Halil Berktay bir tarihçi. Taraf gazetesi yazarı. Eskiden ‘sosyalistlik’ iddiasında bulunmuş. Berktay “kendisinden Türkiye’de veya dışarıda genellikle Marxist bir tarihçi olarak bahsedilmesini yanlış buluyor. Marksizmin politik gelecek projesini artık paylaşmadığını”[1] belirtiyor. Zaten eskiden de Marxist olmamıştı, ama bu bir yana bırakılırsa, buraya kadar normal. Revizyonizm ve reformizmin ideolojik etkisinde kalmış eski ‘sosyalist’lerin, Sovyetler Birliği’nin yıkılması, emperyalist burjuvazi tarafından Yeni Dünya Düzeni’nin ilan edilmesiyle kapitalizmin gönüllü savunucuları haline geldikleri biliniyor. Berktay da bunlardan biri olarak görülebilir.
Ancak Berktay, burjuva demokrasisinin, çoğulculuğun, genel oy sisteminin, bireysel özgürlüklerin genel bir övgüsünü yapıp, Avrupa Birliği ile Türkiye’nin demokratikleşeceğini söylemekle yetinmiyor. Kendi burjuva görüşlerini açıklarken, derinlemesine tahliller yapmaya çalışarak, Marksizme, diyalektik ve tarihsel materyalizme ve bir bütün olarak bilimsel sosyalizmin temellerine pervasızca saldırıyor.
Berktay’ın saldırılarının gelip bağlandığı yer, AKP’nin siyasal hamle ve açılımlarının desteklenmesi. AKP’nin “askeri vesayet”e karşı mücadele ettiği, toplumun mağdur kesimlerinin temsiliyetini sağladığı iddiasına dayanarak, AKP’ye kayıtsız şartsız teslimiyet.
Berktay, Taraf gazetesindeki 25 Mart 2010 ile 3 Haziran 2010 tarihleri arasındaki yazılarında, Marksizm ile demokrasi arasındaki ilişki, siyaset biliminin Marksizmdeki yeri, ekonomi ile siyaset arasındaki ilişki, tarihsel materyalizm, bilimsellik ve determinizm, Kemalizm gibi konuları ele aldı.
Berktay, toplumsal bilimlerin kesinlik içeremeyeceği iddiasına dayanarak, tarihin ilerleyişinde birçok etkenin iç içe geçtiğini, dolayısıyla geleceğe dair kestirimlerde bulunmanın doğru olmadığını, ekonominin belirleyiciliğinin Marksizm abartısı olduğunu, sosyalizmin tarihsel zorunluluğunun ise kaba bir determinizm anlamına geldiğini söylüyor.
Marksistlerin demokrasiyi önemsemediklerini, güncel siyasetin dışında kalan toptancı bir yaklaşıma sahip olduklarını, her siyasal gelişmeyi ekonomist bir yaklaşımla ele aldıklarını iddia ediyor. Küçük burjuva devrimciliğine yapılabilecek eleştirileri, genel olarak sosyalistlere ve Marxistlere mal ederek, Marksizmin temel tezlerini ve buradan yola çıkarak sınıf mücadelesi anlayışını, siyasal mücadelenin dışında kalma suçlamasının gerekçesi haline getiriyor.
Marx’ı kaba bir ihtilalci, görüşlerini zoraki bir şekilde devrime bağlamaya çalışan, yorumlarını ve tahlillerini gerçeklik zemininde değil, devrim fikri ve soyut diyalektik ilkeler üzerinden yapan, dönemin ‘bilimci’ ortamı nedeniyle söylediklerine bilimsel kesinlik iddiası katan bir düşünür olarak okuyucularına sunuyor. Marx ve Engels’in, kendilerinden önceki tarihsel bilgi birikimini, bilimsel gelişmeler ışığında yeniden yorumlamalarını ve devrimci bir şekilde aşmalarını, en basit deyişle ifade edilecek olursa, Marksizmin ekonomi-politik, tarih, felsefe, siyaset alanındaki burjuva toplumbilimcilerin dahi kabul ettikleri katkılarını yok sayıyor.
Marksizmdeki bilimsellik görüşünün de, Marxistlerde teorik bir kibre, “bizim gerçeğe herkesten daha yakın olduğumuz, doğruları avucumuzda tuttuğumuz saplantısı”na[2] yol açtığını ve “bırakalım ‘düşman’ları; en yakınımızdakilere, muhtemel müttefiklerimize; önemli şeyleri paylaştığımız ama sosyalist olmayan, daha spesifik olarak, bir sol kadro örgütü içinde doğup büyümemiş insanlara karşı”[3] teorik kibrin “beraberinde gelen, küçümseme, horlama, yukarıdan bakma tavrı”nın[4] ortaya çıktığının tespitini yapıyor. Haddini bilmezlikle, kendisinin, üstelik yüz milyonlara yönvermiş bir teori-pratik birliğine çalakalem kustuğu zehirli kibirini Marxistlere malederek konuşuyor: “Yani solcular ve/ya sol parti ya da grupların politik pratikten kopmuşluğu ve başarısızlığı ölçüsünde (başka böbürlenme konusu kalmadığından olacak) teorinin kibiri de hızla büyüyor. Bu önermeyi tersten okumak da mümkün: sosyalistlerin sektarizm dozajı, beğenmezliği, olabilemezciliği arttığı oranda, yalnızlıkları içinde acılaşıp teorik üstünlüğe sarıldıkları daha fazla ihtimal dahiline giriyor.”[5]
Berktay, sektarizmin ve teorik kibrin, günlük yaşamdaki biçimiyle kendini beğenmişliğin ve üstenciliğin kitlelerden uzaklaşmanın hem nedeni hem de sonucu olduğunu söylüyor. Eski Marxistlik iddiasında bulunmuş bir tarihçinin, devrimci literatürle eski ilişkisinden kaynaklı bazı gözlemsel tespitler yapması olağan. Ancak gözleme dayalı tespitleriyle de yetinmiyor. Teorik kibrin, sekterizmin Marksizmin tam da kendisinden, onun teorik tespitlerinden, bilimsellik iddiasından, tarihsel zorunluluk kavramından, demokrasiyi küçümseyişinden kaynaklandığını iddia ediyor. Ve Türkiye’nin en büyük derdi sorunu buymuş gibi, aylarca köşesini Marksizmin eleştirisine, doğrusu, çarpıtılmasına ayırıyor.
Eskiden Marksistlik iddia etmiş olmanın verdiği özgüvenle ve biraz da özeleştirel bir tavırla, eski düşüncelerinin eleştirisini yaptığı izlenimi vererek, Marksizmin temel görüşlerini önce çarpıtıyor, olabildiğince basite indirgiyor, sonra da suçluyor. Berktay’ın tezlerinin herhangi bir özgünlüğü yok. Burjuva liberalizminin sınıfları, sınıf mücadelesini, tarihsel yasaları inkar eden genel tezlerinin eskiden Marksizm okumuş birinin diliyle yeniden ifade edilmesinin ötesine geçmiyor. Ancak Berktay’ın görüşleri, özel olarak ‘Tarafçı’lığın, genel olarak burjuva liberal gerici felsefenin Marksizme yönelik saldırılarını dile getirdiği gibi, Tarafçılığın ilericilik ve demokrasi söylemlerinin de burjuva-gerici özünü ortaya koymaktadır.
MARKSİZME DETERMİNİZM SUÇLAMASI
Toplumsal bilimlere yaptığı katkıyı açıklarken, Marx, sınıf mücadelesi kavramının kendisinden önce ortaya konulduğunu, kendi katkısının sınıf mücadelesinin zorunlu olarak proletarya diktatörlüğüne varacağını açıklaması olduğunu ifade eder. Bu tespitten yola çıkan burjuva toplumbilimciler, Marx’ın tarihi determinist bir şekilde yorumladığını, Hegelci bir yorumla, komünizmi ‘zorunlu’ bir sentez saydığını iddia ettiler. Berktay, Marx’ın Hegelci diyalektikten yola çıkarak, sınıflı toplumun anti-tezine, yani proletarya diktatörlüğüne ulaştığını iddiasını şöyle ifade ediyor: “Sırf felsefe, yani (Hegelci) diyalektik sayesinde, bunun karşısına antitez ve biricik alternatif olarak ‘proletarya diktatörlüğü’nü dikiyor.”[6]
Oysa Marx, sınıfsız toplumla başlayan tarihin, sınıflı toplum anti-tezine ve daha yüksek bir sevide sınıfsız toplum sentezine varacağı sonucuna soyut -Hegelci- bir diyalektik ilkeden ulaşmıyordu. Tarihin diyalektik ilerleyişini, toplumun iç dinamiklerinde arıyordu. Marx, Hegelci diyalektiğin ilkelerini masa başında topluma dayatmıyor, tersine, diyalektiğin ilkelerini toplumsal hareketin yasa ve eğilimlerinden çıkartıyordu. Engels’in Anti-Dühring’te belirttiği gibi, “…süreci yadsınmanın yadsınması biçiminde nitelendirirken Marx, sürecin tarihsel zorunluluğunu bu niteleme ile tanıtlamayı düşünmez. Tersine; gerçekte sürecin kısmen nasıl gerçekleştiğini, kısmen de mutlak olarak nasıl gerçekleşeceğini tarih aracılığıyla tanıtladıktan sonradır ki, Marx, bu süreci, ayrıca belirli bir diyalektik yasaya göre gerçekleşen bir süreç olarak nitelendirir. Hepsi bu.”[7]
Marx, yaptığı çalışmalarda, toplumların siyasi ve hukuki biçimlerinin insan zihninin genel eğilimlerinden anlaşılamayacağını, tam tersine bu ilişkilerin köklerinin toplumun maddi varlık koşullarında ve toplumun anatomisininde, ekonomi politiğin içinde aranması gerektiği sonucuna ulaştı.[8] Diyalektik ilkeleri teorik çalışmalarına dışarıdan empoze etmedi, tersine toplum, tarih ve ekonomi-politik çalışmalarından diyalektik ilkeleri çıkardı.
