“Kader size üç acı pay ayırdı:
İlki bir köleyle evlenmek,
İkinci bir kölenin annesi olmak
Üçüncüsü, bütün hayatınız boyunca bir köleye itaat etmek,”[1]
Rus şair Nekrassov’un bu dizeleri, anaerkil dönemden sonraki tarih boyunca kadının durumunu en trajik haliyle ortaya koyuyor. Ortaçağ dönemi boyunca hem Avrupa’da hem de Doğu toplumlarında oldukça sancılı süreçlerden geçen kadın, modernleşme sürecinde de, her iki alanda bu sancılardan kurtulamamıştır. Bu sunumda, Batı ve Doğu toplumlarında din ve sosyo-ekonomik koşuların kadının konumunu nasıl belirlediği, hangi süreçlerden geçtiği yönünde bir ilk bölüm olacak, ve sonrasında, modernleşen Batı’nın geleneği koruyan ‘kara çarşaflı’ Doğu’yu liberal oryantalist bir bakış açısıyla eleştirmesinin altı ne kadar boş bir kritik olduğu ortaya konacaktır.
HIRİSTİYAN BATI MÜSLÜMAN DOĞU’YA KARŞI
Ortaçağ ve sonrasında, Aydınlanma dönemi Avrupası’nda kadının toplumsal kimliği üzerindeki dinin etkisi ve baskısı üzerinde durmadan önce, İncil’de kadının yeri üzerine bir şeyler söylemek gerekir sanırım. Her şeyden önce Tanrı’nın oğlu İsa’yı doğuranın bir kadın olması, salt doğurganlık üzerinden de olsa, kadına kutsal bir saygınlık kazandırmaktadır. Fakat atlanmaması gereken bir noktadır ki, Meryem erden bir kadındı. Kadına kutsallık ya da saygınlık vasfı bekâretini koruduğu sürece atfedilmişti. Zina ise, tüm dinlerde olduğu gibi, en büyük günahlardan sayılıyordu. Kendisinden önce gelen Tanrı’nın elçilerine zıt olarak, İsa, zinayı sadece kadınların ölümcül cezalara çarptırıldığı bir suç olmaktan çıkararak, erkeklere de ceza verme sebebi olarak sunmuştur. Zinanın tarifini öyle genişletmiştir ki “Her kim ki bir kadına istek duyarak bakarsa, o anda yüreğinde onunla zina etmiş olur.”[2] diyecekti. Daha önce Musa’nın zina eden kadınların öldürülmesini salık vermesi, İsa’nın bu yeni zina kavramıyla alt üst olmuştur. O dönem, kadın o kadar aşağı görülen bir varlıktır ki, sinagogların kapısında, “Tanrım beni kadın olarak yaratmadığın için sana şükürler olsun.” gibi yazılar yazmaktadır. Evlilik kurumunun da yeni bir anlam kazanması söz konusudur. Geçmişte kadın bir erkeğe verilirken, babasının hükümranlığından çıkıp kocasının kölesi olmakta iken, bu yeni dinin sözcüsü, kadın ve erkeğin bir bütün olabilmek için yaratıldığını buyurmaktadır. Bu nedenle de evliliği kutsamakta, zina dışında herhangi bir nedenle boşanmayı Tanrı’ya karşı gelmek olarak tanımlamaktadır. İsa’nın anıları arasında zina eden bir kadının bağışlanması bile söylenegelmiştir. Kadınlara atfedilen diğer bir kutsal saygınlık ise, İsa’nın öldükten sonra dirilişinde, ilk olarak yasını tutan kadınlara görünmesidir.
Buraya kadar, İsa ile gelen yeni din anlayışı, kadınlara gayet ılımlı yaklaşıyor görünmektedir. Zaten günümüz Hristiyan misyonerlerinin birçoğu, İncil’i, bu yönüyle, insan haklarını tanıyan bir anlayış olarak savunmakta; hatta İsa’nın iyi bir feminizm destekçisi olduğunu savunacak kadar ileri gitmektedir. Fakat Batı’nın geçmişinde, şeytan olduğu iddia edilen birçok kadının infazı bulunmaktadır. Bu düşünceyi tetikleyen en önemli faktör ise, yaradılış teorisidir. Buna göre, Tanrı dünyayı altı günde yaratırken, beşinci gün Adem’i yaratmıştır ve o uyurken de, kaburga kemiğinden Havva yaratılmıştır. Yasak meyveyi yemek için erkeği baştan çıkaran kadın olmuştur. İşte Ortaçağ karanlığında, kilisenin erkekleri aklayacak sebebi keşfedilmiştir. Kadın baştan çıkarır, şeytan kadın suretinde görünür ve erkeği zinaya sürükler. Bu nedenle, erkeğin tek günahı zayıf bulunmak ya da zaafı olmak olabilir. Bu dönemde, fakir köylü kadınlarının kiliseden yemek yardımı alabilmek için, kilisedeki rahipler, yamaklar ya da aşçılarla cinsel ilişkiye girdiği bilinmektedir. Buna karşılık, erkeğe atfedilen suç şeytana uymakken, ekmek için kendini satan kadın, şeytanın ta kendisi olmaktadır ve en ağır şekilde cezalandırılmalıdır. İncil’in sözde tüm ılımlı yaklaşımlarına rağmen, köleci ve feodal toplumda da, Batı, kadını erkeğin zimmetli bir eşyası olarak ortaya koymuştur.
