Sınıf-iktidar-ideoloji ilişkisi ve “indirgemecilik” üzerine liberal söylem

Ferdan Ergut, Birikim’in 271. Sayısında “Tanınma Siyaseti ve Sol” başlıklı makalesinde, “yeni bir sol siyaset” için, “geleneğin takip edilmesi”nin değil, ama “dikkate alınması”nın gereğine işaret ederek, sınıf sorununu “sınıf çıkarı olarak sunma”nın “Kaba Marksistler”in işi olduğunu; onların, “sınıf kapasitesi” sorununu önemsiz gördüklerini yazdı. Ergut, bu “sorun”un aşılması için, “tanınma kavramı”nı kilit bir kavram olarak gösteriyor ve hem bir ara başlık altında, hem de uzunca bir dipnotunda, “Tanınma”nın, esas olarak “emeğin kendini gerçekleştirmesi sorunu” olduğuna dikkat çekerek,  “üretim sürecindeki birey, bir yandan kendini gerçekleştirirken bir yandan da yanı başındakilerin o ürettiğine muhtaç olduğunu ve o ihtiyacı karşılamanın verdiği kendini olumlama hissini yaşar” diye yazıyor. Bu “ihtiyacı karşılama hissi”nin vereceği mutluluğa işaret eden Ergut’a göre, Marx, sonraki çalışmalarında, “iç çelişkileri barındıran bu bakış”ı terkedip, sınıf mücadelesini “tanınma için verilen mücadele”den sınıf çıkarları için mücadeleye çektiği için, “özneler arası alan”ın kaybına neden olmuştur. Ergut, ayrıca, Marksist teorinin “bolluk toplumu” üzerinden kurgulandığını, oysa artık “doğanın” insanın “hizmetine girmeyi reddettiği”ni, bunun da, geleceği bolluk varsayımı üzerinden değil, kıtlık hakikati üzerinden” kurmayı gerektirdiğini söylüyor. Bu önemli çarpıtmasıyla birlikte Ergut, “onurlu ve saygın bir yaşam”ın, bireylerin yaşam tarzı, hedefleri, istek ve eyleminin “yakınımızdakiler tarafından meşru görülmesi”ne bağlı olduğunu ileri sürerek, “tanınma”-”meşru görülme”nin önemine değinir ve mücadelenin de bunun üzerine kurulmasını savunur. ODTÜ Tarih Bölümü öğretim üyesi yazar, “toplumsal hareketler ve kolektif eylemler alanında”ki iki farklı yaklaşımı, “i) bu hareketleri ve eylemleri grup/sınıf çıkarlarının bir yansıması olarak alanlar ve ii) onurlu ve saygın bir yaşam sürebilmenin arayışı olarak alanlar” şeklinde ayırarak, ikincisinden yana tutum açıklıyor ve “nesnelci’ ya da ‘bilimsel’ Marksizmin ‘sınıf siyaseti’ adı altında yaptığı bütün indirgemeci analizler”in birinci eğilimden kaynaklandığını belirterek, “buradan bakıldığında -diyor- emekçi sınıfların tarih boyunca verdikleri bütün mücadeleler sanki sadece maddi hayatlarındaki sorunları merkeze almıştır, sanki bütün bu mücadeleler sadece aş ve iş meselesidir.” Ona göre, işçi sınıfının mücadelesinde esas olan “bireysel saygınlığı elde edebilme adına özneler arası koşulların dönüştürülmesi”dir ve “yeni bir sol tahayyül, bütün bu sömürü biçimlerinin (cinsel, etnik, ulusal, çevresel, kültürel vb.,) ‘son tahlilde’ tek bir sömürü biçimi (sınıf) tarafından belirlendiği varsayımı altında kurgulanamaz.”([1])

Ferdan Ergut’un, Marksizm “eleştirisi” adına, ciddi çarpıtmaları da içeren liberal iddialarıyla benzer görüşleri, bir başka yazar -Çağhan Kızıl-, ekonomi-politika; sınıf ve iktidar ilişkilerini ele aldığı ve Birikim Dergisi’nin Mart 2008 sayısında yer alan “Siyaset mi Değişiyor Yoksa Kavramlar mı?” başlıklı makalesinde daha geniş şekilde dile getiriyor.

Aşırı güdülenme eğer Marksist öğreti içinde yıkıcı etkilerini bu güne kadar getirebilmişse -diye yazıyor Çağhan Kızıl-, “bunun nedenlerinden biri en başından beri son kertede ekonominin belirleyiciliğinin mekanik bir şekilde verili kabul edilmesidir. Eğer bu ereksel determinizm her tür toplum için geçerli olsaydı, böylesi bir belirlenimle onu oluşturan koşullar tarihsel süreç içinde gün ışığına çıkmazdı. Aksine, bu koşullar her tür toplumda en başından beri var olan ‘verili gereklilikler’ olurdu. Görüşünü güçlendirmek için Laclau’ya baş vuran Kızıl, onun, eğer ekonomi son kertede her toplum tipi için salt belirleyici ise, ekonomi, herhangi bir toplum tipinden bağımsız değerlendirilmeli ve ekonominin varoluş koşulları herhangi bir somut toplumsal ilişkinin dışında tanımlanmalı sözlerini aktararak devam ediyor: “.. .yalnızca somut bir toplumsal ilişkiler ağı içinde geçerliliği olan ‘üretim’ kavramının soyutlanarak bir dogma haline getirilmesinden kaçınılmalıdır. Çağhan Kızıl’a göre, Günümüz koşullarında üretim ilişkileri, toplumsal yaşamı etkilemeye devam ediyor, ancak bunun yanında kültür gibi başka faktörler de bu etkileşim ağının içine girmiş durumda… Kızıl ileri sürmektedir ki, Son kertenin belirleyiciliği ve yapısal nedensellik, toplumsal yapının bir düzenleyici öge tarafından denetlendiğini varsayan tezlerin ana itkileridir. Tarihsel materyalizmin ve bilimsel sosyalizmin naif pozitivizminde kendini belli eden açmazlardan biri, tamamen akılcı bir görüyle, kendi çıkarları etrafında mükemmelce kümelenmiş toplumsal etmenlerin karşısına çıkan şeffaf parametrelerdir…”([2]) Yazar, “Bu nedenle sosyal teması sağlarken çizilecek yol; açık, katılımcı, çoğulcu, kapsayıcı ve güleryüzlü bir siyasetten doğacak olan yoldur” diye, çıkardığı sonuçlara uygun bir “çıkış yolu” da gösteriyor!([3]) Bu “sol” yol, F. Ergut’ta “onurlu-saygın” bir “tanınma”ya dönüşüyor.