Marx, çalışmaları sonucunda ulaştığı ve tüm bilimsel çalışmalarında kendisine kılavuzluk ettiğini belirttiği sonucu, ünlü eseri Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’nın Önsöz’ünde şöyle formüle etmiştir:
“Varlıklarının toplumsal üretiminde, insanlar, aralarında, zorunlu, kendi iradelerine bağlı olmayan belirli ilişkiler kurarlar; bu üretim ilişkileri, onların maddi üretici güçlerinin belirli bir gelişme derecesine tekabül eder. Bu üretim ilişkilerinin tümü, toplumun iktisadi yapısını, belirli toplumsal bilinç şekillerine tekabül eden bir hukuki ve siyasal üstyapının üzerinde yükseldiği somut temeli oluşturur. Maddi hayatın üretim tarzı, genel olarak toplumsal, siyasal ve entelektüel hayat sürecini koşullandırır. İnsanların varlığını belirleyen şey, bilinçleri değildir; tam tersine, onların bilincini belirleyen, toplumsal varlıklarıdır.”[9]
Berktay’ın Marksizmi hedef alan determinizm suçlaması, ekonominin belirleyiciliği ilkesinin çarpıtılmasına dayanır. Berktay, ekonominin bütün toplumsal üstyapıyı tek taraflı olarak belirlediği, bütün siyasal, hukuki, felsefi ve dini görüşleri biçimlendirdiği, üstyapı kurumlarının hiçbir bağımsız işleyişi ve etkinliği olmadığını görüşünü Marksizme atfederek, eleştirisini temellendirmeye çalışır. Böylece Marksizmin ‘ekonominin her şeyi tek yönlü olarak belirlediğini’savunduğunu ve determinizme düştüğünü iddia eder:
“Marksist teorinin siyasete baktığında insanların kararsızlığını, arayışını, tereddütlerini; sınıflar ve diğer sosyal gruplar ile partiler arasındaki ilişkinin değişken, yüzergezer, ideolojinin dolayımından geçen, daima biraz tesadüfî karakterini gör(e)meyişi. Bunun yerine, ekonominin kuvvetle belirlediği, hayli deterministik, dolayısıyla türevsel ve ikincil bir siyaset anlayışı.”[10]
Bu, tam bir çarpıtmadır. Marksizm, siyasetin görece özerk yapısını, kültürel, sosyolojik, psikolojik, dini vb. birçok etkenin toplumsal rolünü görmezden gelmez. Güncel siyasi gelişmeler karşısında bunları yok saymaz. Siyaseti yalnızca ekonominin basit bir türevi olarak ele almaz. Siyaseti ve diğer üstyapı kurumlarını, kendi işleyişleri olan, karşılıklı ilişkiler dahilinde bağımsız ve özerk hareket kabiliyetine sahip olgular olarak görür. Siyaseti, karikatürize ederek, ekonominin basit bir türevi olarak ele almaz; tersine ekonomik altyapıyı etkileyen, yönlendirici müdahalelerde bulunan bir kurum olarak görür. Engels, ekonomi ve üstyapı kurumları arasındaki ilişkiyi kaba bir şekilde ele alanlara karşı şu açıklamayı yapar:
“Materyalist tarih anlayışına göre, tarihte en sonu belirleyici öge, gerçek hayatın üretimi ve yeniden üretimidir. Ne Marx ne de ben bundan fazlasını hiçbir zaman öne sürmedik. Böyle olunca, eğer birisi, ekonomik etmenin biricik belirleyici öge olduğunu söyleyerek sorunu çarpıtırsa, bu önermeyi, anlamsız, soyut ve budalaca bir ifadeye dönüştürmüş olur. Ekonomik durum temeldir ama, üstyapının çeşitli ögeleri –sınıf savaşımının politik biçimleri ile bunun sonuçları, yani: başarılı bir çarpışmadan sonra, zaferi kazanan sınıfın oluşturduğu anayasalar vb. hukuksal biçimler ve hatta, bu gerçek savaşımların bunlara katılanların beyninde uyandırdığı yansımalar, politik, hukuksal, felsefi teoriler, dinsel görüşler ve bunların bir dogmalar sistemi halinde gelişmeleri– de, tarihsel savaşımların gidişleri üzerinde etkilerini gösterirler ve birçok hallerde bunların biçimlerinin belirlenmesinde baskın bir rol oynarlar. Bütün bu ögeler arasında karşılıklı bir etkileşim vardır; bütün sonsuz rastlantılar çokluğu (yani, iç bağıntısı o kadar uzak ve olanaksız göründüğü için, yok ya da ihmal edilebilir sayabileceğimiz şeyler ve durumlar) ortasında ekonomik devinim en sonu kendisini zorunlu olarak belli eder. Böyle olmasaydı, teorinin, tarihin herhangi bir dönemine uygulanması, bir bilinmeyenli basit bir denklemin çözümlenmesinden daha kolay olurdu.”[11]
Yani ne Marx, ne de Engels, tarihi tek bilinmeyenli denkleme indirgemediler. Ekonominin belirleyiciliğini ise, tek taraflı bir yansıma değil, birçok karşıt olay, görüş, fikir ve psikolojinin mücadelesi içinde son tahlilde kendini gösteren bir eğilim olarak ifade ettiler.
Berktay, bu eğilimi tamamen yok sayarak, Marksizmin ve tarihin materyalist anlayışının yerine tarih biliminde psikolojinin, felsefenin, dinin, ekonominin, kültürün eşit yahut farklı bileşimlerde etkin olduğunu öne süren, bu nedenle, tarihi kahramanların, partilerin, yasaların veya dinsel görüşlerin belirlediğini savunan burjuva toplumbilimini koyuyor. Berktay, konuyla ilgili verdiği örnekte, kapitalizm ve modernizm arasındaki ilişkiyi tam da böyle bir burjuva yaklaşımla şöyle açıklıyor:
“Tarihte bazen, toplumun farklı alan veya kertelerinde –ekonomide (üretim güçleri veya ilişkilerinde), politikada, bilim ve kültürde- birbirinden az çok bağımsız adımlar atılabilir. Bunlar zaman içinde rezonansa girer, etkileşir, bir bütünlük oluşturur. Hayli geride kalmış bir yazımda da söylemişim: örneğin moderniteyi, günümüz tarihçileri “kapitalizm doğdu ve her şey ondan türedi” şeklinde değil, dinin görelileşmesi, bireycilik kültürü, piyasa ekonomisi, bilimsel devrim, askerî devrim ve Aydınlanma iç içe geçti, karmaşık bir yumağa dönüştü diye yorumluyor (Sol ve demokrasi 1 : Robespierre’den Marksizme, 31 Ocak 2008; şimdi bkz Weimar Türkiyesi, 85-86).”[12]
Berktay, Marksizmi çarpıtarak Hegelciliğe indirgemeye çalışırken, tarihte düşünsel olana –psikolojiye, hukuka, dine, felsefeye vb.– etkin ve belirleyici yahut ortak bir rol vererek, felsefede Hegel’in mutlak tinciliğine, yani idealizmine düşüyor. Marksizmi Hegelci idealizmden ayıran da, tam da buradaki bilimsel duruşudur. Marx ve Engels, bilimsel çalışmalarında insan düşüncesi ve onun biçimlerini, Berktay’ın yaptığı gibi, sonal ve belirleyici olarak ele alma kolaylığından uzak durmuş, bunun arkasındaki devindirici ve sonal etkenleri araştırmışlardır. Berktay’ın yaptığının aksine, insan düşüncesinin bir biçimi ve sonucu olan moderniteyi yine insan düşüncesiyle açıklamak yerine, dinin görelileşmesi, bireycilik kültürü, bilimsel devrim, askerî devrim ve Aydınlanma’nın, kısacası insan düşüncesindeki değişikliklerinin nedenlerini ortaya koymuşlardır. Berktay, verdiği başka bir örnekte, üstyapı kurumlarının ortaya çıkışını ele alırken, yine, aynı burjuva yöntemden hareket etmektedir:
“Aşikâr ki, Marx’ta bu parçalılık ve kesiklik nosyonu zayıf. Bir kerte (ekonomi) başat; diğer bütün alan ve düzlemler ona bağlanıyor. Daha kabile toplumundan devlete ilk geçişi alalım. Bir yandan mülkiyet ve iktidar eşitsizlikleri derinleşiyor (yani sınıflaşma meydana geliyor), diğer yandan, yeni ve çok daha dikey, merkezî, işbölümlü bir yönetim aygıtı yaratılıyor. Marx ve Engels sınıflaşmayı esas alıp, devleti türevsel kabul ettiler; bu da, devletin bir hâkim sınıfın baskı aracı olarak tanımlanmasına yol açtı. Oysa pekâlâ, kendi özerk dinamiği içinde icat edilen devlet aygıtının içini, aşağı yukarı aynı anda cereyan eden sınıflaşmanın doldurduğu da söylenebilirdi (Cem Eroğul, An Essay on the Nature of the State’te [1981] galiba tam bunu savunmuştu).”[13]
Berktay’ın yöntemine göre, devletin ortaya çıkışının sebebi, insanların devleti ‘kendi özerk dinamiği içinde icat etmesi’dir. Aynı mantıkla, ailenin ortaya çıkmasının sebebi, insanların aileyi icat etmesi, kapitalizmin ortaya çıkışı da benzer şekilde insanların kapitalizmi kurmak istemesidir! Burjuva idealist tarihçiliği, materyalist tarih anlayışını reddederek, kendi içinde bir totolojiye dönüşmekte, tarihsel olay ve olguları açıklayamamaktadır.
Berktay, Marksizmin tarihsel ilerlemede ekonomik yöne belirleyicilik vermesini eleştirmeye çalışıyor. Ancak üstü kapalı olarak bu durumu kabullenmek zorunda kalıyor. Berktay’ın örneğini ele alalım. Berktay, “mülkiyet ve iktidar eşitsizlikleri” ile “yeni ve çok daha dikey, merkezî, işbölümü” arasındaki bağlantıyı görmüyor. Toplumun ilk gelişme aşamasında tarımın avcılıktan, zanaatın tarımdan ayrılması, giderek toplumun farklı kesimlerinin işbölümü nedeniyle farklı uğraşlara eğilmesi ile önce gensler (ilkel topluluk), sonra topluluk içinde değişimin –bir süre sonra ticaretin-, üretim araçları ve üretici güçlerin gelişmesiyle işbölümünün ve giderek toplumsal sınıfların ortaya çıktığını es geçiyor. “Yeni ve çok daha dikey, merkezî, işbölümü”nün gökten zembille inmediğini, toplumun sınıflara ayrılması ile doğrudan ilişkili olduğunu anlamıyor. Devletin, ilkel toplumdan sınıflı topluma geçişle, bu süreç içinde “icat edildiğini”, tam da sınıflar arasındaki çatışmaların toplumsal bütünlük içinde tutulması ihtiyacından ortaya çıktığını kabul etmek istemiyor.
