Sosyalizmin varlığı ile belirlenen dönemin son bulmasının, kapitalist dünyada “sosyal güvenlik”in tasfiyesinden, savaşların ve emperyalist işgallerin dizginsiz bir hale gelmesine kadar bir dizi önemli sonuca yol açtığı birçok kez vurgulandı. Bunlara, herhalde, sosyalizmin belirleyici bir güç olarak varolmadığı bir dünyada eleştiri kalitesinin düşüşünü ve polemik düzeyinin de bu durumdan etkilenmesini ekleyebiliriz. Elbette bu sözlerimiz, Marksizme dayalı yapılan eleştiri ve polemikleri değil, liberal dünya içinde seyreden düşünsel hayatı ilgilendiriyor.
Son dönemin siyasal arayışlarından biri olarak Ertuğrul Günay ve Mehmet Bekaroğlu etrafında şekillenen oluşuma yönelik kimi çevrelerce kullanılan “Müslüman Sol” –bu girişimin içinde olanlar, kendilerini bu biçimde ifade etmediklerini de açıklamış bulunuyorlar– tanımlaması, bazı polemiklere de kapı açtı.
Mustafa Akyol’un, Radikal gazetesinde yayınlanan “‘İslami sol’ kavramını düşünmek: Sosyalizm, İslam’a uyar mı?” başlıklı yazısı bu bakımdan tipik bir örnek oluşturuyor.
Akyol yazısında, “Merhum Prof. Sabri Ülgener’in eserlerinde detaylıca analiz ettiği gibi; özel mülkiyeti ve miras hakkını güvence altına alan, ticareti teşvik eden, fiyatlara narh koymayıp ‘serbest Pazar’ın önünü açan İslamiyet, sosyalizmle değil, ahlaki normlara sahip bir kapitalizmle uyumlu” diyor ve şöyle devam ediyor: “Ama bazı Müslümanlar bu ‘felsefi ayrılık’ bir kenara bırakılırsa, sosyalizmin aslında iyi bir şey olduğunu, çünkü sonuçta fakirlerin ve ezilmişlerin hakkını savunduğunu ve eşitlikçi bir toplum hedeflediğini, bu yönden İslam’ın toplumsal amaçlarına uyduğunu düşünürler. Oysa durum pek de öyle değildir. Çünkü fakirler ve ezilmişler konusunda İslam’ın ve sosyalizmin öngördüğü araçlar da taban tabana zıttır. ‘Bilge Kral’ Aliya İzzetbegoviç, bunu bir cümleyle özetlemişti: ‘İslam vermeyi, sosyalizm el koymayı emreder.’”[1]
Akyol, yazısı boyunca sosyalizmin “vicdansız”, kapitalizmin ise çok daha “vicdanlı” olduğunu kanıtlamaya çalışıyor.
KAPİTALİZM, “VİCDANINI” SOSYALİZME BORÇLUDUR
Öncelikle Akyol’un iddia ettiğinin tersine, kapitalizmin eğer “vicdanlı” bir döneminden söz edilecekse, bunun, sosyalizmin kapitalizmin karşısında ayrı bir “dünya” olarak var olduğu ve kapitalizmi baskı altında tuttuğu döneme tekabül ettiğini belirtelim. “Sosyal devlet” uygulamalarının, geniş halk yığınlarının günlük yaşamını doğrudan etkileyen eğitim ve sağlık hizmetlerinin parasız oluşunun, sosyal güvenliğin emekçiler açısından bir hak olarak varolduğu dönemin sosyalizmin bir dünya sistemi olarak ayakta olduğu döneme dair özellikler olduğu tarihsel bir gerçekliktir.
Sosyalizmin varlığı, kapitalist sömürü düzenini dışarıdan kuşatırken, bu sömürünün konusu olan işçi sınıfı ve emekçilerin kapitalist sömürü ve baskıdan kurtuluş mücadelelerini de teşvik etmiştir. Bu, sadece pratik bakımdan değil, moral düzey açısından da böyledir. Kapitalizm de, hem kendi içinde emekçi sınıfların sisteme karşı yürüttüğü mücadelenin baskısını dengelemek, hem de sosyalizmin baskısından kurtulmak için “sosyal devlet uygulamaları” diye adlandırılan politikaları bir tavizler politikası olarak benimsemek durumunda kalmıştır.
Sosyalizmin bir bir dünya sistemi olarak varlığının son bulması süreci, Akyol’un “vicdan” diye nitelendirdiği şeylerden de kapitalizmin uzaklaşması sürecidir aynı zamanda. Sosyalizmin –kuşkusuz geçici– yenilgisinin ardından, kendi egemenlik alanlarındaki (kapitalist ülkelerdeki) işçi sınıfı mücadelelerini gerileten kapitalizm, “sosyal devlet” uygulamalarını da birer yük olarak görmeye başlamış ve az-çok yavaş ya da hızla bu “yüklerden” kurtulmaya yönelmiştir.
