I. EMPERYALİZMİN BÖLGE POLİTİKASI VE KÜRT SORUNU
Kürt sorununun bugünkü karakterini kazanması ve bölge gericiliklerinin Kürt sorunu karşısındaki tutumlarının belirlenmesi bakımından, son on yıllardaki gelişmeler saklı tutulmak kaydıyla, 1. Emperyalist Paylaşım Savaşı sürecinde geliştirilen politikalar önemli bir rol oynamıştır. Emperyalist savaştan sonra, bu paylaşım savaşından galip çıkan Britanya ve Fransa emperyalist devletleri, Ortadoğu ve egemenlikleri altına aldıkları yerlerde, çıkarlarına hizmet edecek yönetimler oluşturmuşlardı. Dünyanın en büyük petrol kaynaklarının bulunduğu, dolayısıyla emperyalistlerin enerji ihtiyaçları bakımından büyük önem taşıyan Ortadoğu’nun haritası, bu emperyalist paylaşım sonucu çizilmiş; bölgede ülke ve devlet sınırları bu paylaşım tarafından belirlenmiş ve İngiliz ve Fransız mandası altında Arap devletleri kurulmuştu. Bu paylaşım sürecinde Kürdistan coğrafyası, Türkiye ve İran’ın yanı sıra İngiliz mandası altındaki Irak ve Fransız mandası altındaki Suriye sınırları arasında bölünmüştü. Bu döneme ait İngiliz belgeleri, sınırların nasıl oluşturulduğu konusunda açıklayıcı bilgiler içermektedir. İngilizlerin ‘Irak Yüksek Komiserliği Vekili’nin, Kürtlerin varlığının reddi üzerinden ulus-devlet oluşturma politikasını izleyen Türkiye yönetimi ile yapılan sınır görüşmeleri konusunda söyledikleri bu bakımdan dikkat çekicidir: “Türklerin Güney Kürdistan kararlılığı bizim Irak’taki Kürt bölgelerine özerklik vereceğimiz inancına dayanmaktadır. Bu, Türk idaresine bırakılan Kürtlerin tepkisine yol açacak ve bunları özerklik istemeye zorlayacaktır.(…) Türkiye’ye değişen bu koşullarda Sevr anlaşmasında yer alan Kürtlere özerklik fikrinden vazgeçtiğimizi ve amacımızın Musul tarafındaki sınıra kadar olan tüm Kürt bölgelerini Mezopotamya’da birleştirmek olduğunu resmi olarak taahhüt edersek, sınır görüşmelerinin önemli ölçüde rahatlayacağını düşünmekteyim.”(1) Bu politika doğrultusunda Türkiye-Irak sınırı, Türkiye’nin Kürtlere özerklik verileceği konusundaki kaygılarının giderilmesi ve önemli petrol yatakları olan Musul-Kerkük üzerinde hak iddia etmesinin önüne geçilmesi amacıyla, Güney Kürdistan’ın Irak topraklarına dahil edilmesi temelinde belirlenmişti.
Kürt sorunu konusundaki çalışmalarıyla bilinen ve bu konuda söyledikleri birçok çevre tarafından takip edilen İsmail Beşikçi, Tîroj Dergisi’nin 23. sayısının dosyasında yer alan yazısında, I. Emperyalist Paylaşım Savaşı sürecinde “Kürdistan’ın ve Kürtlerin ülke olarak bölünmesi, parçalanması ve paylaşılması”nı Ortadoğu tarihini ilgilendiren “en önemli olay”(2) olarak değerlendirirken, ‘Ortadoğu’da Devlet Terörü’ adlı kitabında da “Ortadoğu’da emperyalizmin kendini nasıl ürettiği” sorusuna verdiği yanıtta, Tîroj Dergisi’ndeki görüşünü tekrar ederek:“Ortadoğu’da emperyalizm etkenini esas olarak Kürdistan’ın bölünmesinde, parçalanmasında ve paylaşılmasında aramak gerekir” (3) demektedir.
Beşikçi’nin sorduğu “emperyalizmin Ortadoğu’da kendini nasıl ürettiği” sorusuna yanıtın başka bileşimler ve gelişmeler üzerinden değil de Kürdistan merkezli olarak verilmesi, yirminci yüzyılın başlarından itibaren Kürt sorununun tüm Ortadoğu ve bölge politikalarını ve buraya yönelik emperyalist stratejiyi belirleyici “esas unsur” sayılması anlamına gelir. Bu ise, nasıl ifade edilmeye çalışılırsa çalışılsın, emperyalizmin karakteri, politikaları, iç çelişkileri ve bölgeye ilişkin planlarının birbirleriyle ilişkili olarak irdelenmesinin yerine, tüm bunların “Kürdistan’ın bölünmesi” ile izaha kalkışılması olacaktır ki, bunun sakatlığı daha baştan bellidir. Fakat Beşikçi tam da bunu yapmıştır, yapmaya devam etmektedir. Oysa Ortadoğu’daki gelişmelerin doğru kavranması her şeyden önce bölge halklarının çıkarları bakımından gereklidir ve Kürt sorununun ve Kürtlerin ulusal özgürlüğünün bölge halklarının anti-emperyalist kurtuluş mücadeleleri bakımından teşkil ettiği muazzam önemin anlaşılması yönünden de önem taşımaktadır. Ama Beşikçi, emperyalistlerin Kürt sorunu konusunda uyguladıkları politikaları değerlendirirken, sonucu nedenin yerine koyarak, süreci tersinden tarif etmeye çalışmakta; bölgenin I. Emperyalist Paylaşım Savaşı’ndan galip çıkan İngiliz ve Fransız emperyalistleri arasında paylaşılması ve sınırlarının bu emperyalist güçlerin çıkarları doğrultusunda belirlenmesinin neden olduğu gelişmeleri bağlantıları içinde ele almamakta ve emperyalizmin bölgedeki varlığını “esas olarak” Kürt topraklarının bölünüp parçalanmasıyla izaha çalışmaktadır. Emperyalistler arasındaki egemenlik mücadelesini, emperyalizmin bölgedeki varlığını, güç ve ilişkilerini “Kürdistan’ın parçalanması” ile izah etmek; olay ve gelişmelerin merkezine Kürdistan’ı koymak ve uygulanan politikaları sadece bu temel üzerinden değerlendirip açıklamak, ilk bakışta Kürt halkının çıkarlarının ‘ilerden’ bir savunusu olarak görülmeye uygundur. Ancak bu ilk bakış, “tüm”ü; ilişki ve çelişkilerin bütününü görmeye yetmemektedir ve Beşikçi’nin en hafif deyişle yanılgısı da, bu “bütün”e bakamamasından kaynaklanmaktadır. Ancak biliyoruz ki, sorun, Beşikçi açısından basit bir yanılgı sorunu değildir. O, bu konuda ısrarlıdır ve suçlamalarını sadece gerçeğin bir yönü üzerinden sürdürmektedir. Gerçeğin öteki yanlarında nelerin durduğu ise onu ilgilendirmemektedir.