Berktay, burjuva idealist yöntemi benimsemesine rağmen bu gerçekliği doğrudan inkar edemiyor. Ekonominin belirleyiciliğini inkar etmesi için, Berktay’ın, “devletin ortaya çıkışı ile toplumun sınıflı yapısı arasında bir ilişki yoktur. Devlet, toplumun ekonomik yapısının yani sınıflar arasındaki mücadelenin dışındadır” demesi gerekirdi. Ancak bunu diyemiyor. Ekonominin belirleyiciliği o kadar kendisini hissettiriyor ki; tersten bir yaklaşımla, “devlet aygıtının içini …. sınıflaşmanın doldurduğunu”[14], ekonominin belirleyiciliği sonal olarak ortaya koyduğunu kabul etmek durumda kalıyor.
BERKTAY, DETERMİNİZME DEĞİL BİLİME DÜŞMAN
Berktay, determinizme, toplumsal olayların basitçe ekonomik meselelere indirgenmesine karşı çıktığını söylüyor. Marksizmin kapitalist üretim biçimine ilişkin genel tespitlerinin tüm diğer toplumsal etkenleri yok saydığını iddia ediyor. Berktay, Marksizme determinizm suçlamasını yöneltirken, yalnızca Marksizme değil, toplumsal bilimlere ve genel olarak bilime saldırıyor:
“Kaçınılmazlık fikri veya hissi, Marksizmde çok güçlü. Tarih, her üretim tarzının yerini bir yenisinin alacağını gösteriyor. Ekonomi Politik, kapitalist üretim tarzının kendi iç çelişkileri sonucu er geç çökeceğini gösteriyor. … Aslına bakarsanız, kaçınılmazlık siyasetle bağdaşmaz. Siyaset belirsizlikler arasından bir yol bulup çeşitli olabilirliklerden arzu edilenine ulaşma çabasını içeriyor. Mutasavver (hayalî, imagined) zorunluluk veya kaçınılmazlıklarla kaplı bir alanda ise siyaset pek mümkün değil. Hayalî diyorum, çünkü toplumun ve insanlığın geleceğine yönelik böyle “kanuniyet”ler gerçek değil. Sadece zihnimizde mevcut. Ama işte, zihinlerimize hükmetmesi, siyaseti imkânsız kılmaya yetiyor.”[15]
Berktay, Marksizmde kaçınılmazlık fikrinin güçlü olduğunu söylerken, asıl konuya geliyor: “Toplumun ve insanlığın geleceğine yönelik böyle ‘kanuniyet’ler gerçek değil.” Berktay’a göre, toplumsal gelişmelere yön veren ve onları anlamamızı sağlayan toplumsal yasalar yoktur. Buna göre, toplumların ilerleyişi, yasalara başka bir deyişle çeşitli olay ve olguların karşılıklı etkileşimleri sonucunda ortaya çıkan eğilimlere değil, tamamen rastlantılara bağlıdır. Örneğin; kapitalizmin ortaya çıkışı, toplumsal ilerleyişten ve toplumsal yasalardan kaynaklı değildir. Berktay’ın mantığına göre; insanların bireysel istençleri arasındaki çatışmalarıyla ortaya çıkan rastlantısal bir sonuçtur. Ne rastlantı ki; 18. yüzyıldan başlayarak, aynı rastlantı, tüm dünyaya yayılmaya devam ediyor ve kapitalizm dünya ölçeğinde egemenliğini kuruyor. Keza, savaşlar da, emperyalist kâr ve rekabetin yol açtığı eşitsiz gelişim yasasından, böyle ‘kanuniyetlerden’ değil rastlantılardan kaynaklanıyor.
Berktay’a göre toplumsal yasalar yok! Onlar “sadece zihnimizde mevcut.” İnsanların “zihninde” yasaların olması ise, elbette toplumlara hükmetmesi anlamına gelmez. Berktay, sıkça kullandığı ve karşı çıktığı Hegelciliğe ya da onun daha da gerisine, Bergsoncu öznel idealizme varıyor. Berktay’a göre, nesnel toplumsal yasalar yoktur. Yasaları toplumun maddi yaşamında aramak boşunadır. Onlar, olsa olsa, insanların zihinlerinde vardır. Ve zihinlerdeki bu düşünceler etkinlik sağlarsa, toplumsal dönüşüm sağlanmış olur! Toplumların gelişmesini ve değişmesini belirleyen de, “hayali” toplumsal yasalar değil, insanların duygu ve düşünceleridir!
Toplumsal yasaların yok sayılması, onların yalnızca insan düşüncelerindeki hayaller olarak tanımlanması, toplumsal bilimlerin yok sayılmasıdır. Eğer, toplumsal bilimler, toplumların değişik yönlerini ele alıp bunların işleyiş yasalarını ve karşılıklı ilişkilerini ortaya koymayacaklarsa, kendi alanlarındaki rastlantılara takip eden istatistiksel araştırma alanları olmanın ötesine gidemezler. Berktay, bir tarihçi olarak, tarih biliminin, yalnızca yazılacak ve yorumlanacak bir belgeler yığını olmadığını bilmesi gerekirdi. Kişiler arasındaki karşıt çıkarların mücadelesi, farklı yönde gelişen olay ve olgular, kültürel, dinsel ve hukuki biçimlerin etkisiyle ortaya çıkan sonuçların arkasındaki en genel toplumsal yasaları ve buradan sınıflar arasındaki mücadeleyi aramayan bir tarih bilimi, tarih yazıcılığın ötesine geçemez.
Berktay, toplumsal yasalara dair Marksizmin yaklaşımını 19. yüzyıl pozivitizminden etkilenmesine bağlar. Buna göre, 19. yüzyılda her şeyi bilime bağlayan, bilimi tek doğruluk ölçütü olarak bilimi kabul eden pozivitist yaklaşım, Marksizmin genel yaklaşımlarını belirlemiştir:
“‘Bilimsel sosyalizm’ de böyledir. Sırf bu deyim dahi, 19. yüzyılın son derece ‘bilimci’ ortamında, zaten saf ve tek ‘bilim’, yani bugün ‘doğa bilimleri’ dediklerimiz, herkesi büyüler ve zihinlere hükmederken, dolayısıyla yeni ‘toplum bilimleri’ de kendilerini ‘doğa bilimleri’ örneğine göre kurar ve kurgularken, ilk Marxistlerin de tam böyle bir bilimselliği ne kadar istemiş, özlemiş ve kendi fikirlerine yakıştırmış olduğunu yansıtır.”[16]
Berktay’a göre, Marx ve Engels, tarihin materyalist anlayışıyla toplumsal yasaları ortaya çıkarmamış, tersine kendi kafalarında tasarladıkları hayali yasalarla bilimsellik iddiasına sarılmışlardır. Bu iddianın sebebi de, dönemin ‘bilim sevici’ ortamıdır. Berktay, bununla da yetinmiyor. Marx ve Engels’in dönemin koşullarına uygun olarak, kendi düşüncelerini inandırıcı kılmak için, kendi fikirlerini bilimsellik sıfatıyla nitelendirdiklerini söylüyor:
“Bence bunda en büyük faktör, çağın genel olarak pozitivist-bilimci karakterini Marx ve Engels’in de paylaşması. 17.-18. yüzyılların Bilim Devrimi ve Aydınlanması, gerçeğin nihaî hakemi ve karar mercii olarak bilime inanan toplumlar (daha doğrusu elitler) yaratmış. Bir şeyin iyi, güzel ve ahlâklı olduğunu söylemek yetmiyor; bilimsel olması gerekiyor. Keza bir şeyin gerçekleşebileceğini söylemek yetmiyor; bilimsel kanuniyetler sonucu zorunlu olarak gerçekleşeceğine inanmak ve inandırmak gerekiyor. Marx ve Engels’in fikrî çalışma ve ürünlerinin bundan sonraki seyrine bakınız : hepsi, daha 1845-49 arasında zaten ulaşılmış bazı fikirlere bilimsellik kazandırmaya yönelik. Buna uygun tarih kuramını Alman İdeolojisi (1845-6), komünizm vizyonunu Manifesto (1848), demokrasi reddiyesini “1848-1849” yazıları ve 18 Brumaire, artı-değer teorisini Kapital (1867) sunuyor. Ama 1852’de Marx, proletarya diktatörlüğünü üç özgün keşfinden biri saymak noktasına gelmiş bile. Beş altı yıl içinde, insanlığın tamamı için kesin “bilimsel” hükümleri içeren bütün bir gelecek senaryosu biçimlenmiş bulunuyor.”[17]
Berktay, Marksizm’in bilimsel de olmadığını söylüyor! Zira, Marx, görüşlerini önceden kurgulamış, vargılarına sonraki yıllarda bilimsellik kazandırmaya çalışmış! Yani, çalışmayı yapmadan önce sonucu ortaya koymuş ya da sonucu belli olan şeye gerekli dayanaklar oluşturmuş, beyimiz öyle diyor! Marksizmin bilimsel olmadığını, rastlantıların etkileşimi içerisinde son tahlilde toplumsal yaşamı yönlendiren yasaları bulma çabasına, –Berktay’a göre “hayali” olan– yasaları arayışına bağlamak istiyor. Oysa rastlantılar, çelişkiler, bireysel, farklı görüş ve düşünceler ve bunların karşılıklı etkileşimi içinde toplumun ilerleyişine yön veren yasaları bulma çabası, toplumsal bilimlerin temelini oluşturur. Marksizmin ya da tarihsel materyalizmin temel konusu da budur.
