Sendikaların Yeniden İnşası İçin Bir Öneri

Çok uzun bir zamandan beri ülkemizde ve dünyada sendikal hareketin sorunları, sendikaların bir “varlık-yokluk” sorunu olarak tartışılmaktadır.

Hele sendikalı olmak isteyen milyonlarca işçi olduğu ve bunların azımsanmayacak bir bölümü sendikalaşmak için işten atılmayı, kara listelere girmeyi göze alarak eyleme geçtiği halde, sendikalı işçi sayısının yüzde 6’lara düşmüş olması; sendikal hareketin bir “kriz” içinde olduğunun açık işaretidir. Kriz varsa, krizin nasıl çözüleceği de bütün diğer sorunların önüne geçmektedir. Onu içindir ki, krizin yayılmasına ve direnleşmesine paralel olarak da; “Sendikaların durumu ne olacak?”, “Bize nasıl sendikalar lazım?” sorusu her gün daha büyümektedir.

Bu sorunun yanıtı aslında artık çok karmaşık değil: Ya sınıfın sendikaları olmak için sınıfı harekete geçirmek üzere, sınıfın ileri güçlerine dayanarak her bakımdan sendikal mücadele anlayışında ve sendikaların yapısında bilinçli bir dönüşüme yönelmek ya da acılı ve uzunca bir sürünme döneminden sonra bu gerçeğe ulaşmak!

Partimiz, işçi sınıfımızın sendikal mücadelesinin tarihinden çıkardığı dersler ışığında, “Bize nasıl sendikalar lazım?” sorusuna bir yanıt vermek ve konunun hem sendikal camia içinde hem akademi dünyasında tartışılması için bir yaklaşım getirmiştir. Partimizin işçi-sendikacı kökenli kurucularından Memet Kılınçaslan’ın anısına 23 Mayıs 2010’da yapılan toplantıda, konuyu gündeme getirerek bu tartışmayı açmıştır.

O günden bugüne bu yaklaşım çeşitli çevrelerde tartışılmış; bu tartışmalar içinde ortaya konan yaklaşıma ilişkin öneriler ve eleştiriler getirilmiştir. Bu eleştireler ve öneriler ışığında broşür yenilenmiş; örneğin, bu uyarılar doğrultusunda “üye sendikacılığı” kavramı bu broşürde hiç kullanılmamıştır. “Üye sendikacılığı”nın kullanılmasına karşı çıkan arkadaşlar, sanki mevcut sendikaların üyelerinin haklarını koruduğu ya da sendikaların üyesinin haklarını korumasının doğru olmadığı, hatta sendikaya üye olmanın gereksiz olduğu savunuluyor düşüncesi uyandıracağı kaygılarını dile getirmişlerdir. Bu eleştiri dikkate alınarak yeni metinde üye sendikacılığı kavramına yer verilmemiştir.

Yine mevcut sendikal yapının sorunları ve bunların aşılmasının bugünkü imkânları ve sınıftan yana sendikacılar ve ileri işçilerin görevleri, dönüşümde sendikaların nasıl yeniden biçimleneceği gibi konularda önceki broşürün “çok genel kaldığı”na dair eleştiriler haklı bulunmuştur. Ve biraz uzaması pahasına elinizdeki broşürde bu konular daha kapsamlı ele alınmış; ilgili bölümler yeniden yazılmıştır. Ve tabi yeniden gözden geçirme sırasında metnin daha anlaşılır hale gelmesi için bazı küçük müdahaleler de yapılmıştır.

Dahası sorun en azından geçtiğimiz 200 yılı kapsayan, dünya işçi sınıfının sendikal mücadelesinin ve Türkiye işçi sınıfının sendikal mücadelesinin sorunlarının tartışıldığı bir dönemde, bu tartışmaların sağlıklı yürümesi için hazırlanmıştır. Ve söz konusu konu, tartışmalar ilerledikçe; başka broşürler, makaleler, giderek kitapların yazılacağı bir konudur. Çünkü mücadele ilerledikçe ve sendikal dönüşüm doğrultusunda adımlar atıldıkça, hem geçmiş işçi sınıfı mücadelesinden yeni dersler çıkaracağız hem de kendi deneyimlerimizden öğrenip bugün önemli bulduğumuz bazı bilgilerin de eskidiğini göreceğiz.

Bu broşürün gözden geçirilip yeniden düzenlendiği günlerde Kocaeli’de bir sendikal konferans, Gebze ‘de de bir işçi kurultayı [(*) Dipnot: İşçilerin, sendikacıların bir araya gelerek aşağı yukarı benzer konularda yapılan toplantıları, konferans, kurultay gibi kavramları birbirinden ayırmak, her toplantıyı bu iki kavramın içine sokmak elbette hem zor hem de gereksiz. Bu broşür boyunca konferans dendiğinde; daha çok belirli, çağrılı işçilerin, sendikacıların, bilim insanlarının yaptıkları toplantılardan söz edeceğiz. Kurultay deyince de daha genel bir çağrıyla, isteyen her işçinin katılıp görüş belirtme imkânı bulacağı belki yüzlerce kişinin katılıp tartıştığı toplantıları kast edeceğiz.]yapılmıştı. Elbette bu toplantılarda işçiler ve sendikacılar, sorunun değişik boyutlarına dikkat çektiler; kendilerine görevler çıkardılar. Yine pek çok işçi havzasında işçilerin bu türden konferanslar ve kurultaylar için hazırlandığı haberleri de geliyor. Öyle görünüyor ki; 2010’un son ayaları ve 2011’in ilk yarısı sendikal alanda son derce önemli tartışmaların yapıldığı, sadece toplantılardan da öte kimi etkinlikler ve girişimler yapıldığı, sendikal hareketin yakın gelecekte nasıl bir biçim kazanacağı ve sendikaların dönüşümünün imkânlarının daha iyi görüldüğü bir dönem olacaktır. Daha önemlisi de bu süre içinde işçilerin ve sendikacıların ileri kesiminin önemli bir bölümü; sendikal hareketin ilerletilmesi ve sendikaların dönüşümü konusunda ciddi düşünce ve eylem birliğine ulaşacak, ortak aldıkları kararları kitlelere mal edip uygulayan bir çizgiye ulaşacaklardır.

Sürecin daha derinden kavranması için elbette deneyimli sendikacılarımızın, mücadeleci eski kuşaklardan işçilerin ve konuyla ilgili bilim çevrelerinin katkıları son derece önemli olacaktır. Ve onların katkısı arttığı ölçüde konferans, kurultay, başka türden toplantılar ve sendikal hareketin değişik yönlerine ilişkin mücadeleler ve çıkarılacak dersler daha derin anlamlara sahip olacaktır.

 

*** 
Sendikal alana ilişkin yayınladığımız makalelerle birlikte ele alınmasının ya

SENDİKAL HAREKETİN TARİHSEL SEYRİ İÇİNDE BİÇİMLENMESİ

Sendikalar, işçilerin işgüçlerini satmak için birbirleriyle giriştikleri rekabete son verip onları patrona karşı birleştirerek var oldular. O günden beri sendikaların, işçiler arasında rekabete son vererek onları sermayeye karşı birleştiren bir örgüt olma ön koşulu değişmiş değildir. Bugün de bir örgütlenmenin sendika adına layık olabilmesi için bu temel görevi yerine getirmeyi kendisine ana ilke edinmesi gerekir.

İşçiler arasında sendikaya giden ilk birlikler işyerleri düzeyinde oluşmuş, her işyerinde bir “sendika” örgütlenmiş; zamanla birçok işletmede (sanayi havzasında) çalışan işçiler aynı sendikanın, aynı sendika federasyonunun çatısı altında toplanmıştır. Giderek değişik iş kollarına göre ayrı sendikalar ortaya çıkmış, ulusal çapta federasyonlar, konfederasyonlar şeklinde birleşen sendikalar; nihayet uluslararası olarak da örgütlenmiştir. Kuruluşundan itibaren sınıfın mücadelesinin ilerlemesine bağlı olarak yeni işlevler kazanan sendikalar iki yüz yılı aşkın bir zamandan beri işçilerin en kitlesel, en yaygın ve sürekli sınıf örgütleri olmuşlardır.

Önce sanayi havzaları düzeyinde, sonra ulusal çapta birleşen sendikalar, sadece işçiler arasında rekabete son vermekle kalmamış; işçilerin daha iyi koşullarda çalışma ve daha iyi yaşamak için sermayeye karşı verdiği mücadeleyi, sömürünün ortadan kaldırılması mücadelesinin zeminini de genişletmişlerdir. Şu ve ya bu işçi bölüğünün değil, tüm sınıfın örgütü haline gelen sendikalar, “işçi sınıfının kapitalizme karşı örgütlenme merkezlerine” evrilerek, sermayeye karşı verilen mücadelenin merkezleri olma özelliği kazanmışlardır.

Sendikalar, sermaye ve onun örgütleriyle herhangi bir bağı (ekonomik, siyasi, ideolojik) olmayan bağımsız işçi örgütleri olarak biçimlenip gelişmiştir. İşçi aristokrasisi ve sermaye partilerinin, işçi sınıfını içinden bölme ve yedekleme faaliyetlerinin etkisiyle sendikaların sermaye partilerine yaklaşmaları, onların bu “sermayeden bağımsız olma” özelliğine zarar vermiş, sendikalar içindeki bölünmelerin ve çatışmaların dinamik etkenini oluşturmuştur.

