AKP’nin ‘bahar planı’, bölgesel gelişmeler ve newroz!

Geçmişi 2600 yıllık Kawa Destanı’na dayanan Newroz, son 25-30 yılda Kürt ulusal mücadelesi bakımından ‘ulusal uyanış’ın ve ulusal-demokratik hak istemli mücadelenin sembolü olmuştur. 90’lı yıllarda dizginsiz terör ve katliamlara karşı direniş olarak anlam kazanan Newroz, inkârın koşullarının ortadan kalktığı günümüz koşullarında Kürt ulusal mücadelesinin güç ve etkisini gösteren; halkın ulusal-demokratik talepleri sahiplenme düzeyini ortaya koyan bir mücadele günü olarak anlam kazanmıştır. Bölgede gerilim ve çatışmanın giderek tırmandığı koşullarda kutlanacak olan 2012 Newroz’u ise, Kürt hareketine karşı 2009’dan bu yana ‘KCK operasyonları’ adı altında siyasi ve ABD desteğinde yürütülen askeri operasyonların en yoğun biçimiyle sürdürüldüğü; Kürt hareketinin bitirilmesi, siyasal etkisinin kırılması planlarının yapıldığı, ülke genelinde de emekçi halk kesimlerine karşı saldırıların tırmandırıldığı koşullarda kutlanacak olması bakımından, daha şimdiden ABD ve işbirlikçisi AKP’nin gerici plan/politikaları ile Kürt halkı ve ülkenin/bölgenin emek ve demokrasi güçlerinin mücadelesi arasındaki hesaplaşmanın önemli bir dönemeci haline gelmiş bulunmaktadır.

 

AKP BAHAR PLANI: TASFİYE VE MUHATAPSIZ ‘ÇÖZÜM’!

MİT Müsteşarı Hakan Fidan ve arkadaşlarının özel yetkili savcı Sarıkaya tarafından KCK soruşturması kapsamında ve “şüpheli” sıfatıyla ifadeye çağrılması ve sonrasında yaşananlar, AKP-Gülen ittifakının iç çatışmasını gözler önüne sermişti. MİT operasyonu, KCK/Kürt sorunu üzerinden yaşanan bir anlaşmazlıktan yapılmış gibi görünse de, gerçek tam da tersi bir duruma işaret etmektedir. Savcının, devletin KCK ile görüşme yapmak için görevlendirdiği MİT’çileri “şüpheli” olarak görmesi, her şeyden önce, devletin, bütün kurumlarıyla, Kürt sorununda, sorunun çözümünü muhataplarıyla konuşarak/görüşerek çözme anlayışından uzaklaştığının bir göstergesidir. Öte taraftan, İmralı ve Oslo’da yapılan görüşmeler sonrasında varılan mutabakat üzerinden hazırlanan protokolleri yok sayarak, Kürt hareketine karşı çok yönlü saldırı politikalarının önünü açan da, daha önce bu görüşmeler için Fidan’ı görevlendiren de, Başbakan Erdoğan’dan başkası değildir. Yani Erdoğan-Gülen arasındaki iç çatışmanın, ne kimi çevrelerce iddia edildiği gibi söz konusu güçlerden birinin (Erdoğan’ın) ABD ile çatışma haline girmiş olması gibi bir anlamı vardır, ne de çatışma, bu güçler arasında Kürt sorununa dair politikalarda bir farklılığa işaret etmektedir. Aksine kendi aralarında devletin kurumları içinde etkinlik mücadelesi veren bu iki güç de (ki, uygulanan politikalardaki başarısızlıklarına bağlı olarak bu çatışmaların farklı kurum ve alanlar üzerinden devam etmesi beklenir bir durumdur), bugün hem bölgesel rolleri bakımından tam anlamıyla Amerikan stratejisine bağlanmış durumdadırlar, hem de Kürt sorununda Kürt hareketinin ezilmesi, tasfiye edilmesi politikasında bir anlayış birliği içindedirler. Uludere’de sınırda katledilen köylülerin bombalanması emrinin Ankara’dan verildiğinin kesinlik kazanmış olması ve Erdoğan’ın bir yandan BDP’yi “terör uzantısı” ilan etmesi, öte yandan “devam edecek” diyerek arkasında durduğu KCK operasyonlarının toplumun muhalif-örgütlü bütün kesimlerini hedef haline getiren boyuta varmış olması AKP’nin bu sorunda geldiği yeri göstermektedir. Yine sorunun barışçıl çözümü bakımından belirleyici rolü ve önemi bulunan Öcalan’a yönelik 6 ayı aşkın bir süredir devam eden ‘tecrit’, AKP’nin savaş ve şiddet politikasında ısrarının bir diğer göstergesi durumundadır.

