimine koşmuştur. Bir değer üretimi süreci olan kapitalist üretim, aynı zamanda artık değer üretimini de temel güdüsü olan kârın kaynağı olarak gerçekleştirir. Yani artık değer, sadece kapitalistlerin tüketim ihtiyaçlarını karşılamak için el koydukları bir değer bölümü değil, aynı zamanda kapitalist sermaye birikiminin de temel kaynağıdır.
Kapitalist üretim, artık değerin dağıtıma tabi tutulduğu belirli bir mekanizmayı da içinde barındırırken, bu mekanizma, toplam artık değerin sürekli olarak yükseltilmesini de zorunlu kılar. Bu süreçte üretimin mekanizasyonu ve kapitalizasyonu, üretilen her birim metanın değerine içerilmiş olan değişmeyen sermayenin (C) değişen sermayeye (V) oranla giderek artmasına, yani sermayenin organik bileşiminin sürekli olarak yükselmesine ve dolayısıyla kâr oranlarının düşmesine neden olur. Yani bireysel kapitalistler için iyi olan, tüm bir kapitalist üretim biçimi için kötü olur.
2. KÂR ORANLARININ DÜŞME EĞİLİMİ YASASI
Kapitalist ekonomilerin dinamiklerini anlamak ve krizlerin nedenlerini ortaya koymak için kâr oranlarının anahtar olduğuna kuşku yoktur. Marx metayı kullanım değeri ve değişim değeri içeren ve bu nedenle de değerli nesne olarak tanımladıktan sonra, kapitalist meta üretiminin analizini yapmıştır. Bu analizde, en yüksek soyutlama düzeyinde meta üretimini değer yaratma süreci olarak nitelemiş, üretilen metanın değerini (W) iki bileşene ayırarak, birini değişmeyen sermaye (C), diğerini de katma değer (L) olarak adlandırmıştır. Bunlardan değişmeyen sermaye (C) metaya üretim araçlarından aktarılmış olan değer, katma değer (L) ise emek sürecinde metaya katılan değer olarak sınıflandırılabilir. Ayrıca değişmeyen sermaye (C), aynı zamanda hem makineler hem de ham maddeyi temsil etmektedir. Kapitalist üretim sürecinde, emekçilerin emek gücü kapitalistler tarafından satın alınmasına karşın, emek zamanı veya emek yoğunluğu ve ücretler, emek ve sermaye arasında mücadele içinde belirlenir. Kapitalist, emek gücünü işgünü biriminden kiralar, fakat bu işgününün uzunluğu, emek sürecinin yoğunluğu veya ücret düzeyi kapitalistin el koyduğu artık değerin (S) miktarını belirler. Bir başka anlatımla, üretim sürecinde harcanan toplam emek zamanını ikiye ayırır ve emeğin kendini yeniden üretmesi için gereken emek zamanına (V) ve geriye kalana da artık değer (S) dersek, emek gücünün metaya kattığı değer ile (L) emekçinin ücret olarak payına düşen değer (değişen sermaye V) arasındaki fark artık değeri (S) oluşturur. Buradan artık değeri şöyle formüle edebiliriz:
S = (C+L) – (C+V)
S = (L-V)
Artık değer oranı (S/V) ise, artık değerin değişen sermayeye oranı olurken, kâr oranı da, artık değerin toplam sermayeye oranı olarak şöyle ifade edilebilir:
S/(C+V) = (S/V): [(C/V)+1]
Burada hemen şunu vurgulayalım ki, diğer tüm değişkenler sabitken artık değer oranı ne kadar yüksek olursa, kâr oranı da o kadar yüksek olur. Yukarıdaki eşitlikten anlaşılacağı gibi, kâr oranı, S, V ve C değişkenlerinin aldıkları değerler tarafından belirlenmektedir. Bu değişkenlerin değerleri ise, paranın değerine (bu, Marx’ın analizinde mal-para sisteminden dolayı sabit varsayılmıştır), sermayenin devir sayısına, emek verimliliğine, çalışma gününün uzunluğuna veya emek yoğunluğuna ve son olarak da ücret seviyesine bağlı olarak değişir.
· Bunlardan, paranın değeri sabit varsayıldığından burada değerlendirme dışı bırakıyoruz, ama bu, özellikle ülkeler arası karşılaştırma yaparken önem kazanmaktadır.
· Sermayenin devir sayısı, değişmeyen sermayeyi (C) makine kullanımı ve hammadde kullanımı olarak ikiye ayırırsak önem kazanmaktadır.
