Günümüz iktisat kuramında, biri geniş, diğeri ise daha dar olmak üzere iki temel faiz tanımı yapılmaktadır. Geniş olarak faiz, kullanıma sunulan üretim faktörlerinden sermayenin getirisi olarak tanımlanmaktadır. Dar tanımı itibariyle ise faiz, paranın kiralanması karşılığı talep edilen bedeldir. İki tanım arasındaki temel fark, ilk tanımın doğrudan üretime yönelen reel sermayeyi de kapsaması, dar tanımın ise, ödünç verilen fonlarla, diğer bir deyişle mali sermayeyle sınırlı olmasıdır. Bu yazıda üstüne duracağımız faiz türü, dar tanımda ifade edilen ve doğrudan üretime girmeyen parasal sermayenin karşılığı olan faizdir.
İlkçağ’dan bu yana, dinlerin, genel olarak faizi toplumsal eşitsizliği arttıran bir araç olarak algıladıkları ve faiz uygulamalarıyla, kısıtlamalar veya yasaklar aracılığıyla mücadele ettikleri bilinmektedir.Yazı içerisinde sık sık vurgulayacağımız gibi, bu yasakların temelinde ahlaki ve sosyal kaygılar bulunmakla birlikte, çoğu zaman, egemen sınıflar arasındaki çıkar savaşları dinin faiz karşısındaki tavrında belirleyici rol oynamıştır. Yine belirtmek gerekir ki, ilkçağlardan bugüne değin faiz her dönemde uygulana gelmiş, faiz üzerinde uygulanan yasaklar ise ancak kredinin risk primini, dolayısıyla da maliyetini yükselterek, faiz hadlerinin yükselmesine neden olmuştur. Özellikle parasallaşmanın (monetarizasyon) üst düzeyde olduğu ve yatırım finansmanının giderek daha büyük bir ihtiyaç halini aldığı kapitalist ekonominin gelişimiyle birlikte, dinler de, iktisadi yapıdaki dönüşümün ihtiyaçlarına göre yeniden şekillenmiştir. Bu durum, Hıristiyanlıkta büyük bir kırılma yaratıp dinin ekonomi alanından dışlamasıyla sonuçlanırken, İslam dünyasında istiğlal ve benzeri hile-i şeriyye uygulamalarıyla kendini göstermiştir.
İLKÇAĞDA FAİZ
Eski çağlarda, halk, hemen tüketemediği ürününü veya para şeklindeki tasarrufunu, en güvenli yer olarak kabul ettiği hükümdar sarayları ile tapınaklara, saklanmak üzere verirdi. Mevduat şeklinde saray ve mabetlere götürülen bu değerler, buralarda atıl olarak tutulmamakta, ihtiyacı olanlara faiz karşılığında borç olarak verilmekteydi.[1] Örneğin, arkeologlar, İ.Ö. 3400 – 3200 yılları arasında Urug’taki Kızıl Mabedin banka gibi faaliyet gösterdiğini düşündüren levhalar bulmuşlardır. Bu tapınaklar, Hititlerin ve Asurluların işgali altında dahi bankacılık görevlerini sürdürmüşlerdir.[2] Mabetler, yüzyıllarca, Anadolu ve Mezopotamya’da da asıl görevleri yanında bankacılık işlerini yaparak, ihtiyaç sahiplerine faiz karşılığı borç vermişlerdir. İlk çağda, Yunanlılar, bankacılığı Babil ve Fenike’den öğrenmişler ve onlar da mabet bankacılığını esas alan bir bankacılık sistemi oluşturmuşlardı. Örneğin; Parthenon ve Apollon tapınakları o dönemde kredi veren dini kurumlardı.[3] İlk çağdaki mabet bankacılığı döneminde, rahipler kendilerine emanet edilen değerleri büyük bir dikkatle korumuşlar, çok sağlıklı kayıtlar tutmuşlar ve ihtiyaç sahiplerine normal faizler karşılığında borç olarak kullandırmışlardır. Bu kurumlardan kredi alanlar da, tanrıları aldatarak onlara karşı günah işlememek için, tüm taahhütlerini eksiksiz olarak yerine getirmişlerdir.
