ABD Başkanı George W. Bush, geçtiğimiz ay içinde “yeni Irak planı”nı açıkladı. Plan, 6 Aralık 2006’da yayınlanan “Irak Çalışma Grubu” (ISG) raporundan sonra daha bir “hevesle” beklenmekteydi, çünkü ISG raporu, aslında hiç öyle olmamasına rağmen “gerginliğin azaltılması” için bir “realist reçete” olarak değerlendirilmiş, Beyaz Saray’ın bu reçeteyi uygulayarak Ortadoğu ve dünyada “frene basması” umulmuştu.
ISG raporuyla ilgili bir değerlendirme Evrensel Yeni Yıl Eki’nde yer aldığı için burada fazla ayrıntıya girmeyeceğiz. Ancak söz konusu makalede “Raporun belli başlı noktaları ile son birkaç ayın gelişmelerini birlikte değerlendirmek, ‘realist’lerin neomuhafazakâr çılgınlardan hiç de farklı olmadığını, hatta Amerikan savaş aygıtının rotasını onlardan çok daha tehlikeli bir noktaya çevirmekte olduklarını gösteriyor” saptaması yapılmış ve raporun en vurucu niteliği şöyle sıralanmıştı:
“ISG raporunda Türkiye’ye özel bir yer veriliyor. Dahası, ‘PKK terörü’ ve ‘Kerkük sorunu’ konularında Ankara’nın ‘gönlünü alan’ bir yaklaşım sergilenmekte. Ama bu arada Türkiye ‘önemli bir Sünni Müslüman ülke’ olarak tanımlanıyor. Bu tanımdan hareketle de Türkiye’ye ‘Sünni Arapların yönettiği direnişe karşı bir manivela olma’ rolü biçiliyor. Türkiye gerçekliğiyle uzaktan yakından ilgisi olmayan bu tanım, kuşkusuz AKP Hükümeti’nin hoşuna gitmiştir. Böylece, iki yıl önce dönemin Dışişleri Bakanı Colin Powell’ın kullandığı ‘Türkiye bir İslam Cumhuriyeti’dir’ ifadesi ‘bir sonraki aşamasına’ ulaşmış da oluyor!”
Aktarıldığı gibi, ISG raporunun Türkiye açısından en önemli bölümü, ülkenin Irak iç savaşına bir “taraf” olarak müdahale edebileceğine –veya etmeye teşvik edileceğine– dair bu satırlardı. Ancak rapor bundan ibaret değildi elbette. Raporda yer alan –ve medyanın özellikle üzerinde durduğu– üç temel öneri; Irak’taki ABD birliklerinin tedrici olarak geri çekilmesi, buna mukabil ülkedeki güvenliğin “Irak güçleri”ne devredilmesi ve nihayet, İran ve Suriye ile, belli şartlar altında, “Irak ile ilgili yapıcı bir diyalog içine girilmesi” idi. Zaten raporun “realist manifesto” olarak selamlanmasının asıl nedeni de bu tavsiyeler olmuştu.
BUSH PLANI
ABD Başkanı’nın “yeni Irak politikası”nı açıklaması ise, birçok çevre açısından bir “soğuk duş” oldu. Çizilen tabloya göre, Bush tavsiyeleri elinin tersiyle itmiş ve “kendi bildiği yoldan” ilerleme kararı almıştı. Üstelik, Bush’un “yeni planı”nın arkasında da neomuhafazakârlar bulunmaktaydı.
Planı ana başlıklarıyla özetleyelim:
1. Başkent Bağdat ve “Sünni direnişi”nin kalbi El Anbar bölgesine 21 bin 500 ek ABD askeri –geçici olarak– gönderilecek. Bu askerler “Irak kuvvetleri”ni destekleyecek, ayrıca hem Sünni, hem Şii mahallelerinde “temizlik operasyonları” yapma yetkisine sahip olacaklar.