Berktay, yalnızca Marx ve Engels’in görüşlerinin bilimsel olmadığını söylemekle yetinmiyor, bir bütün olarak toplumsal bilimlerde kesinlik olamayacağını, yani toplumsal yasaların mevcut olmadığını iddia ediyor. Engels, Klasik Alman Felsefesini ele aldığı eserinde, rastlantılar ve toplumsal yasalar arasındaki ilişkiyi, “tarihsel olaylar da, aynı şekilde büyük çapta rastlantıların hükmü altında görünürler. Ama rastlantı, yüzeyde oynar göründüğü her yerde, daima gizli iç yasaların emri altındadır ve iş, yalnızca bu yasaları bulup ortaya koymaktır”[18] diyerek açıklar. Bilimi bilim yapan da, rastlantıların toplam etkileşimi sonucu ortaya çıkan eğilimi, bu eğilimde ifadesini bulan yasaları ortaya koymaktır. Berktay, toplumsal yasaların varlığını inkar ederek, idealist burjuva tarih anlayışını tereddütsüzce kabul ediyor.
SİYASET BİLİMİ MARXİZMİN NERESİNDE?
Berktay, toplumsal yaşamda son tahlilde ekonomiye belirleyici bir rol biçmesinden yola çıkarak, Marksizmin siyasetin nispi özerk varlığını ve siyaset bilimini yok saydığını iddia ediyor.
“Önce bir gözlem, bu şemada olanlara değil olmayanlara dair. Üç büyük sosyal bilim veya bilgi alanı, burada (“burjuva” değil Marxist yorumlarıyla) kuvvetle mevcut : Felsefe, Tarih, Ekonomi. Bunlara bir de bir gelecek projesi eklenmiş : Sosyalizm ve Komünizm. Ne yok ? Siyaset yok; Siyaset Bilimi dediğimiz branşa denk düşen herhangi bir şey mevcut değil. Marksizmin bir politika teorisine yer açmamış olması, size de ilginç gelmiyor mu?”[19]
İngiliz ekonomi-politiği, Alman felsefesi ve Fransız sosyalizminin Marksizmin üç ana kaynağı olduğu doğrudur. Marksizm, kendisine kaynaklık eden bu birikimi, eleştirel temelde incelemiş, ekonomi politiğin burjuva sınırlarını, Alman felsefesinin idealizmini ve kendinden önceki sosyalizmin ütopik anlayışını eleştirmiştir. Artı-değer sömürüsü ve tarihin materyalist anlayışını ortaya koymuştur. Marx ve Engels; siyaset bilimi, sosyal politika, sosyoloji, psikoloji vb. insan bilimleri alanlarında, örneğin ekonomi-politikte olduğu kadar yoğunlaşmadılar. Çünkü Marx ve Engels, özellikle Marx, tek tek toplumsal bilimlerin konusu olabilecek toplumun çeşitli yönlerinin bağımsız işleyişiyle ilgilenmesine rağmen, asıl olarak, toplumsal hareketinin genel yasalarıyla ilgiliydi. Marx, çalışmalarının genel çizgisini şöyle ifade eder:
“Kafamda biriken kuşkuları gidermek için ilk giriştiğim çalışma, Hegelci Hukuk Felsefesi’ni eleştirici bir gözle yeniden gözden geçirmek oldu. … Araştırmalarım, devlet biçimleri kadar hukuki ilişkilerin de ne kendilerinden, ne de iddia edildiği gibi insan zihninin genel evriminden anlaşılamayacağı, tam tersine, bu ilişkilerin köklerinin, Hegel’in 18. yüzyıl İngiliz ve Fransız düşünürlerinin örneğine uyarak ‘sivil toplum’ adı altında topladığı maddi varlık koşullarında bulundukları, ve sivil toplumun anatomisinin de, ekonomi politiğin içinde aranması gerektiği sonucuna ulaştı.”[20]
Bu durum, Marx’ın diğer toplumsal bilimlerle ilgilenmediği, yahut Marksizmin bu alanlara dair bir şey söylemediği anlamına gelmez. Marx’ın tarihsel materyalist anlayışı toplumsal yasaların genel görünümünü vermekle kalmıyor; toplumsal altyapı ve üstyapı kurumlarının özerk, nispeten bağımsız gelişmelerine dair de genel eğilimleri ortaya koyuyordu.
Marksizm, sadece genel yönelim ve eğilimleri ortaya koymakla da kalmadı. Siyaset bilimi açısından Marx’ın Fransa’da Sınıf Savaşımları (1848-1850), Louis Bonaparte’in 18. Brumaire’i, Fransa’da İç Savaş; Engels’in Almanya’da Köylüler Savaşı, Almanya’da Devrim Karşı-Devrim, Tarihte Zorun Rolü (Anti-Dünring içerisinde) vb. eserleri büyük bir önem taşımaktadır. Bu eserler, özel olarak siyasal gelişmeleri, sınıflar arasındaki mücadeleleri ve siyasal mücadeleyi etkileyen unsurları ele almıştır. Kısacası Berktay, Marksizmin siyaset bilimine dair bir şey söylemediğini iddia ederken, açık bir çarpıtmaya girişiyor.
Berktay, Marksizmin siyaset bilimine katkı sunmadığını, dahası siyaseti önemsemediğini söylerken, burjuva siyaset bilimi ve burjuva siyasetinin sınırları içerisinde yorum yapıyor.
“Dolayısıyla burada siyaset olarak siyasetin (politics qua politics); herkesin bildiği normal, günlük, sıradan politik hayatın özerk (türevsel ve indirgemeci olmayan) bir teorisine ve böyle bir teorik çerçeve içinde analizine hasredilmiş bir mekânın varlığından söz edilemez. Tek tük bağımsız aydınlar bir yana; resmî Marksizm, kurumlarıyla, seçim sistemleriyle, partileriyle, başkanlık veya parlamento dengeleriyle siyasî hayatı (ve demokrasiyi) incelemeyi “burjuva” siyaset bilimine bırakmıştır, denebilir. Evet, yer yer Marx’ta, Lenin’de, iş işten geçtikten sonra Dimitrov’da, kendinden güçlü bir düşmanın ancak en küçük çelişmeyi değerlendirmek ve demokrasiden sonuna yararlanmak suretiyle alt edilebileceğine dair uyarılara rastlarsınız.” Ve,
“Marksizmin veya Marksizm-Leninizmin klasik yapısında siyasete, politika teorisine yer olmadığını söylemiştim. Yok, çünkü “normal siyaset”i, bir yandan ekonomi, diğer yandan devrim (bilimi) yutuyor.”[21]
Berktay, siyaset biliminden bahsederken, ‘kurumlarıyla, seçim sistemleriyle, partileriyle, başkanlık veya parlamento dengeleriyle siyasî hayatı’ inceleyip, bunların işleyişine dair gözlemler sunulup teoriler üretilmesinden bahsediyor. Berktay’ın bahsettiği anlamda siyaset bilim, kapitalizmin siyasal üstyapısının idealleştirilmesi, siyasi partilerin sistemle entegrasyonu ve sisteme katkısının belirlenmesi, burjuva demokrasisinin ütopik övgüsü, ‘eksiklik’lerinin tamamlanması, gerçekleşmesi mümkün olmayan teoremlerinin sunulmasıdır. Marksizmin böyle bir siyaset bilimiyle ilişkisinin olmadığı doğrudur.
Berktay’ın konuyla ilgili asıl eleştirisi; siyaset biliminin ekonomik temelle bağlantısının kurulmasıdır. Çünkü ekonomi ile siyaset, sınıflar arasında mücadele ile siyaset arasında ilişki kurulması, bizzat kapitalizme eleştirel bir gözle bakmayı gerektirir. Ekonomi ile bağlantısı kurulmayan siyaset biliminin alternatifi nedir? Kala kala, burjuva idealizmindeki ‘özgür irade’nin siyaseti kalır. Siyaseti, Berktay’ın çokça istediği gibi, yalnız ve yalnız özgür iradeye indirgeyip, ekonomi ve sınıflar arasındaki mücadele ile bağlantısı koparmak, siyaset bilimini yaşamdan koparmak, abartılı bir söyleyişle uzayda tartışmaya benzer. Marx ve Engels’in siyaset bilimine en önemli katkılarından birisi, onu, toplumsal gerçeklik zeminine oturtması, sınıflar arasındaki mücadelenin, iktidar mücadelesinin bilimi olarak ortaya koymasıdır.
İçinde yaşanılan koşulları, üretim ve değişim ilişkilerini dikkate almayan, tersinden üretim ve değişim ilişkilerine –bununla bağlantılı olarak bölüşüm ilişkilerine– etkisini gözetmeyen bir siyasi tahlilin bilimsel olması mümkün değildir. “İnsan toplumunda maddesel yaşama araçlarının üretim ve değişimini yöneten yasaların bilimi”[22] olan ekonomi politikle ilişkili olmayan bir siyaset biliminden bahsedilemez. Benzer şekilde, ekonomi politikten ayrı bir disiplin olarak siyasetin kurum, araç ve organlarını, diğer toplumsal alanlarla ilişkilerini değerlendirmeyen bir siyaset biliminden de bahsedilemez. Bu nedenle, Marx’ın ekonomi-politik çalışması olan Kapital, kapsamlı bir siyaset temellendirilmesidir de.
MARXİZM SİYASETİ ÖNEMSEMEZ Mİ?
Berktay, Marksizmin siyasete önem vermediğini, siyasal mücadeleyi ikinci plana bıraktığını iddia ediyor. Hatta bu iddiasını bir kelime oyunuyla kanıtlamaya çalışıyor:
“Marksizm-Leninizmin dört bölümlü büyük teorik kurgusu çerçevesinde, Ekonomi Politik ile Bilimsel Sosyalizm arasında siyasete neden yer kalmadığını anlatmaya çalışıyordum.”
“Bir yanda, Kapital’in ve onu izleyen bütün Ekonomi Politik elkitaplarının temel anlatımı: kapitalist üretim tarzının hayat verdiği ‘sınıfa karşı sınıf’ kavgasından ibaret bir mücadele perspektifi. Buna daha çok ‘sınıf mücadelesi’, bazen ‘toplumsal mücadele’ denmesi, ama ilginçtir, ‘siyasal mücadele’ deyiminin hemen hiç kullanılmaması. Aslında bu tercihin neden çok anlamlı olduğu.”[23]
Berktay, Marksistlerin siyasal mücadeleyi önemsemedikleri iddiasına kanıt olarak, sınıf mücadelesi ya da toplumsal mücadele deyiminin kullanılmasını gösteriyor. Berktay’ınki beyhude bir çaba! Çünkü az çok siyasetle ilgilenen herkes bilir ki, siyasetin dışında bir sınıf mücadelesi olmadığı gibi, sınıf mücadelesinin dışında bir siyaset de düşünülemez. Berktay’ın kafasını epeyce yoran sınıf mücadelesi ve toplumsal mücadele gibi kavramlar, siyasetin, siyasi mücadelenin ta kendisidir.