Marx’ın teorisini “indirgemeci” diye niteleyerek bu diğerleriyle birleşen bir üçüncüsü ise, Uludağ Üniversitesi Sosyal Bilimler Bölümü’nden akademisyen Fulya Karaismailoğlu’dur. O bir akademisyen ve tezi “Sosyal Teoride İktidar Tartışmaları; Marx, Nietzsche, Weber, Foucault” başlığını taşıyor. Kaynakları da, ilk iki yazarla hemen hemen aynı teorisyenler. Fulya Özkaya Karaismailoğlu tarafından kaleme alınan ‘”Yüksek Lisans Tezi”,  -tez yazarının, bu dört teorisyenin görüşlerini Türkiye’de ilk kez kendisinin, “bir kıyaslama yapmaksızın bir arada” ele aldığını belirtmesine karşın, Marksizme karşı ve fakat Foucault-Weber karışımı görüşlerin daha ilk paragraflardan başlanarak sergilendiği bir ‘sosyoloji’ makalesi olarak da alınabilir. Fulya Karaismailoğlu, önce kapitalist devletin ‘aşılması’na dair Marksist görüşü kendince bir yoruma tâbi tutarak, “işçilerin üretim süreci içindeki denetimi yeniden ele geçirmeleri” ile ilişkilendirip, “kalite çemberi” politikasını andırır sistem içi bir ucubeye indirgiyor, ardından da bu kendi tarifini Marx’a mal ederek, “bunun nasıl sağlanacağı”nın “Marx’dan günümüze çözümlenemeyen bir sorun olarak kalmış” olduğunu ileri sürüyor. Anthony Giddens ve Jon Elster‘in Marx’a yönelttikleri eleştirileri Marx’ın görüşlerinin “ikincil kaynakları” olarak gösteren tez yazarı, “günümüz toplumlarında devlet ve iktidar kavramlarını sadece sınıf çıkarları çerçevesinde açıklamak gücün dağılım etkisini gözden kaçıran fazlasıyla indirgemeci bir yaklaşım olarak durmaktadır”diye yazıyor. Ona göre, “Marx’ın kapitalist devlet anlayışından sınıfsal egemenliğin aracı olduğuna ilişkin bölümü” çıkarıldığında, devlete ilişkin konuda geriye, ancak “‘ekonomik ilişkilerin içinde gerçekleştiği koordine edici bir çerçeve” kalacaktır.([4]) Sınıf kavramının toplum tarihini açıklamada yetersiz kaldığı iddiasındaki yazar,  “Çünkü –diyor- kolektif eylemde belirleyici yegâne baskın etken katılan bireylerin sınıfsal konumu değildir.” Ve şöyle devam ediyor: …Özellikle dikkat çeken nokta ise ‘Marx’ın sınıf ölçütü olarak mülkiyete haddinden fazla önem vermesi, gücü ise olduğundan önemsiz görmeye yönelmesidir.’ Marx’ın üretim araçlarının mülkiyeti dışındaki güç ilişkilerini olduğundan önemsiz görmesi onun analizlerinin kusurlu noktalarından biridir.”([5])

Marx ve teorisine karşı ileri sürülen “sınıf indirgemeciliği” ve “determinizm” ortak temalı bu “eleştiri”leri, yeri geldikçe ele alacağız. Ama önce, bu görüşlerin feyz aldığı “kökleri”ne-kaynağına bakmakta yarar var.

 

BİR ARA NOT YA DA BUGÜNÜ ÖNCELLEYEN SOYKÜTÜKSEL GÖRÜŞLER

Her şeyin bir “evveliyatı” bulunuyor; burada ele alacağımız görüşlerin de soykütüksel bir geçmişleri var: Eleştirel Teori”den Foucault’ya, kapitalizmin ‘vicdani ret’ci kurgusu ve devrim reddiyesi olarak da okunabilir bir geçmiş.