2. ABD’li asker ve sivil yetkililere “yeniden yapılanma” harcamaları için daha fazla mali kaynak sağlanacak. Irak hükümeti ise, bu plana 10 milyar dolarla “katkıda” bulunacak.
3. ABD, bir dizi “kriter” uygulayarak, Irak hükümetini “sorumlu” tutacak. Bunlar arasında petrol yasasının geçirilmesi, yerel seçimleri için tarih belirlenmesi, Bağdat’a daha fazla Irak askeri konuşlandırılması ve “Baas’tan temizlenme” politikasının gözden geçirilmesi de bulunuyor.
4. İran ve Suriye’den “Irak’taki milis gruplarına destek akışı” engellenecek. Özellikle İran’ın Irak’taki nüfuzu kırılacak. Bu amaçla, Körfez’e ek bir uçak gemisi grubu gönderilecek, bölgedeki ABD müttefiklerinin topraklarına Patriot füze bataryaları yerleştirilecek (Bu satırlar yazılırken, ikinci uçak gemisi grubunun da yola çıktığı haber alınmıştı.).
Eğer mesele, Henry Kissinger tarzı bir “realist politika” ile Donald Rumsfeld tarzı bir “neomuhafazakâr idealist politika”nın karşılaştırılması ise, özetlenen bu planın “Kissinger tarzı”na daha yakın olduğu görülecektir. Öncelikle, “realistler” başından beri Irak’a daha fazla asker gönderilmesinden yana tutum belirlemekteydiler ve bu açıdan, Savunma eski Bakanı Rumsfeld’i “yetersizlik” ile eleştiren neomuhafazakârlar ile birleşiyorlardı. ISG raporundaki “asker azaltma” önerisi, bu çevrelerin “Madem gereken yapılmıyor, o zaman Irak kendi kaderine terkedilsin” mealindeki “resti”nden ibaretti. Nitekim, 7 Kasım 2006 Kongre seçimlerini kazanan Demokrat Partili “realistlerin” neredeyse tamamı, Irak’a “geçici bir süre için de olsa” daha fazla asker gönderilmesinden yanadırlar ve Bush planı, tam da bunu söylemektedir. İki plan arasındaki “karşıtlık”, sadece yüzeyseldir.
Bush planındaki ikinci “realist hamle”, “Irak’ın yeniden yapılandırılması”nın mali yükünün büyük oranda “Irak bütçesine” yıkılmasıdır. Bu “yapılandırma”nın ne yakılıp yıkılan altyapının onarımı, ne de kamu hizmetlerinin iyileştirilmesiyle bir ilgisi olmadığını söylemeye gerek yok: Kastedilen, “güvenlik harcamaları”dır ve büyük oranda askeri niteliktedir. Irak bütçesinden çıkacak söz konusu 10 milyar doların büyük bir kısmının ABD’den silah alımına gideceği öngörülmektedir. Nitekim, geçtiğimiz ay içinde iki Batı gazetesine özel demeçler veren Irak Başbakanı Nuri el-Maliki, “ABD’den daha fazla silah talep ettiklerini” açıkça beyan etmiştir.
“Neomuhafazakâr idealizm”den pragmatizm lehine en önemli kopuş, üçüncü maddede gözlenmektedir. Irak hükümetinin ABD’ye karşı “sorumlu tutulması”, bu ülkeye “demokrasi getirileceği” vaadinin geri çekilmesi anlamına gelmektedir. Bugüne kadar “bağımsız” olduğu savunulan Irak hükümeti, artık resmen “büyük patron” tarafından sigaya çekilecektir.