Bölge halklarının ayaklanma ve değişim mücadelesinin Libya ile birlikte dış müdahaleye açık hale gelmesi, AKP’nin “bölgesel liderlik” iddiası üzerinden Libya’daki çatışmada ‘aktif rol’ üstlenmesinin önünü açmış; bu rol, Rusya-İran’a karşı Malatya Kürecik’e kurulan NATO Radar Üssü ve Suriye’ye karşı müdahalenin öncülüğüne soyunma ile yeni bir boyuta taşınmıştır. İşte ‘aktif müdahale’ rolü ile birlikte bölgesel dengeleri ABD ile birlikte kendi lehlerine çevirme hesabı yapan ülke egemenleri ve AKP Hükümeti, üstlendiği rolü ABD’den aldığı destekle Kürt sorununda da inisiyatifi ele geçirme yönünde ilerletme peşinde koşmaktadır. ABD destekli askeri ve siyasi operasyonların (ABD Ankara Büyükelçisi Ricciardone’’nin “Roj TV’yi biz susturduk” açıklaması ve Türkiye’ye sağladıkları istihbarat bilgilerinin ‘askeri sır’ olduğunu söylemesi bu desteğin boyutunu göstermektedir) kış şartlarında da aralıksız sürdürülmesinin nedeni işte bu arayıştır. Yine Taraf’ın Gülen-ABD menşeli yazarı Emre Uslu’ya PKK’nin “baharda bitirileceği”ni söyleten de bu yönelim ve işbirliğinden başka bir şey değildir. AKP’nin Kürt hareketini hedef haline getirmek ve saldırılarını meşrulaştırmak için medya tarafından “Kürt aydını” sıfatıyla vitrine çıkarılan Kemal Burkay, Orhan Miroğlu, İbrahim Güçlü gibi isimleri de kullanması saldırının boyutu ve çok yönlülüğü hakkında yeterince fikir vericidir. Suriye’de Kürtlerin PYD (Demokratik Birlik Partisi) öncülüğünde fiili olarak özerkliği kurmaya yönelmesi ve bu temelde PKK içindeki Suriyeli Kürt militanların bu süreçte ‘öz savunma gücü’ olarak rol alacağını açıklaması, Burkay tarafından PKK’nin Suriye rejimini desteklemek için 1500-2000 militanını Suriye’ye gönderdiği biçiminde çarpıtılmış; Burkay, AKP’nin hem Suriye rejimine, hem de Kürt hareketine karşı savaş ve şiddet politikasının arkasında durduğunu ilan etmiştir. Sadece bu açıklaması bile, Burkay’ın AKP tarafından el üstünde tutularak Türkiye’ye getirilmesinin nedenini yeterince açıklamaktadır.

