Güçler Yeniden Mevzileniyor

Rusya’nın çıkışı

Geçtiğimiz Şubat ayında uluslararası politikaya damgasını vuran gelişme, Almanya’da yapılan “Münih Güvenlik Konferansı”nda Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in yaptığı konuşma oldu. Putin’in yaptığı konuşma; duvarların yıkılmasından sonra, ABD’nin uluslararası politikada, bütün uluslararası kuralları ayaklar altına alarak, ama tek başına, ama BM veya Nato’yu yanına alarak, tek süper güç olarak her söylediğini yaptığı bir dönemin yaşandığını, artık böyle gitmemesi gerektiğini ilan etmesi bakımından son derece önemliydi. Bu konuşma, yarattığı büyük etkiyle, hem konferansta hem de uluslararası politikada ciddi dalgalanmalar yarattı. Konferansın ardından gelen haftalarda Rusya tarafından yapılan açıklamalar -ABD’nin Doğu Avrupa’ya füze sistemleri yerleştirmek istemesine karşı ve Rusya’nın güvenlik doktrininin değiştirilmesine ilişkin-, Putin’in çıkışının anlık, fevri bir çıkış olmadığını açıkça ortaya koydu.

Putin’in söyledikleri üzerine özellikle ABD’den açıklama ve değerlendirmeler –yeni soğuk savaş gibi yanlış adlandırmalar içeren değerlendirmeler vb.– gelirken, etkin diğer büyük devletler tepkilerini pek belli etmediler, daha sonra sessizliği Almanya bozdu. Ancak uluslararası politikada genel olarak, bu konuşma, “Putin’in tarihi çıkışı” olarak yorumlandı. Gerçekten de konuşmanın içeriğine bakıldığında, bu çıkışın, zaman zaman hoşnutsuzluğunu çeşitli biçimlerde ortaya koyan Rusya’nın son yıllardaki en net tavrı ve çıkışı olduğu görülmektedir. Putin çok net ve açık ifadelerle ABD’nin izlediği politikalara karşı çıkmış, ABD’nin tek kutuplu dünya özlemi içerisinde olduğunu söylemiş, onu uluslararası politikada keyfi davranmakla suçlamıştır.

Putin’in söylediklerinin tam anlaşılması için konuşmayı ve Konferas’ta alınan tutumları satırbaşları ile de olsa özetlemek gerekiyor. Putin şunları üzerine basarak söyledi: “Tek kutuplu dünya düzeni ve ABD öncülüğündeki Batı politikalarını uygun bulmuyorum. Tek merkezli bir gücün dünyayı yönetmesi çabası doğru olamaz. Tek merkezli bir dünya demokrasi için de doğru bir algılama değildir. Demokrasi, çoğunluğun isteklerinin azınlığın hakları ihlal edilmeden yerine getirilmesi olmalıdır. Biz silahsızlanma konusunda şeffafız, ama ABD ve birçok ülkede bu şeffaflığı göremiyoruz. Bize sürekli demokrasiyi öğretmeye çalışanlar, demokrasinin gereğini yerine getirmiyorlar. ABD her şeyin üzerinde davranıyor. ABD, ulusal güvenliği gerekçe göstererek ulusal sınırları tanımıyor. Bu büyük bir çatışma yaratıyor. Tek yönlü eylemler çatışmaları çözmüyor, aksine kötüleştiriyor. Hiç kimse uluslararası hukuka saygı göstermiyor. (Putin yeni bir uluslararası hukuk istiyor.) NATO bir dünya kurumu değildir. Hükümet dışı kuruluşlar (NGO) başka ülkelerin güdümünde faaliyet gösteriyorlar. Bu kabul edilemez. Rusya’da NGO’ları sıkı biçimde izletiyorum. Eğer İran’ın nükleer çalışmaları sorunsa, bu, İsrail, Pakistan, Hindistan ve Kuzey Kore ile birlikte ele alınmalıdır. Kuzey Kore nükleer denemeyi yaptı bile.  ABD’nin, ‘önleyici müdahale’ yaklaşımı ve uygulamasının doğru olmadığı ve çatışma alanlarını daha da artırdığı ortaya çıkmıştır.” Ayrıca Putin, Amerikalı senatörlerin sorularına karşı, “İran’a nükleer materyallerin Batı tarafından verildiği” yanıtını da verdi.