Thedor Adorno, Max Horkheimer ve Herbert Marcuse, Marksist teoride kültür-siyaset-ekonomi ve sınıf ilişkisinin doğru şekilde kurulmadığı ve eksik bırakıldığı iddiasındaydılar. Sömürü ilişkilerinin toplumsal yaşamın her alanına etkin sonuçlar doğurması, egemen sınıfın düşüncelerinin egemen düşünceler haline gelmesi, burjuva ideolojisinin ve kültürünün sinema, tiyatro, roman, şiir vb. edebiyat-sanat dalları üzerinden toplum yaşamına girmesi vb. “Frankfurt Okulu”nun teorisyenlerinin yazıp söylediklerini ilgi çekici kılıyordu. Onları Nietzscheci-Freudcu “aşkın” psikanalist teorinin Deleuze, Derida, Guattari, Lacan gibi tilmizleri tamamladılar. Freudcular, Nietzsche’nin ardı sıra yürüyen Foucault gibileri ve “devletin ideolojik aygıtları”na işaret ederek Marx’ı “tamamlama” iddiasıyla Marksizmi tahrif edenler, insanın üretici etkinliğini; bu etkinliğin ürünü toplumsal üretim ile üretim araçlarının kapitalist mülkiyeti arasındaki bağı, kültürel-ideolojik kategorilerle ilişkisini tersten kurarak, sınıf çelişkisi ve mücadelesini muğlaklaştırmakta birleşiyorlardı. Onlara göre Marksizm, toplumsal sorunları ve toplumlar tarihini “indirgemeci” bir yöntemle irdelemiş, doğru olmayan sübjektif sonuçlara varmıştı! Teorinin “yenilenmesi” adına, toplumsal sorunların ve tarihinin diyalektik materyalist yöntemle irdelenmesi ve kâr amaçlı kapitalist üretimde ekonomi-siyaset-ideoloji ve kültür alanları arasındaki ilişki ile bunların karşılıklı etkileşiminin “son kerte”de nasıl belirlendiğine dair Marksist açıklamaya itiraz edilirken, tarih düşünceye, ahlak ve kültüre ilişkin bir “form” olarak yazılıyor; iktidarın “söylem gücü”ne karşı bireysel muhalefetin teorisi yapılıyor; ideolojik ‘form’ ve “aygıtlar”a, “verili maddesel varlık” etiketi yapıştırılıyordu. Toplumsal sorunların sınıfların çelişkileri merkezli olarak irdelenmesi, özellikle işçi sınıfı söz konusu olduğunda, artık en önemli “ihtiyat” unsuruydu; kapitalizm aşılmasını önleyecek mekanizma ve olanaklara kavuşmuş, işçi sınıfı mücadelenin kolektif öznesi olmaktan “çıkmış”tı vb..

“Okul” teorisyenleri, kapitalist “refah” ile sınıf mücadelesinin üretimi darbelemeden sürdürülmesi arasında kurdukları bağ üzerinden bir toplumsal rasyonalizasyon modeli kurguladılar.  Bu kurgu, kapitalizm tarafından “manipüle edildikleri için” sömürülüp-ezilen kitlelerin yeni ve sömürüsüz bir toplum kavgasından geri durmalarını vazedip, kapitalizmin sınırları içindeki ‘düzenleyici bir karşı çıkış’la kendini avutmayı esas aldığı için, ‘vicdani rahatlama’dan öteye gidemezdi. Frankfurt Okulu teorisyenleri arasında sosyoloji ve politika alanındaki yazılarıyla dikkat çeken Herbert Marcuse, toplumun her türünün, her durumda egemenlik dayattığı ve dayatacağı gerekçesiyle, teorisini, toplumsal kategorilerin işlevini reddeden sonuçlara kadar genişletmişti. “Çağrı”sı “özgürlüğe yabancılaşmış” bireye idi. Kapitalizm, aşılmasına yönelik pratiklerin ortaya çıkmasını kitle manipülasyonuyla engellediği, sağladığı “ileri kazanımları”yla, bütünlüklü değiştirilmesi ve dönüştürülmesinin “rasyonel temelleri”ni yok ettiği için, artık aşılamazdı. Birey-”özne”ye düşen, içinde bulunduğu koşularda “alternatif yaşam tarzları” oluşturmak üzere, bireysel “özgürlüğe yabancılaşma” durumunu ret ederek, “özgür varoluşunu” kurmasıydı. Marcuse şöyle yazıyordu: “…. toplum, özü itibarıyla yeni bir tarihsel özne tarafından örgütlendiği, ayakta tutulduğu ve yeniden üretildiği ölçüde akılcı ve özgür olabilir. İleri sanayi toplumlarının bugünkü gelişim aşamasında, hem maddi, hem de kültürel çıkarlar, bu gereksinimi yadsır. Sistemin gücü ve performansı, ruhun gerçeğe, düşüncenin zorunlu davranışa, arzuların gerçekliğe tamamen uyarlanması, yeni bir öznenin oluşmasının önünde engel teşkil ederler. Aynı zamanda, üretim süreçleri üzerindeki egemen denetimin yerine ‘tabandan bir denetimin’ geçirilebileceği ve böylece nitel bir değişimin habercisi olabileceği düşüncesinin ortaya çıkmasının önünde de bir engeldirler. Bu düşünce, işçilerin var olan toplumun yadsınmasının canlı unsurları oldukları geçmişte de geçerliydi, bu topluma karşı bir itiraz oldukları günümüzde de geçerlidir. Ancak bu sınıfın egemen yaşam tarzının destekçisi haline geldiği durumda, denetimi ele geçirmesi sadece bu denetimin süresinin uzatılması anlamına gelir.”([6])

