MİT’in –müsteşarının ağzından– “daha aktif dış politika” çağrısı ve Hrant Dink’in katliyle başlayan 2007; bir yandan “cumhurbaşkanlığı seçimi”, öte yandan da “genel seçim” yılı olmasıyla özel bir önem kazanmıştır. Dahası, bu seçimlerin, özellikle de cumhurbaşkanlığı seçiminin yasalarda yazılı olan kurallar çerçevesinde geçmeyecek görünmesi de, bu seçimlere ve elbette “2007’nin getirecekleri”ne ayrıca önem kazandırmaktadır.
Her iki seçimin de “normal koşullarda” gerçekleşmeyeceği çoktan anlaşılmıştır. Çünkü Türkiye egemenlerinin, Kürt sorunu, laisizm, ifade ve basın özgürlüğü yokluğundan seçim koşullarının eşit ve adil olmamasına kadar pek çok sorunları vardır. Türkiye’nin artık kangrenleşmiş bu ve benzeri başlıca sorunlarına dair egemen güç odakları ve onların partilerinin çözümsüzlüğü göz önüne alındığında, seçimler, egemen güç odakları arasında kıyasıya bir hesaplaşmayı da gündeme getirmektedir. Üstelik Türkiye’nin egemenleri, içte ve dışta ABD ile ilişkilerinden AB’ye girme çabalarına, Kıbrıs’tan Irak politikalarına kadar sayısız “açmaz”la karşı karşıyadırlar.
AKP Hükümeti, en iddialı olduğu ekonomi politikaları alanında bile yolun sonuna geldiğini gösteren belirtilerle yüz yüzedir. Nitekim, bugün AKP Hükümeti; IMF’nin tam desteğine karşın cari açık, kronik işsizlik ve gelir bölüşümündeki uçurumun büyümesi, tarımın çökmesi, gerçek ücretlerdeki sürekli düşüş, eğitim, sağlık, sosyal güvenlik sisteminin tıkanması gibi geniş emekçi yığınları ilgilendiren son derece önemli sorunlarla karşı karşıyadır.
Başka pek çok ekonomik, siyasi, sosyal sorundan da söz edilebilir. Ancak, toplam açısından bakıldığında, gerek bu sorunların, gerekse bunlara eklenebilecek ikinci dereceden sorunların “çözümü” için yapılacak girişimler, 2007’de yapılacak iki seçim ve bu seçimler üstünden hesaplaşacak güçlerin mevzilerini yenileme ve ellerindeki her araçla birbirleriyle mücadele etmelerinin unsuru olarak biçimlenecektir. Ancak şu bir gerçek ki; 2007’de yaşanacakların işaretleri daha 2006’nın ortalarından, hatta başlarından itibaren kendisini göstermeye başlamıştı.
Bu işaretlerin en başında da, egemen güç odaklarının, milliyetçilik dalgasını yükseltme çabaları vardı.
2006 BİTİP 2007 BAŞLARKEN
2006’nın son ayları; 2007’de yapılacak “iki seçim”in hesaplaşmaları doğrultusunda, kamplaşmaların bir hayli açık netleşmesine sahne olmakla kalmadı, ABD merkezli (*) olarak Türkiye’de bir “askeri müdahale ihtimalinin yükseldiği” tartışmalarına da sahne oldu.
2007 ise, “MİT’in açıklaması”yla başladı. Açıklamanın esası, “ulus devletin tehdit altında olduğu” ve Türkiye’yi yönetenlerin “bekle gör” politikasını terk ederek “aktif politik tutum alması”nı istemek biçimindeydi.
Türkiye’deki siyasi literatürde, “aktif dış politika” çağrıları, geleneksel olana başkaldırma, Türkiye’nin çıkarlarını, sınırların ötesinde bile, askeri güç de dahil, güç kullanarak savunma olarak anlaşıla gelmiştir.
Cumhuriyet’in kuruluşundan itibaren Türkiye’nin dış politikadaki “geleneksel” tutumu; “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” “özdeyişi”yle ifade edilmiştir. Bu “özdeyiş”in özeti de, “Türkiye’nin kimsenin toprağında gözünün olmadığı, ama kendi sınırları içinde de statükonun bozulmasına izin vermeyeceği” biçimindedir.
Bu politika, daha Cumhuriyet’in ilk yıllarından itibaren; Osmanlıcılar tarafından “Üç kıtada at koşturan Osmanlı mirasının reddedilmesi”, ırkçı milliyetçi çevreler tarafından da “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne büyük Türklük dünyası içinde lider ülke olmayı reddetme; pısırık, Türk’e yakışmayan politika” olarak eleştirilmiştir. Ama bu eleştiriler, yakın geçmişe kadar, devlet politikası olmamış, zaman zaman iç politikaya yönelik bir malzeme olarak kullanılsa bile, daha çok marjinal çevrelerin resmi politikaya eleştirisi olarak kalmıştır. Kıbrıs’ın işgali bile, “geçici” ve “zorunlu bir sapma” olarak görülmüştür. Bu yüzden de, işgalin adı bile “Barış Harekatı” olmuştur.