İlkçağda, kredi faaliyetleri sadece dini kurumların tekelinde kalmamış, zamanla, büyük ve nüfuzlu aileler de bankacılık faaliyetine ilgi duymaya başlamışlar, böylece bankacılık sistemi laikleşme sürecine girmiştir. Sistemin laikleşmesi ile birlikte, ekonomik yaşama tefecilik hakim olmuş; çocuklar ve eşler bile, verilen krediler karşılığı teminat olarak alınmaya başlanmıştır. Bu gelişme, toplumları birçok ekonomik, sosyal, hukuki sorunlarla karşı karşıya getirmiş ve hatta toplumda güç dengeleri de değişmeye, tefeciler toplumun en güçlü kişileri haline gelmeye başlamıştır. Toplum düzenini bozan bu değişim, faize karşı tepkilerin oluşmasına neden olmuştur. Bu tepkilerin ahlaki nedenlerle oluştuğu ifade edilse de, aslında bu tepkiler, paranın ve dolayısıyla bankerlerin artan gücüne karşılık, toprak sahiplerinin kendi güçlerini devam ettirme çabasından kaynaklanmaktadır.[4] Bir başka deyişle, ilkçağda faize karşı yürütülen mücadele, aslında egemen sınıflar arası bir mücadeledir. Egemen sınıflar arasındaki bu çatışmanın, bazen bankacılık faaliyetlerinin yasaklanması, bazen de faizin üst sınırının yasalarla saptanması şeklinde sonuçlandığını görmekteyiz. Örneğin, ilk çağda İran’da faizle borç vermek kabul edilemez bir uygulama olarak görülürken, Babil’de Hammurabi döneminde faiz hadlerine yasalarla bir sınırlama getirilmiş, Mısır’da ise bileşik faiz yasaklanmıştır.[5]
MUSEVİLİK VE FAİZ
İbrahimi dinlerin tarım toplumlarını şekillendirdiği dönemde, bu dinlerin de faiz konusunda bir takım düzenlemeler yaptıklarını görmekteyiz. Kitabı Mukaddesin Hıristiyanlığın Musevilikle paylaştığı kutsal metinleri içeren Eski Ahit incelendiğinde, Musevi şeriatının faiz konusunda bir takım düzenlemeler yaptığı görülmektedir. Örneğin, Musa’nın 2. kitabı olan “Çıkış”ta, faizle ilgili olarak, “Eğer kavmime, yanında olan bir fakire ödünç para verirsen, onlardan murabaha almayacaksın, onun üzerine faiz koymayacaksın” hükmü yer almaktadır.[6] Musa’nın 3. kitabı “Levililer”de ise, faiz hakkında, “Eğer kardeşin fakir düşer ve senin yanında zayıf olursa ona yardım edeceksin, senin yanında garip ve misafir gibi yaşayacak. Ondan faiz ve kâr alma ve Allah’tan kork, ta ki senin yanında yaşasın. Ona gümüşü faizle vermeyeceksin ve zahireni kârla vermeyeceksin” buyruğu bulunmaktadır.[7] Musa’nın 5. kitabı “Tesmiye”de faizle ilgili düzenlemede şöyle denmektedir: “Para faizi olsun, zahire faizi olsun, yahut ödünç verilen her şeyin faizi olsun, faizle kardeşine ödünç vermeyeceksin. Yabancılara faizle ödünç verebilirsin. Ta ki, mülk olarak almak için gitmekte olduğun diyarda elini atacağın her şeyde Allah seni mübarek kılsın”.[8] Davut’a gönderilmiş olan “Mezmurlar”da da faiz konusu şu buyrukla düzenlenmiştir: “Ya Rab, çadırında kim konacak? Mukaddes dağında kim oturacak? Parasını faize vermez”.[9] Eski Ahid’in bilgelik kitaplarından birisi olan Süleyman’ın “Meseller”inde de faiz konusunda, “Faiz ve kâr ile malını artıran adam, onu yoksullara acıyan için biriktirir” söylemi bulunmaktadır (14). Nihayet İsrailoğulları’nın peygamberlerinden birisi olan Hezekiel de, “Senin için de kan dökmek için rüşvet aldılar, faiz ve murabaha kârı aldın ve beni unuttun, Rab Yahuva’nın sözü” cümleleri ile faiz konusunda görüşünü belirtmektedir.[10]
Mezmurlar’da yer alan buyruk, Musevi şeriatının faizi yasakladığı ve para ticareti yapanların Tanrı katında makbul insanlar olmadığı gibi bir düşünceye sahip olmamıza neden oluyor. Ancak, bu hüküm Musa’nın faiz konusunda yukarıda belirtilen söylemleri, Süleyman’ın Meselleri, Hezekiel’in kitabında yer alan faizle ilgili açıklamalar ve Musevilerin çağlar boyu devam eden faiz uygulamaları ile birlikte değerlendirildiğinde, farklı bir sonuca ulaşmaktayız. Buna göre, Musevi şeriatı, para ticaretinin bir sonucu olan faizi yasaklamamıştır. Aksine serbest bırakmıştır ve hatta bu konuda bir sınırlama getirmediği gibi, teşvik de etmiştir. Şeriat, Musevilere, muhtaç durumda olan yakınları ile aynı durumda olan diğer Musevilere faizle yardım yapılmasını yasaklamıştır. Bu çifte standart, Museviliğin “ulusal” karakterini vurgulamakta ve Yahudilerin diğer toplumlar üzerinde ekonomik hakimiyet kurmalarını öğütleyen bir inanç sistemi olduğu şeklinde yorumlanmaktadır.