19. yüzyılın ikinci yarısında, özellikle de son çeyreğinde, milyonlarca üyeyi çatıları altında örgütleyen sendikalar; “sermayeye karşı sınıfın örgütlenme ve mücadele merkezleri” olma özelliği de kazanmışlar; İkinci enternasyonal partilerinin kurulmasında önemli bir dayanak olmuşlardır. Sınıfın örgütleri olarak hızla büyüyen ve etkinliği artan sendikalar; sadece o anda çalışan, aktif işçilerin değil yaşlısıyla, genciyle, işsiziyle, kadını, erkeği ve çocuğuyla tüm işçi ailesini örgütleyen bir misyon kazanmıştır. Böylece sendikaların rolü genişleyerek, işçiler arasında rekabete son veren ve ekonomik talepler uğruna mücadele eden örgütlerden, işçi sınıfının sosyal, kültürel, ideolojik, hatta siyasi bakımından eğitimini kolaylaştıran ve katkı yapan örgütlere evrilmişlerdir.

Milyonlarca işçiyi bağrında toplayıp büyük güce sahip olan sendikaların, sermayeye karşı mücadele merkezleri olarak hareket etmeleri, sermaye ve partilerinin sendikalardaki faaliyetlerini daha etkin ve yıkıcı biçimde sürdürmelerine de yol açmıştır. Sermaye partilerinin işçiler arasındaki faaliyeti ve bu faaliyetin dayanağı olan işçi aristokrasisini kullanması sendikal hareket içinde değişik burjuva sendikacılık akımlarına zemin yaratmıştır. Sınıfın sendikal mücadelesi içinde Hıristiyan sendikacılık, değişik ülkelere göre milliyetçi sendikacılık akımları, bürokratik, reformcu sendikacılık gibi adlar altında sendikal odakların faaliyetleri de hiç eksik olmamıştır. Bu “sınıf dışı” (ama sınıfın içinde faaliyet gösteren) akımların her birinde; 19. Yüzyılın son çeyreği ve 20. yüzyılın başında, tekellerin büyüyüp istikrar kazanmasına paralel olarak, hızla büyüyen işçi aristokrasinin rolü birinci dereceden olmuştur. İşçi aristokrasisi dendiğinde daha çok reformcu işçi partileriyle de içli dışlı olan, işçi sınıfını kapitalizmin uysal köleleri haline getirmek isteyen sendikacılık akımı özellikle de 2. Enternasyonal partilerindeki kapitalizmle birleşme eğilimlerinin derecesiyle de güç kazanan “sınıf sendikacılığı” karşısındaki “ana akım”dan söz ediyoruz. Hıristiyan sendikacılık, milliyetçi sendikacılık akımları ve daha sonraki yıllarda ortaya çıkacak olan gangster sendikacılık, sarı sendikacılık, korsan sendikacılık, faşist sendikacılık, Amerikan sendikacılığı gibi odakların yaşaması ve yayılması, sermaye partilerinin ve patronların sendikal harekete müdahaleleriyle bağlantılı olduğu kadar, reformcu sendikacılığın yaydığı hayaller ve hayal kırıklıklarıyla sıkı biçimde bağlıdır.

20. yüzyılın başında işçi sınıfının uluslararası sendikal hareketi başlıca iki akıma bölünmüştü. Bunlardan birincisi, kapitalizmin ebediyen var olmasını esas alan, çalışma koşullarını iyileştirmekle sınırlı (gerçekte bu amaç bile laftadır ve tekelci kapitalizm çağında böyle bir iyileştirme için bile kapitalizmi hedef alma zorunluluğu vardır) bir mücadele veren reformcu, sınıf uzlaşmacı sendikacılıktı. İkinci akım ise, sömürüyü tümden kaldırmak; savaşsız ve sömürüsüz bir insanlık dünyası kurma stratejisiyle hareket eden, iktisadi mücadeledeki hattını da bu tutuma göre belirleyen sınıf sendikacılığı idi. Bütün diğer burjuva sendikacılık akımları bu iki ana akım arasındaki derin çatlakta varlık nedeni bulmuştur. Bu akımlar içinde Amerikan sendikacılığı, 2. Dünya Savaşı’ndan sonra, ABD’nin dünya hegemonyasına soyunmasına paralel olarak, reformcu sendikacılık merkezlerini de sarsıp yedekleyen, hatta onları çekip çeviren bir ana akım olarak sahneye çıkmıştır.

Reformcu sendikacılık merkezleri, işçi sınıfının 19. yüzyıl ve 20. yüzyılın ilk yarısındaki işçi sınıfı mücadelelerinin kazanımlarının duldasında bir işleve sahip gibi görünmüşler; bütün o kazanımları kendi uzlaşmacılıklarının, reformcu tutumlarının ve kapitalistlerin artık “vahşi sömürü”den vazgeçen bir olgunluğa erişmesinin eseri gibi gösterebilmişlerdir. 20. yüzyılın son çeyreğinden itibaren korunaksız kalan reformcu sendika merkezlerinin ipliği pazara çıkmış; işlevsiz ve etkisiz oldukları, patronlar ve hükümetler karşısında hiç bir gerçek itibara sahip olmadıkları ortaya çıkmıştır. Ve bu devasa sendikalar; hızla güç ve itibar yitimine uğradıkları bir sürece girmişlerdir.

 

TÜRKİYE’DE SENDİKAL MÜCADELENİN ANA ÇİZGİLERİ

Türkiye’de sendikalar, sendikal hareketteki büyük bölünmenin, Avrupa’nın reformcu sendika merkezlerini de arkasına alan Amerikan sendikacılığı ile Sovyetler Birliği sendikaları başta olmak üzere sınıf sendikacılığı çizgisindeki sendikaların en sert biçimde karşı karşıya geldiği bir dönemde kuruldular. Bu dönemde Amerikan sendikaları, ABD’nin dünya hegemonyası doğrultusunda sendikal hareketi biçimlendirmek üzere görevlendirilmişti ve Türkiye’de sendikaların 1925’te kapatılmasından, 1946’dan sonraki bir yıllık bir legalleşmeden sonra yeniden kapatılmasından sonra sendikalar 1950’lerin başında  (1952’de Türk-İş’in kurulmasıyla) yeniden yasal olarak kuruldular.

Türkiye’de sendikacılığın yerleştirilmesinin ve sendikal kültürün oluşturulmasının merkezi olacak olan Türk-İş, bir yandan Avrupa ama daha çok da Amerikan sendikacılarının, özellikle de İngiliz-Amerikan sendikacılığının yönlendirdiği bir sendikacılık merkezi olarak kurulmuştur. Öyle ki ’50-’60’lı yıllarda yüzlerce Türk-İş yöneticisi ABD’de “eğitilmiş”tir. Bu eğitimlerde CİA yöneticilerinin ve uzmanlarının aktif rol oynadığı, Amerikan sendikalarının bu dönemde Amerikan emperyalizmin dünya egemenliği stratejisi doğrultusunda, Türkiye ve öteki benzer ülkelerde sendikaları yönetip biçimlendirme göreviyle yükümlendirildiği herkesin malûmudur.

Türk-İş, Avrupa’daki öteki reformcu sendika merkezlerinden farklı olarak “siyaset üstü”, “siyaset dışı” sendikacılık anlayışını öne çıkarıp bir övünme vesilesi yapan bir anlayışla kurulmuştur. Bu radikal “siyaset dışı” anlayış; elbette gerçekte sadece işçi sınıfının siyasetine bulaşmama olarak gerçekleşmiştir. “Siyasetle uğraşmama”, “komünizme karşı olma”, “Amerika’nın dünyayı kurtaracağı” fikri ve “aşırı bir milliyetçilik” Türk-İş’in oluşmasında ana ideolojik malzeme olarak kullanılmıştır. Türk-İş’in ünlü “24 ilkesi”nin ruhu bu ideolojik yaklaşımdır.

Burada siyaset dışı olma, “işçi sınıfı siyaseti dışında” olma olarak kalmıştır. Çünkü CHP ve Demokrat Parti (DP)’nin işçi kollarının birleştirilmesi temelinde oluşturulan Türk-İş; bu partilerle ve sonraki yıllarda da büyük sermaye partileriyle içli dışlı olmuş, üst yöneticilerini bu partilerden milletvekili seçtirmiş, hatta cuntalara bakan verme Türk-İş’in geleneği olmuştur.

Türk-İş’e Amerikan sendikacılığının ve Avrupa’nın reformcu sendikalarının ilk öğrettiği şey, sendikal mücadeleyi “sendika yöneticileri”nin patronlar ve hükümetle diyaloguna, pazarlık yapmasına indirgemedir. 1961’de Anayasa’da grev hakkı tanınmış ve 1963’te grev yasası çıkarılmış olmasına karşın Türk-İş, “grev yapmayan sendika” olmayı bir övünç vesilesi yapmıştır. İşçilerin sendikal mücadelenin dışına itilmesi ve sendikal faaliyetin “sendikacıların işi”ne indirgenmesi, sendikal bürokrasinin sendikalardaki egemenliğini sürekli pekiştiren bir rol oynamıştır.

