Toprak ve Tarım Politikası ve Toprak Talebi

Toprak sorunu, kimi aktüel gelişmelerle bağlantılı olarak aralıklı şekilde gündeme gelmekle birlikte, ihtiyacı olan köylülerin toprak gereksinimini karşılayacak bir toprak reformunun yapılamamış ya da yapılmak istenmemiş olması nedeniyle, iktisadi-sosyal ve politik bir ‘sorun’ olarak kalmaya devam etti. Sermaye partileri ve işbaşına gelen çeşitli hükümetler, hükümet ve seçim programlarında “toprak reformu”na yer vermelerine rağmen, etkili-örgütlü bir köylü hareketi/mücadelesinin olmayışından da yararlanarak, “reform” lafzıyla yetindiler ve toprak sorununu esas olarak Kürt bölgesindeki ağa-aşiret reisleri- şeyhlerinin ellerindeki topraklar üzerinden ele aldılar. Devletin ve hükümetlerin “toprak politikası”na, Kürt toprak sahiplerinin de aralarında bulundukları Kürt nüfusunun “iskân yasaları”yla dağıtılması ve “ağa topraklarına el konması”(!) damgasını vurdu. “Toprak reformu” adına gündeme getirilenler, hiçbir zaman “ağa topraklarına köylüler yararına el koyma” ya da ihtiyaca bağlı bir toprak dağıtımına genişlemedi. Diyarbakır Sinan köylülerinin ağalara karşı yürüttükleri mücadelede, jandarma ve polis kuvvetiyle karşı karşıya kalmaları ve mahkemelerin ağalardan yana kararları, toprak sorununun da sınıfsal ve “ulusal” politikalarla ele alındığını; sömürülenlere karşı sömürücülerin hakimiyetini güçlendirme, takviye etme ve sürdürme hedefine bağlandığını gösterdi. AKP hükümetinin Suriye-Türkiye sınırındaki 260 bin dönüm toprağın mayınlardan temizlenerek üretime açılması kararı üzerine, bu toprakların kimler tarafından ve nasıl işletileceği sorusu etrafında yoğunlaşan tartışmalar, toprak sorunu ve talebini aktüel gündemin konularından biri haline yeniden getirdi.

Toprak sorunu bugün başlıca iki yönüyle önemli olmaya devam ediyor: a) toprakların topraksız ve az topraklı “küçük köylü”nün aleyhine ve büyük toprak sahipleri yararına “adaletsiz” dağılımı; ve b) izlenen politikaların tarıma ve toprak kullanımına etkisi. Bu durum ve mayınlanmış toprakların temizlenerek işletilmesinin “biçimi” tartışmasıyla birlikte yoksul-topraksız, az topraklı köylünün toprak ihtiyacı, toprakların durumu ve tarımsal üretimin sorunlarını yeniden ele almayı ve mücadele sorunu olarak gündemleştirmeyi gerekli kılıyor. Bu ihtiyaçtan hareketle, sorunu, başlıca iki yanıyla; ı) toprakların dağılımı ve ‘toprak reformu’ ihtiyacı; ve ıı) tarım politikalarının bağımlılığı derinleştiren ve yoksullaşmayı ağırlaştıran ve artıran özellikleriyle ele alacağız.

CUMHURİYETİN KURULUŞ SÜRECİNDEN GÜNÜMÜZE TOPRAK POLİTİKASI

Osmanlı toprak sistemi, toprakların “miri düzen” içinde, tımar, has, zeamet şeklinde kategorilendirilerek, şahısların tasarrufuna verilmesini içeriyordu. Toprakların bu tarz tasarruf hakkı, sonraki dönemde, özel mülke geçirilmelerini kolaylaştırdı. Toprağın özel mülk edinilmesinin yolu, 1858 “Arazi Kanunnamesi” ile açıldı. “Batı”daki ve “Doğu”daki komşu ülkelerde, özellikle de Avrupa’da koşullar değişmiş; İmparatorluk yönetimi, yeni iktisadi-sosyal ve politik sorunlarla karşı karşıya gelmişti. “Padişah ve Halife Sultan”ların mülkiyetindeki toprakların bir bölümünün, “on yıllık vergisi baştan ödenmek” üzere “tımar sahipleri”ne verilmesinin kararlaştırmasıyla, toprağın özel mülk edinilmesinin önü daha fazla açıldı. On yıllık verginin “baştan ödenmesi” zorunluluğu, belli varlık sahibi olmayı gerektiriyordu. Bu uygulamalardan en fazla yararlananlar, beyler, mirler, şeyhler; köylüyü kendilerine bağlı ve angarya çalıştıranlar oldu.

1908 Jön Türk Devrimi döneminden başlayarak, tüm Cumhuriyet tarihi boyunca sürdürülen ve fakat esas olarak sadece söylemde kalan “toprak reformu” propagandası, günümüze kadar devam etti.

Cumhuriyet, köylü kitlelerinin desteği alınmadan inşa edilemezdi. Kuruluş döneminde, M. Kemal ve kurucu kadro, söylem ve açıklamalarında “köylünün milletin efendisi olduğu”nu belirtmeye özel bir önem verdiler. Kemalist yönetim ve bizzat M. Kemal, bu söylemine karşın, “bizde hiç kimse büyük araziye malik değildir” diyerek, toprak mülkiyeti uçurumunun üzerini örttüler ve büyük toprak sahibi ve zengin köylüleri himaye politikasını sürdürdüler. Gerekçe, “arazinin geniş, nüfusun az”, ve toprakların “dağıtımına değil, işletilmesine ihtiyaç olduğu”ydu! Toprak politikası başlıca iki özellik taşıyordu: a) büyük mülklerin korunması/savunulması; b) Kürt toprak ağalarının işbirliği yapıp yapmamaya göre “tasnifi” ve uygulamaya tabi tutulmaları. Bu anlayış, çıkarılan yasaların ‘ruhu’na ve adlarına yön verdi. “Aşar”ın kaldırılması ötesinde, köylü kitleleri yararına gerçekleştirilen somut ve iyileştirici bir şey yoktu.

1923’lerde “büyük arazilerin bulunmadığı”na hükmedenler, 1925 Şeyh Sait Ayaklanması ve 1927 Ağrı-Zilan başkaldırıları üzerine, feodal gericiliğin sözüm ona tasfiyesine giriştiler. Aşiret şeyhleri-toprak ağalarının “gerici-bölücü faaliyetlerin başını çektikleri” söyleniyor, onların “köy ve köylünün sahibi gibi davrandıkları” ileri sürülerek, köylünün desteği alınmaya çalışılıyordu. Hedef, Kürt başkaldırılarında yer alan Kürt aşiret ve toprak ağalarının etkisiz kılınmasıydı. Devletle işbirliği içinde olanların bu durumdan da yararlanarak ekonomik gücünü büyütmelerinin önü açılacak, gericiliğin Kürt ayağı olarak palazlandırılıp örgütlendirileceklerdi.

1927 yılında çıkarılan 1097 Sayılı Çiftçiyi Topraklandırma Yasası’nın gerekçesinde, “Doğu’nun” ihmal edildiği ve “feodal ağaların eline teslim edildiği” iddiası yer alıyordu. 1925 Şeyh Sait İsyanı bastırıldıktan sonra, “kapsamlı bir iskân yasası”nı gündeme getiren hükümet, “güvenliği” ve “toprak dağıtımı”nı sağlayacağı iddiasındaydı. “Ağalığın tasfiye edileceği”; “toprakların fakir halka dağıtılacağı” söylenerek, Kürt yoksullarının desteği alınmak isteniyordu. İ. İnönü “toprak ağalarının köklerini kazıyacağını”; İçişleri Bakanı Ş. Kaya, “toprakların ağaların ellerinden alınacağını söylüyorlardı. 1927 ve 1929 yıllarında çıkarılan “Şark Menakısı Dahilinde Muhtaç Züraa Tevziye Edilecek Araziye Dair Kanun” ve “Şark Vilayeti ile Beyazıt, Erzurum ve Çoruh Vilayetlerinin Bazı Parçalarında Muhacir ve Sığıntıların Yerleştirilmesi ve Yerli Çiftçilerin Topraklandırılması Hakkında Kanun” ile, Kürt toprak ağalarının bir bölümünün “Batı”ya sürülmesi, göç hareketleriyle gelen “muhacirler”e toprak verilmesi hedeflendi. Ancak bu kanunlar, büyük toprak sahiplerinin itirazıyla karşılandı ve Şura-ı Devlet’in yapılan itirazları “yerinde” görmesi sonucu, geçersiz hale geldiler. “Feodal ağaların elindeki büyük toprak birikimlerinin dağıtılması” iddiasıyla gündeme getirilen 1927 tarih ve 1097 Sayılı Yasa’yla, esas olarak Şeyh Sait isyanına katılan ve isyan sonrası kaçanlarla “Ağrı’daki isyan olasılığı”na karşı önlemler çerçevesinde gerçekleştirilmek istenen saldırılara yasal dayanak sağlanıyordu. Bu yasaya dayanılarak 1400 kişinin Batı illerine nakledilmesi ve onların terk ettikleri toprakların “devlet tarafından satın alınarak muhtaçlara dağıtılması” kararlaştırıldı. Ancak gelişmeler bu yasayı uygulanamaz duruma düşürdü.

1929 yılında “muhtaç kişilere toprak vermek için bazı arazilerin kamulaştırılması” iddiasıyla çıkarılan 1505 Sayılı Yasa da, herhangi kamulaştırma yapılmadan ve hiç kimseye toprak verilmeden kağıt üzerinde kaldı. Büyük toprak sahipleri, büyük toprak birikimlerinin dağıtılmasına yol açacak yasaların çıkarılmasını engellemek için güçbirliği içinde direnişe geçtiler.

Kürtleri baskıyla sindirme politikası devlete tepkiyi artırmış, bizzat İnönü’nün ifadesi ile, “kuvvetle idare etme” politikası halkı devlet ve hükümetten uzaklaştırmıştı. İnönü, 1930’lu yılların ortalarında hazırladığı “Kürt Raporu”nda, Muş ovasında, Ağrı ve Iğdır’da Ermeni topraklarına yerleşerek, bu toprakları işleten Kürtlere “dokunulmaması”nı; ancak “Dersim Kürtlerinin silahsızlandırılmasını” istiyordu. Aynı dönemde, M. Kemal’in direktifiyle bir başka rapor hazırlayan C. Bayar da, “Doğu’nun kesin hakimiyet altına alınması” için “ordu ve jandarma”nın daha etkili kullanılması ve isyanların şiddetle cezalandırılması politikasının halkla ilişkilerin geliştirilmesi için “toprak dağıtımı”yla desteklenmesini istiyor; böylece “hükümetin toprak ağalarının yerini alması”nın mümkün olabileceğini ileri sürüyordu. Kürt isyanlarını bastırma ve “nüfuz sahibi kişileri” dağıtıp-etkisizleştirme politikasına bağlanan “İskan Kanunu” (14 Haziran 1934 tarih, 2519 Sayı) bu anlayışla gündeme getirildi. “Aşiret reisliği, beyliği, ağalığı ve şeyhliği ve bunların herhangi bir belgeye veya görgü ve geleneğe dayanan her türlü teşkilat ve organları” dağıtılacaktı. Bu yasaya dayanılarak, 1936-44 döneminde (sekiz yıllık süre içinde) 4.5 milyon dönüm toprağın dağıtılması sağlandı. 5 Haziran 1935 tarihli “Vakıflar Kanunu” ile de, azınlıklara ait vakıf topraklarına el konarak, özel kişilere satılması gündeme getirildi.

1945 yılında, 4753 sayılı Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu çıkarıldı. İddia, topraksız ve az topraklı köylü ile tarım alanında öğrenim görmüş gençlerin topraklandırılması ve bunların tarımsal yapı ve üretimlerinin desteklenmesiyle tarımsal üretimde gelişme sağlamaktı. “Memlekette topraksız çiftçi bırakılmayacağı” iddia ediliyordu. Sorun, “devlet kudretinin gösterilmesi”yle çözümlenecekti! İnönü, “toprak ağalarının kökünün kazınması”ndan söz ediyordu. Yasa baştan güdük olmasına ve “tapulu büyük arazileri” kapsamamasına rağmen, büyük toprak sahiplerinin sert direnciyle karşılaştı. Celal Bayar’ın, Koraltan’ın, Emin Sazak’ın, Menderes’in başını çektikleri büyük toprak sahibi ‘blok’, “Batı”daki büyük toprak sahiplerine de “dokunma olasılığı”nı düşünerek direniyorlardı. Bu yasanın meclis görüşmeleri (tartışmaları), toprak ağaları-beylerinin toprakları ele geçirmek için, Ermeni-Rum azınlığın kovulmasını destekledikleri ve onlardan kalan araziye el koyduklarını ortaya koydu. O günün araştırmalarına göre, 1 milyon 747 bin dönüm toprak “özel kişilerce” ele geçirilmişti. Kanunun uygulanmasından sorumlu Bakanlığı, kendisi de toprak ağası olan Cavit Oral’ın temsil etmesi, uygulamayı daha baştan sekteye uğratıyordu.

Büyük çiftçi ve çiftlik sahiplerinin işletebilecekleri arazi genişliği”nin “memleket bölgelerinin nüfus kesafetine (yoğunluk) ve toprak verim derecesine göre” belirlenmek istenmesi ise, toprak ağaları yararına bir sonuç doğurdu.   34.887 köyden yalnızca 5.157’sinde, 16 yıllık süreçte sözü edilmeye değmeyecek bir dağıtım yapıldı ve genel bir uygulama yerine, çoğu hazineye ve vakıflara ait 1.5 milyon dönüm toprağın dağıtılmasıyla sınırlı kalındı. “Ağalara dokunma” iddiası taşıyan yasanın uygulanması, sürüncemeye bırakılarak, süreç içinde etkisizleştirildi. C. Bayar, F. Köprülü, A. Menderes ve R. Koraltan’ın başını çektikleri Demokrat Parti, işbaşına geldiği günden başlayarak, büyük toprak mülkiyeti lehine politikaları ısrarla uygulamaya geçirdi ve kendileri de büyük toprak sahibi olan ‘Aydın Beyleri’nin el koydukları azınlık topraklarının mülk edinilmesini kolaylaştırıcı önlemler aldı.

Büyük toprak sahipleri, 14. 06. 1934 tarih ve 2510 Sayılı İskan Yasası’nın gündeme getirilmesi üzerine, bir kez daha karşı cephe oluşturmaya yöneldiler. Meclis’teki temsilcileri,  TBMM’de yapılan tartışmalar sırasında, “tapusuz boş toprakların dağıtılmasını” öngören yasa maddelerine direndiler. Büyük toprak sahiplerinin avukatlığını üstlenen ve kendileri de büyük topraklara sahip olan milletvekilleri, toprak dağıtımını “yağmacılık” olarak gösteriyor, “tapu kaydı olmayan sahipsiz boş yerler”in kendileri tarafından gaspedilmiş olması gerçeğinin üzerini örterek, topraksız köylünün toprak edinmesine karşı çıkıyorlardı. “Tapuda veya vergide kayıtlı arazi ve yapılar”ın bu yasaya tabi tutulamayacağı; ve “tapusu olan ya da vergisi ödenmiş olan arazinin dağıtılamayacağı” garanti edilmesine rağmen, Eskişehir’in en zengin toprak ağalarından biri olan Emin (Sazak), “Mülk sahibi olmanın kötü karşılanmasının sakıncaları”ndan söz ederek, “ağa topraklarının güvencede olmamasının buhranlı dönemde tehlikeli sonuçlar doğurabileceğini” belirtiyor; “… 500 yıllık ecdadından kalma arazi”lere dokunulamayacağından dem vuruyordu.

Hükümet adına İçişleri Bakanı Şükrü Kaya, ağa ve beylerin itirazlarına karşı, devletin bu kanunla, “terk edilmiş boş araziyi dağıtacağını, dağıtıldıktan sonra birisinin çıkıp tapu göstererek toprak sahibini dışarı atmasının uygun olmadığını, eğer böyle bir hak iddiası ortaya çıkarsa köylünün elinden toprak alınmayıp, hak sahibine devletin bedelini ödeyeceğini” söylüyordu. Bakan, “… Trabzon’da 200 dönüm toprağı olan ve bu toprağı nasıl kazandığı belli olmayan birisinin, tapu göstererek toprak üzerindeki köylüleri çıkarıp attığını”; muhacirlere dağıtılan sınır boyu topraklarının tapusunu gösterenlerin, “bu tapuyu nasıl ve ne zaman ele geçirdiğinin belli olmadığını” açıklıyordu. Hükümet çabasına yön veren amaç, gerçek bir toprak reformu olmaktan çok, hedefe konan kimi ağa ve büyük arazi sahiplerini denetime almaktı.

1923-1950 döneminde dağıtılan toplam işlenebilir toprak, –hemen hemen tamamı hazine toprağı olmak üzere– 1,5 milyon hektar olup, bunun yarısı 192 bin göçmen aileye; geriye kalanı 240 bin köylüye verildi.

1961 Anayasası, toprak reformuna 38/3. maddesiyle yer verdi. Ancak uygulama, Kürt hareketine katılan ya da destek verdiği düşünülen Kürt ağalarının “Milli Birlik hükümeti” tarafından Batı kentlerine sürülmeleriyle sınırlı kaldı. Bu politika sonraki yılarda da devam etti. 18 Ekim 1960 tarihinde, “mülk ve nüfuzunu kullanarak zararlı faaliyetleri tespit edilen kişilerin Bakanlar Kurulu kararıyla bulundukları illerden başka illere nakledilip, topraklarının kamulaştırılması” kararlaştırıldı. Milli Birlik Komitesi emriyle, 1 Haziran 1960 tarihinde, aralarında Şeyh Sait’in oğlu ve torununun da bulunduğu 485 kişi Sivas’ta, 3. Ordu denetimindeki kampta “gözetim altına” alındılar. Cumhuriyet Gazetesi, bunu, “Şeyh Sait’in oğlu etrafında toplanan ve şeriatı getirmek için çalışan nüfuzlu bazı ağaların etkisizleştirilmesi” olarak duyurdu. 430’u ilk altı ay içinde serbest bırakılırken, 55’i, Batı illerine nakledildi ve 1963 yılında çıkarılan af yasasıyla sürgünden dönerek topraklarını yeniden kavuştular.  “Toprak Reformu”, on yılı aşkın bir süre sonra (1973), Ecevit hükümeti tarafından yeniden gündeme getirildi. “Toprak işleyenin Su kullananın!” sloganıyla destek toplayan Ecevit, “Tarım ve Toprak Reformu Kararı” çıkardı. Ne var ki, bu yasa da, Urfa bölgesindeki ‘kısmi’ uygulama dışında –sonradan, bu da geçersiz sayıldı– kağıt üzerinde kalmaktan öteye geçmedi. Demirel yönetimindeki Adalet Partisi’nin Danıştay’a yaptığı başvuru sonucunda  ve iki yıl sonra, toprak ağaları desteğindeki itirazın Danıştay ve Anayasa Mahkemesi tarafından yerinde görülmesiyle iptal edildi. Yeni bir yasa çıkarılmadığı için, sözüm ona kamulaştırılmış topraklar eski sahiplerinin eline yeniden geçti. Buna karşın, toprak ağaları, yalnızca Urfa bölgesinde 8.5 milyon dönüm toprağı “zilyetlik” iddiasıyla mülkiyetlerine geçirebildiler.

1974’te çıkarılan ve kısmen uygulamaya konan “reform yasası”yla Urfa bölgesinde “cüzi” bir dağılım gerçekleştirildiyse de, sonradan çıkarılan başka yasalarla bu uygulamadan vaz geçildi.

BÜYÜK TOPRAK SAHİPLİĞİNİN GÜÇ KAZANMASI VE “TOPRAK REFORMU” ZORUNLULUĞU

Toprak mülkiyetinin büyük toprak sahibi “ağa”, “şeyh” ve “bey”lerin lehine değişimi, kapitalizmin gelişmesi ve kır iktisadının çözülmesinin kaçınılamaz sonuçlarından biri olmakla sınırlı bir sorundan ibaret değildi. İzlenen iktisadi politikalar ve özellikle Kürt sorunu bağlantılı olarak işbirlikçi toprak sahiplerinin korunup kollanması sonucu, küçük işletme sahiplerinin ellerindeki toprakların büyük bölümü büyük toprak sahiplerinin eline geçerken, diğer bir bölümünde, yıkıcı-tahrip edici politikalar ve üretimin pahalanması sonucu üretim yapılamaz duruma geldi. Büyük toprak ve mülk sahipleriyle politik temsilcileri, “mülkiyet hakkının kutsallığı” vaazıyla “tapu kaydı olan arazi dağıtılamaz hattında barikat örerlerken, devlet ve hükümetlerin politikası da buna uygun platformda yürüdü. Geniş topraklar, hazine ‘mülkü’, “ağa toprağı” ya da Ege bölgesinde “bey çiftliği” olarak tutulur veya işletilirken, yoksul, topraksız ve az topraklı köylüler açlık durumundan farksız bir yaşama mahkum tutularak, devlet ve hükümetlerin yanı sıra büyük toprak sahipleri tarafından da baskı altına alınarak sömürüldüler. Küçük toprakların el değiştirmesi ve toprak “adaletsizliği”, “Batı”da ve “Doğu”da büyük toprak sahipleri ve toprak ağaları lehine devam etti. Büyük toprak sahibi ağa ve beyler, savaş koşullarından, “tehcir” ve “mübadele” karar ve uygulamalarından yararlanarak, mülklerini genişlettiler ve Hazine topraklarını, “tehcir” yoluyla yerlerinden edilen “azınlıklar”ın ve yoksul köylülerin topraklarını ele geçirdiler. Prof. Dr. Ümit Doğanay’ın derlediği verilere göre, 1934-1967 döneminde 200 milyon dönüm toprak, büyük toprak sahipleri tarafından özel mülkiyete geçirildi.[1]

Devletin, Kürt ulusal mücadelesinde ya doğrudan yer alarak ya da yardım ederek rol oynayan ağa ve şeyhlerin topraklarına el koyarak onları etkisizleştirme politikası, sonuçta diğer ağa ve beylerin palazlanmalarına yaradı.  Kürt hareketinin en önemli sosyal dayanağını oluşturan yoksul, az topraklı-topraksız köylünün yaşam alanlarını terk etmesini dayatarak, köylülerin toprağına bu işbirlikçi güçlerin el koyup mülk edinmelerini sağladı. “Toprak reformu” vaadi devam etmesine rağmen, gerek işbirlikçi Kürt büyük toprak sahiplerinin devletin Kürt politikasına payanda olmaları ve Türkiye gericiliğinin buna duydukları gereksinme, gerekse Türkiye’nin batı bölgelerinde büyük ve modern tarıma uygun geniş topraklara sahip ailelerin kurdukları barikat, bu vaadin sözde kalmasını sağladı.

Bugün yüz binlerce köylü ailesi topraktan kopmuştur ve yüz binlercesi geçimlerine yetmeyecek bir toprak parçasına sahiptir. Buna karşın, toprakların çok büyük bir miktarı, büyük toprak sahibi bey ve ağalar tarafından ve zengin köylülerce işletilmektedir.

1927 yılı verilerine göre, 1,7 milyon tarımsal işletme bulunuyordu. 1950 yılında bu sayının 2,5 milyona; 1980 yılında 3,5 ve 1991 yılında 4,1 milyona çıktığı açıklandı. 2001 Tarım Sayımı sonuçlarına göre, işletme sayısı 3 milyona gerilemişti. “Geri sayım”ın mantıklı görülebilir tek açıklaması, izlenen politikaların toprakların terk edilmesine ve başkaları tarafından mülk edinilmesine yol açması olabilirdi.

DİE, TÜİK, Ziraat Odaları gibi kurumların verilerine göre, bugün Türkiye’de 4 milyon 100 bin tarımsal işletme bulunmakta, nüfusun yüzde 35’i, sayıları 80 bini bulan köy ve “mezra”lar ile küçük kasabalarda yaşamaktadır. 1000 dekardan fazla toprağa sahip 12.637 aile 25.184.130 dekar ile toplam arazinin yüzde 12’sini elinde tutarken, 54.321 ailenin hiç toprağı bulunmamaktadır. “Çiftçi nüfus”un %83’ü 100 dekarın altında; %16’sı 10 dekarın altında toprağa sahiptir.[2] İşlenebilir toprağın %42’sine, köylü nüfusun %85’ini oluşturan yoksul, küçük ve orta kesim; %58’ine, %15’lik azınlık zengin köylü ve büyük toprak sahibi kesim sahiptir. Bu ikinci kesim de, kendi içinde, en zengin ve büyük toprak sahibi %5,3 ile geri kalanlar şeklinde bölünmektedir. İşlenebilir toprakların %37’si, bu %5,3’lük en büyük toprak sahiplerinin elindedir. 1991 Genel Tarım Sayımı sonuçlarına göre, bu büyüklükteki işletme sayısı 210.612 idi. Buna karşın, ortalama büyüklüğü 30 dönüm olan işletmelerin sayısı 3.372.887’dir. [3] Üretici köylünün büyük kesimi ya topraksızdır ya da küçük ölçekli toprağa sahiptir. Bu kesimde toprak sahibi sayılanlar açısından ortalama işletme büyüklüğü, 6 hektar ve altındadır. Geçimini sağlayabilecek kadar toprağı olmayan ya da tümüyle topraksız köylü nüfusun bir bölümü büyük toprak sahiplerinin topraklarında işçilik-ortakçılık yaparken, diğer bir bölümü kentlerin kenar semtlerine göçmüştür. 22,4 milyon sivil istihdamın 5,9 milyonu tarımsal alanda istihdam edilmektedir. Kürt bölgesinde en büyük topraklara sahip 6 aile, yoksul ve az topraklı 50 000 ailenin sahip olduğundan daha fazla toprağa sahiptir. Halkın yüzde 59’unun hiç toprağı yoktur. Toprak sahibi sayılanların yüzde 67’si 50 dönümden az toprağa sahiptir ve bölgedeki 248 bin tarım işletmesinin üçte biri, tüm işletmelerin yüzde 1’ini oluşturan küçük bir azınlığın elindedir.

Devlet ve hükümet politikalarının iflasa sürüklediği ya da baskı sonucu köylerini terke zorladığı köylünün topraklarına el koyan büyük toprak sahipleri, varlıklarını daha da büyütmüşlerdir. On binlerce dönüm toprak ve köy meraları, köy boşaltma ve üretim yasağı nedeniyle ya boş kalmış ya da korucu ve aşiret ağaları tarafından gasp edilerek mülkiyete geçirilmiştir.[4]

Sağlayacağı ekonomik-sosyal gelişme ile “Kürt sorununun çözümü” ve bölge halkının kalkınmasına hizmet edeceği ileri sürülen GAP kapsamındaki ve modern tarım işletmeciliğine uygun 1 milyon 700 bin hektar toprak, ABD, İsrail, Japon tekelleriyle işbirlikçi büyük sermayenin ve büyük toprak sahiplerinin çıkarları doğrultusunda kullanıma açılmıştır.[5] GAP alanında yer alan su kaynakları ve bunların hidroelektrik santraller için taşıdıkları potansiyel, su ve enerjinin yaşamsal önemi nedeniyle bölgeyi rekabet alanlarından biri durumuna getirmiştir. Kerkük-Yumurtalık, Bakü-Ceyhan petrol boru hatları ‘güzergahı’ olarak bu bölge, Orta Asya-Kafkasya petrolleri ve doğal gazlarının Batı pazarlarına taşınmasında oynayacağı rolle büyük güçlerin ilgi alanındadır! Buradaki ve mayınlardan temizlenecek sınır boylarındaki geniş ve verimli toprakların kimin yararına ve kim tarafından kullanılacağı hakimiyet kavgalarının konularından biri haline gelmiştir.

YIKIMA YOL AÇAN TARIM VE TOPRAK POLİTİKASI

Sermaye ve hükümetlerin toprak ve tarım politikaları, ülke tarımı (ve hayvancılığı)nın uluslararası tekellerin ve emperyalist devletlerin açık pazarı haline getirilerek tahribata ve yıkıma sürüklenmesi ile toprakların, meraların ve su kaynaklarının büyük sermaye ve büyük toprak sahipleri tarafından mülk edinilmesine olanak tanımayı esas alıyor. Bu politika toprak mülkiyetinin büyük toprak sahipleri yararına genişlemesine hizmet etmiş, özellikle son yirmi-otuz yıllık süreçte bağımlılığı daha da derinleştirip ağırlaştırmıştır.

Türkiye tarımının –tüm ekonomiyle birlikte– uluslararası sermayenin denetimine girmesi, İkinci Dünya Savaşı sonrası süreçte hız kazandı. 1951’de GATT anlaşmasını imzalayan Türkiye hükümetleri, tarımı 1970’li yıllardan itibaren uluslararası tekellerin ve emperyalist devletlerin talanına daha fazla açtılar. IMF ve Dünya Bankası’nın talimatları doğrultusunda hazırlanan hükümet programları ve “5 yıllık kalkınma planları”yla ve özellikle 1980 sonrası süreçte uygulamaya geçirilen tarımsal ürün destekleme ve ürün taban fiyatları politikalarıyla tarım yıkıma uğratıldı. GATT, MAI, MİGA anlaşmalarıyla tarımsal üretim, özellikle de sanayiye yönelik tarım ürünleri üretimi, yabancı tekeller ve yerli ortaklarının kontrolüne geçti.