· Emek verimliliğinin kâr oranlarına etkisi pozitiftir, yani bir bireysel kapitalist, emek verimliliğini ortalama toplumsal verimliliğin üzerine çıkartırsa, söz konusu kapitalistin ürettiği metanın maliyeti ortalama toplumsal maliyetin altına düşer ve bu kapitalist, fiyat düzeyi değişmemek koşuluyla, ortalamanın üzerinde bir kâr elde eder.
· Çalışma gününün uzunluğu veya emek yoğunluğunun kâr oranları üzerinde pozitif etkisi olmasına karşın, ücret seviyesinin kâr oranları üzerine negatif etkisi vardır.
Bireysel kapitalistler, pazardaki rakiplerine karşı maliyet avantajı elde edip fiyat rekabeti yapabilmek için, yukarıdaki kâr oranı eşitliğindeki artık değer oranını (S/V) sürekli olarak yükseltmek çabası içinde olacaklar ve bu da üretim sürecinin kapitalizasyonu ve mekanizasyonunu beraberinde getirecektir. Bireysel kapitalistler, üretim teknolojisini yükselterek ve bu sayede emek verimliliğini artırarak yaratılan daha fazla değerin nispi olarak daha az bir bölümünü ücret olarak (V) ödeyip, daha fazla bir bölümüne artık değer (S) olarak el koyma olanağına sahip olacaklardır. Bu da, artık değer oranının (S/V) yükselmesini, yani kâr oranının yükselmesini sağlayacaktır. Fakat burada bir paradoks ortaya çıkacak ve bu da, son tahlilde kâr oranının düşmesine neden olacaktır. Çünkü üretimin kapitalizasyonu ve mekanizasyonu, aynı zamanda, söz konusu sektör ve giderek tüm bir kapitalist ekonomi için birim meta içinde ölü emeğin (C) payını, canlı emek (V) aleyhine artıracaktır. Yani aynı zamanda sermayenin organik bileşimi de (C/V), tüm bir kapitalist ekonomi için yükselecektir.
Üretimin giderek daha fazla kapitalize ve mekanize olmasıyla beraber sermayenin organik bileşimi (C/V) yükselirken, sermayenin hem değer bileşimi, hem de teknik bileşimi yükselecektir. Değer bileşimindeki yükselme kâr oranlarını düşürürken, teknik bileşimdeki yükselme artık değer oranını (S/V) yükselterek kâr oranlarını yükseltecektir. Fakat son tahlilde, değer bileşiminin kâr oranlarına olan negatif etkisi teknik bileşimin pozitif etkisinden daha büyük olacağından, ortalama kâr oranları, söz konusu sektör ve daha genel düzeyde de söz konusu ülke için giderek düşecektir (Marx, 1977, Cilt. I. s. 575).
Yukarıda ortaya konulan teorik çerçeve Marx’ın yaptığı analizlerin kısmi bir özeti sayılabilir. Konumuz açısından önemli olabilecek, değerlerden fiyatlara geçiş, yani “dönüşüm problemi”, sektör içi fiyat oluşumu, sektörler arası kâr oranlarının eşitlenmesi, değer transferi mekanizması, sermayenin devir hızını değiştiren etkenler gibi konu başlıkları bu çalışmanın sınırlarını aşacağından buraya dahil edilmemiştir.
3. KAPİTALİZMİN KRİZLERİ
Yukarıda özetlemeye çalıştığımız temel mekanizma ışığında kapitalizmin günümüze kadar yaşadığı krizleri özetleyip değerlendirmeye girişebiliriz. Çalışmamızın başında da ifade ettiğimiz gibi, bu temel işleyiş yasalarından kaynaklanan ve kapitalist üretim biçimine içkin olan krizler, tarihsel süreç içinde farklı görünümlerle ortaya çıkmışlardır ve genellikle Marksist kriz teorisi tartışmaları, krizlerin tahlili yapılırken, bu görüngülerden yola çıkılması nedeniyle süregelmiştir. Oysa, Marx, Kapital başta olmak üzere eserlerinde, yukarıda anlattığımız mekanizmayı gayet net bir biçimde ortaya koymuş ve tekrar tekrar ifade etmiştir.