1967 ile 15-16 Haziran 1970 arasındaki dönemi bir yana bırakırsak; DİSK’in Türk-İş’ten ayrılan bazı sendikalar tarafından kurulmasına da denk gelen bu dönem, Türkiye’de işçilerin sendikal hareket içinde kendi inisiyatiflerini kullandıkları bir dönem olmamıştır. 1970’li yıllarda kimi işletmelerde ya da 1989 Bahar Eylemleri’nden 1991 Körfez Savaşı’na kadarki mücadele döneminde “işçi inisiyatifinin” öne çıktığı durumlar kısmen olmuşsa da sendikal hareketin seyrini belirleme bakımından son derece cılız kalmıştır. Bu yüzden 1952’de Türk-İş’in kuruluşundan başlayarak bugüne kadar, sendikacılığın ana çizgisi, “aktif sendikacı-pasif işçi yığınları” biçimindeki yaklaşım olmuştur. Burada “aktif sendikacı” ifadesindeki “olumluluk” gerçekte bir olumsuzluktur. Çünkü sendikacının aktifliği “genel olarak” (bazı sendikacıların patronlar karşısında işçi hakları için mücadele ettiği, bürokratik ilişkileri zorladığı elbette bir gerçektir) patrona karşı bir aktiflikten çok işçiyi patronunun isteklerine razı etmek biçiminde cereyan etmiştir.  Bu yaklaşım, bugün de sendikal hareketin en önemli sorunu olmaya devam etmektedir.

Esnek çalışmanın yaygınlaşması, taşeron çalışmanın sınırsız bir biçimde genişlemesi, mevcut sendikal yasaları ve “ILO normları”nı çok büyük ölçüde geçersiz hale getirmiştir. Üretimin zamana, mekâna (işyerinde, ülkede, uluslararası düzeyde) göre parçalanmasını esas alan esnek çalışma yöntemi, geleneksel sendikacılığı etkisizleştirmiştir. Üretim sürecindeki, giderek yaygınlaşıp derinleşen bu değişiklik, çalışma normlarının, ulusal ve uluslararası düzeyde yeniden biçimlendirilmesi için sermayenin uluslararası ve ulusal saldırısı, sendikal mücadelenin dersleri üstünden hareket edecek bir mücadeleyi gerektirmektedir. Bunun ön koşulu ise sermayenin saldırılarına karşı sınıfın bütün enerjisini harekete geçirebilecek ve dişe diş mücadele verecek yeni bir sendikacılık anlayışı ve bu anlayış temelinde sendikaların yeniden inşasıdır.

 

SENDİKALARDA DÖNÜŞÜM MÜCADELESİ

Aslında bu; ister Amerikan sendikacılığı, ister reformcu sendikacılık, ister milliyetçi, Hıristiyan, İslamcı, faşist, sarı sendikacılık; adına ne dersek diyelim uzlaşmacı, işçiyi sendikal mücadeleden dışlayan sendikacılık anlayışının temsilcileri de artık eskisi gibi bile gidemeyeceklerini, sonuçta çökeceklerini (şimdiden çöktüklerini) bilmektedirler. Ancak bu gidişata son vermek için gereken hareketi yapma, sendikaların mücadeleci sendikacılık hattına dönmesini de istememektedirler. Bunların bir kısmı; işlerine gelmediği için, çıkarlarını bu mevcut sendikal konumla (sendikaları geçim kaynağı ve bağlı oldukları siyasi mihraklar için bir dayanak olarak gördükleri için) birleştirdikleri ve bir dönüşüme karşı oldukları için var olan durumu benimsemektedir. Ki; bunlar aynı zamanda sınıf düşmanları olarak sendikalardaki dönüşüm mücadelesinin de dolaysız hedefidir. Diğer bazı sendikacılar ise, sorunları görmekte ama çözüm için ne yapılması gerektiği konusunda bir bilinç açıklığına sahip değillerdir. Ya da kimi sendikacılar, bir “çıkış yolu” üstünde kafa yorsalar da bunun nasıl olacağı konusunda başka arayış içindeki sendikacılar, ileri işçi, emekçi kesimleriyle bir düşünce ve mücadele ortaklığına sahip olmadıkları için hareketsizlerdir; hatta umutsuz ve karamsardırlar!

 

1-) Sendikal yapıda dönüşüm

Bu broşürün en başından beri iddia edildiği gibi amacı; sendikaların nasıl dönüşeceklerine, bunun için neler yapılmasının gerektiğine, bu dönüşümün dayanaklarına, mümkün olduğunca açıklık getirmek yükümlülüğündedir. Ancak dönüşümün dayanaklarını ve bunu için görevlerimizi iyi anlamak için; sendikalar dönüşümünün örgütsel yapıdaki karşılığı üstünde kısaca durmakta yarar olacaktır.

 

a)- Sendikaların örgütlenme yeri işyerleridir

Sendikalar sınıfın en geniş ve uzun mücadeleler içinde örgütsel olarak da dönüşüp yaptığı mücadeleyle uyumlu biçim kazanmış örgütler olarak, onların örgütlerinin yeri işyerleridir. Sendikaların üyeleri, işyerlerinde sorunlarını temsilci ya da sendikacılara devretmiş, ilgisiz bir yığın oluşturmazlar; en küçük ünitelerde dahi kurdukları temsilciler kurulları içinde ve çevresinde örgütlenerek, örgütlenmelerini temsilciler kurulları aracılığı ile işyerleri çapında merkezleştirirler. Bugün temsilcilikler vardır, baş temsilci vardır, oysa olması gereken kurullardır, kurullara karşı sorumlu başkanlıklardır ki bu, gerçek bir sendika örgütü olmanın zorunluluğudur. Kurullar olmadan, en kıyıda köşedeki ünitelerine kadar örgütlenmemiş sendika, bir yığın olarak kalmaktan kurtulamayacağı gibi, sorumluluklara dayanan örgütsel yaşantı ve bir sendika disiplininin oluşması da olanaksız olur. En geniş işçileri kapsayan örgütler olsalar da, sendikalarda gene de bir örgütsel yaşantı ve disiplinin olması zorunludur. Ve sendikal mücadelenin kendisi, eğer az çok uygun bir mücadeleyse, sadece ileri işçileri değil, genel olarak işçi yığınlarını da böyle örgütlülük ve disiplin için eğitir.

Sendika şubeleri, iş yerlerindeki örgütlü işçilerin birleşmesi ve belli bir alanda merkezileşmesinin bir ifadesinden başka bir şey değildir. Tabii ki, sendikaların iş kolu düzeyinde ve iş kolları arasında (federasyon, konfederasyon vs.), ulusal çapta merkezileşmesi bugün olduğu gibi, (demokrasiye dayandığı için üstelik daha güçlü bir şekilde) gelecekte de olacaktır. Esas olan, bu merkezleşmelerin, sınıftan kopmuş bürokratların kürsüleri değil, örgütlenmiş işçilerin değişik düzeylerdeki birliklerinin ifadesi, aracı ve hareketlerinin yönetim merkezleri olarak işlev görmelerinin sağlanmasıdır. Burada asıl gözden kaçırılmaması gereken; bütün bu yukarıda adı geçen örgütsel kademelerin (şube, merkez, federasyon, konfederasyon) adlarına yakışan bir sendika organı olmasının koşulu, işyerlerinde layıkıyla örgütlü olmalarına, en geniş işçi yığınlarının iradesini temsil ediyor olmalarına bağlıdır.

Bu elbette; sendikal hareketin en temel sorunlarından biri olan işçilerin sendikal hareketten dışlanmasının önlenmesinin de tek yoludur.

 

b)- Emekçi semtlerinde işçilerin örgütlenmesi

Sendikalar işyerlerinde sıkı bir biçimde örgütlenmiş olsalar ve sendika yönetimlerini ciddi bir biçimde denetliyor olsalar bile, özellikle bugünkü dünya ve ülke koşullarında, bu örgütsel yapı “tamamlanmak” zorundadır. Belirli işyeri ve sektörlerdeki işçilerin yoğun yaşadığı emekçi semtlerinde açılacak “işçi kültür dayanışma ev veya merkezleri” (adı başka da olabilir) sendikaların örgütlenmelerini tamamlayacak; işçinin işyeri dışındaki sosyal yaşamı ile işyerindeki mücadelesini birleştirecek örgütler olarak bir işleve sahip olacaklardır.  Bu ev veya merkezlerin örgütlenmesi, aynı sanayi bölgesinde (ve ya aynı OSB’de) örgütlenmiş değişik sektörlerden birkaç sendika şubesi tarafından ortak kurulup çalıştırılması mümkündür. Böyle değişik sendikaların şubelerinin farklı mesleklerden işçiler arasındaki birliğe ve emekçilerin sadece bir mesleğin değil, esas olarak bir sınıfın mensubu olarak düşünme ve hareket etmelerine hizmet bakımından böyle birlikler son derece önemli bir rol oynayabileceklerdir. Sanayiinin dağılımındaki değişiklikler, işçilerin uzunca zaman bir işyerinde çalışmalarının giderek daha da güçleşmesi (evinin daha uzun süre aynı kalması) ve işçilerin OSB ve büyük fabrikalar çevresindeki semtlerde toplanmayı hızlandırmaları, bu tür örgütlenmelerin olanak ve zorunluluklarını oldukça çoğaltmıştır.