Berktay, öyle bir çarpıtmaya girişmiştir ki; Marksizmde temel mücadele biçimi olan siyasi mücadelenin, hem de ideolojik ve ekonomik mücadelenin bağlandığı siyasi mücadelenin önemsenmediğini söylemektedir. Oysa, önemsenmemek bir yana, işçi sınıfının üç alanda verdiği mücadelenin belirleyici alanı siyasal mücadeledir. Çünkü sınıf mücadelesinin ve devrimin temel sorunu iktidar meselesidir. İktidar mücadelesi ve perspektifi ile birleşmeyen ekonomik veya ideolojik mücadelenin sosyalist niteliğinden bahsedilemez.
Berktay’ın siyasetin önemsenmemesi ile kast ettiği diğer bir olgu da, siyasal gelişmeler karşısında toptancı, halk yığınlarının eğilim ve bilinç düzeyini gözetmeyen yaklaşımlardır. Berktay, siyasi mücadelenin eakonomiye deterministçe bağlandığını, dolayısıyla her şeye ekonominin gözlüğüyle bakıldığını, siyasetin bağımsız işleyişinin yok sayıldığını söylüyor. Böylece Marksizmin siyasi alandaki her sorunu ‘tek yol devrim’ yaklaşımıyla ele aldığını belirtiyor!
Elbette Marksizmin, her toplumsal sorun ve siyasal mücadeleyi devrimci perspektiften, işçi sınıfı mücadelesinin ihtiyaçları doğrultusunda ele aldığı doğrudur. Ancak bu perspektif, Berktay’ın iddia ettiği gibi, her siyasi sorunda ‘tek yol devrim’ diyerek toptancı bir yaklaşımla siyasi mücadelenin dışında kalınması anlamına gelmez. Burjuvazinin siyasi hamleleri, düzen partilerinin kendi aralarındaki çelişkileri ve manevraları karşısında Marksizm, işçi sınıfının aydınlatılması, mücadeleye sevk edilmesi ve burjuvaziden bağımsız bir politika izlenmesini öngörür. Siyasi gelişmeler karşısında, Marksistlerin, yani işçi sınıfının devrimci partisinin sloganlarını, nesnel koşullar, yığınların bilinç ve örgütlülük düzeyi belirler. Bu anlamda, her siyasal gelişme karşısında ‘tek yol devrim’ sloganı kaba bir determinizm olmakla birlikte, işçi sınıfının devrimci partisine yabancıdır.
Örneğin, AKP’nin Anayasa değişiklik paketi ve referandum tartışmalarına, işçi sınıfının devrimci partisi, gücü, olanakları ve araçlarıyla siyasal müdahalede bulunmuş, bulunmaya çalışmış, bu dönemi, AKP iktidarının icraatlarının teşhir edildiği, demokratik Anayasa ancak nasıl olabileceğinin anlatıldığı, işçi sınıfı ve emekçilerin mücadeleye çağrıldığı bir dönem olarak değerlendirmiştir. Kısacası Marksistlerin, güncel siyasal gelişmelerin dışında kalacak bir tarzda toptancı bir yaklaşımla, ‘tek yol devrim’ diyerek, güncel siyasetin dışında kalması beklenemez.
Berktay’ın iddialarının aksine, Marksist-Leninistler, siyasetin dışında kalmak bir yana, siyasal alana, devrimci bir perspektifle, işçi sınıfı ve emekçilerin ihtiyaçları temelinde müdahale eder. Toplumsal sınıfların karşılıklı konumlanışları, güç dengeleri, yığınların talep, özlem ve eğilimleri, işçi hareketinin gelişme dinamiklerini değerlendirme, bunun üzerinden strateji ve taktik arasında karşılıklı ilişkinin kurulmasında, Lenin’in Marksizme katkıları önemlidir. Yığınlara yaklaşım, ekonomik mücadele ile siyasal mücadele, demokrasi ile sosyalizm mücadelesi arasındaki ilişki, egemen güçler arasındaki çelişkilerden yararlanma, parlamento ve diğer araçlardan devrimci amaçlar doğrultusunda yararlanma, bir bütün olarak siyasal mücadelenin yol ve yöntemleri, kısa ve uzun vadeli hedefleri, taktik ve strateji, bunların işçi sınıfı çıkarlarıyla bağlantısı üzerine, Leninizmin, Lenin’den sonraki sınıf mücadeleleri deneyimleriyle daha da geliştirilmiş zengin bir tarihsel birikimi mevcuttur. Sınıf mücadelesinin deneyimleri, demokratik ve sosyalist devrimlerin gerçekleşmesiyle yaşam tarafından doğruluğu defalarca kanıtlanmış Leninizmin siyasal yaklaşımının devrimden ödü kopan Berktay tarafından görmezden gelinmesi, yok sayılması ise, yadırganacak bir durum değildir.
Berktay’ın derdi, toptancı yaklaşımla falan değildir, ama devrimci perspektifledir; devrim fikriyledir. Devrim ihtimalinden ödü kopmakta, dünyaya devrimci perspektiften bakışa karşı çıkmaktadır. Devrimi ve devrimci perspektifle siyaseti öylesine korku ve nefretle inkar etmektedir ki, siyasi gelişmelere devrimci bir perspektiften müdahaleyi siyaset saymamaktadır. Çünkü Berktay, burjuvazinin siyaseti dışında bir siyaseti istemediği gibi, mümkün de görmemektedir. Berktay’ın burjuva sınırlarının dışına çıkan, siyasetin dışına çıkmış ve siyaset yapmıyor demektir!
Berktay’ın anlamak istemediği, varlığı ve gerekliliğinin üzerini örtmeye çalıştığı ve yok saydığı, reddettiği, güncel siyasi gelişmeler karşısında devrimci siyasi tavır, her olay ve olgu karşısında papağan misali ‘tek yol devrim’ demek değil, işçi sınıfı ve geniş emekçi yığınları aydınlatıcı ve mücadeleye sevk edecek bir taktik çizgisi izlemektir. Bu çizgi, elbette devrimci strateji ile bağlantılı olacaktır.
MARXİZM DEMOKRASİYİ KÜÇÜMSER Mİ?
Berktay, Marksizmin ideolojik yaklaşımından dolayı demokrasiyi önemsemediğini, demokrasinin kapitalist ekonominin basit bir yansıması olarak görüldüğünü iddia ediyor.
“Marx bu çalkantıların ortasında yaşadı ve çağının demokrasisine ilişkin hayal kırıklığını, olayların içinde, sıcağı sıcağına yazdığı ‘1848-1849’ makaleleri ile Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i kitabında dile getirdi (ikincisi hemen 1852’de çıkarken, ilkinin Fransa’da Sınıf Mücadeleleri, 1848-1850 başlığıyla kitaplaşması 1895’i buldu). Özetle, Marx bu mevcut demokrasiden hiçbir şey çıkmayacağı sonucuna vardı. Dahası, genel olarak siyaset sahnesini ve özel olarak demokrasiyi, kendi ekonomik determinizmine, şekillenmekte olan ‘ekonomik temel ve üstyapı(lar)’ modeline bağlı olarak, kestirmeden kapitalizmle özdeş saydı, kapitalizmin bir türevine indirgedi. İki ayrı ama birbirini etkileyen alandaki, iki ayrı ama birbirini etkileyen mesele gibi görmedi. Fransız Devriminin yeni siyaset sahnesini, Sanayi Devriminin ise yeni kapitalist toplumu yarattığını; ekonomiden türeyen eski ve yeni sosyal sınıf ve grupların hukuku ve siyaseti kendilerine göre biçimlendirme mücadelesi verdiğini düşünmedi. ‘Burjuva demokrasisi’ni ‘burjuvazinin diktatörlüğü’ ile özdeşleştirdi. Karşısına ‘işçi sınıfının diktatörlüğü’nü koydu.”[24]
Berktay iki sorunu birbirine karıştırıyor. Demokrasinin kapitalizmin siyasal biçimlerinden birisi, Berktay’ın deyimiyle onun bir türevi olduğu doğrudur. Demokrasi, kapitalist üretim ilişkileri üzerinde yükselen, feodal mutlakıyete karşı burjuvazinin iktidarını ifade eden, genel oy, siyasal özgürlükler vb. haklarla süslenmiş bir siyasal rejim olarak Marx’ın karşısına çıktı. Bu bir olguydu. Ancak diğer bir olgu da, proletaryanın demokrasiyi kazanma mücadelesi vermesiydi.
1848–49 devrimlerini tahlil ederken, Marx, burjuvazinin iktidarı aldığında kendisinin bir araç olarak kullandığı demokratik örgütlenmelere karşı savaştığını gözledi. Devrimin ilk aşamasında iktidara gelen burjuvazi, feodalitenin baskı araçlarını devralıyor, işçi kulüplerini yasaklıyor, demokratik kazanımları tasfiye ediyordu.[25] Bu koşullarda Marx, proletaryanın demokratik kurum ve kazanımları koruma görevini üstlendiğini tespit ediyordu.[26]
Berktay’ın iddiasının aksine; Marx, demokrasiye karşı bönce bir hayal kırıklığı yaşamıyor, burjuvazinin demokrasiye ihanet ettiğini, proletaryanın demokratik görevleri üstlendiğini söylüyordu. Proletaryanın demokratik görevleri üstlenmesi, sosyalizm savaşımı için “demokratik cumhuriyet”i en uygun zemin olarak görmesi, burjuva demokrasisinin kapitalist üretim biçimi üzerinde yükseldiği, sonuç itibarıyla onun hukuksal ve siyasi yansıması olduğu gerçeğini değiştirmiyordu. Berktay, bönce övdüğü, sermaye sınıfının iktidar biçimi olan burjuva demokrasisinin; kapitalizmin ihtiyaçlarına en uygun düşen bir devlet biçimi, yani burjuva diktatörlüğünün bir biçimi olarak ortaya konulmasına oldukça içerliyor:
“O sırada modern demokrasi yeryüzünde ancak çok kısa bir süredir mevcut. Marx’ın bunu yaşama ve gözlemleme süresi ise, daha bile kısa. Daha Kapital’i yazmamışken, yani ortada artı-değer teorisi bile yokken, topu topu iki üç yıl içinde, ‘burjuvazinin devleti = burjuva demokrasisi = burjuva diktatörlüğü’ hükmünü veriyor.”[27]
Berktay, demokrasiyi, üzerinde yükseldiği kapitalist ilişkilerden kopartarak ele alıyor. Berktay’ın savunduğu demokrasi, sermayenin işçi sınıfını sömürmesi anlamına gelen üretim araçları üzerindeki burjuva mülkiyeti, başka bir deyişle insanın insan üzerindeki egemenliği ve modern köleliği onaylamıyor mu? Tekelci sermaye gruplarının elinde bulundurduğu medya ve iletişim araçlarıyla kendi ideolojisini topluma dayatmasını kabul etmiyor mu? Sermayenin çıkarlarına dokunmadığı sürece temel hak ve özgürlükleri kabul eden, ancak bu özgürlükler egemen sınıfları zorladığında rafa kaldırılan demokrasiden habersiz mi Berktay?