Kuran’da ise, kadının durumu çok daha vahimdir. Yarım akıllı, kendini bilmez beyinsiz bir yaratık olarak bahsedilen kadın, erkeğin üstünlüğü karşısında eğilmek zorunda bırakılmıştır. Kadın, mehir adı altında veliliği satın alınan bir kuldur. Erkeğini, o istediği takdirde, başka kadınlarla paylaşmak zorundadır. Adet dönemlerinde kirli olarak nitelenen kadın, biyolojik özelliklerinden kaynaklı bile olsa, ikinci sınıf insandır. İslamiyet, Hıristiyanlık’tan öteye geçerek, kadının toplum içerisindeki ve cinsellikteki yeri dışında ekonomik ilişkilerdeki yerini de belirlemekte, erkeğin yarısı kadar miras hakkı tanırken, mal varlığı üzerindeki söz söyleme yetkisini de, kadının bağlı bulunduğu erkeğe, kocası ya da babasına vermektedir. Boşanma için zina dışında birçok sebep gösterebilen erkeğe nazaran, kadın, yalnızca, kocasının erkeklik görevini yerine getiremediği takdirde boşanma talebinde bulunabilir ve nafaka hakkı ortadan kalkar. Batı’nın Müslümanlığın simgesi olarak sunduğu başörtüsü ise, kadını ayak ve el bileklerine kadar sarmalı ve yalnızca yüzünü gösterecek şekilde açıklığa izin vermelidir. Hıristiyanlıktaki şeytana uyarak zina işleme mantığı, burada da hâkimdir. Aslında bu kapanış tarzı, Hıristiyan rahibelerini hatırlatmıyor değil.
Kendisini insan haklarının merkezi olarak gösteren Batı’nın, Hıristiyanlığı, modernleşmeye göre ehlileştirmeye çalıştığı aşikâr. Fakat din temelinde baktığımızda, iki farklı din de kadın konusunda hiç de insaflı değildir. Demek ki, modern taraf ve gelenekçi taraf arasındaki bu uçurum, her ikisinin, dininin buyruklarının ötesinde bir temellendirilmesini gerektirmektedir.
SOSYO-EKONOMİK GELİŞMELERİN DOĞU VE BATI KADINININ ÜZERİNDEKİ ETKİLERİ
Ortaçağ’da dinin toplumsal işleyiş üzerindeki bu etkisi, Aydınlanma, burjuvazi ve işçi sınıfının doğuşu ile dağılmıştır. Özel mülkiyet sahipleri ile kilisenin çıkarları çatışmaktadır ve bu gerilim, burjuvazinin işçileri ve halk kesimlerini de arkasına alarak ayaklanmasıyla doruğuna ulaşmıştır. Kapitalizm öncesi kadına bakış, onların politik bir topluma değil, geleneksel bir aileye ait oldukları yönündedir. Tanrı ya da tabiat, onları, kamu hizmetleri için değil, ev işlerini halletmeleri ve çocuk doğurarak hem işgücü hem de soyun devamını sağlamaları için yaratmıştır. Kapitalizm, beraberinde, bu geleneksel anlayışı büyük ölçüde yıkarak gelmiştir. Özellikle makineleşme ile birlikte, artık, daha cılız ya da makineyi işletebilecek kadar güçlü, fakat daha ucuz emek gücüne ihtiyaç doğmuştur. Bu gelişme de tarih sahnesine kadın ve çocuk emeğini çıkarmış, onları da işçi sınıfının bir bileşeni olarak ortaya koymuştur.