24 Ocak Kararları olarak bilinen ve 12 Eylül faşist cuntası eliyle uygulama olanağı bularak, sonraki yıllarda da yürürlükte kalan ekonomi politikalarla, küçük üretici köylü yıkıma sürüklendi ve ülke tarımı üzerindeki tekelci denetim güçlendirildi. 30 yıla yakın süredir uygulanan IMF-Dünya Bankası programlarının sonucu olarak zengin-yoksul köylü uçurumu derinleşti; küçük üretici ve topraksız ve az topraklı köylü daha fazla yoksulluğa sürüklendi; köylü kitleleri topraksızlığa itildiler. Girdi (mazot, gübre, ilaç, tohumluk ve makine) fiyatları yükseldi, sübvansiyonlar kaldırıldı ya da büyük oranda düşürüldü, taban fiyatları düşük tutuldu. Küçük ve orta büyüklükteki işletmeler üretim yapamaz duruma düştü, topraktan kopan köylüler kitleler halinde işsizler ordusunun saflarına katıldılar. Tarımsal ürün ihtiyacının karşılanmasında “kendine yeter” denilen Türkiye, bu politikalar sonucu, en zorunlu gıda maddelerini dışarıdan ithal eder duruma geldi. Tarımsal üretim sektörünün GSMH içindeki payı giderek geriledi, IMF-Dünya Bankası dayatmaları ve GATT anlaşmasının yükümlülükleri çerçevesinde tarım sübvansiyonlarının GSMH’nın %0,5’ine düşürülmesi, tarımsal üretimi geriletirken, kredi ve borçla üretimlerini sürdürmek isteyen üreticiler bunu yapamaz duruma geldiler (1990’lı yıllarda 24,2 milyon hektar civarında olduğu belirtilen işlenen toprak miktarı, bu yıkıcı politikalar sonucu, 2005’te 22.8 milyon hektara geriledi), ürünleri, düşük taban fiyatları nedeniyle ya ellerinde kaldı ya da yok pahasına gasp edildi.[6] Borçlarını ödeyemediler ve üretimden kopmak zorunda kaldılar. Tarımsal nüfusun saflarındaki yoksullaşma hızla artarak, 2002’de %36.8’e; 2004’te %42,3’e çıktı. AKP hükümeti, yaptığı yasal düzenlemelerle toprakların tarım dışı amaçlarla kullanımını ve hazineye kaydedilmesini kolaylaştırdı ve büyük toprak sahibi ve aşiret ağalarının küçük köylülerin topraklarını gasp etmelerine yasal dayanak sağladı. AB’nin “tarım nüfusunuzu azaltın, işletmelerinizi büyütün” talimatına uygun olarak, AKP hükümeti, küçük üretici köylünün topraktan kopmasına yol açan uygulamaları yoğunlaştırdı. AKP, Tarım ve Köyişleri Bakanlığı adını da değiştirerek, “Köyişleri” sözcüğünü attı. 2000-2005 arası, topraktan ve tarımsal üretimden kopanların sayısı 1.3 milyona yükseldi. Üreticilerin yıllık zararları 4-5 milyar dolardı. Doğrudan Gelir Desteği adı altında uygulamaya geçirilen politikadan küçük üretici yararlanamazken, Tarım ve Köyişleri Bakanlığı’nın verileri, bu desteğin %51’den fazlasının arazi büyüklüğü 100 dekar ve üstünde olanlara (çiftçi nüfusun %17’si) gittiğini ortaya koyuyordu. ‘Toplam üreticilerin %58’ini oluşturan küçük üreticilerin aldıkları destek %7.2’de kalırken, %7’yi oluşturan en büyük toprak sahipleri %45 oranında destek görmekteydiler.

Devlet ve hükümet politikaları sonucu, ekonomi tümüyle dışa (emperyalist güç ve tekellere) bağlı hale gelirken, tarım sektörü (tarım ve hayvancılık) yıkımla yüz yüze gelmiştir. Uluslararası tekellerin baskı ve denetimi altında, üretici, ekecek tohumu dahi, tekellerin kotası ve patent koşullarına uyabildiği ölçüde sağlayabilmektedir. Tekellerin hakim oldukları ve belirledikleri keskin rekabet üreticilerin büyük kitlesini üretim yapamaz duruma düşürmeye devam etmektedir. Bu, çöküşe gidiş durumudur ve değiştirilmesi acil zorunluluk oluşturmaktadır.

BAĞIMLILIK VE YIKIM POLİTİKALARINA KARŞI VE BİR TOPRAK REFORMU İÇİN

Ülke ekonomisi ve tarımını uluslararası sermaye ve emperyalist güçlerin denetimi ve sömürüsünden çıkarmak, emperyalizme ve kapitalist sömürüye karşı devrimin en önemli sorun ve hedeflerinden biridir. Ne var ki, işçi sınıfı ve emekçilerin başkaldırılarının ürünü olacak politik devrimin başarısı ve sömürü ve bağımlılık ilişkilerine son vermesi, bir hamlede ve hemen gerçekleş(e)meyecektir. Nesnel (ve öznel) nedenlere bağlı bu gerçek, önümüze; emperyalist devletlere, uluslararası sermaye kuruluşlarının dayatmalarıyla tekellerin baskısına karşı; onlarla imzalanmış bağımlılık anlaşmalarının geçersizleştirilmesi, sanayi ve tarım emekçileri üzerindeki baskının sona erdirilmesi hedefine bağlanmış bir haklar ve talepler mücadelesini yükseltmeyi zorunluluk olarak çıkarmaktadır. Topraksız, az topraklı, yoksul köylüyü açlığa, küçük üreticiyi iflasa sürükleyen politikaları püskürtecek bir halk birleşmesi ve mücadelesi acil gerekliliktir. Sermaye devleti ve hükümetlerinin emekçiler yararına politika izlemeleri beklenemez. Aksine uyguladıkları politikalarla yüz binlerce köylü ailesini topraksızlığa ve yoksulluğa; kapitalistler için ucuz işgücüne dönüşmeye zorlamışlar-itmişlerdir. Onları zorlayıcı bir mücadele olmaksızın, bir toprak reformu yönünde adım atmayacaklardır. Anayasa’nın 44. maddesinde “Devlet,…. topraksız olan veya yeter toprağı bulunmayan çiftçilikle uğraşan köylüye toprak sağlamak amacıyla gerekli tedbirleri alır…” denilmektedir. Ancak bu ‘anayasal hüküm’ sadece kağıt üzerindedir. Topraksız, az topraklı köylüyü “topraklandırma”; bunun için “gerekli tedbirleri alma” iddiası riyakarlıktan öteye geçmemektedir. Bu propaganda ve yasalarda ya da hükümetlerin programlarında öne sürülen benzer iddialar, köylü kitlelerinin aldatılmasını hedeflemektedir.

‘Tarım Reformu Genel Müdürlüğü’ adıyla bir “müdürlük” dahi oluşturulmuştur. Bu kurum, 2006’da “Hazine arazilerinin topraksız ya da az topraklı çiftçilere dağıtımı esnasında, toplulaştırılan toprakların çiftçilik konusunda bilgi birikimi, deneyimi bulunmayan, hatta tarlayı sürecek, tohum, ilaç ve gübre alacak, atacak maddi imkanı, yeterli alet ve ekipmanı olmayan kişilere çiftçilik yapmak üzere dağıtılmak zorunda kalındığını, işletme büyüklüğü azaltıldığı gibi çiftçi sayısının artırıldığını; bu durumun da arazi parçalanmasını artırarak, Avrupa Birliği Müzakereleri kapsamında karşımıza en önemli olumsuzluklardan biri olarak çıkacağını” ileri sürerek, büyük toprak sahiplerinin çıkarlarını savunma ve koruma kararlılığını hükümet adına ortaya koymuştur.

Yukarıdan beri ortaya konanlar ve Cumhuriyet tarihi boyunca giderek derinleşen ‘toprak dağılımı adaletsizliği’, yoksul, topraksız ve az topraklı köylünün gereksinmelerini merkezine alan bir politikayı zorunlu kılmaktadır.

MAİ-MİGA-GATT anlaşmaları yükümlülükleri geçersiz ilan edilmeli, ekonomi ve tarım üzerinde tekelci-emperyalist denetime olanak tanıyan tüm anlaşmalar iptal edilmelidir. Üreticiyi üretim yapamaz duruma düşüren yüksek girdi fiyatları düşürülmeli; küçük üreticinin banka ve kredi borçları durdurulmalı, işletilmeyen araziler devlet tarafından tarım arazisi haline dönüştürülerek, köylülerin üretimine verilmelidir. Toprak dağılımındaki büyük eşitsizliğin giderilerek, büyük toprak sahipleri ve aşiret ağalarının köylü üzerindeki baskısına son verilmelidir. Yeterli toprağı bulunmayan ve topraksız çiftçilerin tarımsal aile işletmeleri kurabilmeleri için devlet tarafından topraklandırılmaları, üretime olanak vermeyecek ölçüde parçalanan tarım topraklarının birleştirilerek, çiftçi ailesinin geçimini sağlamaya elverişli hale getirilmeleri ve üretim için gerekli araç-gereçlerin sağlanması gerekmektedir.

Koruculuğun tasfiyesi, köye geri dönüş yasaklarının kaldırılması ve köylünün zararlarının tazmini, tarım ve hayvancılığın desteklenmesi, ürün taban fiyatlarının üreticilerin ihtiyacı göz önünde tutularak belirlenmesi; gübre, ilaç, mazot, tohumluk fiyatlarının düşürülmesi ve alamayacak durumda olanlara devlet tarafından karşılıksız sağlanması, GAP’ın halkın çıkarlarını gözeten bir proje haline getirilmesi ve toprak reformu, Kürt yoksul köylüsünün acil ihtiyaçları arasındadır. GAP sahasındaki geniş topraklar ile mayınlardan temizleneceği ilan edilen Suriye sınırındaki 260 bin dönüm verimli toprak, yüz binlerce köylü ailesinin “mağdur” ve yoksun durumu dikkate alınarak değerlendirilmelidir. Korucu başlarının, aşiret şeyhleri ve büyük toprak ağalarının el koydukları topraklarla mayınlardan temizlenecek topraklar, yoksul, topraksız ve az topraklı köylülere dağıtılmalıdır.

Çukurova’daki, Ege ve Akdeniz bölgesindeki büyük çiftlik ve toprak sahiplerinin tarım işçileri üzerindeki yoğun sömürüsüne karşı, işgünü, ücret, grev ve sendika hakkını teminat altına alan düzenlemeler acildir.

Geniş toprakların çok küçük sayıda büyük toprak sahipleri, toprak ağa ve beylerinin elinde olması ve bunun yanında on binlerce, yüz binlerce ailenin topraksız, yoksul, kendine yetecek bir topraktan yoksunlukları; ve bu durumun uluslararası sermaye ve emperyalist güçlere ekonomik bağımlılık koşulları tarafından daha da ağırlaştırılması; başka sonuçları ve etkileriyle birlikte bunun da tarımsal üretimi yıkıma sürüklemesi ve bu doğrultudaki egemen sınıf ve hükümet politikaları, kır emekçilerinin taleplerini de öne alan bir mücadeleyi; buna hizmet eden ya da bunun aracı olan örgütlenmeleri gerektirmektedir. Bunun için çabayı yoğunlaştırma sorumluluğu, bugün herkesten önce, ileri işçi ve emekçilerle sınıf partisine düşüyor.



[1] Prof. Doğanay, İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilimler Fakültesi Dekan yardımcısı, ilerici, yurtsever ve demokrat bir bilim insanıydı. 20 Kasım 1979’da, ders verdiği okula gitmek üzere bindiği araçta, kontra çeteleri tarafından katledildi.

[2] Bir dekar 1000 metrekare olup, bir dönüme; bir hektar 10.000metre kare; on dönüm ya da on dekara denk gelmektedir.

[3] On dönüm bir hektar alana denk gelmektedir ve modern tarım araçlarıyla verimli sayılan üretim için 70 hektar gerekmektedir.

[4] Hasat mevsiminde sayıları 2 milyona yaklaşan mevsimlik tarım işçilerinin büyük çoğunluğunu, ’90’lı yıllarda köylerini boşaltmak zorunda kalarak Bölge kentlerinin kenar mahallelerine yerleşen Kürt yoksulları ve topraksız köylüler oluşturuyor.

[5] GAP, 17 hidroelektrik santrali ve 22 milyar KW saat elektrik üretimi kapasitesi ve su kaynaklarıyla da emperyalist rekabet kapsamında ilgi alanlarından biri durumundadır.

[6] GATT anlaşması çerçevesinde ve IMF’nin istekleri doğrultusunda fiyat ve girdi desteklerinin oransal olarak düşürüleceği ve sübvansiyon uygulamasının 2001’den itibaren terk edileceği taahhüt edildi.

Kriz Vurguncuları -1-

Kapitalizmin insanlık dışı niteliği, kriz derinleştikçe daha açık görünür hale geliyor. Bir yanda işsizlik, sefalet ve açlık artarken, diğer yanda varlıklarına varlık, zenginliklerine zenginlik katan tekeller ve burjuvalar görüyoruz. Kriz vurguncuları, ganimeti paylaşmak için fırsat kolluyorlar.

Türkiye burjuvazisi, krizin başlangıcından itibaren, ‘krizi fırsata çevirmek’ prensibi ile hareket edeceğini ilan etti. Ancak, bir krizi kriz yapan, elbette ki, herkesin bundan kazançlı çıkması değil. Tam aksine, geniş kitleler yoksullaşır ve bazı sermayeler tasfiye olurken, fırtınayı atlatabilen bazı sermayelerin süreçten daha da güçlenip büyüyerek çıkması söz konusu. İşte bu nedenle, bir yandan, burjuvazi bir bütün olarak ‘krizi fırsata dönüştürmeye’ ve işçi sınıfına karşı saldırıyı şiddetlendirmeye çalışıyor. Bir yandan da, sermayenin, burjuva sınıfın kendi içindeki paylaşım savaşı kızışıyor. Kriz nedeniyle, başarısız sermaye kesimleri elenirken, bunların elindeki varlıklar (‘tasfiye nedeniyle ucuzluk’ fiyatına) ayakta kalan sermayelerin eline geçiyor. Böylece sermayenin merkezileşmesi ve tekelleşme hızlanıyor. Emek-sermaye ilişkisi ve sermaye içi ilişkiler, emekçi kitle aleyhine ve büyük sermaye lehine, yeniden yapılanıyor. Büyük çoğunluk, küçük bir azınlığın kölesi haline geliyor.

Burada bir noktaya dikkat çekmek gerek: Türkiye burjuvazisi, geçmiş dönemlere kıyasla, bugün dünya kapitalizmi ile entegrasyonunu çok ileri bir seviyeye çıkarmış durumda. Buna bağlı olarak, sermaye içi yeniden yapılanma, aslında dünya genelindeki yeniden yapılanmanın bir parçası olarak şekilleniyor. Koç, Sabancı, Ülker, Doğuş gibi ‘küresel oyuncu’ ölçeğine ulaşan bazı büyük sermaye grupları, AKP döneminde arttırdıkları nakit birikimleri sayesinde, artık yalnızca Türkiye içinde veya Avrasya-Ortadoğu bölgesinde değil, dünya genelinde fırsat kovalamaya başlamış durumdalar. AKP hükümeti tarafından hazırlanan teşvik paketleri de, öncelikli olarak uluslararasılaşmış sermaye kesimlerini gözetiyor. Dolayısıyla, krizle birlikte, uluslararasılaşan tekelci sermaye ile iç pazara dönük sermaye kesimleri arasında temel bir ayrım şekil kazanıyor. Kuşkusuz, uluslararası sermaye birikimi süreçleri ile bütünleşmiş olan büyük sermaye, mücadeleye çok avantajlı bir konumda giriyor.

Birkaç kısımdan oluşan bu yazıda, krizin emek-sermaye ilişkisinde ve sermaye içi ilişkilerde yarattığı sonuçlar, büyük burjuvazinin kriz sayesinde gerçekleştirdiği vurgunlarla birlikte ele alınacak. Aslında herkesin az çok aşina olduğu ‘kriz vurguncuları’ biraz daha yakından tanıtılacak. Önümüzdeki döneme dair öngörülerde bulunabilmek için, yer yer geçmişe dönülerek, vurguncuların sicilleri sergilenecek. AKP – büyük sermaye ilişkisi deşifre edilmeye çalışılacak. Bu çerçevede, ilk olarak, krizde şu ana kadar en ‘parlak’ performansı sergileyen Ordu Yardımlaşma Kurumu (OYAK) ile başlamakta yarar var.

GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE OYAK’IN KRİZ VURGUNLARI

Birkaç hafta önce, OYAK’a bağlı Ereğli Demir-Çelik ve İskenderun Demir-Çelik’te çalışan 13 bin işçinin ücretleri, ‘kriz nedeniyle’, 16 ay süreyle yüzde 35 indirildi. Basına yansıdığı kadarı ile, OYAK, ücretlerde indirim yapılmazsa, 1400 işçiyi işten çıkartacağını açıklamış, Türk Metal sendikasının işbirliği ile işçilere maaş indirimi dayatılmıştı. İşçi ücretlerini düşüren iki kuruluştan Erdemir, faaliyet raporlarına göre, 2006 ve 2007’de ortalama 680 milyon, 2008 yılında 211 milyon TL net dönem kârı elde etmişti. İsdemir’in net dönem kârı ise, 2006’da 111, 2007’de 178, 2008’de 252 milyon dolardı. Bir başka deyişle, son üç yılda toplamda 2 milyar dolara yakın net kâr elde eden iki işletmede (ki bunlar da muhtemelen ‘makyajlanmış’ rakamlar ve gerçek kâr miktarı daha yüksek), OYAK, krizi bahane ederek, ücretlerde büyük bir indirim talep etmiş ve istediğini almış oldu.

Kuşkusuz, bu ‘anlaşma’, Türkiye işçi sınıfı açısından hayli vahim sonuçları içeriyor. Zira birçok firma, bunu örnek göstererek, işçilerinden ‘fedakarlık’ talep edebilecek. Nitekim kamu toplu sözleşmelerinde, Erdemir örneği şimdiden öne sürülmeye başlandı bile. OYAK, büyük bir ‘vurgun’ vurmanın yanı sıra, burjuvazinin önünü de açmış oldu.

Erdemir ve İsdemir’de işçi ücretlerini düşüren OYAK, bir yandan da yeni fırsatlar peşinde koşuyor. Kurumun genel müdürü, Özal’ın eski prenslerinden Coşkun Ulusoy, sık sık ellerinde 3 – 3.5 milyar dolar nakit bulunduğunu, satın almak için dünya genelinde kömür ve demir madeni aradıklarını açıklıyordu. Ulusoy, krizi önceden görerek, 2007 yılında Oyakbank’ı sattıklarını, likite geçtiklerini, krizin yeni safhaya girmesiyle birlikte ucuzlayan şirketleri satın alacaklarını belirtiyordu. Nitekim OYAK çimento grubu, Lafarge Aslan Çimento ile ona bağlı Ereğli öğütme tesisini ve Lafarge Beton’u 130.6 milyon (Lafarge’ın açıklamasına göre 163 milyon) euroya satın aldı. Lafarge, dünya çimento tekellerinden biri ve Türkiye çimento sektörüne, yirmi yıl kadar önce, özelleştirilen tesisleri satın alarak girmişti. Kriz nedeniyle, 2009 yılında, tüm dünyada 1 milyar euroluk şirket satışı yapacağını ilan etti. Kısacası, bir uluslararası tekel zor duruma düşerek, varlıklarını satmaya başladı ve bunun bir kısmı OYAK’ın payına düştü. Öyle görünüyor ki, Türkiye kökenli tekeller, kriz nedeniyle dünya genelinde başlayan yeniden paylaşımda yer alabilecek kadar büyümüş durumdalar. Bunun topluma yansıması ise, azalan ücretler, işsizlik ve yoksulluk. Türkiye bir ‘dünya gücü’ oluyor, ‘yerli’ tekeller ‘küresel oyuncular’a dönüşüyor, ülkede yaşayanlar ise sefalet içinde yüzüyor.

OYAK’ın nasıl bu kadar büyüdüğüne kısaca bakalım. OYAK, 1960 darbesinden birkaç ay sonra, 3 Ocak 1961’de çıkartılan 205 sayılı özel yasa ile kuruldu. İlk bakışta Emekli Sandığı, SSK, Bağ-Kur gibi bir sosyal güvenlik kurumuydu. Ama diğer sosyal güvenlik kurumlarının aksine, OYAK’a ticari ve sınai yatırımları için hiçbir sınırlama getirilmemişti. Yasaya göre, OYAK, kurumlar vergisi, damga resmi ve gider vergisinden muaftı. Daimi ordu personelinin (subay ve astsubayların) maaşlarının yüzde 10’unu, yedek subay maaşlarının yüzde 5’ini aidat olarak toplamaktaydı. Topladığı aidatlar, gelir vergisinden muaf tutulmuştu. Ayrıca, kuruma yapılan bağışlar da, veraset, intikal ve gelir vergilerinden muaftı. Yine yasaya göre, OYAK’ın varlıkları devlet malı statüsündeydi ve örneğin bunlara haciz konulamıyordu.

Kuruluşunda çeşitli ayrıcalıklarla donatılan ve maaş kesintilerinden düzenli nakit girişi elde eden OYAK, kısa sürede Koç, Sabancı, Eczacıbaşı benzeri büyük bir sermaye grubuna dönüştü. Fransızlar’la ortak olarak, OYAK-Renault’yu kurdu ve otomotiv pazarını Koç grubu ile paylaştı. Hemen hemen aynı tarihlerde çimento sektörüne girdi ve bu pazarda da tekeller arasındaki yerini aldı. Tarım ilaçları (Hektaş), konservecilik (Tukaş), bisküvi-çikolata üretimi (Eti ortaklığı) gibi birçok sektöre giriş yaptı.

OYAK’ın önemli bir avantajı da, zor duruma düşen, kârlılığı azalan şirketlerini diğer devlet kuruluşlarına devretmesi. Örneğin, 1980’li yıllarda zor duruma düşen OYAK iştiraklerinden Türk Otomotiv Endüstrisi ve bunun yan kuruluşu Motorlu Araçlar Ticaret, 1984 yılında Ziraat Bankası’na devredilmişti. OYAK’ın konut inşa etmek için Kutlutaş Holding’le ortaklaşa kurduğu dört şirkete, 1985 yılında, Emlak Kredi Bankası ortak edildi. OYAK İnşaat firmasına da, 1995’te SSK ortak oldu.

Ancak, OYAK’ın esas büyümesinin 2000’li yıllarda gerçekleştiği görülüyor. Özellikle 2001 krizi, OYAK için büyük ‘fırsatlar’ yarattı. Krizden bir-iki gün önce elindeki tüm nakit birikimi dolara çeviren OYAK, dolar hızla yükselince çok büyük kâr etti. İşin ilginci, bu bir sır değil ve OYAK genel müdürü tarafından her fırsatta gururla anlatılıyor.

OYAK’ın 2001 krizinde yakaladığı fırsatlar bununla da sınırlı kalmadı. Örneğin, o dönemde birçok banka TMSF bünyesine alınırken, durumu hiç de parlak olmayan OYAK BANK, tasfiye operasyonunun dışında tutuldu. Bunun yanı sıra, tasfiye edilen beş banka (Egebank, Bank Kapital, Yaşarbank, Yurtbank, Ulusal Bank) ile birleştirilip bir ‘çatı bankası’ haline getirilen ve Türkiye’nin 12. büyük bankası olan Sümerbank, 2001 yılı içinde ‘sembolik’ bir bedelle OYAK BANK’a hediye edildi. Böylece, bankacılık sektöründe aktif büyüklüğü açısından 2000 yılında ancak 50. sırada bulunan OYAK BANK, 11. sıraya yükseldi. Satış işlemi TMSF için zararına bir satış olurken, OYAK, o dönemde Sümerbank’ın elinde bulunan hazine kağıtlarının bedeli konusunda TBMM Yolsuzluk Araştırma Komisyonu’na bilgi vermeyi, bunun ‘ticari sır’ olduğu gerekçesiyle, reddetti. Daha sonra, 2007 yılında, OYAK BANK 2.7 milyar dolara ING’ye satıldı. Kısacası, OYAK, son derece bilinçli politikalar izlenerek büyütüldü ve şimdi de elindeki milyarlarca dolarla uluslararası pazarda ‘fırsat’ kovalıyor.

Kapitalizm, yıkımlar yaratan, yıkımlarla beslenen bir sistem. Deprem, savaş gibi olaylar, her zaman bazı sermayeler için fırsat anlamına geliyor. Bunun çarpıcı bir örneği, ABD’nin Irak işgalinde yaşandı. Irak’ın yeniden inşasında, Türkiye kökenli firmalar ‘pasta’dan büyük pay aldılar. Çimento fiyatları hızla arttı, Türkiye’den Irak’a çimento ihracatı, birkaç yıl içinde 27 katına çıktı. Bu dönemde OYAK, Sabancı ortaklığı ile, Irak’a çimento ihracatının yüzde 50’den fazlasını gerçekleştiriyordu. Aynı zamanda, çimento üretiminin yapısı gereği, Türkiye içinde belli bölgelerde çimento tekeli konumundaydı. Bu nedenle, Rekabet Kurumu, OYAK-Sabancı ortaklığına ceza kesmek ve hatta ortaklığı bozmak zorunda kalmıştı.

Bu kadar büyüyen bir tekelin özelleştirmelerden pay almaması beklenemezdi elbette. SEKA Çaycuma işletmesi gibi görece küçük bir tesisin yanı sıra, OYAK, esas vurgunu, 2006 yılında Erdemir’i alarak yaptı. ‘Milli sermaye’, ‘yerli malı’ propagandası ile Erdemir’i ve ona bağlı İsdemir’i uluslararası tekellerin elinden kapıverdi. Sonra da, hemen, Arcelor’la (ki bu da dünyanın en büyük çelik tekeli) ortaklık görüşmelerine başladı. Bu ortaklık, Rekabet Kurumu engeline takıldı, ama OYAK-Arcelor işbirliği perde gerisinde sürüyordu. Türkiye’de çelik piyasasını ellerinde tutan iki tekel, bazı dağıtım firmalarında ve Borusan Holding’e ait Borçelik firmasında ortaktılar. Çelik fiyatlarının yapay olarak yükseltilmesi nedeniyle artan şikayetler üzerine, Rekabet Kurumu bir inceleme başlattı ve geçtiğimiz günlerde OYAK’a 20 milyon TL ceza kesti.

Görüldüğü gibi, OYAK, hemen her dönemde krizleri fırsata çevirebilen, herhangi bir kamu yararı gözetmeyen, kâr peşinde koşan bir sermaye grubu. Diğer tekellere göre avantajı, sırtını devlete ve orduya yaslamış olması. Bir yandan sendikalarla anlaşarak işçi ücretlerini azaltıyor, bir yandan dünya genelinde satın almak için şirket avına çıkıyor. Bir yandan ‘milli sermaye’ görüntüsü yaratmaya çalışıyor, bir yandan uluslararası tekellerle işbirliği içinde. Örneğin, Fransız Renault ile uzun zamandır ortak ve geçtiğimiz yıllarda, Erdemir’i ele geçirmeden önce, oto yapımında kullandığı çeliği, Erdemir’den değil, Fransa’dan satın almaktaydı.

OYAK’ın özgün yanları bir yana, krizleri fırsata çevirme becerisini diğer büyük sermaye gruplarında da görmekteyiz. Yazının bundan sonraki kısımlarında, başka örnekler sergilemeye çalışacağız. Türkiye’de büyük burjuvazinin dünya kapitalizmi ile entegrasyonu hayli ileri bir seviyeye ulaştırdığını; eskiden ülke içindeki krizleri fırsata dönüştürürken, şimdi dünya krizini fırsata çevirmeye aday olduğunu; bunun bedelini ise, işçi sınıfının ve geniş halk kesimlerinin sırtına yıktığını göreceğiz.

Kriz ve Çinleşen Türkiye’de “Sınırsız Sömürü”

KRİZİN SUÇLUSU KİM, GÜÇLÜSÜ KİM..?

Kapitalizm krizde olduğu dönemlerde ideolojik, ekonomik ve siyasal alanda içerisine düştüğü zaafı örterek egemenliğini tekrar sağlamayı ve sürdürmeyi hedefler. Bu nedenle, kriz dönemlerinde sermaye temsilcileri, toplum kesimleri önünde krizin, sistemin kendi içsel çelişkilerinden kaynaklandığını gizlemeye çalışır. Hatta daha da ileri giderek, kendi yarattığı krizle ortaya çıkan toplumsal sorunların sadece kendi yöntemleriyle çözülebileceğini iddia eder. Böylece başta emekçiler olmak üzere, sermaye dışında kalan toplum kesimlerinin sistemi sorgulamasını engellemeye çalışır.

Kriz döneminde ideolojik çöküntüsünü gizlemeye çalışan kapitalizm, diğer bir taraftan da, krize neden olan kâr düşüşlerini engelleyip, ekonomik hegemonyayı sürdürmeyi amaçlar ve sermaye birikim rejimini bu doğrultuda yeniden düzenler. Sermaye birikim rejiminin düzenlenmesi, sermayenin emek; merkez ülkelerin ise çevre ülkeler üzerindeki sömürü düzeyini daha ileri bir aşamaya aktarmasından ibarettir. Bu, aynı zamanda, emek-sermaye ve merkez-çevre ülkeler arasındaki hiyerarşinin –söz hakkının– yeniden belirlenmesi anlamına gelir.

Kapitalizmin ideolojik ve ekonomik hegemonyayı sağlama ve krizden çıkış sürecinde, politikalarını uygulayacak olan siyasi iradenin rolü de son derece önemlidir. Kapitalist sistemde egemen konumda olan devletler, sistem içerisinde yer alan her bir ülkedeki siyasi iradenin öneminin farkında olarak, siyasal iktidarlar üzerinde hakimiyet kurmaya çalışır. Böylece kapitalist üretim ilişkilerinin belirlediği hiyerarşi içerisinde her bir ülkenin sistemin ihtiyaçlarına cevap verecek politikaları uygulaması sağlanır. Bu süreçte, kapitalizmin uluslararası kurumları (IMF, DB, DTÖ, AB vd.) da, yaptıkları –tek taraflı ya da çok taraflı– anlaşmalarla ülkelerin söz konusu politikaları uygulamasını sağlar.

Kapitalizmin siyasi ve ekonomik alanda hegemonya sağlaması, ideolojik hegemonya sağlamasından çok daha kolaydır. Zira sermaye, işsizlik, yoksulluk, açlık gibi tehditler ile emekçiler üzerinde ekonomik hegemonya kurarken; etnik köken, din, mezhep, ırk gibi ayrışmalar üzerinden kurduğu baskılar ile de siyasal hegemonyayı elde etmeye çalışır. Ekonomik ve siyasal hegemonyayı sağlama sürecindeki baskı ve zorlamaların ideolojik hegemonyayı da sağlaması beklenir. Ama kriz dönemlerinin özellikle ekonomik sorunlara cevap verememesi ve ekonomik egemenliğin sarsılması, ideolojik olarak sistemin çok daha fazla sorgulanmasına yol açar.

Özellikle kriz dönemlerinde belirgin hale gelen sistemi sorgulama eğiliminin kendiliğinden sisteme karşı bir eyleme dönüşmesi beklenmemelidir. Çünkü ekonomik sorunların en yakıcı olduğu koşullarda dahi, bu sorunların kaynağının mevcut sistem olduğunun anlaşılması, ancak sınıfsal bir bakış açısı ile mümkündür. Özellikle sermayenin –başta medya olmak üzere– kullandığı ve emekçilerin günlük yaşamlarını önemli ölçüde işgal etmiş olan propaganda araçlarının gelişmiş ve yaygınlaşmış olduğu günümüzde, sistemin sınıfsal bir bakışla sorgulanması son derece zordur. Zira bu propaganda araçlarının yarattığı yanılsama sayesinde, bir taraftan sorunların kaynağının doğru biçimde algılanması engellenirken, diğer taraftan da emekçiler arasındaki ayrışmalar körüklemeye çalışılır.