Berktay, kapitalist demokrasinin ikiyüzlü niteliğini gözlerden saklayıp, onu sınıfsız, saf ve herkes için demokrasi olarak yorumlayarak, aslında kapitalizmi herkes için kabul edilebilir kılmak istiyor.
Berktay, siyasete burjuva demokrasisinin, demokrasiye de burjuva siyasetin sınırları içinden bakıyor. Berktay’a göre, burjuva demokrasisinin çerçevesini aşan bir siyaset, zaten siyaset değildir. Doğal olarak, burjuva siyasetin ötesinde bir demokrasi anlayışından da bahsedilemez. Dolayısıyla işçi sınıfı ve emekçilerin demokrasi mücadelesi ile Berktay’ın demokrasiyi egemen klikler arasındaki mücadeleye indirgeyen yaklaşımları taban tabana karşıttır.
Berktay’a göre, Türkiye’de demokrasi mücadelesi, burjuva düzenin sınırlarını zorlayamayan, egemen sınıfların reformcu atılımlarına destek olmak ya da atılan adımlara halk desteği sağlamaktan ibarettir. Marksizme ve son iki yüzyılın demokrasi mücadelesi tarihine bakıldığında; demokrasinin ancak işçi sınıfı, emekçiler ve toplumun ezilen kesimlerinin burjuva klikler arasındaki çatışmaları aşan –ama yok saymayan– hak ve özgürlükler için doğrudan giriştikleri siyasal eylemle kazanılacağını göstermiştir.
İşçi sınıfının demokrasi mücadelesi, Berktay’ın anladığı biçimiyle, burjuvazinin ‘liberalinin’ diğer kanadı ile mücadelesiyle sınırlı değildir. Egemen sınıfların yaptığı bazı yasal düzenlemelerle hiç sınırlı değildir. İşçi sınıfının demokrasi mücadelesi, demokrasi düşmanı emperyalizme ve çoktan gericileşmiş, gericilik ve dikte eğilimini benimsemiş tekelcibüyük burjuvaziye karşı mücadeleden ayrılmazdır. Genel eğilimi demokrasinin inkarı gericilik olan emperyalizm çağında, işçi sınıfı demokrasiyi kazanmak için de mücadele edecektir.
“Burjuvazi her zaman tutarsız olacaktır. Eğer yerine getirilecek olursa, bizim burjuva demokratlarını, halkın içten dostları olarak görmemizi sağlayacak koşullar ve maddeler öne sürmekten daha aptalca ve boş bir şey yoktur. Demokrasinin tutarlı savaşçısı ancak proletarya olabilir.”[28]
Egemen burjuvazinin halk yığınlarının hak ve özgürlük mücadelesine, iktidar mücadelesine düşmanlığı, kapitalizmin genel bir olgusudur. Kapitalizmin tekelci aşaması olan emperyalist kapitalizm, genel olarak burjuva demokrasisine de düşman hale gelmiştir. Tekellerin egemen olduğu burjuva diktatörlüğü ile işçi sınıfı ve emekçilerin mücadele birikimi arasındaki geçici denge unsuru olarak demokratik kazanımlar, en başta tekelci burjuvazinin hedefindedir.
Bu nedenle, işçi sınıfı ve emekçiler, emek-sermaye çelişkisinin egemen olduğu kapitalizmde, sosyalizm mücadelesinin yanında demokrasi mücadelesi de vermek zorundadır. “Rus aydınına, devrimimizin burjuva devrim olarak kabul edilmesi, onu soldurmak, değersizleştirmek, alçatmak gibi geliyor… Proletarya için burjuva toplumda siyasi özgürlük ve demokratik cumhuriyet uğruna mücadele, düpedüz, sosyalist devrim için mücadelede zorunlu bir aşamadır.”[29]
Bu nedenle, işçi sınıfı için demokrasi mücadelesi önemsiz, anlamsız değil, tersine, sosyalizm için mücadelenin gereği ve bir parçasıdır. Ancak demokrasi mücadelesi içinde işçi sınıfı sosyalist sınıf bilincini edinebilir. Burjuvazinin demokrasi yalanını ve iki yüzlülüğünü kendi deneyimleri ile görebilir.
Kürt halkının hak eşitliği, kendi kaderini tayin hakkı, gerçek laikliğin tesisi, işçi ve emekçilerin hakları, sendikal, siyasal özgürlükler, söz, basın ve örgütlenme özgürlüğü, azınlıkların temel haklarının tanınması ve eşitliği vb. demokratik talepler işçi sınıfı ve emekçilerin uğruna mücadele ettikleri taleplerdir. Berktay’ın demokratizmi ise, bu taleplerin ve onlar uğruna mücadelenin yakınından dahi geçmemektedir. Tartışmasızca desteklenmesi gerektiğini iddia ettiği AKP ve onun sözde reformlarının, emekçiler ve ezilen halkların demokratik talepleriyle uzaktan yakından ilgisi bulunmamaktadır. Buna rağmen Berktay, Marksistlerin demokrasi mücadelesine bakışımı beğenmez:
“Son tahlilde, demokrasiyi hor gördüler. Bu küçümseyiş ilginç bir ‘patika bağımlılığı’ (path dependency) yarattı. İhtilâlci tipi ve demokrat siyasetçi tipi birbirinden tamamen ayrıştı. Evet, parlamenter demokrasiyi benimseyenler artık ‘devrimcilik’ yapamıyor. Lâkin madalyonun diğer yüzünde, ‘devrimci’lerin demokratik siyaset yapamaması var. Ve 21. yüzyılda, asıl bunun bedeli çok daha büyük.”[30]
Devrimcilerin kendilerini demokratik siyasetle sınırlamaması, burjuva demokrasisini ise devrimci ve sosyalist bir yaklaşımla eleştirmesi, Berktay’a göre, Marksistlerin demokrasi düşmanı olduğunu gösterir. Berktay, yaşadığı dünyayı bir kenara koymakta, tekellerin kendi gibi hizmetlilerine sunduğu olanaklarla coşmuş halde burjuva demokrasisinin propagandasına yaparak, Marksistleri demokrasi düşmanı ilan etmektedir. Oysa, adı konarak söylenirse; emperyalizm ve egemen tekelci burjuvazi gericiliktir, demokrasiye düşmandır. Marksistler, emperyalizm ve işbirlikçilerinin sömürü politikalarına, demokrasi düşmanı uygulamalarına karşı işçi sınıfı ve emekçilerin mücadelesini, dolayısıyla demokrasinin, demokratik hak ve özgürlüklerin doğrudan yığınların mücadelesiyle kazanılmasını savunur. Başka türlüsü de mümkün değildir. Burjuva diktatörlüğünün benimsenmesi ve savunulması demek olmayan böyle bir demokrasi, Berktay’ın çağdaş burjuva ufkunun ötesinde, emekçilerin doğrudan mücadelesiyle kazandıkları halkın egemenliği anlamına gelen halk demokrasisidir.
TEKELCİ GERİCİLİĞİN EMRİNDE!
Berktay, Marksizm’e dönük saldırıları ve çarpıtmalarına bir özeleştiri görünümü vererek, onları daha kolay kabul edilebilir hale getirmek istiyor. Tezleri, bir bütün olarak liberal burjuva ideolojisinin gerici alt yapısını, Marksizme ve işçi sınıfına düşmanlığını ortaya koyuyor. Bütün demokrasi hayranlığı ve burjuva siyasetine bitmeyen övgülerin gelip dayandığı ve başından beri ulaşmayı amaçladığı asıl hedef ise, AKP’nin verdiği ‘demokrasi mücadelesi’ne destek sağlayabilmek. Kuşkusuz bu, bugünkü hedefi, yarınkiyse bir başka burjuva parti ve yaklaşımın desteklenmesi olacak; bu desteklerini de koşullayan asıl temel edindiği şeyse, burjuva sınıf egemenliğinin, kapitalizmin savunulması.
Berktay’a göre, bugün AKP, Türkiye’nin sorunlarını çözme azmine sahip, işçi sınıfı ve emekçilerin yaşam koşullarını düzeltecek, refah ve zenginliği arttıracak, Kürt sorunu, Ermeni sorunu ve Alevi sorunu vb. ülkenin kangrenleşmiş sorunlarına getirdiği açılımlarla bu sorunların çözüm yollarını açacak,” askeri vesayet sistemi”ni ortadan kaldıracak, en azından bunların bir kısmını yapacak demokrat bir partidir. Onu statükoya, Kürt sorununun çözümünü istemeyen güçlere, “askeri vesayet rejimi”ne karşı desteklemek, bu destekle birlikte cesaretlendirmek gerekir.
Neden? Çünkü Berktay’a göre, artık kapitalizm, demokrasi, insan hakları, çoğulculuk gibi değerleri içselleştirmiş, küreselleşme ile refah ve çağdaşlık yayılmaya, ulusal sınırlar ve baskılar silinmeye başlamıştır! AKP de, bu “değişim” sürecinin Türkiye’deki öznesi. Statükoya ve “eski düzen”e karşı bu yeni düzeni savunmayacak da ne yapacak Berktay?