Bunların, işçilerin iş yerlerindeki sendikal örgütlerini tamamlayıcı yönü olarak şunları belirtebiliriz:

*) İşyeri örgütü ve sendika yönetiminde sorumluluğu bulunmayan pek çok işçinin, semtlerde kendi yaşam ve eylemlerini örgütleme ve düzenlemede sorumluluk üstlenmesi, bu merkezlerin en önemli işlevlerinden biridir. Öte yandan, yapacağı sosyal, kültürel, eğitsel vs. işlerle, işçiler arasındaki canlı ilişkinin kesintisiz sürmesi ve sendika yöneticilerinin, bu örgütlerde birlikte çalışıyor olmaları ve onların bütün yaşamlarıyla işçilerin gözleri önünde olmak zorunda olmaları işçilerle sendikacılar arasındaki ilişkiye yeni bir boyut katacaktır. Dolayısıyla, işçiler bu merkez üstünden sendikal demokrasinin çeşitli yönlerine dair katılımlarını ve işçilerin yöneticilerini denetlemesinin koşullarını geniş şekilde elde tutmuş olacaklardır.

*) Aynı derecede önemli başka bir olanak da; işçilerin, düşünce ve eylemleriyle işyerlerindeki sorunların ötesine geçmesi ve halkın öteki tabakalarının önüne düşecek mevzileri tutmasının olanakları olağanüstü genişleyecektir. Emekçi semtlerindeki işsizlik, yoksulluk, çevre, konut, imar, kültür, eğitim, sağlık sorunları ve yaşlı-emekli, kadın, gençlik ve çocuklara dair sorunlar ve belediye ve hükümetlerin halk yaşamını etkileyen zam, vergi ve halk aleyhtarı yeni yasa vs girişimlerinin, semtlerdeki bu işçi kurumları ve işçilerin olduğu kadar, sendikaların da gündemine gelip oturması önlenemez bir şeydir.

*) Bu örgütlenmenin uygunluğu ile ilgili olarak, mücadele halindeki başka sektör ve bölge işçileriyle dayanışmanın kolaylaşması gibi başka kazanımlardan da söz edilebilir. Ama burada, bu örgütlenmenin sendika şubeleri ve yönetimleriyle örgütsel bağlarının nasıl olacağı daha önemlidir: Amaçlarına bakıldığında, bu kurumların, nispeten sendika şubelerine bağlı, nispeten de özerk olması gerektiği açıkça görülür. Bu yapının gerektirdiği ise; bu kurumların yönetimlerinin bir bölümünün (azınlığı), sendika şube yöneticileri ve temsilci kurulları tarafından, diğer bir bölümünün (çoğunluğu) bu kurumları ortak oluşturan sendika şubelerinin (ilgili alandaki-semt ya da semtlerdeki) üyelerinin seçmesiyle oluşturulması gerekir. Bunların mali giderlerinin bunları kuran şubelerce (sendikanın kasasından ya da oluşturulacak ayrı bir fondan) karşılanması zorunludur. Şube yönetimlerinin buralara katılımı ve buna karşın şube genel kurullarında bu kurumlara delegelik kontenjanları tanıması ise örgütlenme ve örgütsel demokrasinin mantığının bir gereğidir.

Sonuç olarak söylemek gerekirse; sendikaların temel ve ya esas örgütleri, öncelikle iş yerlerindeki örgütleri ve sonra, semtlerdeki onları tamamlayan (şubeler işçilerin yoğun olarak yaşadığı değişik semtlerde başka sektörlerden şubelerle birlikte bir değil, başka başka semtlerde birkaç tane bu tür örgütlenmeler yapabilirler, yapmalıdırlar.) örgütlenmeleridir.

 

c)- İşçilerin sendikaları denetlemesi ve elde tutmalarının yolu olarak sendikal demokrasi

Sendikal demokrasi, işçilerin sendikaları elde bulundurmalarının, her tür şer kuvvete karşı korumalarının koşuludur. Bu yüzden sendikal demokrasi özenle savunulmak durumundadır. Evet, bugün sendikal demokrasi adına, hemşehricilik, çetecilik, mafya yöntemleri, gurupçuluk, herhangi bir siyasi parti yandaşlığı, hükümet yandaşlığı, sahte oy kullandırma, sahte mahkeme kararını kullanma yoluyla sendikal demokrasin ihlal edilmesi sendikal demokrasiyi savunmayı geriye itmemelidir. Türk Metal (adı çıksa da) gibi, pek çok sendikanın sendikalarda işçiden habersiz, yönetimin “delege yazması”, Lastik-İş’te olduğu gibi muhalif işçilerin patronla işbirliği içinde işten atılması, seçimlerin mafya yöntemleriyle yaptırılması, bu sözde seçimlerin tüzüğe uydurulması, sendikal demokrasinin iğfal edilmesi gibi olaylar sendikal demokrasiyi savunma kararlılığını bozmamalıdır. Ancak sendikalarda demokrasinin yaşama ve gelişmesinin ilk koşulu; başta temsilciliklerin, tüm organların “görünüşte” değil de, gerçek seçimlerle oluşturulan ve yukarıda ortaya konulan biçimler içinde şekillenen örgütsel yapılar olmasıdır.

Elbette başka konularda olduğu gibi sendikalarda da demokrasinin en belirgin işaretlerinden birisi, sendikadaki tüm kademelere ve görevlere gelenlerin seçimle gelmesidir. Elbette seçim demokratik, işçilerin iradesini yansıtacak mekanizmalar üstünden yapıldığında yerli yerine oturur. Bu yüzden de işyerindeki temsilcileri (temsilci kurulları) seçiminden başlayarak, seçilenlerin nasıl bir mücadele hattının, sendikal mücadelenin ilerlemesi için nelerin yapılması gerektiğinin işçi iradesi olarak belirlendiği tartışmalar; bu tartışmalardan çıkan kararları hayata geçirecek olan yöneticilerin seçimi olarak cereyan etmek durumundadır. Ve elbette bu görevliler aynı zamanda; kendilerini seçen iradenin kendilerine yüklediği görevleri yerine getirmediğinde görevden alınacağını da bilerek kendilerini ortaya koymak durumundadır.

 

2-) Sendikal dönüşümün bugünkü dayanakları nelerdir?

Sendikal hareket nereden, nasıl gelişecektir; işçi sınıfının hiç olmazsa büyük işletmelerdeki ana kitlesinin sendikalarda örgütlenmesi, sendikaların ileri işçilerin sendikalarda etkin hale gelmesinin ve dönüşmesinin dinamikleri nerelerdedir? gibi soruların yanıtları bugün son derce önem kazanmış bulunmaktadır.

Yukarıda da belirtildi; sendika yöneticilerinin çok büyük bir çoğunluğu bugünkü gidişattan, sendikaların itildiği ataletten hoşnut değildir. Ama önemli bir bölümü, bu gidişattan çıkar sağlamayı tercih edip; hükmet ve sermaye güçleriyle işbirliği içinde sendikal faaliyet yürütmeyi asli işleri ilan etmiştir. Diğer bir bölüm sendikacı ise, mevcut durumun kabul edilmez olduğunun farkındadır ve bundan sıkıntı duymaktadırlar ama yaşantılarıyla, düşünceleriyle, duygularıyla büyük ölçüde sınıftan kopmuş olmaları nedeniyle karamsarlığa sürüklenmiş, daha iyi bir gelecekten, bu geleceğin yaratılmasında işçilerin ve sendikalarının önemli rolü olacağı konusundaki umutlarını yitirmişlerdir. Elbette azımsanmayacak bir sendikacı kesim ise, Bugün sendikalar içinde bulundukları durumdan nasıl kurtulur? sorusu ve bu sorunun yanıtına kulak kabartmaktadır. Ve bu yanıta inandıkları ölçüde de sendikal dönüşüme güç verecek bir çizgide bulunmaktadırlar.

Ancak bu broşür kapsamanda sözü edilen dinamizmin bir dayanağı Türkiye işçi sınıfının uzun yıllara yayılan mücadelesinin olumlu birikiminin bir yanı olan, sınıftan yana sendikacılarsa, asıl ve belirleyici dayanağı ise; bürokrasinin sermaye ve hükümetlerle işbirliği içindeki ihanetine karşın talepleri için mücadeleyi bırakmamış olan işçi yığınlarıdır. Bu mücadele bazen büyük ya da orta büyüklükte işletmede, bazen büyük hizmet kurumlarında bazen OSB içinde bir ya da birçok işletmeyi kapsayacak biçimde gelişmiş; çoğu zaman da bu mücadeleler gerek emek mücadelesi, gerekse ilerici demokrat güçlere yeni bir heyecan ve enerji veren bir biçimde gelişmiştir. Sendikalardaki özelleştirme, kapatılma, emekli olma, sendikal rekabet gibi nedenlerle ortaya çıkan üye kaybı, moral ve motivasyon olarak geriye düşüşlere karşın ve sendikalaşmak ya da başkaca talepleri için mücadeleye atılan işçileri arkadan hançerleyen sendikal bürokrasiye karşın işçiler, sendikalaşma mücadelesini hiç bırakmamışlardır. Her yıl onlarca işyerinin çok azı başarılı olmasına karşın, sendikalaşma mücadelesini işçiler hiç bırakmamışlardır. Ve bugün de yüzlerce, hatta binlerce işyerinde genç işçilerin sendikalaşmayı tartıştıklarını, bir gün sendikalaşmayı başarmak umudunu taşıdıklarını söylemek hiç de abartı olmaz.