Oysa hiç değilse bugün, Kürt sorununa doğru bir yaklaşım için, öncesini bir yana bıraksak bile, I. Emperyalist Paylaşım Savaşı’ndan bu yana emperyalist güçlerin bölge politikalarını ve bu temelde bölge gericilikleri ile ilişkilerini doğru olarak ortaya koymak gerekmektedir. Yazımızın başında yer verdiğimiz, İngilizlerin Irak Yüksek Komiserliği Vekilliği’nin Türkiye sınırının belirlenmesi/Kürt coğrafyasının parçalanması ile ilgili olarak raporunda, İngiliz yetkili, Musul-Kerkük’ün kendi bölgelerinde kalması için, “değişen koşullarda Kürtlere özerklik fikrinden vazgeçtiklerini açıklamaları”nın yeterli olacağını belirtmektedir. Bu rapor, İngilizlerin Kürtler konusundaki tutum ve politikasının emperyalist çıkarlarının korunmasını esas aldığını; başka bir söyleyişle, Ortadoğu ve Kürt topraklarının parçalanmasının İngilizler başta olmak üzere emperyalistlerin bölgedeki çıkarları tarafından belirlenen politikaların ürünü olarak ortaya çıktığını ve bölge ülkeleriyle ilişkilerin de yine bu çıkarlara göre ve kuşkusuz Kürt halkının da esaret altına alınması pahasına şekillendirildiğini bir biçimde ortaya koymaktadır. Beşikçi’nin hatalarından biri, nedenleri ya görmemek ya da işine geleni görüp ötekileri bir yana atarak, ilişki ve gelişmeleri, sonuçlardan sadece biri ya da birkaçıyla izaha çalışmaktır. Bu tutum ve anlayışın, Kürt halkının ulusal-demokratik mücadelesinin gerçekten bağımsızlıkçı anti-emperyalist bir çizgide gelişmesine hizmet etmediği açıktır. Emperyalistlerin bölgedeki politika ve stratejilerini dünya toprakları, pazarları ve kaynakları üzerindeki paylaşım kavgalarından soyutlayarak, sadece Kürt sorunuyla bağlantılı izaha çalışmak bilimsel bir yaklaşım olmadığı gibi, Kürtlerin bölgenin öteki “mazlum milletleri”yle ilişkilerinin tam hak eşitliği temelinde ve bağımsızlıkçı bir çizgide belirlenmesine de hizmet etmemektedir.
ABD emperyalizminin 2003’te Irak’ı işgal etmesinden sonra Güney Kürtlerinin Irak Kürdistanı’nda Federe Kürt Hükümetini kurmaları tek veri alınarak, ABD işgali ve Genişletilmiş Ortadoğu Projesi olarak da tarif edilmiş bulunan emperyalist bölge politikası kapsamındaki yer ve ilişkileri ne olursa olsun, Kürtlerin kendi kaderlerini belirleme yönünde attıkları bu adım esas alınarak ve sadece bu temelde Amerikan politikalarının değerlendirilemeyeceği; ABD-İngiliz politikaları ve stratejisinin, bölge ve Kafkasya, Ön Asya ve Kuzey Afrika dahil çok geniş alana ilişkin paylaşım kavgaları kapsamındaki politikalardan arındırılarak ele alınamayacağı açıktır. Beşikçi’nin sözcüklerini kullanırsak, emperyalist işgalin “emperyalizmi ve bölge üzerinde egemenlik politikasını üretmediği” söylenemez. ABD emperyalizmi, Kürtlerin kazandığı ‘statü’yü kendi gerici emelleri için kullanmaya çalışmış ve çalışmakta; Kürt, Türk, Arap, Fars halklarını düşmanlaştırarak bölgedeki varlığını kalıcılaştırma hesapları yapmaktadır.
ABD emperyalizmi, Irak Kürtlerinin ‘federe devlet’ oluşturmalarını diğer ülkelerde yaşayan Kürtleri etki altına almak için de kullanmak istemekte, yanı sıra Kürt sorunuyla ilişkili-muhatap bölge ülkeleri yönetimlerini köşeye sıkıştırmak amacıyla bu durumu istismar etmekte; öte yandan kendi işbirlikçisi olan ve Kürt sorununda gerici şoven politikalar uygulayan Türkiye egemenleri ile “teröre karşı ortak mücadele” gibi söylemlerle oluşturulan ‘koordinatörlük’ gibi araçlarla, Kürt sorununu, Türkiye egemenlerinin kendi emperyalist bölge planları içerisinde daha ileriden rol üstlenmelerini sağlamak için kullanmaktadır. ABD politikası, Kürt sorununun, çözülmesine değil, bölgeye yönelik emperyalist planlarının uygulanmasında kullanılacak bir araç olarak çözümsüz kalmasına dayanmaktadır. Bu bakımdan Kürt halkının geleceğini özgürce belirleyebilmesi ve Ortadoğu’da halklar arasında barış ve kardeşliğin sağlanması için, bölge gericiliklerine karşı mücadelenin, aynı zamanda, ABD emperyalizminin bölgedeki varlığına karşı bir mücadele olması zorunludur.