Putin, konuşmasında ayrıca, NATO’nun genişlemesinden duyduğu rahatsızlığın da altını çizdi. Varşova Paktı lağvedilirken, Rusya’ya kendi güvenliği açısından sözler verildiğini, ancak NATO’nun genişlemesi ile Batı’nın Rusya sınırına askeri güç yığdığının görüldüğünü vurguladı. “NATO’nun, ülkelerin çoğunluğunun üye olduğu bir dünya kurumu olmadığını, bu nedenle bütün dünyayı temsil eden bir güç gibi davranamayacağını, uluslararası sorunların çözüleceği zeminin BM olduğunu” belirtti. Putin, ABD’nin BM’yi dikkate almadığını anımsatarak, Rusya’nın da gerekli gördüğünde –özellikle nükleer silah kullanımı konusunda– aynı yöntemi kullanabileceğini de ima etti.

Açıkçası, Rusya devlet Başkanı olarak Putin, ABD politikalarını a’dan z’ye köklü bir eleştiriye tabi tutmuş, ABD’nin tek süper güç olarak dünyaya hükmetmesine, onu kendi çıkarları temelinde şekillendirmesine, çıkarlarını ebedileştirmek için attığı adımlara kesin bir dille karşı çıkmıştır. Ardından, geçtiğimiz günlerde –Mart sonuna doğru– Rusya Dışişleri Bakanı Lavrov, açıkça ABD’yi hedefleyerek, Moskova’da düzenlenen Rusya Dış Politika ve Savunma Konsey toplantısında, Putin’in sözlerini farklı perdeden tekrarladı. Lavrov, “ABD artık dünyanın efendisi olamaz. Tek kutuplu dünya projesi yürümedi, ama ABD bunu kabul etme cesaretini gösteremiyor.. ABD’nin yaratmak istediği tek efendili dünya politikaları artık iflas etmiştir. Günümüzde uluslararası siyasete baktığımızda tek kutuplu dünya fikrinin, ABD’nin hegemonya projesinin gerçekleşmesi mümkün olmayan hayaller kategorisine geçiş yaptığını görüyoruz… Günümüzde ABD’nin dünyadaki etkisi, Rusya’nın giderek artan ağırlığı karşısında cılız kalmaya başladı.. ABD’nin tek kutuplu dünya planlarının tasarlandığı gibi yürümediği artık bariz biçimde gözleniyor, ancak Amerika yutkunup bu gerçeği kabul etme cesaretini de hala gösteremiyor” dedi. Rusya bu açıklamalarla kalmadı, ulusal güvenlik doktirinini de buna uygun olarak değiştirdi. “Uluslararası terörizm” baş tehlike olmaktan çıkarıldı, “Batı ve NATO’dan gelen tehdit”, ilk sıraya kondu.

Bütün bu açıklamalar alt alta konduğunda ve Rusya’nın attığı pratik adımlar dikkate alındığında, Rusya’nın ABD’ye karşı politikasında ciddi bir dönüşümü gerçekleştirdiğinin altını çizmek gerekiyor. Rusya çözülüş ve dağılma döneminin ardından katlanmak, sineye çekmek, cılız karşı koyuşlarla yetinmek zorunda olduğu ABD politikalarının artık tam karşısında durmanın zamanının geldiğine inanmaktadır. Rusya bunu yaparken, kuşkusuz akıllıca bir politika izlemekte, örneğin AB’nin etkin ülkelerine uluslararası durumun değişmekte olduğunu hatırlatmakta, onların önüne faklı bir platform açmaktadır.