Ancak Özal’la birlikte, Türkiye’nin “misak-ı milli” sınırları, bu sınırların genişletilebileceği varsayımı üstünden tartışılmaya başlanmıştır. Örneğin Kuzey Irak’ın Kürtleriyle bir federasyon yapma, Musul-Kerkük’ün statüsünün değiştirilerek Türkiye’nin tarihsel haklarının elde edilmesi ya da SB’nin çökmesiyle “Türki cumhuriyetler”in “abi-kardeş” ilişkisi içinde sömürgeleştirilmesi, resmi olmasa bile “gayri resmi devlet politikası” haline gelmiştir. En azından tartışma düzeyinde, “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” tutumunun geleneksel dış politikanın var olan çizgisinden çıkarılması için girişimler başlatılmıştır. Ancak, Tansu Çiller’in başbakanlığı döneminde; “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne” edebiyatı, bir yandan Rusya’nın Kafkasya ve Orta Asya’daki karşı hamleleri, öte yandan da bu “yeni” cumhuriyetlerin yöneticilerinin Türkiye’nin “abilik” adına girişim ve niyetlerini anlamaya başlayıp karşı önlemler almaya yönelmesiyle terk edilmek zorunda kalınmıştır. Ve, “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” tutumu yeniden devletin resmi politikası olarak öne çıkarılmıştır.
Ancak CHP ve DSP’den Kızılelmacı sağ ve “sol” milliyetçiliğe kadar, milliyetçi odaklar, son birkaç yıldır, önce Kuzey Irak’ta bir etkinlik alanı, sonra da Kerkük-Musul üstünde “eski haklar” ve Kürtlerin Irak’ta bir Kürt devleti kurma ihtimaline karşı Türkiye’nin Irak’a müdahalesi ve Kerkük’e kadar sınırların genişletilmesi fikrini çeşitli platformlarda tartışmaya açmıştır.
MİT AÇIKLAMASININ AMACI NEYDİ?
MİT’in açıklaması; işte bu geleneksel “ana politika”dan sapmayı öneren ve son yıllarda çeşitli güç odaklarının çabalarıyla yükselen milliyetçi dalganın yönelimleriyle de birleşen, Özal döneminden beri ilk kez, (MİT’in 80 yıllık tarihinde, bu türden ilk resmi açıklamadır demek de yanlış olmaz) hükümete yapılan “aktif dış politika” çağrısıydı.
MİT Müsteşarı Emre Taner’in, 2007’nin ilk günlerinde, AKP Hükümeti’ne muhalefet eden milliyetçi odakların slogan haline getirdiği “ulus devletin tehdit altında” olduğu merkezli açıklaması elbette ki çok dikkat çekiciydi. Bu açıklama, öne çıkardığı “ulus devlet” kavramı nedeniyle de, milliyetçi “muhalif” odaklar tarafından büyük bir heyecanla karşılandı ve AKP Hükümeti’ne karşı, “Bakın başbakanın sorumluluğundaki MİT bile bizim gibi düşünüyor; bu hükümetin pasif, uzlaşmacı politikasına bir başkaldırıdır” denerek, AKP Hükümeti’ne yönelik yeni eleştirilere dayanak yapıldı. Kimi çevreler bir adım daha atarak, bu yorumu, MİT açıklamasının Genelkurmay’la anlaşarak yapıldığına ve Genelkurmay’ın AKP Hükümeti’ne karşı yeni bir hamlesi olarak görülmesi gerektiğine kadar götürdü.
Asker ve sivil geleneksel güç odaklarının, son yıllardaki “Türkiye tehdit altında”, “Lozan’a karşı Sevr dayatması yapılıyor”, “Kerkük-Musul bizimdir” türünden iddialarıyla MİT Müsteşarı Taner’in açıklamalarının uyumluluğuna bakıldığında, bu açıklamanın arkasında Genelkurmay’ın bulunduğunu söyleyenler haklı görülebilir. Ancak bu, çok kolaycı bir açıklamadır.