Tarihsel gelişmelerin Beşikçi tarafından geliştirilen dar ve çarpık yorumu, bugünkü gelişmelerin kavranmasına hizmet etmek bir yana, ABD’nin bölge politikası konusunda kafa karışıklığı yaratmaktadır. Dün emperyalizm etkenini “Kürdistan’ın parçalanması”nda arayan Beşikçi, bugün Kürt halkının “kurtuluşunu” ABD emperyalizminin uyguladığı politikalarda aramaktadır. Beşikçi, ABD emperyalizminin işgal ederek Genişletilmiş Ortadoğu Projesi’nin ‘merkez ülkesi’ haline getirdiği Irak’ta, işgal sonrasında, Kürtlerin geleceklerini belirlemeleri yönünde oluşan uygun ortam ve bu temelde Güney Kürtlerinin kazandığı statü üzerinden, “Kürtlere karşı soykırım yapan Saddam rejimiyle ancak ABD gibi bir süper güç baş edebilirdi”(4) sonucuna varmaktadır. ‘Ağaca bakıp ormanı görememek’, bu değilse nedir? Beşikçi bu söylemiyle, tam da “Ortadoğu’da emperyalizmi üreten”, emperyalizme demokratik misyonlar biçen bir konumda bulunmaktadır. Tarihsel gelişmeleri burjuva milliyetçi bir anlayışla ele alıp değerlendirmesi, yazarımızın bakış açısını, dün sorunun nedeni olarak gördüklerini bugün kurtarıcı olarak görecek kadar bulanıklaştırmaktadır.
II. SB’NİN BÖLGEDE EMPERYALİZMLE MÜCADELESİ VE KÜRTLERİN DURUMU
Beşikçi’nin “Kürt davasını savunmak” adına tarihsel gelişmelere bu dar çerçeveden bakması, aslında sosyalizmin halkların kurtuluş mücadelesine sunduğu olanak ve birikimlere yabancılığından, sosyalizmle arasına koyduğu mesafeden kaynaklanmaktadır. Bilindiği gibi, Ortadoğu coğrafyasının İngiliz ve Fransız emperyalistleri tarafından bölünüp paylaşıldığı dönemde, dünya emekçileri ve ezilen halkları tarafından coşkuyla karşılanan Ekim Devrimi gerçekleşmiş ve Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği kurulmuştu. Lenin ve Stalin’in önderliğindeki SSCB, hem onlarca halkın özgürlük, eşitlik ve kardeşlik temelinde bir arada yaşamasının yolunu göstermiş, hem de emperyalist kapitalist saldırganlık karşısında, “Dünyanın bütün işçileri ve ezilen halklar birleşin!” şiarıyla dünya emekçilerinin ve ezilen halklarının kurtuluş mücadelelerinin en büyük destekçisi olmuştur. Sovyetler Birliği, bu politikasından dolayı emperyalizmin fiili saldırılarına maruz kalmasına ve kuşatma altına alınmasına rağmen, emekçilere ve ezilen halklara verdiği desteği kararlıca sürdürmüştü.
Kendi sınırları içindeki halkların geleceklerini özgürce belirlediği bir ülke olmanın ötesinde, dünyanın her tarafındaki halkların kurtuluş mücadelelerinin en büyük destekçisi olan SSCB’nin, emperyalist güçlerle arasındaki karşıtlık ve mücadelenin bu kadar açık olmasına rağmen, İ. Beşikçi, Kürdistan’ın emperyalist ülkelerin çıkarları doğrultusunda parçalanmasının sorumluluğuna, emperyalist ülkelerle birlikte, çatışma halinde oldukları SSCB’yi de ortak etmektedir: “Kürt sorunu, Kürtlerin 20. yüzyılın ilk çeyreğinde, daha doğrusu I. Dünya Savaşı’ndan sonra, ülkesiyle ve halkıyla bölünmesi, parçalanması ve paylaşılması ve Kürtlerin bağımsız devlet kurma haklarının gasp edilmesidir. Bu, Kürtlerin iskeletinin parçalanması ve beyninin dağılması anlamına gelir. Süreç, Kürtlerde böyle bir etki, böyle bir sonuç yaratmıştır. I. Dünya Savaşı sırasında, bu sürecin yaratılmasında, politikanın saptanmasında ve uygulanmasında rol alan başlıca iki emperyal devlet, Büyük Britanya ve Fransa’dır. Bu devletler, bu sürecin gelişmesinde Arap ve Fars yönetimleriyle, Kemalist yönetimle işbirliği yapmışlardır. 1920’lerde, 1930’larda, 1940’larda Büyük Britanya ve Fransa, daha sonraki dönemlerde de Irak ve Suriye, Kürt isteklerine karşı her zaman Türkiye ve İran’la birlikte hareket etmişlerdir. Sovyetler Birliği’nin Kürt politikası ise Büyük Britanya ve Fransa’nın politikalarından büyük bir farklılık içermemektedir. Kürt sorunu konusunda Moskova’nın politikası da fiilen Kürt karşıtı bir politikadır. Moskova’nın politikası, Londra’nın ve Paris’in politikalarından farklı değildir.”(5)
Beşikçi, onlarca halkın kendi kaderlerini belirlemesi; ulusal, kültürel, demokratik haklarını kullanması, ama aynı zamanda burjuva sınıfın baskısının tasfiye edilerek halklar arasında eşitliğin, sömürüsüz bir yaşamın kurulması konusunda insanlık tarihinin en ileri deneyim ve birikimini yaratan SSCB’yi, “Kürt sorunu konusunda Britanya ve Fransa’dan farklı olmamak” ile eleştirmektedir. Sovyetler’in bölgede, emperyalizm ve gericiliğe karşı verdiği mücadeleyi ve Kürt sorununun kazandığı boyutun bu mücadele içinde oluşan dengeler tarafından belirlendiğini göz ardı eden Beşikçi, sosyalizmin mücadele ve birikimini reddederek, Kürt halkına kurtuluş yolunu gösterme adına “cehenneme giden yolun taşlarını” döşemektedir. Beşikçi’nin Tîroj’da ve başka yazı ve röportajlarında Kürt sorunu üzerinden Sovyet eleştirisini sürdürmesi, sorunun çarpık kavrandığını ve çözüm adına gündeme getirilen yaklaşımların da aynı hastalığı üzerinde taşıdığını göstermektedir. Ulusal hak eşitliği, halkların barış ve kardeşlik içinde yaşaması bakımından bütün dünyaya örnek olan Sovyetler Birliği’nin bölge politikasını peşinen ‘Kürt karşıtlığı’ ile izah etmek, tarihsel gerçeklikten uzak olduğu kadar, sorunun çözümü bakımından da tehlikeli, emperyalizmin karasularında gezinen burjuva milliyetçi yaklaşımı aşamayan bir eğilime işaret etmektedir.