Rusya’nın çıkışının altında yatan nedeni nasıl açıklayabiliriz? Rusya, kendi yayılmacı emelleri olan, bunun için gerekli kaynaklara sahip emperyalist bir ülkedir. Eski devlet biçiminin (bu yanlış olarak sosyalizmin yıkılması olarak adlandırılıyor. Oysa sosyalizm ellili yılların ortasından itibaren tasfiye edilmiş, içerde devlet kapitalizmini, dışarıda emperyalist iddiaları takip eden bir yönetim biçimi oluşmuştu) dağılmasından sonra Rusya uzun süre bunun etkilerini yaşamış, ancak daha sonraları yavaş yavaş toparlanmaya başlamış, potansiyelini yeniden kullanır olmuştur. Hatırlatmak gerekir ki, Rusya’nın sosyalizm döneminde edindiği çok ciddi bir sanayi, bilim ve teknoloji birikimi vardır ve ülke zengin doğal kaynaklara ve enerji potansiyeline sahiptir. Doğalgaz ve petrol gibi enerji kaynaklarına sahip olması, bunlara sahip ülkelerle olan tarihsel ve ekonomik bağları ve bunların enerji kaynaklarının da ihraç edilmesinde kilit pozisyonda olması, Rusya’nın toparlanmasına hizmet etmiştir. Köklü devlet geleneğinin olmasıysa bu toparlanmayı kolaylaştırmıştır. Toparlanan Rusya, ABD’nin Rusya’yı kuşatma ve “ayıyı ininde boğma” politikasına artık karşılık verebilir, kendi çıkarlarını daha iyi savunabilir bir durumdadır. Putin’in çıkışı, ABD’nin dizginsiz emperyalist yayılmasına karşı, emperyalist emelleri olan başka bir büyük gücün açıkça açtığı ilk bayraktır. Bir süreden beri kutuplaşma eğilimlerinin güçlendiğini dikkate aldığımızda, Rusya’nın bu tutumunun, diğer bazı büyük devletleri de daha net tutum belirlemeye zorlayacağı açıktır. Ayrıca bu çıkışın zamanlaması da önemlidir. Rusya, ABD’nin uluslararası planda prestij yitirdiği, Irak’ta yeterince dayak yediği, Afganistan’daki olayların farklı gelişmeye başladığı, ABD ekonomisinin zorlanmaya başladığı bir dönemde bu çıkışı gerçekleştirmiştir.

İŞLER NEREYE DOĞRU GİDECEK? BÜYÜK DEVLETLER NASIL MEVZİLENECEK?

Rusya’nın bu tutumu uluslararası arenada güç ve egemenlik peşinde koşan büyük emperyalist devletler arasındaki ilişkileri ve dünya çapında uluslararası mevzilenmelerin oluşumunu nasıl etkileyebilir?

Putin’le aynı Konferans’ta konuşan Almanya Başbakanı Merkel, “AB’nin bir savunma politikasının olmadığından ve uluslararası platformda ortak politika izleyememesinden” yakınmış, son zamanlarda da bunun gerçekleşmesi gerektiğini söylemişti. Putin’in konuşmasına asıl yankıyı ise, Almanya, Dış İşleri Bakanı Frank-Walter Steinmeier’in ağzından verdi. Steinmeier, Frankfurter Allgemeine Sonntagszeitung gazetesine yazdığı makalede (Mart sonuna doğru), Polonya ve Çek Cumhuriyeti’ne füze sistemleri kurmayı planlayan Bush yönetimini kastederek, özetle şöyle demektedir: “Avrupa’da yeni bir silahlanma yarışı istemiyoruz. Bu Avrupa’yı böler… Hiç kimse kısa dönem çıkarları için Avrupa’yı ‘eski’ ve ‘yeni’ diye bölmeye kalkmasın… Füze sistemi, yeni bir silahlanma yarışı için gerekçe olmamalı. Soğuk Savaş’ın üzerinden 20 yıla yakın zaman geçmişken, ABD’nin silahlanma yarışı başlatmasına kimse izin vermemelidir…” Yazısında füze savunma sistemiyle ilgili tartışmaların Avrupa’yı bölmemesini isteyen Steinmeier, “Bu konularının tartışılacağı platform NATO’dur. Amaçsa kimseyi rahatsız etmeyecek ortak bir karar almak olmalı” demektedir. ABD, savunma sistemini, Polonya ve Çek Cumhuriyeti’ne kurmayı hedefliyor. Rusya’ya göreyse, bu plan, ABD’nin Moskova’ya karşı bölgede güçlenmek istemesi anlamına geliyor ve Rusya buna kesinlikle karşı.