AKP bu dizginsiz saldırı politikasını sürdürürken bile demokrasicilik oyunu oynamaktan geri durmamaktadır. En son, restorasyon çalışmaları yapılırken, Diyarbakır’da eski Saraykapı Hapishanesi’nin bahçesinden çıkan insan kemikleri, AKP’nin geçmişle hesaplaşma, karanlıkları aydınlatma çabasının bir sonucu olarak sunulmaya çalışılmaktadır. Oysa Botaş’ın ‘ölüm kuyuları’nın açılmasından bu yana birçok toplu mezar bulundu. Ama aradan 3-4 yıl geçmesine ve bu toplu katliamların nasıl yapıldığına dair birçok bilgi-belge ortaya çıkmasına rağmen AKP tarafından ne yapılmıştır? Laf cambazlığının ötesinde yapılan bir şey yoktur. Bu katliamlar ve açılan mezarlar nedeniyle bir tek JİTEM’ci bile yargılanmamaktadır. Hakikat Komisyonu kurulması için yapılan başvurular her defasında AKP tarafından reddedilmiştir. 90’lı yıllarda bölgede görev yapan generaller bugün sadece AKP’ye karşı darbe girişiminde bulunmak/suç örgütü kurmak gibi gerekçelerle yargılanmakta; bütün tersi iddialara rağmen AKP ve bu soruşturmalar için gizlilik kararı aldıran yargıçları, gerçeklerin karanlıkta kalması için çalışmaktadırlar.

Başbakan Yardımcısı Arınç’ın geçtiğimiz aylarda yaptığı “Kürtlerin bütün haklarını vereceğiz” açıklaması ve devamında söyledikleri, AKP’nin Kürt sorununun çözümü karşısındaki tutumu ve daha önemlisi çözümden ne anladığını göstermesi bakımından dikkat çekicidir. Arınç’ın açıklaması, özellikle liberal çevrelerde AKP’den demokratikleşme ve çözüm yönünde beklentilerin yeniden canlandırılmasının vesilesi yapılmıştı. Oysa daha en baştan “Kürtlerin haklarını vermek” söylemi, Kürtleri bir taraf olarak kabul etmediklerinin ifadesi olarak anlam kazanmaktadır. Öte yandan eğer Kürtler taraf olarak kabul edilmez ve talepleri üzerinde müzakere yapılmazsa, aslında Kürtlere verilecek bir şey de yoktur. Zaten Arınç da, Ocak ayı sonunda Diyarbakır’a yaptığı ziyarette, “Kürtçenin bir medeniyet dili olmadığı”nı ve Kürtçe eğitim yönünde bir talep bulunmadığını söyleyerek, Kürtlerin “verilecek hakları” arasında anadilde eğitimin yer almayacağını açıkça ifade etmiştir. Bu saldırı-savaş hükümetinin demokrat/yumuşak yüzünün temsilcisi olarak öne çıkan/çıkarılan Arınç’ın söyledikleri, bu ülkenin Cumhurbaşkanı’nın “ülkenin birinci meselesi” olarak tarif ettiği bir sorunun demokratik çözümünü içermeyen bu yaklaşımla yeni bir anayasa yapılıp yapılamayacağı, yapılsa bile ne kadar demokratik olacağı sorularının da cevabını vermektedir.

Son iki yılda KCK operasyonları adı altında tutuklanan Kürt siyasetçi, aydın, sendikacı, genç, kadın sayısı 7 bine yaklaştı. İçişleri Bakanı Şahin, geçtiğimiz günlerde bir soru önergesine verdiği yanıtta, 2003’ten bu yana “etkisiz hale getirilen” PKK’li sayısının 27 bin olduğunu açıklamıştı. Bu rakamlara göre, o günden bugüne PKK’nin birkaç kez bitirilmiş olması gerekiyordu! Ama AKP Hükümeti bu rakamlardan sorunun baskı ve şiddet politikalarıyla çözülemeyeceği sonucunu çıkarmak bir tarafa, bölgede üstlendiği ‘aktif müdahaleci’ rol ile birlikte içeride de Kürt halkı ve bütün demokrasi güçlerine karşı her alanda dizginsiz bir saldırı politikasını uygulamakta ısrar etmektedir. Amaç bellidir, Kürt hareketinin ve demokrasi güçlerinin bütün örgütlü kesimlerini baskılayıp tasfiye etmek; toplumsal dayanaklarından yoksun bırakılarak meclise sıkıştırılmış bir BDP ile ya da BDP’siz yapılacak bir anayasayla kendi çözümlerini dayatmaktır. Ve elbette AKP’nin amacına ulaşıp ulaşmaması, Kürt halkı ve demokrasi güçlerinin bu politikayı boşa çıkaracak bir mücadele hattını örecek yeteneği gösterip gösterememesi tarafından belirlenecektir.