HIRİSTİYANLIK VE FAİZ
Hıristiyanlar da, Eski Ahit’de yer alan hükümleri, Tanrı buyruğu olarak kabul etmektedirler. Bu nedenle, Hıristiyanlığın özünde de faizin yasak olmaması gerekmektedir. Nitekim, kilise tarafından kabul edilen Matta ve Luka İncillerinde de faizin yasaklanmadığını ve hatta sermayenin faiz geliri ile değerlendirilmesi izni verildiğine dair hükümler bulunmaktadır. Matta İncilinde faiz ile ilgili hüküm şöyle: “Paramı bankacılara vermem gerekti. Gelince malımı faizi ile birlikte geri alırım. Bundan böyle talantı ondan alın, on talantı olana verin”.[11] Luka İncilinde ise, “Öyle ise, paramı niçin bankaya vermedim? Geldiğim zaman onu faizi ile birlikte isterdim”.[12] Matta ve Luka İncillerinin her ikisinde de faizle ilgili söylemler bir olaya dayandırılmaktadır. Bu olaya göre, zengin birisi seyahate çıkarken, sermayesini üç bölüme ayırarak üç hizmetçisine verir. Hizmetçilerden ikisi paylarına isabet eden sermayeyi değerlendirerek, seyahat dönüşü efendilerine on misli ve beş misli olarak geri verirler. Üçüncü hizmetçi ise, parayı değerlendirmeyip, sıkı sıkıya saklayarak efendisine aynen iade eder. Her iki İncil’de, sermayeyi değerlendirmeyip atıl vaziyette tutarak efendisine aynen iade eden hizmetçiyi basiretsizlikle tanımlamakta, bu davranışı ile efendiyi faiz gelirinden mahrum kılmakla suçlamaktadır. Bu da, İsa’nın sermayenin getirisi olan faizi helal olarak kabul ettiği anlamına gelmektedir. Bu örnekler, bizi, Hıristiyanlığın özgün kaynaklarının faizi yasaklamadığı sonucuna götürmektedir. Ancak, Hıristiyanlıkta da, Musevilikte olduğu gibi, muhtaç kimselere, onların çaresizliğinden yararlanarak faizle borç vermek yasaklanmıştır. Hıristiyanlıktaki bu yasağın, Musevilikteki yasaktan farkı şudur: Musevilik “ulusal” bir din olduğu için, yasak sadece yoksul Museviler için geçerlidir. Hıristiyanlık evrensel bir din olduğundan, bu dinde yasak, tüm yoksulları kapsamaktadır.
Roma’nın yıkılmasından sonra, bu topraklar üzerinde bir siyasi otorite haline gelen kilise yönetimi, yeni sosyal yapıyı oluştururken, faiz ve boşanma hariç, diğer toplumsal ilişkilerin düzenlenmesinde, büyük ölçüde Roma yasalarından yararlanmıştır. Roma’da ve eski Yunan’da faiz yasak değildir. Ne var ki, bankerlik ve ticaret toplumca aşağı görülmüş ve genellikle Fenikeliler ve Yahudiler tarafından yapılmıştır.[13] Roma’da geniş tarım topraklarına sahip yönetici sınıf, tefecilerden yüksek faizle borç alımları nedeniyle ekonomik ve siyasi güünü yitirme tehlikesi ile karşı karşıya gelmişti. Roma’nın dağılma sürecine rastlayan bu dönemde, toplumda faize karşı büyük tepkiler oluşmaya başladı. Roma topraklarında siyasal güç haline gelen kilise, bu tepkileri de arkasına alarak, faiz konusunda daha sert önlemler alma yoluna gitmiştir. Kutsal kitaplar kadar ilahi kaynaklar olarak kabul gören kilise konseyi kararları ve papalık kararları ile faiz, kutsal kitapların açık hükümlerine rağmen, ortaçağ boyunca, yaklaşık 1500 yıl kadar yasaklanmıştır. Bu dönemde, kilisenin geniş tarım topraklarına sahip olduğu ve büyük ölçüde çiftçilik yaptığı göz önünde tutulursa, bu yasaklamanın, ahlaki nedenlerden öte, egemenler arası çıkar çatışmasından kaynaklandığını görürüz.
Kilise’nin faiz konusundaki bu katı tutumuna rağmen, her dönemde olduğu gibi, ortaçağda da, faiz yasağının kimi uygulamalarla kısmen de olsa aşıldığı görülmektedir. Örneğin, kilise yasalarını uygulayan kimi yöneticiler, Yahudilerin faizle borç verebileceklerini savunmuşlar ve her halükarda cehenneme gidecek olan Yahudilerin bankerlik yapmasının Hıristiyanların günahlarını hafifleteceğini ileri sürmüşlerdir.[14] Bu dönemde, zaman zaman Yahudi bankerlerin de cezalandırılmasına rağmen, Avrupa’da tüm ortaçağ boyunca, sadece Yahudiler bankerlik yapabilmişlerdir.