Eğer, Akyol’un dediği gibi, kapitalist sistemin insanlığa verdiklerinden, hediyelerinden bahsedilecekse, bunlar herhalde olumlanacak içeriklere sahip değildir; kapitalist sistem bugüne kadar dünya tarihine iki sıcak bir de “soğuk savaş” “hediye” etmiştir. Sosyalizmden sonraki her gelişmeyse Marksizmi ve Leninizmi sürekli doğrulayan ve sosyalizme ihtiyacı belirten gelişmelerle sürmektedir. Sosyalizmin baskısının olmadığı bir dünyada, “artı değer” sömürüsü daha da artarak, kapitalizm, “vahşi kapitalizm” dönemi uygularına geri dönerken, Lenin’in “Emperyalizm döneminde savaşlar kaçınılmazdır” tezi, içinde yaşadığımız coğrafyada artan işgaller ve süren savaşlarla her gün doğrulanmaktadır.
TARTIŞMAYA KATILANLARIN YORUMLARI
Mustafa Akyol, sosyalizmi suçlama ve kapitalizmi kutsama üzerine kurulu yazısında, Sol ile İslam’ın yakın durulabileceğini savunan isimlerden Nuray Mert’i de eleştirmişti. Nuray Mert de Akyol’a “Bir kez daha: İslam ve sol” başlıklı yazısında şu biçimde yanıt verdi: “İlk yazımda ben de, sol siyasi gelenekle Müslümanların siyasal geleneğinin kaçınılmaz çelişkilerinden bahsetmiştim. Ancak sevgili Mustafa Akyol, olayı bir adım daha ileri götürerek, sol adına ileri sürülen siyasal-toplumsal ilkeler ile İslam’ın bir din olarak temelden çeliştiğini iddia etmiş. Bu klasik sağcı Müslüman tezi veya tepkisidir. Daha doğrusu dinlerle, solun ileri sürdüğü eşitlik iddiasının temelden çelişik olduğunu ileri süren evrensel ve klasik ‘sağcı’ tepkisidir. Modern çağda, kapitalizmin dinsel öğretilerle örtüştüğünü ileri sürerek, kapitalizme dinsel kutsallık armağan eden klasik sağ siyasetin her türünden söz ediyoruz.
“İslam’ın hangi siyasal ve ekonomik sistemle uyuşup uyuşmadığı sonuna kadar tartışma konusudur. Bugüne kadar, kapitalizme dini kılıf bulanlar, bir de sol siyasetin din karşıtlığını bahane edip, sağ siyaset geleneği beslediler diye İslam’ı (veya Hıristiyanlığı) kapitalizmi öngörüyorlar diye takdim edemeyiz. Batı’da, kapitalizmi Hıristiyan geleneğinin bir ürünü olarak takdim eden, Protestan geleneği ve bu geleneği belli şekilde yorumlayan ünlü düşünür Weber’dir. Dahası Weber, kapitalizmin temelini, tasarruf gibi dinsel ve ahlaki öğelere bağlayarak, emperyalizmi ve vahşi kapitalist sömürü ve talanı göz ardı etme ve temize çıkarma gayretinin en önde gelen temsilcisidir.”[2]
Bu tartışmaya katılan isimlerden birisi olan Ali Bulaç da, “Kur’an’da sağ ve sol” başlıklı yazısında, İslam’ın sağa yakın olduğunu söyleyenleri de, sola yakın olduğunu dile getirenleri de eleştirdi. Görüşlerini Kuran’dan ayetlerle de desteklemeye çalışan Bulaç, yazısını şu paragrafla bağladı: “Müslümanların kendilerine layık görebilecekleri tek isim ‘Müslüman’dan başkası değildir: ‘O (Allah), sizi ‘Müslüman’ olarak isimlendirdi (22/Hacc: 78).’ ‘Allah’a çağıran, salih amelde bulunan ve ‘ben Müslümanlardanım’ diyenden daha güzel sözlü kimdir?’ (41/Fussilet: 33)”[3]
Tartışma ile ilgili görüşleri basına yansıyan isimlerden Abdurrahman Dilipak, “Sağcı İslamcı oluyorsa, solcu İslamcı da olur” derken, Avni Özgürel, “İslam sola yakındır demek yanlıştır” görüşünü dile getirdi. Mehmet Şevket Eygi, “Sola yakınlaşmadan rahatsızım” derken, İsmail Nacar, solcu aydınları kendisine daha yakın gördüğünü söyledi. Toktamış Ateş, “Solcu İslamcı kavramı doğrudur” görüşünü savunurken, Prof. Dr. Hüseyin Hatemi şu yorumla tartışmaya katıldı: “Sağcılık ve solculuk terimleri kullananın verdiği anlama göre değişebilir ve üzerinde uzlaşma sağlanan terimlerden olmadığı için İslamcılık sola daha yakındır şeklindeki bir yargının da yine anlamı belirsiz olur. Bu sebeple muhtevası belirli terimlerle bir sonuca varmayı ve görüşümü belirtmeyi tercih ediyorum. Solculuktan amaç, sosyal devlet ve adalet taraftarı olmak ise hiç şüphesiz İslam bu anlamda bir solculuğu da ayrılmaz bir parça olarak içerir, sağcılıktan amaç sosyal devlet ve sosyal adalete karşı olmak ise sırf Ma’un suresinin okunmasından dahi İslam’ın bu anlamda bir sağcılığı reddettiği ve dışladığı anlaşılır.”