18. yy’ın sonları ve 19.yy Avrupası’nda, iplik ve dokuma tezgâhı işverenleri, kadın ve çocukları işe alıyordu. Çünkü onlar daha iyi çalışıyor, daha az ücret alıyordu. Ayrıca içinden çıktığı dönemin koşulları itibariyle kadın, henüz özgürlük kavramından çok uzak, silikleştirilmiş bir öğe olarak görülüyor ve kapitalizm bu durumdan alabildiğine faydalanıyordu. 1831’de, Lyon’da, ipek işleyen kadın işçiler, sabah 5, akşam 11, günde 18 saat çalışıyorlardı. Sağlık koşullarının çok kötü olduğu nemli ve pis ortamlarda çalışan bu işçiler arasında verem çok yaygın bir hastalıktı. Daha önce kadını eve hapseden Batı’nın feodal toplumunda kadın baba ve kocanın himayesindeyken, kapitalizm geliştikçe, patronun himayesine geçti. Traji-komik olan durum, artık baba ve kocanın, kadınıyla aynı efendiyi paylaşmasıydı. Sefalet yüzünden, “Kadının yeri evidir” zihniyeti çökmüş, eve daha çok gelir girsin diye seri çocuk üretimine girişilmiştir. Büyüyen kapitalizmle artan proleter ordusunun yaşam koşulları ise, sefalet, alkolizm, ahlaksızlık, ailenin çöküşü, ruhi ve maddi bozukluktur. Fuhuş hiç olmadığı kadar artmıştır. Vardiyalı ve uzun saatlere varan ağır çalışma koşullarında kadın ve erkek evde birbirini göremez olmuş, evlilik dışı cinsel ilişki çok yaygınlık kazanmaya başlamıştır. Bu da, ilk başta ailenin çöküşünü, diğer yandan da, Batı halklarının dinden kopuşunu gerçeklemiştir. Burjuvazi, bu insanlıktan uzaklaşmış yaşam koşullarındaki yozlaşmanın faturasını halka yüklemeye çalışmıştır. Bu durumu, Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni adlı kitabında şöyle eleştirir: “İnsanları ancak, hayvana yakışan bir durumda bırakırsak ya isyan eder ya da hayvanlığa kapılırlar. Burjuvazinin işçi sınıfının yüzüne cinsel kabalığını vurmaya herkesten daha az hakkı vardır.”[3] Bu sefalet koşullarını tüm çıplaklığıyla anlatan Emile Zola’nın Germinal adlı kitabında, çocuğunun yaşamını devam ettirmek, bakkala borç yazdırabilmek için bedenini satan anneler ya da beğendiği bir elbiseyi alabilmek için bile fuhuş yapan genç kızlar görürüz. Kadının ev hapishanesinden sokak cehennemine düşmesi, başta, onu tutsak kılan ikinci bir alan olarak tanımlanabilir. Ancak kadının kendi özgürlük mücadelesini vermesinde bu koşulları deneyimlemesi oldukça etkili olmuştur. Öyle ki, 1871 Paris Komünü’nde birçok erkekten çevik davranıp, barikatlar kurarak komünü savunmuşlardır. Ya da İspanya’da iç savaş döneminde, insanlık dışına itilip toplumca dışlanan, fakat erkeklerin arka bahçe haremi olan fahişelerin silahlanıp bölükler oluşturarak, düzenli bir kuvvet oluşturdukları gözlenmiştir. Hatta bu süreçte, kendi öz örgütlülüklerini bile yaratmaya başlamışlardır. Paris’in Korunması ve Yaralılara Yardım Kadınlar Birliği, bunlardan en güçlü olanıdır. Kapitalizmin sefalet koşullarında cinsel ve sınıfsal sömürüye maruz kaldığının bilincine varan kadın, ezilen sınıfın ezen sınıfa karşı başkaldırısında etkin bir rol oynamadığı takdirde, işçi sınıfının özgürleşemeyeceğinin, böyle bile olsa, kendinin özgürleşemeyeceğinin ayırdındadır.
Kadının kapitalizmdeki bunalımına, bu dönem farklı yaklaşımlar sergilenmiştir. Bunlardan ilki, 19.yy burjuva feminizmidir. George Sand, koca otoritesine karşı aşk özgürlüğünü savunarak, serbest aşk hakkı gibi yeni görüşler ortaya koymuştur. “Hayatını yaşa!” sloganıyla hareket eder. Ortalama 14–15 saatlik iş günü koşullarında ise, aşkın hangi arada özgür kılınabileceği sorusunu orta yerde bırakmıştır.
Freud’un yaklaşımı ise, ele aldığı konu bakımından pek farksızdır. İki görüşte, kadının özgürlüğünü, cinsiyete ya da cinselliğe indirgemiştir. Kadını, salt doğurganlık özelliğine hapseden zihniyetten alır, ancak toplumsal ve ekonomik koşullardan soyutlayıp cinsiyete hapseder. Kadının mutsuzluğuna deva olarak hiçbir şey gösteremez. Psikanaliz, sadece, kadının bireysel gibi görünen sorunlarını bilince çıkarttığını savunur.