Gerçeğe yaklaşmak için 2006’nın son günlerindeki bir gelişmeyi daha dikkate almak gerekir. O da, Erdoğan’ın son aylarda adım adım milliyetçi bir çizgiye yöneldiği, 2006 biterken de, bu yönelişi artık bir propagandaya dönüştürmeye başladığı gerçeğidir. 2006’nın başlarında “Kürt sorunu vardır. Biz de yanlışlar yaptık. Bunları düzelteceğiz, sorunu demokrasi içinde çözeceğiz” dedikten sonra, Erdoğan, yılın sonuna doğru adım adım; “Kürt sorunu yok, terör sorunu var”, “Ben Rizeliyim karım Siirtli, iyi de geçiniyoruz” teranesine geri döndü. Bununla da yetinmedi; Kurban Bayramı’nı bahane ederek, sokakları, klasik ırkçı-şoven partilerin afişlerine bile rahmet okutacak bir fotoğraf ve “Kurban olam ayına yıldızına” sloganlarıyla donattı. Ve nihayet; Saddam’ın idamından sonra; “Artık öncelikli işimiz AB değil Irak’tır”a geldi. Daha Ocak ayı bitmeden, “Kerkük’e sefer” çığlıklarıyla Meclis’te “gizli görüşme” yapıldı. Bu, Başbakan’ın, “gizli görüşme” öncesinde, Kızılcahamam’daki “AKP kampı”nda milletvekillerine, “Mehmet Ağar, ‘dağdan inip ovada siyaset yapılması’ gibi çıkışlarla MHP’ye büyük imkan sağladı. DYP’den MHP’ye büyük kayış oldu. Bu konuda, geçmişte biz de hatalar yaptık. Ama artık yapmamalıyız” şeklinde konuşması ve bir AKP’li vekilin, AKP’nin özgürlük ve demokrasi vaat ederek iktidara geldiğini, ama “son zamanlarda milliyetçi bir çizgiye kaydığı” eleştirisini “terbiyesizlikle” suçlaması ile birlikte düşünüldüğünde, MİT açıklamasının anlamı değişir. Ve çeşitli çevrelerin iddialarının aksine, açıklamanın, “Genelkurmay’la danışıklı hazırlanmış bir açıklama” değil; ama hükümetin, CHP ve Genelkurmay’ın da içinde bulunduğu geleneksel ve milliyetçi güç odaklarıyla uzlaşma sağlaması öngörülerek, MİT tarafından, ama Erdoğan ve kurmaylarının bilgisi dahilinde, atılmış bir adım olduğunu söylemek daha doğru olur.
AKP NEDEN MİLLİYETÇİLİĞE SARILDI?
AKP’nin milliyetçi çizgiye yönelişinde iki etkenden söz edebiliriz. Bunlardan birincisi, milliyetçilik dalgasının yükselerek, AKP’yi de milliyetçiliğin baskısı altına almış olması ve Erdoğan’ın bu yükselişten “pay almak” üzere milliyetçi bir söylem ve tutuma sarılmasıdır. Ama bunun kadar önemli olan ikinci etken ise şudur ki, Genelkurmay ve çeşitli milliyetçi odakların, cumhurbaşkanlığı seçimi öncesinde, bir tür müdahale için, hükümeti milliyetçi bir söylem ve buna uygun tutumlar üstünden sıkıştıracağı var sayılırsa; hükümet, bu sıkıştırmadan kurtulmak için milliyetçi bir platforma geçmiştir.
Burada, hükümetin bu milliyetçi manevrasını, üstünde artırılan baskıların, dolayısıyla “28 Şubatvari baskılar”ın “etkileri” olarak yorumlamak doğru olur. Dolayısıyla AKP ve hükümeti, “müdahale”nin hedefi olmaktan çıkayım derken “müdahale yemiş” duruma gelmiştir. Nitekim hükümetin milliyetçiliğe yönelişinden sonraki adımı; CHP’den kızılelmacılara uzanan milliyetçi odakların isteği ile, Kerkük üstünden Irak’a müdahaleyi gündeme alarak, Meclis’in “gizli oturum”la toplanmasına kadar varmıştır.
Sürece daha genel bakıldığında; 2006’nın sonlarına kadar, kendisini diğer partilerden ayırarak; onları statükocu, kendisini “değişimci” gösteren ve “Türkiye’nin sorunlarının çözümü konusunda yaratıcı bir inisiyatif göstermek”le övünen AKP, şimdi; “Ayına yıldızına kurban olma”da ve Kerkük’te, Kuzey Irak’ta Osmanlıcılıkla birleştirilmiş bir milliyetçilikle öteki partilerle milliyetçilik yarışına girişmiştir.(**) MİT’in, “ulus devletin tehdit altında olduğu” tezi ve “ulus devletin korunması için ulusal birlik ve daha aktif dış politika” istemesi, “iki taraf” için de bir uzlaşma platformu olarak tarif edilmiş görünmektedir. MİT açıklamasında; kullanılan üslup, öne çıkarılan “hedefler”le, hem milliyetçi odakların, hem Genelkurmay’ın hem de hükümetin “hassasiyetleri”nin gözetildiği gözlenmektedir.
Gelişmelere MİT açıklaması boyutundan bakıldığında; bu açıklamanın zamanlaması itibariyle de; Irak’ta Amerikan stratejisinin yenilendiği, Türkiye’ye yeni yükümlülükler verilmesinin konuşulduğu ve ABD’nin Türkiye’ye ihtiyacının arttığı bir döneme denk gelmesi de ayrıca dikkat çekicidir. Aynı zamanda bu açıklamanın, Irak üstünden dış politika yenilemek isteyen Türkiye’nin Amerikancı egemen güç odaklarının ABD’nin stratejisine bağlanması için de yeni bir imkan yarattığı bir gerçektir. Dolayısıyla MİT açıklaması, egemen güç odaklarının Amerikan stratejisine bağlanmaları açısından da bir uzlaşma imkanı yaratacak dayanakları öne çıkarmıştır.