Berktay, bunları düşünse de, AKP’nin demokrat ve reformcu bir parti olmadığı gün be gün yaşam tarafından gösterilmektedir. Ancak Berktay’ın başka bir çıkış yolu yoktur. Çünkü, işçi sınıfı ve emekçilerden umudunu kesmiş; kapitalizme, tekelci burjuvaziye, onun lütfettiği ‘reform’lara umudunu bağlanmıştır. En çok, AKP olmazsa, yarın destekleyecek bir başka burjuva parti ya da güç bulacak, bu güç belki, geçmişinde desteklediği türden gerici bir darbeci ekip bile olabilecektir.
“Herhangi bir ‘hâkim sınıf’ partisi, demokratik reformlar yapmaya, Kürt ve Ermeni açılımları başlatmaya, 1982 anayasasını değiştirmeye mi kalkıştı ? Birinci görevimiz bu girişimleri bir ucundan tutmak değil. Bu tür ‘illüzyon’lara asla pabuç bırakmamak; bütün ‘burjuva’ partilerinin ‘aynı’ (ve dolayısıyla ‘tek yol’un ‘devrim’) olduğu inancını sağlam tutmak için, bu yeni ve ‘hepsinden daha sinsi’ düşmanın (ona ne şüphe) ‘ikiyüzlü’lüğünü derhal açığa çıkarmak. Hatâlarını eleştirmenin ötesinde, bunların ezelî ve ebedî bir ‘öz’ü yansıttığını vurgulamak: liberal ve hattâ neo-liberal, işçi düşmanı, Amerikancı, BOP’çu, ağzına daha ne gelirse. Militarizmle mücadelesi zigzaglı bir seyir mi izliyor ? Bütün ‘iniş’lerinde AKP ile TSK’nın artık ‘tek bir blok’ olduğunu, bir, üç, beş, on kere yüksek sesle ilân etmek.”[31]
Berktay, içindekileri dökmüştür. Tırnak içinde hakim sınıf partisi yazarak, AKP’nin egemen sınıfların partisi olmadığı belirtmekte, en azından bu konuda bir soru uyandırmak istemektedir. Sorunlar yaşayan kesimlerin desteklediği, yönlendirdiği, bu nedenle de sorunları çözmek için adımlar atan bir parti olduğu imajını vermek istemekte, böyle düşünmektedir. Zaten bu nedenle AKP’nin destekçisidir. Emperyalist tekelci burjuvazinin ekonomi ve siyasette egemenliğini giderek arttırdığı, bir avuç tekelci işbirlikçi burjuvanın ülkenin tüm kaynaklarını avucunda tuttuğu, AKP döneminde peydahlanan sermaye gruplarının da hızla büyüdüğü, 4857 sayılı İş Kanunu ve iş yaşamını belirleyen diğer yasa ve yönetmeliklerde sermayenin önündeki her türlü engellerin kaldırıldığı, dahası doğrudan kaynak aktarımı dahil sermayeye teşvik ve kıyakların pervasızca yapıldığı bir hükümet burjuva egemenliğinin, burjuva sınıf iktidarının “yürütme komitesi”nden başkası olabilir mi?
Emekçilerin reel ücretlerinin hızla düştüğü, temel tüketim maddelerinin fiyatlarının ise hızla yükseldiği, dolayısıyla yaşam koşullarının giderek ağırlaştığı, çalışma yaşamında esneklik, taşeronlaştırma, iş cinayetleri ile yaşam hakkı dahil en temel hakların gaspedildiği; eğitim, sağlık, emeklilik, barınma gibi emekçilere dönük sosyal hakların giderek ortadan kaldırıldığı, kıdem tazminatlarını kaldırmayı ve özel istihdam bürolarıyla kiralık işçi uygulamasını getirmek isteyen bir hükümet, gerici burjuva diktatörlüğünün yürütücüsü değil, ama “halkın iktidarı” olabilir mi?
Kürt halkına dönük saldırıların devam ettiği, Kürt ulusal hareketi ve demokrasi güçlerinin yıllardır verdiği mücadeleler sonucu kabul edilen ve yığınları yedeklemenin ve demokrasi güçlerini tasfiyenin bir aracı haline getirilmek istenen küçük tavizlere rağmen Kürt sorununda çözümsüzlüğü dayatan, kadın-çocuk demeden vurun emrini veren, tek bayrak, tek millet dayatmasıyla inkarın yeni biçimini sunan, Kürt gazetelerini kapatan bir parti ve hükümeti, nasıl demokrat, nasıl reformcu bir parti ve hükümet olabilir?
Susurluk, Şemdinli iddianameleri ortada iken, bölgede 17 bin faili meçhul varken, binlerce insan kontrgerilla organizasyonları ile katledilmişken, darbeciler ellerini kollarını sallayarak dolaşırken, Ergenekon soruşturmasında kendisini rahatsız eden güçlere karşı gözdağı vermenin ötesine geçmeyen tutuklamalara, 28 Şubatçılar ve 27 Nisancılarla, Ç. Birler ve Y. Büyükanıtlarla hoşlukla geçinip gitmesine bakarak, AKP’nin “askeri vesayet”le hasaplaşmaya giriştiği, hatta militarizmi tasfiye ettiği/edeceği, faşist kontrgerilla örgütlenmelerini ortadan kaldırmayı amaçladığı nasıl söylenebilir?0
Sorular uzatılabilir. Ama Berktay’a ne fayda! Berktay’ın umudu tekelci burjuva gericilik ve onun partilerindedir. AKP, uluslararası hesaplar ve ülke içinde demokrasi güçlerini mücadelesinin dayatma ve birikimiyle Kürt açılımı yapmak zorunda kaldığında; bu, Berktay’a göre; AKP’nin demokratlığını, tekelci burjuvazinin ilericiliğini, yahut AKP’nin halk kesimlerinin çıkarlarını kolladığını gösteren bir gelişmedir. Kürt açılımından en ufak bir sonuç çıkmaması, bu “açılım”ın “Milli Birlik ve Beraberlik Projesi”ne dönüştürülmesi, Belediye Başkanlarının dahi KCK operasyonlarından gözaltına alınması, askeri operasyonların devam etmesi, hatta sınır ötesine kadar götürülmesi Berktay için önemli değil. Berktay gerçekliğe bakmaktan imtina ederken, gözlerini burjuva liberal dünya görüşüyle bağlamaktadır. Gerçeklik ne derse desin, Berktay’a göre, AKP reformcu, ilerici, desteklenmesi gereken bir partidir!
Gerçekse, sadece AKP’nin “neo-liberal, işçi düşmanı, Amerikancı, BOP’çu” gerici bir düzen partisi olmasıyla sınırlı değildir; onu vefakarca desteklerken, çoğu benzerinden farklı olarak gerici burjuva hükümetlere verilen bu tür destekleri bir buçuk yüzyıl öncesinden mahkum eden Marksizme çarpıtma ve yalana dayalı açık saldırılar yönelten destekçilerinin de aynı sıfatlarla anılmayı hak etmiş gericiler olduklarını da kapsamaktadır!
BURJUVA YENİ-LİBERALİZMİNİN MİSYONU!
Berktay’ın söylemlerinin geçer akçe sayılması, güncel siyasette karşılığını bulan sınıflar arasısındaki mücadelede elbette bir yere oturuyor. Türkiye’de siyasi, iktisadi ve kültürel yapının emperyalizmin ihtiyaçları doğrultusunda yeniden şekillendirilmesinde egemen güçler arasında farklı yaklaşımların olduğu bir olgudur. Ancak bu, işçi sınıfı ve emekçi düşmanlığı, demokrasi düşmanlığı konusunda bir farklılık değildir. Tersine, burjuva parti ve fraksiyonlar, halka karşı, işçi sınıfı ve emekçilere karşı her konuda kolayca buluşabilmekte, sermayenin çıkarlarını savunmakta birbirleriyle yarışmaktadırlar.
“Küreselleşme”, “Yeni Dünya Düzeni” ile “tarihin sonu” olarak tarif edilmiş bulunan yaşadığımız dönemde, “demokrasi”, “insan hakları”, “çoğulculuk”, “seçme özgürlüğü” vb. değerler, çağdaşlığın ve uygarlığın temel unsurları olarak ilan edildiler. Emperyalist burjuvazi ve onun ideologlarına göre, “küreselleşme” süreciyle birlikte, iki kutuplu dünyanın sorunları da tarih sahnesinden silindiler. Sovyetler Birliği ve eski doğu bloğu ülkelerindeki ‘bürokrasi’, ‘durgunluk’ ve ‘baskı rejimleri’ ortadan kalkmış, kapitalizm değişmiş ve son sistem olduğu anlaşılmıştı. “Küreselleşme”, ulus devletin zayıflaması, sermayenin dünya ölçeğinde özgürce dolaşımı ve rekabet, “çağdaş” değerlerin maddi temelini oluşturuyordu. Elbette süreç, tamamlanmış değil, hareket halindeydi. Ama önüne geçilemez, engellenemez bir gerçeklikti. İşte eskiden sosyalistlik iddiasında bulunmuş olanlar, şimdiyse sosyalizmden ümidini tamamen kesmiş aydınlar, zaten işçi sınıfından kopuk olan reformist ve revizyonist çevreler, –her ne kadar, determinist değillerse de– bu ‘zorunluluğu’ görerek, kendi görüş ve düşüncelerini yeniden şekillendirme gereği duydular.
Emperyalizmin, uluslararası burjuvazinin dünya halkları ve işçi sınıfına dönük neo-liberal iktisadi, siyasi ve ideolojik saldırısını, dünyanın gerçeklik ve uygarlık zemini olarak kabul eden bu çevreler, kendilerine adeta çeki düzen verdiler. Bunu, kimi fırsatları değerlendirip kalemini satarak yaparken, kimi de bedavadan gönüllü koroya katıldılar. Ama en bedavacı olanı bile, kuşkusuz ki, kapitalizmin sunduğu olanaklardan yararlanmakta ve buradan aldıkları güçle “kapitalist uygarlığa” canıgönülden bağlanmaktaydılar.