Farklı kutuplarda olsalar da bu görüşleri dile getirenlerin birçoğu görüşlerini, Mustafa Akyol’un liberal klişelerinden daha ciddi dayanaklarla desteklemeye çalıştılar.
Ancak konunun, ayet ya da tefsir yorumu yönünü aşan politik yönünün birçok görüşün eksik tarafını oluşturduğunu da belirtmeliyiz.
İslam’ın kutsal sayılan metinlerinin “sosyalist” bir ekonomik düzenden ziyade, özel mülkiyetin kutsanmasına açık olduğu bir gerçektir. Ancak nihayetinde ortaya çıktığı koşulların da etkilerini taşıyan bu metinler, onları kutsal sayan milyarlarca kişinin bugünü ve geleceği bakımından nasıl ele alınacaktır?
Bu sorunun yanıtına geçmeden önce, şu gerçeği de vurgulamak gerekiyor. İslam’a inanan halkların ve İslami rejimler altında yönetilen ülkelerin tarihindeki dönemeçlere bile bakıldığında, sosyalizmin varlığı ile belirlenen dünyanın, sosyalizmin etkisinin, diğer dönemlerden ayrıştığı açık bir biçimde görülecektir.
Örneğin, “Diyâr-ı küfrü gezdim beldeler kâşâneler gördüm/ Dolaştım mülk-i İslam’ı bütün viraneler gördüm” diye Ziya Paşa, bu dizeleriyle, 19. yüzyıldaki duruma işaret etmektedir. O yüzyılda gerçekten İslam coğrafyasının durumu, dünyanın diğer bölümü ile kıyaslandığında Ziya Paşa’nın gözlemlerini doğrulayan özelliklerle doludur.
Oysa 1917 Ekim Devrimi’nin ardından şekillenen yeni dünyada, İslam coğrafyası da farklı bir tarihi yaşamıştır. İslam coğrafyasında Baasçı ve başka “İslami sosyalist” hareketlerin boy vermesi doğrudan bu etki tarafından belirlenmiştir. Kuşkusuz hiçbir dönem İslam coğrafyasında, işçi sınıfına dayanan Marksist iktidarlar dönemine tanıklık edilmemiştir. Ancak sosyalizmin varlığı, bu coğrafyayı, kapitalist emperyalist işgallere karşı koruyucu bir etki yaparken, bir rüzgâr olarak da etkilemiştir. İslam coğrafyasında sömürünün sorgulanması, emperyalist işgale karşı yurt savunması gibi fikirlerin filizlenmesinde ve güçlenmesinde yine bu etki belirleyici olmuştur.
MÜSLÜMAN HALKLAR, İŞGALE VE SÖMÜRÜYE TERK EDİLEBİLİR Mİ?
Sosyalizmin yıkılmasından sonra İslam coğrafyasında yaşananlar ise ortadadır. Mustafa Akyol’un pek sevdiği sistem, bu coğrafyanın insanlarına topraklarının işgali, camilerinin bombalanması, tarihi ve kültürel varlıklarının yağmalanması, çocuklarının katledilmesi ve kadınlarının tecavüze uğramasından başka hiçbir şey getirmemiştir. “Ahlaki bir kapitalizm”in İslam açısından uzlaşılabilir bir yapı olduğunu savunan Akyol, böyle bir kapitalizm için tek bir örnek de göstermemiş yazısında. Onu bulup gösterebilmek de gerçekten özel bir maharet olsa gerek.
Bu tartışmada göz ardı edilen politik yön açısından konuyu değerlendirdiğimizde ise, İslam coğrafyasındaki halklara ve Türkiye’de İslami inancın etkisindeki kesimlere ne söylediğiniz, ne önerdiğiniz önemli olmaktadır. Akyol’un, onlara, ABD’nin ve AB’nin başını çektiği sistemden daha ötesini önermediği açık. Bu güçlerin, şu an sömürünün derinleştiği ve işgallerin, savaşların arttığı bir düzeni kumanda ettikleri de inkar edilemez bir gerçek.