Üretimin ve tüketimin yaygınlaşmasıyla toplumu “tüketime endeksli bir temelde birleştir”diğini, ve kapitalizme, hakimiyeti altındaki sınıf ve kesimleri “yönlendirilen ve karşılanan ihtiyaçlar temelinde” kendine bağlama olanağı sağladığını vaazeden bu teorinin başlıca sorunu, kapitalizmi çelişkileriyle değil, “olanakları”yla;  sınıf mücadelesini de burjuvazi yararına tek yanlı ele almasıydı. Kapitalizmin ürettiği işsizlik, yoksulluk, açlık, savaş ve tüm bunlarla birlikte temel sorun olarak da sınıf çatışması önemsiz ve karşı hareket ettirici işlevi yok sayılıyordu. Kapitalizmin ve işçi sınıfı tarihinin çarpıtılmış bir görünümü veriliyor, devindirici-dönüştürücü olgusal etkenler yok gösteriliyor, pratiğe şaşı gözle bakılıyordu.  Marcuse’un “manipülasyon” gerekçeli “gerçekleşemezlik” teorisiyle Foucault’nun “söylemin gücü” kurgulaması aynı kökten filizlenen ‘akraba’ tezlerdi. Bütün “özne”ler; bütün “ben”ler, manipüle edilmiş, sistemle uyumlulaştırılmışlardı. Buna göre, bu durum, ancak; ideolojik aygıtların gücü, kitle iletişim araçlarının muazzam gelişmişliği, kapitalizmin evrensel ölçekli ve büyük ilerlemesi, yalnızca ve ancak bu durumun farkında olan ya da farkına varabilme olanaklarına sahip tek tek bireylerin reddedişine, direncine imkan tanıyabilmekteydi!

Marcuse kapitalizmin olanaklarına odaklanarak “aşılamazlığı” teorileştirirken, Foucault’ya göre, güç karşısında direniş ‘olanaklı’ ama her zaman “bozguna uğrayan” olarak ancak söz konusu olabilirdi. Foucaultcu görüşün önemli bir özelliği, “totalite”den uzak durma iddiasıyla, tikel-marijinal ve “anormal” özneden hareket etmesiydi. Ona göre, insanları “şekillendiren”, karşı söylem geliştirildiğinde dahi “aşılamayacak”, ancak “sarsılabilecek” olan “düşünceler, inanışlar, yargılar, değerler, semboller, kelimeler, harfler, kurumlar, normlar ve gelenekler”den oluşan ve “içerisinde birçok güç ilişkilerini bulunduran devasa ve yaşayan bir organizma” vardı! Foucault, “söylem”in gücü karşısındaki düşüncelerin de onun tarafından belirlendikleri iddiasındaydı. “Söylem”in “sırrı”na  ancak, “soybilim” yöntemiyle ve  her düşünce ve “norm” “yapısökümü”ne tabi tutularak, “marijinal” ve “öteki” olanlar dikkat merkezine çekilerek, varılabilirdi! Bundandır ki, o, sistemin “açıkları”nı “marijinal”-”ötekiler”in varlığında aradı. Bilimsel “total” düşünce sistemlerine karşı, “dağınık, aykırı, öznel bilgi”nin peşindeydi. İktidar merkezinden önce, “güce tabi olan özne”ye odaklanarak, “söyleme karşı çıkarken yeni bir söylem oluşturmama”yı salık veriyordu. “Söylemin gücü” önünde o denli eğilmişti ki, onun “ne içinde ne dışında” yer almamayı vaaz etti. Ona göre, insan(lar)ı kuşatan “söylem” bir tür “maddi gerçek” ölçüsünde belirleyicilik kazanmıştı; karşı çıkılamaz ve değiştirilemezdi. Yapılması gereken, çelişkilere dikkat çekmek, onları göstermek ve düzenlenmelerini etkileyebilmekti! Toplumsal gerçeklik maddi yaşamın üretimi ve yeniden üretiminde değil, “söyleme göre şekillenmiş” güç ilişkilerini doğalmış gibi gösteren “çok güçlü ve karmaşık semboller”deydi! Ve onlar, ancak  “yapıbozum” yöntemiyle anlaşılır kılınırlardı.

İktidarın, egemen sınıfın, kendi egemenliğini tesis etmek üzere geliştirdiği ve yaşamın tüm alanlarına yayma savaşımı içinde olduğu kurumlar, ilişkiler ve aygıtlar ağı olarak değil; “öznenin üzerinde mutlak hakimiyeti olan, sahiplenici, özneye yazılı emirler veren, onlara uyarsa mutlak iyiye ulaşacağına dair vaatleri olan somut bir görüntü” olarak değil,  “merkezilik ve sahiplenici yoğunlaşma yoluyla da değil; dağılmış yerelleşmiş mikro iktidar ağları yoluyla işlediğini”nin ileri sürülmesi; hasta ile doktoru arasında bir iktidar “tezahürü” keşfi, modern akılcılığın “hayatın tümünü kuşatan iktidar ilişkileri”nden sorumlu tutularak bire bir insan ilişkilerinin iktidar ilişkileri sayılması; “iktidar ile teba arasındaki ilişki”nin kaba güce dayanmayan bilgi ile şekillenen karşılıklı etkilemeye dayalı bir ilişki” olarak kurgulanması ve bunun “başkalarının üzerinde bir eylem”i değil,mümkün eylemler üzerinde işleyen bir eylemler kümesi” olarak ifade edilmesi; burjuva iktidarının meşrulaştırılmasıdır. Bu irdelemede, kapitalist üretim sistemine özgü “özneler arası ilişki”nin, üretim araçları sahipliğiyle ilişkisi ve bununla birlikte bu ilişkinin yarattığı zora ve “rıza”ya dayalı; sosyolojik, psikolojik, etik, hukuksal, inançsal vb. bağlantılı tüm ilişkiler baş aşağı çevrilmiştir. Buna göre, iktidar, tüm yaşam alanı ve pratiklerinin “gerçekleştiği”, “baskı altına almaktan çok”, şekil verilmeye çalışılan “özgür özneler”in karşılıklı “etkileştikleri” bir “alan”; özneleri eğitim vb. yoluyla zenginleştiren ve hatta “bedende” ve insan “ben”inde somutlanan bir “bioiktidar”dır! Bu iktidar, “kapitalizmin gelişmesinin vazgeçilmez bir ögesi”dir, ama “bedenlerin denetimli bir biçimde üretim aygıtına sokulması ve nüfus olaylarının ekonomik süreçlere göre ayarlanmasını, seçimler vb. yollarla içerilmesi”ni “belli gruplar ya da bireylerin tekelinde bir şey olarak düşünülmemesi gereken bir iktidardır! İnsanların bilgi, yetenek, deneyim vb. ile geliştirilmelerini ve böylece “yeniden şekillenmeleri”ni sağlayan, özneyi “canlı ve üretken” kılarak onu da iktidar tesisine katan bir iktidardır.