Kısacası, MİT Müsteşarı’nın açıklaması; bir yandan Irak’ta işgalin ilk döneminde sıkça sözü edilen “kırımızı çizgiler stratejisi”ne geri dönüşle askeri cenahı, ama öte yandan da ABD’nin bölge stratejisine bağlanma imkanını yeniden gündeme getirerek, Türkiye’nin çıkarlarının ABD’nin stratejisine bağlanmaktan geçtiğini, 1 Mart Kararnamesi’nin reddiyle bu fırsatın kaçırıldığını savunan Amerikancı, işbirlikçi kesimleri yeniden umutlandırmıştır.
1 Mart Kararnamesi’nin aşılarak, Türkiye’nin Irak’ta ABD’nin pis işlerini üstleneceği bir kıvama ve pozisyona gelmesinde, ABD karşıtı sloganları öne çıkararak yükselen milliyetçiliğin ABD’nin stratejisine eklenmenin bir dayanağına dönüşmüş olması şaşırtıcı görünse de; ortaya çıkan bu durum, Özgürlük Dünyası’nda sıkça belirtildiği gibi, aşırıya götürülen milliyetçiliğin dönüp “emperyalizmin planlarına bağlanmasının kaçınılmazlığı” tespitiyle gayet uyumludur.
Bu yüzden de, MİT’in açıklamasını, hükümet ve Genelkurmay arasında yeni bir kapışmadan (bir kapışma boyutu olsa da) çok; hükümet-MİT-Genelkurmay üçlüsünün; birleştirici zamkı Türk milliyetçiliği olan ve yakın hedefi de ABD stratejisiyle uzlaşma ve ona uyum sağlama hamlesi olarak değerlendirmek daha gerçekçi olur. Ancak MİT’in girişiminin, egemen güç odakları arasındaki çatışma ve hesaplaşma yönünde ilerleyen süreci bir uzlaşma sürecine dönüştürmesi, dolayısıyla özellikle cumhurbaşkanlığı seçiminin “kurallar dahilinde” kalan bir mücadeleye sahne olmasını başarması, elbette son derece güçtür. Ama bir girişim olarak, tümüyle etkisiz olacağı da söylenemez. Ancak, sürecin karakterini belirleyecek olan, halk güçlerinin ne yapacağı, ilerici demokrat güçlerin, emek güçlerinin nasıl bir mevzi tutacaklarıdır. Aslında MİT’in girişiminin kimin işine yarayacağını bile, bu mevzileniş, bu güçlerin seçim sürecine müdahalesinin boyutu ve etkisi belirleyecektir.
HRANT DİNK’İN ÖLDÜRÜLMESİ VE MİLLİYETÇİLİK
MİT’in girişimi üstünden tartışmalar ve AKP ve “muhalefet” arasındaki milliyetçilik yarışı sürerken, Ermeni Gazeteci Hrant Dink İstanbul’da 17 yaşında milliyetçi bir Trabzonlu genç tarafından öldürüldü.
Cinayet, ilerici, demokrat güçler tarafından tepkiyle karşılandı, cenazesi büyük bir gösteriye dönüştü. Ve sadece cinayet değil, “TCK’nın 301. maddesinin kaldırılması” ve Türkiye’nin halklarının kardeş olduğu bir ülke olması için demokratikleşme taleplerinin yinelendiği bir eyleme dönüştü. Cinayetin en azından manevi sorumluluğunu taşıyan milliyetçi ve milliyetçi kışkırtmalarla rant sağlama gayretindeki sermaye partileri ve güç odakları, bu büyük tepki karşısında bir adım geriye atarak, Trabzon üzerine ekonomik ve sosyal analizler yapmaya koyuldular. Cinayetin, kışkırtılan milliyetçi dalganın ve kontra güçlerin ürünü değil, artan işsizlik ve yoksulluğun, bozulan ahlakın sonucu olduğunu savunmaya koyuldular. Buna ikna olmayanlar için de, CIA ve MOSSAD’ın ya da kuzey sınırlardan sızan başka dış mihrakların bu cinayetin faili olduğu öne sürüldü.
Hrant Dink cinayetinin anatomisi; bu cinayetin tipik bir kontra cinayeti olduğunu, milliyetçi kışkırtmaların azdırdığı karanlık güç odaklarının, politik ortamın kendi faaliyetleri için uygun hale geldiğini düşünerek, harekete geçtiklerini gösteriyor. Ve yine beklendiği gibi, gerek İstanbul ve gerekse Trabzon emniyetinin; bu cinayetin gerçek faillerini değil, tetikçisini ve suç aletini yakalayarak örtbas etmeyi amaçladıkları ortaya çıkmıştır. Katilin “genç vatansever”, “kahraman” ilan edilerek, başka cinayetlerin özendirilmesi, yine bu “anatomi”nin bir parçası olarak, daha ilk günden itibaren gözetilmiştir.
Cinayetten 10 gün sonra, Hrant Dink’in katli için, “Türkiye’de politik ortamı provoke ederek, milliyetçi dalgayı daha da yükselterek, iktidar mücadelesini kazanmak isteyen güçlerin amaçlarıyla bağlantılı olarak sahneye konmuş bir cinayettir” demek gerçeği ifade etmek olur.