DİKKAT ÇEKİCİ ZAMANLAMA
Planın kilit unsuru ise, İran ve Suriye. Bush hükümetinin bu iki ülkeye, özellikle İran’a yönelik tehditlerinin boş olmadığı, ABD Başkanı’nın konuşmasını yapmasından tam bir saat önce Irak’ın Erbil kentinde düzenlenen bir baskınla görüldü. “İran’ın başına çuval geçirilmesi” olarak nitelendirebileceğimiz bu baskını gerçekleştiren Amerikan kuvvetleri, Kürt bölgesel başkentinde yasal faaliyet yürüten 6 İranlı diplomatı gözaltına aldılar ve halen beşini gözaltında tutmaktalar. Bu baskından birkaç hafta sonra, benzer bir olayda, üç İranlı diplomat daha gözaltına alındı. Her iki grup, “Irak’taki Şii milislere destek vermek” ile suçlandılar. Basra Körfezi’ndeki ABD askeri yığınağının tahkim edilmesi de eklendiğinde, ABD’nin “Irak’taki İran’a” karşı fiilen savaş açtığı görülmektedir.
“Yeni Irak politikası” tartışmalarının arka planında ise, ciddi bir diplomatik atak bulunmaktaydı. 2006’nın son aylarından itibaren; ABD Başkan Yardımcısı Dick Cheney, ABD Kongresi’nden heyetler ve son olarak Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice, Ortadoğu turuna çıktılar. Yine, ABD Başkanı Bush, Riga’daki NATO zirvesinden sonra Ürdün’e geçerek, burada Irak Başbakanı ile bir görüşme yaptı. Görüşmelerin ana ekseni, İran etkisine karşı Sünni Arap rejimlerini ABD’nin arkasında hizaya sokmaktı; nitekim bölgedeki hemen bütün Sünni Arap rejimleri, kısa bir süre içinde bu diplomatik atağa muhatap oldular (Ne Cheney, ne Rice, ne de Bush’un Ankara’ya uğramaması, ayrıca dikkat çekicidir.)
Bu atağın bir parçası olarak 10 günlük bir bölge turu yapan Demokrat Senatör Joseph Lieberman’ın Washington’a döndükten sonra kaleme aldığı bir makale, ABD’nin “yeni” Irak ve Ortadoğu politikasının zeminini anlamak açısından faydalı olacaktır. Şöyle yazıyor Lieberman:
“Biz doğal olarak Irak’a odaklanmış durumdayız, ama ufukta daha büyük bir savaş beliriyor. Bir tarafta, İran’ın yönlendirdiği aşırılar ve teröristler, diğer yanda ise ABD’nin desteklediği ılımlılar ve demokratlar var. Irak, bu çatışmanın sürdürüldüğü en ölümcül muharebe alanı durumunda. Mücadelenin nasıl sona ereceği, sadece bölgeyi değil, 11 Eylül 2001’de bize saldıran aşırılara karşı yürütülen dünya çapındaki savaşı da etkileyecektir. İran ve Suriye’deki düşman rejimlerin iyi bildiği gibi, Irak’ta başarısızlık, ABD ve müttefikleri için stratejik ve ahlaki bir felaket olacaktır. Radikal İslamcı terörist gruplar, Sünnisi ve Şiisiyle, zaferin meyvesini toplayacaktır. Irak, onların askerlerini ve İran’ın terörist ajanlarını eğitip güçlendirmek için bir güvenli sığınak olacaktır. Hizbullah ve Hamas, ılımlı rakiplerine karşı güçlenecektir. Bir ılımlı Filistinli liderin söylediği gibi, ABD’nin Irak’tan erken çekilmesi, İran ve onun desteklediği grupların zaferi olacaktır.” (29 Aralık 2006, Washington Post)
“Demokrat” Lieberman’ın ISG tavsiyelerini hararetle destekleyen liderlerden biri olduğu düşünüldüğünde, Bush planı ile ISG planı arasında özde hiçbir fark olmadığı bir kez daha görülecektir. Ancak bu satırlardaki asıl önemli saptama, Ortadoğu’nun “yeni bir saflaşmaya” zorlanmasıdır. Onun ifadesiyle, bir tarafta İran, diğer tarafta “ABD’nin desteklediği ılımlılar ve demokratlar.” Tabii, bu “ılımlı ve demokratlar”ın, aslında hepsi kendine özgü birer baskıcı diktatörlük olan Suudi Arabistan, Ürdün, Birleşik Arap Emirlikleri, Katar ve Mısır gibi ülkeler olduğunu söylemeye gerek yok.