Batı feminizminin en temel isimlerinden biri olan Simone De Beauvoir ise, bir varoluşçu olarak, kadını erkeğin zıddına koyarak, aslında kadın olanı erkek olana göre tanımlar. Erkek, sebep olan ve mutlak olandır. Kadının yazgısı üzerinde belirleyici olandır. Kadın ise, erkeğin ötekisi’dir. Ve kadın, ancak, bu bağıl tanımlılıktan kurtulduğu ölçüde özgürleşebilir. Bunun yolu da, bu ötekilik halinin zirve noktaya ulaşmasından geçmektedir. Böylece kadın, erkek için değil, kendi için yaratıldığının farkına vararak, kendini bulacak ve gerçekleştirecektir. Bu feminist tez ise, kadını özgürlük mücadelesinde yalnızlaştırmakta, biraz daha uçlaştırırsak, onu, erkeğine karşı bireysel mücadeleye itmektedir.
Günümüze yaklaşırken, Avrupa’da, faşizm koşulları altında Hitler’in başını çektiği 3. Almanya parlamentosunun 3 K kadın tarifi ise, özgürleşme mücadelesinin tüm kazanımlarının gerisine düşüldüğünü ortaya sermektedir. “Kirche, Küche, Kinder” – “Kilise, Mutfak, Çocuklar”. Faşist diktatörlük şartlarında, kadınlar yeniden evlere hapsedilmeye çalışılmış, tüm politikleşme süreci unutturulmaya uğraşılmıştır. Faşizmin kadına yaklaşımı da bu şekildedir.
Unutulmaması gerekir ki, 20.yy’da, kapitalizmin karşısında en güçlü düşmanı sosyalizm durmaktaydı ve git gide daha çok yandaş kazanmaktaydı. Feodal üretim ilişkilerinin bunalımından kendini kurtarmaya çalışan emekçi sınıfın bunalımı kapitalizmin sömürü çemberinde daha da derinleşmiş ve tam da bu dönemde, karşısına, kendisinin iktidar olduğu bir yaşam çıkmıştı. Sovyetler Birliği’nin birçok Avrupa ülkesine işçi haklarını dayattığı, bugün Avrupalı liberaller tarafından bile kabul edilmektedir. Sosyalizmin bu ilerleyişine karşı kapitalizm en saldırgan silahı faşizm ile cevap vermeye kalkıştığında ise, birçok yerde direnişlerle karşı karşıya kaldı. Faşizme karşı halkların bu mücadelesinde kadınların rolü yadsınmayacak derecede teslim edilmelidir. Yaşanmış bir deneyim olarak, sosyalist bir sistemde kadının konumuna, Doğu toplumlarını da irdeledikten sonra değinelim.
18.yy’a kadar kendi içine kapalı olan Arap toplumu, Batı’da kapitalizmin emperyalist dönemine geçmesiyle birlikte, Batı’yı sömürge işgalleri ile tanıyor. Hıristiyan Batı’nın zorla topraklarına yerleşmesi, Doğu’nun, yeni olan ile geleneksel olan arasındaki gerilimde bocalamasına neden oluyor. Bu dönem öncesinde kadının toplum içindeki konumu, üç ayrı sınıf etrafında toplanabilir. Birincisi, göçebe yaşayan Bedevi kadınlarıdır. Kabilenin malı sayılan ve onun gözetimi altında olan göçebe kadınlar, sığır sağımı, eğirme, dokuma gibi üretim ilişkileri içerisinde bulunma ve hareket alanının geniş olması bakımından en özgür kadın tipi sayılabilir. Savaş halinde ise, erkekleriyle kurduğu ilişki, onu nidalarla savaşa yollama, yenilgi durumunda teselli etme bazında İslamiyet’in çizdiği köle görünümünden çok, yoldaşça sayılabilir. İkinci grup, köylü kadınlardır. Faaliyet ve hareket alanı, geniş aile ile sınırlıdır. Bir yandan ev içi emek, diğer yandan tarım ve dokuma işçisi olma özellikleriyle üretim ilişkilerine doğrudan katılırlar. Durumu en trajik olan ise, şehirde yaşayan kadındır. Aile reisinin boyunduruğunda, mülkiyeti olan, ama onun üzerinde söz söyleme yetkisi ait olduğu erkekte olan, temel uğraşları çocuk doğurup yetiştirmek olan bu kadınlar, hiçbir şekilde üretim ilişkileri içerisinde bulunmadılar veya herhangi bir devlet kademesinde resmi görev üstlenmediler. Genelde, 12 yaşında anne, 24 yaşında