Kapitalizmin ilk önemli krizi, 1873’de görülen ve 1840’dan itibaren başlayan genişleme ve istikrarlı birikim döneminin sona ermesiyle ortaya çıkan krizdir. 1840–1873 arasında gözlemlenen kapitalist birikim, mutlak artık değerin nispi artık değere oranla daha çok öne çıktığı bir dönemdir. Bu dönem, ulusal kapitalizmlerin geliştiği ve bunun da artan işbölümü, tarım nüfusunun kentlere gelip işçileştiği ve mutlak artık değerin, gerek oran, gerekse kitle olarak arttığı bir dönem olmuştur (Sönmez, s. 26). Bu sürecin devamında sermaye birikiminin devam etmesi, yani daha fazla artık değer üretimi için, ulusal sınırlar aşılarak, dış pazarlara yönelinmesi kaçınılmaz olmuştur. Ticaretin ve sermaye hareketlerinin serbestleşmesi sayesinde, sanayileşmiş erken kapitalist ülkeler, geç kapitalist ülkelerden ve henüz kapitalist üretim ilişkilerinin iyice yerleşmediği (gelişmekte olan, geri) ülkelerden fiyat mekanizması yoluyla değer transferi sağlama olanağı bulmuşlardır. Tekelleşmenin de birlikte gerçekleştiği bu süreçte, ticaret, erken kapitalist ülkelerin mamul madde ihracatçısı ve hammadde ithalatçısı olduğu bir şekilde biçimlenmiştir.
Sermayenin organik bileşiminin yüksek olduğu erken kapitalist ülkelerde üretilen metaların piyasa fiyatları üretim fiyatlarının çok üzerinde gerçekleşirken, geç kapitalist ülkeler, ürettikleri hammaddeleri üretim fiyatlarının altında fiyatlardan satabilmişler ve bu da, ticaret yoluyla, erken kapitalist ülkelere doğru bir değer transferine neden olmuştur.
Sermaye ihracı ise, bankacılık sisteminin gelişmesi ile doğrudan yatırımlar sayesinde gerçekleştirilen kâr transferlerinin yanında finansal sermayenin borç verilmesi yoluyla da faiz vb. getirilerin transferini sağlamıştır. Örneğin İngiltere, bu dönemde serbest ticaretin ateşli savunucusu olmuş ve bu doğrultuda 1825’de gümrük vergilerini kaldırmış, 1846’da da Tahıl Yasası’nı kaldırmış ve bu doğrultuda da Ricardo’nun ticaret teorisi ile tüm dünyayı iknaya girişmiştir. Bunu başaramadığında ise, Çin ve Japonya örneklerinde olduğu gibi, serbest ticareti zorla kabul ettirmeye çalışmıştır (Sönmez, s. 34).
Krizden sonra, Para-Meta-Para şeklindeki basit üretim döngüsünün ulusal sınırları aşıp uluslararasılaşmasının yanında, gelişen bankacılık sistemi sayesinde para sermaye ile üretken sermaye arasındaki ilişki daha da gelişkin bir hal almaya başlamıştır.
Yine kriz sonrası dönemde, petrol ve elektrik enerjisi hayatın hemen tüm alanlarında hızla kullanılmaya, ulaşım, kimya, haberleşme ve savaş teknolojilerinde hızlı gelişmeler gözlenmeye başlanmıştır. Bütün bu gelişmelere koşut olarak hızlanan tekelleşme ile birlikte I. Emperyalist Bölüşüm Savaşı yaşanmıştır. Yani rekabet tekelleşmeye, tekelleşme de tekelci rekabete yol açmıştır.
I. Emperyalist Bölüşüm Savaşı’nın ardından kısmen gerçekleşmiş olan emperyalist bölüşüm koşullarında, birikim modelinde yukarıda anlatılan değişimler sayesinde, 1923-28 kesitinde nispi bir ekonomik genişleme sağlanabilmiştir. Fakat bu dönemde de sermayenin organik bileşimi yükselmiş ve bu genişlemenin de sonuna gelinmiştir. Daha 1873 krizinden itibaren baş gösteren tekelleşme savaş sonrasında hızlanarak artmış, kapitalist devlet ve tekelci sermaye arasındaki bağlar giderek güçlenmiş ve bu yapı toplumsal tabanda da ittifaklarını oluşturarak yoluna devam etmiştir.
Tekelleşme, sermayenin organik bileşiminin düşük olduğu sektörlerin tekeller tarafından tasfiyesini, başta tarım ve sanayi sektörlerindeki küçük işletmelerin hızla bu tekeller tarafından yutulmasını da beraber getirmiştir. Fakat bu gelişmeler, ne üretimin, ne de istihdamın artırılmasını sağlamadığından, tekellerin yöneldikleri pazarları daraltmış ve bu da kredi mekanizmasının yaygınlaştırılmasıyla aşılmaya çalışılmıştır. Ortaya çıkan parasal genişleme, 1929’da mali bir krize yol açarak, sermaye birikiminin dayandığı tabanın darlığını ve zayıflığını ortaya çıkarmıştır (Sönmez, s.66).