Beşikçi, Sovyet eleştirisini 11 -12 Mart 2006 tarihinde yapılan Kürt Konferansı’nda bir adım daha ileriye taşıyarak “Sovyetlerde yaşayan Kürtlerin geleceklerini belirleme hakkının yaşama geçmediği” noktasına vardırmıştır: “1923 yılında, Ermenistan’la Yukarı Karabağ arasında kalan Laçin, Qelbejer, Kubatlı, Zengilan gibi yörelerde Kızıl Kürdistan adında bir özerk bölge kurulmuştu. Bu yapı 1928’e kadar yaşamını sürdürdü. 1928’de bu özerk yapı dağıtıldı. Kafkasya’dan Orta Asya’ya doğru Kürt sürgünleri başladı. Sovyetler Birliği’nin Türkiye ile siyasal ilişkileri ister iyi olsun, ister kötü olsun Kafkasya’dan Orta Asya’ya Kürt sürgünlerinin devamlı olarak yapıldığını görüyoruz. 1937’de, 1944’de sürgünler devam etti. Kızıl Kürdistan özerk yapısının neden kurulduğu, neden yıkıldığı incelemeye değer bir konudur.”(6)
Kürt halkının savunuculuğu adına, tarihsel süreç ve gerçeklikten kopartılmış ve bugün Kürt halkının kurtuluş mücadelesine en önemli deneyin ve birikimleri sağlayan sosyalizme yöneltilmiş böylesi bir eleştiricilik, Kürt ulusal mücadelesinin ilerletilmesi ve sorunun demokratik temelde çözümüne yarardan çok zarar vermektedir. Bu bakımdan, söz konusu “eleştirilerin” gerçeklikle ilişkisini açığa çıkarmaya yardımcı olacak olay ve gelişmelerin bir bölümünü hatırlamak/hatırlatmak yararlı olacaktır.
İ. Beşikçi, özellikle 1919 Mayıs’ında Irak Kürdistanı’nda başlayan Şeyh Mahmud Berzenci ayaklanmasının desteklenmediğine dikkat çekerek “1920’lerde Sovyetler Birliği’nin Kürt politikası, Büyük Britanya ve Fransa’nın Kürt politikalarından farklı değildir.” (7) değerlendirmesi yapmaktadır. Berzenci ayaklanmasının başladığı dönemde, Sovyetler Birliği de bir yandan Almanya ile Lenin’in “koşulları dayanılamayacak kadar ağır” olarak nitelediği Brest-Litovsk Antlaşmasını imzalamak zorunda kalırken, öte yandan aynı dönemde Kürdistan’ın dörde bölünmesi konusunda anlaşan Fransa ve B. Britanya emperyalistlerinin saldırı ve işgaline (Fransa ve B. Britanya, destekledikleri Beyaz Muhafızlarla birlikte “Kuzey Rusya Hükümeti” kurmuşlardı. Bkz. Bolşevik Parti Tarihi, sf. 287-288) karşı mücadele ediyordu. Sovyetlerin emperyalist kuşatma ve iç savaş koşulları altında oldukları bu dönemde, ‘Milliyetler Komiseri’ olan Stalin şöyle diyordu: “Emperyalizmin Avrupa’da dövülmüş olan ve bütün dünyayı sıkan zincirleri ilk önce orada, Doğu’da kırılmalıdır…Doğu’yu unutma eğilimi var. Oysa unutulmamalı, çünkü dünya emperyalizminin en büyük yedeği ve en sağlam dayanaklarını temsil ediyor…Komünizmin görevi, Doğu’nun ezilen halklarının yüzyıllık uykusuna son vermek, onları emperyalizme ile savaşmaya itmek ve dünya emperyalizmini en sağlam dayanaklarından ve büyük yedeklerinden yoksun bırakmaktır. Bu olmaksızın sosyalizmin kesin zaferi, emperyalizm üstünde tam bir yengi düşünülemez.”(8)
Stalin’in “Doğu’nun yüzyıllık uykusuna son vermek ve onları emperyalizm ile savaşmaya itmek” olarak tarif ettiği politika doğrultusunda, 1920’de, Bakü’de Doğu Halkları Kurultayı düzenlenmiştir. (Bu kurultaya, Kemalistlerin engellemeleri ve diğer parçalardaki Kürtlerin dağınıklığı, anti komünist kampanyanın etkisi altında Sovyetlere yönelimin zayıflığı vb nedenlerle Kürt delegelerin katılamamış olması, Kürt ulusal davasının anlatılması ve dünyaya duyurulması bakımından önemli bir kayıp olmuştur.)