büyükanne olarak, 5 nesillik bir soy ağacı boyunca yaşarlardı. Okuma-yazmaları olmayan bu kadınların oyalanmak için uğraştıkları şeyler ise, evlere gelen süs eşyası satıcıları, falcılar, güzellik, kına, dövme gibi şeylerdir. Erkeklerinin denetimi altında hamama gidip, oğullarına kız beğenip evlilikleri bağlamak da, kadınların toplumsal görevleri arasında sayılmaktadır. Farklı koşullansalar da, üç tür kadın da, uysal, itaatkâr olmak zorunda olan fiziki kölelerdir. İsyanın cezası ise çok kesindir: Ölüm. Canlı hiçbir şeyden destek göremeyen kadın, umudunu batıl inançlara meyledip, türbe, yatır efsaneleri türetti. Tabii buna tezat bazı durumlar da vardı. Örneğin 18. yy. Mısır’ında, kendilerine tahsis edilmiş topraklara sahip asker kadınların varlığı, yer yer harem isyanlarında evin reisinin dövülerek evden kovulması gibi nadir durumlar söz konusu olsa da, bu iç mücadele dinamikleri hem sayıca çok az, hem de diğer kesimlerden yanıt bulmayan bir çabaya dönüşüyordu. Henüz batılılaşmanın gündemde olmadığı bu koşullarda, devlet, işlerin genel örgütlenişi ile meşgul olurken, cılız endüstri köylüleri kiralıyor, işgücü için göçebeleri yerleşik hayata zorluyordu. Evlilik, sünnet, ölüm törenleri, bazı kabilelerde kadın sünnetleri gibi gelenekler muhafaza ediliyor, kadın bir eşya olarak görülüyordu. Emperyalizmin sömürge arayışlarının ilk adreslerini de, feodalizmi henüz tasfiye edememiş bu Doğu toplumları oluşturuyordu. 1798’den 1801’e kadar süren Mısır’daki Fransız işgali, birçok sosyal ve ekonomik yapıyı değiştirmişti. Erkek işgücü kıtlığı, idarecilerin kadınlara yönelmesini sağladı ve Batı’da yaşanan benzer süreç gibi, kadının geleneksel patronu gitti, yerini devlet ve işveren aldı. Böylece geleneksel olarak erkeği vasıtasıyla kadınla ilişkilenen devlet, bunu dolaysız hale getirmiş oluyordu. Fransız işgali, kadının geleneksel yerini aile içinde de kırmayı deniyordu. Fransız askerlerle evlenen Arap kadınlarının nezaket ve saygı çerçevesinde iyi muamele gördüğüne tanıklık eden birçok kadın, dilekçelerle kocalarını Bonaparte’a şikâyet etmeye başladı. Tabii bu dilekçe eylemlerinin sonucu, işgal bittiğinde ortaya çıkan, katledilen, zehirlenen ve Nil’de boğulan binlerce kadının hazin sonu oldu. İşgalin bitişi, geleneksel sınırlamaları kısmen geri getirmişti, fakat artık kadın geri dönülmez bir biçimde üretim sürecine katılmıştı. Fakir bölgelerde kadın, çocuk ve genç kızlar, devletin gösterdiği yerlerde, zincirlenip atandıkları tekstil fabrikalarında zorla çalıştırılıyordu. Eskiden kadın ve erkeğin aynı ortamda bulunmasının mahremiyeti, kapitalizmin yeni yasalarıyla unutulmuştu. 1840’larda, 150 kadın, fabrikada, yarı çıplak erkeklerin yanında peçeli bir şekilde çalışıyordu. Kadının Mısır’da ilk meslek edinişi ise, çok daha sonra, Kahire’de açılan bir tıp okulunda ebelik eğitimiyle gerçeklemiştir. Bu okula ilk gelen 30 soylu genç kız, peçelerinin yüz kısmını açmıştır. Bugün kadınlar sosyo-ekonomik belirli kazanımlar elde etmişse de, hala bir namus nesnesi olarak görülmekte, bundan kaynaklı herhangi bir suç unsurunda ailesini utandırmakla suçlanıp cezalandırılmaktadır. Bu, kendi iradesi dışında gerçekleşen bir tecavüz durumu olsa bile.
Kısaca özetlersek; Doğu’nun modernleşmesi, kendi iç dinamikleri ile değil, emperyalizmin sömürgeleri olması pahasına çok yavaş bir toplumsal evrimle gerçekleşmekte ve hâlâ da sürmektedir. Bu nedenle, Doğu’nun modernleşmesine Batılılaşma dersek, yanılmış olmayız.