Ancak bu cinayete gösterilen tepkinin de açıkça gösterdiği gibi, cinayet, milliyetçi güç odaklarının amaçlarının aksine, onlara karşı bir hareketin açığa çıkmasını sağlamıştır. Dahası, egemen güç odakları arasında yeni kavgaların ve çatışmaların başlamasının da vesilesi olan cinayete büyük halk tepkisi, milliyetçi dalganın dalga kıranı olarak da kendisini ortaya koymuştur.
MİLLİYETÇİ DALGA YÜKSELİŞİNİ SÜRDÜRECEK Mİ?
Türkiye’de milliyetçilik, egemen güç odaklarının her sıkıştıklarında, her çözümsüzlüğe sürüklendiklerinde başvurdukları iki önemli etkenden birisi (diğeri de dindir) olmuştur. Son yıllarda, özelikle Kürt sorununda çözümsüzlüğe sürüklenen, daha doğrusu kendi çözümlerini dayatamayan egemen güç odakları, milliyetçi kışkırtmaya hız vermişlerdir.
2005 Newrozu’nda, Mersin’de gerçekleştirilen “Kürtler bayrak yırttılar” provokasyonuyla ve Kürtlerin “sözde vatandaş” ilan edilmesiyle başlatılan kampanya, çeşitli vesilelerle Kürtlere karşı girişilen linçlerle, Papaz Santoro’nun öldürülmesi ve bölgede savaşın yeniden başlatılmasıyla ilerletilmiş; nihayet, Kerkük’e sefer çığlıklarıyla Meclis’in “gizili oturum yapması” ve Hrant Dink’in katline kadar gelmiştir. Tabii ki; yükselen milliyetçilik dalgası politik arenayı da baskısı altına almış; bir yandan sağın ve solun milliyetçileri açıkça “Kızılelma İttifakı”nda birleşirken, CHP de milliyetçilikte kendisini “aşarak” tarihinde olmadığı kadar milliyetçi bir platforma kayıp, MHP ile işbirliğini, seçim ittifakını konuşur hale gelmiştir. Bütün diğer partilerden milliyetçi olmamakla ayrıştığını da söyleyen AKP ise, 2006’nın sonunda, MHP’yi bile geride bırakmak üzere, milliyetçi sloganlara sarılmış, bu yolda yürüyeceğini ilan etmiştir.
Ancak, gelişmeler, artık bu dalganın daha ileri götürülmesinin son derece güçleştiğini, tersine bu dalganın artık kırılmaya başladığını ve dalgayı ileriye taşımak isteyenlerin üstüne çöken bir yönelişe girdiğini göstermektedir.
Burada, elbette Hrant Dink’in katli üstüne sokaklara dökülen yüz binlerin Türkiye’nin tarihinde görülmedik bir “sertlik”le, “Hepimiz Hrant Dink’iz, Hepimiz Ermeni’yiz” sloganıyla yürümesi, bu dalganın gelip çarptığı en somut “dalga kıran”(***) olarak görünse de, aslında dalganın kırıldığını gösteren belirtiler daha önce ortaya çıkmıştı.
Bu belirtileri şöyle sıralayabiliriz:
1-) Milliyetçilik temelindeki zorlamaların Kürt-Türk çatışmasını kışkırtarak, bir iç savaşı tetikleyecek ölçüde ilerlemiş olduğunu gösteren belirtilerin ortaya çıkması. Asker ve gerilla cenazelerinde atılan sloganlar ve cenazelerin kazandığı hassasiyet.
2-) AB’ye giriş ve Kıbrıs sorununun çözümü için atılacak adımlarda milliyetçiliğin egemen güçlerin ayağına dolanan bir etkene dönüşmüş olması; yine aynı biçimde, yükselen milliyetçiliğin, AKP ve CHP gibi partiler arasındaki milliyetçilik yarışını kışkırtarak, Irak’la ilgili politikaların “Kerkük’e sefer” gibi, ayakları yerden kesilmiş yönelişleri gündeme getirmesi. AB’ye giriş sürecinin, yükselen milliyetçiliğin kuşatması nedeniyle, Kıbrıs üstünden kesintiye uğraması bile, egemen güç odaklarına, milliyetçilik üstünden halkı yedeklemenin faturasının ne kadar ağırlaştığını göstermektedir.
3-) Linççilik, Rahip Santoro cinayeti ve nihayet Hrant Dink’in katline gelen sürecin, vicdanını yaralayıp hareketlendirerek, geniş halk yığınlarının tepkisini çekmeye başlaması. Bunun Hrant Dink cinayetinde bir patlamaya dönüşmesi. Bunun da ötesinde, egemenlerin dış politikalarındaki açmazları da ortaya çıkarması.
4-) Son aylarda, Ankara’da toplanan “Türkiye Barışını Arıyor” Konferansı’na bağlanan ve değişik illerde yapılan toplantı, aydın çağrıları, panel, sempozyum gibi etkinliklere önceki ay ve yıllarla kıyaslanamayacak ölçüde bir ilginin gösterilmesi ve Ankara’da yapılan son konferansın ve sonuç bildirgesinin beklenenden çok daha geniş kesimleri etkileyen bir yankı uyandırması.