Bugünden “dün”e dönerek yöneltilen eleştirilerden biri de, o dönem Sovyetler Birliği dış politikasının, emperyalist kuşatma ve işgale karşı mücadele eden diğer uluslarla ilişkilerde yetersiz kaldığı ya da yanlış bir tutum alınarak yürütüldüğü şeklindedir. Büyük oranda dönemin somut koşullarından soyutlanarak geliştirilen bu anlayış, her şeyden önce, Sovyetlerin henüz yeni kurulmakta ve hala çok sayıdaki dış ve iç düşmanlarla çeşitli türden savaşlar içinde olduğu bir zamanda, sosyalizmin inşası ve yaşatılması gibi hayati önemdeki bir sorunu başarmaya verdiği önceliğin anlaşılamamasına dayanmaktadır. Bundan ötesi ise, açık anti-sosyalizm ve Sovyet düşmanlığı temelinde geliştirilen kapitalist-emperyalist propagandanın yansımalarıdır. Sorun, sosyalist S. B’nin “hataları” sorunu değildir. Öncesi bir yana, altmış yıla yakın bir süredir hemen tüm kapitalist ülkelerde güçlü bir burjuva propaganda ordusu bu “minval üzre” çalışmakta, suçlamalarda bulunmakta ve bu konuda kitaplar çıkarmaktadır. Ama buna karşın, bu “ordu”, karşı karşıya bulunduğu zorluklar ve saldırılara göğüs germenin yanı sıra Anadolu’daki işgale karşı mücadele eden Kemalistlere yaptığı yardımlar başta olmak üzere ezilen ulusların ulusal kurtuluş mücadelelerine verdikleri desteği büsbütün inkar edemeyecek kadar da “gerçekçi olmak” zorunda kalmaktadır. Beşikçi gibileri ise, Anadolu-Mezopotamya halklarının emperyalistlere karşı mücadelesinin desteklenmesini, Cumhuriyet hükümetlerinin Kürtlerin ulusal hak eşitliği taleplerine karşı giriştikleri saldırıları gerekçe göstererek, Kürtlere karşı uygulanan gerici politikalara ve katliamlara verilmiş bir destek olarak sunmaktadırlar. Bu tarihin de, tarihi gelişmelerin de çarpıtılması demektir. Bu çarpıtmadır; çünkü Sovyetler Birliği’nin, Kemalist harekete, onun sınıf karakterini bilerek, ama emperyalizmin bölgedeki güç ve hakimiyetini kırmak amacıyla destek olduğu biliniyor. Bu çok açıktır: Stalin 1920’lerde Kemalist hareketi şöyle değerlendiriyordu: “Kemalist devrim bir üst tabaka devrimidir, milli ticaret burjuvazisinin devrimidir. Bu devrime, yabancı emperyalistlere karşı mücadele içinde varıldı ve devrimin daha sonraki gelişmesi, esas olarak köylü ve işçilere karşı, evet, toprak devrimi imkânlarına karşı yöneliyor.” (9) Bununla birlikte sürekli göz ardı edilen bir diğer önemli nokta, Sovyet yardımının koşulsuz yapılmadığı, Anadolu’da yaşayan halkların çıkarlarının gözetilmesi talebine dayandırıldığıdır. M. Kemal’in yardım talebiyle ilgili olarak, Sovyet Dışişleri Bakanı Çiçerin’in 3 Haziran 1920’de yanıtı, bu bakımdan dikkat çekicidir. Mektupta, ilişki ve yardım konusunda 8 maddelik prensip gündeme getirilmiştir. Bu prensiplerin 4. maddesinde “Türk hakimiyeti altında yaşayan Kürdistan, Ermenistan, Lazistan, Doğu Trakya gibi yerlerde yaşayan bütün milletlerin kendi kaderlerini özgürce belirleme hakkının tanınması gerektiği” (10) belirtilmektedir. M. Kemal de, Lenin’e gönderdiği ikinci mektubunda “Bu prensipler bizim de samimi ve ciddi prensiplerimizdir. Garp devletleriyle olan mücadelemizin esas amacı da budur. Koşulları oluştuğunda ve fırsat bulunduğunda bu kurallar uygulanacaktır”(11) diyerek, bu prensipleri benimsediklerini söylemiştir. Bu dönemde, Amasya Protokolü ve diğer başkaca metinlerde Kürtlerin Türklerle eşit olarak tanındığının belirtildiği, ama Cumhuriyetin ilanından sonra, ulus-devlet oluşturma politikalarına bağlı olarak verilen bu sözlerin tutulmadığı biliniyor.
Cumhuriyet’in ilanından sonra, Şeyh Sait isyanı ile başlayan Kürt ayaklanmaları sürecinde, Kürt isyan ve kalkışmalarının lokal, çoğu zaman aşiretsel düzeyde kalması, Kürtlerin birbirine karşı kullanılması ve Bakü Kurultayı örneğinde olduğu gibi Kürtler ile Sovyetler arasında doğrudan bir ilişkinin kurulamamış olması gibi etkenler Sovyetlerin “tutumu” ile ilgili olarak gözetilmeden, doğru bir yargıya ulaşılamaz. Bağlı olarak, mesela Güney Kürdistan’da Şeyh Mahmud Berzenci’nin Sovyetlerden yardım istediği ve 23 Haziran 1923 tarihli Pravda gazetesinde yayımlanan mektubuna gereken yanıt ve desteğin verilmesi meselesi, sadece bu talebin haklı olmasıyla izah edilebilecek bir durum değildir. Söz konusu “mektup”un Pravda’da yayımlanmasını, talebin anlamlı bulunup sahiplenildiğinin göstergesi olarak değil ama “görmezden gelinmesi”nin göstergesi sayanların “niyeti”nin de anlayışının da sakat olduğu ortadadır. Beşikçi de, “Kürtler Üzerinde Hegemonya Nasıl Kuruldu?” adlı makalesinde, Kürt coğrafyasının emperyalist müdahale ve paylaşım sonucunda bölünmesinin halk üzerinde farklı biçim ve boyutlarda ‘yeni’ bölünme ve parçalanmalara yol açtığını belirtirken (12), bunun, Fransız ve İngiliz emperyalizminin bölge politikalarıyla ilişkisini ve onların Sovyetler Birliği’ne karşı izledikleri saldırgan ve yalnızlaştırıcı politik-askeri taktiklerle ilişkisini gözardı etmektedir. Onun, bir yandan emperyalizmin Kürt halkının sadece “coğrafyası”nı değil, aynı zamanda mücadele ve bilincini de parçaladığını söylerken, öbür yandan, Kürt halkı da içinde olmak üzere ezilen ulusların kendi kaderlerini belirlemeleri için çaba gösteren, ancak kendisini kuşatan koşullar nedeniyle bu konuda ancak sınırlı adımlar atabilen Sovyetler Birliği’nin politikasını “Büyük Britanya ve Fransa’nın Kürt politikalarından farklı olmamak” ile eleştirmesi tarihsel gerçeklere dayanmadığı gibi ‘objektif’ bir yaklaşımın ürünü de değildir.