ABD’nin tüm gücüyle dayattığı bu bölünmenin bölgedeki etkileri, kısa bir süre içinde hissedilir hale geldi. Son birkaç ay içinde meydana gelen, çoğu “stratejik” nitelikteki değişimler, bölgedeki bütün önemli ülkelerin, bu kanlı satranç tahtasında yeni mevziler aldığını gösteriyor. Kısaca özetleyelim…
LÜBNAN
Yaz aylarında İsrail terörüne maruz kalan Lübnan’da Hizbullah öncülüğündeki ulusal direnişin en önemli sonucu, Şii Hizbullah’ın bir “ulusal direniş gücü” olarak meşruiyetini pekiştirmesi olmuştu. Ancak 21 Kasım 2006’da, Batı yanlısı Hıristiyan bakan Pierre Gemayel’in öldürülmesiyle birlikte, dalga tersine dönmeye başladı. Gemayel’in ölümü, Batı yanlısı Fuad Sinyora hükümetine karşı Hizbullah öncülüğünde başlayan mücadeleyi derinden etkiledi. Hizbullah, pekişen moral otoritesini –haklı olarak– somut bir kazanıma dönüştürmek için harekete geçmiş, hükümetteki bakanlarını çekerek yeni bir hükümet kurulmasını dayatmaktaydı. Umulan, Lübnan’a emperyalistler tarafından dayatılan ve Şii Müslümanları “üçüncü sınıf vatandaş” yerine koyan siyasi sistemi değiştirebilmekti. Gemayel’in ölümüyle birlikte Hizbullah ve müttefiklerinin hükümete karşı mücadelesi “Şii-Sünni” çatışması mecrasına sokulmaya başlandı. Nitekim, iki ay süren ve büyük oranda etkisiz kalan barışçıl oturma eylemleri, bu satırlar yazıldığında, yerini çatışmalı bir genel eyleme bırakmış, “iç savaşın hortlayacağı” korkuları hiç olmadığı kadar güçlenmişti. Muhalefet karşısında köşeye sıkışan Sinyora hükümeti ise, bugüne kadar izlemeye çalıştığı “dengeli yaklaşım”ı bir kenara bırakmış, daha önce hiç olmadığı kadar ABD’nin kanatları altına girmiş bir görünüm veriyordu.
IRAK
Saddam Hüseyin ve Baas rejiminin iki kilit isminin tam bir vahşet içinde öldürülmeleri, Şii-Sünni gerilimini daha da tırmandırdı. Bağdat’taki Şii ağırlıklı hükümet son dönemde “Şii milislere” karşı göstermelik adımlar atsa da, başkent başta olmak üzere, ülkenin birçok bölgesinde tam bir “mezhepsel temizlik” kampanyası yürütüldüğü haberleri gündemden eksik olmuyor. Baas başta olmak üzere, direniş grupları, “esas düşmanın artık İran ve Şiiler olduğu” tespitinden hareketle, Şii nüfusa karşı intikam saldırıları düzenlerken, patlayan her bomba ülkeyi parçalanmaya daha fazla yaklaştırıyor. İngiliz ordusunun önümüzdeki dönemde Basra’dan çekilecek olması, “temizlik” kampanyasının ülkenin güneyinde hızlanacağını düşündürürken, yine kısa süre içinde parlamentodan geçmesi beklenen “yeni petrol yasası”, yeraltı kaynaklarının etnik ve mezhepsel bölüşümünün temellerini atacak görünüyor. Dolayısıyla, ulusal birliğin en önemli “maddi temeli” ortadan kaldırılmak üzere.