12. yüzyıldan itibaren, ekonominin daha gelişkin olduğu ve daha üst seviyede parasallaştığı bir alanda hakimiyet süren Doğu kilisesi, faiz konusundaki tutumunu gevşetmeye başlarken, Batı kilisesinin tutumu daha da sertleşmiştir. Bu süreci etkileyenlerden St. Thomas Aquinos, hem kutsal kitapları ve hem de Aristo’yu kullanarak, faizin toplumsal yaşam için ne kadar tehlikeli olduğunu vurgulamıştır. Dante de, para istikraz edenlerin cehennemin en kötü yerine gidecekleri düşüncesinin kabulünde etkili olmuştur. Ancak, bu gelişme, giderek güçlenen ticari kapitalizm için engel teşkil etmeye başlamıştır. Bilhassa, büyük ölçüde yabancı kaynağa gereksinme duyan deniz aşırı tüccarlar, ciddi finansman sorunları ile karşı karşıya kalmışlardır. Bu çelişki karşısında, ticari faaliyetlerin ve üretimin gelişimine paralel olarak faiz konusunda farklı sesler ortaya çıkmıştır. Örneğin, Paris Üniversitesi Rektörü ve dini konulardaki bilgisi nedeniyle Constance Konseyi hatibi olan John Genson, fakirlere makul oranlarda faizle borç vermek, onların kişisel mallarını çok düşük fiyattan satmalarından, hırsızlık yapmalarından, sefalet içinde yaşamalarından daha iyidir diyerek, kilisenin faiz konusundaki tutumunu değiştirmesinin daha doğru olacağı tezini savunmuştur. Ne var ki, Genson ve onun gibi düşünen din adamları, bu söylemleri ile kilisenin faiz konusundaki tutumunu yumuşatmaya, ekonomik gelişmenin önünü açmaya çalışmışlarsa da, pek başarılı olamamışlardır. Ortaçağın sonlarına doğru, Katolik kilisesinin faiz ile ilgili katı tutumunun devam ettiğini görmekteyiz. Örneğin, Papa 10. Leo, kilisenin şartlandırdığı halkın hissiyatını da arkasına alarak, faiz konusunda sertlik yanlısı bir tavır içine girmiştir. Bu dönemde, Pianza halkının, devam etmekte olan bir tufanı önlemek üzere, bir tefecinin cesedini kutsal olarak kabul edilen kilise mezarlığından çıkarıp, sürükleyerek, Po nehrine attığı bilinmektedir.[15]
Dinde reform hareketinin öncüleri olan Luther ve Calvin’in Katolik Kilisesi’nin Hıristiyanlık anlayışına karşı çıkışları ve onların geliştirdikleri Protestanlık mezhebinin yayılmaya başlaması, Avrupa’da Katolik kilisenin otoritesini ve etkinliğini sarmış ve kilisenin de faiz konusundaki tavrının değişmesine neden olmuştur. Diğer yandan, Reformasyon hareketinin liderleri, bilhassa Jean Calvin, aynı zamanda, Batıda kapitalizminin ahlaki temellerini de atmıştır. Calvin, faize önceki din adamlarının aksine sadece tüketim açısından bakmamış, üretimi de dikkate alarak, bu maksatla faizle para alınmasının kabul edilebilir olduğunu belirtmiştir. Hıristiyanlığın ekonomik hayata bakışındaki bu değişim, yeni gelişmeye başlayan ticari kapitalizmin bir sonucu olduğu gibi, aynı zamanda, sanayi kapitalizmine taşıyacak sürecin de başlıca dinamiklerindendir.
İSLAM’DA FAİZ
İslam’ın faize yaklaşımı konusunda başlıca iki görüş bulunmaktadır. Faiz karşıtı İslam iktisatçıları, Kuran’ın, oranına veya biçimine bakılmaksızın her türlü faiz işlemini yasakladığını öne sürerken; bir diğer görüş ise, Kuran’ın, belirli bir faiz işlemini belirten ribayı yasakladığını vurgulamakta ve bunun tüm faiz işlemlerini kapsayacak şekilde genellenemeyeceğini savunmaktadır.[16] Faiz karşıtı iktisatçılarının sıkça referans verdiği hadislerde geçen riba, İslam öncesi Arap toplumunda sıkça kullanılan ve geri ödenmemesi durumunda sermaye ve biriken faizle birlikte borcun ikiye katlanmasına dayalı bir uygulamadır. Bu uygulama, ödeme güçlüğü çeken borçluları köleliğe itecek yaptırımları içerdiği için, Arap toplumundaki toplumsal eşitsizliğin başlıca sorumlularından olarak nitelendirilmektedir. Diğer yandan ise, riba kontratlarının beraberinde getirdiği ağır yaptırım mekanizmalarının, kredi işlemlerini caydırarak ve risk faktörünün yüksek olduğu yeni sektörlere yatırımı engelleyerek, ekonominin derinleşmesine engel olduğu vurgulanmaktadır. Kuran yorumcularına göre, ribanın yasaklanma amacı, toplumsal dengesizliği şiddetlendiren bu kurumsal yapıyı ortadan kaldırmak ve borçlu-alacaklı ilişkisini daha hoşgörülü bir zemine taşımak olmuştur.