Buraya kadar, Doğu ve Batı’da kadının toplum içerisindeki konumlanışının, hâkim iki din arasındaki kadına bakış açısı farklılığından kaynaklanmadığını gördük. Çünkü gerek İslamiyet gerek Hıristiyanlık kadını politik topluma ait bir birey olarak görmemekte, onu köleleştirecek her türlü yönelim için meşru bir zemin hazırlamaktadır. Bu, kadının her iki toplumda da köleleşmesinde dinin etkisi yoktur demek değildir. Aksine din, kapitalist sömürü koşullarını bile meşru kılmaktadır. O halde, Doğu ve Batı arasında kadının konumlanışını, iki farklı coğrafyadaki sosyal, kültürel, ekonomik ve siyasi gelişmeler belirlemektedir. Hal böyle iken, Batı’nın liberal oryantalist söylemleri meşru kılınabilir mi? Batı her zaman Doğu’yu ötekileştirme çabasında olmuş, modernleşememiş, barbar bir zihniyet olarak dünya kamuoyuna açarken, aslında kendi politik çıkarlarını gözetmektedir. Aksi halde, ABD’nin Irak işgalindeki demokrasi taşıyıcılığı görevine ilişkin söylemi başka bir karşılık bulamaz. Batı, ABD’nin şahsında, modernleşme ve demokrasi gönüllüsü olmuştur. Ortadoğu’daki “medeniyetler çatışması”na son verecek, orayı demokratikleştirecek, daha da ileri gidersek “kara çarşaf”a hapsolmuş kadını kurtaracaktır. ABD’nin öldürerek demokrasi götürdüğü insanların hiçbirinin özgürleşmediği ortadadır. Sonuç olarak, ekonomik ve politik çıkarları için Yeni Ortadoğu’yu yaratma çabasında olan ABD, kendini dünya halklarının gözünde temize çıkarmak için, bu oryantalist söylemleri kullanmaktadır.
Aslen Asyalı bir kadın olan ABD vatandaşı ve Kolombiya Üniversitesi Antropoloji Bölümü profesörü Lila Abu-Lughod, Müslüman Kadınlar adlı makalesinde, Batı’dan Doğu kadınının görünüşünü, baskılanmış, örtülmüş, Batı ile aynı özgürlüğe sahip olmayan, dini ve kocası tarafından yönetilen bir nesne olarak tariflemiştir. Aynı makalesinde, Bush’un vekillerinden birinin, bu görünümü askeri saldırı malzemesi olarak kullanmaktan çekinmediğini vurgular. Kendi ailesine dönüp bu durumu sorguladığında, başı açık Filistinli büyükannesini ve bluz ve kot pantolon giymiş Ürdünlü yengesini örnek olarak karşımıza çıkarır. Buradan hareketle, Batı medyasını eleştirerek, “Neden New York Times Magazin’de Batı kadını gibi giyinmiş Ürdünlü bir kadının fotoğrafına hiç rastlamayız?” sorusunu sorar. Elbette ki, Abu-Lughod’un bu değerlendirmesini, Doğu’nun feodal ilişkilerinde yaşanan kadın cinayetlerini, kadının köleleştirilmesini ve sömürülmesini örtbas etme çabası olarak algılamamak gerekir. O, sadece, Batı’nın özellikle bu geri kalmış, dini dar görüşlü zihniyeti ön planda tutma çabasının, Doğu’ya yönelteceği her saldırıda meşrulaştırıcı bir kavrayış yaratma amacına ilişkin olduğuna vurgu yapmak istemiştir. Soruna şöyle bir açıklama getirmiştir:
Doğu kadınının bu görünümü, bizi, zaman, mekân, bölge ve sınıf farklılıklarını düşünmekten alıkoymaktadır. Yukarıda tarihi süreç içinde ele alınmış koşullar, bu savunuyu doğrulamaktadır. Batı, kapitalistleşme sürecini ilerletip sömürgeci aşamasına geçmişken, Doğu’da feodal yapı hala korunmakta, toplumsal evrim süreci çok yavaş ilerlemekte, bu sebeplerle üretim ilişkileri içine problemli bir şekilde dâhil olan kadın, Batı tabiriyle modernleşememektedir.