Sovyetlerin, emperyalist müdahale ve kuşatma nedeniyle, bölgede Kürt sorunuyla ilgili gelişmelere müdahalesinin zorunlu olarak sınırlı kalmasının “Kürt karşıtlığı” ile izah edilmesinin somut bir dayanağı yoktur. Bu dayanaksızlık, İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı sürecinde Sovyetlerin geliştirdiği tutum ve politikalara bakılarak da görülebilir. İkinci Paylaşım Savaşı sürecinde, Sovyetler, bölgede yürüttükleri mücadeleye bağlı olarak Kürt halkıyla doğrudan ilişki geliştirebilmiş; bu ilişki ve Sovyetlerin Kürtlerin kendi geleceklerini belirleme çabalarını aktif olarak desteklemelerinin de etkisiyle, Ocak 1946’da Mehabad Kürt Cumhuriyeti kurulmuştur. Kürt Cumhuriyetinin, bir yıl sonra ABD ve İngiliz emperyalistlerinin dayatmaları ve onların desteğindeki İran yönetimi tarafından yıkılmasını ise, Sovyetler’in politikasıyla birebir ilişkilendirmek, en hafif deyişle insafsızlık olacaktır. Belgeler ve Batılı büyük emperyalistlerin, aksi tutum alınıp Kürt Cumhuriyeti’ni savunma politikası izlendiğinde savaşı sürdürerek S. B’ni yıkmaya yöneleceği tehditleri savurduğu ve İran yönetimini de bu yönde provoke ettiği göz önüne alınmadan, bu durum doğru olarak değerlendirilemez. S. B’nin içinde olduğu zorluk ve sınırlılıklar görülmek zorundadır. Mehabad Kürt Cumhuriyeti’nin yıkılması bazı Kürt milliyetçi çevreleri tarafından “Sovyetlerin Kürtlere ihaneti” olarak değerlendirilse de, tarihi belgeler ,Sovyetlerin “İran’da oluşan yeni cumhuriyetlerin savunulmaya ihtiyacı olduğu için” İran’dan çıkmama kararı aldığını, ama bu kararın emperyalistlerin baskı ve dayatması nedeniyle sürdürülemediğini (bazı kaynakların, ABD’nin Sovyetlere, “İran’dan çıkmazsanız sizi atom bombasıyla çıkarırız” tehdidinde bulunduğunu yazması bu bakımdan dikkat çekicidir. Bkz. Turan Yavuz, ABD’nin Kürt Kartı sf. 29,30,31) göstermektedir.
III. SOVYETLERDE KÜRT RÖNESANSI VE KARARTILMAYA ÇALIŞILAN GERÇEKLER
SSCB’nin kuruluş dönemlerinde yaklaşık 60 bin Kürt, Azerbaycan’da Kelbadzhar, Laçin, Kubatlı, Zangelen ve Ermenistan’da Aparan, Basageçar, Talin, Aştarak, Verdin, Kotaik, Achmiadzin gibi bölgelerde yaşamaktaydı. Beşikçi’nin “incelemeye değer bir konu” olarak belirttiği Sovyetlerdeki Kürtlerin durumu, çeşitli burjuva-milliyetçi Kürt çevreleri tarafından, Sovyetlerin ‘Kızıl Kürdistan’ı yıktığı, Kürtleri baskı ve sürgünlere tabi tuttuğu vb. açıklamalarla Sovyetlerin ve sosyalizmin ulusal sorunla ilgili tutum ve politikasının başarısızlığının bir delili olarak gösterilerek, Sovyet deneyiminin bu alandaki büyük başarı ve birikimi karartılmaya çalışılmaktadır.
Sovyet halklarının kendi geleceklerini belirleme haklarını kullanması sonucu oluşan SSCB’de, 150’ye yakın dilin konuşulup geliştirilmesi önündeki engeller kaldırılarak, o güne kadar hiçbir alfabe ve yazı diline sahip olmayan halklar için dilbilgisi kitapları, sözlükler hazırlanmış ve kendi dillerinde ders kitapları yayımlanmıştır. Bu dönemde kendi edebi dillerini geliştirerek anadillerinde eğitim uygulamaya başlayan halklardan biri de, Kürt halkıydı. 1921 yılında ‘Şems’ adıyla hazırlanan Kürtçe alfabe, okuma-yazmanın ve Kürt dili ve edebiyatının geliştirilmesi bakımından önemli bir adım olmuş; devamında Kürdoloji çalışmaları başlatılmıştır. “Sovyet Kürtlerinin oturduğu bölgelerde okuma yazma olayı genellik kazanınca, hayvan yetiştirme ve tarımın kolektifleştirilmesi sonucu sömürücü sınıflar tasfiye edilince, Kürtlerde kültür rönesansının ardından bir ekonomik yükselmenin başladığı görüldü.” (13)