Almanya, Steinmeier’in kaleminden, ABD’yi, Avrupa’da at oynatmaması için uyarmaktadır. Almanya, Avrupa Birliği’nin en etkin ülkesidir ve Doğu Avrupa’yı da kendi nüfuz alanı olarak görmektedir. Almanya, özellikle Fransa’yı da yanına alarak, AB’yi dünya çapında bir güç merkezi yapma politikası izlemektedir. Oysa ABD’nin Avrupa’nın etkin ve büyük devletlerine biçtiği rol, dünya çapında ABD stratejilerine bağlanmaları, burada ikincil önemde bir rol oynamaya razı olmalarıdır. Almanya ve Fransa, birkaç yıl öncesine kadar, kendi ayrı çıkarlarını merkeze alan daha kararlı bir politika izleme yönünde sinyaller verirken, son bir iki yılda, özellikle de Almanya seçimlerinden sonra, bu sinyaller oldukça –bu ülkeler kendi iç sorunları ile uğraşmış, Almanya Afganistan’a birlik göndermiş, ama güçlü bir politika izleyememişlerdir– zayıflamıştı. Öyle anlaşılıyor ki, büyük Alman patronları ve holdingler hükümeti eski politikayı güçlendirme ve ilerletme yönünde yeniden topuklamışlardır. Aslında Almanya’nın bağımsız emperyalist çıkarları da bunu gerektirmektedir.

Seçim dönemine giren Fransa’nın, şu sıralar bu konularda güçlü ses vermesi beklenemez. Ancak seçimler nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın, Fransa’nın ABD çıkarlarına hizmet edecek bir politika izlemesi olanaklı değildir. Fransa, Afrika’daki eski sömürgelerinde ABD ile karşı karşıya gelmekte, bu iki emperyalist devletin çıkarları çatışmaktadır. Fransa İran konusunda da daha aktif olmak istemektedir. Fransa’nın kendi bağımsız emperyalist çıkarları olmakla birlikte, Almanya ile birlikte hareket etmesi hemen hemen kesin gibidir.

Eski güçlü sömürgeci ve emperyalist güç İngiltere, baştan beri ABD ile birlikte davranmakta, AB üyesi olmakla birlikte, Anglo-Sakson politikalar izlemektedir. Olayların gelişmesinde büyük sürprizler olmazsa, İngiltere –şu sıralar İngiltere’de, son dönemlerde izlenen politikalar ciddi bir biçimde tartışılmaktadır– kendi bağımsız çıkarlarını gözeterek, ABD ile birlikte davranacaktır.