Kapitalizmde krizlerin ve krizlerle ortaya çıkan toplumsal sorunların sistemin yapısından kaynaklandığının anlaşılmasını sağlayacak sınıfsal algının oluşmasında en önemli görev, sınıf partileri, sendikalar ve emekten yana demokratik kitle örgütlerine düşmektedir. Bu yapıların sınıfsal bir perspektif içerisinde gerçekleştireceği çalışmalar ile sermayenin yaratmaya çalıştığı yanılsama engellenerek, gerçekçi bir kriz analizi mümkün hale gelebilir ve bunun üzerinden de emekçilerin krizin yüklerinin kendi sırtlarına yıkılmasına karşı mücadelesi örgütlenebilir. Bu yapılar, tarafından kriz analizinin doğru yapılamaması durumunda ise, kriz karşısında emekçi sınıfın ezilmesine engel olmak bir tarafa, krizin yükünü emekçilerin üzerine daha fazla yıkmaya yönelik sermaye politikalarına katkı sağlayan konuma dahi düşebilir. Yani krizin suçlusu olan sermayenin ve sistemin, krizden daha da güçlü çıkmasında emekten yana görünen örgütler de pay sahibi olurlar.

2008 KRİZİ VE YİNE AYNI TERANE…

2008 yılında krizin saklanamayıp itiraf edilmesi ile birlikte yaşananlar, diğer kriz dönemleriyle önemli benzerlikler göstermiştir. Krizin ilan edilmesinin hemen ardından, ABD yönetiminin yaptığı ilk iş, devlet bütçesinden sermayeyi krizden kurtarma operasyonuna girişmek olmuştur. ABD emekçisinin alın teri ve ABD’nin dünyanın dört bir tarafında kan dökerek gasp ettiği kaynakların bir avuç sermayedarın kâr kayıplarını kapatmak için aktarılması, “batan işletmelere yatırılmış olan emeklilik fonlarının da batmasını önlemek olarak” açıklanmıştır. Yani ABD yönetimi, sermayedarları kurtarma operasyonunu, emeklilerin haklarını korumak için yapıyormuş yanılsaması yaratarak meşrulaştırmaya çalışmıştır. Oysa, Eylül 2008’den bu yana, ABD’de, krizden kurtarma gerekçesiyle sermayeye trilyon dolarlar aktarılırken, işletmelerden işçilik maliyetlerini azaltmaları ve verimliliklerini arttırmaları istenmiştir. Bunun sonucu olarak, –sendikalarında da büyük ölçüde rızası alınarak– yüz binlerce işçi çıkartılmış, ekonomik haklar gerilemiş ve esnek çalışma yaygınlaşmıştır.

Kriz karşısında kapitalizmin hegemon devleti ABD’nin uygulamaları, başta AB ülkeleri olmak üzere, diğer kapitalist ülkelerce de benimsenmiştir. Zaten kapitalist ülke yönetimlerinin katılımıyla gerçekleşen birçok toplantıda, krize karşı uygulanacak politikalar, kapitalizmin uluslararası kurumları tarafından dikte ettirilerek ortaklaştırılmıştır.

Diğer ülkeler gibi, Türkiye’nin de kriz karşısında izlediği politikalar, önemli ölçüde uluslararası kurumların verdiği direktiflerin ‘ulusal sermaye’nin de talepleri etrafında biçimlendirilmesiyle belirlenmektedir. Bu bağlamda, kapitalizmin siyasi, ekonomik, ideolojik hegemonyasına halel getirmeden, kriz sürecini kontrol altında tutmak, AKP Hükümeti’nin başlıca hedefi olmuştur.

TÜRKİYE’DE “İSTİHDAM” MASKESİ ALTINDA DERİN SÖMÜRÜ

Türkiye’de krizin ve onun üzerinden de sistemin sorgulanmasına neden olacak en temel sorun işsizliktir. İşsizliğin yapısal bir sorun olduğu Türkiye’de, sıkça yaşanan ekonomik krizlerle birlikte, işsizlik, –özellikle 2001 sonrasında– yüzde 10’lara ulaşmıştır. Sermaye kesiminin kârlarının görülmemiş ölçüde yükseldiği, son derece yüksek büyüme oranlarının gerçekleştiği 2002 sonrası dönemde dahi, işsizlik oranı yüzde 10’ların altına çekilememiştir. Dolayısıyla 2008 krizine, Türkiye, zaten yüksek bir işsizlik oranı ile girmiştir, krizle birlikte bu oran, rekor bir artış ile yüzde 16’lara yükselmiştir.

Kriz süreçleriyle birlikte derinleşen işsizlik sorunu, krizle birlikte emek örgütlerinin yaptığı açıklamalarda da ön plana çıkmış ve işten çıkartmanın yasaklanmasına varan talepler dile getirilmiştir. Emek örgütleri gibi, sermaye kesiminin de, işsizlik oranlarının yüksekliğinden ve daha da artmasından endişe duyduğunu ve buna karşı önlemler alınması gerektiğini vurgulayan açıklamalar yapılmıştır.

Sınıflar arası çelişkilerin en keskin haliyle yaşandığı kriz dönemlerinde kolay rastlanmayacak biçimde emek ve sermayenin işsizlik gibi son derece çatışmalı bir konuda benzer vurgularda bulunmaları, son derece ilginç bir tablo ortaya çıkartmıştır. Bu tablo karşısında da akıllara şu soru gelmiştir: Acaba kimilerinin söylediği gibi tarihin sonuna gelindi de, emek sömürüsü için sermayenin en güçlü silahı olan işsizlik etrafında sınıfların çıkarları örtüşmüş müdür?

Kapitalist üretimin temel mantığı değişmediğine göre, bu sorunun cevabı tartışmasız “hayır”dır. O halde, sermayenin, emekçileri birbirleri ile rekabete sürükleyerek sömürü oranını arttırmak için kullandığı işsizliğin ortadan kalmasını ya da azalmasını istemesi, nasıl açıklanabilir?

KRİZ ÖNCESİ İŞSİZLİK SÖYLEMİ…

Türkiye’de, sermaye kesiminin işsizliği sorun olarak tanımlaması ve gündemine alması, kriz ilanından çok daha öncelere dayanır. Ancak yanlış anlaşılmasın, sermayenin işsizlik sorununa yaklaşımı, hiçbir zaman sosyal bir sorun algısı üzerinden olmamıştır. Aksine, işsizliğe çözüm adı altında savunulan, “istihdam üzerindeki yük” olarak tanımladıkları emek maliyetinin düşürülmesidir. Bu bağlamda da, bir taraftan esnek çalışmanın daha da yayınlaştırılması, diğer taraftan da sosyal güvenlik primi ve vergilerin düşürülmesi ya da devlet tarafından karşılanması ve ucuz işgücü bölgeleri yaratılması, sermaye kesiminin sürekli dillendirdiği talepler olmuştur. Sermaye bu talepleri gündeme getirirken, AB, Dünya Bankası ve OECD’nin istihdam stratejilerinden de destek almaktadır. Zira Türkiye sermayesinin bu talepleri, söz konusu kurumlar aracılığı ile tüm kapitalist ülkelere önerilen ve hatta ikili ve tek taraflı sözleşmelerle dayatılan politikaları içermektedir.

Uluslararası örgütlerin ve Türkiye sermayesinin işsizlik söylemiyle getirdiği bu taleplerin ardındaki niyet, küresel rekabet ortamı içerisinde, Türkiye’yi, cazip yatırım alanı haline getirmektir. Türkiye’nin küresel üretim ağı içerisinde bulunduğu konum itibariyle rekabet halinde olduğu ülkelerin başında, Çin, Hindistan, Mısır gibi ucuz emek gücü üzerinden rekabet eden ülkeler gelmektedir. Bunun anlamı, cazip yatırım alanı olması için, Türkiye’de emek maliyetlerinin bu ülkeler düzeyine çekilmesidir.

“TÜRKİYE’NİN ÇİN’İ GÜNEYDOĞU OLSUN…”

Türkiye’nin cazip yatırım alanı olması ve küresel rekabette üstünlük sağlaması söylemiyle emek maliyetini düşürmeye çalışan bu anlayış, işsizlik sorununu çözme görüntüsü altında kendisini meşrulaştırmaktadır. Bu yapılırken de, özellikle işsizliğin ve yoksulluğun en yoğun olduğu Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgeleri hedef alınmıştır. Sanko Holding`in patronu Abdülkadir Konukoğlu’nun Türkiye’nin Çin’i Güneydoğu olsun…sözleri ve TOBB, TÜSİAD gibi sermaye örgütü temsilcilerinin yine bu yönde vermiş olduğu mesajlar, Türkiye’nin Çinleştirilmesi ve bunun da özellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde gerçekleştirilmesi niyetlerini ortaya koymuştur. Bu niyet doğrultusunda, bir süre önce “bölgesel asgari ücret” önerisi getirilerek, bu bölgelerde daha düşük ücret uygulanması gündeme getirilmiştir.

İŞVERENİN SORUMLULUĞU DA EMEKÇİNİN SIRTINA…

Kuşkusuz, Türkiye’nin sadece bir ya da birkaç bölgesi ucuz emek alanı haline getirilirken, diğer bölgelerinde, emeğin, mevcut haklarını koruyup geliştirebilmesi mümkün değildir. Sermaye, Doğu ve Güneydoğu için açık olarak ifade ettiği Çinleştirme özlemini, yine işsizlik sorununu çözme görüntüsü altında ve “istihdam paketi” adıyla tüm ülkede uygulanacak biçimde Mayıs 2008’de gündeme getirmiştir. Sermayenin istihdam üzerindeki yüklerini kaldırmak amacıyla getirilen bu paketle birlikte, işverenin ödediği sosyal güvenlik primleri düşürülürken, işverenlerin kreş, emzirme odası bulundurma ve işyeri hekimi çalıştırma yükümlülüğü kaldırılmıştır. Yine bu paket ile, kriz sonrasında, her fırsatta sermayeye kaynak olarak kullandırılan İşsizlik Sigortası Fonu’nun, amacı dışında kullanılmasının yolu açılmıştır. Bu bağlamda, 18-29 yaş arasındaki gençler ve kadınların SSK primlerinin 5 yıl boyunca işveren yerine İşsizlik Sigortası Fonu’ndan karşılanması sağlanırken, GAP’ta yatırım yapacak sermayeye de buradan kaynak aktarılmasının yolu açılmıştır. Bu paketle birlikte, işverenlerin, çalıştırdıkları işçiler için neredeyse ücret dışında hiçbir yükümlülüğü kalmamış, işverenlerin tüm yükümlülükleri emekçilerin sırtına yüklenmiştir. Dahası, emekçilerin kapitalist sistemden kaynaklanan risklere karşı oluşturduğu birikimlerin de, sermayenin cebine aktarılmasına olanak sağlanmıştır.

KRİZ VE SINIRSIZ SÖMÜRÜ DÖNEMİ…

Kriz öncesinde işsizlik sorununa çözüm görüntüsünde getirilen emek karşıtı düzenlemeleri, sendikalarla “uzlaşma” içinde meşrulaştıran sermaye, krizle birlikte krizin yükünü emekçilere aktarmak ve kendisini krizin sorumlusu değil, krizden çıkışın çaresi olarak göstermek amacıyla, işsizliği kullanmaya devam etmiştir. İşsizliğin giderek daha büyük bir sorun haline gelmesi ve emek örgütlerinin “krize karşı” programlarında işsizliği öne çıkartmaları, sermayenin işsizliğe çözüm görüntüsü altında Çinleştirme hedefi için önemli bir fırsat yaratmıştır.

Eylül 2008’de, krizin itirafının hemen ardından, sermaye ve hükümet, “krizi fırsata çevirme” düşüncesiyle, “işsizlik sorununu çözme” söylemiyle birçok düzenleme gerçekleştirmiştir. “İşsizliğe çare” olarak getirilen düzenlemelerin temelinde de, yine istihdamın üzerindeki yüklerin hafifletilmesi vardır. Bu doğrultuda Mayıs 2008’de çıkartılan İstihdam Paketi’nde yolu açılmış olan sigorta primleri ve vergilerin düşürülmesi ya da İşsizlik Sigortası Fonu’ndan karşılanmasına yönelik uygulamalar daha da yaygın hale getirilmiştir. Yine sermayeye yönelik teşviklerde, İşsizlik Sigortası Fonu’nun kullanılması öngörülmüştür.

Sermaye, krizi fırsata çevirme konusunda öylesine ileri adımlar atmıştır ki, işsizlik sorununu çözme görüntüsüyle, çalıştırdıkları işçilerin sadece sigorta ve vergilerini değil, çıplak ücretlerini dahi ödemekten kurtulacak düzenlemeler yapmışlardır. Bunlar içinde en önemli örnek, işverenin emek maliyetini neredeyse tamamen ortadan kaldıran, “eksik çalışma ödeneği”dir. İşçinin bir süreliğine işini korumasını sağlayan bu uygulama ile, işçinin ücreti, İşsizlik Sigortası Fonu ya da genel bütçeden ödenmekte, yani toplumsallaştırılmaktadır. Bunun diğer bir ifadesi, sermayenin emeğin yarattığı değerin bütününe el koyarak, kâra dönüştürmesidir. İşsizliği önleme söylemiyle getirilen diğer tüm uygulamalar gibi, eksik çalışma ödeneği konusunda da, emek örgütleri hiçbir tepki göstermeyerek, ücretin tamamının kâra dönüşmesini ve sömürünün toplumsallaşmasını onaylamışlardır.

Krizi fırsata çevirme becerisi gösteren sermaye ve onun temsilcisi AKP Hükümeti’nin işsizlik sorununu çözme görüntüsüyle yaptıkları tüm uygulamalara karşı emek kesiminden hiçbir ses çıkmaması, sermayenin ve AKP’nin cesaretini daha da arttırmıştır. Bu cesaret sayesinde emek sömürüsünü en üst düzeye taşıyacak uygulamalar yaşama geçirilmeye başlanmıştır. Bu uygulamaların en sonuncusu, 4 Haziran 2009 tarihinde Başbakan tarafından açıklanan “Teşvik ve İstihdam Paketi”dir. İşverenin üzerindeki yükümlülükleri daha da azaltan ve yükü İşsizlik Sigortası Fonu ve genel bütçe aracılığıyla topluma yıkan bu son paketin diğerlerinden farkı; halen istihdam edilmekte olanların işlerini korumaktan öte, yeni istihdam alanları açacağı iddiasında olmasıdır. Ayrıca bu pakette, sermayenin yıllardır dillendirdiği, Doğu ve Güneydoğu’yu Çinleştirme düşüncesi de somutlaştırılmıştır.

Hazırlığı 1,5 yıl sürdüğü iddia edilen ve MÜSİAD’ın “devrim” olarak nitelendirdiği, diğer sermaye örgütlerini de ziyadesiyle memnun eden Teşvik ve İstihdam Paketi için medyanın tercih ettiği başlık, “500 bin işsize iş” şeklinde olmuştur. Paketin doğrudan istihdam yaratan maddeleri şöyledir:

120 bin işsiz, kamuya ait okul, hastane ve benzeri sağlık kurumlarındaki bakım ve onarım işleri, ağaçlandırma ve erozyon kontrolü, çevre düzenlemesi, arazi ıslahı, park, bahçe düzenlemesi gibi işlerde 6 ay süreyle çalıştırılacaktır. Bu işçiler, günde 3 ya da 4 saat çalıştırılarak, karşılığında saat başına 3 TL alacaktır. Bir işçinin toplam çalışma süresi haftalık 30 saati geçmeyecek ve ücretler, İşsizlik Sigortası Fonu’ndan karşılanacaktır. Bu işçilerin kamuda istihdamının kalıcı olmaması için, işçiler, taşeron aracılığı ile istihdam edileceklerdir. Doğrudan istihdam yaratmaya yönelik diğer uygulama ise, lise ve üzeri eğitimli 100 bin işsizin stajyer statüsünde özel şirketlerde çalıştırılmasına ilişkindir. Bunların da çalışma süresi 6 ay olacak, bu süre içerisinde günlük 15 TL ücret alacaklar ve bu ücret de, yine İşsizlik Sigortası Fonu’ndan karşılanacaktır.

Pakette doğrudan istihdam yaratma dışında, 200 bin işsize vasıf kazandırılması (ne tür bir vasıf kazandırılacağı ve bu vasfa sahip olanların istihdam şansı olup olmayacağı belirtilmemektedir) öngörülmektedir. Mesleki eğitime katılanlara, günde 15 TL ücret verilecektir. Bunun dışında, 10 bin kişiye de, girişimcilik eğitimi verilecektir.

Gerek doğrudan yaratıldığı iddia edilen istihdam olanakları, gerekse mesleki eğitim uygulamalarının işsizlik sorununun çözümüne katkı sağlaması mümkün olmadığı gibi, istihdam olanağı yarattığı iddia edilen uygulamalar, emekçilerin yüzyıllar süren mücadelelerle elde ettiği hakları ortadan kaldırır niteliktedir. Her şeyden önce, stajyer tanımlaması üzerinden getirilen 6 aylık geçici çalışma biçimi, esnekliğin en uç aşamasıdır. Son derece “eğreti” ve “güvencesiz” olan bu emekçilerin istihdam edildiğini, bir işlerinin olduğunu dahi söylemek mümkün değildir. Sadece bir süreliğine ucuz (ve hatta bedava) işgücü olarak çalıştırılacaklar ve ürettikleri değerin tümüne sermaye tarafından el konulacaktır. Öte yandan, ödenecek ücret, yasal asgari ücretin dahi altında kalacaktır. Yani, bu paketle, Türkiye’de, devlet eliyle, yasal asgari ücret uygulaması ortadan kaldırılmış olmaktadır. Sadece kriz dönemi için getirildiği söylense de, bu düzenlemenin ardından, işverenlerin eğreti ve güvencesiz çalışmayı uygulaması ve yasal asgari ücretin çok altında ücret ödemesi meşru hale gelmiştir. Böylece, emek piyasasında yasalara uygun çalıştırma, işverenin insafına terk edilmiştir.

Pakette getirilen düzenlemeler ile istihdamın sağlanmasına yönelik olduğu söylenen tüm uygulamaların maliyeti, emekçilerin işsiz kalma riskine karşı kendilerini güvenceye almak için oluşturdukları fonun üzerine yıkılmıştır. Daha önceki paketler gibi, bu pakette yer alan düzenlemeler ile de, sermaye, “istihdam üzerinde yük” olarak gördüğü diğer tüm sorumluluklarla birlikte, çalıştırdığı işçinin ücret yükümlülüğünü de, emekçinin cebinden çıkan paralarla oluşturulmuş olan fona, yani emekçilere yıkmaktadır. Bunun anlamı, işverenin “0” maliyetle işçi çalıştırması, yani emeğin yarattığı tüm değere el koymasıdır.

Satın aldığı emek gücünün karşılığı olarak işverenin hiçbir maliyete katlanmamasına, yani “0” maliyetle işçi çalıştırma uygulamasına, kapitalist üretim ilişkilerinin hiçbir döneminde rastlanmamıştır. Getirilen bu düzen ile, Türkiye, tam da sermayenin istediği gibi, emek sömürüsü bakımından rekabete girdiği Çin’den de üstün hale gelmiştir.

Hükümet, paketi hazırlarken, emek sömürüsünü sınırsız hale getiren düzenlemelerin yaygınlaşmasının zaman alacağını düşündüğünden olacak, “Doğu ve Güneydoğu’yu Çinleştirme” projesine dair de düzenlemeler yapmıştır. Buna göre, başta kurumlar vergisi olmak üzere, bu bölgelere giden sermayeye türlü destek ve teşvikler vaat edilmektedir. Hem de yine İşsizlik Sigortası Fonu’ndan ya da genel bütçeden ayrılan kaynaklarla, yani yine emekçinin cebinden çıkan parayla…

Sermayenin, AKP Hükümeti aracılığı ile Türkiye’yi –emek sömürüsü bakımından– Çinleştirmeye yönelik hedefinin yaşama geçirilmesinde, kriz büyük bir fırsat olmuştur. Sermayenin ve hükümetin krizi fırsata dönüştürmesinde en önemli rol, kuşkusuz emek örgütlerinindir. Eğer, sermayeyle böylesine “uzlaşmış” bir emek örgütlenmesi yerine sınıfsal perspektifini koruyan bir örgütlenme olsaydı, sermaye, sömürüyü sınırsız hale getirecek ölçüde bir güce sahip olamazdı.

Şüphesiz emekçilerin karşı karşıya olduğu bu tablo son derece karanlıktır. Ama bu karanlık kader değildir. Emekçiler sınıfsal hafızalarını yeniden kazanır ve mücadeleye yönelirse, karanlıktan çıkmak için adımlar atılmaya başlanmış demektir. Bunun için, her şeyden önce, mevcut emek örgütlerini bu hale getiren politikalar ve kişilerden kurtulmak gerekir. Bu da, sistemle olduğu kadar, emekçilerin, kendi örgütsel yapılarıyla da hesaplaşmasını gerekli kılmaktadır.

Kapitalizmin Krizleri 1873’ten 1973’e

1. GİRİŞ

İçinden geçilmekte olan ve ABD’de 2007 yılından itibaren belirtileri ortaya çıkan küresel kapitalist kriz tüm şiddetiyle devam etmektedir. Kapitalizmin krizleri temel olarak kapitalist üretim biçimine içkin olmalarına ve onun en temel çelişkileri olan emek-sermaye ve sermaye-sermaye arasındaki mücadeleden kaynaklanıyor olmasına karşın tarihsel süreç içinde farklı görünümlerde ortaya çıkmışlarıdır.

Biz, kapitalizmin krizini, genel anlamda kapitalist üretim ve yeniden üretim sürecinin tıkandığı koşullarda üretim ve değişim ilişkilerinde ortaya çıkan aksamalar ve tıkanıklıklar olarak tanımlayabiliriz. Bu bağlamda kapitalist üretim biçimine içkin olan ve kapitalist üretim ilişkilerinin ortaya çıkmasıyla birlikte işlemeye başlayan, kapitalizmin temel işleyiş yasaları krizlerin gerçek nedenleri olarak değerlendirilebilir. Herhalde en özlü olarak şunlar söylenebilir:

Ekonomik aşırı üretim krizlerinin temeli, nedeni, bizzat tüm kapitalist üretim sisteminde yatmaktadır. Krizin temeli, üretimin toplumsal karakteriyle, üretimin sonuçlarının mal edinilmesinin kapitalist biçimi arasındaki çelişkide yatmaktadır. Kapitalizmin bu temel çelişkisinin ifadesi, azami kapitalist kârı elde etmeyi hedefleyen kapitalizmin üretim kapasitelerinin muazzam ölçüde büyümesiyle yaşam standartları kapitalistler tarafından asgari sınırlar içinde tutulmaya çalışılan milyonlarca emekçi kitlesinin ödeme gücüne sahip talebinin görece gerilemesi arasındaki çelişkidir. Rekabet mücadelesinde kazanmak ve mümkün olduğunca çok kâr sızdırmak için kapitalistler, tekniği geliştirmek, rasyonalizasyon uygulamak, işçilerin sömürüsünü şiddetlendirmek ve fabrikalarının üretim kapasitelerini sonuna kadar artırmak zorundadırlar. Birbirlerinin arkasında kalmamak için bütün kapitalistler üretim olanaklarını hızla geliştirme yoluna şu ya da bu biçimde girmek zorundadırlar. Fakat gerek iç Pazar gerek dış Pazar, son tahlilde ana alıcılar olan milyonlarca işçi köylü kitlesinin alım gücü düşük seviyede kalır. Aşırı üretim krizleri bundandır. Az çok periyodik olarak tekrarlanan, metaların [emtianın] satılmamasına, üretimin gerilemesine, işsizliğin büyümesine, ücretlerin düşmesine neden olan, böylece de üretim seviyesiyle ödeme gücüne sahip talebin seviyesi arasındaki çelişkiyi daha da keskinleştiren bilinen sonuçlar bunlardır. Aşırı üretim krizi, bu çelişkinin şiddetli ve yıkıcı biçimlerdeki ifadesidir.” (J. V. Stalin)

Sınıflı bir toplum olarak örgütlenmiş olan kapitalizm, toplumsal yapısı ve üretim ve değişim ilişkileri ile birlikte bir bütündür. Üretim ve yeniden üretim olmaksızın ayakta kalamayacak olan bu sistemde, kapitalistlerle kapitalistler arasında, kapitalistler ve emekçiler arasında sürekli ve amansız bir mücadelenin olması, kaçınılmaz bir zorunluluk olarak krizleri de yaratmaktadır. Kapitalist üretimin temel güdüsü kârlılıktır ve birikimin sürekliliği, aynı zamanda birikimin olanaklarını da tüketen bir süreçtir. Yani sermayenin kendisi, sermaye birikiminin önünde engeldir.

Kapitalistler arası rekabet, daha fazla pazar payı elde etme mücadelesi olarak gerçekleşir ve burada temel rekabet aracı, üretim maliyetlerinin düşürülmesiyle mümkün olan fiyat rekabetidir. Bu rekabet son tahlilde tüm kapitalistlerin üretimin kapitalizasyonu ve mekanizasyonu yoluyla veya başka bölgelerden ucuz emek gücü ithali ya da üretimi emek gücünün daha ucuz olduğu bölgelere kaydırmaları suretiyle emekçiler ile kapitalistler arasındaki bir mücadeleye evrilir. Ayrıca daha zayıf kapitalistlerin alt edilmesiyle de sürekli bir tekelleşme süreci yaşanır ve tekel, üretim maliyetlerini de doğrudan ilgilendirmek üzere, pazarlar ve hammadde kaynakları üzerinde egemenlik demektir.

Tüm bu süreç içinde emekçilerin de sendikalar vb. örgütlenmelerle kapitalistlere karşı direnişleri ve bu mücadelede nesnel durumun gerektirdiği öznel duruşu sergilemeleri kaçınılmazdır. Fakat bu mücadele sürecinde gerçekleştirdikleri reel ücret yükselişleri ve çalışma saatlerinin kısaltılması biçimindeki kazanımlar, kâr oranlarının düşmesine katkıda bulunmalarına karşın, bunu tamamen açıklayamaz. Tekelleşme ve sınıf mücadelesinin keskinleşmesi, kapitalist üretim biçiminin temel yasalarının işlemesinin sadece sonuçlarıdır ve bu temel işleyiş yasalarının yerine konulamazlar. Bir bütün olarak kapitalist üretim sürecinde sermayenin organik bileşiminin sürekli olarak yükselmesi kâr oranlarının düşme eğiliminin başat nedenidir.

Bütün toplumlarda üretim süreci, toplumsal olarak ihtiyaç duyulan metaların yeterli miktarlarda üretilebilmesi için, üretici güçleri farklı oranlarda farklı metaların üretimine koşmuştur. Bir değer üretimi süreci olan kapitalist üretim, aynı zamanda artık değer üretimini de temel güdüsü olan kârın kaynağı olarak gerçekleştirir. Yani artık değer, sadece kapitalistlerin tüketim ihtiyaçlarını karşılamak için el koydukları bir değer bölümü değil, aynı zamanda kapitalist sermaye birikiminin de temel kaynağıdır.

Kapitalist üretim, artık değerin dağıtıma tabi tutulduğu belirli bir mekanizmayı da içinde barındırırken, bu mekanizma, toplam artık değerin sürekli olarak yükseltilmesini de zorunlu kılar. Bu süreçte üretimin mekanizasyonu ve kapitalizasyonu, üretilen her birim metanın değerine içerilmiş olan değişmeyen sermayenin (C) değişen sermayeye (V) oranla giderek artmasına, yani sermayenin organik bileşiminin sürekli olarak yükselmesine ve dolayısıyla kâr oranlarının düşmesine neden olur. Yani bireysel kapitalistler için iyi olan, tüm bir kapitalist üretim biçimi için kötü olur.

2. KÂR ORANLARININ DÜŞME EĞİLİMİ YASASI

Kapitalist ekonomilerin dinamiklerini anlamak ve krizlerin nedenlerini ortaya koymak için kâr oranlarının anahtar olduğuna kuşku yoktur. Marx metayı kullanım değeri ve değişim değeri içeren ve bu nedenle de değerli nesne olarak tanımladıktan sonra, kapitalist meta üretiminin analizini yapmıştır. Bu analizde, en yüksek soyutlama düzeyinde meta üretimini değer yaratma süreci olarak nitelemiş, üretilen metanın değerini (W) iki bileşene ayırarak, birini değişmeyen sermaye (C), diğerini de katma değer (L) olarak adlandırmıştır. Bunlardan değişmeyen sermaye (C) metaya üretim araçlarından aktarılmış olan değer, katma değer (L) ise emek sürecinde metaya katılan değer olarak sınıflandırılabilir. Ayrıca değişmeyen sermaye (C), aynı zamanda hem makineler hem de ham maddeyi temsil etmektedir. Kapitalist üretim sürecinde, emekçilerin emek gücü kapitalistler tarafından satın alınmasına karşın, emek zamanı veya emek yoğunluğu ve ücretler, emek ve sermaye arasında mücadele içinde belirlenir. Kapitalist, emek gücünü işgünü biriminden kiralar, fakat bu işgününün uzunluğu, emek sürecinin yoğunluğu veya ücret düzeyi kapitalistin el koyduğu artık değerin (S) miktarını belirler. Bir başka anlatımla, üretim sürecinde harcanan toplam emek zamanını ikiye ayırır ve emeğin kendini yeniden üretmesi için gereken emek zamanına (V) ve geriye kalana da artık değer (S) dersek, emek gücünün metaya kattığı değer ile (L) emekçinin ücret olarak payına düşen değer (değişen sermaye V) arasındaki fark artık değeri (S) oluşturur. Buradan artık değeri şöyle formüle edebiliriz:

S = (C+L) – (C+V)

S = (L-V)

Artık değer oranı (S/V) ise, artık değerin değişen sermayeye oranı olurken, kâr oranı da, artık değerin toplam sermayeye oranı olarak şöyle ifade edilebilir:

S/(C+V) = (S/V): [(C/V)+1]

Burada hemen şunu vurgulayalım ki, diğer tüm değişkenler sabitken artık değer oranı ne kadar yüksek olursa, kâr oranı da o kadar yüksek olur. Yukarıdaki eşitlikten anlaşılacağı gibi, kâr oranı, S, V ve C değişkenlerinin aldıkları değerler tarafından belirlenmektedir. Bu değişkenlerin değerleri ise, paranın değerine (bu, Marx’ın analizinde mal-para sisteminden dolayı sabit varsayılmıştır), sermayenin devir sayısına, emek verimliliğine, çalışma gününün uzunluğuna veya emek yoğunluğuna ve son olarak da ücret seviyesine bağlı olarak değişir.

· Bunlardan, paranın değeri sabit varsayıldığından burada değerlendirme dışı bırakıyoruz, ama bu, özellikle ülkeler arası karşılaştırma yaparken önem kazanmaktadır.

· Sermayenin devir sayısı, değişmeyen sermayeyi (C) makine kullanımı ve hammadde kullanımı olarak ikiye ayırırsak önem kazanmaktadır.

· Emek verimliliğinin kâr oranlarına etkisi pozitiftir, yani bir bireysel kapitalist, emek verimliliğini ortalama toplumsal verimliliğin üzerine çıkartırsa, söz konusu kapitalistin ürettiği metanın maliyeti ortalama toplumsal maliyetin altına düşer ve bu kapitalist, fiyat düzeyi değişmemek koşuluyla, ortalamanın üzerinde bir kâr elde eder.