SSCB’nin ilk dönemlerinde kendi dil ve kültürlerini özgürce geliştirmeleri için Sovyet nüfusunun çok küçük bir bölümünü oluşturan halklara da özerklik verilmişti. Bu kapsamda, Kürt yerleşim bölgelerinde, 1923’te, Kurdistana Sor (Kızıl Kürdistan) kurulmuştu. Anadilde eğitim, kendi dil ve kültürlerini özgürce geliştirme yönünde sağlanan gelişmelerden sonra, SSCB 15 cumhuriyet ve 16 özerk (muhtar) bölgeye ayrılarak, küçük özerk bölgelerin bu yapıya bağlanarak dağıtılması kararı uygulanmıştır. Bu politikaya bağlı olarak, diğer bazı küçük özerk bölgelerle birlikte, 1928’de, Kızıl Kürdistan’ın da özerkliğine son verilmişti. Sosyalist inşanın geliştirilmesi için diğer bazı kararlarla birlikte atılan bu adıma, halkların kendi dil ve kültürlerinin ve politik yaşama katılımının geliştirilmesi eşlik etmiştir. 1928’den sonra, Kürtler üzerinde baskı uygulanması bir tarafa, Kürt halkı için tarihi değer taşıyan birçok önemli gelişme sağlanmıştır. Sovyet Kürtleri, özellikle 1930’dan sonra politik yaşama aktif olarak katılmaya başlamış; yerel ve ulusal Sovyetler’e temsilciler göndermiştir. Kürt dilinin politik, ekonomik, sosyal ve kültürel alanda gelişmesine önemli katkılar sağlayan Riya Teze (Yeni Yol) gazetesi 1929-1930’da yayımlanmaya başlamış; Kürt öğretmenler yetiştirmek için Erivan’da Kafkas Ötesi Pedagoji Okulu açılmış, 1932-1933 yılında eğitim veren Kürt okulların sayısı 40’a çıkmıştır. Yine 1934’te, Erivan’da I. Kürdoloji Kongresi toplanmıştır. Kongreye Qanete Kurdo, Ereb Şemo, Heciyê Cındi, Eminê Evdal, Casımê Celil, Ahmedê Mırazi, Çerkez Bakayev gibi önemli Kürt bilgin ve aydınlar katılmıştır. “ I. Kürdoloji Kongresi’nden 1960 yıllarına kadar çeşitli araştırma kurumlarında Kürt Dili ve Edebiyatı, Kürt Tarihi, Etnografya ve Kürt Bibliyografyası alanında birçok araştırma ve inceleme yapıldı.” (14)
Sovyetler Birliği’nde Kürtçe alfabenin oluşturulduğu 1921 yılından 1980’e kadar 400 Kürtçe kitap yayımlanmıştır. Kürt dili ve kültürünün geliştirilmesi için atılan diğer adımlar gibi, bu kitapların da çoğu, Kürtlerin göçebe, yarı göçebe olarak yaşadığı bölgelerin sosyalizasyonunun Kürtlerin sürgünü olarak gösterildiği, Kürt aydın ve yazarların baskı altına alındığı iddialarının öne sürüldüğü Stalin döneminde yayımlanmıştır. Sovyetler’de sadece 1930-1938 yılları arasında yayımlanan kitap sayısı 180 olmasına rağmen, “özgürlüklerin genişlediği dönem” olarak gösterilen 25 yılda (1956-1980) yayımlanan Kürtçe kitap sayısı 172’dir.(15)
Kürtlerin yüzde birinden azının yaşadığı SSCB’de, Kürtlerin dil, kültür, sosyal ve siyasal alanlarda tarihlerinin en önemli adımlarının atılmış olduğu bir dönemin, “Kürtlere baskı dönemi” olarak gösterilmeye çalışılması, burjuva milliyetçiliğin sınırlarını aşamayan bir yaklaşımın ürünüdür. Tarihin böylesi bir yorumu, Beşikçi ve kimi Kürt çevrelerini, örneğin mücadele içinde de oldukları Türk milliyetçileriyle ‘aynı nokta’ya sürüklemektedir. Türk milliyetçileri de, sosyalizmin inşasının sürdüğü dönemle, onun tasfiye edilerek, SSCB’nin revizyonist burjuvazi eliyle emperyalist politikalara yöneltildiği dönem arasındaki uygulamaları bilinçlice birbirine karıştırarak, Sovyetler Birliği’ni, “Türk Cumhuriyetleri’nde yaşayan Türk kökenli halklara karşı baskı ve sürgün politikası uygulamak”la suçlamaktadırlar. Gerçekleri karartmaya çalışan bu yaklaşımların irdelenmesi ve teşhiri, bu bakımdan da önem taşımaktadır.
IV. GEÇMİŞTEN DOĞRU SONUÇLAR ÇIKARARAK GELECEĞE BAKMAK!
İsmail Beşikçi, 1960’lardan sonra Sovyet revizyonizminin etki alanlarının geliştirilmesi amacıyla gerici rejimlerle ilişki geliştirmesi ve bu temelde Irak’ta Saddam diktatörlüğüne destek vermesini “anlaşılmaz” bulmaktadır. Sovyet revizyonizminin sosyalizm maskesi altında gerici rejimleri desteklemesi politikası, elbette kabul edilemez; ama Beşikçi’nin sosyalizme mal ederek eleştirdiği bu gerici politikaların iç yüzü, Marksist-Leninist hareket tarafından zaten çok önceden açığa çıkarılıp teşhir edilmiştir. Bu bakımdan Kürt Marksistleri için, ortada “anlaşılmaz” bir durum bulunmamaktadır; dün olduğu gibi bugün de, Ortadoğu’da işbirlikçi güç ve devletler üzerinden bölgede kendi gerici politikalarını egemen kılmak isteyen yayılmacı, emperyalist güçler karşısında, bölge halklarının gerçek kurtuluşu, eşitlik ve kardeşlik temelinde birliğini sağlayarak mücadele etmekten geçmektedir. Emperyalizmin halkları bölme, düşmanlaştırma ve halklar arasında çelişkileri kışkırtma politikası karşısında, toprakları dörde bölünüp parçalanmış Kürtler başta olmak üzere, bölge halklarının geleceklerini özgürce belirlemeleri için sosyalizmin mücadele ve birikiminin bize gösterdiği yol budur.