Üzerinde çok fazla demagoji yapılan diğer büyük bir devlet de Çin’dir. Çin hızla büyüyen bir ekonomiye, ciddi bir dış ticaret fazlasına sahiptir. Askeri yatırımlara ve silahlanmaya ayırdığı parayı sürekli artırmaktadır. Ancak tüm bunlara karşın, Çin, henüz dünya çapında rol oynayabilecek emperyalist bir büyük devlet olarak rüştünü ispatlamış değildir. Ekonomisi ilerleyip güçlenmeye de, yağmalanıp çökertilmeye de açıktır. Dünya ekonomisinin zincirleme biribirine bağlılığı, Çin’e karşı spekülatif ekonomik eylemleri engellemektedir. Ancak ilişkilerin sertleşmesi durumunda işlerin nasıl bir yön alacağı, büyük bir soru işaretini de bağrında taşımaktadır. Ama Çin, kendi bölgesinde büyük bir güçtür ve dünya egemenliği için mücadele veren güçlerin dikkate almadan edemeyeceği bir ağırlık taşımaktadır. Çin, ABD tarafından da stratejik ilişki geliştirilecek bir ülkedir ve Çin, ABD devlet tahvillerine yatırdığı ticaret fazlası dolarlarla, ABD ekonomisine kaynak aktaran –diğer büyük finansörler, petro-dolarlarıyla Araplar ve Japonlar vb.’dir– güçlerden biridir.

Rusya, Çin’i ve Hindistan’ı kendi safına kazanmak istemekte, bu devletlerle stratejik ilişkiler geliştirmeye çalışmaktadır. Bu ülkeler kendi aralarında özel anlaşmalar yapmakta, enerji hatları inşa etmekte, bu ülkelerin bölgesel çıkarları ABD çıkarları ile çelişmektedir. Kuşkusuz bu devletlerin kendi çıkarları, tarihsel geçmişi bulunan anlaşmazlıkları bulunmaktadır. Ama dışarıdan gelen güç –ABD-, bunları birlikte davranmaya zorlamaktadır.

Dikkate değer diğer büyük güç Japonya’dır. Japonya şimdilik, bölgede ABD’ye en yakın güç olarak durmaktadır. Ancak Japon ekonomisi ciddi birikimi olan, kendi bağımsız çıkarları olan güçlü emperyalist bir ekonomidir. Japonya, ikinci dünya savaşından sonra, ilk defa askeri alanda ciddi adımlar atmaya başlamış, silahlanmaya yönelmiştir. Farklı bir gelişme olmazsa, ABD ile ortak hareket etme eğilimi daha güçlü basmaktadır.

Kuşkusuz bütün bu kamplaşma eğilimleri, daha çok bugünkü gelişmeleri yansıtmaktadır. Büyük devletlerin şu ya da bu biçimde kendi çıkarlarını gütme politikası, kuşkusuz hayli eskidir. Vurgulanmak istenen şudur ki; ortada henüz şekillenmiş kamplaşmalar, bu kampların belirlenmiş devletleri yoktur. Köprülerin altından çok sular geçecektir. Ama bugünden ileri sürülebilir ki, ABD ile Rusya aynı kamp içinde yer almayacaktır. AB’nin Rusya ile mi yoksa ABD ile mi birlikte davranacağı, yoksa bağımsız bir güç odağı olarak mı –AB’nin kendi iç birliğini koruma, Almanya ve Fransa’nin liderliğini kabullenme, İngiltere’nin durumu, Doğu Avrupa gibi pek çok sorunu bulunuyor, henüz homojen bir görüntü vermiyor– yükseleceği ve olası kamplaşmanın şeklini bütünüyle değiştireceğini kestirmek güçtür. Bunun için olayların biraz daha gelişmesini beklemek gerekecektir.

Ama altını çizmek gerekir ki, bugün ABD hala dünyanın tek süper gücü ve dünyanın en büyük ekonomisidir. Ama gerilemekte ve özellikle Irak’da, Afganistan’da sürekli dayak yemekte ve yıpranmaktadır. Diğer iddialı güçler bunu görmekte, ABD’nin daha fazla yıpranmasını, güç ve prestij kaybetmesini ellerini ovuşturarak izlemektedirler. Rusya’ysa, artık sadece izlemeyelim, karşı ataklar da geliştirelim demektedir.