İşçi sınıfı mücadelesinin bu birikiminin ifadesi olan olgular şunlardır:

 

a-) Dönüşümün dayanağı olarak işçi sınıfının yapısal değişiminin getirdiği dinamizm

Yarısı kayıt dışı olmak üzere, çalışma statüsü bakımdan sendikalaşabilir 13 milyona yakın işçi vardır Türkiye’de. Bundan 15 yıl önce bu sayının yarısı kadardı işçi sayısı. Bu işçilerin önemli bir bölümü, OSB’lerde toplanmıştır. Bu dönem boyunca esnek çalışmanın imkânlarını da kullanan patronlar ve hükümetler pek çok büyük işletmeyi parçalara ayırarak, pek çok işlerini taşeron ve yan sanayie aktararak işletmelerini “küçülttüler”se de; bunu yaparken her biri 35-100 bin arasında değişen işçinin çalıştığı fabrikaları OSB adını verdikleri ve Anadolu’nun pek çok yerine yayılan bir sanayi yapısının ortaya çıkmasını da engelleyememişlerdir. Aslında patronlar (elbette dünya ölçüsünde de) büyük işletmelerdeki üretim sürecini parçalayayım derken daha büyük işçi kitlelerini bir araya getirmişlerdir.

Yine son 15 yıl içinde Türkiye’de sanayiinin yapısında da önemli bir değişim yaşanmış; otomotiv ve demir-çelik sanayii, sanayiinin lokomotifi olarak tekstil, gıda gibi geleneksel sanayilerin önüne geçtiği gibi, “kamu işçisi”nin sınıf içindeki ağırlığı da azalmıştır. Bu değişim kuşkusuz işçi sınıfımızın proleter karakterini, mücadele kapasitesini ve etkinliğini, sendikaların bu özellikleri ne kadar kullanabildiğinden bağımsız olarak, artırıcı bir rol oynamıştır.

Bu genç işçi kesimi, büyük ölçüde köylerden hızla kentlere göçün beslediği, proleterleşme sürecinde bir yığındır ve yıllar geçtikçe işçi karakteri artmakta, hızla deneyim de kazanmaktadır. Yine bu genç işçi kuşağı, son 20 yıl içinde Kütlere yönelik savaşın baskısıyla ve genç Kürt nüfusun önemli bir bölümünü, sanayiinin sömürü çarkının dişleri arasına atmıştır. Dolayısıyla bu hızlı işçileşme, genç işçiler arasında Kürt nüfusun oranını yükseltmiş; Kürt sorunu sadece ülkenin nasıl bir demokratikleşme yolu izleyeceğinin ana etkeni olmasının da ötesinde, işçi enternasyonalizmini, işçi sınıfının birliğinin genel bir sorunu olmaktan çıkarıp sıcak gündem olarak sınıfın birliğinin, sendikaların birlik ve bütünlüğünün etkeni haline getirmiştir. Bu durum, işçi sınıfının Kürt-Türk, Alevi Sünni,… kökenden gelen işçilerin, tek bir sınıf olarak kaynaşması, bu kaynaşmanın önemi ve demokrasi mücadelesiyle işçi sınıfı mücadelesi arasındaki sıkı bağı da sınıfın gündeminin en ön sırasına taşımak için çok önemli bir fırsat yaratmıştır.

Ne var ki; işçi sınıfının son 15 yıldaki hızlı yapısal değişiminin oluşturduğu bu maddi temel sendikaların örgütlenmesi ve etkinliğinin artırılması için çok önemli bir dayanak oluşturduğu halde, sendikalar bundan yararlanamamıştır. Hatta bugünkü sefil duruma düşmelerini birçok sendikacı ve “uzman”, işçi sınıfının yapısındaki bu değişimi olumsuzlayarak, buradan işçi sınıfı ve onun tarihsel rolü hakkında kuşkular yaymak için fırsata dönüştürmeye, kendi yeteneksizliklerine ve uzlaşmacılıklarına dayanak yapmaya çalışmaktadırlar. Oysa gerçek olan,  sendikaların (sendika yöneticilerinin) işçi yığınlarının duygularıyla, talepleriyle bağını koparmış olmaları ve uzlaşmacı sendikacılığın alışkanlıklarıyla bu genç, dinamik ama aynı ölçüde deneyimsiz, taleplerini hızla gerçekleştirmek isteyen işçi yığınlarını örgütleme yeteneğini gösterememiş olmalarıdır.

Bu broşürün amacı açısından şunu söyleyebiliriz ki; bugün işçi sınıfımız, kitleselliği, gençliği, Kürt, Türk her milliyetten halk kesimlerinden gelmesi ve bütün ulusal, dinsel, mezhepsel ayırımları aşarak birleştirecek özellikleriyle aynı zamanda ülkenin geleceğinin nasıl olacağını belirleyecek bir sınıf olarak da  kendisini ortaya koymaktadır. En azından şimdilik nesnel bakımdan!

Bu ise; sendikal hareketin ve sendikaların dönüşümü bakımından son derce gerçek ve dinamik bir zemindir.

 

b-) Dönüşümün dayanağı olarak sendikal platformlar

1989 Bahar Eylemleri’ne gelen süreçte kurulan ve sonraki yıllarda mücadelenin yüksek seyrettiği dönemlerde daha da hareketlenip bileşimi genişleyen “Şubeler ve temsilciler platformları”, “Sendikalar birliği” gibi oluşumlar sendikal mücadelede önemli bir rol oynamışlardır. Sermayenin saldırılarına karşı mücadelenin olduğu kadar, sendikal hareketin gelişmesi, genişlemesi, sendikaların büyümesi, aynı zamanda bürokrasiden arınarak gerçek işçi sendikaları olarak dönüşümleri için de bu platformlar önemli dayanaklardır ve bugünden sonra da bu işlevlerinin daha da artabileceği ortadadır. Ama aynı zamanda bu platform ve oluşumların; sermayeye karşı mücadeleci bir çizgiyi ve sendikaların dönüşümü ile ilgili yükümlülüklerini kabullenmedikleri ve gerekenlerini kararlılıkla yerine getirmedikleri takdirde, varacakları hiçbir yer yoktur. Dolayısıyla şube ve temsilciler platformları, sendikalar birliği oluşumları ve buralardaki ileri sınıf güçleri; sendikal örgütlenmenin gelişmesi, sendikaların dönüşümü ve bürokrasiden arınması görevlerini üstlenmek, mevzilerini ve eylem çizgilerini yenilemek ve her tür bürokratik baskı ve manevralara karşı daha uyanık ve kararlı bir tutumla hareket etmek zorundadır.

Sendika şubeleri ve temsilciler platformlarının dünden bugüne gelen konumlarına bakıldığında, işçilerin sermayeye karşı mücadeleleri ve sendikalarda örgütlenme girişimlerinin genişlemesi ve sendikaların gerçek anlamda dönüşümleri, platformların üretim ve hizmet birimlerinde örgütlenmeleri üstünde yükselmesi açısından birinci planda önem taşıdıkları açıkça görülebilir.

Burada sendikaların merkez yönetimlerinin, sınıftan yana sendikacıların ağırlıkta olması ya da birer birer de olsa şu ya da bu sendikanın merkez yönetiminde bulunmalarının çok önemli olduğu açıktır. Çünkü bir yönetim içinde bir kişinin bile sınıftan yana tutum takınması sınıf aleyhine yapılacak komploları ve alınacak sınıf düşmanı kararları engelleyeceği gibi, bürokrasinin kirli çamaşırlarını dökmek bakımından da önemlidir. Sadece sendikaların merkez yönetimleri değil, konfederasyonların “başkanlar kurulları”, “danışma kurulları” gibi oluşumlarda bir kişinin bile sınıfın gözü kulağı, iradesi gibi davranması elbette platformlar, şubeler ve temsilciliklerdeki ileri işçi ve sendikacılar için çok önemli dayanaktır.

Şunu artık, sendikal hareketi az çok izleyen herkes bilmektedir ki; mevcut sendikalar, ortak bir yol izlemek, iş birliği yaparak işçi hareketinin gelişmesini teşvik edecek bir çizgiye gelmek ve aynı şekilde, işçilerin sendikalarda örgütlenmesini sağlayacak bir tutumla hareket etmek zorundadırlar. Eğer sendikalar bu görevlerini üstlenmezse; bu sendikalara bağlı işletmelerdeki ileri işçi ve temsilciler, sınıftan yana şubeler ve oluşturdukları platformlar, sendikaları bu çizgiye çekecek ve giderek onları dönüştürecek bir çizgi üzerinde hareket edemezlerse; mevcut sendikalar durumlarını bile koruyamayacaklardır. Sendikalar bu dönüşümü sağlayamazsa pek çok dolambaçtan geçerek ve büyük sıkıntılar yaratarak da olsa, hareketi örgütleyecek yeni güçlerin ve yeni sendikaların ortaya çıkması kaçınılmaz olacaktır. Çünkü işçi sınıfı mücadelesi her zaman küllerinden doğmayı başarmıştır.