5-) TÜSİAD’ın Kürt raporunu yeniden gündeme getirmesi ve TÜSİAD’ın eski başkanı (polemik başladığında hâlâ başkandı) Ömer Sabancı’nın MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli ile kamuoyu önünde giriştiği oldukça sert (Kürt sorunu raporu üstünden) milliyetçilik tartışması gibi belirtiler göstermektedir ki, egemen güç odakları için milliyetçi kışkırtmalar, (yukarıdaki ilk üç maddedeki gelişmelerde de açıkça görüldüğü gibi) yığınları yedeklemenin en ucuz yolu olmaktan çıkmaya başlamıştır. Tersine, bu kışkırtmalar, ayaklarına dolanan bir yüke dönüşmektedir. Bu yüzden de bu gelişmelere paralel olarak, sermaye medyası ve başlıca sermaye partileri, milliyetçiliği kışkırtan körüğe verdiği enerjiyi en azında azaltmak zorunda kalmaktadır, kalacaktır da. Özellikle Hrant Dink cinayetinin bu konuda bir “milat” rolü oynaması da sürpriz olmayacaktır.
Kuşkusuz bundan, bir anda milliyetçi kışkırtmaların sona ereceği, CHP ve AKP gibi partilerin de bir anda bulundukları platformu terk edeceği anlamı çıkarılamaz. Tersine onlar, zaman zaman kim daha milliyetçi yarışı yapacaklardır, ama bu yarışın halk yığınları üstündeki etkisi eski boyutlarda olmayacağı gibi, onlar da olup biteni görerek, milliyetçilik dozu giderek azalan söyleme yönelmek zorunda kalacaklardır.
Bu söylenen, mantıksal açıdan böyledir. Ancak süreç içinde, gerileyen gücün, söylem ve tutumda milliyetçilik dozunu yükselterek etkisini artırmak isteme ihtimali de güçlüdür.
Bu gelişmeler, tek gıdası milliyetçilik olan sağ ve “sol”un kızılelmacı siyasi odaklarının kontra güçlerini daha çılgın bir milliyetçilik çizgisine çekmelerini, “ortaya çıkan boşluğu” daha yüksek tondan bir milliyetçilikle doldurmaya yönelmelerini ortadan kaldırmaz. Tersine, onların daha ipten kazıktan kopmuş bir milliyetçilik çizgisine yönelmelerini de kışkırtır. Yıkımları, kırılan milliyetçilik dalgasının altında kalmaları da, bu sürecin böyle işlemesiyle olacaktır. Bu nedenledir ki, milliyetçi dalganın kırılmasını zorlayan gelişmeler, Kürtlere, ilerici demokrat çevrelere, emekçi halk kesimlerine karşı milliyetçilik üstünden gelen saldırganlığın daha çok şiddet araçlarını kullanacağı, suikast, sabotaj, provokasyon gibi yöntemlere daha çok başvurulacağı anlamına gelmektedir.
Bu yüzden de sınıf partisi ve ilerici demokrat güçler bakımından ortaya çıkan gelişmenin anlamı; milliyetçiliğin gerçekte bölücülük, emekçileri, halkları bölen ve birbirine karşı kışkırtmaya yarayan bir etken olduğunu anlatmak için imkanların artacağı, ama aynı zamanda, daha çatışmalı bir döneme de girileceği anlamına gelmektedir. Başka bir söyleyişle, süreç; hem ilerici demokrat güçlerin mücadelesini kolaylaştıracak, çalışmalarının etkinliğini artıracak, hem de daha usta taktiklerin, daha yaratıcı yöntemlerin, yığınların birleştirilmesi ve ortak hedeflere yönlendirilmesi için yeni uygun örgüt biçimlerinin geliştirilmesinde daha inisiyatifli olmalarını gerektirecektir.
DEMOKRASİ CEPHESİNDE BİRLEŞMEK
Başka bir söyleyişle; “milliyetçi dalganın kırılması” demek; halk yığınları içindeki aydınlatma faaliyetinin öneminin ve etkisinin artması, bizim tarafımızdan söylenenlerin daha kolay anlatılması ve anlaşılır olması anlamına gelirken, karşı taraftan gelen milliyetçi kışkırtmaların daha az itibar gördüğü, onların kendi söylediklerini anlatmakta giderek daha çok zorluklarla karşılaşması demektir. Ancak bundan, milliyetçiliğe karşı mücadelenin önemini yitirdiğini değil, tersine milliyetçiliğin geri çekilmesinden doğacak her boşluğun ilerici demokrat güçlerin talepleri ve tutumlarıyla doldurulması gerektiğini anlamak gerekir. Bu yüzden de, gerçekleri açıklama faaliyetini daha büyük bir enerjiyle sürdürmek, ilerici demokrat güçleri birleştirmek ve ortak hedeflere yöneltmek için daha inisiyatifli bir çalışmayı hayata geçirmek gerekmektedir.