O zaman her türden dine inanış için geçerli olduğu gibi, İslami inanıştaki halk kesimleri bakımından da, sömürüden kurtuldukları, emeklerinin karşılıklarını alabildikleri, işgallerden kurtuldukları bir dünyanın inşası için mücadele etmekten başka bir şey önerilebilir mi? İslami ya da başka bir dinsel bağın yarattığı tabularla yüzleşmek de, emekçilerin bu mücadele süreci içindeki aydınlanmalarıyla gerçekleşecektir. Yani dinsel tabuları yaratan tarihsel, sosyal ve ekonomik koşulların son bulması, bu tabuların da yerini aklın ve bilimsel düşüncenin alacağı bir dünyanın önünü açacaktır.
Mustafa Akyol gibi liberal isimler yanında, “sol”da benzer etkilerle siyaset yapan kesimlerin de, dine, bu biçimde, politik olarak değil de, Kemalizmin pozitivist laiklik anlayışından kaynaklı ön yargılarla baktıkları görülmektedir. “Din-Toplum-Siyaset” ilişkileri konusunda bir dizi yazı yazan Oğuzhan Müftüoğlu bu açıdan olabilecek en uç noktalara savrulmuştur. Dine provokatif yaklaşımdan, “Peygamberin devrimci” olduğu iddiasına kadar gelen İP ve Perinçek çizgisinin oradan oraya savrulan tutumuna karşı, Oğuzhan Müftüoğlu da, “Siyasal İslamcı” kesimlerle emperyalist işgale karşı dahi yan yana durulamayacağını öne sürecek kadar, halkın ve bu toprakların ihtiyacına uzak bir noktaya düşmüştür.
Türkiye’li işçi sınıfı devrimcilerinin, İran örneğinden de, başka örneklerden de sonuçlar çıkarma konusunda nasihate ihtiyaçlarının olmadığını söylemeye gerek var mı? Peki bu gerçekler, emperyalizmin tehdidi altındaki ülkelere, örneğin İran halkına sırtını dönmeyi gerektirir mi? Böylesine “eleyici” ve “seçkinci” bir yaklaşım, İslami dogmaların etkisindeki emekçi yığınlarıyla nasıl yan yana gelebilir, onları özgür, sömürüsüz ve sosyalist bir dünya mücadelesine nasıl kazanabilir?
Bu sorulara inandırıcı yanıtları Oğuzhan Müftüoğlu’nda bulamazsınız. Onun politikalarındaki bu boşluklar ve sorunlu noktalar ÖDP içinde bile tartışma yaratmış olmalı ki, ÖDP Genel Başkan Yardımcısı Alper Taş, bunu bir mektupla Müftüoğlu’na iletmiştir. Oğuzhan Müftüoğlu’nun kendi görüşlerine bir “katkı” gibi sunduğu Alper Taş’ın görüşlerinin aslında, önemli farklılıklar içerdiği görülmektedir.
Oğuzhan Müftüoğlu, “Kalpsiz bir dünya” başlıklı köşe yazısında bunu şöyle aktarıyor:
“Alper Taş’ın konuya ilişkin katkıları şöyle: Bu tartışmalarda üzerinde hemfikir olduğumuz en temel nokta, toplumsal sistemin dini referanslar üzerine kurulamayacağı, dini referansların toplumsal ve siyasal yaşamı belirlemesini savunan Siyasal İslamcılarla işimizin olmayacağıdır. Bizim derdimiz dini inancı olan, bunu yaşayan, üretim ilişkilerinde ezilen, sömürülen ama sermaye siyasetlerinin yanında saf tutan, kendi anamız, babamız, akrabalarımız, komşumuz yani halkımızla. Üzerinde asıl düşündüğümüz nokta ‘bu halkımızın’ nezdinde solun algılanışıdır. Sol bu kesimlere bakış açısını devletçi-laikçi, kaba pozitivist-aydınlanmacı bir tarzla mı kuracaktır, yoksa onların bu maneviyat dünyasını da dikkate alan bir yerden solu-sosyalizmi onlar için bir anlam dünyası haline getirebilecek yeni bir dil ve ilişki üzerinden mi kuracaktır? Ve bu yeni dil ve ilişki tarzı nasıl olacaktır? Şimdi yanıtını aradığımız soru budur.”[4]
ABD emperyalizminin başını çektiği Ortadoğu’nun işgali sürecinde, bütün dinsel inanç ve mezheplerden, bütün uluslardan emekçilerin birliğini sağlamayı esas alan Emek Partisi’nin ortaya koyduğu ve yıllardır savunduğu siyasal platform, bu açıdan birleştirici temel halkayı oluşturmaktadır.
Ortadoğu’da ABD’nin işbirlikçiliğini yapan gerici rejimlerin baskısı altındaki halk kesimleri açısından umut olabilecek bir mücadele de anca