 

c-) Sendikal hareketin taze kanı olarak Organize Sanayi Bölgeleri’ndeki işçi mücadelesi

Sendikal hareketin gelişmesinin en önemli ve özgün alanlarından birisi de OSB’lerde ve yeni sanayi havzalarındaki genç işçilerin mücadelesidir. Son on yıl içinde pek çok OSB’deki onlarca işyerindeki direnişler, en son Dega ve Çemen direnişi ve grevi göstermiştir ki, organize sanayi sitelerindeki işyerlerinin tek tek örgütlenmesi ve kendilerini tek tek kabul ettirmeleri çok zordur. Hangi konfederasyon ve sendikaya bağlı olursa olsun, organize sanayi sitelerinde sendika ve sendika şubelerinin iş birliği ile mümkün olan sayıda büyük işletmenin işçilerinin ve küçük iş yerlerindeki genç işçilerin (gençlik olarak) örgütlenmesi site çapında ortak bir direnişle ortaya çıkmak, başarı için neredeyse zorunlu bir koşul haline gelmiştir. Bu site ve havzalarda, patronlar dişlerinden tırnaklarına örgütlüdürler. OSB yönetimleri bütün site çapında, yerine göre mücadeleci işçileri kara listelere alarak, yerine göre işçi ile karşı karşıya gelen patronu mali olarak destekleyerek (sendikayı patronun kabul etmesini engelleyerek) “büyük patron” gibi hareket etmektedir. Bu durum işçilerin de “büyük patrona” karşı site çapında bir örgütlenme yaparak başlıca işletmelerde birlik ve dayanışma içinde davranmalarını zorunlu hale getirmektedir.

Bu tür OSB’lerde toplu direnişlerin sunacağı avantaj ve başarı olanaklarını kullanmak son derece önemlidir. Ve OSB’lerde örgütlenmek isteyen sendikalar da tüm siteyi örgütleyecek bir stratejiyle hareket etmek durumundadırlar. 2010’un başında gerçekleşen ve 74 gün militan bir grev yapan Çemen Tekstil işçileri, aslında nasıl bir mücadele yürütüleceğini ve sadece patronu değil, emniyeti, idareyi, hatta sendika bürokrasisini de yenecek kadar örgütlü olmak gerektiğini çok açık biçimde göstermiştir. Nitekim mücadelenin sendika tarafından satılması da ileri işçilerin tasfiye dilmesiyle mümkün hale gelebilmiştir. Eğer ki, OSB çapında bir örgütlenme olabilseydi; hiç olmazsa başlıca tekstil fabrikalarından işçiler bu grevi az çok destekleyen işçi kesimleri ile daha ileriden bir birlik oluşturulabilseydi mücadelenin sonucu da farklı olabilirdi.

 

d)- Sendikal dönüşümde büyük fabrika ve iş yerlerinin önemi

Kimileri OSB’lerin içinde olan kimileri ise değişik alanlara dağılmış olan birkaç binden, sekiz bine kadar işçinin çalıştığı büyük işletmeler elbette sendikal mücadelenin ve sendikaların yeniden yapılanmasında son derece önemli dayanaklarıdır. Çünkü bu işletmeler Türkiye’nin işçi sınıfının sendikal mücadelesinin olumsuz birikimini olduğu kadar olumlu birikimini de taşımakta olup; bu büyük işletmelerde bir hareketlenme tüm diğer işletmelerde yayılıp genişleme özelliğine sahiptir.

Renault, TOFAŞ, Ford, Pektim, TÜPRAŞ, Mercedes, Arçelik-Beko, İsdemir, Erdemir, Kardemir, Şişe Cam Sanayi, bunlara eklenecek 1-5 bin kişinin çalıştığı onlarca tekstil fabrikası, lastik fabrikaları, Zonguldak, Soma gibi maden işletmeleri, THY, BOTAŞ, İSKİ, ASKİ, İZSU gibi başlıca sanayi ve hizmet merkezlerinde sendikal hareketin az çok ayağa kalkması, kuşkusuz Türkiye’de işçi-emekçi mücadelesinin dönüşümü için belirleyici önemde olacaktır. Bu tür kimi işletmelerin bazılarında Türk Metal, Tes-İş, Çelik-İş, Lastik-İş, Teksif gibi işçi mücadelesinde en geriden gelen, hatta işçiden çok patronun isteklerini gözeten bir çizgi izleyen yönetimleri, işçilere göz açtırmamak için patronla, hükümetle, istihbaratla işbirliği dahil her yola başvurmaktadırlar. Ancak bunlara rağmen bu işletmelerde işçiler, fırsat bulduklarında harekete geçmekten geri kalmamaktadırlar. 1998’de otomotiv ve çelik işçilerinin Türk-Metal yönetimine karşı giriştiği büyük eylem, geçen yıl ve bu yılın başlarında Kocaeli lastik işçilerinin Lastik-İş yönetimine karşı başkaldırıları, “kriz önlemleri” adına işçi atılması ve işçi haklarına yönelik saldırılara karşı, sendikalarla patronların ortak hareket ettiğinde Renault, Tofaş, ERDEMİR ve İSDEMİR’deki eylemler, sendikal bürokrasinin işçilerin üstündeki hâkimiyetlerinin sanıldığı kadar mutlak olmadığını göstermektedir. Daha da önemlisi bunlar ve sayısız daha küçük çaptaki eylemler, büyük işyerlerinde de sendikal dönüşüme dayanak olacak çok önemli bir birikimin oluştuğunu göstermektedir.

 

e-) Sendikal dönüşümün önemli bir müttefiki olarak kamu emekçilerinin mücadelesi

Kamusal hizmetlerin özelleştirilmesi ve ticarileştirmesine de paralel olarak kamu emekçileri, bir yandan hızla işçileşme süreci yaşar ve sosyal bakımdan işçi sınıfına yakınlaşırken öte yandan sendikal alanda da bürokratlaşma, hükümetin baskıları, yandaşı sendikaların güçlenmesi, sendikaları ırkçı, şoven müdahalelerle karşı karşıya bırakmıştı. Ancak bu saldırılara karşı kamu emekçileri ve özellikle KESK’in de etkisiyle sıkça grevlere, direnişlere başvurarak; aynı zamanda sendikal platformlarda gündemlere müdahale ederek (son 2009, 25 Kasım grevi, son yıllardaki çok sayıda eylemler, iş bırakmalar, lokal ve genel eylemlerde de açıkça görüldü bu) ve sınıf işbirlikçisi sendikacılara karşı bir mücadele içindedirler. Bu durum sendikal dönüşüm, sendikaların yeniden yapılandırılmasını kamu emekçileri sendikalarında da birinci gündem haline getirmektedir. Ama öte yandan kamu emekçileri sendikaları, bu sürece müdahale etme, işçi sendikalarındaki ileri güçlerle kamu emekçileri sendikalarındaki ileri güçlerin yakınlaşıp birleşmesi, genel olarak sendikal hareketin yeniden inşası süreci bakımında da çok önemli bir dayanak oluşturmaktadır. Başka bir söyleyişle kamu emekçileri sendikaları alanı; bir yandan işçi sendikaları gibi sendikal dönüşüm mücadelesinin bir alanıyken aynı zamanda işçi sınıfının sendikal alandaki mücadelesinin ileri güçlerinin de en yakın müttefikidir.

 

3-) Sendikaların Mali Durumunda Ve Sendikacıların Yaşamında Tam Aleniyet!

Sendikalarda dönüşümün diğer bir alanını ise; sendikaların mali bakımdan işçiler tarafından denetlenebilir olması, sendikacıların yaşamlarının işçilerin gözü önünde olması, sendikacıların ücretlerinin ve öteki harcamalarının alenileşmesi gibi sendika ile geniş işçi yığınları arasındaki kopukluğun giderilmesi sorunları oluşturmaktadır.