Batı’nın bu özgürlük ve demokrasi nutuklarını samimi bulmayan bir başka Doğu’lu kadın da, Cezayirli kadın hakları savunucusu Karima Bennoune’dur. Benounne, 1994’te Montly Review’da çıkan “Cezayirli Kadınlar Köktendincilikle Karşı Karşıya” adlı makalesinde, Cezayir’deki kadınların hak ve özgürlük mücadelesi yürütürken karşılaştığı bağnaz tepkileri dile getirir. Cezayir’de 45 kadının İslami Ordu Hareketi ve İslami Ordu Grubu isimli iki köktendinci grup tarafından öldürülmesi; sigara içtiği ve kot pantolon giydiğinden “fahişe” damgası giyen genç bir kadının öldürülmesi, dul bir kadının kendisine, kızına ve annesine tecavüz edildikten sonra katledilmesi, ABD ve Avrupa basınında ilk sayfadan giren haberlerdendir. Buna karşılık, Batı’daki hiçbir medya kuruluşu, hükümet ya da insan hakları örgütleri, 1984’te kabul edilen Aile Hukuku yasası ile kadının köleleştirilmesini protesto etmek için sokaklara dökülüp polisle çatışan Cezayirli kadınların mücadelesini yansıtmamış ve destek sunmamıştır. Bunun sebebi, hakkını arayan, mücadele veren ve direnen bir Doğu imgesinin Batı’nın politik ve ekonomik çıkarları ile uyuşmamasıdır. “Geri kalmış olan”a özgürlük götüren “medeniyet”, yağdırdığı bombalarla zaten kendi özgürlük mücadelesini veren bir halkı katletmek suçundan böylece sıyrılmayı denemiştir.
Batılı ifadelerle sorun olarak ortaya attığım soruyu yineliyorum:
Batı modern olan, Doğu gelenek olan ise, kadının özgürlük mücadelesi, modernleşme ile cevap bulmuş mudur? Kesinlikle hayır. Çünkü modernleşmiş kapitalist toplum, kadını yarı çıplak bir ücretli köle haline getirmiştir. Fakat başta da belirttiğim gibi, modernleşme sürecindeki kadın, özgürleşme sürecinde gelenekselliği atfettiğimiz feodal toplumlardaki kadından daha ilerdedir. Modern bir toplumda, kadın özgürleşme sürecini tamamlayabilir mi? Bunun yanıtı da hayırdır. Çünkü emeği ve bedeni sömürülmekte ve bu modern toplum başka türlü yaşayamayacağından, özgürleşebilmesi mümkün olmamaktadır. Kısacası, modern toplum, ne geleneksel kadına, ne de modern kadına bir kurtuluş sağlamamıştır.
PEKİ, ASİYE NASIL KURTULUR?
Her şeyden önce, Asiye, özel mülkiyetin doğuşuyla köleleşmiş bir ögedir. Anaerkil dönemden ataerkilliğe geçiş de, bu sayede gerçekleşmiştir. Ve zavallı Asiye, erkeğinin mülkiyeti haline gelmiştir. Feodal toplumda, baba ve koca, Asiye’nin hareket alanının belirleyicisi, onun koruyucusu, onun yargılayıcısı ve ceza koyucusu, kısacası efendisidir. Kapitalist toplumda, efendilerin efendisi işveren, sermayedar gelmiştir. Asiye’nin köleliği derinleşmiştir. Fakat buna karşılık, o politikleşmiş, üretim ilişkilerine ve sürecine doğrudan katılan bir özne haline gelmiştir. Artık örgütlenebilmekte, başkaldırabilmekte, değiştirip dönüştürebilmektedir. Bunun yanı sıra ister feodal toplumun kalıntılarında olsun, ister kapitalist bir ülkede olsun, Asiye, cinsel, ulusal ve sınıfsal sömürüye maruz kalmaktadır. Ancak bu üç temeldeki sömürüye başkaldırıp, bunu devirdiğinde özgür olacaktır. Bu, onu köleleştiren özel mülkiyetin ortadan kalkmasıyla mümkün olabilir.