Kuran’da riba konusuna dört yerde değinilmektedir. Rûm suresi’nin 39. ayetinde şöyle denmektedir: “İnsanların mallarında artış olsun diye verdiğiniz faiz (riba), Allah katında artmaz; Allah’ın yüzünü dileyerek verdiğiniz zekât ise, katlayanlar (kat kat artıranlar) işte onlardır”. Nisa suresi’nin 160. ayetinde, “Yahudilerin zalimlikleri ve Allah yolundan çevirmeleri sebebiyle onlara helal edilmiş olan bir çok temiz ve hoş nimetleri kendilerine yasakladık” şeklinde konuya değinilmektedir. Yine aynı sure’nin 161. ayetinde ise, “Bir de kendilerine yasaklandığı halde faiz (riba) almaları ve halkın mallarını haksızlıkla yemeleri sebebiyle. Onların kâfir olarak kalanlarına acı bir azap hazırladık” denmektedir. Âl-i İmrân suresi’nin 130. ayetinde de, “Ey iman edenler, öyle kat kat katlayarak faiz (riba) yemeyin ve Allah’tan korkun ki, arzunuza ulaşasınız” şeklinde riba yoluyla kazanç elde edenler uyarılmıştır. Bakara Sûresi’nin 275. ayetinde de, ribayla kazanç elde edenleri bekleyen son belirtilmiştir: “Faiz yiyen kimseler, şeytan çarpmış kimsenin kalktığı gibi kalkarlar. Bu, onların ticaret tıpkı faiz gibidir demeleri yüzündendir. Oysa Allah ticareti helal, faizi haram etti. Bundan böyle her kim Rabbi tarafından kendisine bir öğüt gelir de faizden vazgeçerse, artık geçmişte aldığı onundur ve hakkında kararı Allah verecektir. Her kim de döner, yeniden faiz alırsa, işte onlar cehennemin sakinleridirler, hep orada kalacaklardır”. Bu Sure’nin 279. ayetinde de bezer bir vurgu yapılmaktadır: “Eğer böyle yapmazsanız, o halde Allah ve O’nun elçisi tarafından bir savaş açılacağını bilin. Eğer tevbe ederseniz, ana paranız sizindir. Ne haksızlık etmiş, ne de haksızlığa uğramış olursunuz”.
İslam dininin riba konusundaki kesin hükümlerine rağmen, önceki toplumlarda olduğu gibi, İslam toplumlarında da, dinin getirdiği yasak ve kısıtlamaların sık sık aşıldığı gözlemlenmektedir. 1453-1559 yılları arasındaki Osmanlı kadı sicillerini inceleyen bir araştırma, yaygın inancın aksine, Osmanlı ekonomisinde faiz uygulamalarının geniş yer tuttuğunu belirtmekte ve faize karşı toplumda “günah” yönünden en ufak bir tepkinin oluştuğuna dair belge bulunmadığına dikkat çekmektedir.[17] Aksine, Osmanlı toplumunda hile-i şeriyye uygulamalarıyla faiz kazancı dinen geçerli kılınmıştır ve ekonomik yaşamın hukuki yaptırımlarla desteklenen önemli bir parçası haline getirilmiştir. Faiz konusunda en sık rastlanan hile-i şeriyye uygulamalarından biri istiğlal yöntemidir. Bu uygulamada kredi talebinde bulunan kişi, evini borç alacağı kuruma (vakfa) bir bedel karşılığında satar. Hemen ardından, aynı evi, tekrar, vakıftan aylık bir bedel karşılığı kiralar. Belli bir süre sonunda ise, evi, sattığı bedel üzerinden tekrar geri alır ve işlem kapanır. Bu uygulamaya, on yedinci yüzyılın ilk yarısına ait İstanbul Kadılığı kayıtlarından bir örnek verelim.
Petro, Mütevelli Mehmet ile birlikte mahkemeye gelir. Petro, sahibi olduğu evini, Mehmet’in mütevellisi olduğu vakfa, istiğlal yoluyla, 5.000 dirhem karşılığında sattığını söyler. Petro, daha sonra aynı evi, 1 yıl için 500 dirhem karşılığında vakıftan kiraladığını sözlerine ekler. Petro, Seltan’e adlı kadını da kendisine kefil olarak atadığını belirtir. Mütevelli Mehmet’in doğrulamasıyla, mahkeme bu işlemleri onaylar.[18]
Açıkça görüldüğü gibi, bu işlem, ipotek karşılığı yapılan bir kredi işlemidir. Bu uygulama yoluyla, borçlu, evin mülkiyetini vakfa devredip, faizi ev kirası şeklinde ödemekte, vade dolunca da, anaparayı ödeyip evin mülkiyetini tekrar üzerine almaktadır. Böylece faiz işlemi, İslam hukukuna uydurulmaktadır. Aynı dönemde, sıkça görülen bir diğer hile-i şeriyye uygulaması ise, faizin çuha (kumaş) bedeli adı altında tahsil edilmesidir.