Bu açıdan bakıldığında sendikal bir dönüşüm için şunlar önemlidir:

 

a-) Sendika kasalarının denetimi

Sendika aidatları, gelir ve harcamalar, bugün genel merkezler ve konfederasyon merkezlerinin elinde toplanmış, mali yönetim adeta tekelleşmiştir. Bu mali güç üstündeki tam denetim merkezlere; şubelere, temsilciliklere boyun eğdirmenin, ya da onları baştan çıkarmanın (delegeleri otellerde ağırlamak, istediklerinde de şubelerin artı harcamalar yapmasına göz yummak) bir aracı olarak kullanma imkânı sağlamaktadır. Bu sürecin tersine döndürülmesi, örneğin aidatların şubelerde toplanması ve harcamaların nerelere yapılacağına şubelerin karar vermesi sendikalarda bürokratik işleyişi engellemenin başlıca imkânlarından biridir. Dolayısıyla aidat gelirlerini toplama ve harcama yetkisinin bir kural olarak şubelerde toplanması; gelirlerin çoğunluğunun şubelerde (genel merkezlerin hesapları bilme, takip etme, gerektiğinde uyarı hakkı, hatta görevi kuşkusuz olacaktır) kalması; geri kalanının ise, sendika merkezlerine aktarılması önemlidir. Grev ve direnişler gündeme geldiği ve ihtiyaç olduğunda ise, konfederasyon ve genel merkezlere, şubelerde toplanmış mali olanakları grev ve dayanışma fonu olarak “kullanma” imkanının tanınması da çok önemlidir. Bugün yasalar böyle bir şeye imkan tanımamakta ama sendika üst yöneticilerinin çoğu da bundan pek rahatsız olmamaktadır. Ne var ki, bu kısıtlı koşullarda bile sendikaların imkânlarının grev ve direniş fonu olarak kullanmasının iyi örnekleri de yok değildir. Ne var ki bu örneklerin sayısı azdır ve genel yaklaşım, merkezlerin sendika kasaları üstündeki tam denetimleridir. Ve bu denetim sendika imkânlarının kişisel ve çevresel çıkarlar doğrultusunda istismarı biçiminde ortaya çıkmaktadır. Nitekim son on yılda irili ufaklı birçok sendikada “yolsuzluklar” nedeniyle pek çok “olağanüstü genel kurul” yapılmış, bazı yöneticiler görevlerinden alınmıştır ama yolsuzlukların ortadan kalktığına dair işçilerin ikna olduğu söylenemez. Sendikalarda yetkinin ve denetimin alttan yukarı doğru merkezileşmesi, istismarı kolaylaştırmakta, alt örgütler üst örgütlere boyun eğmeye zorlanmaktadır. Oysa tam tersi olanı daha demokratiktir. Her kademenin önemli mali karar ve harcamalarında, yetkisini bir alt kademeyle; örneğin konfederasyonların sendika başkanlar kuruluyla, genel merkezlerin şube yönetimleri, şubelerin ise, temsilci kurullarıyla paylaşması ve her yönetici kurulun, her harcamasını mümkünse uygulamadan önce ilgili işçi kamuoyuna açarak yapması doğru olanıdır. Bürokrasinin gücünün kırılması ve demokrasinin teşvik edilmesinin yolu buradan geçmektedir.

 

b-) Sendikacı ücretleri sendikal bürokrasinin ana dayanağı durumuna gelmiştir

Çok az sayıdaki sendika dışında, yöneticilerinin ne kadar ücret aldığını pek bilen yoktur. 30 bin TL, hatta 60 bin TL aylık ücret alan sendikacıların sendika ve konfederasyon yöneticilerinin olduğu, bazı sendikacıların dört yıllık kıdem tazminatlarının (hizmet ödeneği de deniyor) 350-400 bin TL’yi bulduğu başka sendikacılarca söyleniyor. Örneğin 6 bin 500 üyesi olan bir sendikanın başkanı 20 bin TL net aylık ücret almaktadır sendikadan. Yine pek çok sendika üst yöneticisinin ücretlerinin yanı sıra edindikleri mal-mülkün değme kapitalistlerin varlıklarını aştığı da zaman zaman ve elbette işlerine gelindiğinde, sermaye basınına bile düşüyor. Bazı sendikaların, profesyonel sendikacıların ücret ve kıdem tazminatları ödemeleri nedeniyle beş parasız kaldıkları belirtiliyor.

Yine pek çok sendikalar; grev ve direnişler ya da örgütlenme faaliyetleri için tek kuruş harcamadıkları halde, gelirler giderlerin altında kalmakta, ellerindeki malı mülkü satıp profesyonel sendikacılara ücret ve tazminat ödemeyi başlıca kaygı edinmişlerdir. Çoğu sendikacı yüksek ücretlerle dahi yetinmiyor; asla yapmadığı örgütlenme gideri, harcırah vs. diyerek kılıfına uydurup sendika bütçelerini adeta yağmalıyorlar. Sendikaların bütçelerini denkleştirmek, bu tür giderleri azaltmak için buldukları çözüm ise, bazı şubeleri kapatarak şubelerdeki profesyonel sendikacı sayısını azaltmak olmuştur! Sendikaların işçiye daha yakın olmaları ve daha çok çalışmanın gerektiği bir zamanda!

Uzunca bir zamandan beri, sendika üst yönetimleri, böyle giderse, sendikaların giderek ücretleri bile ödeyemez hale geleceklerini bildikleri için olacak; vakıflar kurup sendikanın birikimini vakfa aktararak, kendilerini de “ebediyen yüksek gelirle vakıf yöneticisi” yapacak “önlemler” almışlardır. Böylece pek çok sendikacı kendilerini hem vakıftan hem sendikadan maaş alan çift maaşlı sendika yöneticileri durumuna getirmişlerdir.

Bu yağmanın önlenmesinin gerçekçi yolu ise, sendikal örgütlenmenin yukarıda sözü edilen şekillenişinin, işçilerin denetim olanaklarını büyük çapta genişletmesiyken, bir başka önlem de, sendikacı ücretlerinin hiç olmazsa ilgili sektörde en yüksek ücreti alan kalifiye işçinin ücretiyle sınırlamaktır. Mali gücün şubeler elinde toplandığı; bunu için de aidatların şubelerin kasasında toplandığı ve merkezlere ihtiyacı kadar bir bütçe ayrılan bir mali yapı değişimi sendikal dönüşüm için son derece önemli olacaktır. Bu önlemler alındığında, sendikal bürokrasinin elindeki silahların en önemlilerinin alınacağı gibi, sendikalardaki bürokratlaşma da hiç olmazsa mali yönüyle frenlenmiş olacaktır. Dahası harcamalarda aleniyet, kılıfına uydurmaya izin vermeyen belgeleme ve her kademe (şube, genel merkez, konfederasyon) mali raporlarının, ilgili işçi kitlesine genel kurullar ve delege seçimlerinden önce sunulmasını değişmez bir yasa olarak hayata geçirme… gibi önlemler; işçilerin sendikalara ve sendikal yaşama ilgisini artıracağı gibi, özgüvenle, girişkenlikle hareket etme, haklarını kullanma, yöneticileri denetleme ve aday olma gibi konularda işçilerin cesaretini artırıcı olacaktır.

Sendikal dönüşümde ilk adımlardan birisinin de profesyonel sendikacıların maaşları, aldıkları (alacakları) tazminat ve hizmet ödeneklerinin alenileştirilmesi olmak durumundadır.

 

DÖNÜŞÜMÜN ÖNEMLİ BİR SORUNU; SENDİKAL PARÇALANMIŞLIK VE SENDİKALAR ARASI REKABET!

Sendikal parçalanmışlık ve rekabet, bugün sendikal hareketin en önemli zaaflarındandır dersek herhalde gerçeği ifade etmiş oluruz.

Mevcut sendika ve konfederasyon yöneticileri çoğunluğunun, hareketi ve sendikaları birleştirme diye bir dertlerinin olmadığı ise diğer acı bir gerçektir. Tam tersine, konfederasyonlar ve aynı işkolundaki sendikalar, bu sendikal rekabeti ve parçalanmışlığı derinleştirerek kendilerine varlık nedeni yaratmayı adeta temel strateji edinmişlerdir. Türkiye’deki işçilerin sadece yüzde 6’sının sendikalarda örgütlü olduğu ve milyonlarca işçi sendikalaşabilir olduğu halde, bunları değil de bir avuç sendikalı işçiyi ayartıp o sendikadan bu sendikaya geçirmek, birçok sendika ve sendika yöneticisi (hatta bazı konfederasyonlar) için başlıca sendikal çalmadır! Bu amaçla hükümetle, yerel yöneticilerle aşağılık işbirlikleri ve uzlaşmalar yapılmakta; patronlarla düşülüp kalkılmakta, şoven milliyetçi odaklarla, kontra güçlerle, emniyet ve valilerle oyunlar tezgâhlanmakta, toplu sözleşmeler satılmakta; sarı, gangster sendikacılığın en iğrenç yöntemlerinden bile kaçınılmamaktadır. Bu, işçiler arasında rekabete son vermek için tarih sahnesine çıkan sendikaların, en ilk ve en eski ilkesini de reddeden anlayış; son yıllarda “hükümetin arka bahçesi”, hatta “ön bahçesi” olan sendikalar yerel ve merkezi yönetimin açık desteği ile örgütlenmektedir.

Oysa sendikalar arasında, işçiler ve işçi hareketinden yana birlik ve dayanışmaya büyük ihtiyaç vardır. Ve bu birlik ve dayanışma ancak, iş yerleri ve şubelerdeki ileri güçler, gerekse örgütsüz ama örgütlenme çalışması yapılan işletmelerde oluşan bilinçli işçi ve sendikacı kitlesinin ısrarlı bir birlik ve ortak mücadele tutumuyla gerçekleşebilir. Bugün ileri her işçinin, temsilcinin, şube ve şubeler platformunun, örgütsüz işçilerin örgütlenmesine yardım için, sendika ve konfederasyon farkı gözetmeksizin dayanışma ve iş birliğinin bir militanı ve odağı olarak hareket etmesi, işçi hareketinin ve sendikaların en önemli ihtiyaçlarından biridir.