BÖLGESEL GELİŞMELER VE KÜRT SORUNU

Suriye’ye müdahale konusunda Katar Emiri Şeyh Hamad’la birlikte öncülüğe soyunan AKP ve Erdoğan, Irak’ta da ABD’nin bu ülkeden askerlerini çekmesi sonrasında Şii Başbakan Maliki ile karşı karşıya gelmiş ve bu çatışmada kendi destek alanını genişletmek üzere bu çatışmaya mezhepsel (Şii-Sünni) bir biçim vermekten bile geri durmamıştır. Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun “Humus, Sarajevo olmasın” söylemi eşliğinde Suriye’de Bosna’ya yapılana benzer bir müdahale için ABD’yi ikna etmek için çalışması, öte yandan “Suriye’nin Dostları” adı altında Suriye rejimini devirmeye yönelik uluslararası toplantıların liderliğine soyunması, AKP’nin müdahalecilikte geldiği noktayı özetlemektedir. Suriye’ye müdahale için ABD’ye “baskı yapılması”, Türkiye egemenlerinin bölgesel rollerini oynamak; güç ve etkilerini sürdürmek için giderek daha fazla müdahale politikasına sarıldıkları/sarılacaklarını göstermekte ve öte yandan bu politika, her adımda onları daha fazla güçle karşı karşıya getirerek bir çıkmaza doğru da sürüklemektedir. Bir yandan bu müdahale için Bosna benzeri “insani” bir kılıf yaratılmaya çalışırken, öte yandan ‘Hür Suriye Ordusu’nu desteklemek üzere Suriye’de bulunan MİT’çilerden 40’ının Suriye rejimi tarafından tutuklanmış olduğunun ortaya çıkması Türkiye egemenlerinin asıl amaçlarının ne olduğunu gözler önüne sermektedir. Suriye’de iç karışıklık/çatışmada doğrudan rol oynayan AKP Hükümeti, öte yandan Suriye’de yaşananların kendi “güvenlik”lerini tehdit ettiğini de söylemekten geri durmamaktadır. Nedir bu tehdit? Her şeyden önce Suriye’de Kürtlerin özerklik statüsü yönünde attıkları adımlardır. Kürtlerin Suriye’de yeni bir pozisyon edinmesinin önüne geçilmesi, AKP’nin “insani” kılıf altındaki müdahale arayışının en önemli nedenlerinden bir durumundadır. Türk medyasında aylardır yer alan Suriye rejimi ile PKK arasındaki işbirliği haberlerine en son “PKK’nin Suriye’de devriye görevi yapmaya başladığı” haberleri eklenmiş; bu haberler AKP’nin hem Suriye rejimini devirip işbirlikçisi güçlerin başa geçmesini, hem de Kürt hareketinin statü mücadelesini engelleyerek ülke içinde de Kürt hareketinin dayanaklarından birini kaybetmesini sağlayacak bir müdahaleye gerekçe yapılmak istenmektedir. Burkay’ın yukarıda değindiğimiz açıklamaları da aynı amaca hizmet etmektedir.