Mütevelli Mehmet, Patrik Fodaftoz’un vekili ile birlikte mahkemeye gelir. Mehmet, kendisinden önce mütevelli olan Mustafa’nın, adı geçen patrike, vakıf parasından 30.000 akçe borç verdiğini söyler. Mehmet, çuha bezi parası olan 3.000 Akçe ile birlikte, toplam 33.000 akçeyi patrikten aldığını sözlerine ekler. Patrik vekilinin doğrulamasıyla, işlem mahkemece onaylanır.[19]
Bu örnekte de, borçluya, 30,000 akçe nakit paranın yanı sıra 3,000 akçelik çuha bezi satılmış gibi gösterilmiş ve yüzde on faiz, çuha bezi bedeli olarak tahsil edilerek, mahkeme kaydına geçirilmiştir. Burada (sayısız benzerlerinde olduğu gibi) çuha satışının söz konusu olmadığı mahkeme heyetince de gayet iyi bilinmesine rağmen, kayıtlara bu şekilde düşülerek, faiz işlemi şeriat hükümlerine uydurulmuştur.
MODERN BANKALARA “İSLAMİ ALTERNATİF”: İSLAM BANKACILIĞI
İslam’ın faize yaklaşımı konusundaki bazı genel yanılgıları gidermek adına vurgulamalıyız ki, İslamcı literatürde tartışılan faiz kavramı, modern ekonomi kuramında üretim faktörlerinden sermayenin getirisi olarak tanımlanan faiz değildir. Bu anlamda faize karşı geliştirilen İslami karşı duruşun, emek harcamadan gelir elde etmek gibi bir ahlaki temeli yoktur. Tersine, sermaye-emek ortaklığı şeklinde tanımlanan mudaraba ortaklıkları, İslam ekonomisinin ve İslam bankacılığının temel yapı taşlarındandır. Burada, İslam etiği açısından ayırt edici unsur, sermaye sahibinin risk altına girip girmediğidir. İslam bankacılığının da temel çıkış noktası olan bu görüşe göre, risk almadan elde edilen kazanç haksız kazanç olarak değerlendirilmektedir. Bu yaklaşıma göre, bir bankanın verdiği sanayi kredisi üzerinden faiz alması haksızlığa yol açacaktır. Çünkü banka her koşulda vade sonunda yatırımını önceden belirlenen faiziyle geri alırken, yatırımının batması durumunda dahi, sanayici, batık anaparayı faiziyle birlikte bankaya geri ödemek durumunda kalacaktır. Böylece bir taraf hiçbir risk almaksızın önceden belirlenmiş oranda kazanç elde ederken, diğer taraf, yatırımın tüm riskini göğüslemektedir.
İslam Bankacılığı, 1970’lerde yürütülen İslam ekonomisi tartışmaları üzerinden ortaya çıkmış ve Türkiye dahil birçok ülkenin ekonomisinde hızla payını arttırmıştır. 1980’li yıllarda, başta Al Baraka ve Dar al-Mal al-İslami grupları olmak üzere, Arap dünyası merkezli İslam bankalarının aktifleri yılda %18.8 oranında büyümüş ve 1980’lerin sonunda, 22.9 milyar dolara ulaşmıştır. 1990’larla birlikte İslam bankalarının büyüme hızında bir gerileme görülse de, diğer geleneksel bankalarla rekabet ettikleri Mısır ve Kuveyt gibi bazı ülkelerde, toplam banka mevduatının %20’sini kendilerine çekmeyi başarmışlardır.[20]
Riskin alacaklı ve borçlu üzerindeki asimetrik dağılımı, bir diğer ifadeyle, alacaklının risksiz kazancı, İslami kâr-zarar bankacılığının modern bankacılığa yönelttiği eleştirinin temel çıkış noktasıdır. İslam bankacılığında temel düşünce, risksiz kazancın ortadan kaldırılması ve kazancın, hem riskin hem de kârın paylaşılmasına dayanmasıdır. Ne var ki, burada, çok önemli bir detay gözden kaçmaktadır, o da, riskin ne oranda paylaşılacağıdır. Bu noktada, genel adalet anlayışına uyulması gereğine dikkat çekilmesine rağmen, bu oranın nasıl belirleneceği detaylandırılmamaktadır. Elbette burada ilk akla gelen soru, tarafların asimetrik risk taşıma kapasitelerine rağmen, riskin, risk taşıma kapasitesi yüksek tarafa yüklenmesinin neden haksızlık olarak nitelendiğidir. Sözgelimi, bir bankanın on binlerce tasarrufçusundan biri olan ve tek geliri tasarruflarının getirisi olan bir dulu ele alalım. Bu dul, elinden geldiğince riskten kaçınacaktır, çünkü herhangi başka bir sürekli gelire sahip olmadığı için, eldeki birikiminden mahrum olması durumunda, yardıma muhtaç olması kaçınılmazdır.[21] Tasarrufçunun, bankaya önceden belirlenmiş bir faiz oranı üzerinden parasını yatırması ve bunun karşılığında risk taşıma kapasitesi yüksek olan ve riski dağıtabilecek bir portföye sahip olan büyük sermayeli bir kuruluşa riski devretmesi, bu dulun, banka üzerinden haksız kazanç elde etmesi şeklinde yorumlanabilir mi?