· Çalışma gününün uzunluğu veya emek yoğunluğunun kâr oranları üzerinde pozitif etkisi olmasına karşın, ücret seviyesinin kâr oranları üzerine negatif etkisi vardır.

Bireysel kapitalistler, pazardaki rakiplerine karşı maliyet avantajı elde edip fiyat rekabeti yapabilmek için, yukarıdaki kâr oranı eşitliğindeki artık değer oranını (S/V) sürekli olarak yükseltmek çabası içinde olacaklar ve bu da üretim sürecinin kapitalizasyonu ve mekanizasyonunu beraberinde getirecektir. Bireysel kapitalistler, üretim teknolojisini yükselterek ve bu sayede emek verimliliğini artırarak yaratılan daha fazla değerin nispi olarak daha az bir bölümünü ücret olarak (V) ödeyip, daha fazla bir bölümüne artık değer (S) olarak el koyma olanağına sahip olacaklardır. Bu da, artık değer oranının (S/V) yükselmesini, yani kâr oranının yükselmesini sağlayacaktır. Fakat burada bir paradoks ortaya çıkacak ve bu da, son tahlilde kâr oranının düşmesine neden olacaktır. Çünkü üretimin kapitalizasyonu ve mekanizasyonu, aynı zamanda, söz konusu sektör ve giderek tüm bir kapitalist ekonomi için birim meta içinde ölü emeğin (C) payını, canlı emek (V) aleyhine artıracaktır. Yani aynı zamanda sermayenin organik bileşimi de (C/V), tüm bir kapitalist ekonomi için yükselecektir.

Üretimin giderek daha fazla kapitalize ve mekanize olmasıyla beraber sermayenin organik bileşimi (C/V) yükselirken, sermayenin hem değer bileşimi, hem de teknik bileşimi yükselecektir. Değer bileşimindeki yükselme kâr oranlarını düşürürken, teknik bileşimdeki yükselme artık değer oranını (S/V) yükselterek kâr oranlarını yükseltecektir. Fakat son tahlilde, değer bileşiminin kâr oranlarına olan negatif etkisi teknik bileşimin pozitif etkisinden daha büyük olacağından, ortalama kâr oranları, söz konusu sektör ve daha genel düzeyde de söz konusu ülke için giderek düşecektir (Marx, 1977, Cilt. I. s. 575).

Yukarıda ortaya konulan teorik çerçeve Marx’ın yaptığı analizlerin kısmi bir özeti sayılabilir. Konumuz açısından önemli olabilecek, değerlerden fiyatlara geçiş, yani “dönüşüm problemi”, sektör içi fiyat oluşumu, sektörler arası kâr oranlarının eşitlenmesi, değer transferi mekanizması, sermayenin devir hızını değiştiren etkenler gibi konu başlıkları bu çalışmanın sınırlarını aşacağından buraya dahil edilmemiştir.

3. KAPİTALİZMİN KRİZLERİ

Yukarıda özetlemeye çalıştığımız temel mekanizma ışığında kapitalizmin günümüze kadar yaşadığı krizleri özetleyip değerlendirmeye girişebiliriz. Çalışmamızın başında da ifade ettiğimiz gibi, bu temel işleyiş yasalarından kaynaklanan ve kapitalist üretim biçimine içkin olan krizler, tarihsel süreç içinde farklı görünümlerle ortaya çıkmışlardır ve genellikle Marksist kriz teorisi tartışmaları, krizlerin tahlili yapılırken, bu görüngülerden yola çıkılması nedeniyle süregelmiştir. Oysa, Marx, Kapital başta olmak üzere eserlerinde, yukarıda anlattığımız mekanizmayı gayet net bir biçimde ortaya koymuş ve tekrar tekrar ifade etmiştir.

Kapitalizmin ilk önemli krizi, 1873’de görülen ve 1840’dan itibaren başlayan genişleme ve istikrarlı birikim döneminin sona ermesiyle ortaya çıkan krizdir. 1840–1873 arasında gözlemlenen kapitalist birikim, mutlak artık değerin nispi artık değere oranla daha çok öne çıktığı bir dönemdir. Bu dönem, ulusal kapitalizmlerin geliştiği ve bunun da artan işbölümü, tarım nüfusunun kentlere gelip işçileştiği ve mutlak artık değerin, gerek oran, gerekse kitle olarak arttığı bir dönem olmuştur (Sönmez, s. 26). Bu sürecin devamında sermaye birikiminin devam etmesi, yani daha fazla artık değer üretimi için, ulusal sınırlar aşılarak, dış pazarlara yönelinmesi kaçınılmaz olmuştur. Ticaretin ve sermaye hareketlerinin serbestleşmesi sayesinde, sanayileşmiş erken kapitalist ülkeler, geç kapitalist ülkelerden ve henüz kapitalist üretim ilişkilerinin iyice yerleşmediği (gelişmekte olan, geri) ülkelerden fiyat mekanizması yoluyla değer transferi sağlama olanağı bulmuşlardır. Tekelleşmenin de birlikte gerçekleştiği bu süreçte, ticaret, erken kapitalist ülkelerin mamul madde ihracatçısı ve hammadde ithalatçısı olduğu bir şekilde biçimlenmiştir.

Sermayenin organik bileşiminin yüksek olduğu erken kapitalist ülkelerde üretilen metaların piyasa fiyatları üretim fiyatlarının çok üzerinde gerçekleşirken, geç kapitalist ülkeler, ürettikleri hammaddeleri üretim fiyatlarının altında fiyatlardan satabilmişler ve bu da, ticaret yoluyla, erken kapitalist ülkelere doğru bir değer transferine neden olmuştur.

Sermaye ihracı ise, bankacılık sisteminin gelişmesi ile doğrudan yatırımlar sayesinde gerçekleştirilen kâr transferlerinin yanında finansal sermayenin borç verilmesi yoluyla da faiz vb. getirilerin transferini sağlamıştır. Örneğin İngiltere, bu dönemde serbest ticaretin ateşli savunucusu olmuş ve bu doğrultuda 1825’de gümrük vergilerini kaldırmış, 1846’da da Tahıl Yasası’nı kaldırmış ve bu doğrultuda da Ricardo’nun ticaret teorisi ile tüm dünyayı iknaya girişmiştir. Bunu başaramadığında ise, Çin ve Japonya örneklerinde olduğu gibi, serbest ticareti zorla kabul ettirmeye çalışmıştır (Sönmez, s. 34).

Krizden sonra, Para-Meta-Para şeklindeki basit üretim döngüsünün ulusal sınırları aşıp uluslararasılaşmasının yanında, gelişen bankacılık sistemi sayesinde para sermaye ile üretken sermaye arasındaki ilişki daha da gelişkin bir hal almaya başlamıştır.

Yine kriz sonrası dönemde, petrol ve elektrik enerjisi hayatın hemen tüm alanlarında hızla kullanılmaya, ulaşım, kimya, haberleşme ve savaş teknolojilerinde hızlı gelişmeler gözlenmeye başlanmıştır. Bütün bu gelişmelere koşut olarak hızlanan tekelleşme ile birlikte I. Emperyalist Bölüşüm Savaşı yaşanmıştır. Yani rekabet tekelleşmeye, tekelleşme de tekelci rekabete yol açmıştır.

I. Emperyalist Bölüşüm Savaşı’nın ardından kısmen gerçekleşmiş olan emperyalist bölüşüm koşullarında, birikim modelinde yukarıda anlatılan değişimler sayesinde, 1923-28 kesitinde nispi bir ekonomik genişleme sağlanabilmiştir. Fakat bu dönemde de sermayenin organik bileşimi yükselmiş ve bu genişlemenin de sonuna gelinmiştir. Daha 1873 krizinden itibaren baş gösteren tekelleşme savaş sonrasında hızlanarak artmış, kapitalist devlet ve tekelci sermaye arasındaki bağlar giderek güçlenmiş ve bu yapı toplumsal tabanda da ittifaklarını oluşturarak yoluna devam etmiştir.

Tekelleşme, sermayenin organik bileşiminin düşük olduğu sektörlerin tekeller tarafından tasfiyesini, başta tarım ve sanayi sektörlerindeki küçük işletmelerin hızla bu tekeller tarafından yutulmasını da beraber getirmiştir. Fakat bu gelişmeler, ne üretimin, ne de istihdamın artırılmasını sağlamadığından, tekellerin yöneldikleri pazarları daraltmış ve bu da kredi mekanizmasının yaygınlaştırılmasıyla aşılmaya çalışılmıştır. Ortaya çıkan parasal genişleme, 1929’da mali bir krize yol açarak, sermaye birikiminin dayandığı tabanın darlığını ve zayıflığını ortaya çıkarmıştır (Sönmez, s.66).

Bu dönemde tekellerin baş müşterisi büyük altyapı ve silahlanma programları ile devlet olmuş ve bunların kârları böylece garanti altına alınmıştır. 1929 krizinin aşılması doğrultusunda uygulanan vergi politikası ve genişletici maliye politikaları ile yaygın tüketim mallarına yönelik talep desteklenmiş ve sermayenin organik bileşiminin düşük olduğu sektörler canlandırılmaya çalışılmıştır.

II. Emperyalist Savaşın önemli sonuçlarından biri de, ABD’nin önemli dış ticaret fazlalarına ve dünya altın stokunun yarısına sahip olarak çıkmasıdır. Savaşın en büyük galibi olarak çıkmış olan ABD, uluslararası kapitalist ekonomik ve parasal düzenin oluşmasında başrolü oynamıştır. ABD hegemonyasının kurulmasında rol oynayacak Uluslararası Para Fonu (IMF), Dünya Bankası (IBRD) gibi kuruluşlar yanında doların dünya parası olduğu ve doların değerinin altına sabitlendiği ve diğer ülkelerin paralarının da dolara sabitlendiği sabit kur sistemi kurulmuştur. Bu düzenin en temel dayanağı, ABD’nin sahip olduğu altın stoku ve dış fazla veren bir ülke olmasıdır. Ayrıca 1947’de ilan edilen Marshall Planı ile savaştan büyük yıkımla çıkmış olan Avrupa ülkelerine, ABD’den yoğun sermaye ihracı hibe ve borç biçimlerinde gerçekleşmiştir. Savaş sonrasında ekonomisi hızla büyüyen ABD’nin, bu gücünü, Avrupa üzerinde siyasal hegemonya kurmak üzere değerlendirdiği söylenebilir. Ayrıca bu yardım ve desteklerle, ABD, Avrupa’ya olan ihracatını arttırma ve ucuz hammaddeye sınırsız ulaşma imkanlarına da kavuşmuştur.

II. Emperyalist Savaştan sonraki dönem, 1960’ların ortalarına kadar süren sermaye birikiminin altın çağı olarak adlandırılan uzun genişleme dönemidir. Bu dönem Fordist kitlesel üretimin egemen olduğu tekelci kapitalizmin devam ettiği bir dönem olmuştur. Üretimde emek verimliliği artarken, reel ücretler de yükselmiş olmasına rağmen ve bu yükselişin verimlilik artışının altında olması nedeniyle, şekil 1’de görüldüğü gibi, artık değer oranının da arttığı bir dönemdir.

Bu dönemi karakterize eden başlıca faktörler, üretici güçlerin dikkat çekici bir şekilde gelişmesi, sosyalizm seçeneğinin varlığı ve bunun kapitalist ülkelerin işçi sınıfı hareketi üzerinde yarattığı olumlu etkilerle birlikte, Keynesyen ekonomik politikalar ve “refah devleti” uygulamalarını beslemesidir.

Sosyalizmin ve sınıf mücadelesinin güçlülüğü karşısında emperyalist devletlerin bu günkü gibi pervasız olamaması nedeniyle daha uzun bir istikralı sermaye birikimi kesiti yaşanmıştır. Ama yukarıda özetle anlattığımız temel işleyiş yasalarının ortadan kaldırmadığından bu birikim modeli de sonunda bir noktaya gelmiş ve tıkanmıştır.

Bu açıdan bakıldığında, bu dönem, aynı zamanda Şekil 2’de görüldüğü gibi, sermayenin organik bileşiminin yükselmesi nedeniyle kâr oranlarının sürekli olarak düşüş eğilimini koruduğu bir dönemdir. Böylece kâr oranları düşüşü, 1960’ların ortalarından itibaren, dünyada sanayi üretiminde yavaşlamaya neden olmuş ve bu da daha yükselen işsizlik oranlarına neden olmuştur. Kapitalizmin krizinin başat nedeni kâr oranlarındaki düşüş (ve böylece gerçekleşen aşırı üretimdir) olmasına rağmen, bu durum, kapitalist sistem içinde üretken yatırımların azalması, mevcut üretim kapasitesinin yer yer çökmesi ve daralması, işsizliğin artması, toplam talepte daralmalarla birlikte kredi mekanizmasının da tıkanmasına yol açan bir seyir izlemiştir.

Şunu da belirtmek gerekir ki, 1960’ların ortalarından itibaren ortaya çıkan bu gelişmelerin bir nedeni de, sermaye birikiminin uluslararasılaşma düzeyinin düşüklüğüdür. 1873 krizinden sonra hayat bulan uluslararası sermaye birikiminin tersine, 1945–1965 arasında, daha fazla ulusal ölçekte yoğun sermaye birikimi rejimi egemen olmuştur. Bunun sonuna gelindiğinin anlaşılması üzerine, 1960’ların ikinci yarısından itibaren uluslararasılaşma yeniden hız kazanmış ve bu süreç, günümüze kadar buna başkaca faktörlerin eklenmesiyle devam etmiştir.

1970’lerden itibaren reel ücretler tüm dünyada azalmaya başlamış ve bu da Şekil 1’de görüldüğü gibi, artık değer oranının (S/V) daha da hızlı artışını sağlamıştır. Bu sayede düşen kâr oranları nispeten telafi edilmeye çalışılmış, ama asıl müdahale, sermayenin organik bileşiminin yüksekliğine yönelik olarak gerçekleşmiştir.

Sermayenin organik bileşiminin (C/V) daha düşük olduğu geç kapitalist ülkeler uluslararası sisteme daha ileri bir düzeyde eklemlenmek suretiyle, erken kapitalist ülkelerde düşen kâr oranları, geç kapitalist ülkelerden gerçekleştirilen değer transferleri ile telafi edilmeye çalışılmıştır. Yukarıda ifade edilen uluslararasılaşma, özünde yeni bir şey olmamasına karşın, bu dönemde daha yoğun, yaygın ve hızlı bir seyirle tüm dünyayı kısa sürede küçük bir kapitalist köy haline getirmiştir. Bu doğrultuda ticaretin ve sermaye hareketlerinin serbestleştirilmesi yeniden ve daha ileri bir düzeyde gündeme gelmiş ve özellikle geç kapitalist ülkeler bu doğrultuda yönlendirilmiş ve hatta bazı ülkelerde siyasal rejimlere dahi emperyalist ülkeler tarafından müdahale edilmiş, bazı ülkelerde seçilmiş iktidarlara karşı askeri darbeler tertiplenmiş ve diktatörlükler kurulmuştur. Örneğin Türkiye’de 24 Ocak 1980’oluşturulan kararlar manzumesinin hayata geçirilebilmesi, ancak 12 Eylül darbesiyle mümkün olmuştur.

1970’lerden günümüze kadar devam eden, özellikle de 80’den sonra hızlanan önemli bir diğer gelişme de, uluslararası tekellerin sayısında ve dünya üretimindeki ağırlığında ortaya çıkan olağanüstü artışlardır. Bu dönemde, neredeyse dünyanın emperyalist-kapitalist üretim ilişkilerine dahil olabilecek tüm bölgeleri, Çin ve eski SSCB ve Doğu Bloku ülkeleri de dahil olmak üzere, bu sisteme dahil edilmiş ve Para-Meta-Para döngüsünün gerçekleşeceği coğrafi sınırlar böylece olabildiğince genişletilmiştir. Bu sürece, iletişim teknolojilerinde ortaya çıkan yenilikler, ulaşımın daha da gelişmesi vb. teknolojik gelişmeler de önemli katkılarda bulunmuştur.

1970’lerden günümüze kadar olan gelişmelerin finansal boyutlarını da ihmal etmemek ve bunu kapitalist üretim biçiminde sermaye ve kredi piyasalarının rolü ve niteliği ile birleştirerek, içinden geçilen krizin karakterini ortaya koymak daha doğru olacaktır. Özellikle 1990’lar boyunca dünyada görülen “finansal krizlerin” nedenlerinin ve özgünlüklerinin anlaşılması açısından da, 1970’lerden günümüze kadar gerçekleşen yapısal değişimlerin ve geç kapitalist ülkelerin emperyalist kapitalist sisteme eklemlenme biçiminin daha detaylı ve analitik bir incelemesi zorunluluktur.

Referanslar

Marx, 1977, Kapital, Cilt I, II, III.

Sönmez, Sinan. Dünya Ekonomisinde Dönüşüm, Ankara, 1998.

Shaikh, A. ve Tonak. E. A. (1994). Measuring the Wealth of Nations: The Political Economy of National Accounts, New York: Cambridge University Pres

Shaikh, Anwar. (1999). Explaining the Global Economic Crisis, Historical Materialism, No5. Winter 1999, s. 103–144

Kamudaki TİS İle Toplu “Görüşmeler” Süreci ve Ortak Mücadele

Dünyada ve Türkiye’de, kriz bahanesiyle işçi ve emekçilerin kazanılmış haklarına yönelik saldırıların çok yönlü olarak gerçekleştiği bir dönemden geçiyoruz. İşsizler ordusu hızla büyümekte, yoksulluk ve açlık gittikçe artmaktadır. Tekelci sermaye, büyük burjuvazi yaşanan krizi kendisi için fırsata çevirip, emekçilerin kazanılmış haklarını hedefe koyan yeni saldırılara hazırlanıyor.

Kapitalizmi sistem krizine sokan süreçte, emekçilerin çalışma ve yaşam koşulları sürekli olarak kötüleşmekte, iş güvencesi ve sosyal haklar bakımından önemli hak kayıpları yaşanmaktadır. Emekçilerin yıllarca mücadele ederek, bedeller ödeyerek kazandığı çok sayıda kazanım, “kriz bahanesiyle” yeniden ve öncekilere göre daha güçlü bir şekilde hedef haline getirilmiştir.

Krizin emekçilerin yaşamlarına olumsuz etkileri ve bu yansımalara dair politik açıdan daha birçok şey söylenebilir. Zaten bu yayınlarımızın sayfaları, işçi sınıfının günlük gazetesi ve televizyonu uzun süredir birçok analiz yapmakta ve çözüme yönelik politikaları işçilere ve tüm emekçilere sunmaktadır. Bu yazıda, emek alanındaki tepkilerin tarzı, biçimi, varolan durumu ve olması gerekenler ile ilgili değişimleri ve gelişmeleri ağırlıklı olarak değerlendirmeye çalışacağız. Bu açıdan değinilmesi gereken birçok konu (demokratikleşme vb) bu yazıda yer almayacaktır.

Yaşanan kriz süreciyle birlikte tüm ülkelerde, işçi ve emekçi sınıflar alanlara çıkarak krizin faturasını ödemeyeceklerini ilan ediyorlar. Türkiye’deki işçi ve emekçilerin tepkileri ise işyerlerinden başlayarak sokağa yansımaya başlamıştır. Ancak işçi ve emekçilerin alttan gelen bu tepki ve öfkeleri, örgütleri olan sendika konfederasyonlarını henüz harekete geçirmiş değildir. Aksine; bugüne kadar ortaya çıkan pratik, üyelerinin istek ve beklentilerinden farklı, onların somut taleplerine yanıt vermeyen bir yönelim içine girmiş olduklarını gösteriyor. Kimileri, emekçileri dertleri ile baş başa bırakarak, sermaye örgütleri ile müşterek kampanyalar açmakla uğraşırken, kimileri de “kadro eylemleri” yaparak sendikal mücadeleyi yükselttiğini sanıyor.

Hareketin geleceği açısından söz konusu sendika konfederasyonlarının mevcut tutumunu, emek hareketinin ihtiyaçları ve önümüzdeki dönemdeki sendikal mücadelenin izleyeceği yol açısından doğru analiz etme zorunluluğu ortadadır. Bir yandan; kimi konfederasyonların sermaye örgütleriyle yan yana yürüttükleri kampanyalar ve gazete ilanları, öte yandan, gelişmeleri izlemekle yetinen tutumlar ya da ilgiliymiş gibi görüntü vererek, işyerlerinden ve sınıftan kopuk olarak atılan adımlar, en hafifinden büyük bir sorumsuzluk örneğidir.

SALDIRI BELLİDİR VE TEK MERKEZLİDİR

2009 yılının ikinci altı ayına girerken emek hareketi açısından iki önemli olgu ön plana çıkmaktadır. Bunlardan birisi kamu emekçilerinin “grev ve TİS talebi” ile yürüttükleri eylemler, diğeri ise, uzun bir aradan sonra Türk-İş ile hükümet arasında süren kamu toplu sözleşmelerinin tıkanmış ve grev kararlarının alınmış olmasıdır. Hem grev ve toplusözleşme hakkını kullanmak isteyen kamu emekçileri, hem de insanca yaşayacak ücret ve kazanılmış haklarını korumak isteyen kamu işçileri alanlara çıkmaya ve kitlesel tepkilerini göstermeye başlamıştır.

İşçiler açısından en can alıcı olan kıdem tazminatları, hükümet tarafından tartışmaya açılmıştır. Kamu emekçileri açısından ise, iş güvencesini ortadan kaldıracak, esnek çalışmayı yaygınlaştıracak Kamu Personel Yasası yeniden gündeme getirilmiştir. İş güvencesinin ortadan kaldırılması ile birlikte, kıdem tazminatının kaldırılması girişimine paralel olarak emeklilik ikramiyelerinin de tartışmaya açılması muhtemeldir. Bu gelişmeler göz önüne alındığında ve krizin etkilerinin işçi ve emekçilerin yaşamını karartmaya başlamasıyla, son yılların en hareketli günlerinin arifesinde olduğumuz söylenebilir.

Bugüne kadar her iki alanda yaşananlar, hareketin ve mücadelenin ortaklaşma sorununu kaçınılmaz olarak gündeme getirmiştir. Ne yazık ki; Türk İş ve KESK gibi az çok kitleselleşebilmiş sendikaların ve konfederasyonların, yaşanan süreci doğru analiz etmek ve tek merkezli olarak gelen saldırıları birlikte göğüslemek gibi bir niyetleri görünmemektedir. Aksine; işçilerin ve emekçilerin çıkarlarına olmayan, patronları ve hükümeti kurtarmaya dönük reçeteler sunuyorlar.

Türk-İş merkezi; sendikalarının ve üyelerinin alttan gelen basıncına uygun tutum alacağı yerde, HAK-İŞ, KAMU-SEN ve MEMUR-SEN ile birlikte işveren örgütleriyle kol kola sermayenin ve iktidarın yedeğinde zaman harcamakla meşgul. “Eve kapanma pazara çık” kampanyası ile atılan adımlar ve takınılan tutumlar, işçi ve emekçilere ihanet değil de nedir?

DİSK; işçilerin ve üyelerinin dışında “büyük” laflarla hareketin ihtiyaçlarına yanıt vermeyen, kendince “büyük”, ama sendikal hareket açısından küçük bile olmayan işler peşinde zaman tüketiyor. Sendikal sorumlulukları çerçevesinde iş değil, hata ve zaaflarının üstünü keskin laflarla örtme gayreti içinde, ne söyleyeceğini ve ne yapacağını bilmez haldedir.

KESK merkezi ise; üyelerinin ve tüm kamu emekçilerinin beklentilerinden gittikçe uzaklaşmış, kadrolarını yormakla ve mevcut enerjisini kendince “radikal” eylemlerle tüketmekle meşgul. KESK’in giderek marjinal bir karakter kazanan “sendikacılık tarzı”, geçmişte az çok sağlanan birliktelikleri de dağıtan, yerellerde ve merkezlerde hızla yalnızlaşmayı zorlayan, kendi başına iş yapmayı marifet sayan, geçmiş birikimleri hızla tüketen bir rol oynamayı sürdürüyor.

İşçi sınıfıyla yan yana olmak ve birlikte mücadele etmekten kaçınmak, KESK’in özellikle son dönemdeki temel tutumu haline gelmiştir. Bu tehlikeli durum, KESK’in zaten yıllardır üzerine yapışmış olan “solcu” imajını yeniden üretmekte, kitleselleşme gerekliliğinden hızla uzaklaştırmaktadır. Yakın geçmişte birçok kez birlikte eylemler yapılmasına rağmen TÜRK-İŞ ile birlikte hareket etmek, KESK merkezi ve KESK içindeki kimi “solcu” kadrolar açısından asla düşünülmemektedir. Hatta TÜRK-İŞ ile mücadeleyi ortaklaştırmayı savunanları ölçüsüz ve seviyesiz biçimde eleştirebilmektedirler. Geçmişten bu yana KESK içinde şu ya da bu şekilde var olan bu sakat bakış açısı, sendika bürokrasisi ile üye tabanı arasındaki ayrımı kavrayamamış olmanın tipik sonucudur.

Kamu emekçileriyle işçi sınıfının mücadele birliğinin olanakları artmışken; TÜRK-İŞ’in kimi “kaygılarla” KESK ile arasına mesafe koyması, KESK’in TÜRK-İŞ ile bir arada görünmemek için “bin dereden su getirmesi”, en azından sorumsuzluk değil de nedir? Böylesine uygun koşullar olmasına rağmen, dar kadro eylem çizgisine saplanıp kalmaları, tıkanmanın işareti değil de nedir? Bundan daha vahim bir durum olabilir mi? Özellikle böylesi bir dönemde, birleşmesi, birleştirilmesi gereken iki farklı mücadele alanının böylesine ayrı yönlere akmasında esas sorumluluk, en başta her iki konfederasyonun üst yönetimlerinde ve bunlara hakim olan sendikacılık tarzlarındadır.

Kamu emekçilerinin mücadelesi ile kamu işçilerinin TİS sürecinde yaşadığı sorunlar, birbirine paralel sonuçlar ortaya çıkarmaktadır. TÜRK-İŞ, KESK ve kendine “sendikacıyım” diyen tüm konfederasyon ve sendika yöneticileri, bir kez daha iyi düşünmek zorundadırlar. İşçi ve emekçileri düşünüyor ve onların sorunlarını dert ediniyorlarsa, doğru ve gerekli kararlar alabilirler.

Ancak bugün açısından umutlanarak, bunların “imana” gelmesini beklememek gerekiyor. Önemli olan, işyerlerinden, yerellerden, şube ve temsilciliklerden cesaret verici, çoğu zamanda üst yönetimleri zorlayıcı hareketler ve eylemlerin, aşağıdan yukarıya doğru birleşme eğilimi göstermesidir. Bu dönem, birleşik mücadelenin şartlarını her geçen gün daha da olgunlaştırmaktadır. Her ne sebeple olursa olsun, kriz koşullarının ağırlaştığı bu dönemde birleşik ve güçlü bir hareketin yaratılması, sınıf mücadelesini bulunduğu noktadan çok daha ileriye taşıyabilecek fırsatlar sunacaktır.

KAMU TİS’LERİ

Türkiye’de sendikal hareketin yaşadığı pek çok zaafın kaynağında, Türk-İş’in kuruluşun­dan bu yana temel karakterini oluşturan, reformcu, uzlaşmacı sendikacılık anlayışının sendikal hareket üstündeki egemenliğinin sürmesi bulunmaktadır. Bu anlayış üstünden şekille­nen sendika bürokrasisi, başlıca işçi sendikalarının yöneti­mini ele geçirmiştir. Sendika bürokrasisi, hareketin kendi dinamikleriyle ilerlemesini büyük ölçüde engelleyebilmiştir. Bu yüzden de, 1989-1991 ve 1994-1996 yılları arasındaki eylemleri bir yana bırakırsak, gerçekleşen eylemler ne kadar kitlesel olursa olsun, bugüne kadar, kamu toplusözleşmeleri, çoğu zaman üye sendikalar bile bilgilendirilmeden, kapalı kapılar arkasındaki pazarlıklarla biti­rilmiştir. Patronlar ve hükümetlerle varılan anlaşmalara iş­çileri “razı etmek”, Türk-İş açısından, sendikal faaliyetin ana unsuru olmuştur. Ça­lışma yaşamının ve sendika yasalarının anti-demokratik ve serma­ye yanlısı düzenlemeleri, sendikaların yöneticilere sınır­sız yetki veren tüzükleri, sendika bürokrasisinin geliş­mesi ve işçiler karşısında “aşılamaz” gibi görünen bir güç olmasında belirleyici olmuştur.

Sendikaların kendi aralarındaki rekabeti, sürekli olarak patronlara kazandırmakta ve işçilere kaybettirmektedir. Hükümetlere dayanarak, yandaşlık üzerinden, işçilere zorla sendika değiştirme taktikleri, işçiler açısından çekilmez bir hal almıştır. Esnek çalışma, işyerlerindeki statü farklılıkları ve her türlü kuralsızlık, işyerlerindeki iş yaşamını zaten dinamitlemektedir. Üstelik bu saldırılara karşı sendikal politikalar belirlemesi gereken sendika ve konfederasyonların, sermaye ve hükümetlerle kol kola işçi düşmanı uzlaşmacı tutumları kayıpları hızla artırmaktadır. (Mücadeleden yana olan sendikaları ve sendikacı işçi önderlerini elbette bu değerlendirmenin dışında tutuyoruz.)

Sendika bürokrasisinin hükümet ve patronlarla bu derece özdeş­leşmiş görünmesi, milyonlarca sendikasız işçinin sen­dikalara ve sendikal mücadeleye yönelmesinde caydırıcı bir etki yaratmıştır. Türk-İş tarafından sözleş­melerin genellikle masa başında ve çoğu zaman önemli kayıplarla bitirilmesi, kamu işçileri üzerinde sendika bürokrasisinin ikinci bir baskı merkezi olarak rol oynamasını beraberinde getirmiştir. Hatta sendikal bürokrasinin denetimi dışında, işyerle­rinde gerçekleşen sendikalaşma faaliyetlerinin çoğu zaman bizzat sen­dikacılar tarafından yokuşa sürülerek engellenmesi (bu durum sadece Türk İş için değil, “solcu” DİSK için de geçerlidir) yaygın olarak görülen bir durumdur. Sendikal bürokrasiyi aşarak sendikal mücadeleye önderlik edenlerin işten atılması için patronlarla işbirliği yapılması gibi tutumlar (Türk Metal sendikasının işten atmaları kolaylaştırıcı tutumları, ücret indirimine kadar giden ihanetleri ve yine DİSK’e bağlı Lastik-İş sendikasının mücadeleci işçi temsilcileri ile birçok duyarlı işçiyi işten atmada patronla birlikte davranması vb. pratikler), özellikle son yıllarda sendikaların yaşadığı güven ve itibar yitiminin başlıca neden­lerindendir.