Ama hepsi bürokrasiye karşı piyasayı, tekçiliğe karşı çoğulculuğu, baskıya karşı özgürlüğü, statükoya karşı “değişim”i savunma adı altında, sosyalizme, en azından reel dedikleri sosyalizme, ama gerçekte sosyalizmin tüm tarihsel birikimine düşmanca saldırdılar. Kapitalizmi tek yol olarak benimseyip, onun nimetlerine ve burjuva demokrasisinin sınırlarına teslim oldular. Egemenler arasındaki çatışmaları gözlemleyip, buradan demokrasi peydahlanacağını düşündüler ve ‘taraf’ oldular. Demokrasiden anladıkları ise, halkın doğrudan siyasal eylemi ve bu eylemiyle siyasal özgürlüklerin kazanılması, burjuva elitizminin parçalanıp, halk demokrasisinin tesis edilmesi değil, ‘çağdaş’ düzenlemelerin AB gibi emperyalist kurumlarca dayatılması ya da egemen güçlerce yaşama geçirilmesi oldu. Kendilerine de, ya doğrudan bir destekçi ya da eleştirel bir yol gösterici misyonu biçtiler.
Yol göstericiliklerine pek ihtiyaç duyan burjuva partilerden bahsedilemese de, söz konusu olan, egemen güçlerin kendini dinletmesi, kimi sosyalizmi ve değerlerini kökten reddettiği halde yine de sosyalistlik iddia ederken, kimi de Berktay gibi artık sosyalizme küfür eden eski solcuları halkı yedekleme mücadelesinin bir parçası olarak kullanmasıdır.
Eski solcular, günümüzün katıksız liberalleri, bu sözde demokrasi yolunun gönüllü yolcusu oldular. Buna göre, bürokrasiye yol açan “kapalı toplum”, ulusal sınırlar küresel dünya ekonomisine açılmalı, piyasa ekonomisi geliştirilmeliydi. Liberallere göre, demokrasinin temeli de piyasa ekonomisiydi. Bu nedenle, AKP’nin, yalnızca darbe karşıtlığını ve demokratik reformlarını değil, piyasa ekonomisini geliştiren neo-liberal uygulamalarını da gönülden desteklediler. Kapitalizmi övme yarışına girdiler. Berktay da, yazılarında kapitalizmin ‘güzelliklerini’, halka sunduklarını anlatmadan, başka bir deyişle kapitalist sömürü ve barbarlık politikalarını aklamadan edemezdi, etmedi:
“Ya kapitalizm her şeye rağmen göreli bir refah yaygınlaşması yaratmışsa? Ya halk küçümsediğimiz demokrasiye sandığımızdan daha fazla değer veriyorsa? Kendi çıkarlarının temsili açısından, demokrasinin azını bile hiç olmamasına tercih ediyorsa? Mevcut düzenin korunmasında, sadece hâkim sınıfların değil, kitlelerin de popüler çıkarları varsa?”[32]
Kitlelerin, işçi sınıfı ve emekçilerin kapitalizmden çıkarı varsa, refah yaygınlaşmışsa? Öyle mi Berktay? Bunlara yanıt, emperyalist burjuvazinin sözcüsü durumundaki IMF, Dünya Bankası gibi kurumların raporlarında var; dünya ölçüsünde yoksulluk, işsizlik ve gelir dağılımı adaletsizliğinin yayılması bu raporlardan bile izlenebiliyor! Kapitalizmin insanlığa yoksulluk, işsizlik, açlık ve savaşlardan başka bir şey sunmadığı ortada, bunu Dünya Bankası bile gizleyemiyor.
Üstelik bu soruların hepsi, “evet” ile, “olabilir” ile yanıtlanabilir de! Evet, göreli bir refah yaratılabilir, zamanında örneğin, sosyalizm mücadelesinin önünü almak üzere ve bu mücadelenin koparıp aldığı bir taviz olarak, tarih, kapitalist “refah devletleri”ne tanıklık etmişti. Evet, halk burjuva demokrasisine değer de verip, azını hiç olmayanına tercih edebilir. Ve kitleler düzenin korunmasında çıkarları olduğunu da düşünebilir. Tümü, teorik bakımdan mümkündür. Ancak artık çok küçük olasılık halinde olan “göreli refah”ın ne olduğu, nasıl olacağı, ne pahasına gerçekleşeceği, kapitalizmin doğası gereği yerini neye bırakacağı, Berktay için hiç önemli değil. Berktay, olmayanı olmuş sayarak, kitlelerin AKP’yi desteklemesini istiyor; kitlelerin AKP’den memnun olduğunu ileri sürerek, kuyrukçuluğun teorisini yapıyor. İşçi sınıfı ve emekçilerin mücadelesi olmadan, burjuvazi, gönüllü olarak demokratik reformları gerçekleştirmiş, kendi kârından emekçilere göreli bir refah payı ayırmış, bu kazanımlar için işçi sınıfı ve emekçiler, onların önderleri bedeller ödememiş gibi tarihi yeniden yazıyor. Tek taraflı olarak, burjuvazinin, onun siyasi uygulama ve reformlarının göreli refahı yarattığını iddia ediyor. Üstelik, kapitalizmin göreli refahı yok etme, daha fazla sömürü ve yoksulluğu yeniden üretme eğilimine gözlerini kapıyor.
1990’lı yılların başından itibaren emperyalist kapitalizmin sosyalizm üzerindeki geçici zaferi ve dünya ölçeğinde güç dengelerinin değişmesinden sonra, burjuva egemen sınıfların safına savrulan eski solcular, her şeyi, kapitalizmin tarihin sonu olduğu yaklaşımıyla açıklamaya başladılar. 1970’li yılların başından itibaren emperyalist burjuvazinin düşen kâr oranlarını yükseltmek, yeni kâr alanları açmak, bu nedenle piyasanın etkinliğini ve derinliğini arttırmak üzere devreye soktuğu neo-liberal uygulamaların aklanması ve bunun ideolojik dünyasını oluşturan “demokrasi”, “insan hakları”, “uygarlık” gibi içi burjuvazi tarafından boşaltılmış değerlerin dünya halklarına kabul ettirilmesi çabasında, Berktay, Belge, Margulies, Altan, Yağcı ve bunun gibiler, emperyalist burjuva gericiliğin saflarında, burjuvazinin ideolojik hegemonyasını güçlendirmenin aracı haline geldiler. Son olarak Anayasa referandumunda görüldüğü gibi, bu “Taraf”çı çevrelerin AKP’nin olanakları ve desteğiyle görüşlerini halka sunma çabasına girmesi, burjuva liberalizminin, günümüzdeki biçimiyle idealleştirilmiş neo-liberalizmin halka düşman yüzünü bir kez daha göstermektedir.
[1] Halil Berktay, http://www.biyografi.net/kisiayrinti.asp?kisiid=1325
[2] Berktay, Kibrin Teorisi, http://www.taraf.com.tr/halil-berktay/makale-kibirin-teorisi.htm, 25.03.2010
[3] Berktay, http://www.taraf.com.tr/halil-berktay/makale-kibirin-teorisi.htm
[4] Berktay, http://www.taraf.com.tr/halil-berktay/makale-kibirin-teorisi.htm
[5] Berktay, http://www.taraf.com.tr/halil-berktay/makale-kibirin-teorisi.htm
[6] Berktay, Demokrasi ‘Yalan’ı, http://www.taraf.com.tr/halil-berktay/makale-demokrasi-yalan-i.htm, 15.05.2010
[7] Friedrich Engels, Anti-Dühring, Sol Yayınları, 4. Baskı, Ankara, 2003, s. 210
[8] Karl Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, Sol Yayınları, 5. Baskı, Ankara, 1993, s. 23
[9] Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, s. 23
[10] Berktay, Aman Bulaşmasın, http://www.taraf.com.tr/halil-berktay/makale-aman-bulasmasin.htm, 01.05.2010
[11] Karl Marx – Friedrich Engels, Seçme Mektuplar, Evrensel Basım Yayın, İstanbul, 1996, s. 101-103
[12] Berktay, Demokrasi ‘Yalan’ı, http://www.taraf.com.tr/halil-berktay/makale-demokrasi-yalan-i.htm, 15.05.2010
[13] Berktay, http://www.taraf.com.tr/halil-berktay/makale-demokrasi-yalan-i.htm
[14] Berktay, http://www.taraf.com.tr/halil-berktay/makale-demokrasi-yalan-i.htm
[15] Berktay, Ya İhtilalci Ya Demokrat, http://www.taraf.com.tr/halil-berktay/makale-ya-ihtilalci-ya-demokrat.htm, 22.05.2010
[16] Berktay, Teori ve Teoremler, http://www.taraf.com.tr/halil-berktay/makale-teori-ve-teoremler.htm, 22.04.2010
[17] Berktay, Bilimciliğin Rolü, http://www.taraf.com.tr/halil-berktay/makale-bilimciligin-rolu.htm, 20.05.2010
[18] Engels, Ludwin Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu, Sol Yayınları, 3. Baskı, Ankara, 1992, s. 47
[19] Berktay, http://www.taraf.com.tr/halil-berktay/makale-teori-ve-teoremler.htm
[20] Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, s. 23
[21] Berktay, Siyasetin Yeri, http://www.taraf.com.tr/halil-berktay/makale-siyasetin-yeri.htm, 24.04.2010
[22] Engels, Anti-Dühring, s. 227
[23] Berktay, http://www.taraf.com.tr/halil-berktay/makale-aman-bulasmasin.htm
[24] Berktay, Sorumsuzluğun Hafifliği, http://www.taraf.com.tr/halil-berktay/makale-sorumsuzlugun-hafifligi.htm, 13.05.2010
[25] Karl Marx, Fransa’da Sınıf Savaşımları 1848-1850, Sol Yayınları, 3. Baskı, Ankara, 1988, s. 98
[26] Marx, Fransa’da Sınıf Savaşımları 1848-1850, s. 146
[27] Berktay, http://www.taraf.com.tr/halil-berktay/makale-demokrasi-yalan-i.htm
[28] V. İ. Lenin, Demokratik Devrimde Sosyal Demokrasinin İki Taktiği, Sol Yayınları, Ankara, s. 51
[29] Lenin, 1904
[30] Berktay, http://www.taraf.com.tr/halil-berktay/makale-ya-ihtilalci-ya-demokrat.htm
[31] Berktay, Siyasetin ‘Gölge Oyunu’, http://www.taraf.com.tr/halil-berktay/makale-siyasetin-golge-oyunu.htm, 06.05.2010
[32] Berktay, Teori mi Hayat mı, http://www.taraf.com.tr/islemler/yazdir_makale.asp?id=11485, 29.05.2010