Bir diğer gerçek ise, sabit getirili her türlü yatırımın risksiz kazanç olduğu, bu yönden de İslam devletinde yasaklanması gerektiğini öne süren İslam iktisatçılarının iddialarının aksine, aktiflerinden faiz kazanan bankaların da belli oranda bir risk üstlendiği gerçeğidir. Şöyle ki, banka açtığı kredilerin bir bölümünü toplayamayabilir, hatta ekonomik kriz dönemlerinde, batık krediler, bankanın aktiflerinde büyük yer teşkil edebilir. Böylesi bir sürecin sonunda bankaların iflaslarının da olanaklar dahilinde olduğu düşünülürse, tasarruf sahipleri de kısmen risk almaktadırlar.
Kâr-zarar ortaklığı iddiasıyla ortaya çıkan İslam Bankalarına yöneltilen en temel eleştiri, bu bankaların, geleneksel rakiplerinden ancak söylemde farklı oldukları, pratikte ise aynı yolu izledikleri yönündedir. İlk İslam bankasının kurucusu ve İslam Bankaları Birliği’nin Genel Sekreteri Ahmed Al- Naggar tarafından da saptanan bu durumun başlıca göstergesi, İslam bankalarının tasarruf sahiplerine dağıttıkları “kâr payları”ndaki dalgalanmaların faiz hareketlerini izlemesi ve bu iki getiri aracı arasındaki marjın çoğu zaman göz ardı edilebilir derecede ufak olmasıdır.[22] Türkiye’de faaliyet gösteren geleneksel ve İslami Bankaların 1990-1993 yılları arasındaki 3 ay, 6 ay ve 1 yıl vadeli nominal getirilerini yansıtan aşağıdaki grafiklerde de gözler önüne serilmektedir ki, İslam Bankalarının sözde faizsiz getirileri, geleneksel bankaların faiz dayalı getirilerine hemen hemen denk düşmektedir.[23]
Müşterilerine faizsiz kazanç taahhüt eden İslam bankaları, aktiflerini, çoğunlukla hisse senetlerine ve faiz getiren araçlara yatırmaktadırlar. Bu durum, bu bankaların müşterilerine piyasa faiz oranlarının altında kalmayacak bir getiri vaat etmelerinin arkasındaki sırrı da açıklamaktadır. Buradaki temel soru, faizsiz kazanç sloganıyla piyasalarda boy gösteren kapitalizmin “ahlaklı bankerleri”nin, neden aktiflerini büyük oranda faiz getiren araçlarda değerlendirmekte olduğudur. Keza, bu bankaların aktiflerinin yalnızca küçük bir bölümü, genelde yüzde 5’ten azı, gerçek anlamda kâr-zarar ortaklığına dayalı kredilerden oluşmaktadır.[24]
Bu durum şöyle açıklanabilir. İslam bankalarının en yaygın kullandığı finans yöntemi murabahadır. Murabaha sözleşmelerinde, bankalar, makine teçhizat vs. ihtiyacı duyan işyerine kredi açmak yerine, bu makineyi işyeri adına doğrudan kendisi alır. Banka, daha sonra, bu makineyi, malın fiyatının belli bir kâr marjıyla işyeri sahibine devreder. İşyeri sahibi ise, makine karşılığı banka tarafından tespit edilen bedeli, kontratta belirtilen vade içerisinde bankaya ödemekle yükümlüdür. Buradan da anlaşılacağı gibi, eğer banka tarafından işveren adına alınan mala eklenen kâr marjı, aynı dönemdeki piyasa faiz oranına eşitse, murabaha sözleşmeleri, faize dayalı sözleşmelerle aynı sonucu doğuracaktır. İslam iktisatçıları ise, murabaha sözleşmeleriyle tipik faize dayalı sözleşmeler arasında önemli bir ayrım olduğunu vurgularlar. Şöyle ki, murabaha sözleşmesinde, öncelikli olarak makineyi mülkiyetine alan banka, makinenin mülkiyetini işyerine devrettiği süre zarfında makinenin uğrayabileceği herhangi bir zarara karşı riski tamamıyla kendisi yüklenmektedir. Dolayısıyla elde edilen kâr marjı, banka tarafından yüklenilen riskin karşılığı olarak görülmelidir. Tabii, pratikte, bankanın makineyi mülkiyetinde tuttuğu süre saniyelerle ölçülmektedir ve üstlenilen risk bu süre zarfında deprem, sel, yangın, hırsızlık v.s. olma olasılığı kadar düşük ve önemsizdir.