Kamu TİS sürecinin tıkandığı bir dönemde; işçiler kendi sendikaları harekete geçsin diye eylem yaparken, TÜRK-İŞ merkezinin tutumu tüm eleştirileri haklı çıkarmaktadır. Aklı başında işçi, temsilci ve sendikacı, böylesi bir zihniyetin sendikaları ve sendikal hareketi nereye götüreceğini bilir. Ama tüm bunların tespit edilip bilinmesi yetmemektedir. Kamu TİS’lerinde yaşananları, TÜRK-İŞ tabanının sadece hükümete değil, konfederasyonlarına da tepki göstermesini doğru okumak gerekir. İşçilerde ciddi rahatsızlık yaratan kimi gelişmeler, sürece doğru müdahale edildiğinde kazanıma dönüşebilir.

KAMU EMEKÇİLERİ MÜCADELESİNİN DURUMU, TİS VE GREV

KESK ve sendika genel merkezleri, her yıl, “Toplu Sözleşme Hakkımız var ve kullanacağız” diyerek TİS taleplerini kamuoyu ile paylaşmaktadırlar. Ancak kamu alanında örgütlü diğer konfederasyonlarla (KAMU-SEN ve MEMUR-SEN vb.) birliktelik sağlamaktan uzak durulması eğilimi, KESK’e her zaman egemendir. Zaman zaman “ortak tutum alma çağrıları” olsa da, sendikal rekabetin bu alanda daha şiddetli yaşanması ve devlet güdümlü diye nitelenen sendikaların devletçi/hükümetçi tutumları ile yandaşlıkları da öne çıktığında/çıkarıldığında, birleşik tutum almak imkansız hale gelmektedir. Hükümetlerin, tüm bunları bilerek, ayrıştırmak için özel çaba göstermesi gerçeği de eklendiğinde, kamu emekçileri kazanan değil, her yıl kaybeden olmaktadır. 4688 sayılı Yasanın da olumsuz etkileri de eklendiğinde, kamu emekçilerinin kayıpları hızla artmıştır ve tahribat büyük boyutlardadır.

Memur konfederasyonları işin kolayına kaçmaktadırlar. Toplu Görüşme süreci gerçekten birçok yönü ile komediye dönüşmüştür. Kamu-Sen ve Memur-Sen, hükümetlerin en yakınında olmayı ve sırtlarının sıvazlanmasını marifet sayarlarken, KESK ise “masaya oturmamayı” neredeyse ilkesel bir amaç haline getirmiştir. Taktik politikalar bakımından bir dönem başvurulan bir yöntem (doğru ya da yanlışlığı bir yana), neredeyse geleneksel bir politikaya dönüşmüştür. Kamu emekçilerinin taleplerini bir yandan masada tartışmak, kamuoyunu bilgilendirmek, beklenti içinde olan kamu emekçilerine gerçekleri açıklamak; öte yandan işyerlerinde ve alanlarda kitlesel eylemlerle kamu emekçilerinin gücünü hissettirmek gerekliyken, birkaç göstermelik açıklamayla yetinmek tarz haline gelmiştir. Bu yönelim tarz haline gelince de, emekçiler açısından ilgisizliğe ve güvensizliğe dönüşmüştür.

Haziran eylemleri de bu anlayışın ürünü olarak belirlenmiştir. Acaba 20 Haziran eyleminden sonra KESK tatile mi çıkmıştır? Ağustos ayında ne yapılacağı, nasıl bir tutum alınacağı henüz belirsizdir. KESK Genel Başkanı ve kimi yöneticiler, bu güne kadar işyerlerine dayanmayan, işyerlerinden kopuk tutumlar geliştirdikleri ve işyerlerindeki sorunları talep haline getirme ihtiyacı bile hissetmedikleri halde, Ekim ayında GREV yapmayı hangi gerekçelerle savunmaktadırlar? Böyle bile olsa, o zaman iş oluruna bırakılmamalıdır. Sözünü ettikleri “Kadro Grevi” değilse, işin gereği hemen yapılmaya başlanmalıdır. 1 Aralık 2000’de olduğu gibi, işyerlerinde planlı ve yaygın bir çalışma yapılmadan, başta işçi sınıfı ve diğer emekçilerle birleşmeden bu saldırıları püskürtmek söz konusu olamayacağı gibi, “kadro grevi” gibi ilginç ve anlamsız eylem önerilerinin önüne geçmek de mümkün değildir.

Geçmişte sendikalarımızı besleyen, kitleler halinde alanlara akmamızı sağlayan, işyeri örgütlülüğü ve onun yarattığı güçtü. Ancak bugün önce işyeri çalışmaları, ardından kaçınılmaz olarak sendikalarımız oldukça zayıflamıştır. Hatta kimi işkollarında, geçmişte işyerleriyle az çok oluşan bağlar kopma noktasına gelmiştir. Bu durum sendikaların eylem biçimlerine de yansımış; yapılan eylemler, sınırlı bir kadro sayısıyla yapılmaya ve birbirinin tekrarı olmaya başlamıştır. Sendikalarımız, kadrolarımız işyerinden ve işyeri sorunlarından büyük ölçüde kopmuştur. Bu durumun en somut sonucunu, yapılan eylem ve etkinliklere katılım ve eylemi sahiplenme noktasındaki eksikliklerde görmek mümkündür.

Kamu emekçilerinin, sendikalara üye olanları da dâhil, büyük bir kısmı, gündemde olan ya da önümüzdeki dönemde gündeme gelecek yeni saldırıların neler getirdiğinden/getireceğinden haberdar değildir. Tüm kamu emekçilerini kapsayacak yoğunlaştırılmış günlük “aydınlatma ve bilgilendirme çalışmaları”, sadece yazılı materyallerle sınırlı haldedir. Bunların da emekçilere ulaşmadığı ve okunup tartışılmadığı göz önüne alındığında, işyerleri ile bağların kopmasını anlamamak mümkün değildir.

Bu ve benzeri nedenlerle, işyerlerinin gündemi ile sendika üst yönetimlerinin gündemleri büyük ölçüde birbirinden uzaklaşmıştır. Son dönemde sıkça yapılmaya başlanan Ankara merkezli ve protestoculuktan öteye gitmeyen “gösteri” eylemlerinin yaygınlaşması dikkat çekicidir. Daha az çaba ve enerji gerektiren, çoğunlukla “kadroların” katıldığı eylem tarzının benimsenmesi, genel üye kitlesi üzerinde kendini geri çekme, mücadeleye uzak durma etkisi yapmıştır. Yine buradan kaynaklanarak, yetişmiş kadrolarda da sendikal örgütlenme ve mücadeleye yabancılaşma eğilimlerinin artmış olması, gelecek açısından endişe verici bir durumdur.

İşyerleri, şubeler ve genel merkezler arasında sağlıklı bilgi akışı sağlan(a)mamaktadır. İşyerleri ile kurulan bağlar, çoğu yerde “pamuk ipliğine” bağlı bir şekilde sürdürülmeye çalışılıyor. Sendikaların yaptığı çağrılara işyerlerinden yeterince yanıt gelmemekte, bütün bunlar, kurum olarak sendikaları zayıflatmakta, kan kaybı yaşanmasına neden olmakta ve sonuçta sendikalara karşı güvensizliğe dönüşmektedir.

Geçmiş dönemde karşı karşıya kaldığımız güçlükler ve önümüzdeki dönemde yoğunlaşarak artacağı açık olan saldırılar, kamu emekçileri içinde yeniden mücadeleye yönelmeyi sağlayabilecek bir rol oynayacaktır. Emeğe ve emekçilere yönelik tüm saldırılar, aynı zamanda, kamu emekçileri sendikal hareketinin yeniden örgütlenmesi, yeniden mücadeleci bir çizgiye çekilmesi için önemli bir fırsattır.

Sermaye saldırılarının bu kadar yoğunlaştığı son dönemde, emekçiler cephesinde ve kamu emekçilerinin sendikalarında bu saldırıları püskürtecek, birleşik, güçlü bir mücadele stratejisi ve bu stratejiyi layıkıyla uygulayacak bir yönelime ihtiyaç olduğu ortadadır. Sınıftan yana tutum alan sendikacılara, ileri işçi önderlerine/temsilcilerine ve sendika şubelerine düşen görev ve sorumluluk, saldırı yasalarından etkilenecek emekçi kesimlerin her geçen gün artan öfke ve tepkilerini birleşik bir güce dönüştürmektir. Kamu TİS’lerinin tıkanmış olması, benzer bir şekilde kamu emekçilerinin taleplerinin “toplugörüşme” mekanizması içine sıkıştırılmak istenmesi, işçi ve kamu emekçilerinin mücadelesinin birleştirilmesi için olanakları da artırmaktadır.

 

BİRLEŞİK MÜCADELENİN OLANAKLARI, HER ZAMANKİNDEN DAHA FAZLA ARTMIŞTIR

Öncelikle, kamu emekçileri hareketi, “toplugörüşmeyi” toplusözleşmeye çeviremediği sürece, sendikalarımızda yaşanan kan ve itibar kaybının önüne geçmek çok zordur. KESK, kamu emekçilerinin gücünü ve yığınsal katılımını sağlayacak eylem biçimlerine yönelmek zorundadır. Geçmiş deneyimleri ışığında, 1 ARALIK eylemi gibi eylemleri örgütleme iddiası ile yeniden kendini inşa sürecine girmelidir. Bunun için, öncelikle, “kadrolarla” sınırlı, tüm hareketi “kadro eylemleriyle” sınırlı gören dar ve sığ bakış açıları derhal terk edilmelidir. Sendikal faaliyetler ve mücadele biçimi en geniş üye kesimi ile tartışılmayıp, onların katılımı sağlanmadıkça, örgütsel ve mücadeleye dair sorunların üstesinden gelinmesi mümkün değildir. Bu durumun devam etmesi halinde, kısa bir süre sonra mevcut/aktif siyasallaşmış kadroların birikim ve enerjisinin de tüketilmesi kaçınılmaz olacaktır.

İşyerlerinden başlayarak işçi-memur-sözleşmeli gibi statü ayrımlarını aşacak bir sendikal çalışmayı yürütmek ve bunu yürütürken de, bu alanda örgütlü sendikal yapılarla (özellikle işçi sendikaları ve meslek örgütleriyle) ilişki içinde olmak, birlikte ortak adımlar atmak gerekiyor. Ortak örgütlenme, sadece yasal bir engelin ötesinde, politik bir duruşu ifade etmektedir. Emekçileri bölen yasal düzenlemelere karşı fiili örgütlenmelere gitmek, fiili ve meşru temelde birleşik bir mücadele hattı yaratmanın önemini anlamak ve buna uygun politikalar geliştirmek, artık zorunlu hale gelmiştir.

Görünen haliyle; genelde işçi ve memur konfederasyonlarının, özelinde ise yakınlaşmanın olanaklarının varlığına rağmen, TÜRK-İŞ ve KESK’in, konfederasyonlar düzeyinde birlikte tutum almaları zor görünüyor. Konfederasyonlar başka dünyalarda dolaşmaya devam ediyorlar. Özellikle kriz üzerinden kapitalizmin saldırganlığının vahşileştiği bu süreçte, konfederasyonların merkezi tutumlarını değiştirecek işler yapmaya acilen ihtiyaç vardır. Bu işleri yapma görev ve sorumluluğu, sınıf bilinçli işçi ve kamu emekçilerinin ileri kadrolarının omuzlarında durmaktadır. Bu süreçte yerel platformları işler hale getirmek, adı ne olursa olsun yeni mücadele platformları kurmak yaşamsal önemdedir. Sendikaların yönetimlerinin kararlarına bağlı kalmaksızın, işyeri çalışmalarını sürdürmek, yaygın propaganda ve ajitasyonu günlük olarak yapmak hayati önem arz etmektedir.

Tıkanan kanalları açacak olan işler; işyeri eylemleri, ilçe ve iller düzeyinde birleşmiş işçi ve emekçi hareketlenmeleridir. Sendikal hareketin, kendisinden ve kendisi dışındaki nedenlerden dolayı hayli gerilediği/geriletildiği günümüz koşullarında, mücadelenin her düzeyinin önemsenmesi, desteklenmesi ve mutlaka somut talepler üzerinden ilerletilmesi gerekmektedir. Bugün gelinen yerde; başta gelişmiş kapitalist ülkeler olmak üzere, tüm dünyada sendikaların yeniden inşası ve mücadeleci bir hatta yönelmesi ve sendikal hareketin yeniden ayakları üzerine dikilmesi zorunluluğu, hareketin önündeki ilk hedef olarak durmaktadır.

Hükümetin ve TÜRK-İŞ’in tutumunun işçilerde doğurduğu hoşnutsuzluk ve öfke, sonbahar aylarında mücadelenin yükseleceğinin işaretlerini veriyor. Aynı zamanda kamu emekçilerinin beklentilerinin karşılanmamasından kaynaklı tepkileri de düşünüldüğünde, birleşik mücadelenin olanaklarının genişleyeceği söylenebilir. Varsın yukarıdakiler inatlarını sürdürsünler. Alttan bir dalga yaratıldığında, “yukarılar”daki birleşmeme yönündeki eğilim ve dirençler de kırılacaktır.

İhtiyaç Olan Böyle Bir “Çatı” Değil

Özgürlük Dünyası’nın yakından ilgi gösterdiği ve üzerine ayrıntılı makaleler yayınladığı, birkaç yıldır emek, barış ve demokrasi güçlerinin, halkın ileri kesimlerinin gündemi durumunda olan “çatı partisi” ile ilgili yeni bir gelişme oldu. EMEK PARTİSİ, “girişim” olarak kurumsallaşmaya ve somutlanmaya yönelen çatı partisi girişiminin amaç, içerik ve biçim olarak halkın ihtiyaç duyduğu birlik örgütlenmesini ifade etmediğini ve bu çalışmadan çekildiğini açıkladı. Aşağıda bu açıklamanın metnini veriyoruz.

 

ihtiyaç olan böyle bir “çatı” değil!

EMEK PARTİSİ

GENEL MERKEZİ

Mevcut haliyle Çatı Partisi Girişimi’nin, emek, barış, demokrasi ve halk güçlerinin birlik ihtiyaçlarına yanıt vermesi mümkün değil; Emek Partisi bu çalışmadan çekilmiştir.

Yaklaşık iki yıldır örgütlenme çalışmaları sürdürülen çatı partisi girişimi, ciddi bir tıkanma ve çözümsüzlüğün içine sürüklenmiş durumdadır. Çözümsüzlüğün temelleri 21–22 Aralık 2008 tarihinde İstanbul Bilgi Üniversitesi Kuştepe Kampusü’nde düzenlenen toplantıda atılmıştır. O günden buyana çalışmalar çatı partisi fikriyatından bütünüyle sapmış; Türk, Kürt her milliyetten ve inançtan Türkiye demokrasi güçlerinin birlik zemini olması lazım gelen çatı partisi, Kürt demokratik hareketini de kapsayacak biçimde adeta “solcuların birliği” platformuna dönüşmüş bulunmaktadır.

Bilindiği üzere, emek, barış ve demokrasi güçlerinin birlik zeminini oluşturmak üzere, çatı partisini bir “çözüm aracı” olarak gündeme getirmek dahil, çalışmaların her aşamasında yer alan Emek Partisi, 21–22 Aralık 2008 toplantısının ardından ortaya çıkan sorunlara çözüm bulmak amacıyla görüş ve önerilerini çalışma içinde yer alan muhataplarıyla paylaşmış; ancak, bu çabaların somut bir sonuç vermemesi üzerine çalışmalardan çekilmiştir.

Hal böyleyken, kimi siyasi çevrelerce, çatı partisi çalışmalarıyla, Emek Partisi arasında ilişki kurulmaya devam edilmektedir.

Bu nedenlerledir ki, çatı partisi ve demokrasi güçlerinin birliği sorununa ilişkin görüşlerimizi, 27–28 Haziran 2009 tarihinde Ankara’da düzenlenecek olan Çatı Partisi Girişimi toplantısı öncesinde kamuoyu ile bir kere daha paylaşmayı özellikle önemli bulmaktayız.

EMEK VE DEMOKRASİ GÜÇLERİNİN BİRLİK ZEMİNİ OLARAK ÇATI PARTİSİ

Bilindiği gibi çatı partisi emek ve demokrasi güçlerinin gündemine 2002 seçimleriyle girmekle birlikte, pratik olarak örgütlenme çalışmaları 22 Temmuz 2007 Genel Seçimlerinin ardından, Emek Partisi (EMEP), Demokratik Toplum Partisi (DTP) ve Sosyalist Demokrasi Partisi (SDP)’nin inisiyatif almalarıyla başlamıştır.

Çatı partisinin seçimlerin ardından gündeme gelmesi, “anlaşılır nedenlerle” çatı partisinin doğrudan seçimlerle ilişkilendirilmesini de beraberinde getirmiştir.

Ancak, çatı partisi yalnızca bir seçim partisi olamayacağı gibi, (sol) siyasi parti ve örgütlerin bir araya gelerek güçbirliği yaptıkları bir parti de olamazdı. Çünkü çatı partisini ihtiyaç haline getiren, seçim ittifaklarından ve siyasi parti ve örgütlerin öznel ihtiyaçlarından bağımsız olarak nesnel, siyasal koşullardır. Emek, barış ve demokrasi güçlerinin en geniş birliğini zorunlu kılan bu koşullar, aynı zamanda çatı partisinin politik, örgütsel platformunu da dolaysızca biçimlendirmektedir.

Çatı partisi özünde, mevcut burjuva, kapitalist sistemden ve onun uygulamalarından zarar gören sınıf ve kesimlerin (işçiler, emekçiler, aydınlar, Kürtler, Aleviler ve inanç grupları, kadın çevreleri vb) ülkenin temel meseleleri (Kürt sorunun demokratik çözümü, işçilerin sendikal örgütlenme özgürlüğü önündeki engellerin kaldırılması, söz, basın, örgütlenme hakkı, laikliğin gerçek temellerine oturtulması vb. başta olmak üzere siyasi demokrasinin kazanılması ve emekçilerin, halkın sosyal, ekonomik hak taleplerinin elde edilmesi) etrafında bir araya gelerek oluşturacakları güçbirliğinin parti formunda cisimleşmiş halinden başkaca bir şey değildir.

Bununla birlikte, çatı partisi örgütlenmesinin önündeki en büyük handikabı, baştan itibaren demokrasi güçlerinin birliği sorununun, geleneksel olarak “sol güçler”in birliği sorununa indirgenerek tartışılıp, biçimlendirilmek istenmesi oluşturmaktadır.

Bilindiği gibi, birlik kavramı ülkemizde öteden beri “sihirli” bir anlama sahiptir; fakat diğer yandan birlik sorununa halkın ihtiyaçlarından hareketle yaklaşılmadığında, olacakları göstermesi bakımından “Kuruçeşme tartışmaları”ndan, “Özgürlük ve Dayanışma Partisi (ÖDP) deneyimi”ne ve olumsuzlukla sonlanan başkaca “deneyler” de ortadadır.

Bütün bu deneyler, sonuçları itibariyle çatı partisinin örgütlenme sürecinde “sol birlik” ya da “siyasi parti ve örgütlerin bir araya gelerek oluşturacakları parti” anlayışından niçin uzak durulması gerektiğini yeterince açıklamaktadır.

Çatı partisi örgütlenmesini, klasik parti örgütlenme normlarından farklı kılan yan; hem merkezi, hem de yerel düzeylerde yönetim organlarının sendikaların, meslek ve kitle örgütlerinin, aydın örgütlenmelerinin, üniversite çevrelerinin, inanç guruplarının temsilcilerinden ve tek, tek aydınlar tarafından oluşması; siyasi partilerin ise bütün olanaklarıyla bu çabayı destekleyen bir mevzide durmalarıdır.

Ancak böyle bir çalışma, yerellerden başlayarak en geniş demokrasi güçlerinin birleşerek aşağıdan yukarıya bir demokrasi hareketi olarak örgütlenmesini sağlayacaktır. Geleneksel parti normlarıyla hareket etmek, “yeni bir ÖDP” deneyiminin daha geriden, tekrarından öte bir sonuç vermeyecektir.

21–22 ARALIK 2008 TOPLANTISI DÖNÜM NOKTASI

Partimiz baştan itibaren çatı partisini bu anlayışla ele almış, değerlendirmiş ve örgütlenme çalışmalarına katkı sunmuştur. Ancak, 21–22 Aralık 2008 tarihinde Bilgi Üniversitesi Kuştepe Kampusü’nde düzenlenen toplantı sonuçları itibariyle partimizi yeni bir değerlendirme yapmak ve karar almakla yüz, yüze getirmiştir.

Toplantı, hazırlık süreçlerinde planlanın ve amaçlananın tümüyle dışında bir seyir izlemiştir. Herşeyden önce, çatı partisi yeniden, tartışmaya açılmış, o ana kadar teorik, pratik atılan tüm adımlar ve birikimler bir anda yok haline gelmiştir. Pek çok siyasi çevre, çatı partisini Kürt siyasi hareketiyle, Türkiye sol güçlerinin birlik zemini olarak yeniden tariflerken, kimileri de, çatı partisinin Kürt siyasi hareketinin, “Türk solu”na ve sosyalistlerine açtığı politik bir alan olarak tarif etmişlerdir. Bu yaklaşımlarla, Türk, Kürt ve her milliyetten emek, barış ve demokrasi güçlerinin birlik zemini olan çatı partisi fikri arasında uzak, yakın bir ilişki yoktur.

Bu toz duman ortamda, iradi zorlamalarla oluşturulan Çatı Partisi Girişimi Merkezi Koordinasyon Kurulu; oluşum biçimi ve bileşimi itibariyle “ciddiyet sorunu” başta olmak üzere pek çok problemi de beraberinde getirmiştir. En başta, merkezi koordinasyon kurulunda yer alanların üzerinde anlaştıkları bir çatı partisi yoktur. Körün fili tarifi örneğinde olduğu gibi, herkes bulunduğu yerden bir çatı partisi tarif yapmaktadır. Bu tablo, o ana kadar çatı partisi çalışmalarına katılan, ilgi gösteren ve çatı partisinin asli unsurları olması gereken az sayıdaki sendikacı, meslek ve kitle örgütü yöneticisi, inanç gruplarından temsilci, aydın ve yazarında geri çekilmelerine neden olmuştur.

Bu durum, daha sonra yerellerde düzenlenen toplantılarda çok daha açık görülmüştür. İl toplantıları, siyasi çevre temsilcilerinin katılıp görüşlerini açıkladıkları, sendikaların, meslek ve kitle örgütlerinin, inanç gruplarının ve diğer demokrasi bileşenlerinin ilgi göstermedikleri, deyim yerindeyse 21–22 Aralık 2008 toplantısının fotokopisi toplantılar olmuştur.

Gelinen yerde, çatı partisinin baştan öngörüldüğü biçimde yeniden hayatiyet kazanması oldukça zor gözükmektedir. Birinci olarak; 29 Mart 2009 yerel seçimleri dahil olmak üzere, politik gidişata hiçbir müdahalesi olmayan bir siyasal örgütlenmenin demokrasi güçleri nezdinde bir çekim merkezi oluşturma olanağı ortadan kalkmıştır. İkincisi ve en önemlisi; söz konusu çalışma içinde yer alanların, varolanı yok sayarak çatı partisini “aslına rücu edecek” şekilde yeniden örgütlemeye yönelecek cesareti ve yaklaşımı göstereceklerine dair ortada bir işaret de yoktur.

Bununla birlikte, çatı partisi girişiminin başarısızlığa uğramış olması, çatı partisine ya da birleşik demokratik harekete olan ihtiyacı ortadan kaldırmamaktadır. Tersine, kapitalist sistemin içine sürüklendiği ekonomik krizin, işçi sınıfı, emekçiler ve yoksul halk tabakaları üstündeki olumsuz etkileri, 29 Mart yerel seçim sonuçları ve Türkiye’nin içinden geçtiği siyasal süreç emek, barış ve demokrasi güçlerinin birlik ihtiyaçlarını daha da artırmaktadır.

‘SOLCULARIN BİRLİĞİ’ EKSENLİ ‘YENİ ARAYIŞLAR’ NAFİLEDİR

Nitekim demokrasi güçleri cephesinden birlik ihtiyacının artmasına bağlı olarak, bu durumu sömürmeye yönelik politik girişimler de artmaktadır. Bu çerçevede, “yeni arayışlar” peşinde koşanlardan biri de, ÖDP’den ayrılan Ufuk Uras’tır. Uras, çatı partisi modelini bıraktıklarını, “Demokratik Vicdan Hareketi” adı altında ‘kişi ve bireylerin biraraya geldiği bir parti’ kuracaklarını belirtmektedir. Ne var ki, emek ve demokrasi üzerine onca laf etmesine karşın Uras, “sağın reçeteleri belli. Ancak solda buna bir alternatif bulunamıyor. Demokratik Vicdan Hareketi Türkiye solunda yepyeni bir seçenek olacak” sözleriyle, kurmayı hesapladığı parti ile gerçekte solcuların derdine derman aramayı düşündüğünü itiraf etmektedir.

Ufuk Uras’ın, “Demokratik Vicdan Hareketi”, “10 Aralık Hareketi” ve mevcut haliyle Çatı Partisi Girişimi’nin, emek, barış, demokrasi ve halk güçlerinin birlik ihtiyaçlarına yanıt vermesi mümkün değildir.

GÜÇLÜ DEMOKRATİK BİRLİK İÇİN TÜM OLANAKLARIMIZI SEFERBER EDECEĞİZ

Türkiye’nin, ezilen ve sömürülen milyonların, her dilden, her kültür ve inançtan halkımızın ihtiyaç duyduğu demokratik birlik, ‘sol’ ve sağ ayrıştırması ve ‘solcuların birleştirilmesi’ üzerinden tarif edilemez ve böyle gerçekleştirilemez. Ekonomik, sosyal ve siyasal saldırıların hedefindeki milyonları birleştirecek halkçı ve demokratik bir demokratik ve halkçı hareketin yolu buradan gidilerek açılamaz ve bu yaklaşımla genişletilemez.  Ancak talepler, ihtiyaçlar ve mücadele üzerinden ilerleyen bir hareket aynı zamanda güçlü demokratik birliği yaratabilir.

Partimiz, yukarıda belirtilen nedenlerle çatı partisi zemininde sağlanamayan bu birliğin değişik platform ve zeminlerde sağlanması için bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da bütün imkanlarını seferber etmeyi sürdürecektir.

Ulusal Sorun, Kürt Sorunu ve Güncel Gelişmeler

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün “iyi şeyler olacak, sorunun çözümünde tarihsel bir fırsat yakalandı” yönündeki açıklamasının ardından, ülkenin belli başlı politik aktörleri, partiler, Başbakan, muhalefet partileri, demokratik çevreler ve bizzat bu sorundan birinci dereceden etkilenenler, Kürt sorununun çözümüne yönelik ve bu soruna ilişkin tutumlarını yeniden açıkladılar.

Açıklanan bu politik tutumların arasında, mevcut durumun korunmasından, ufak tefek iyileştirmelere kadar bir dizi görüş yer aldı. Demokratik çevreler ve Kürt siyasi çevreleri ise, daha ileri bir çözüm için beklentilerini ve umutlarını dile getirdiler. Gerçekten de bu sorunun çözümünde bir kavşak noktasına mı gelindi, çözüm için tarihsel bir fırsatın eşiğinde mi bulunuluyor?

Bütün bu tartışma ve beklentilerin genel olarak ulusal soruna, bu sorunun anlaşılmasına, özel olarak da Kürt sorununa ilişkin ilgiyi canlandırdığı görülmektedir. Bu nedenle, güncel gelişmeleri de dikkate alarak, bu sorun üzerine bütünlüklü bir yaklaşımı yeniden tazelemekte sayısız yarar bulunuyor. Bu yazıda da sorunu bütün bu yönleriyle, ama fazla ayrıntıya boğmadan, okumayı zorlaştırmadan ortaya koymaya çalışacağız.

ULUS NEDİR?

Ulusun ebedi ve ezeli bir topluluk biçimi olmadığını, ama belirli bir tarihsel dönemin, kapitalizmin yükselişi döneminin ürünü olduğunu biliyoruz. Örneğin MS. 10. Yüzyılda da Türkler ve Kürtler, Cermenler ve İspanyollar vb. vardı. Bunların bazıları büyük devletler kurmayı da –örneğin Cengiz imparatorluğu, Osmanlı İmparatorluğu, Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu vb.– başarmışlardı. Ama bunları ulus olarak adlandırmak doğru olamaz. Çünkü bunlar, kararlı topluluklar olarak bir araya gelmiş, kendi iç bağları gelişmiş topluluklar değildiler. Daha çok bir fatihin, bir kavmin, ırkın önderlik ettiği, bir dönem bir araya gelerek devletler kurmuş topluluklardı. Daha sonra bu devletlerin, birliklerin pek çoğu kısa ya da uzun bir sürenin ardından tarihe karıştı.

Ulus, esas olarak yükselen kapitalizmin ürünü olarak şekillenen bir topluluk oldu. Kapitalizm, İngiltere ve Batı Avrupa’da ilk önce gelişti ve modern uluslar şekillenmeye başladı. Kapitalizmin gelişmesinin hız kazanması ile birlikte –18. Yüzyılın başından itibaren– bu süreç hızlı bir şekilde ilerlemeye başladı. Böylece İngilizler, Almanlar, Fransızlar, İtalyanlar vb. modern uluslar olarak örgütlendiler. Avrupa’da pek çok ulus Cermen, Gal, Frank, Kelt, Yunanlı, Etrüks, Arap vb. ırk ve kavimlerin farklı yerlerde, farklı bileşimlerde kaynaşmasından meydana geldi. Örneğin Fransız ulusu Galyalılar, Cermenler, Romalılar, Britanyalılar vb.’nden oluştu.

Yükselen burjuvazi, ulusun tartışmasız önderiydi ve feodal parçalanmışlığa karşı “eşitlik ve özgürlük” bayrağını sallayarak, ulusal pazarı kurmayı başardı. Bu “ulusal çitlerin” örülmesi dönemiydi. Burjuvazi pazarın bütünlüğünü sağlamış, bu pazarda ulusun birliğini kurmuş; krallar, prensler, feodal ayrıcalıklar tarihe karışmış, mutlak monarşiler ya ortadan kaldırılmış ya da meşruti monarşiye dönüşerek daha sonra yerini parlamenter sistemlere –burjuva demokrasisi– bırakmış ya da İngiltere’de olduğu gibi, kraliyet sembolik düzeyde bırakılmıştı. Artık ulusun bireyleri “özgür” vatandaşlardı. Sermayenin ihtiyaç duyduğu kapitalist üretim için işgüçlerini özgürce satabilecekler, işgüçlerini pazara sunduklarında, aynı durumdaki diğer bireylerle “eşit” koşullarda bulunacaklardı.