Irak’ta ABD’nin askerlerini çekmesi sonrasında başlayan iç mücadele, ülkenin Şii, Sünni ve Kürt bölgeleri üzerinden bölünmesine doğru ilerlemektedir. Kürdistan Bölgesel Yönetimi Başkanı Barzani, bu gelişmeler üzerinden bir yandan dört parçadaki (Türkiye-Suriye-İran ve Irak) Kürtleri kendi etrafında toplamaya çalışmakta, ama öte yandan bağımsızlık yönünde adım atabilme ve ayakta kalabilme adına Türkiye ve ABD ile iyi ilişkilerini sürdürme ihtiyacını hissetmektedir. Barzani’nin böylesi bir politik manevra bakımından en büyük açmazı/engeli PKK/PYD/PJAK çizgisindeki Kürt hareketinin ABD ve Türkiye egemenlerinin politikalarına karşı bölgede direnç gösteren önemli bir güç pozisyonunda bulunmaya devam etmesidir. Barzani’nin 2009’dan beri yapılacağını açıkladığı ‘Kürt Ulusal Konferansı’nın iki de bir ertelenmesinin nedeni de, söz konusu Kürt demokratik güçlerinin baskılanıp marjinalize edilmesinin başarılamaması ve öte yandan bunun başarılamadığı koşullarda onlarla ortak politikalarda birleşme olanağının olmamasıdır. Hatırlanırsa, Kürt Ulusal Konferansı’nın ilk olarak 2009 baharında yapılması planlanmış (Türkiye’deki 29 Mart seçimlerinde de AKP’nin DTP/BDP’yi etkisizleştireceği hesaplarıyla birlikte) ve MİT-Barzani görüşmelerinde hem Türkiye’nin bu konferansa gözlemci olması, hem de Konferans’tan “PKK’nin silahsızlandırılması” kararının çıkması konusunda anlaşma yapılmıştı. Ancak Kürt hareketinin, AKP’nin bütün baskı ve manevralarını etkisiz kılacak şekilde, yerel seçimlerden gücünü ikiye katlayarak (ve AKP’nin elinden aldığı Van, Siirt gibi belediyeler başta olmak üzere, kazandığı belediye sayısını 56’dan 99’a çıkartarak) çıkması, bu Konferans’ın yapılma koşullarını o gün için ortadan kaldırmıştı. Ardından Barzani, bu Konferans için devletin Öcalan ve KCK ile yaptığı görüşmeler üzerinden 2011 Sonbaharını gösterse de, “siyasal koşulların uygun olmadığı” gerekçesiyle, Konferans, bu yılın bahar aylarına ve geçtiğimiz günlerde de tekrar 2012 sonbaharına ertelendi. Barzani, geçtiğimiz günlerde, Suriye’de de inisiyatifi ele almak için adım atmış; PKK çizgisindeki PYD (Partiya Yekîtiya Demokratîk-Demokratik Birlik Partisi) dışındaki Kürt parti ve örgütleri Hewler’de (Erbil) toplamış, ama başlıca Suriye Kürtlerinin PYD’nin arkasında duruyor olması nedeniyle istediği sonucu alamamıştı.

Barzani’nin “bütün Kürtleri aynı ulusal amaç/ortak politikalar etrafında toplamak” amaçlı Kürt Ulusal Konferansı’nı ertelemesi, bölgesel gelişmelerin ve Kürt sorununun bu gelişmeler içindeki rolünün tek yönlü bir seyir halinde ilerlemiyor olmasından kaynaklanmaktadır. Barzani, bir yandan bütün Kürtleri etrafında toplayarak bölgesel değişim sürecinde etkin bir pozisyon edinmeye çalışmakta, ama bu pozisyonunu ABD ve Türkiye egemenleriyle uyum ve işbirliği içinde geliştirmek istemektedir. Fakat Irak dışındaki parçalarda örgütlü olan Kürt ulusal hareketinin söz konusu güçlerle çatışma halinde olması, Barzani’nin rolünü oynamasını da zorlaştırmaktadır. Öte yandan Barzani, ne PKK ile doğrudan çatışabilir noktaya gelebilir durumdadır, ne de ABD ve Türkiye egemenleri ile işbirliğinden vazgeçebilir durumdadır. Elbette burada söz konusu ettiğimiz vazgeçilmezlik, böylesi bir politikanın uygulanmasının olanaksızlığından değil; Barzani’nin sınıfsal konum ve ilişkilerinin buna uygun olmamasındandır. Bu açmazı, ister istemez Barzani’yi “bekle gör” politikası izlemeye (Konferansı sonbahara ertelemeye) mecbur kılmış bulunmaktadır. Sadece buradan bakıldığında bile, Kürtlerin “ne olacağı”nın bölgesel gelişmelerle dolaysız bir şekilde iç içe geçmiş halde bulunduğunu ve öte yandan da Kürtlerin tutum ve politikalarının da bu gelişmelerin seyri bakımından önemli bir rol oynayacağını söylemek mümkündür.