Kapitalizm koşullarında kadına kurtuluş çağrısı yapan akımları irdelemek, gerçek kurtuluşun nasıl olacağını/olmayacağını göstermek açısından önemli olur kanısındayım. Öncelikle ataerkil toplum yapısı kavramının tanımını yerli yerine oturtmak gerekir. Günümüzde ataerkillik, erkeğin egemen, kadının köle olduğu düzen çağrışımı yapmaktadır. Tarifi doğru yapılmadığı takdirde, kadının mücadelesinin erkeğe karşı yapılması gerektiği sonucu çıkarılabilir. Nitekim birçok feminist yaklaşım, temelde bunu öğütler. Fakat egemenlik, sınıflar temelinde tanımlanması gereken bir kavramdır. Kişinin kişiye olan egemenliği ya da kişinin kişi üzerinde kurduğu iktidar, birçok postmodernist düşünürün söylediğinin aksine, toplumun yapısına ve içerisinden geçtiği sürece, daha doğrusu, üretim şekline ve ilişkilerine doğrudan bağlıdır. Bu temelde ele aldığımızda, günümüz açısından egemen olan burjuvazi, ona karşı mücadele eden, yani ezilen sınıf ise işçi sınıfıdır. Yani feministlerin ataerkil düzen olarak tarif ettiği, kadının her türden sömürü şekline en fazla maruz kaldığı toplumun garantörü, kapitalizmdir. Dolayısıyla emekçi karakteri kazanan kadın, bu sömürü koşullarından, ancak kapitalizmin yenik düşmesi ve daha donrasında, üretim araçlarının özel mülkiyetinin ortadan kalkmasıyla kurtulabilir. Bu süreç içerisinde kadın politikleşir. Sovyetler Birliği dönemi, buna en güzel örnektir. Bu dönemde, Lenin’in de çağrısıyla, birçok kadın Sovyetlere seçilmiştir. Lenin, kadınların toplum içerisinde tam bir eşitliğe sahip olmadığı koşullarda, ne demokrasiden, ne de sosyalizmden söz edilemeyeceğini sürekli olarak vurgulamıştır.
Fakat buradaki eşitlik kavramı da, netliğe kavuşturulması gereken bir kavramdır. Kapitalist koşullarda da bir takım eşitlikler kazanılabilir. Avrupa’da, burjuvazi, bu kâğıt üzerinde kazanılmış hakları, devlet başkanı ya da iş kadını olarak “mevki” sahibi olmuş birkaç örnekle propaganda ederek, var olan sömürüyü örtbas etmeye çalışmaktadır. Seçme ve seçilme hakkı, sendika, sigorta, işgünü hakları kazanılsa dahi, kapitalist toplumlarda bunun toplumsallaşamadığı, hayata geçirilemediği oldukça açıktır. Kaldı ki, geçirildiğini varsaysak bile, emekçi kadın, sınıfı gereği, hâlâ burjuvazinin sömürüsünden kurtulamamıştır.
Diğer bir kafa karışıklığı yaratacak mesele, Latin Amerika’daki 21. yy sosyalizmi iddialarında kendini göstermektedir. Venezuella’da, Chavez’in ev kadınlarına maaş bağlaması coşkuyla karşılansa da, kadının özgürleşme mücadelesine sağladığı katkı tartışmalıdır. Kapitalist üretim şeklinin hâlâ devam ettiği bu ülkede, ev kadınlarına maaş bağlamak, ev içi emeği özendirici, kadını eve hapsedici bir özellik taşımaktadır. Oysa kadın, evden çıkıp üretim ilişkilerine doğrudan katılmadığı, bu süreç içerisinde politikleşip örgütlenmediği sürece özgürlüğünü kazanamaz.
Kısacası, Asiye, kendi kurtuluş mücadelesini en ilerden sahiplenmediği, üretim araçlarının özel mülkiyetinin kaldırılması mücadelesine doğrudan katılmadığı sürece kurtulamayacaktır. Kaldı ki, evrensel olarak baktığımızda, kadınlar bu mücadeleye katılmadığı sürece, insanlık da eşitlik ve özgürlük özlemini dindiremeyecektir.
Kaynakça
· İncil, 1993, İstanbul, Müjde Yayıncılık
· Öztürk, Y. N. 2000, Kur’an-ı Kerim Meali, 105. Baskı, İstanbul: Yeni Boyut
· Yavuz, H. 1999, Modernleşme, Oryantalizm ve İslam, İstanbul: Boyut Kitapları
· Zılfı, M. C. 2000, Modernleşmenin Eşiğinde Osmanlı Kadınları, 1. Baskı, İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları
· Chambers, R. L. ve Polk W .R. 1995, Ortadoğu’da Modernleşme, 1. Baskı, İstanbul: İnsan Yayınları
· Engels, F. 1975, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, 4. Baskı, Ankara: Sol Yayınları
· Kadın ve Marksizm (derleme)/ Marx, Engels, Lenin, Stalin, 1979, 6. Baskı, İstanbul: Öncü Kitabevi
· Lughod, Lila Abu, Muslim Women (Müslüman Kadınlar), http://www.eurozine.com/articles/2006-09-01-abulughod-en.html
· Bennoune, Karima Algerian Women Confront Fundamentalism (Cezayirli Kadınlar Köktendincilikle Karşı Karşıya) http://findarticles.com/p/articles/mi_m1132/is_n4_v46/ai_15823652