Görülmektedir ki, ulusların oluşumu tarihsel bir sürecin ürünüdür ve bu süreç, esas olarak kapitalizm döneminde sonuçlanmıştır. Bu yanıyla ulus kapitalizmin bir ürünüdür. Kapitalizmin gelişme sürecinde bir arada bulunan istikrarlı toplulukların, modern bir ulus olabilmeleri için, “ulusal çitler” içinde anlaşacakları ortak bir dillerinin, ortak yaşantı için toprak parçasının –vatanın– kendilerini bir arada tutacak güçlü ekonomik bağlarının, bütün bu ortaklıklar üzerinde şekillenen, ama koşullara göre değişebilen ruhsal şekillenme birliklerinin teşekkül etmesinin belirleyici önemi bulunmaktadır. Buradan ulusun nasıl tanımlanması gerektiğine gelebiliriz.

Bilimsel olarak kabul edilen ve güçlü bir itiraz yöneltilemeyen ulus tanımı şudur; “Ulus tarihsel olarak oluşmuş, ortak bir dil, toprak, ekonomik hayat ve kendini ortak bir kültürde bütünleyen ruhsal biçimleniş temelinde oluşan, istikrarlı bir insan topluluğudur.” (Stalin, Marksizm ve Ulusal Sorun, Evrensel Basım Yayın.)

Bu tanımdan da açıkça anlaşılabileceği gibi, ulus olmanın koşulu, bütün bu özelliklerin bir arada bulunmasıdır. Tek başına dil birliği vb. özellikler, ulus olarak tanımlanmak için yeterli değildir. Ama aynı dili konuşan farklı ulusların –İngiliz ve Amerikalılar, Almanlar ve Avusturyalılar vb.– oluşması olanaklıdır. Yine örneğin Türkiye Kürdistanı’nda yaşayan Kürtler Türklerden ayrı bir ulus oluştururken, Irak, Suriye ve İran’da yaşayan Kürtlerle emperyalizmin neden olduğu parçalanmışlıktan, bunun getirdiği farklı gelişme özelliklerinden, ortak bir yaşam kurmalarının önüne dikilen engellerden dolayı bugün tek bir Kürt ulusu oluşturmazlar. Toprağın parçalanmış olması, ekonomik birliğin olmaması, kader birliğinin her parçada farklı şekilleniyor olması vb. gibi durumlar, dil ortaklığına, tarihsel bağlara vb. rağmen, onların tek bir ulus olarak örgütlenmelerini engeller. Bölgede büyük alt üst oluşların gerçekleşmesi durumunda, bir araya gelme, tek bir ulus olma olasılığı, bir ihtimal olarak bulunabilir, ama bugün daha fazlasını söylemek sanırız doğru olmaz.

ULUSAL HAREKET

Ulusların kapitalizmin yükseliş döneminin ürünleri olması, yani oluşumlarını bu tarihsel koşulla bağlı olarak şekillendirmeleri, aynı zamanda, onların modern devletler olarak, yani ulusal devletler olarak örgütlenmeleri sürecidir de. Burjuva demokratik devrimler dönemi olarak da adlandırılan bu dönem, genel olarak 1789’dan 1871’e kadar olan dönemi kapsamaktadır. İngiliz, Fransız, Alman, İtalyan vb. devletlerin oluşum süreçleri böyledir. Bunun neredeyse tek istisnası, İrlanda’dır. İrlanda Batı’da bir istisnayı oluşturur. En gelişkin durumda olan İngilizler devleti kurmuş, İrlandalılar ezilen ulus konumuna düşmüştür. Sorun bir çözüme kavuşmamış, ancak demokratik hak ve özgürlükler, özerk yönetim vb. ile süreç içerisinde yumuşamıştır. Sorun bugün çok acil ve yakıcı bir sorun olmasa da, bu soruna ilişkin problemler zaman zaman ortaya çıkmaktadır.

Burada vurgulamak gerekir ki; “ulusal çitleri” yükselterek, iç pazara egemen olarak işe başlayan İngiliz, Fransız, Alman vb. ulusal burjuvazileri, gelişmelerinin “ulusal sınırlar” içine sığmamaya başlaması üzerine, dünya pazarına göz dikti; başka ülkeleri, ulusları sömürgeleştirdi, ulusal kölelik boyunduruğunu onların boynuna geçirdi. Bu durum, artık onların “ulus adına” olan misyonlarının bittiğini, emperyalist tekelci burjuvazinin –tabii ki kendi ülkelerinin– çıkarlarının temsilcileri haline geldiklerini göstermektedir. Bu emperyalist burjuvazi için, yeni kurulan veya kurulmak istenen ya da korunmak istenen “ulusal devletler” gericidir! Her şey uluslararası tekelci burjuvazinin yağmasına açılmalıdır vb. vb.. Burjuva liberal aydınlar da, emperyalizmin cephaneliğinden aldıkları bu malzemeyi ülkenin bağımsızlığına karşı bol bol kullanırlar.

Uluslaşma, ulusal devlet kurma sürecine geri dönecek olursak, Batı’dan farklı olarak, Doğu’da genelde karşılaştığımız tablo şudur: Kapitalizmin gelişiminin geri olduğu, feodal kalıntıların hüküm sürdüğü Avrupa’nın Doğu’sunda farklı bir gelişme oldu. Buralarda en gelişmiş ulus, devleti örgütledi ve kurdu. Avusturya’da Almanlar, Macaristan’da Macarlar, Rusya’da Ruslar vb. kendi devletlerini örgütlediler. Osmanlı Devleti de, kapitalizmin gelişmişlik düzeyinin geriliği, feodal unsurların gücü vb. nedeniyle diğer bir istisnayı oluşturuyor, benzerliklerinin yanında, benzemezlikleri ile diğerlerinden ayrılıyordu.

Ama kapitalizmin gelişimi Batı ile sınırlı kalamazdı ve kalmadı. Ticaretin, iletişimin gelişmesi, cereyan eden uluslar arası politik olaylar yeni ulusların oluşumunu harekete geçirdi. Ama onlar duvara çarptılar. Aynı topraklarda yaşayan en gelişkin ulus, devleti kendisine göre örgütlemişti! Avusturya’da Çekler, Polonyalılar, Rusya’da Gürcüler, Ermeniler, Letonyalılar vb., Macaristan’da Hırvatlar ulus oluşturmalarına karşın bir devlet oluşturamadılar. Batı’da İrlanda bir istisna olmuştu, ama Avrupa’nın Doğu’sunda bu durum, neredeyse hemen her devlette rastlanır bir durum oldu.

Avrupa’nın Batısı’nda istisna olan İrlanda, bu duruma bir ulusal hareketle yanıt vermişti. Avrupa’nın Doğusu’nda da böyle olmaması için bir neden yoktu ve yeni uluslar birer birer ulusal hareketlere yöneldiler. Genç ulusların burjuvazisi, kendi pazarına sahip olmak, orada kendi borusunu öttürmek istiyordu. Stalin’in tabiri ile “Pazar, burjuvazinin milliyetçiliği öğrendiği ilk okul” oldu. (Bkz. Evrensel Basım Yayın agy.)

Genç burjuvazi bütün ulus adına hareket ediyor, bütün ulusu kendi davası etrafında birleştirmeye çalışıyordu. Önce örgütlenmiş ulusun egemen sınıfları genç burjuvazinin bu çabasına ulusal baskı ile karşılık vererek, şurada dili, okulları yasaklayarak, dinsel baskıları yoğunlaştırarak, burada politik özgürlükleri vb. yasaklayarak, yeni oluşan ulusa gerekli “yardımı” yapmaktan geri durmadılar.

Demek ki, mücadele, ezen ve ezilen ulusun bütün kesimleri arasında değil, ezen ulusun burjuvazisi ile ezilen ulusun burjuvazisi ve üst sınıfları arasında başladı. Ezilen ulusun burjuvazisi, –çoğu durumda, bu, küçük burjuvazinin üst kısımları da olabiliyor– kendi işçileri, köylülerini tek ulusal bayrak altında toplamayı başardığı oranda, ulusal hareketin kitleselliği arttı, sonuca daha çabuk gidildi. Ulusal baskının, ezen ulusun toprak ağalarının, ezilen ulusun köylüleri, kır burjuvazisi vb. üzerindeki baskısına büründüğü yerlerde ise, zaten sorun daha kolay gözle görülür oluyor, ulusal sorun, bir toprak sorunu olarak gelişme yolunu kolayca buluyordu.

Ya da merkezi devletin burjuvazisi ve toprak aristokrasisine, bürokrasisine karşı, bunların oluşturduğu devlet yönetimine karşı, ezilen ulusun üst sınıfları “özgürlük bayrağını” açıyor, onların önderliğinde ulusal hareket başlıyordu. Ulusal hareket “Pazar sorunu” olarak başlamakla birlikte, bu durumda sadece Pazar sorunu olmaktan çıkıyor ve demokratik hak ve özgürlükler, eşit haklar için mücadele alanına doğru genişliyor, kapsamı ve içeriği genişliyordu. Bu durumda, artık sorun, bütün bir halkı ilgilendirir hale geliyor, ulusun “ortak sorunları” her şeyin önüne geçiyordu.

Sömürgeleştirilmiş ya da işgal edilmiş ülkelerin ulusları söz konusu olduğunda ise, zaten ulusal sorun, ülkenin kurtarılması, bağımsızlığın kazanılması, yani sömürgelerin kurtuluşu, Batı’nın proletaryası ile birleşme sorununun bir parçası olarak şekilleniyordu. Emperyalizm döneminde, ulusal sorunun, genel olarak bağımlı bir devletin iç sorunu olmaktan çıkıp, emperyalizme karşı bağımlı ulusların ve ülkelerin bağımsızlığını kazanmasına doğru genişlemesi oldukça anlaşılabilir bir gelişmedir. Çünkü ulusal baskının sürmesinde pek çok büyük devletin parmağı bulunmaktadır. Emperyalist devletler, ulusal haklarından yoksun bırakılmış halkları kendilerine bağımlı kılma, bu sorunu kullanma konusunda büyük tecrübelere –dış güçlerin parmağı meselesi– sahiptirler. Denilebilir ki, çözülmemiş ulusal sorunlarla pek çok büyük devletin ilişkisi vardır, onlar, haklarına kavuşamamış ulusları kendilerine bağlama peşindedirler. Bu nedenle ve anlamda ulusal sorun “uluslararasılaşmıştır” ve bu yeni bir şey değildir.

Yukarıdaki örneklerden de anlaşılacağı gibi, ulusal hareketin içeriği her yerde aynı olmamaktadır. Bu, hangi yakıcı sorunun öne çıktığı, hangi taleplerin öncelikle öne sürüldüğü ile bağlantılı bir sorundur. Ulusal hareketin bu içeriği, bu sorunun o verili anda nasıl çözüleceğinin de anahtarını sunar. Burada temel sorun, ulusal hak talepleri ile harekete geçen ezilen ulus kitlelerinin, üst sınıfların bu çözüme razı olup, olmayacaklarıdır. Ezilen ulusun işçileri, köylüleri bu harekete ne kadar kitlesel katılırsa, ulusal hareketin tabanı o kadar genişler, etki alanı da o oranda artar. Örneğin sadece kitlesellik açısından bakıldığında, günümüzde Kürt halk kitlelerinin ulusal harekete katılımı, ona verdiği destek, bu hareketin en yaygın ve kitlesel ulusal hareketlerden birisi olma özelliğini kazanmasını sağlamıştır.

Kürt ulusal hareketinin bu yaygınlığı ve kitleselliği, içeriği ile de doğrudan bağlantılıdır. Hareket, esas olarak politik özgürlükler, eşit haklar, anadil serbestisi vb. ekseninde, merkezi iktidara karşı gelişmektedir. Kürdistan’da bir toprak sorunu olmasına rağmen, toprak mülkiyetinin genel olarak Kürt ağaları ve beylerinde oluşu, topraksız ve az topraklı yoksul köylü hareketini engelleyen bir faktördür. Ulusal çelişki ağır basmakta, hareketin önderleri, “ulusun birliğini” koruma adına bu sorunu gündeme getirmemektedir. Kürt ulusal hareketi, bu özelliği ile, aynı zamanda bir “toprak” hareketi, bir anti-feodal hareket olarak gelişmemektedir. Zaman zaman bu yönde küçük ve kısmi hareketlenmeler olsa da, bu hareketler, henüz ulusal harekete damga vurmaktan uzaktır.

Doğrudan kapitalist işletmelerin bulunduğu alanlarda –fabrika, işletme vb.- ise, durum biraz daha değişik olmakla birlikte, bağımsız, ulusal sorunda işçi sınıfının enternasyonalist tutumunu yansıtacak güçlü bir işçi hareketinden söz edilemez. Buradaki Kürt işçiler, Türkiye işçi sınıfının genel eylemlerine katılma eğilimi göstermekte, ancak Kürt hareketi içerisinde henüz bağımsız bir çizgi izleyememektedirler. Ancak Kürt işçilerinin Kürdistan bölgesi ile sınırlı bir alanda yaşamaması, İstanbul gibi sanayi merkezlerinde de önemli bir nicelik oluşturması, bir taraftan Kürt ve Türk işçilerin birliği sorununu yakıcı hale getirirken, diğer taraftan, hareketin işçi temelinin ve inisiyatifinin güçlenmesinin yolunu da açmaktadır. Kürdistanlı kamu çalışanları ise, işçi ve emekçi hareketinin bütünüyle birleşme konusunda daha avantajlı ve ileri bir konumdadırlar. Ancak hareketteki amaçlarını “ulusal çıkarlar” belirlemekte, eylemleri ve amaçları güdükleşmektedir.

Burada görüldüğü gibi, ezilen ulusun işçilerinin durumu özel bir önem kazanır. Ulusal baskının yoğunluğu, kendi dilini kullanamaması, kültürünü geliştirememesi, ezen ulustan işçilerin harekete müdahalesinin zayıflığı vb. etkenler, ezilen ulusun işçileri arasında kendi üst sınıflarının peşine takılma gibi sonuçlara yol açar. Durumun ne yönde gelişeceği, sınıf çelişkilerinin gelişmişlik düzeyine, işçilerin sınıf bilincine ve mücadele tecrübesine doğrudan bağlıdır. Fakat her durumda, ezilen ulusun işçileri, ulusal baskıya karşı mücadele ederler ve ulusun kendi kaderini kendisinin tayin etmesi için tutarlı çaba gösterirler. Ezilen ulustan işçilerin en ileri kesimleri, şunun da farkındadırlar ki, ulusal hareketin talepleri ve programı ile, kendi talepleri ve programları ayrı şeylerdir. Sınıf bilincine sahip bu işçiler, ulusal harekete katılırken, ulusal taleplerle sınırlı olmayan, toplumsal kurtuluşu hedefleyen bir perspektifle hareket ederler.

Ezen ulusun işçileri için ise, görevler, bütünüyle sadece genel ilkeler bakımından enternasyonalizmin savunulması olarak şekillenmez. Aynı devlette ezen ulusa mensup işçiler olarak, ulusal baskıya karşı somut, güncel, tutarlı bir mücadele yürütme görevi ile karşı karşıyadırlar. Bu, iki ulustan işçi sınıfının birliği açısından da son derece önemlidir. Ezilen ulus üzerindeki her türlü şiddetin, zulmün durdurulması, buna karşı pratik mücadele, ezilen ulusun zorla devlet sınırları içerisinde tutulmasına karşı kararlı bir tutum, işçi sınıfının birliği, karşılıklı güvenin gelişmesi açısında tayin edici öneme sahiptir. İşçi sınıfının politik temsilcileri, yani tutarlı sosyalistler, ulusların kendi kaderini tayin hakkını –ayrılma hakkı dahil, ulusun kendi yaşantısını özgürce düzenleme hakkı– kayıtsız şartsız savunmak zorundadırlar.

ULUSLARIN KENDİ KADERİNİ TAYİN HAKKI

Kendi kaderini tayin hakkı, bir ulusun kendi yaşamı ve geleceği üzerine sadece kendisinin karar verme hakkına sahip olduğu anlamına gelir. Ulus, ayrılıp, ayrı devlet kurabilir, özerk bir yapı ya da federatif bir ilişki içine girmek isteyebilir. Bütün bunlar, bir ulusun özgürce kendisinin karar verebileceği işlerdir. Bütün uluslar eşit haklara sahiptirler ve ulus olmaları, kendi kaderleri üzerinde tam bir egemenlik hakkına sahip oldukları anlamına gelir.

Ezen ulusun işçilerinin en ileri kesimleri eğer sosyalist bilince sahipse, bu durum; ulusal kurtuluşun, ulusal baskıya karşı mücadelenin, ezilen ulusun işçileri ile birlikte ortak sosyal kurtuluşa doğru genişlemesinin koşulları bulunuyor anlamına gelir. Ezen ulusun işçileri ulusal baskıya karşı amansız bir mücadele yürütür ve ezilen ulustan sınıf kardeşlerinin işlerini kolaylaştırırsa, ortak gelecek için mücadelenin önü sonuna kadar açılır, ezilen ulustan işçilerin ulusal hareketteki etki ve etkinliklerinin önü daha fazla açılır. Ezen ulusun işçileri eğer sosyalist bilince sahipseler, her durumda, ezilen ulusun haklarını savunurlar, onlara karşı kendi egemen sınıflarının yönelttiği asimilasyon ve terör politikalarına karşı en önde mücadele ederler, kendi kaderini tayin hakkını kayıtsız şartsız desteklerler.

Kendi kaderini tayin hakkı, her somut durumda farklı biçimlere bürünebilir, çözüm farklılaşabilir. Örneğin Marx, 19. Yüzyılın ortalarında, Rus Polonya’sının ayrılmasından yana tavır almıştı ve o günün koşulları dikkate alındığında, bu tutum doğruydu. Çarlık Rusya’sı, gericiliğin merkezlerinden birisiydi ve geri bir kültür ileri bir kültürü baskı altında tutuyordu. 19. Yüzyılın sonunda ise, Polonyalı Marksistler, Polonya’nın ayrılmasına artık karşı olduklarını ilan ettiler. Çünkü Rusya’da büyük değişiklikler gündeme gelmiş, iki ülke ekonomik ve politik olarak birbirine yaklaşmış, Rus işçi hareketi, işçilerin ortak davası güçlenmişti. (agy)

Marx, 1848’de ise, Çeklerin ulusal hareketine karşı çıkmıştı. Çünkü o dönemde Avrupa devrimler yaşıyor, uluslar, bu devrimler karşısındaki tutumları ile “ilerici, demokratik” ve “gericiler ya da tutucular” olarak tanımlanıyor, Çarlık Rusya’sı, gericiliği besleyen en büyük düşman olarak görülüyordu. Çeklerin “ulusal” hareketi ise, bu genel duruma ters düşüyor, gericiliği güçlendiriyordu.

Ulusal sorunun çözümü açısından, Marx’ın İrlanda’nın kurtuluşuna ilişkin tutumu da oldukça öğreticidir. Marx, İrlanda’nın, ezilen ulusun –yani İrlandalıların– ulusal hareketleriyle değil, ezen ulusun işçi hareketiyle kurtulacağını öngörüyordu. Ancak İngiliz işçi sınıfı, uzun süre liberallerin etkisi altında kaldı. Bütün bu gelişmeyi gören Marx, 10 Aralık 1869’da, Enternasyonal Konseyi’nde okunacak raporunda, “İrlanda ile bugünkü ilişkilere son vermek, İngiliz işçi sınıfının doğrudan doğruya ve mutlak çıkarı gereğidir… İrlanda kurtulamadığı sürece İngiliz işçi sınıfı, hiçbir zaman herhangi bir başarı gösteremeyecektir… İngiltere’de İngiliz gericiliğinin kökleri… İrlanda’nın boyunduruk altında tutulmasındadır.” (Aktaran Lenin, UKKTH) demektedir. İrlanda’nın kurtuluşu, yeter ki, İngiliz işçi sınıfı tarafından desteklenen, İrlanda halkının kitlesel hareketiyle devrimci yoldan gerçekleşsin.

Lenin, İrlanda’nın kurtuluş hareketi konusunda, daha sonra şu yorumu yapmaktadır: “Olaylar başka türlü gelişti, İrlanda halkı olsun, İngiliz proletaryası olsun, yeteri kadar güçlü olmadıklarını gösterdiler.” (agy) Tutarlı bir proleter siyaset izlemenin, Marx’ın yukarıda özetlenen görüşünün dışında bir yolu bulunmamaktadır. Sosyalistler için ulusal sorun “mutlak bir şey” değildir. Onlar, işçi sınıfı hareketinin bu sorunu kökten çözeceği üzerine politikalarını geliştirmektedirler. Ancak kurtuluş için örgütlenmiş bir ulus ve onun hareketi varsa, sosyalistlerin bu soruna ilgisiz kalmaları, egemen burjuva düşüncelere prim vermeleri beklenmemelidir. Sosyalistler somut durumu tahlil etmekte, işçi sınıfının ve halkın çıkarlarının o dönemde hangi tutuma yönelmesi gerektiğini belirlemektedirler.

Ulusal sorun dendiğinde, kuşkusuz, devrim öncesi Rusya’sından söz etmeden geçilemez. Çarlık Rusya’sı “halklar hapishanesi” olarak tanımlanmaktaydı ve dizginsiz bir gericilik, kırımlara kadar politikalar uyguluyordu. Ancak iyi örgütlenmiş bir parti ve güçlü bir işçi hareketi bulunuyordu. Bu durum, ezilen, sömürge ulusların kurtuluşu için de büyük bir olanaktı. Çeşitli ulustan işçiler aynı partide örgütlenmiş, parti, ezilen uluslar için de bir çekim merkezi olmuştu. Kuşkusuz milliyetçi hareketler ve eğilimler de vardı –bunlar özellikle yenilgi dönemlerinin ardından güçleniyorlardı!– ve bunlar, güçlü bir işçi hareketinin olduğu koşullarda ondan farklı bir yol izleyemiyorlardı. Ezilen ulusların kurtuluşu da, işte bu nedenle, işçi hareketi önderliğindeki bir devrimle gerçekleşmiştir. Bugün Rusya örneğini verip, Kürt sorununda yan çizen, sosyalizm adına ulusal sorunu görmezden gelen çevreler bulunmaktadır. Bunlar, Rusya’nın gelişme özelliklerini, RSDİP’in etkisini, daha da önemlisi merkezi, güçlü işçi hareketini görmezden gelmektedirler. Açıkçası, sözün özü şudur; yukarıda verilen örnekten de hatırlanacağı gibi, İrlanda sorununda İngiliz işçilerinin yapamadığını, Rus işçileri yapmıştır.

Türkiye’de ulusal sorununun çözümü hangi yolu izleyecek? Kuşkusuz, sorunun kilit halkası, işçi hareketinin tutumunda bulunmaktadır ve sonucu, ülkenin gelişme özelliklerinden, ulusal hareketin gücüne kadar pek çok etken belirleyecektir. Önemli olan şudur ki, proleter sosyalist çizgi, enternasyonalist tutum tutarlılıkla savunulmalıdır. Gelişmeler bir noktaya geldiğinde, ezilen ulusun kurtuluşundan yana aktif tavır almak, bu çizginin zorunlu gereğidir. Sosyalistlerin, böylesi bir durumda, “ülkenin belirlenmiş sınırlarını” savunmak gibi bir takıntıları bulunmamalıdır. Belki de bu durum, işçilerin kurtuluşunu da yakınlaştıracaktır! Ama şu anda, burada, somut gerçeklerden değil, olası gelişme eğilimlerinden söz ediyor oluşumuz sanırız gözlerden kaçmayacaktır.

Genel olarak ifade edecek olursak, kapitalizm koşullarında, ulusal sorunun çözümünde işçi sınıfının çıkarlarına en uygun düşen çözümlerden birisi, kuşkusuz bölgesel özerkliktir. Yerel bir özerklik temelinde tam eşit ulusal haklar ve dilin tam özgür olması, ezilen ulusun demokratik bir biçimde, aynı devlet içerisinde eşit koşullarda yaşamasını sağlam güvencelere bağlayabilir. Bu, işçilerin ortak davasını güçlendiren, halkları kaynaştıran, burjuva dünyasının ulusal rekabet duygularını törpüleyen de bir çözümdür.

TÜRKİYE’DE ULUSAL SORUN

Türkiye’de bir ulusal sorun var mıdır? Varsa, bugünkü düzeyi nedir, çözümünü nerede bulacaktır?

Türkiye’de bir ulusal sorun vardır ve bu sorun, genel olarak “Kürt sorunu” olarak adlandırılmaktadır. Burjuvazinin gerici parti ve akımları, uzun yıllar bu sorunun varlığını inkar etmiş, bu sorun üzerine söz söylemek, onu tanımlamak zorunda kaldıklarında da, bu sorunu “Doğu sorunu”, “geri kalmışlıktan, feodal kalıntılardan kaynaklanan”, sosyal bir sorun, en sonu da  “terör sorunu”, olarak tanımlamışlardır.

Önceleri Kürtlerin varlıkları da inkar edilmiş, onlar Türklerin bir kolu sayılmış, – donmuş kar ve basınca çıkan “kart kurt” sesleri hikayeleri– 12 Eylül askeri faşist darbesi ile dillerini konuşmaları bütünüyle yasaklanmış, devlet terörü tüm zincirlerinden boşanmış olarak Kürt halkının üzerine inmiştir. Ama bütün bunlar fayda etmemiş, Kürt halkı, bu zorbalığa ve ulusal baskıya, güçlü bir ulusal hareketle karşılık vermiştir. Sonunda “Kürt Realitesini tanıma” (Demirel, İnönü) noktasına gelinmiş, “AB’nin yolu Diyarbakır’dan geçer” (Mesut Yılmaz) denmiş, “bu sorun bizim sorunumuzdur, biz çözeriz” (Erdoğan) denmiş, “Kürtler bireysel kültürel haklarını, yasal güvence altına alınmadan, topluluk yaratmadan kullanabilirler” (GKB Başbuğ) denilmiştir. Bugün de aynı şeyler tekrarlanmakta, ek olarak “tarihsel bir fırsatın yakalandığından” bahsedilmektedir.

Bugün, devlet, Kürtçe bir televizyon kanalı açmış durumdadır. Bazı üniversiteler, Kürt Dili kürsüleri açmaya hazırlanmaktadır. Yerel yönetimlerin gayrı-resmi olarak Kürtçe kullanımına ilişkin mahkeme kararı –Digor– gibi tutumlarla sorun yumuşatılmak istenmektedir. Sorun her çevrede tartışılmakta, değişik “çözüm” önerileri ortaya atılmaktadır. Kürt ulusal çevrelerini ve enternasyonalizme bağlı sosyalistleri bir yana bırakırsak, gerici burjuva çevreler, liberaller, bu sorunu “etnik bir sorun” olarak tanımlamakta, “terör sorunu çözülmeden bu sorunda çözüm yönünde ilerleme sağlanamayacağını”, “sorunun kaynağının dışarısı –Kuzey Irak, Kandil– olduğunu” savunmaktadırlar. Onlara göre “terör çözülmeden” Kürt sorununda “çözüm” olmaz. Peki, “terör” diye adlandırılan hareketler nereden çıkmaktadır, sorunun kaynağı nedir? Gericiliğin bu sorulara bir yanıtı bulunmadığı gibi, üzerinde anlaşılmış bir “çözümü” de bulunmamaktadır.

Gelinen yerde, en iyimser ifade ile Kürtler etnik bir grup olarak tanımlanmakta, ancak “çözüm” olarak kısıtlı bir dil ve kültür serbestliği öngörülmektedir. Ancak bu konuda da bir istikrardan ve egemen sınıfların etrafında birleştikleri bir politikadan söz etmek olanaklı görünmemektedir. Esen, estirilen şovenist rüzgârlara göre dümen kırılmakta, bir adım ileri atılmışsa, iki adım geri atılmakta: burjuva, gerici partiler aynı hizaya gelmektedirler. Ancak bu sorun inkar edilemeyecek ölçüde ülkenin gündemine gelmiştir ve artık geriye, eski duruma dönme olanağı bulunmamaktadır. Ama gericiliğin direnişi güçlüdür ve uluslararası durumun kendisine imkanlar tanıdığını, bir süre böyle giderse, sorunu bir süre için daha “öteleyebileceğini” hesaplamaktadır.

SORUNUN KAYNAĞI VE TANIMI

Ülkede Kürtler olarak tanımlanan halkın doğru tanımı, Kürt ulusudur. Sorun olarak tanımlanan ise, bu ulusun ulusal hareketidir. Kürtler ve Türkler, Kürtler daha eski tarihlere dayanmak üzere, yaygın bir ifade ile en azından “1000 yıldır” bu topraklarda yaşamaktadırlar. Osmanlı dönemi, Kürtlerin kendi içerisinde bir özerkliklerinin olduğu, Kürt beylerinin padişaha bağlılıklarını bildirdikleri, kendi halkları üzerinde ise despotça bir yönetim sürdürdükleri bir dönemdir. Çeşitli nedenlerle gündeme gelen ayaklanmalar da kanlı bir şekilde merkezi yönetim tarafından bastırılmıştır.

Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılması ile birlikte, bu mevcut durum sona erdi. Ülkenin işgaline karşı ulusal bir kurtuluş mücadelesi başladı. Bu mücadeleye Kürtler de katıldı ve o dönemde, kendilerine, özerkliğe kadar varan çeşitli sözler verildi. Ancak Lozan Anlaşması’nın imzalanması ile birlikte bütün bunlar unutuldu ve Türkiye Cumhuriyeti’nin “ulus devlet” olarak inşasına girişildi. Bu, Kürtlerin bütün hakların yoksun bırakılması anlamına geliyordu. Kürtler, bu duruma, irili ufaklı ayaklanmalarla karşılık verdiler. Ama bu ayaklanmalar kanla bastırıldı ve asimilasyoncu, şiddete dayanan gerici politikaların uygulanması hız kazandı.

Bu açıdan, sorunun özü şu ki, Türkler ve Kürtler uluslaşma sürecine çok geç girmişlerdi. Yeni oluşmaya başlayan Türk burjuvazisi zayıf ve cılızdı. Diğer azınlık uluslardan burjuvazi –Rum, Ermeni vb.– bütün ekonominin can damarlarını elinde bulunduruyor, daha önce sömürgecilerle, daha sonra da emperyalistlerle ilişkileri yürütüyordu. 1. Dünya Savaşı içinde, askeri nedenler gerekçe gösterilerek kırıma uğratılan Ermenilerin kalanları da büyük ölçüde ülkeden sürülmüş, Ermeni burjuvazisinin mallarına el konulmuştu.

Bu durum, Cumhuriyet sonrasında, Rumlar üzerinde uygulanan gerici politikalarla devam –Varlık Vergisi, 6-7 Eylül Olayları vb.– etti ve devletin desteğini de alan Türk burjuvazisi, bir ölçüde palazlandı. Diğer taraftan, ülkenin genelinde de olmakla birlikte, ağırlıklı olarak Kürt bölgelerinde, feodal kalıntılarla da beslenen güçlü bir toprak ağalığı sistemi vardı. Yeni devletin oluşumunu, Kurtuluş Savaşı ile büyük bir saygınlık edinen ve kendisini ülkenin “kurucusu ve kurtarıcısı” olarak gören ordu ve devlet üst bürokrasisinin de katıldığı ittifak belirledi. Bu ittifaka Kürt toprak ağalarının en üst temsilcilerinin de –uygulamaya bakılınca hiçbir ulusak hak talep etmeden– dâhil edilmesi, yeni devletin genel çerçevesini tamamlıyordu. Ulusal hak talebi ile çıkan isyanlara katılan toprak ağaları ve beyleri ise, bu ittifakın dışında tutuldu, onlar sert biçimlerde cezalandırıldılar.