Bilgi ve normlara” dayanan bu “Bio-iktidar”, “ayrımcılık ve toplumsal hiyerarşi yaratma” gibi bir amaç gütmeyen; “özne”nin daha iyi ve daha fazla üretmek üzere “güçlendirilerek etkin kullanılması, örgütlenmesi ve denetlenmesi”ni kendine görev edinen; ve bunun için, onu hatta bilgi ve yetenekle donatan iktidardır! O baskı uygulamaz, norm yaratır ve normatif olarak işler! Normalizasyon toplumunu oluşturmayı ve negatif olmamayı esas alır! Foucault, işi, devlet iktidarının diğer iktidar biçimlerinden türediğini söylemeye kadar varmasak da, en azından bu iktidarlara dayandığı, devlet iktidarının var olmasını sağlayanın onlar olduğu söylenebilir demeye kadar vardırır ve İki cins arasında, yetişkinlerle çocuklar arasında, ailede, işyerlerinde, hastalarla sağlıklılar arasında, normallerle anormaller arasında var olan iktidar ilişkilerin”den söz ederek, sorunu bir kez daha bulandırmak üzere, tüm toplumsal kesimler ve bireyler arası ilişkilere genişletmeye yönelir. Foucault’nun iktidarı, “hakikatleri şiddet kullanmaksızın, söylem aracılığı ile dayatır, onu inşaa eder!” Foucault “bireyi temel bir çekirdek, ilkel bir atom, iktidarın etkisi altına aldığı ya da cezalandırdığı çoğul ve atıl bir şey olarak iktidarı da bireyleri böylece bastıran ya da parçalayan şey olarak düşünmemek gerekir diye ahkam keser. Sanki “yalnızca öyle olduğunu” söyleyen varmış gibi, iktidarın “yalnızca bastırmak, engel çıkarmak, cezalandırmak işlevlerine sahip olmadığından söz edip, iktidarın “özneler” tarafından nasıl da istenerek ve benimsenerek “içselleştiridiğini” anlatır. İktidar sorununun bu ele alınışında, iktidara karşı “öznelerin direnişi”, bir söz olarak kalmaktan öteye geçmez ve bir aldatmacaya dönüşür. Onun “Panoptik” kavramıyla ifade ederek öne çıkardığı “güç” ise, ‘modern toplum düzeni’(kapitalizm)in “denetim ilişikleri” içindeki güçtür. Bu “güç”ün uygulanışıyla,  toplum, “bir hapishane içi gibi” denetime alındığından, herkes sürekli ve her yönden gözetlendiği düşüncesiyle belirlenen disipline uyacak, işçi kendine dayatılan çalışma koşulları ve sistemine boyun eğecek; kontrol altına alınmış tüm toplum sindirilmiş olmayı kabullenecek, her an her yandan gözetlenme korkusu içselleştirildiğinden herhanği bir değiştirici eylemden uzak duracaktır! “Özne”ye düşen, bu denetim içinde kendini “özne olarak yeniden kurmak”(!); böylece “ahlaki özne” haline gelmektir. ([7])