Bu bölümün sonunda kısaca vurgulamak gerekir ki, iddialı büyük devletler arasındaki ilişkiler, yumuşamaya doğru değil, karşı karşıya gelmeye, sertleşmeye, kol bükmeye doğru gitmektedir. Bir dönem bu sürecin böyle devam edeceğini beklemek, ancak yeni gelişmelerin hızlı ve sert dönüşümleri beraberinde getirebileceğini gözardı etmemek gerekir.

TÜRKİYE NE YAPIYOR, NE YAPACAK?

Putin’in açıklamalarını büyük bir dikkatle takip eden ülkelerden birisi de Türkiye oldu. Bu konuda herhangi bir resmi açıklama yapılmadı, ancak bazı çevreler bunun Türkiye’nin önüne açılmış yeni bir olanak olduğunu ilan ettiler. Daha önce de, özellikle bazı emekli generaller, Türkiye’nin Rusya’ya yakınlaşması, hatta “Şanhkay Beşlisi” –Rusya, Çin, Hindistan, Kazakistan,….– ile birlikte davranması gerektiğini ileri sürmüşlerdi. Bu konuda dikkati çeken ‘resmi’ bir gelişme, Genelkurmay Başkanlığı’nın resmi internet sitesinin, Putin’in konuşmasının orjinal metnine link vermesi oldu!

Devleti yöneten kesimlerden bazılarının sessizce onayladıkları Rusya’nın bu çıkışı, Türkiye’yi nasıl etkileyecek? Sessiz onay verenler, bunun Türkiye’nin manevra alanını genişleteceğini, ABD ve AB’den gelen baskılar karşısında nefes aldıracağını düşünmektedirler. Yani, bir nevi Tanzimat Politikası. Türkiye, büyük devletler karşısında bir ‘denge politikası’ izleyebilir mi? Türkiye böyle bir olanağa sahip mi?

Bu sorunun yanıtı, ülkenin bugün içinde bulunduğu uluslararası ilişkiler sistemi içinde bulunmaktadır. Türkiye, asıl olarak ABD’ye bağımlı, ABD’ye bağımlılık politikalarını terketmeden AB’ye girmeye çalışan bir ülkedir. Bağımlılığın anlamı, ekonomik, siyasi, askeri, diplomatik vb.. bağımlılıktır. Sıkça dile getirilen “ekonomisini IMF’ye, iç politikasını AB’ye, dış politikasını ABD’ye teslim etmiş bir ülke” tablosu, genel hatları ile ve kabaca bu bağımlılığı tarif etmektedir.

Ancak Türkiye’nin, bir süredir ABD ve AB ile, her birinin farklı boyutları olan anlaşmazlıklarının olduğu gizlenemez durumdadır. Türkiye’nin asıl efendisi ABD’dir ve onunla ilişkileri, özellikle ilk Irak’a yönelik ABD saldırısı ve ardından gelen işgal dönemi süresince, gerilimli bir zeminde yürümektedir. ABD ile bazı politikalarda anlaşmakta, bazılarında ise çelişmektedir. ABD, generaller içinde tayin edici konumda olanlar aracılığı ile, Türkiye’yi ABD’nin bölge politikalarına sıkıca bağlamak istemektedir. ABD’nin hükümetle de yakın ilişkileri bulunmakta, Erdoğan ve Gül gibi isimlerle, söz konusu generaller kliğini ortak davranmaya zorlamaktadır. Bu durumun iç politikadan kaynaklanan bazı zorlukları olsa da –laiklik vb-, bunun aşılabileceği düşünülmektedir. Gerçek durum da bu yöne doğru gelişmektedir.