FİLİSTİN
Hamas hükümeti ile muhalefetteki El Fetih arasındaki çatışmalar, Aralık ayı içinde onlarca insanın ölümüne yol açtı. İran, Batı ambargosunu fırsat bilerek Hamas hükümeti ile ilişkilerini güçlendirirken, yozlaşmış El Fetih yönetimi hızla “Amerika’nın kucağına” ilerlemektedir. İsrail ve ABD’nin, Hamas’a karşı El Fetih güçlerine “silah ve para yardımı yaptığı” yönündeki haberler, iç savaşı kimlerin körüklediği hakkında yeterince fikir veriyor.
SUUDİ ARABİSTAN
Irak ve Lübnan’da Şiilere karşı Sünnilere “tam destek” açıklamaları yapan Suudi rejimi, hızla, ABD’nin Arap dünyasını parçalamak için kullanacağı “koçbaşı” olma yolunda ilerlemektedir. Geçtiğimiz aylarda Suud rejiminden, Iraklı Şiilere karşı ve sözde “Sünnilerin yanında” ardı ardına açıklamalar geldi. İlk açıklama, Washington’daki Suudi Büyükelçisi’nin danışmanı olan Nawaf Ubeyd’den geldi. Ubeyd, Washington Post gazetesine yazdığı makalede, “ABD’nin Irak’tan çekilmesi halinde, Suudi Arabistan’ın, İran destekli Şii milislerin Sünnileri katletmesini önlemek için büyük bir müdahalede bulunacağını” ilan etti. Hemen ardından, görevden alındı. Birkaç hafta sonra, 38 Suudi din adamı, “bütün dünya Sünnilerine” hitaben, Iraklı Sünnilere destek verilmesi yönünde çağrıda bulundu.
Ardından, rejime bağlı “Suudi Ulusal Güvenlik Değerlendirme Projesi”nin 40 sayfalık raporu geldi. Raporda, İran’ın Irak’ta bir “devlet içinde Şii devleti yarattığı” iddia ediliyor, “Suudi Arabistan, Iraklı Sünnilerin güvenliğini sağlamakta özel sorumluluk sahibidir” deniliyordu.
Bu arada, Suudi Arabistan’ın Washington Büyükelçisi Prens Türki el Faysal, 15 aylık görev süresinin ardından sürpriz bir biçimde istifa etti. El Faysal, Ubeyd’i görevden alan isimdi. Kendisinden önceki büyükelçinin 20 yıl kadar görevde kaldığı göz önüne alınacak olursa, bu istifanın kraliyet içinde hızlanan iktidar savaşlarının bir göstergesi olduğu anlaşılacaktır.
ABD’nin Irak’tan çekilmemesi yönünde neredeyse her hafta çağrı yapacak kadar düşkünleşen Suudi rejimi, çözemediği iç çelişkileriyle birlikte, geleceğini Amerikan politikalarına tamamen bağlamış, “çöküşe beş kala” bir tablo çizmektedir.
İRAN
ABD’nin esas olarak Suudi Arabistan’ı kullanarak Tahran’a karşı yürüttüğü baskı politikası, Mahmud Ahmedinecad yönetiminin hatalı ve provokatif politikalarıyla birleştiğinde, rejimde çatlakların meydana gelmesi kaçınılmazdı. Nitekim, Evrensel gazetesinde Engin Esen’in işaret ettiği gibi, “reformcu-muhafazakâr” çekişmesi yeni bir düzleme taşınmış, iki eski cumhurbaşkanı (Ali Ekber Haşimi Rafsancani ve Muhammed Hatemi) etrafında toplanan “reformcu” güçler, Ahmedinecad politikalarına karşı seslerini yükseltmeye başlamışlardır.
Bununla birlikte İran, askeri olarak “yaklaşan savaşa” hazır bir görüntü çizmektedir. Ardı ardına düzenlenen tatbikatlar ve Rusya ile sıkılaşan askeri ilişkiler, bu bağlamda dikkat çekicidir.