Bu dönemde tekellerin baş müşterisi büyük altyapı ve silahlanma programları ile devlet olmuş ve bunların kârları böylece garanti altına alınmıştır. 1929 krizinin aşılması doğrultusunda uygulanan vergi politikası ve genişletici maliye politikaları ile yaygın tüketim mallarına yönelik talep desteklenmiş ve sermayenin organik bileşiminin düşük olduğu sektörler canlandırılmaya çalışılmıştır.
II. Emperyalist Savaşın önemli sonuçlarından biri de, ABD’nin önemli dış ticaret fazlalarına ve dünya altın stokunun yarısına sahip olarak çıkmasıdır. Savaşın en büyük galibi olarak çıkmış olan ABD, uluslararası kapitalist ekonomik ve parasal düzenin oluşmasında başrolü oynamıştır. ABD hegemonyasının kurulmasında rol oynayacak Uluslararası Para Fonu (IMF), Dünya Bankası (IBRD) gibi kuruluşlar yanında doların dünya parası olduğu ve doların değerinin altına sabitlendiği ve diğer ülkelerin paralarının da dolara sabitlendiği sabit kur sistemi kurulmuştur. Bu düzenin en temel dayanağı, ABD’nin sahip olduğu altın stoku ve dış fazla veren bir ülke olmasıdır. Ayrıca 1947’de ilan edilen Marshall Planı ile savaştan büyük yıkımla çıkmış olan Avrupa ülkelerine, ABD’den yoğun sermaye ihracı hibe ve borç biçimlerinde gerçekleşmiştir. Savaş sonrasında ekonomisi hızla büyüyen ABD’nin, bu gücünü, Avrupa üzerinde siyasal hegemonya kurmak üzere değerlendirdiği söylenebilir. Ayrıca bu yardım ve desteklerle, ABD, Avrupa’ya olan ihracatını arttırma ve ucuz hammaddeye sınırsız ulaşma imkanlarına da kavuşmuştur.
II. Emperyalist Savaştan sonraki dönem, 1960’ların ortalarına kadar süren sermaye birikiminin altın çağı olarak adlandırılan uzun genişleme dönemidir. Bu dönem Fordist kitlesel üretimin egemen olduğu tekelci kapitalizmin devam ettiği bir dönem olmuştur. Üretimde emek verimliliği artarken, reel ücretler de yükselmiş olmasına rağmen ve bu yükselişin verimlilik artışının altında olması nedeniyle, şekil 1’de görüldüğü gibi, artık değer oranının da arttığı bir dönemdir.
Bu dönemi karakterize eden başlıca faktörler, üretici güçlerin dikkat çekici bir şekilde gelişmesi, sosyalizm seçeneğinin varlığı ve bunun kapitalist ülkelerin işçi sınıfı hareketi üzerinde yarattığı olumlu etkilerle birlikte, Keynesyen ekonomik politikalar ve “refah devleti” uygulamalarını beslemesidir.
Sosyalizmin ve sınıf mücadelesinin güçlülüğü karşısında emperyalist devletlerin bu günkü gibi pervasız olamaması nedeniyle daha uzun bir istikralı sermaye birikimi kesiti yaşanmıştır. Ama yukarıda özetle anlattığımız temel işleyiş yasalarının ortadan kaldırmadığından bu birikim modeli de sonunda bir noktaya gelmiş ve tıkanmıştır.
Bu açıdan bakıldığında, bu dönem, aynı zamanda Şekil 2’de görüldüğü gibi, sermayenin organik bileşiminin yükselmesi nedeniyle kâr oranlarının sürekli olarak düşüş eğilimini koruduğu bir dönemdir. Böylece kâr oranları düşüşü, 1960’ların ortalarından itibaren, dünyada sanayi üretiminde yavaşlamaya neden olmuş ve bu da daha yükselen işsizlik oranlarına neden olmuştur. Kapitalizmin krizinin başat nedeni kâr oranlarındaki düşüş (ve böylece gerçekleşen aşırı üretimdir) olmasına rağmen, bu durum, kapitalist sistem içinde üretken yatırımların azalması, mevcut üretim kapasitesinin yer yer çökmesi ve daralması, işsizliğin artması, toplam talepte daralmalarla birlikte kredi mekanizmasının da tıkanmasına yol açan bir seyir izlemiştir.