Bu teori, kapitalizmin değiştirilemezliği teorisiydi. Kaderci-nihilist ve karamsar olması bir yana, teorisyeni, düşüncelerinin “mayın tarlası işlevi görmesi”nden söz etmiş olmasına rağmen, mayın temizleyici, burjuvaziyi ve onun güç ilişkileriyle ideolojik etkisini aşılamaz, hatta gücünün sınırları tasavvur dahi edilemez gösteren gerici bir teoriydi. Foucault ve Marcuse, kapitalizmi aşılamaz göstermekte birleşmişlerdi. Sadece Nietzsche’yi izleyen Foucault değil, Adorno-Horkheimer ve Marcuse’un “eleştirel teori”sinde de, tarihselliği içinde gerçekliğin değişimi düşüncesi, var olan sistemin eleştirisi bu sistemin değiştirilmesi sonucu çıkarılamayacak şekilde; var olanın zemininde kalma yönünde irdelenmiş ve bu yönde sonuçlar çıkarılmıştı. “Eleştirel Teori”nin kuramcıları daha ilk adımda, “gerçekliğin iyileştirilmesi”nden söz ederek, sınırlarını ‘kurulu gerçeklik’ içinde belirlemişlerdi. Faşizme karşı mücadele zaferle sonuçlanmasına, antifaşist mücadelenin ürünü olarak siyasal hakların kullanımı alanında demokratik ilerleme sağlanmasına karşın, faşist saldırganlık ve dünya savaşının yarattığı yıkım ve çöküntü Avrupa ve ABD’yi sarmıştı ve Frankfurt Okulu teorisyenlerinin “düşünce dünyası”nda bunun etkileri, süreç içinde netlik kazanmak üzere, sistem eleştirisinin sistem içi sınırlarda kalacak şekilde yapılmasına yol açtı. Oysa, sınıfların mücadelesini ve “kendini yenileyerek sürdüren” kapitalizmin tüm o değiştirilemez gibi görünen “düzen”inin, gerçekte için için kaynamakta olan ve tüm etkin güçlerinin birbirleriyle savaş halinde oldukları “kaotik” bir sistem olduğunu; aynı nedenle de yerini başka bir topluma-sisteme bırakmaya mahkûm bulunduğunu göremeyen bir teorinin bilimsel olma iddiası havada kalırdı. Marcuse, Adorno ve Foucault ve bunları izleyen diğerlerinin kapitalizmin “aşılamazlığı” üzerine söylemlerinin aksine, kapitalist üretim sistemi ve kapitalist işbölümü, makinenin teknik yetkinleşmesi, bilimsel teknik gelişmeler ve yeni sektörlerin ortaya çıkmasıyla birlikte daha da dallanıp budaklanırken, insanı, olanaklı tüm gelişiminden yoksun kılarak belirli-kısmi ve sınırlı edimlere adapte olmuş duruma getiren koşulların daha da ağırlaşmış olması, ona boyun eğmeye değil, insanın olanaklı her yönlü gelişiminin koşullarını sağlayacak gerçekten rasyonel bir toplumsal düzene duyulan gereksinimin daha da artmış olduğuna işaret ediyordu. Kapitalizmi, “kitlesel tüketim olanağı” ve burjuva ideolojisinin-“devletin ideolojik aygıtlarının” artan toplumsal etkisi nedeniyle aşılamaz gösteren teoriler ise, sadece kapitalizmi tarih dışı bir süregenlik olarak göstermekle kalmıyor, ideolojik kategorileri de, onlar bir kez  oluştuktan ve hakim hale geldikten sonra aşılamaz gösteriyorlardı. Bu, onların, sorunu böyle ifade edip etmemelerinden bağımsız olarak, insanın maddi gerçeği, toplumsal ilişkileri ve eylemini ele alış tarzlarının bir tür sonucuydu. Kitlelere hakim düşüncelerin maddi ilişkilerden bağımsız görünümüyle birlikte işçiyle kapitalist arasındaki ilişkinin ters yüz gösterilmesi bunlar için bir dayanak oluşturuluyordu. İlişkinin bu baş aşağı konuluşunda, işçi, kapitalist olmaksızın iş bulup çalışamazdı. Gerçekte ise buna yol açan, üretim araçlarının kapitalist mülkiyette oluşuydu. Bu ilişkiyi açığa çıkarmayan bir teorinin toplumsal yaşamla ilişkisi, onun çelişkilerinin örtüsü olmaktan ileri gidemezdi. Gerçekte yaşanan, emekgücünü kapitaliste satarak ya da kiralayarak ona, onun başta sahip olmadığı ve bu emek gücü olmaksızın asla sahip olamayacağı bir artı değer sağlayarak, sermaye ve mülk edinmesini sağlayan; onun mülk sahipliğinde kendi mülksüzlüğünü; zenginliğinde kendi yoksulluğunu üreten; böylece kendinin işçi, işsiz, yoksul ve yoksun duruma gelmesini sağlayan, içinde tutulduğu koşullar nedeniyle işçinin kendiydi çünkü. İlişkinin doğru konması halinde, işçinin yaşamı, “çalışırsan kazanırsın” anlayışına, tersten verilmiş bir yanıt oluşturuyordu. İşçi çalıştıkça kendi yoksulluğunu yarattığı gibi, yarattığı-ürettiği metaların karşısında, bu üretici eylemin öznesi olmaktan çıkarak onların baskısı altındaki bir nesneye dönüşür. Bizzat ürettiğini tüketebilmesi için, kendi emeğinin ürününe, “değişim değeri” olarak ödemede bulunması gerekir. İşçiyi, bu durumundan kurtuluş için ayağa kaldıran da bu durumunun bilinciyle birleşmesidir. İşçi ve emekçileri, hakim sınıfın düşünceleri tarafından ‘manüple edilme’ye götüren toplumsal maddi koşulların değiştirilmesi; üretim araçlarının kapitalist mülk karakterine son verilip onları kolektif üretim aracı ve toplumsal mülk haline getirilmesi, “bilincin tersyüz edilmişliği”ni de değiştirecektir. Manipülasyon parçalanacak, hakim düşüncelerin boğucu atmosferi yırtılarak, emekçiler kendilerinin çıkarları yönünde ayağa kalkacaklardır. Bu ise, teoriyle silahlanmış pratiğin işidir. İnsan çünkü, ancak toplum, kendi dışındaki zorunluluklardan üretilmiş dayatmalardan kurtulup kendini özgürce geliştirebileceği koşullara sahip olduğunda, gerçekten özgür olabilecektir. İnsan öznesinin üretken etkinliğinin anlamı, dünyanın ve nesnelerin edilgen kölesi olmasında değil, ona etkin biçimde müdahale ederek değiştirmeye yönelmesindedir. İnsan, sadece kendisini kuşatan nesneler dünyasını gözleyerek, onun gerçekliğinin bilgisine ererek değil, içinde bulunduğu ve bir öğesi olarak hareket ettiği ilişkileri değiştirerek ilerleyebilmiştir. Mevcut ve egemen toplumsal gerçekliğin temel özelliği, emek güçlerini satarak ancak yaşam olanağı bulabilen bir sınıf (işçi sınıfı) ile, onun, belli bir ‘asgari’ karşılığında ve emek harcayarak ürettiği değerin bir bölümüne el koyarak hem yaşamını sürdüren hem de sermaye-ve servet edinen sınıf (burjuvazi) arasındaki uzlaşmaz çelişkiye dayanması, bu çelişkiyi durmaksızın üretmesidir. ‘Gerçek daha iyi bir gelecek’ bu çelişkinin düzenlenmesini değil, onu var eden ilişki tarzının değiştirilmesini, çelişkinin çözümünü gerektirmektedir.