Evet, milliyetçilik, bugün egemen güçlerin şiddet ve baskı politikasını meşrulaştırmasının, halk düşmanı politikalarının halk yığınlarına kabul ettirmenin ideolojik zeminini oluşturmaktadır. Ama emekçi yığınlar arasında milliyetçiliğe karşı mücadele, soyut, sözlükte tarif edilen bir “genel milliyetçiliğe” karşı değil, milliyetçiliğin biçimlendirdiği; “Kürtlerin yok sayılması”, “demokrasi düşmanlığı”, “basın özgürlüğünün ayaklar altına alınması”, emekçilerin sermaye karşısında dil, din, milliyet ayrımı üstünden parçalanıp bölünmesi, ırkçı ve dinci cinayetler, emperyalizm karşısında halkları birbiriyle boğazlaşmaya iten politikalara karşı mücadele olarak somutlanmak durumundadır. Bu yüzden de; milliyetçi dalganın kırılması, linççilere, suikastçılara, baskı ve şiddete meşruiyet kazandıran zeminin çökmesi olarak görülmeli; ve milliyetçi dalganın boşaltacağı her alanın, emek ve demokrasi cephesinin güçlerince doldurulması biçiminde değerlendirilmelidir.
Son yıllardaki gelişmelere yakından bakıldığında, milliyetçiliğin böylesine öne çıkarılmasının nedeni, Kürt sorununun demokratik çözümüne dair girişimlerin baskı altına alınması, bu alanda demokratikleşme doğrultusunda atılan adımların “bölücülük”, “Türk ve Türkiye düşmanlığı” olarak gösterilmek istenmesiydi.
Ancak bütün karşı gayretlere rağmen, son 6 ay içinde yapılan girişimler ve önce başlıca iller sonra da Ankara’da yapılan konferanslarda, “Kürt sorununun demokratik çözümü” yoluna girilmesi için talepler üstünde epeyce ileri bir noktadan fikir birliği oluşmuş; “Türkiye Barışını Arıyor” Konferansı’nın sonuç bildirgesiyle bu talepler dile getirilmiştir. Dolayısıyla, az çok demokrasi mücadelesi içinde olan halk güçlerinin birliğinin en önemli ayağı oluşmuştur. Bu, elbette demokrasi mücadelesi ve onun içinde yer alacak güçler bakımından son derece önemli bir adım, küçümsenmemesi gereken bir kazanımdır.
Şimdi atılması gereken adım ise; bir yandan bu sonuç bildirgesinin aydınlar, ilerici demokrat çevreler, emek örgütleri ve sendikalar içinde yaygınlaştırılmasıdır. Örneğin yurt çapında bütün üniversitelerdeki ilerici, demokrat öğretim üyelerinin imzalarını almak, yerel ilerici ve demokrat kişilerin, yerel sendikacıların ve emek örgütü yöneticilerinin bu bildiriyi imzalaması ve bütün bu kişi ve çevreleri demokrasi mücadelesinin yerel güçlerini oluşturacak biçimde mücadeleye çekilmesi adımı son derece önem kazanmıştır. Ancak bütün bu çabaların sonuç vermesi için, işçilerin, emekçilerin, halk yığınlarının bu talepler üstünde tartışıp birleştirilmesinin başarılması gerekmektedir. Onun için de, sınıfın ileri güçleri, sınıf partisi ve tüm öteki demokratik güçler, bu talepleri doğrudan fabrikalara, hizmet kurumlarına, semtlere, mahallelere, sendikalar ve emek örgütlerine yayarak, buralarda oluşacak birliklerin iller düzeyinde demokrasi ve emek güçlerinin birliği olarak vücut bulması için mücadele etmek zorundadırlar.
BİR ‘SEÇİM BİLDİRGESİ’ OLUŞTURMAK İÇİN
İçinde bulunduğumuz yılın iki önemli seçime sahne olacağı, egemen güç odaklarının, bu seçimleri, daha önce Özgürlük Dünyası’nın değişik sayılarında işaret edildiği gibi, bir “hesaplaşma”, “iktidardaki paylarını artırma” hatta “rakibini tümüyle tasfiye etme” vesilesi olarak kullanacakları düşünüldüğünde, emek ve demokrasi güçlerinin birleşmesinin, aynı zamanda bu iki seçimde, her iki sermaye fraksiyonuna karşı iktidar mücadelesi vermek (elbette ki seçimler, sınıflar mücadelesinin özel bir alanı olarak önem kazanmaktadır) üzere de sağlanması gerektiği apaçıktır. Dolayısıyla “Türkiye Barışını Arıyor” Konferansı’nda belirlenen talepler; aynı zamanda, emek ve demokrasi güçlerinin seçim bildirgesinin de omurgasını oluşturacaktır.
Türkiye’deki sınıf ve güç ilişkileri üstünden demokrasi mücadelesinin bileşenleri ve onların talepleri göz önüne alındığında; “seçim bildirgesi”nin, “Türkiye Barışını Arıyor”un “sonuç bildirgesi” yanı sıra; 1-) İnanç ve vicdan özgürlüğünü savunan, 2-) IMF-TÜSİAD programlarına karşı “halkçı bir ekonomi” diye tarif edilebilecek, halkın yaşamını iyileştirecek, işçi sınıfının kazanılmış haklarının korunup geliştirilmesini içeren taleplerle tamamlanması gerekecektir ki; bunların ne olduğu da en azından Özgürlük Dünyası’nın okurları tarafından bilinmez değildir.