Kısacası, değişik sendika ve konfederasyonlara bağlı şubelerdeki mücadeleci güçler, bulundukları alanlarda örgütlenmek isteyen işçiler, genel merkez istemese dahi, dayanışma ve işbirliği halinde çalışmak zorundadırlar. Burada ilke; sendika şubeleri arası işbirliği ve dayanışma ile örgütlenmeye çalışılan iş yerlerindeki işçilerin çoğunluğunun eğilim gösterdiği şubenin örgütlenmesini, diğer şubelerin de desteklemesidir. Aynı iş kolundaki merkezi sendika ve konfederasyonların da bu anlayışla hareket etme ve karşılıklı destek politikası izlemeye zorlanması, bu tutumun kararlıca sürdürülmesi için şubelerin ve temsilcilerin elbette çok sağlam durması gerekir. Ki, kısımcılık, dar, “bizim sendika” anlayışı yıkılabilsin!

Dahası bu parçalanmışlık ve rekabet aşılamazsa; sendika, konfederasyon hatta işkolu farkı gözetmeden, tüm sınıf güçleri olarak birleşerek ortak bir hedefe yürünmediği, toplu direnişlerin örgütlenmediği durumlarda çok zor örgütlenecek olan OSB’lerin örgütlenmesi son derece güç olacaktır.

 

İŞÇİ SINIFININ ETNİK YAPISI, SENDİKAL DÖNÜŞÜM İÇİN BİR AVANTAJA DÖNÜŞTÜRÜLEBİLİR

Türkiye işçi sınıfı, ezen ezilen ulus ve mezheplerden gelen işçilerden oluşan bir sınıftır. İşçiler arasındaki milliyetçi, dinci ve memleketçi etkilenmeler, işçi sınıfı hareketinin gelişmesine büyük zararlar vermektedir. Sendikal bürokrasi, patronlar ve sermaye partileri bu farklılıkları da istismar etmekte, işçileri birbirine karşı kışkırtarak, kendi saflarını güçlendirmek için kullanmaktadırlar. Örneğin eğer sendikacı Türk kökenli, muhalefeti de Kürt kökenli ise, (ya da biri Alevi öteki Sünni ise) daha baştan Türk kökenli işçileri kendisine, Kürt kökenlileri de karşı tarafa saymaktadır. Bu rekabet ve istismarcılık seçimden sonra da sürmekte; siyasi partilerin karşı karşıya gelmesi, farklı milliyetlerden işçiler arasında sürüp gitmektedir. Özellikle de son on beş yirmi yıldan beri bu farklılıkların istismarı artmış bulunmaktadır. Oysa şu bir gerçektir ki; patronlar sömürürken ne hemşehri, ne akraba-aşiret, ne mezhep ne de farklı ulustan,.. ne şu ne bu partinin taraftarı olup olmadığına bakmamaktadır. Onun gözünde işçi sömüreceği bir işgücü deposudur ve mümkün olduğu kadar çabuk biçimde o işgücünü harekete geçirmeye bakmaktadır.

İşçi sınıfının içinde Kürt-Türk, Alevi-Sünni ya da öteki azınlık din ve milliyetlerin varlığı bir gerçektir. Ne var ki sınıf içinde bu değişik kesimlerden gelen işçilerin sayısal bakımdan neye karşılık geldiği bilinmemektedir. Bu konuda; devlet herkesi “Türk ve Sünni” kabul ettiği için, ciddi bir veri yoktur. Hatta şunu söyleyebiliriz ki; batıya Kürt göçünün devasa boyutlara varması ve nispeten daha yoksul olan Alevi köylülerin daha büyük oranda kentlere göç etmek zorunda kalması gibi nedenler göz önüne alındığında genç işçiler içinde, OSB’lerde Kürt işçilerin oranı giderek yükselmektedir. Yine Alevi işçilerin oranının da son yıllarda yükseldiğini söylemek bir kehanet sayılmaz. Elbette işçi sınıfının bir sınıf olarak örgütlenmesinin şartı, her tür ulus, her din-mezhep ya da başka türden farklılıkları aşan; sınıfın çıkarları üstünden bir birlik oluşturmasıdır. Ne var ki sendikacılar; tıpkı devlet gibi bu farklılıkları istismar etmekte ama; örneğin Kürt sorununun demokratik çözümünden, halkların, işçilerin kardeşleşmesinden söz edildiğinde, sendikaların bu sorunların çözümünde taraf, müdahil olması gerektiği söylendiğinde; “Tabanda Türk işçi, Arap işçi de var; nasıl Kürt sorununda taraf olalım” diyen en geri tutumu almaktadırlar.

Bugün sendikaların Kürt sorunu gibi ülkeni en önemli sorunu karşısında, en geride duran bir pozisyonda olmaları; sendikal bürokrasinin çıkarı ile devletin arasındaki yakınlığın belirleyici olduğunu söylemek gerek. Sendikalar bu farklılığı görerek, işçi enternasyonalizmi doğrultusunda her ulus ve her din ve mezhepten (din, dil, ırk, milliyet, hemşehrilik, aşiret vb) işçilerin birliğini savunur. Eğer sendikalar işçileri, kendi sınıf çıkarları etrafında birleştirip harekete geçirebilirse, kuşkusuz ki mücadelenin ve sendikaların sorunları azalacak, sendikanın gücü artacak; işçilerin kendi sendikalarına sahip çıkıp mücadeleye daha aktif katılımının zemini olağanüstü genişleyecektir. Bu da sendikalarda dönüşümün en önemli dayanağı olacaktır. Bu yüzdendir ki; işçi sınıfının farklı din-mezhep ve uluslardan gelen işçilerden oluşması ilk bakışta bir “sorun” olarak görünse de, orta ve uzun vadede enternasyonalizm düşüncesini güçlendirmektedir. Sınıf kardeşliği fikrinin gelişmesi; işçi sınıfının demokrasi mücadelesine müdahalesi için de doğrudan, sınıfın birliğinin de bir ihtiyacı olarak sendikaların gündemine girmektedir. Bu da işçi sınıfını, ülke sorunlarının çözümü bakımından öteki sınıfların ve geniş halk yığınlarının gözünde de bir seçenek haline getirecektir.

Bugünkü koşullar göz önüne alındığında işçi sınıfının, örneğin Kürt sorununun çözümüne doğrudan müdahil olması, Türkiye’de işçilerin, halkların kardeşleşmesini ilerletecek en önemli dayanağı olacağı gibi, aynı zamanda sendikaların da hem kamuoyunda hem de sermaye güçleri karşısında itibarını yükseltecektir.

Ancak bunun için sendikaların ve tabii sınıfın kendisinin Kürt sorununun demokratik çözümünde aktif olması, işyerlerinden başlayarak işçilerin birlik ve dayanışmasını sağlamak ve işçi sınıfı enternasyonalizmi ışığında, Türk ve Kürt işçilerinin birliği için çalışması gerekmektedir.

Elbette, işçilerin birliği tüm bu ulusal, dinsel bölünmeleri geride bırakan bir birlik olduğu ve sınıfsal birliğin, ezilen ulus ve mezheplerin özgürlüğünü tanıma ve karşılıklı saygı ile derinleşebileceği bir gerçektir. Burada farklı milletlerden ve din-mezheplerden işçilerin sınıf kardeşliği, ortak mücadelesi ve örgütlenmesi tayin edici önemdedir.

 

***

Yukarıda, sendikal mücadelenin kısa özetinden ve ortaya konan yaklaşımdan da açıkça anlaşılmaktadır ki; sendikaların en temel sorunlarından birisi, geniş emekçi yığınların sendikal mücadeleden dışlanması ve sendikacılığı sendikacıların patronları ikna etme gücüne indirgenmesi (bürokratik sendikacılık) anlayışı ise öteki de; sendikal mücadele sendikaların işçiler arasında tartışılmasının, işçilerin gidişata müdahale etmesinin önlenmesidir. Öyle olunca da sorunları ve çözümleri üstünde fikir ve eylem birliği yapamayan işçiler ve sınıftan yana sendikacılar; sadece basit yakınıcılar durumuna düşmektedir.

Sendikalarda bir dönüşümün başlangıç noktası; elbette ki, sendikal hareketin sorunları ve bu sorunların aşılmasının yolunun, geniş işçi yığınları içinde tartışmaya açılması; ileri işçi kesimleri ve sınıftan yana sendikacılardan başlayarak bu çıkış yolu üstünde bir eylem birliğini sağlamaktır.

Sendikal konferanslar, işçi kurultayları, sendikaların her kademedeki (delege, temsilci, şube, genel merkez, konfederasyon) seçim ve kongreleri, her türden işçilerin katıldığı etkinlikleri bu amaçla değerlendirmek; sendikalarda dönüşümün ilerlemesi için kararların alındığı faaliyetlere dönüştürmek son derece önem kazanmıştır.

Bu broşür ve ortaya konan yaklaşım, sendikal hareketin sorunlarının aşılması için üstünde birleşilecek bir zemin olarak işlev görürse, amacına hizmet etmiş olacaktır.

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