Marx kendi zamanında, felsefecileri dünyayı değiştirmek için değil yorumlamakla sınırlı ele aldıkları için eleştirmişti. Herbert Marcuse, ondan yüzyıldan fazla bir zaman sonra, “Mevcut bir durumun değiştirilmesi felsefenin meselesi değildir” diyebildi ve Horkheimer ve Adorno ile birlikte, var olanın eleştirisiyle yetinmeyi vaz’etti. Foucault, direnişe evet, ama “yeni toplumsal tahayyül”e hayır diye onları hem izledi hem de yinelemiş oldu. Teorilerinin ana karakteri kapitalizmin çelişkilerini ve sınıf çatışmasının “netliği”ni bulanıklaştırıp dikkatleri ikincil, hatta daha da türevsel kategorilere çekerek işçi sınıfının devrimci mücadelesini gözden düşürmekti. Marcuse, Adorno ve Horkheimer’in görüşleri, “Frankfurt Okulu”nun bu ünlü teorisyenlerinin savaşa, doğanın tahrip edilmesine ve kültürel çöküşe karşı çıkışlarıyla tanınmış olmaları sonucu, ikinci büyük savaşın yol açtığı büyük yıkımın sonuçlarının yaşandığı koşullarda değil yalnızca, sonrasında da etkili olabildi. Bu görüşler, 68 sonrası dönemde Avrupa ve ABD’de yayılan bireyci “yaşamını kurma”cı akımının güçlenmesinde rol oynadıkları gibi, “küresel kapitalizmin kendini yenileyerek sürdürme olanaklarına sahip olduğu” üzerine güncel sol liberal ve burjuva görüşlerin “doğumu”na, “devredilmiş deneyim” olarak da hizmet ettiler. Kapitalist direnci ve “Özne”nin kapitalist manipülasyonunu, kapitalizmin tasfiyesinin “mümkünsüzlüğü”ne gerekçe gösteren teori, işçi sınıfının tarihsel rolünün artık olamayacağını ilan ederken, kapitalizmin ve işçi sınıfının “küresel kapitalizm koşulları”nda nitelik değişimine uğrayarak “büyük anlatı”ları geçersizleştirdiği iddiasıyla ortaya çıkan “post yapısalcı”-”postmodern” teorilerin de önceli oldu. Bu teorilerin “sol” versiyonları ise, yine değişimin gerçekliği ve engellenemezliği gibi genel bir olguya sığınarak, toplumsal sorunlara “daha geniş ufuktan bakma gereksinmesi” vaazı eşliğinde günümüz yazar, sosyolog ve iktisatçılarının önemli bir kesiminin sınıf inkârcı tezlerinde, yol gösterici işlev gördüler.([8])

1960’lı yılların Avrupasında, Marksizm kökeninden gelip sisteme bir biçimde entegre olmuş ideologların kaleminden, “artan üretimin, toplumsal refahı kitlelere yaygın şekilde sağlaması, kol işçiliğinin öneminin azalması, ‘çoğulcu‘ bir demokrasinin güçlenmesi ve yerleşikliği” üzerine döşenilen makaleler, bizde 90 sonrasının ‘uygun iklimi’nde “kapitalist değişim ve teorik yenilenme ihtiyacı” gibi masum bir gerekçelendirmeyle furya halinde yayıma konarken, buradan işçi sınıfının, kapitalizmi tasfiyeye yetkin devrimci değiştirici niteliğinin “artık ileri sürülemeyeceği” sonucuna varıldı. Adorno, Horkheimer, Marcuse’nin yanı sıra, Althusser, Foucault, Derida, Lacan ve Deleuze gibileri, özellikle “akademik araştırma”nın konusu olarak Türkiye topraklarına taşındılar. Onların, mevcut düzenin yeniden üretilmesi sınırları içinde kalan teorik birikimi rehber edinilerek, Marx ve teorisinin “eskidiği”, “küresel dünyanın yeni olgularını açıklamada yetersiz kaldığı”; “sınıf perspektifli teorilerin günün gerçekliğini açıklayamayacağı” vb ileri sürüldü; “varoluşçu”-”nihilist”, “bilinemezci”, “postyapısalcı” etiketleri taşıyan ve ortak paydaları Marx eleştirisi olan tezler ortalığı kapladı. Şimdi, şu ya da bu “sol”-liberal ya da “Marksist” etiketli dergide değil sadece, “Akademia”nın “sol” ve liberal, ve muhafazakâar sosyolog ve iktisatçılarının küçümsenemez bir kesiminin kaleminden de bunları yeniden okuyoruz. ([9])