 

HALK VE DEMOKRASİ GÜÇLERİNİN MÜCADELE HATTI OLARAK NEWROZ!

Açıktır ki, AKP’nin gerilim ve şiddete dayalı politikası, ülke içinde sadece Kürt halkını değil, demokrasi ve insanca yaşam için mücadele eden bütün halk kesimlerini de baskılama, düşünme ve örgütlenme özgürlüklerini ortadan kaldırma, her türlü hak eylemini zorla bastırma/engelleme biçiminde yürütülmektedir. Bu baskı politikası, AKP önünde eylem yapılmasının yasaklanmasına, panellerin polisler tarafından basılarak AKP’nin eleştirilmesinin suç olarak görülmesine kadar vardırılmış durumdadır. Bolu Gerede ve Adana Saya işçileri örneğinde olduğu gibi, talepleri için iş bırakıp eylem yapan işçiler, dün Kürt halkının eylemlerinde gördüğü panzerlerin, polis copunun kendilerine yöneldiğini yaşayarak görmektedir. Erzurum’da, Karadeniz’de HES’lere karşı çıkan köylüler, hayatlarında ilk kez eylem yapan kadınlar, kendi yaşam alanlarını savunurken kendilerine “terörist” muamelesi yapan bir devletle karşı karşıya gelmiştir. Aydınlar, akademisyenler, sanatçılar gözaltına alınan, tutuklanan arkadaşlarına sahip çıkarak, kendilerini “terörün arka bahçesi” olarak gören zihniyete karşı seslerini yükseltmeye başladılar. Dün Hükümet’in ‘çalıştay’larında boy gösteren kimi Alevi çevreleri, Erdoğan’ın özellikle Suriye’yi hedef yapan açıklamalarında adeta Alevi olmayı “suç” ilan etmesi karşısında AKP’den umutlarını kesme noktasına gelmiştir. Peki, halkın birçok kesiminin bunca hoşnutsuzluğuna rağmen, AKP bu saldırı politikalarını uygulamayı nasıl başarmakta; bu gücü nereden almaktadır? Bu sorunun cevabı, bu halk güçlerinin ortak talepler etrafında birleşik bir mücadele hattını kuramamış olmasında yatmaktadır. Ücretlerinin ve çalışma koşullarının düzeltilmesini istedikleri için işten atılan işçiler, devletin yaptığı tek “yatırım”ın karakol, silah ve bomba olduğu Uludere’de köylülerin sınır ticareti yaparken bombalanması karşısında bile, bu “olay” AKP inandırıcılığında en ciddi kırılmalardan birine yol açmakla birlikte, henüz şoven bakış açısını esas olarak terk edememektedir. Kendi inançlarından dolayı baskı gören Aleviler, şimdilik hala Kürtlerin ulusal talepleri karşısında devletin baskı ve şiddet politikalarını eleştirip karşı çıkmaya yönelememektedir. Özetle, mesele, bu baskı gören, ezilen halk kesimlerinin devletin kendilerine yönelen saldırısı ile diğer alanlardaki saldırıları arasındaki ilişkinin görünür kılınması ve bu görünürlük üzerinden taleplerin ve mücadelenin ortaklaştırılmasıdır. İşçinin kendi sömürüsü ile Kürt sorunu arasındaki ilişkiyi fark edebilmesi; şovenizmin sınıfın birliğini baltaladığını, sınıf çelişkisinin üstünü örterek Türk işçinin kendi egemenine/gericiliğine yedeklenmesi, üstelik 30 yıllık savaşın bütün ülkede açlık ve yoksulluğun, işsizliğin derinleşmesinde oynadığı rolü görmesi ya da Alevinin kendi inancı ile Kürdün ulusal varlığının inkarının aynı gerici/tekçi anlayıştan beslendiğinin farkına varabilmesi gibi… AKP ve ülke gericiliğinin saldırılarına karşı Kürt halkı ve ülkedeki bütün emek ve demokrasi güçlerinin ortak mücadelesinin geliştirilmesi bakımından 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nden Newroz’a ve 1 Mayıs’a kadar önemli tarihler önümüze duruyor. 2012 baharının Kürt halkı ve ülkedeki emek-demokrasi güçleri bakımından kazanılması, bu tarihlerin mücadelenin birleştirilmesi için sunduğu olanakların kullanılabilmesinden geçecektir. Bu temelde mücadelenin birleştirilmesi amacıyla oluşturulmuş olan ve daha yolun başında bulunan Halkların Demokratik Kongresi’nin (HDK) belirleyici bir önemi olduğu/olacağı açıktır.