20 yüzyılın en büyük kıyımlarından birinin halkımız ve coğrafyamız üzerinde gerçekleştirildiği elbette doğrudur. Bu kıyımın arkasında İngiliz, Fransız v ABD emperyalistleri ile onların bölgedeki işbirlikçileri olan gerici rejimler bulunmaktadır. Beşikçi, “Ortadoğu’da emperyalizm etkenini Kürdistan’ın bölünüp parçalanmasında aramak gerekir” diyor, ama öte yandan, ABD emperyalizminin Irak’a müdahalesi konusunda “Emperyalizm Irak’ı işgal etti, deniyor. Ama Saddam Hüseyin rejiminin Kürdistan’ı silahlı güçleriyle baskı altında tutmasını hatta Kürtlere karşı soykırım, Enfal Operasyonları gerçekleştirmesini çok doğal karşılıyorlar. Tepeden tırnağa, en son teknolojik silahlarla, zehirli gazlarla, biyolojik silahlarla, kitle imha silahlarıyla donanmış bu rejimle ancak ABD gibi süper bir güç baş edebilirdi.”(16) belirlemesini yapıyor. Burada iki şey birbirine karıştırılıyor: ABD’nin Irak’a müdahalesinin, Güney Kürtlerinin Irak Kürdistanı’nda federe bir yönetim oluşturmalarında etken olarak rol oynaması ve buna Kürtler tarafından verilen anlam, bu tür gelişmelerin “ancak ABD gibi bir süper güç” eliyle gerçekleştirilebileceği söylenerek, emperyalizmin bölgedeki politikaları ve varlığı aklanmakta ve bu varlık ve politika ezilen halklar için umut olarak gösterilmektedir. Oysa, öteki tüm belirtiler ve sonuçlar bir yana, ABD’nin hem Türkiye egemenleri ile PKK ve Kürt sorunu üzerinden pazarlıklar yapması, hem de Irak Kürdistanı’ndaki durum üzerinden kendini diğer ülkelerdeki Kürtler için “kurtarıcı” olarak göstermesi yeterince uyarıcı olmalıydı!
Beşikçi, sorunun çözümü ile ilgili görüşlerini de, “Toprağa dayalı coğrafi federasyon olabilir veya benzeri başka bir şey olabilir Güneyde bir yerde bu oluyor. Sen de geri durmayacaksın. Benzeri şeyler isteyeceksin.” sözleriyle ortaya koymaktadır. (17) Onun bu görüşünü, “emperyalizmin bölgede kendini üretmesine hizmet edip etmemesi” bakımından nereye koyduğunu tam olarak bilmemekle birlikte, “toprağa dayalı federasyon” ya da ayrı devlet kurma talebinin gündeme gelmesinin de pekala bir olasılık olduğunu; ancak bundan hareketle, Kürt halkından, bir tür koşul dayatma anlamına gelecek olan “Güney modeli”ni kabullenmesinin istenemeyeceğini de bilmek gerekir. Aksine bir tutum ve anlayış –hangi niyetle ortaya konulmuş olursa olsun–, ABD’nin, bölge halklarını düşmanlaştırma ve Kürt sorununu gerici politikalarına yaşam alanı oluşturma amacıyla kullanmasına hizmet etmektedir.
Bugün, bir yandan ilan edilen ateşkes ve ardından Türkiye egemenlerinin içine düştükleri açmaz nedeniyle ve bir çıkış arayışının da ifadesi olarak soruna yaklaşım farklılıklarının daha fazla su yüzüne çıkması, öte yandan Güney’de oluşan Federe Kürt Yönetimi ve Kerkük üzerinde süren tartışmalar, uluslararası bir sorun olarak Kürt sorununu, bölgenin geleceğinin belirlenmesi mücadelesinde önemli bir yere oturtmaktadır. Kürt halkının ve bölgenin geleceğinin belirlenmesi mücadelesi, aslında, ya emperyalizmin halklar için daha fazla baskı ve sömürüden başka bir şey getirmeyen yüz yıllık egemenliğinin yeni dayanaklar bularak varlığına devam etmesi ya da demokrasi ve sosyalizm mücadelesinin birikimiyle halkların özgürlük, eşitlik ve barış içinde kardeşçe yaşaması mücadelesine bağlanacaktır. Bu da, Kürtlerin hem kendi mücadelelerinin hem de Kürtleri devlet sınırları içinde baskıyla tutan ilgili devletlerin hakim sınıflarının politikalarının doğru değerlendirilmesini gerektiriyor. Çünkü geleceği doğru kurmak için tarihi doğru okumak gerekmektedir. Beşikçi gibi dostlarımız da, eğer yararlı bir şeyler yapmak istiyorlarsa, halkımızın yönelimini iyi anlamalı ve mücadelenin ihtiyaçlarına uygun düşen bir tutum içinde olmaya çalışmalıdırlar.
Dipnotlar:
1. Ahmet Mesut, İngiliz Belgelerinde Kürdistan. Doz Yayınları, Sf.141
2. İsmail Beşikçi, Tîroj Dergisi, Sayı 23, sf.36
3. İ. Beşikçi, Ortadoğu’da Devlet Terörü, sf. 32, Yurt Yayınları
4. Dara cibran, İ.Beşikçi ile Röportaj. www.peyamaazadi.com
5. İ. Beşikçi ile Röportaj, www.mizgin.net
6. İ. Beşikçi, Kürt Konferansı Konuşması, 11-12 Mart 2006
7. İ.Beşikçi, Tîroj Dergisi, Sayı 23, sf.37
8. Stalin, Akt. Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, cilt 2, sf.664. İletişim Yayınları.
9. Stalin, A.Şemsutdinov, Kurtuluş Savaşı Yıllarında Türkiye Sovyetler Birliği İlişkileri, sf.140
10. Çiçerin. Akt. German.rizgari.com
11. age
12. İ.Beşikçi. Kürtler Üzerinde Hegemonya Nasıl Kuruldu?- Humanite Dergisi Sayı: 9, Eylül-Ekim 2005
13. B. Nikitin, Kürtler. Sf.485, Deng Yayınları.
14. Rohat, Kürdoloji Biliminin 200 Yıllık Geçmişi. Sf.108, Deng Yayınları
15. Herman Taels, Eski Sovyetler Birliği’nde Kürtler.sf.77, Peri Yayınları
16. Dara cibran, İ.Beşikçi ile Röportaj. www.peyamaazadi.com
17. Nimet Tanrıkulu, İ.Beşikçi ile Söyleşi. www.gelawej.org