Dolayısıyla milliyetçi dalganın kırılma eğilimine girdiğini gösteren belirtilerin hızla ortaya çıkması; milliyetçiliğe karşı halkın aydınlatılmasını kolaylaştıracak, egemenlerin emekçileri kendi peşlerine takmak için kullandıkları ideolojik, siyasi, ekonomik hayatın her alanındaki argümanların arkasındaki zemini çökertecek, onların inandırıcılıklarını azaltacaktır. Tersine emekçi yığınların kulakları bizim söylediklerimize daha açık hale gelecektir. İçine girilen sürecin bu özelliği, iki seçimin egemen güç odakları için hesaplaşma vesilesi oluşuyla (dolayısıyla egemenlerin iç ve dış politikaları, ekonomik programları üstünde de bir hesaplaşma olacağı için) birleşince, emek ve demokrasi güçleri için birleşme ve ortak hedeflere yönelen bir mücadelenin (halk yığınlarını etkilemenin) zemini olağanüstü güçlenecektir.
Egemen sınıfların ve partilerinin Kürt sorunu, Irak, Kıbrıs, AB’ye katılım, ABD ile işbirliğinden kazançlı çıkma, demokratikleşme, işsizliği azaltma, halk yığınlarının refahını artırma gibi başlıca iç ve dış politika alanlarında açmaza sürüklenmiş olmasının ortaya çıkan belirtileri; 2007’nin egemenler açısından “kurtarılması zor bir yıl” olacağını, ama ilerici ve demokrat güçler, Türkiye’nin bağımsız ve demokratik bir ülke olmasını isteyen güçler açısından da, bütün bu alanlardaki politikaların açıklanması ve halka mal edilmesi üstünden halk yığınlarıyla birleşmek için fırsatlarla dolu bir yıl olduğuna işaret etmektedir. Ancak bu fırsatlar, elbette, sınırsız bir fedakarlık ve cesaretle çalışmayı, halkı örgütlemeyi, yerel ve ulusal çapta gerçek bir emek ve demokrasi cephesinin oluşturulması mücadelesi için üstümüze düşeni yapmayı başardığımız ölçüde gerçek olacaktır. 2007’de en çok unutmamamız gereken şey de budur. Çünkü; egemen güçlerin iç ve dış politikadaki yönelişlerini, Türkiye’nin bir kaosa mı yoksa demokratik bir Türkiye’ye doğru mu yöneleceğini belirleyecek olan bu müdahalenin etkinliği olacaktır.
(*) Türkiye’nin iç ve dış politikasını, ABD’nin dünya hegemonyasını yenileme, özellikle de Ortadoğu’ya müdahalesinden bağımsız düşünmek elbette anlamsızdır. Bu yüzden de, Türkiye’de “28 Şubatvari darbe” tartışmalarından MİT’in girişimine, Irak’a yönelik politikalara ve milliyetçiliğin zemininin bileşimine kadar pek çok şeyin, ABD’de 2006 sonundaki seçimler ve Bush’çuların Irak’ta batağa saplanmış olmalarıyla karakterize olan kendi stratejilerini yenileme girişimleri ve bu girişimlerin Türkiye’nin egemenleri içindeki yeni saflaşmalarla bağlantıları elbette önemlidir. Ve bu yazıda sorun bu boyutuyla özel olarak ele alınmasa da (bu, ayrı bir yazı konusudur ve ABD’nin Ortadoğu’ya yönelik plan ve yönelimleri bir diğer makalemizde ele alınmaktadır), arka planda bu gelişmelerin olduğu göz önüne alınmıştır.
(**) AKP elbette, milliyetçi platforma geçerken politik bir manevra yapmaktadır. Ve el altından Kürt siyasi çevreleriyle ilişkilerini sürdürmeye ya da Kürt sorunu ve TCK-301 gibi konularda daha liberal olduğunu ima etmeye devam edecektir. Dahası, milliyetçi dalganın gerilemesi ya da politik çıkarlarına uygun olması durumunda yeniden, “Kürt sorunu var, demokratik çözüm için elimizden geleni yapacağız”a dönmesi sürpriz olmaz. Bu yüzden de; daha önce Özgürlük Dünyası’nda yapılan AKP-DYP’nin dinci-muhafazakar çizgide milliyetçi-“laik” odaklar karşısında ayrı bir tutum almış olduğu tespiti bugün de geçerliliğini korumaktadır. MİT açıklaması, bu farklılıklarla birlikte bir uzlaşma çağrısı olarak algılandığı ölçüde doğru algılanmış olabilir.
(***) Şoven-milliyetçiliğe karşı en önemli ve gerçek engel yığınların tepkisidir. Hrant Dink cinayetine gösterilen tepki bu bakımdan öğreticidir ve ayrıca üstünde durulması gereken bir gelişmedir.