SURİYE
Geçtiğimiz ay ortaya çıkan “İsrail ile gizli görüşmeler”, Suriye’nin ABD ve müttefiklerine “sıcak davranma” politikasına, mümkün olduğu kadar devam edeceğini gösteriyor. Nitekim, Bush’un yeni politika açıklamasında İran ve Suriye’yi “eşit derecede tehdit” olarak göstermemesi, Washington’un en azından şimdilik, Suriye ile bir şekilde “görüşme” yolunu tercih edebileceğine işaret olabilir. Aralık ayı içinde bir grup Amerikalı senatörün Şam’a giderek Devlet Başkanı Beşar Esad ile bir araya gelmesi, önemli bir açılım olmuştu. Buna rağmen Suriye, İran ve Rusya ile ilişkilerini de geliştirerek dengeli bir politika izlemeyi gerekli görüyor.
İSRAİL
“Yeniden mevzilenme”nin en dikkat çekici belirtileri, İsrail’de ortaya çıktı. İsrail’in son dönemde attığı adımları sıralayacak olursak:
– Filistin’de Hamas-El Fetih çatışması çeşitli yöntemlerle körüklendi.
– Başbakan Ehud Olmert’in 12 Aralık’ta “İsrail’in nükleer silahlara sahip olduğunu” ima etmesinden kısa bir süre sonra, 21 Ocak’ta, İsrail Atom Enerjisi Komisyonu Başkan Yardımcısı Ariel Levite, ülkenin bir “nükleer eşik ülkesi” olduğunu ilan etti. Bu tanım, “nükleer silah geliştirme potansiyeline sahip olan, ama bunu resmen açıklamamış olan ülke” anlamına geliyor ve pratikte İsrail’i, her ikisi de nükleer birer güç olan Hindistan ve Pakistan’ın yanına yerleştiriyor. Dolayısıyla İsrail, on yıllardır sürdürdüğü “nükleer silahları konusunda belirsizliği bozmama” politikasına son vermiş oluyor.
– 23 Ocak tarihli Jerusalem Post gazetesine göre, İsrail Ulusal Güvenlik Komisyonu, ülkeyi “NATO’ya tam üye yapmak için” çalışmalara başlamıştır. Gazetede, İsrail’in bu hedefinin, Avrupa’daki ABD yanlısı politikacılar tarafından da desteklendiği ifade ediliyor. Kısa vadede mümkün görünmese de, İsrail’in NATO üyesi olması, NATO, İsrail, Türkiye, İran, Suriye ve Filistin başta olmak üzere bütün dünyada derin etkiler yaratacaktır.
– Lübnan’da alınan “tarihi yenilgi”nin ardından, ülkenin havacı kökenli olan ilk Genelkurmay Başkanı Dan Halutz, istifa etti. Yerine, bir “emekli piyade komutanı” olan Gabi Ashkenazi’nin geçirilmesi kararlaştırıldı. Askeri kariyeri esas olarak Lübnan’a yönelik kara operasyonlarıyla şekillenen Ashkenazi’nin (hem de emeklilikten alınarak) genelkurmay başkanlığına getirilmesi, İsrail’in Lübnan yenilgisinden çıkardığı dersi de özetliyor: Bir ülkeye saldıracaksan, karadan saldır! Bu atama, “Lübnan’da yeni bir raundun yaklaştığını” söyleyen gözlemcileri haklı çıkarırken, ufukta yeni ve çok daha kanlı bir “Lübnan saldırısı” olduğu görüşünü kuvvetlendiriyor.