Türkiye’de egemen sınıfları son dönemde karakterize eden özelliklerden birisi, bu sınıfın farklı kliklere bölünmüş olduğu –bu elbette yeni bir şey değil, ancak bölünme derinleşmiştir– gerçeğidir. Bu klikler, zaman zaman bazı iç politik olaylar üzerinden, zaman zaman dış politik gelişmeler üzerinden hesaplaşmalara girişmektedirler. Türkiye üzerinde büyük emperyalist devletlerin baskısı artıkça ve belli politika uygulamaları gündeme geldikçe, bu hesaplaşmaların sertleşeceği de bir gerçektir.

Egemen sınıfları bu dönemde karakterize eden ikinci özellik; bir taraftan emperyalizme bağımlılıktan kaynaklanan çaresizlik ve boyun eğme, büyük devletler karşısında zayıflık ve teslimiyet, onlarsız ayakta duramama ihtimali, diğer taraftan halk karşısındaki zayıflıklarıdır. Türkiye ABD karşıtlığının çok yüksek olduğu bir ülkedir ve özelikle Müslüman komşularına karşı ABD yanında girişilecek her eylem, güçlü bir anti-Amerikan, anti-emperyalist bir hareket doğurmaya adaydır. Halk hareketinin bu dönemde nispeten düşük ve durgun olması, böyle bir hareketlenmenin olmayacağının garantisi değildir. Egemen sınıflar, halkın duygu ve düşünceleri, bunların oluşturduğu atmosfer ile emperyalistlere daha fazla bağlanma arasında büyük zorluklar yaşamaktadırlar ve yaşayacaklardır. Bu, egemen sınıflarla halk kitleleri arasındaki ilişkinin özellikle bu dönemde gerilimli ve patlamalara açık bir ilişki olduğunu ortaya koymaktadır. Egemen sınıflar, emperyalizm karşısında bir “tercih” yapacak durumda değildirler. Onlar, emperyalist destekteki azalmanın kendilerini halk karşısında iktidarlarını sürdüremeyecek duruma getireceğini çok iyi görmektedirler.

Bütün bu nedenleri dikkate aldığımızda, egemen sınıfların bir bağımlılık ilişkisini  kesip atmasının olanaklı olmadığını görürüz. Rusya’nın çıkışı onları bir miktar rahatlatmakla birlikte, farklı bir şey yapabilecek durumda değildirler. Onlar daha çok “idare etme ve gelişmeleri gözleme”, açıkça ABD’ye karşı koyamayacakları durumlarda boyun eğerek kendilerine dayatılan politikaları uygulama durumundadırlar. İçeride Kürt sorunu ve bu sorunun uluslararası düzeyde aldığı biçim, emperyalist parlamentolarda Ermeni meselesinin ülkeyi belirli politikalara boyun eğdirmek için sürekli ısıtılması, Kıbrıs sorunu egemen sınıfları sıkıştırmaktadır. Bölgedeki gelişmeler de sürekli tırmanma eğilimindedir ve bütün dünyada yaşanmaya başladığı gibi, ülkeyi de gerginliklerin ve güç denemelerinin artarak devam edeceği bir süreç beklemektedir.

İşçi sınıfı ve emekçi yığınlar için yaşam zorlaşırken, mücadele zemini genişlemekte ve güçlenmektedir. Gelişmeler önümüzdeki dönem için, ülkenin emperyalizmden bağımsızlığı sorununu daha yakıcı bir sorun haline getirmektedir. Türkiye, ABD tarafından Ortadoğu batağına çekilmek, İran’ın üzerine sürülmek istenmektedir. Halk kitleleri bu politikalara kesinlikle karşıdır ve süreç onları halkın ve ülkenin bağımsız çıkarlarını izleme konusunda daha fazla rol almaya zorlamaktadır. Sorun ülkenin kaderi sorunuysa, bu kaderi kimin belirleyeceği kilit bir meseledir ve işçi ve emekçi yığınlar, ülkenin kaderini ellerine almak için öne doğru hamle yapmak zorunluluğu ile karşı karşıyadırlar.

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