2012 Newroz’u; askeri ve siyasi operasyonlarla, ABD emperyalizmi destekli saldırılarla Kürt mücadelesini etkisizleştirme, marjinalleştirme hesabı yapan AKP’nin “halksız çözüm” arayışlarına halkın yanıt günü olarak anlam kazanacaktır. Ama Kürt halkının bu yanıtının savaş politikaları ve emperyalist gericiliğin saldırılarını durdurabilmesi için, Kürt coğrafyasının sınırlarını aşarak, ülke genelinde ve bütün bölgede emek ve demokrasi güçlerinin mücadelesiyle birleşmesi gerekmektedir. O yüzden 2012 Newroz’unun ülkenin metropolleri ve Batı kentlerinde bir ‘barış ve kardeşlik günü’ olarak bütün emek, barış ve demokrasi güçleriyle birlikte kutlanması, en az Kürt coğrafyasındaki kutlamalar kadar önem kazanmış bulunmaktadır. Bu bakımdan, Newroz’un, savaş ve şiddet politikalarının geriletilerek halkların kardeşleşmesi, demokrasi mücadelesinin ilerletilmesi temelinde kutlanabilmesi için, HDK bileşenlerinin bütün güçlerini seferber etmeleri acil bir görev durumundadır. HDK’nın Newroz’u mücadeleyi birleştirmenin bir olanağı haline getirebilmesi, Newroz’un, sadece Kürtlerin kürsüsü değil; sendikacıların, işçi temsilcilerinin, kadınların, Alevilerin, çevre örgütlerinin, aydın ve sanatçıların kürsüsü olmasıyla mümkün olacaktır. Bilinmelidir ki, Newroz’un Kürt halkı ile emek ve demokrasi güçlerinin ortak mücadele hattının örüldüğü bir gün olması, sadece ülke içinde değil; bölge genelinde emperyalizm ve işbirlikçi gerici rejimler karşısında mazlum halkların kendi geleceklerini belirlemesi ve halkların barış, eşitlik ve kardeşlik içinde yaşayacağı bir gelecek kurmalarının da yolunu açacaktır. Bütün bölge halkları tarafından “baharı müjdeleyen” bir “barış ve kardeşlik” günü olarak kutlanan Newroz’un güncel anlamı, savaşa, sömürüye, emperyalist saldırganlığa karşı halk ve demokrasi güçlerinin birleşik mücadele hattının kurulabildiği bir gün olarak kutlanmasıdır. Newroz, ancak o zaman anlamına uygun olarak, halkların bayramı haline gelmiş olacaktır.

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