TÜRKİYE
Türkiye’nin “yeniden mevzilenişi”, Amerikan güdümlü 60 yıllık dış politikada meydana gelen çatlakları yansıtırcasına, karmaşık ve yönü belirsiz bir tablo çiziyor. Kuşkusuz bu tablo, egemen sınıfların parçalanmışlığını da sergilemektedir:
– 13 Aralık’ta İstanbul’da düzenlenen “Iraklı Sünniler konferansı” geleneksel dış politikanın değişmekte olduğunun en önemli göstergelerinden biri oldu. Konferansa katılan ve bir kısmı Iraklı direniş örgütleriyle yakından bağlantılı olan Sünni liderler “Şiilere ölüm!” çığlıkları atarken, Türkiye iç savaşta fiilen “taraf” haline gelmiş oluyordu. ISG raporunun ülkeye biçtiği rol de, tam olarak buydu zaten. Konferans nedeniyle, Türkiye, hem Bağdat hükümetini, hem Ortadoğu’daki Şiileri, hem de İran’ı karşısına almayı “başardı”. Misilleme olarak, 25 Aralık’ta Suudi Arabistan’ın Mekke kentinde yapılan “Irak Halkı Konferansı”ndan dışlandı. Dolayısıyla, son üç yıldır öncülüğü yapılan “Irak’a komşu ülkelerin birlikte hareket etmesi” politikası esas olarak terkedilmiş oldu.
Benzer nitelikte bir başka konferans, Ocak ayının son günlerinde Ankara’da düzenlendi. “Kerkük konferansı”na çağrılmayan Iraklı Kürtler, Ankara’yı bir kez daha protesto ettiler.
Türkiye’nin Irak bataklığına –dolayısıyla İran ile karşı karşıya gelmeye– çekilmekte olduğuna dair en önemli emare ise, 23 Ocak’ta TBMM’de düzenlenen “gizli Kerkük oturumu” oldu. TBMM tarihinin bu beşinci “gizli oturumu”nda gündem, Türk ordusunun Irak’a müdahale edip etmeyeceği oldu.
Bu iki Konferans’a, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın iki kilit demecini de eklemek gerekir. Erdoğan, geçtiğimiz ay içinde, ilk kez “Irak’ta iç savaş yaşandığını” ifade etti. Bu açıklamanın “mantıki sonucu”, Türkiye’nin bu iç savaşta “hangi tarafta olduğunu” deklare etmesi olmalıydı, çünkü Türkiye, Irak’ın komşusu olarak, bir iç savaş halinde “doğal olarak” taraf tutmak durumundaydı.
İkinci demeç, Saddam Hüseyin’in idamının ardından geldi. Erdoğan, idamın ardından, “Irak’ın Türkiye için artık Avrupa Birliği’nden bile önemli bir mesele olduğunu” söyleyerek, soru işaretlerini daha da artırdı. Aslında bu sözlerle, iç savaşta “kimin tarafında olunduğu” deklare edilmiş de oluyordu!
Bütün bu gelişmelerden en göze çarpanlarını bir kez daha özetleyelim:
1. Türkiye, Irak iç savaşına müdahale yolunda adım adım ilerlemekte, böylece İran ile giderek daha çok karşı karşıya gelmektedir.
2. Suudi Arabistan, kaderini ABD’ye bağlamış bir rejim olarak, İran’la karşı karşıya gelmeyi çoktan göze almış, “Ortadoğu Sünnilerinin hamisi” olmaya oynamakta, bölgedeki Şii-Sünni karşıtlığını körüklemektedir.
3. İsrail, nükleer deklarasyonları ve yeni genelkurmay başkanı ile, “nükleer silahların kullanılıp kullanılmayacağı” konusunda ucu açık yeni bir saldırıya hazırlanmaktadır. Hedef tahtasında İran ve Lübnan bulunmaktadır.
4. ABD, Irak’ta İran ve Suriye ile karşı karşıya gelmeyi göze almış, müttefiklerini de bu yola sürüklemekte, bir yandan da Körfez’deki askeri varlığını pekiştirerek, İran’a yönelik saldırı tehditlerini tırmandırmaktadır.
Bölgesel yeniden mevzilenme operasyonlarının kesişme noktası olan Irak, üç yıl gibi kısa bir süre içinde, bölgesel bir Ortadoğu savaşının yanmaya başlayan fitili haline geldi. Irak işgalinin gerçek etkisi, asıl önümüzdeki dönemde hissedilmeye başlanacaktır…