Türkiye egemen sınıfları böylece şekillenmiş, güçlü bir “Türk ulusu” oluşturma işine de tüm çabalarıyla girişmişlerdi. Bu dönemde, “güneş dil ve tarih” teorileri ortaya atılmış, yeni ulusun olmayan güveni ve birliği bu gerici yöntemlerle yapay olarak oluşturulmaya çalışılmıştı. Bütün bu çabaların ve kapitalizmin gelişme düzeyinin Türk ulusunun oluşturulmasına yettiğini, bunu “başardığını” tespit edebiliriz. Bu süreç, Türklerin uluslaşma sürecinin, genelde işin içine zorbalık da karışmakla birlikte, “başarıyla” yönetildiğini kanıtlamaktadır. Türk uluslaşmasının en özlü ifadesi, “Ne Mutlu Türküm Diyene”dir. Her ulus, etnik grup, böylece, Türklüğe davet edilmiş, bu davete uymayanlar ezilmeye, yok edilmeye çalışılmıştır.

Bu davete uymayanların başında Kürtler gelmektedir. Yukarıda özetlenen süreç, aynı zamanda, farklı bir ulusun da, biraz geriden gelerek, oluşma sürecidir bir bakıma. Bu ulus, Kürt ulusudur. Tarihsel gelişme, kapitalizmin eski ilişkileri çözmesi, Kürt burjuvazisinin, özellikle de şehirlerdeki Kürt küçük burjuvazisinin gelişmesi, ulusal duyguları uyandırdı ve geliştirdi. Diğer taraftan, merkezi devletin baskı ve terörü, asimilasyoncu politikalarda ısrar, bu ulusun gelişmesine yeterli katkıyı zaten vermekteydi. Böylece ulusun oluşması, sert darbeler altında gerçekleşti ve güçlendi. Türk burjuvazisi, Ermeni ve Rumları ulusal düşman ilan etmiş, bu düşmanlıklar üzerinden kendi yolunu açmıştı. Gelişmekte olan Kürt burjuvazisi ve küçük burjuvazisinin de “Türklere karşı” kullanacağı bir yığın gerçek bulunuyordu. Böylece ulusal hareket güçlendi ve mücadelesi her geçen gün gelişerek devam etti.

Bugün Kürt burjuvazisi, küçük burjuvazisi, ulusal harekete katılan toprak ağaları, Kürt halkının temsilcileri olarak, ulusal hak eşitliği istemekte, başta dil olmak üzere ulusal, kültürel haklarını talep etmektedirler. Ulusal hareketlerin genel gelişimine bakıldığında, bu haklar, engellenemeyen, eninde sonunda kabul gören taleplerdir. Bu süreç ne kadar uzarsa uzasın, ne kadar acılara neden olursa olsun, sonunda, ulus, yaşamını ya bağımsızlığını kazanarak düzenler ya da birlikte yaşamaya karar vermişse, bu birliğe çeşitli biçimler vererek –özerklik, federasyon vb.– düzenler. Bütün bu biçimler, ortak anayasa ve yasalar tarafından güvenceye alınır, ülkede demokratik bir yapı kurulur. Ulusal sorunun kapitalizm koşullarında çözümü, tam bir demokratizmin egemen olmasını şart koşar. Bu durumda, iki ulustan Türkiye işçi sınıfının ücretli kölelik düzeninden kurtuluşu mücadelesi daha elverişli koşullar içerinde gelişme olanağını da bulur.

Bütün bunlardan sonra, “terör sorunu”, “PKK sorunu” olarak tanımlanan sorunun, aslında Kürt sorunu olduğunu, bu sorunun kaynağını da Kürtlerin ayrı bir ulus olmasının oluşturduğunu, bugün “terör” olarak gösterilen –kuşkusuz terör diye tanımlanabilecek tek tek eylemler de bulunmaktadır, ancak bunlar sorunun özünü karartmamaktadır– mücadelenin de, ezilen ulus durumundaki Kürtlerin ulusal hareketi olduğunu altını çizerek belirtebiliriz.

SOMUT DURUM NE, ÇÖZÜM NEREDE?

Genel olarak ulusal sorunu, özel olarak da Kürt sorununu yeterli açıklıkta ele almaya çalıştık. Bu bölümde, “bugün bu sorun hangi aşamada”, “sorunun çözümü nerede” sorularının yanıtlarını araştırmak gerekiyor. Hemen vurgulamak gerekir ki, bugün Kürt ulusal hareketi, çok yaygın destek gören, ulusun geniş tabakaları arasına yayılmış bir harekettir. Üstelik ülkenin somut gelişme özelliklerinden dolayı, bu ulusal hareket, en gelişmiş kentlerden de –İstanbul, İzmir, Mersin, Adana, Ankara vb.– destek bulmaktadır. Tarihsel örnekler, pek az ulusal hareketin bu yaygınlığa ve güce eriştiğini göstermektedir.

Ülkenin işbirlikçi egemen sınıfları, kuşkusuz bu durumun farkındadırlar. Genelkurmay Başkanı’ndan, Cumhurbaşkanı’na, Başbakan’dan yüksek devlet görevinde bulunmuş eski bürokrat ve politikacılarına kadar, geniş bir çevre, bu nedenle, peş peşe sahne almakta, “sorunun çözümü” üzerine açıklamalar yapmaktadırlar. Ama bütün bu “çözüm” önerileri ve yaklaşımların sorunun özünü –ezilen ulusun hak ve talepleri– ortaya koymadığını, buna uygun bir çözüm getirmediğini, bu nedenle de, Kürt halk kitlelerinin özlem ve isteklerine yanıt vermediğini baştan tespit etmek gerekir.

Kürt halk kitlelerinin istediği, çok kısıtlı bir dil serbestisi, sınırlı kültürel haklar, kısıtlanmış TV ve radyo yayınları vb. değildir. Dile getirilen, kendi politik temsilcileriyle görüşülmesi, anadilde eğitim, politik hakların tanınması, bu hakların anayasal güvenceye alınması, yerel yönetimlerde bir tür özerklik anlamına da gelebilecek bir serbesti vb.’dir. Kısacası, her alanda tam bir eşitlik ve özgürlüktür. Bütün bunların, ezilen ulusun önündeki tüm gerici barikatların parçalanması anlamına geldiği, ülkeyi demokratlaştıracak temel özellikler taşıdığı açıktır.

İşbirlikçi egemen sınıflar ise, bugünkü uluslararası durumun, özellikle ABD ile ilişkilerin ve ABD’nin bölgede Türkiye egemen sınıfları ile yapmayı planladığı gerici hareketlerin, kendi durumlarını savunmaya elverişli koşullar ortaya çıkardığını hesap etmektedirler. Egemen sınıflar uluslararası durumun çok uzun olmayan bir dönemde sertleşen çelişkiler, artan kutuplaşmalar yönünde olacağını, bu döneme kadar “kazasız, belasız” gidebilirlerse, Kürtleri kontrol altına almak için önlerine farklı fırsatlar çıkacağını ummaktadırlar. Demirel, “ülke 30 yıl bölünmeden gitmeyi başarmalı” demişti, bugün devleti yönetenler de “vakit kazanmanın” kendilerini rahatlatacağını sanmaktadırlar. Oysa keskinleşen emperyalistler arası çelişkiler, aynı zamanda bu sorunu diğerine karşı kullanma ve farklı gelişmeleri kışkırtma potansiyelini de içinde taşımaktadır. Yani işbirlikçi egemen sınıfların beklenti ve hesapları tam tersine de dönebilir. Aynı Demirel’in “bizi bölmeye çalışanlar müttefiklerimiz” sözü durumu yeterince açıklamaktadır. İşbirlikçi egemen sınıfların korkuları temelsiz değildir. Egemen olan ve ezen ulusun çıkarları ile, ezilen ulusun çıkarları arasındaki çelişkiler öylesine zıttır ki, bunlar bir çözüme kavuşmadıkça, çok uluslu bir devletin kararlı ve dengeli bir varoluşu olanaklı değildir. İşbirlikçi egemen sınıfların her taşın altında bölünme hayaletini görmeleri, bu nedenle boşuna değildir.

İşbirlikçi egemen sınıflar “çözümü” Kuzey Irak Kürt yönetimi ile işbirliğini geliştirmek, PKK’nın silahlı gücünü etkisizleştirmek, içte esasa ilişkin olmayan, ancak geçmişe göre “ilerleme” olarak görülecek bazı sınırlı adımları atmak, Kürt hareketini bütünüyle yatıştırmayacaksa da, bir süre kontrol altına almakta aramaktadırlar. Egemen sınıflar, işte bu sonucu ummakta ve beklemektedirler. Onların bu gerici hesaplarıyla, Kürt Ulusal Hareketi’nin uyandırdığı ve harekete geçirdiği özlem ve talepler arasında büyük bir zıtlığın olduğu açıktır.

Ulusal sorunun çözümünü ele alırken, bu çözümün; her somut durumda, tarihsel koşulların özelliklerine, ülkelerin durumuna uygun olarak çözülebileceğine dikkat çeken Stalin “eğer bir yerde diyalektik yaklaşıma ihtiyaç duyuluyorsa, o yer tam da burasıdır, ulusal sorundur” demektedir. Türkiye’nin durumu, Türk ve Kürt halklarının iç içeliği, Türkiye işçi sınıfının her iki ulustan oluşması, tarihin kritik noktalarındaki ortak davranış –ulusal kurtuluş mücadelesine Kürtlerinde katılımı vb.– gibi etkenler ve Kürt Ulusal Hareketi adına politika yapanların dile getirdiği talepler, Kürt sorununun çözümünün, kendine özgü özgünlükler içereceğini göstermektedir. Bugün peşinen “şu biçimde çözülür” denilemeyecekse de, sınıf bilinçli işçilerin ve onların partisinin her koşulda, ulusal baskıya ve zorbalığa karşı duran, zorla sınırlar içerisinde tutulmayı reddeden, kendi kaderini tayin hakkını tavizsiz ve koşulsuz savunan ve bunun için mücadele eden bir pozisyonda olması gerekmektedir.

Kürt ulusal sorununda bugün dikkati çeken temel özelliklerden birisi, ulusal hareketin ayrılma ve bağımsız devlet kurma talebini öne sürmemesidir. Oysa bu, bir ulusun, bir ulusal hareketin en doğal ve haklı talebidir. Bunun ileri sürülmemesi, Kürtlerin ve Türklerin demokrasi, eşit haklar ve özgürlükler, geniş bir demokratizmin egemenliğinde ortak yaşama ve geleceği birlikte kurma çabalarına güç vermekte, milliyetçiliğin ve şovenizmin önünün kesilmesine hizmet etmektedir. Tutarlı bir demokrasi, ulusal sorunun kapitalizm koşullarında en iyi çözüm yoludur. Ancak ulusal hakların merkezi yönetim tarafından inkar edilmeye devam etmesi, terör ve baskı politikalarının uygulanmasında ısrar, Kürt Ulusal Hareketi’nde bağımsızlık eğilimlerini de güçlendirecek bir etkendir. Somut olarak böyle bir durumun ortaya çıkması bugünden öngörülemese de, böyle bir durumda, ezen ulustan sosyalistlerin ve işçilerin “zorla birlikte tutulmaya” karşı mücadele etmeleri, bu ayrılma hakkını kayıtsız koşulsuz desteklemeleri gerekmektedir.

İKİ ULUSTAN İŞÇİ SINIFI VE PARTİ TAKTİĞİNİN ÖZGÜNLÜĞÜ

Türkiye’nin esas olarak iki ulusun yaşadığı –kuşkusuz farklı milliyetlerden topluluklar da yaşamaktadır, ama bugün ulusal sorundan bahsedildiğinde kastedilen, Kürt ulusu ve Kürt sorunudur– çok uluslu bir ülkedir. Bu durumun politik yaşamın bütün yönlerini etkilememesi, onu koşullandırmaması beklenemez. Türkiye işçi sınıfı da, ağırlıklı olarak bu iki ulustan oluşmuş, kapitalizmin gelişme düzeyi, Kürdistan’dan zor kullanılarak yaptırılan göçlerle ve ekonomik yaşamın zorladığı “gönüllü” göçlerle, kapitalizmin merkezlerinde Türk ve Kürt işçiler, aynı işyerlerinde, aynı tezgâhta bir arada çalışma ve yerleşim yerlerinde birlikte yaşama durumuyla karşı karşıya gelmişlerdir.

İşçilerin genel olarak ortak çıkarı, ulusal farklılıkların törpülenmesinde ve sönmesinde, farklı ulustan işçilerin ortak kurtuluş için mücadeleye atılmasında, sermayenin egemenliğinin devrilmesindedir. Bu nedenle, ezen ve ezilen ulustan işçilerin tek bir parti içinde örgütlenmeleri tayin edici önemdedir. Tek bir ülkede ezen ve ezilen ulustan işçilerin bulunması, işçi sınıfının birliği ve ortak mücadelesi sorunun daha yakıcı bir sorun olarak orta yere getirir ve işçi sınıfı partisi, bu durumu dikkate alan özel politikalar ve taktikler uygulama yükümlülüğü ile karşı karşıya gelir.

Örneğin Türkiye Kürdistan’ında uygulanacak taktikle, ülkenin batısında, işçi merkezlerinde uygulanacak taktik farklılıklar gösterebilir, ama bu taktik, değişik yönlerden gelerek, aynı amaca hizmet eder; bu amaç, ulusal baskının engellenmesi, şovenizmin geriletilmesi, kendi kaderini tayin hakkının gerçekleşmesinin kolaylaştırılması, işçi sınıfının birliğinin sağlanması ve ortak mücadelenin gelişmesi, sermeyenin egemenliğinin devrilmesinin yakınlaşmasıdır.

Bu yaklaşım, eğer işçi hareketi güçlü ve deneyimliyse, sorunun bir ayrılığa doğru gitmesi durumunda da, bu ayrılığın sancısız ve büyük bedeller ödenmeden, halkların düşmanlaşmasını sağlamadan gerçekleşmesini sağlayabilir. “Başka bir ulusu ezen bir ulusun özgür olamayacağı” gerçeği, ezen ulustan işçiler için daima en doğru pusuladır. Bugün gericilik en büyük gıdasını milliyetçilikten almakta, Kürtleri ezmekle, onlara eşitlik ve demokrasi tanımamakla kalmamakta, Türklere de demokrasi tanımamaktadır. Bu nedenle, şu daha net anlaşılmalıdır ki; Kürt sorununun çözümünde temel sorun, ezen ulustan işçilerin tutumunda yatmaktadır. Onların tutumu her şeyi belirleyecektir. Ezilen ulusun tüm haklarını koşulsuz savunan, bunu pratik mücadele içerisinde gösteren bir tutumun belirleyici bir önemi bulunmaktadır.

Bu durum, yani çok uluslu sınıf yapısı, işçilerin partisinin sınıfı birleştirmek için uyguladığı politikalara, güncel taktiklerine de zorunlu olarak yansımak durumundadır. Özellikle seçimler, diğer demokratik talepler, sendikalardaki ilişkiler vb.’ne yönelik taktikler belirlenirken, dikkate alınan temel kıstas, bugün ulusal harekete önderlik eden kesimlerin, işçilerin partisine karşı nasıl tutum aldıkları değildir. Bu taktiklerde; işçi sınıfının birliğini gözeten, ezilen ulustan halk kitlelerinin duygu ve düşüncelerini dikkate alan, gerektiğinde taktik olarak “geri adım” gibi görünen politikaların, stratejik amacı gerçekleştirmeyi kolaylaştıran özelliklerinin olması zorunludur.

Örneğin Kürt işçi ve emekçileri, şurada ya da buradaki bir seçimde kendi temsilcilerinin seçilmesinin Kürt sorununda bir ilerleme sağlayacağını, sorunun çözümünü kolaylaştıracağını düşünüyorlarsa ve bu genel bir eğilim haline gelmişse, işçilerin partisinin bu tutumun yanlışlığını eleştirmekle birlikte, –ki eleştiri her zaman gereklidir– bu kitlelerle karşı karşıya gelmek şöyle dursun, durumu anlayarak, bu isteklerine engel olmayacağı açıktır. Kürt emekçi kitleleri de, kuşkusuz kendi tecrübeleriyle öğreneceklerdir.

Türk ve Kürt işçilerinin birlikte yaşadıkları yerlerde, bu tür tutumlar, Türk ve Kürt işçiler arasında güvenin ve birliğin artmasına yardımcı olacak, sermayeye ve gericiliğe karşı birliği ve mücadeleyi güçlendirecektir. Bu tür politikaların kimi çevrelerce “kuyrukçuluk” olarak nitelendirildiği bilinmektedir. Bu çevrelerin ezilen ulusa karşı sorumluluk taşımadıkları, hele hele, ezen ve ezilen ulustan işçilerin birliğine karşı sorumsuzca davrandıkları, bu gerici davranışlarının milliyetçiliğin baskısı ile şekillendiği çok açıktır.

İşçilerin ve diğer emekçilerin aynı sendikalarda örgütlenmesi, sendikaların ulusal temelde ayrışmaması, bu tür eğilimler ortaya çıktığında, bunlara karşı ideolojik mücadele zorunlu ve gereklidir. Ama açıktır ki, sınıf bilinçli işçiler ve onların partisi, bununla sınırlı kalmayan, ezilen ulusun haklarını pratik olarak savunan ve mücadele eden bir çizgi ile hareket etmek zorundadır. Ezilen ulustan işçi ve emekçilerde güven duygusu oluşturacak, onları ortak örgütlenme ve mücadeleye çekecek bir tutum, ancak bu durumda olanaklıdır.

İşçilerin partisinin uyguladığı politika ve taktikler, kuşkusuz yanlışlıklar da içerebilir. Ya da doğru politika ve taktikler, onların taşıdığı esneklikler, özgünlükler nedeniyle belirsizleştirilebilir, muğlâklaştırılabilir ya da ilkesizlik olarak yorumlanmaya açık şekilde uygulanabilir. Ama bunlar ortaya çıkıyor diye, bu taktikler yanlış olarak mahkûm edilemeyeceği gibi, bu taktikleri hayata geçirme yeteneği gösteremeyen bir partinin, politik olayların karmaşıklığı, dönemsel taktik dönüşümler vb. gibi durumlarda politikasız kalacağı, taktik uygulayamayacağı da açıktır. Burada sorun, parti güçlerinin eğitilmesinde, belirlenen politika ve taktikleri tam bir açıklıkla ve netlikle uygulama yeteneği gösterebilmesinde düğümlenmektedir. Yanlışlar ise, her zaman düzeltilebilir yanlışlar olacak, yanlış yapılsa bile, bunlar, ağır ve düzeltilemez yanlışlar olmayacaktır.

Bitirirken vurgulamak gerekir ki, bugün Türkiye’de tutarlı ve güvenilir bir sosyalist tutuma sahip olmanın turnusol kağıdı, Kürt ulusal sorununda enternasyonalist bir tutuma sahip olmaktır. Gerisi milliyetçiliğe, sosyal şovenizme bulanmış iki yüzlülükten başka bir şey değildir.

Hindistan Devriminin Sorunları Üzerine Stalin’le Görüşme

Stalin: Sorularınızı almış bulunuyoruz. Önce bunları yanıtlayacak, ardından kendi görüşlerimi açıklayacağım.

Bu tartışmaların akşam vakti yapılması tuhaf görülebilir. Gün boyunca çok meşgulüz, çalışıyoruz. Ancak akşam altıdan sonra boş kalabiliyoruz.

Tartışmalarımızın oldukça uzun sürmesi de belki yadırganacaktır. Fakat aksi takdirde görevlerimizi yerine getirmemiz olanaksız. Merkez Komitemiz, partinize yardımcı olmak ve tavsiyelerde bulunmak üzere bizi görevlendirdi. Partiniz ve halkınız hakkında çok az şey biliyoruz ve bu görevi hakkıyla yerine getirmeye büyük önem veriyoruz.

Partinize karşı duyduğumuz ahlaki sorumluluk gereği, size kolayca tavsiyelerde bulunamayız. Önce, sizlerle birlikte, somut veriler ışığında bilgilenmek, sonra tavsiyelerde bulunmak isteriz.

Bir dizi soru yöneltmemizi tuhaf karşılayabilir, kendinizi sorguda gibi hissedebilirsiniz. Ama bu durumda başka türlü davranamazdık. Belgeler eksiksiz bir tablo ortaya koymakta yetersiz kalıyor; o yüzden böyle bir yönteme başvurmak zorunda kaldık. Koşullar bizi buna mecbur kıldı. Şimdi meselenin özüne gelelim.

Hindistan devriminin yakın geleceği hakkındaki görüşümüzü soruyorsunuz.

Biz Ruslar, bunun esas olarak bir tarım [toprak] devrimi olduğunu düşünüyoruz. Bu, feodal mülkiyetin tasfiye edilmesi ve toprağın köylüler arasında bölüştürülmesi, toprağın onların bireysel mülkü haline gelmesi demektir. Köylülerin özel mülkiyetinin tanınması için feodal mülkiyetin tasfiye edilmesi demektir. Açıktır ki bunların hiçbir sosyalizmi gerektirmez. Biz Hindistan’ın sosyalist devrim aşamasında olduğunu düşünmüyoruz. Daha sonra ele alacağımız Çin [devriminin] yolundan, yani milli burjuvazinin mülkiyetine el konulmayan anti-feodal bir toprak devriminden söz ediyoruz. Bu, burjuva demokratik devrimdir; diğer bir deyişle demokratik halk devriminin birinci aşamasıdır. Çin’den önce Doğu Avrupa ülkelerinde başlayan demokratik halk devriminin iki aşaması vardır. Birinci aşama, toprak devrimi ya da toprak reformudur, nasıl adlandırmak isterseniz. Avrupa’daki halk demokrasisi ülkeleri, savaştan sonraki ilk birkaç yıl içinde bu birinci aşamayı geçtiler. Çin halkı bu birinci aşamada bulunuyor. Hindistan bu aşamaya yaklaşıyor. Demokratik devrimin ikinci aşaması, Doğu Avrupa ülkelerinde görüldüğü gibi, milli burjuvazinin mülksüzleştirilmesi noktasına ulaşan toprak devrimi ile karakterize olur. Bu, sosyalist devrimin başlangıcıdır. Avrupa’daki tüm halk demokrasisi ülkelerinde makineler, fabrikalar, bankalar kamulaştırıldı ve devletin eline verildi. Çin henüz bu ikinci aşamanın uzağında. Bu aşama Hindistan’a daha da uzak, yani Hindistan bu aşamanın daha da uzağında.

Çin devriminin gelişim yolu üzerine Kominform gazetesinde yayınlanan başyazıdan söz ettiniz. Bu yazı, Hindistan’ın sosyalist devrim yolunda olduğunu savunan Ronadive’nin makale ve konuşmalarına karşı polemik amacıyla yazıldı. Biz Rus komünistleri, bu tezin çok tehlikeli olduğunu düşündük ve buna karşı çıkarak, Hindistan’ın Çin’in yolunda, yani demokratik halk devriminin birinci aşamasında olduğunu vurgulamaya karar verdik. Bu, tüm köylülerin ve kulakların feodal beylere karşı ayaklanması için devrimci cephenizi kurmanız açısından büyük önem taşıyor. İngiliz emperyalistleri ile işbirlikçi burjuvaziden oluşan bloğu izole etmek için. İngiliz emperyalizmine karşı milli burjuvazinin tüm ilerici katmanlarının içinde yer aldığı bir halk ayaklanması gereklidir. Sizin içinizde tüm emperyalistlerin, İngiliz ve Amerikan emperyalizminin bir vuruşta ülkeden sürülüp atılmaları gerektiği düşüncesi ağır basıyor. Böyle genel bir cephe kurmak olanaksızdır. Ulusal cephenin öldürücü darbesi ister istemez İngiliz emperyalizmine yönelik olmak zorundadır. Bırakın, Amerikalılar da dahil, diğer emperyalistler sizin onlarla bir sorununuz olmadığını düşünsünler. Tüm emperyalistlerin sizin eylemlerinize karşı birleşmemeleri ve aralarındaki ayrılıklardan yararlanabilmeniz için bu gereklidir. Sonra, eğer Amerikalılar da savaşa girmek isterlerse, Hindistan’ın birleşik ulusal cephesi onlara karşı da eyleme geçmek zorundadır.

Ghosh: Tüm dünya fiili olarak Amerikan emperyalizmine karşı savaşırken ve Amerika anti-demokratik kampın başını çekerken, bizim neden yalnızca İngiliz emperyalizmine karşı mücadele etmemiz gerektiğini anlayamadım.

Stalin: Nedeni çok basit. Ülkeniz Amerika’ya değil İngiltere’ye bağımlı ve ulusal bağımsızlığı elde etmek için Ulusal Birleşik Cephe Amerika’yla değil, İngiltere’yle savaşmak zorunda. Bu, sizin ulusal özgünlüğünüz. Hindistan kimden yarı yarıya kurtuldu? İngiltere’den, Amerika’dan değil. Hindistan, İngiltere’yle birlikte Milletler Cemiyeti’nin bir parçası, Amerika’yla birlikte değil. Ordunuzdaki subaylar ve uzmanlar Amerikalı değil, İngiliz. Bunlar, tarihsel olgular ve bunları hesaba katmamak olmaz. Demek istediğim şu ki, parti, dünya çapında emperyalizme karşı mücadelenin bütün görevlerini sırtlanmak zorunda değil. Yalnızca tek bir görevi üstlenip yerine getirmesi gerekiyor: İngiliz emperyalizminden kurtulmak. Hindistan’ın ulusal görevi budur. Ayrıca feodal sınıfları da göz önünde bulundurmak zorundayız. Açık ki, kulaklar düşmanımızdır. Fakat feodal beyler dururken kulaklara karşı mücadele etmek anlamsız olur. Aynı anda hem kulaklarla, hem de feodal beylerle mücadele etmek akıllıca olmaz. Sizin değil, düşmanın tecrit olacağı bir cephe kurmak gerek. Buna, komünist partinin mücadelesini kolaylaştıracak bir taktik diyebiliriz. Aklı başında hiç kimse, taşıyamayacağı kadar yükün altına girmez. Tek bir görevi omuzlamak gerek: Feodalizmin ve İngiliz emperyalizminin kalıntılarının tasfiye edilmesi. Feodal beyleri tecrit etmek, feodalizmi tasfiye etmek ve İngiliz emperyalizmini kovmak için, şimdilik, diğer emperyalist güçlere yönelmeyin. Eğer böyle davranırsanız, işleri kolaylaştırırsınız. Sonra, eğer Amerikalılar işinize burunlarını sokmaya kalkarlarsa, o zaman onlara karşı da savaşmak gerekir. Fakat bu durumda, halk, saldıran tarafın siz değil, onlar olduğunu bilecektir. Amerikalılarla ve kulaklarla savaşacağınız zaman da gelecek, ama daha sonra. Her şeyin bir sırası var.

Ghosh: Şimdi anlıyorum.

Dange: Tüm bunlar, Amerikan emperyalistlerine karşı propaganda ve ajitasyon çalışmalarını engelleyebilir mi?

Stalin: Elbette hayır. Onlar halkın düşmanıdır ve onlara karşı mücadele etmek gerekir.

Dange: Bu soruyu sormamın nedeni hiç kimsenin bu çizgiyi Amerikan emperyalizmine karşı mücadelede oportünizm olarak yorumlamaması içindi.

Stalin: Düşmanı akıllıca tecrit etmek gerekir. Siz Amerikalılara değil, İngiliz emperyalistlerine karşı devrim mücadelesi veriyorsunuz. Eğer Amerikalılar duruma müdahale ederlerse, o zaman işler değişir.

Rao: Kulakların küçük bir bölümü feodal sömürüye katılıyor, toprak kiralayıp tefecilik yapıyorlar. Genelde toprak sahipleri sınıfının bir parçasını oluşturuyorlar.

Stalin: Bu önemli değil. Feodal beylerin tasfiye edilmesi genel görevi yanında, bu, özel bir görev olarak kalıyor. Propaganda yaparken, zengin köylüleri değil, feodal beyleri hedef alın. Kulakları feodal beylerle birleşmeye iten siz olmamalısınız. Feodal beylere bir müttefik yaratmayın. Kulakların köylerde geniş bir nüfuzu var. Köylüler, kulakların kendi yetenekleri sayesinde zenginleştiklerini düşünüyor. Kulaklara köylüleri sizden koparma fırsatı vermemek gerek. Sizin feodal beyleriniz soylular sınıfından değil mi?

Rao: Evet.

Stalin: Köylüler soyluları sevmez. Feodal beylere köylüler arasında bir müttefik bulma olanağı vermemek için bunu anlamak gerekir.

Punnaiah: Kendi aramızda, milli burjuvazi meselesinde bir kafa karışıklığı var. Milli burjuvazi derken, kastedilen, tam olarak ne olmalıdır?

Stalin: Emperyalizmin politikası bir başka ülkeyi fethetme politikasıdır. Sizin milli burjuvaziniz gerçekten de bir başka ülkeyi fethetmeyi düşünüyor mu? Oysa İngiliz emperyalizmi Hindistan’a egemen durumda. Milli burjuvazi –ordu ve büyük burjuvazi– sizin milli sömürücülerinizdir. Sizin, onların varlığına değil, yabancı düşmana, İngiliz emperyalistlerine karşı olduğunuzu söylemek gerek. Milli burjuvazinin saflarında sizinle müttefik olduğunu düşünen pek çok unsur vardır. Büyük milli burjuvazi ise emperyalizmle işbirliği içinde; ama o, bu sınıfın yalnızca ve üstelik küçük bir parçasını oluşturuyor. Burjuvazi, temelde, Hindistan’ın tam bağımsızlığı mücadelesinde sizi destekleme eğiliminde. Feodalizmin tasfiyesinden yana. Bunda çıkarı var. Burjuvazinin pazara ihtiyacı var, iyi bir pazara. Eğer köylüler toprağı ele geçirirlerse, onun için bir iç Pazar, alım gücüne sahip bir halk oluşacak. Bunları görmek gerek. Milli burjuvazinin İngilizlerin safına katılmamaları sizin yararınıza olacak. İşleri öyle düzenlemeli ki, İngilizler Hindistan’da yeni müttefikler edinemesinler. Çin’de burjuvaziyi mülksüzleştirmek için bir girişimde bulunulmadı. Sadece Japonların Çin’deki mülkleri millileştirildi. Amerikan şirketleri millileştirilmedi, çalışmaya devam ediyor. Sizin devriminiz Çin tipi bir devrimse, şimdilik kendi burjuvazinizi İngiliz emperyalistlerinin safına itecek adımlardan kaçınmalısınız. Sizin Hindistan’a özgü yolunuz budur. Çin’de milli burjuvazi ülkeyi terk etmedi. Fiilen Amerikan emperyalizmine karşı çıkıyor ve Çin halk yönetimini destekliyor. Bu, Çin’de Amerikan emperyalistlerinin tecrit edildiği anlamına gelir. Hindistan’ın bölünmesi meselesine gelince; bu, İngiliz emperyalistleri tarafından tertiplenen bir oyundur. Eğer bir eylem programı hazırlanıyorsa, burada Pakistan, Hindistan ve Seylan arasında birlik sağlanmasına ihtiyaç olduğu belirtilmelidir: Yapay olarak birbirinden ayrılan bu üç devlet yakınlaşacak ve bu yaklaşma söz konusu devletlerin birleşmesiyle taçlanacaktır. Bu yakınlaşma fikrini savunmalısınız; halk bu konuda sizi destekleyecektir. Pakistan ve Seylan’daki elit zümreler buna karşı çıkacak, ama halk onlara kuşkuyla bakacaktır. Özellikle Bengal’de ayrılığın ne kadar yapay olduğu gün gibi ortadadır. Bengal eyaleti ilk fırsatta Pakistan’dan ayrılacaktır.