Tekrar İslami bankaların neden kâr-zarar ortaklığındansa faize endeksli yatırım araçlarına yöneldiği sorusuna dönersek; bu durum, aslında İslam bankalarının, kredi başvurusunda bulunanların (kredi kararına temel oluşturan) geçmiş performansını değerlendirmekte veya (kâr ya da zararı belirleyen) gelecek performansını tespit etmekte yetersiz kalacağı, dolayısıyla da kâr-zarar ortaklıklarından, kârdan çok zarar edeceği korkusuna dayanmaktadır. Bunun da ötesinde, bir ters seçim (adverse selection) sorunu bulunmaktadır. Yatırımlarından yüksek kâr etmeyi bekleyen işverenler, kârlarını bankayla paylaşmaktansa, önceden sabitlenmiş bir faiz ödemeyi tercih edecek ve bu yüzden geleneksel bankalara yönelecektir. Aksine, düşük kâr beklentisi içinde olan riskli yatırım sahipleri, faizle borçlanmak yerine, kâr-zarar ortaklığına, yani İslam bankalarına yönelecektir. Aynı durumun tekrarlanması halinde ise, İslam bankalarının aktifleri, geleneksel bankaların belirgin şekilde altında bir getiri oranına sahip olacaktır ki, bu takdirde de, mevduat sahiplerine söz verdikleri gibi, faiz oranları seviyesinde veya üzerinde “kâr payı” dağıtmaları imkansız olacaktır.
Tüm bu örnekler açıkça göstermektedir ki, İslam bankaları biçimsel bazı farklılıkların ötesinde, temelde, geleneksel rakiplerinden farklı araçlarla çalışmamaktadırlar. Bu biçimsel farklılıklarsa, Osmanlı döneminde sıkça başvurulan istiğlal ve benzeri hile-i şeriyye uygulamalarıyla aynı işlevi göstermekte, ve bu yolla elde edilen faiz kazancına “İslam kılıfı” giydirilmektedir. Ve yine vurgulamak gerekir ki, İslam bankacılığının dayandığı ahlaki modelin kapitalistin işgücüne karşılıksız el koymasından kaynaklanan artı-değer ile en ufak bir problemi bulunmamaktadır. İslam ekonomistlerinin bu noktadaki yegane sorunsalı, sermaye sahibinin yatırımı dolayısıyla elde ettiği kâr karşılığında her hangi bir riske girip girmediğidir. Bu anlamda İslami bankaların dayandığı retorik, karşılığı ödenmemiş emeğin üzerinden elde edilen faiz kazancını kâr-zarar ortaklığı ekseninde yeniden formüle edip kapitalist sömürü koşullarına kendi varsayımları uyarınca ahlaki bir zemin oluşturma çabasının ötesine geçmemektedir.
[1] Namık Zeki Aral, Bankacılık, Yayınlanmamış Ders Notları, s. 23 – 26
[2] Feridun Ergin, Para Siyaseti, İ. Ü. İktisat Fakültesi Yayını, İstanbul, 1966, s. 18
[3] Feridun Ergin, a.g.e, s. 18
[4] Ana Britannica, Faiz Maddesi
[5] Namık Zeki Aral, a.g.e, s. 2
[6] Çıkış: 21-26
[7] Levililer : 25-36, 37-38
[8] Tesmiye : 15-5
[9] Mezmurlar : 15-5
[10] Hezekiel : 23-12
[11] Matta : 26-27
[12] Luca : 20-24
[13] Namık Zeki Aral, a.g.e, s. 24
[14] Andrew Dickson White, A History of The Warfare of Science With Theology, Dover Publications Inc., Cilt.2, New York, 1960, s. 264 – 287
[15] Andrew Dickson White, a.g.e, s. 264 – 287
[16] Kuran’ın hiçbir yerinde Arapça bir kelime olan faizden bahsedilmemektedir. Diğer yandan, yine Arapça bir kelime olan ‘riba’dan farklı ayetlerde bahsedilmekte ve kesin bir dille yasaklanmaktadır. Dilimize Arapça’dan girmiş olan faiz kelimesi, ödünç verilen paranın kârı olarak tanımlanırken, riba kelimesi ise, tefecilikte alınan faiz olarak tanımlanmaktadır. Burada dikkat çekici bir nokta, Kuran’ın İngilizce çevirilerinde riba kelimesinin karşılığı olarak, interest (faiz) kelimesi değil, usury (fahiş faiz) kelimesi kullanılırken, Türkçe çevrilerinde, riba kelimesi karşılığı olarak, aşırı faiz yerine, faiz kelimesinin kullanılmasıdır.
[17] Mustafa Akdağ, Türkiye’nin İktisadi ve İçtimai Tarihi (2) 1453-1559, Barış Yayınevi, Ankara, s. 179
[18] İstanbul Kadılığı 1 Numaralı Defter, Hüküm No. 14b/2
[19] İstanbul Kadılığı 1 Numaralı Defter, Hüküm No. 10a/2
[20] Timur Kuran, İslam’ın Ekonomik Yüzler, İletişim Yayınları, İstanbul, s. 82
[21] Timur Kuran, a.g.e, s. 77
[22] Al Naggar’ın İslam Bankalarının yaşadığı sorunlara dair görüşleri için bkz. Ahmed Al-Naggar, “Achievements and Problems of Islamic Banks”, Journal of Islamic Banking and Finance, vol. 1, issue 2, 1984
[23] Fehmi Köfteoğlu, “Kapitalist Sisteme Ahlaki Kılıf: İslam Ekonomisi”, İktisat Dergisi, 30 (Temmuz): 26-35
[24] Timur Kuran, a.g.e, s.84.