Şunu da belirtmek gerekir ki, 1960’ların ortalarından itibaren ortaya çıkan bu gelişmelerin bir nedeni de, sermaye birikiminin uluslararasılaşma düzeyinin düşüklüğüdür. 1873 krizinden sonra hayat bulan uluslararası sermaye birikiminin tersine, 1945–1965 arasında, daha fazla ulusal ölçekte yoğun sermaye birikimi rejimi egemen olmuştur. Bunun sonuna gelindiğinin anlaşılması üzerine, 1960’ların ikinci yarısından itibaren uluslararasılaşma yeniden hız kazanmış ve bu süreç, günümüze kadar buna başkaca faktörlerin eklenmesiyle devam etmiştir.
1970’lerden itibaren reel ücretler tüm dünyada azalmaya başlamış ve bu da Şekil 1’de görüldüğü gibi, artık değer oranının (S/V) daha da hızlı artışını sağlamıştır. Bu sayede düşen kâr oranları nispeten telafi edilmeye çalışılmış, ama asıl müdahale, sermayenin organik bileşiminin yüksekliğine yönelik olarak gerçekleşmiştir.
Sermayenin organik bileşiminin (C/V) daha düşük olduğu geç kapitalist ülkeler uluslararası sisteme daha ileri bir düzeyde eklemlenmek suretiyle, erken kapitalist ülkelerde düşen kâr oranları, geç kapitalist ülkelerden gerçekleştirilen değer transferleri ile telafi edilmeye çalışılmıştır. Yukarıda ifade edilen uluslararasılaşma, özünde yeni bir şey olmamasına karşın, bu dönemde daha yoğun, yaygın ve hızlı bir seyirle tüm dünyayı kısa sürede küçük bir kapitalist köy haline getirmiştir. Bu doğrultuda ticaretin ve sermaye hareketlerinin serbestleştirilmesi yeniden ve daha ileri bir düzeyde gündeme gelmiş ve özellikle geç kapitalist ülkeler bu doğrultuda yönlendirilmiş ve hatta bazı ülkelerde siyasal rejimlere dahi emperyalist ülkeler tarafından müdahale edilmiş, bazı ülkelerde seçilmiş iktidarlara karşı askeri darbeler tertiplenmiş ve diktatörlükler kurulmuştur. Örneğin Türkiye’de 24 Ocak 1980’oluşturulan kararlar manzumesinin hayata geçirilebilmesi, ancak 12 Eylül darbesiyle mümkün olmuştur.
1970’lerden günümüze kadar devam eden, özellikle de 80’den sonra hızlanan önemli bir diğer gelişme de, uluslararası tekellerin sayısında ve dünya üretimindeki ağırlığında ortaya çıkan olağanüstü artışlardır. Bu dönemde, neredeyse dünyanın emperyalist-kapitalist üretim ilişkilerine dahil olabilecek tüm bölgeleri, Çin ve eski SSCB ve Doğu Bloku ülkeleri de dahil olmak üzere, bu sisteme dahil edilmiş ve Para-Meta-Para döngüsünün gerçekleşeceği coğrafi sınırlar böylece olabildiğince genişletilmiştir. Bu sürece, iletişim teknolojilerinde ortaya çıkan yenilikler, ulaşımın daha da gelişmesi vb. teknolojik gelişmeler de önemli katkılarda bulunmuştur.
1970’lerden günümüze kadar olan gelişmelerin finansal boyutlarını da ihmal etmemek ve bunu kapitalist üretim biçiminde sermaye ve kredi piyasalarının rolü ve niteliği ile birleştirerek, içinden geçilen krizin karakterini ortaya koymak daha doğru olacaktır. Özellikle 1990’lar boyunca dünyada görülen “finansal krizlerin” nedenlerinin ve özgünlüklerinin anlaşılması açısından da, 1970’lerden günümüze kadar gerçekleşen yapısal değişimlerin ve geç kapitalist ülkelerin emperyalist kapitalist sisteme eklemlenme biçiminin daha detaylı ve analitik bir incelemesi zorunluluktur.
Referanslar
Marx, 1977, Kapital, Cilt I, II, III.
Sönmez, Sinan. Dünya Ekonomisinde Dönüşüm, Ankara, 1998.
Shaikh, A. ve Tonak. E. A. (1994). Measuring the Wealth of Nations: The Political Economy of National Accounts, New York: Cambridge University Pres
Shaikh, Anwar. (1999). Explaining the Global Economic Crisis, Historical Materialism, No5. Winter 1999, s. 103–144