Dange: Biz milli burjuvazi kavramını daima orta burjuvazi anlamına kullandık. Hindistan’da büyük burjuvazi İngiliz emperyalistlerinin safında yer alıyor.

Stalin: Hindistan’da yalnızca İngilizlere ait olan bankalar var mı?

Dange: Evet. Hindistan’da hem İngiliz bankaları var, hem de karma sermayeli bankalar var. Programımızda büyük burjuvazinin, yani bürokratik sermayenin millileştirileceği iddiası var.

Stalin: Bürokratik sermaye değil, sınai-ticari sermaye. Çin’de bürokratik sermaye, devlet eliyle geliştirildi. Bu, devlete bağlı bir sermayedir ve sanayiyle çok az bağı vardır. Sun ailesi ve diğerleri Amerikalılara tanınan ayrıcalıklı kontratlar sayesinde sermayelerini arttırdılar. Çin’de büyük sanayicilerin ve tüccarların çıkarlarına dokunulmadı. Amerikan ve İngiliz banka sermayesiyle ortaklık içinde olsalar da büyük sanayicileri ve tüccarları mülksüzleştirmenizi önermem. Düşmanla işbirliği yapanların mülklerine el konulacak demek daha doğru olur. Devriminiz alev aldığında, hiç kuşkunuz olmasın, bu büyük kapitalistlerin bir kısmı kaçacaktır. Bu durumda onları hain ilan edip mallarına el koyun, ama büyük burjuvaziyi yalnızca İngiliz sermayesiyle ortaklık içinde oldukları için mülksüzleştirmenizi önermem. Programınızda büyük burjuvaziyi mülksüzleştirmeyi içeren bir madde varsa, bunu iptal etmek gerekir. Yeni bir program veya bir eylem programı hazırlamalısınız. Büyük burjuvaziyi tarafsızlaştırmak ve tüm milli burjuvazinin onda dokuzunu ondan ayrı tutmak sizin açınızdan daha doğru olur. Gereksiz yere yeni düşmanlar edinmemelisiniz. Yeterince düşmanınız var. Büyük burjuvazinize de sıra gelecek ve o zaman onunla savaşacaksınız. Devrimin sorunları aşama aşama çözülür. Aşamalar birbirine karıştırılmamalıdır. Aşamaların neler olduğuna karar vermek ve düşmanla ayrı ayrı dövüşmek gerekir: Bugün biriyle, yarın diğeriyle. Yeterince güçlendiğinizde hepsiyle çarpışabilirsiniz. Ama henüz güçsüzsünüz. Halkınız bizim devrimimizi kopya ediyor, fakat ikisinin aşamaları farklı. Diğer kardeş partilerin deneyimleri eleştirel bir gözle ele alınmalı ve Hindistan’’n kendine özgü koşullarına uyarlanmalı. Sizi soldan eleştirecekler; bunları önemsememelisiniz. Buharin ve Troçki, Lenin’i soldan eleştirdiler, ama alay konusu oldular. Ronadive, Mao Ze-dung’u soldan eleştirdi, ama haklı olan Mao’ydu: O, ülkesinin koşulları nasıl gerektiriyorsa öyle davrandı. Kendi çizginizi izleyin ve aşırı solcuların yaygaralarını ciddiye almayın.

Şimdi ikinci soruya geçelim, Çin [devriminin] yolu sorusuna.

Politik ve toplumsal alanda Çin yolundan bahsetmiştim. Bir toprak devriminden söz ediyoruz. Silahlı mücadeleye gelince; Çinlilerin silahlı mücadeleden değil, silahlı devrimden söz ettiklerini belirtmiştik. Onlar bunu –kurtarılmış bölgeler ve kurtuluş ordusuyla birlikte– bir partizan savaşı olarak görüyorlardı. “Silahlı mücadele” ifadesi, ilk kez Kominform gazetelerinde kullanıldı. Silahlı mücadele, partizan savaşından çok daha geniş bir anlama sahiptir: O, köylülerin partizan savaşının işçilerin genel grevleri ve ayaklanmalarıyla birleşmesidir. Boyutları bakımından partizan savaşı silahlı mücadeleden daha sınırlıdır. [Peki] Çin’de silahlı devrim nasıl başladı?

1926-27’de Çinli yoldaşlar, Kuomintang’la bağlarını kopardılar. Kuomintang’a karşı 40-50 bin kişilik bir ordu kurduktan sonra onlardan ayrıldılar. Partizan savaşının temeli bu orduydu. Şehirlerden ve demir yollarından uzak bölgelerde, ormanlarda ve dağlarda saklandılar. Elbette, Çin Komünist Partisi’nin Merkez Komitesi ve ona bağlı olarak her yerde partinin kadroları vardı. Çin Kurtuluş Ordusu’nun üyeleri, kolayca kuşatılabileceklerinden şehirlerde konuşlanamıyordu. Kuşatılıp imha edilmemek için şehirlere ve demir yollarına uzak alanlara çekilip buralarda çok sayıda özgür [kurtarılmış] partizan bölgeleri kurdular. Kuşatıldıklarında, kuşatmayı yararak eski bölgeleri terk ettiler ve çatışmaya girmekten kaçınarak, yeni kurtarılmış bölgeler kurdular. Böylece, Çin komünistleri giderek şehirlerden ve işçilerden uzaklaştılar. Mao Ze Dung, kuşkusuz işçilerle ilişkileri koparmak istemiyordu, ama partizan savaşı onu bu noktaya götürdü ve şehirlerle bağını yitirdi. Bu, acı verici bir zorunluluktu. Sonunda Yenan’a yerleşip uzun süre burada barındılar. Köylülerle ilişkiye geçtiler; onlara toprak devrimini nasıl yapacaklarını öğrettiler. Halk ordusunun saflarını genişlettiler ve onu önemli bir güç haline getirdiler. Fakat, tüm bu dönem boyunca, partizan savaşına özgü olumsuzluklardan da kaçamadılar.

Kurtarılmış bölge nedir? O, devlet içinde [tamamen yalıtılmış] bir adadır. Ulaşabileceği başka bir bölge, bir çıkış yolu yoktur. Kuşatıldığında cephe gerisinde yaslanabileceği bir hinterlandı yoktur. Nitekim, tam da böyle oldu. Yenan kuşatıldı ve Çinliler büyük kayıplar vererek orayı terk ettiler. Çinli komünistler Mançurya’ya gitmeye karar vermeselerdi, bu durum uzun süre böyle devam edebilirdi. Mançurya’ya gidince hızla toparlandılar. Arkalarında artık sağlam bir hinterlant, dost bir devletin güvenli toprakları vardı. Bulundukları yer [yalıtılmış] bir ada değil, bir yanı Sovyetler Birliği’ne uzanan bir yarımadaydı. Bundan böyle Chiang Kai-Shek artık Çin partizanlarını kuşatma olanağından yoksundu. Ve ancak bu ateşkes döneminin ardından, Çinliler kuzeyden güneye doğru saldırıya geçme imkanı buldular. Tarihsel süreç budur. Bundan ne sonuç çıkar? Köylülerin partizan savaşı önemli bir konudur ve devrim için büyük bir kazanımdır. Çinliler, bu alanda devrimci pratiğe, özellikle geri kalmış ülkeler açısından, yeni katkılar yaptılar. Ve elbette, nüfusun %80-90’ını köylülerin oluşturduğu bir ülkede komünist yönetimi kendi mücadelesinin cephaneliğine dahil etmek zorundadır. Burası tartışılmaz. Fakat, Çinli yoldaşların deneyiminden çıkarılması gereken bir ders daha var. Kurtarılmış bölgeleriyle birlikte partizan savaşının aynı zamanda olumsuz yanları da vardır: Partizan bölgeleri [yalıtılmış] adalardır ve daima kuşatılma tehlikesiyle yüz yüzedir. Ancak geride yaslanılabilecek güvenli bir hinterland bulunabilirse, yani komşu dost bir devletin desteği alınıp, burası sağlam bir hinterland yapılabilirse, bu kuşatmaları yarma şansı vardır. Çinlilerin Mançurya’ya gitme kararı çok doğruydu. Eğer bunu yapmasalardı, işler bu şekilde sonuçlanmazdı. Partizan savaşında zaferi elde etmek için yeterli güçler yoktur. Partizan savaşı, eğer dost bir komşu devletin desteğini alabilirse zafere götürür. Çinli yoldaşların, Mançurya’ya ulaşmadan, kuşatılma korkusuyla saldırıda bulunmak istememeleri ve ancak Mançurya’ya vardıktan sonra saldırıya geçip Chiang Kai-Shek birliklerini bozguna uğratmaları, son derece karakteristiktir. Partizan savaşının bu olumsuz yanlarını da dikkate almak zorundayız.

Hindistan’da devrimin zaferi için partizan savaşının yeterli olduğu söyleniyor. Bu yanlıştır. Çin’de, Hindistan’a göre çok daha elverişli koşullar vardı. Çin’de, Hindistan’daki gibi yaygın bir demiryolu ağı yoktu. Çinli partizanlar bu elverişli durumdan yararlandılar. Sizin açınızdan partizan savaşının zafere ulaşma olasılığı daha düşük. Sınai ilişkiler bakımından Hindistan Çin’den daha gelişmiş durumda. Bu, kalkınma açısından iyi bir şey, ama partizan savaşı açısından bakıldığında, elverişli bir durum değil. Ne kadar çok müfreze oluşturulup, ne kadar çok kurtarılmış bölge kurulursa kurulsun, bunlar tecrit olacaklardır. SSCB, Çinli partizanlar için güvenilir bir komşu devletti; sizin böyle güvenilir bir komşunuz yok. Afganistan, İran ve Tibet, Çinli komünistlerin henüz ulaşamadıkları bölgeler… SSCB gibi bir hinterland yok. Bu yüzden, bir çıkış bulmak gerek.

Sizin partizan savaşına ihtiyacınız var mı? Evet, hiç kuşkusuz var.

[Peki] Kurtarılmış bölgeleriniz ve bir Kurtuluş Ordunuz var mı?

Böyle bölgeleriniz olacak ve muhtemelen benzer bir ordu kuracaksınız. Fakat zafer için bunlar yetmez. Partizan savaşını işçilerin devrimci eylemiyle birleştirmek zorundasınız. Bu olmadan, tek başına partizan savaşıyla zafere ulaşamazsınız. Eğer, Hintli yoldaşlar demiryolu işçileriyle ciddi genel grevler örgütleyip, hayatı ve hükümeti felç etmeyi başarırlarsa, bunun partizan savaşına muazzam katkısı olacaktır. Köylüleri ele alalım… Eğer onlara: “Bu sizin partizan savaşınız, onu siz yürütmek zorundasınız” derseniz, size şu yanıtı vereceklerdir: “Neden böylesine zorlu bir savaşın bütün yükü bizim omuzlarımıza biniyor? İşçiler ne yapacak?” Devrimin bütün yükünü tek başına sırtlanmaya razı olmayacaklardır. Köylü akıllıdır; başına gelen bütün kötülüklerin şehirden çıktığını bilir: Vergiler vs. Şehirlerde kendisine müttefik bulmak isteyecektir. Ona yükü işçilerle birlikte omuzlayacağını söylerseniz, bunu anlayacak ve kabul edecektir. Rusya’da böyle oldu. Yalnızca köylüler arasında çalışma yapıp partizan birlikleri oluşturmakla yetinmek yerine, bunların yanı sıra işçi sınıfının bağrında da yoğun bir çalışma yürütmeli, işçilerden oluşan silahlı birlikler de kurmalı, fabrika ve demiryolu işçilerinin katıldığı genel grevler hazırlamalı ve şehirlerde işçi örgütleri oluşturmalısınız.

Bu iki akım birleştiğinde zafere kesin gözüyle bakılabilir. Rusya’da, 1905’te, Çar’ın halka ödünler verdiğini, Duma’yı ve başka bir dizi özgürlüğü tanıdığını biliyorsunuz. Çar geri çekilmek zorunda kaldı. Çar’ı korkutan neydi? Demiryolu işçilerinin grevleri. Başkentin kırsalla irtibatı kesilmişti. Demiryolu işçileri yalnızca işçi delegelerin geçişine izin veriyor, malların ve başka şeylerin girişini engelliyorlardı. Demiryolu işçilerinin grevlerinin devrim açısından önemi büyüktü ve partizan birliklerine çok yardımcı oldu.

Ayrıca garnizonlarda, askerler arasında yapılan çalışmayı da unutmamak gerek. 1917’de askerler arasında öyle yoğun bir propaganda yaptık ki, garnizon bizim safımıza geçti.

Askerlerin fikrini değiştiren neydi? Toprak sorunu. Bu öyle güçlü bir silahtı ki, Çar’ın muhafızları olan Kazaklar bile buna direnemediler. Doğru (verimli) bir politik çalışma yürütmek için, devrimci bir ruh hali (atmosfer) oluşturup yaymak ve gerici çevreler arasındaki farklılıkları kızıştırmak gerekir.

Çin yolu Çin için iyiydi. Ama Hindistan için yeterli değildir. Burada, proletaryanın şehirlerdeki mücadelesini köylülerin mücadelesiyle birleştirmek gerekir. Bazıları, Çinli yoldaşların bu birleşmeye karşı olduğunu sanıyorlar. Bu, yanlış bir düşüncedir. Ordusu Nanchino’ya doğru hareket ederken, Şangay işçileri grev yapsaydı ya da silah fabrikalarında çalışan işçiler üretimi durdursaydı, Mao Ze Dung buna üzülür müydü? Elbette hayır. Bunların yapılamamasının nedeni, Mao Ze Dung’un şehirlerle ilişkisinin kesilmiş olmasıydı. Kuşku yok ki, demiryolu işçilerinin grev yapmaları ve Chiang Kai-Shek’in takviye olanağından yoksun kalması, Mao Ze Dung’un hoşuna giderdi. Ne var ki, işçilerle bağları kopmuştu. Bu, ideal bir durum değil, acı verici bir zorunluluktu. İdeal olan, sizin, Çinlilerin yapamadığı şeyi yapmaya çalışmanızdır: Köylü savaşını işçilerin mücadelesiyle birleştirmek.

Dange: Biz, partizan savaşı teorisini, adeta işçi sınıfının katılımını gerektirmeyen bir teoriye dönüştürmüştük.

Stalin: Mao Ze Dung bunu bilseydi sizi cehenneme yollardı! (Gülüşmeler) Şimdi bir sonraki soruna geçelim. Tıpkı Chiang Kai-Shek’in Kuomintang hükümetinin ve Fransa’daki mevcut Pleven hükümetinin Amerikan emperyalizminin kuklası olması gibi, Nehru hükümetinin de İngiliz emperyalizminin kuklası olduğu söylenebilir mi?

Benim düşünceme göre, Chiang Kai-Shek, Çin’de bulunduğu sırada, bir kukla olarak nitelenemezdi. Farmosa’ya gittiğinde kukla oldu. Nehru hükümetinin de kukla olduğu söylenemez. Tüm kökler halkın içinde. Bao Dai hükümeti gibi değil…. Bao Dai gerçekten de kuklaydı. Bundan şu sonuç çıkar: Hindistan’da partizan savaşını mücadelenin temel biçimi olarak görmek imkansızdır; mücadelenin en yüksek biçimi demek belki de daha doğru olur. En yüksek mücadele biçimine gelinceye kadar, [verilmesi gereken] çeşitli mücadele biçimleri var. Köylüler için toprak sahiplerini boykot; tarım işçileri için grevler. Kiraladıkları toprağı işleyenler için: İş yavaşlatma, toprak sahipleriyle bireysel çalışmalar, toprak işgalleri ve nihayet mücadelenin en yüksek biçimi olarak partizan savaşı. İşçi sınıfı için: Yerel grevler, sektörel grevler, politik grevler, ayaklanmanın ön hazırlığı olarak politik genel grev ve nihayet mücadelenin en yüksek biçimi olarak silahlı ayaklanma. O halde, partizan savaşının kırlarda mücadelenin temel biçimi olduğunu söylemek imkansızdır. Kırlarda iç savaşın tam anlamıyla gelişmekte olduğunu söylemek de yanlıştır. Telangana’da topraklar işgal edildi; ama bu, “her şey tamam” anlamına gelmez. Bu, mücadelenin yükselişe geçtiğini gösterir; ama mücadelenin temel biçimi değildir. Hindistan, henüz bunun uzağındadır. Köylü, küçük sorunlar uğruna mücadele etmeyi öğrenmek zorundadır: Kira bedelinin indirilmesi, toprak sahibine ödenen ürün kotasının düşürülmesi vb. Gerekli olan, daha şimdiden silahlı mücadeleden bahsetmek değil, küçük sorunlar üzerinde kadroları eğitmektir. Geniş boyutlu bir silahlı mücadeleye başlarsanız, büyük güçlüklerle karşılaşırsınız. Çünkü partiniz henüz zayıf. Partinizin güçlenmesi, kitle mücadelesini doğru yöne kanalize etmesi, hatta zaman zaman kitleleri frenlemesi gerek.

Biz 1917’de nasıl [nereden] başladık? Orduda ve donanmada çok sayıda sempatizanımız vardı. Moskova ve Leningrad Sovyetleri elimizdeydi. Buna rağmen, emekçilerin devrimci hareketini engelledik. Onlar, Geçici Hükümet’in dağıtılması talebini ileri sürüyorlardı. Fakat bu, bizim planlarımıza uygun değildi, çünkü Leningrad garnizonunu henüz ele geçirememiştik. Temmuz ayında, 40-50 bin kişinin çalıştığı büyük Patilov atölyelerindeki işçiler, denizcilerin ve askerlerin birleşmesini sağlayan gösterilere başladılar. Geçici Hükümet’in yıkılmasını istiyorlardı. Taleplerini Merkez Komite’ye sundular. Onları frenledik. Çünkü, ciddi bir ayaklanma için gerekli hazırlıkların tamamlanmadığını biliyorduk. Ayaklanma için nesnel koşullar uygundu; kitleler mücadele için öne atılıyorlardı. Fakat öznel koşullar uygun değildi; parti henüz hazır değildi.

Ayaklanma meselesi, ancak Eylül ayında gündeme alındı. Ayaklanmayı örgütlemeye karar verdik, fakat bunu gizlilik içinde yapacaktık. Vakti gelmeden hasında hiçbir şey yayınlamadık. Politik Büro’nun üyeleri olan Kamanev ve Zinovyev, basında, maceracılık olarak niteledikleri ayaklanmaya karşı çıktıkları zaman, Lenin onları hain olarak adlandırdı ve planlarımızı düşmana ifşa ettiklerini söyledi. Bu yüzden ayaklanma sözünü asla dillendirmeyin; aksi takdirde ayaklanmanın şaşırtma faktörü eksik kalır.

Yoldaş Rao, halka gidelim ve ayaklanma konusunda ona danışalım diyor. Bu, asla yapılmamalı. Planlarınızdan yüksek sesle bahsetmeyin, yoksa hepinizi tutuklarlar. Varsayalım ki köylüler: “Evet, ayaklanmamız gerek” desinler. Bu, halkın peşine takılacağımız ve kitle kuyrukçuluğu yapacağımız anlamına gelmez. Yönetmek demek, halkı kendi davanıza kazanmanız demektir. Halk, zaman zaman, kendi bölgesindeki olgu ve gelişmelerden yola çıkarak, ayaklanmaya hazır olduğunu söyler. Ama kusursuz bir ayaklanmayı hayata geçirmek için tüm bir ülkenin koşulları göz önünde bulundurulmak zorundadır. Buna, Merkez Komite’nin karar vermesi gerekir.

Hintli yoldaşlar: Evet, doğru.

Stalin: Parti örgütünün, sadakatinden kuşku duyulan bir üye hakkında ölüm cezası verip veremeyeceğini soruyorsunuz. Hayır veremez. Lenin, daima, Merkez Komite’nin verebileceği en ağır cezanın partiden ihraç etme olduğunu öğretmiştir. Fakat parti iktidardayken bazı üyeler devrim yasalarını çiğnemişlerse, o zaman hükümet, onları yargılanmaları için mahkemeye sevk eder.

Bazı belgelerinizden açıkça anlaşılıyor ki, yoldaşlarınız, düşmanla çatışmalarında sık sık bireysel terörizme eğilim gösteriyorlar. Eğer biz Rus yoldaşlarınıza ne düşündüğümüzü sorarsanız, size, partinin daima bireysel terörizmi reddeden bir ruhla eğitildiğini söylemek zorundayız. Eğer halkımız bir toprak sahibine karşı mücadele ediyorsa ve bu kişi bir arbede sonucunda öldürülürse, yığınların bu mücadeleye katılmaları ölçüsünde söz konusu olayı bireysel terörizm olarak görmeyiz. Fakat parti, bir toprak sahibini öldürmek amacıyla terörist birlikler kuruyor ve bu birlikler kitlelerin katılımı olmaksızın bu işi yapıyorsa, tıpkı bireysel terörizme karşı olduğumuz gibi, bunun da kesinlikle karşısında oluruz. Bu tür eylemler bireysel terörizmdir; kitlelerin eyleme geçme ruhunu öldürür, onları pasifizm ruhuyla eğitir. Üstelik halk, meseleyi şöyle yorumlar: “Biz aktif görevler üstlenebilecek düzeyde değiliz, bizim adımıza eylem yapan kahramanlar var.” Böylece, bir yanda “kahramanlar”, diğer yanda mücadeleye katılmayan yığınlar görürüz. Yığınların eyleminin hazırlanması ve örgütlenmesi açısından bakıldığında, bu düşünce tarzı çok tehlikelidir. Rusya’da böyle bir parti vardı: Sosyalist Devrimciler Partisi. Bunlar, önemli bakanları terörize etmek için özel müfrezeler kurmuşlardı. Biz, her zaman bu partinin karşısında olduk. Bu parti, zamanla, yığınlar içindeki güvenilirliğini tamamen kaybetti. Biz, “kahramanlar ve yığınlar” teorisine karşıyız.

Hindistan’da toprağın kamulaştırılması meselesini pratikte nasıl ele almak gerektiğini de soruyorsunuz.

Bu aşamada böyle bir iddiada bulunmamalısınız. Bir yandan toprağın büyük toprak sahipleri arasında bölüşülmesini isterken aynı zamanda devletin bu toprağa el koyması gerektiğini söylüyorsunuz. Hiçbir halk demokrasisi ülkesinde, hatta Çin’de bile, kamulaştırma yapılacağı ilan edilmedi. Halk demokrasisi ülkelerinde nasıl bir düzenleme yapıldı? Toprağın alınıp satılması yasaklandı. Kamulaştırmaya yaklaşmak için atılması gereken adım budur. Toprağı, yalnızca devlet satın alabilir. Toprağın bireylerin elinde toplanması durdurulmalıdır. Şimdiden kamulaştırma yapılacağını ilan etmek, size zarar verir. Bazı yoldaşlarınız Hindistan’da iç savaşın başlatılması gerektiğini düşünüyor. Bunu konuşmak için daha erken. İş savaş koşulları giderek olgunlaşıyor, fakat henüz o aşamaya gelinmedi.

[Peki] Şimdi ne yapmak gerek?

Program benzeri bir şey ya da daha açık ifade etmek gerekirse, bir eylem platformu oluşturmanız iyi olur. Kuşkusuz aranızda farklılıklar olacaktır. Bizim aramızda da farklılıklar vardı; fakat çoğunluğun aldığı her kararı yasa olarak kabul ettik. Çoğunluğun aldığı kararlara katılmayan yoldaşlar bile, bu kararları sadakat ile hayata geçirerek, partinin tam bir irade birliği içinde hareket etmesini sağladılar. Herkesin tartışmalara katılmasını istiyorsunuz. Bu arzunuz, barış zamanlarında anlaşılır; ama bugün devrimci bir durum olgunlaşmakta ve böyle bir lüksünüz yok. Bu yüzden partinizde bu kadar az militan var. Sonu gelmez tartışmalarınız yığınların kafasını karıştırdı. Bolşevikler 1903-1912 döneminde, Çarlık koşullarının izin verdiği ölçüde, açık tartışmalar yürüttüler. Amacımız Menşevikleri partiden atmaktı; çünkü izlediğimiz çizgi gereği onlardan kopmak zorundaydık. Ama siz, partinin kendi içinde düşmanları olduğu bir durumda değilsiniz. Biz, 1912’de Menşevikleri partiden atıp onlardan arınmış kendi partimizi kurduğumuzda, parti artık homojendi [yekpareydi]. Elbette farklılıklar vardı: Sınırlı ortamlarda toplanıyor, sorunları tartışıyor ve sonra hepimiz çoğunluğun aldığı kararlar doğrultusunda hareket ediyorduk. Bolşevikler iktidara geldikten sonra, Troçki, partinin gündeme almak istemediği bir tartışma açmak istedi. Troçki, provokatörce davranarak, partinin gerçekleri kabul etmeye yanaşmadığını ve tartışmayı reddettiğini ilan etti. Tartışmayı açtık ve Troçki’yi bozguna uğrattık. Ama bu, tüm partinin karşı olduğu bir tartışmaydı. Eğer parti az çok homojense ve ideolojik birliğe sahipse, o zaman bu partinin tartışmaya ihtiyacı yoktur. Tartışma basın üzerinden değil, sınırlı çevrelerde yürütülmelidir. Sonra, çoğunluğun aldığı karar yasa haline gelir.

Ghosh: Stalin yoldaş haklı. Açık tartışma bizim için çok uygun değil.

Stalin: Bizim partimizin 5 milyon 600 bin aktif üyesi ve 800 bin aday üyesi var. Adaylık ne anlama geliyor? Yıllar önce de, yeni üyeleri partiye kabul etmek yerine, partiye katılmak isteyenleri sınıyorduk. Bazılarının 4-5 yıl beklemede kaldığı oluyordu. Onları sınıyor ve eğitiyorduk. Çoğu hemen partiye üye olmak istiyordu, fakat önce sınanmak ve eğitilmek zorundaydılar. Temel bir sosyalist eğitim gereklidir; üyeliğe kabul bundan sonra gelir. Bizim pratiğimiz adaylık kurumunun yararlı olduğunu kanıtladı. Parti içinde geniş bir sempatizan tabakamız var. Fakat partiyi yeni üyelerle aşırı kalabalıklaştırıp parti saflarını şişirmemeliyiz. Aslolan, üye sayısı değil, üyeliğe kabul edilenlerin niteliğidir.

Bana, hangi koşullarda partizan savaşını başlatmak gerektiğini soruyorsunuz. İleri kapitalist ülkelerde partizan savaşı çok büyük önem taşımaz. Bu ülkelerde, partizanlar çabucak yakalanırlar. Partizan savaşı, özellikle yarı gelişmiş ve geri kalmış ülkelerde anlamlıdır. Örneğin ABD’de veya Almanya’da partizan savaşına başlamak çok zordur. Bu iki ülkede de çok sayıda büyük şehir, gelişmiş bir demiryolu ağı, sanayi havzaları vardır ve bu koşullarda partizanlar kısa sürede yakalanırlar. Halk yığınlarının onları kahraman, kahramanların da kendilerini yığınların iradesinin uygulayıcıları olarak görmeleri yerine, yığınları edilgenliğe değil, etkin bir biçimde eyleme geçirmeye sevk eden bir tarzda çalışmak gerekir. Her halükarda, Telengana’da başlayan şeyi desteklemek gerekir. Bunlar, savaşın ilk tomurcuklarıdır. Fakat yalnızca partizan savaşına bel bağlamamak gerek. Bu, elbette mücadeleye yardımcı olur, ama zaman zaman da kendisi yardıma gerek duyar.

Halk arasında, işçiler arasında, ordu içinde, aydınlar arasında ve köylüler arasında ciddi ve yaygın bir çalışma yürütmek gerekir. Eğer işçiler arasından silahlı birlikler oluşturursanız, bunlar zamanı geldiğinde, genel bir karışıklık durumunda, yönetim organlarının denetimini ele geçirebilirler. Leningrad’da bizim Kızıl Muhafızlarımız vardı. Onları eğittik ve bu işçiler ayaklanma sırasında bizim için ne kadar yararlı olduklarını Kışlık Sarayı ele geçirerek gösterdiler. Köylülerimiz, işçi sınıfından büyük yardım gördü. Köylüler, genelde, toplumun tüm sınıfları içinde işçi sınıfına büyük bir güven duyarlar. Bu iki mücadele biçimini, işçilerin ve köylülerin mücadelesini, köylülerin uyanışı ile işçilerin yürüyüşünü birleştirmek gerekir.

Endonezya’da olanları hatırlarsınız. Endonezya Komünist Partisi yöneticileri iyi yöneticilerdi, ama gelişmeler onları olgunlaşmamış bir ayaklanma içinde yer almaya sürükledi. Yiğit, yürekli adamlardı, ama provokasyona geldiler ve imha oldular.

Bir eylem programı veya platformu oluşturmanız iyi olur. Bu programın ya da platformun odağına toprak devrimini koyun.

Bana Nehru’nun dış siyasetinin karakterini soruyorsunuz. Nehru, çelişkilerden kendi lehine yararlanmaya çalışan manevralı [zikzaklı] bir siyaset izliyor ve Amerikan politikasına karşı olduğunu göstermeye çalışıyor. Nehru hükümeti, icraatlarıyla, İngiltere’yi ve Amerika’yı karşı karşıya getiriyor.

(Rao, Dange, Ghosh ve Punnaiah yoldaşlar Stalin yoldaşa tartışmalar için teşekkür ettiler ve Stalin yoldaşın talimatları temelinde tüm faaliyetlerini yeniden gözden geçireceklerini ve onun talimatlarına uygun şekilde hareket edeceklerini belirttiler.)

Stalin: Size talimat vermedim. Benimkisi yalnızca tavsiye. Bunları kabul edebilirsiniz de, etmeyebilirsiniz de.

 

(Görüşme üç saatten fazla sürdü)

Transkripsiyon: V. Grigoryan, 10.2.1951

İmza: V. Grigoryan

Daktilo: RGASPI  F.Op. 11D. 310, LL. 71-86

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