EKONOMİ-POLİTİKA İLİŞKİSİ; “İNDİRGEMECİLİK” ÜZERİNE GÜNCEL LİBERAL SÖYLEM

Maddi üretim ilişkileri ve toplumsal koşullar ile insan eylemi arasındaki ilişkinin idealist, ‘varoluşçu’ ya da Freudçu psikanalizist yorumlarına tekabül eden görüşlerin ‘soy kütüğü’ne yukarıda işaret edildi. Tarihin ve toplumsal yaşamın neden-sonuç ilişkileri dolayımında, zıtların birliği ve mücadelesinin kaçınılmazlaştırdığı değişim ve hareketin dinamiğiyle; sınıfsal kategorilerin ve sınıf mücadelelerinin maddi yaşamın üretimi ve yeniden üretimiyle bağı içinde açıklanması; tarihsel olayların devindirici gücünün ekonomik gelişme ile bağlantılandırılması, Freudçu-Foucaultcu ve post yapısalcı yazarlar tarafından  “indirgemeci-nedenselci ve nesnelci” bir tür “doğmatizm” ifadesi olarak gösterilmektedir. Ç. Kızıl ve F. Ergut, bu “tehdit”(!)e karşı okuru donanımlı kılmak için “ereksel determinizm” ve “sınıf indirgemeciliği”ne karşı siyasal-kültürel kategorilerin “günümüzdeki önemi”ne işaret ederek, “ sol”a, özellikle de adını “yeni sol” olarak belirledikleri “sol”a, zorunluluk, kaçınılmazlık, nedensellik, sınıfsallık gibi kategorilerin “işlevsiz kalacakları” düşünsel-ideolojik kültürel “iyi”nin eseri “müzakereci”; “açık, katılımcı, çoğulcu, kapsayıcı ve güler yüzlü” bir siyaset öneriyorlar. Toplumsal sorunların üretim ve sınıf ilişkileri merkezli olarak, ve kapitalizmin çelişkilerinin sergilenmesi üzerinden irdelenmesini; bu materyalist tarih diyalektiğinin yöntem edinilmesini Marksizm’in “sınırları” ve “çözümsüzlüğü”ne(!)  sebep gösteren Akademisyen Fulya Karaismailoğlu ise, bu ilk iki yazarı, “tarafsız bölge”den, ama elbette tarafı açık-seçik anlaşılır şekilde tamamlıyor. ([10])

Marksizm’e  “ekonomik indirgemecilik” suçlaması, madde-düşünce; ekonomi-politika; maddi üretim-sınıf ve-ideoloji ilişkisinin idealist-irrasyonel yorumundan kaynaklanır. Marx’ın o hem çok bilinen hem de “indirgemeciliği”nin en önemli kanıtı olarak gösterilip istismar edilen belirlemesi şöyledir: “Gelişmelerinin belirli bir aşamasında, toplumun maddi üretici güçleri, o zamana kadar içinde hareket ettikleri mevcut üretim ilişkilerine ya da, bunların hukukî ifadesinden başka bir şey olmayan, mülkiyet ilişkilerine ters düşerler. O zaman bir toplumsal devrim çağı başlar. İktisadi temeldeki değişme, kocaman üst yapıyı, büyük ya da az bir hızla altüst eder. Bu gibi altüst oluşların incelenmesinde, daima, iktisadi üretim koşullarının maddî altüst oluşu ile … hukukî, siyasal, dinî, artistik ya da felsefî biçimleri, kısaca, insanların bu çatışmanın bilincine vardıkları ve onu sonuna kadar götürdükleri ideolojik şekilleri ayırt etmek gerekir. Nasıl ki, bir kimse hakkında, kendisi için taşıdığı fikre dayanılarak bir hüküm verilemezse, böyle bir altüst oluş dönemi hakkında da, bu dönemin kendi kendini değerlendirmesi gözönünde tutularak, bir hükme varılamaz; tam tersine, bu değerlendirmeleri maddi hayatın çelişkileriyle, toplumsal üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki çatışmayla açıklamak gerekir”(Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’ya önsöz‘den)

Marx, bu “sonuç”a, ilişkinin bu tarihsel, diyalektik ve materyalist kuruluşuna, insanın yaşam gereçlerini üretmeye başlamasının onu hayvanlar aleminden ayırmasıyla içine girdiği sürecin tüm tarihsel seyrini irdeleyerek varır. Kızıl’ın görüşünü güçlendirmek için Laclau’dan aktardığı, “eğer ekonomi son kertede her toplum tipi için salt belirleyici ise, ekonomi, herhangi bir toplum tipinden bagımsız değerlendirilmeli ve ekonominin varoluş koşulları herhangi bir somut toplumsal ilişkinin dışında tanımlanmalı” şeklindeki ele alış, ekonominin toplumsal ilişkilere “dışsal” bir kategori olarak gösterildiğini ima eden bir çarpıtma ve sözcük oyunundan ibarettir. Bir ilişkilendirmede ‘sonal belirleyici’den söz edilmiş olması o ilişkilendirmeyi yanlışlayıp gereksizleştiren neden değil, aksine, ilişkilendirmenin mantığı açısından gerekli olandır. Laclau’nun, “son kerte” ve “salt” sözcüklerini, iddiasını kuvvetlendirmek amacıyla bir araya getirme hilesine başvururken, unuttuğu(!), insanın yaşam gereçlerini sağlamak üzere giriştiği üretici etkinliği ile bu etkinliğin, üretici güçlerin ve üretim araçlarının gelişme düzeyi ile de bağlı olarak üretimin tarzına göre göstereceği değişikliktir. Bu ikisi bir ve aynı şey degillerdir ve ekonominin “herhangi bir somut toplumsal ilişkinin dışında tanımlanma”sı şeklindeki meydan okuma da, yalnızca toplamı binlerce sayfa tutan Marksist analiz karşısındaki siyasal-ideolojik miyopluğun yanı sıra, ekonominin ‘toplumsal ilişki’ karakterinin anlaşılamadığı/görülemediğini de gösterir. Ekonomi-politika ilişkileri bire bir ve her koşulda belirleyen-belirlenen şeklinde tek yanlı etkileşmezler ve sömürülenlerin sömürenlere karşı mücadelesinde,  üretim sürecindeki konumlarıyla onun dolayımındaki ilişkilerinin şekillendirdiği düşünce, alışkanlık, önyargı ve inançlar, tümü bir arada rol oynarlar. Önceki kuşaklardan “miras” edinilen ve bir bölümü kapitalizm öncesi toplumsal ilişkilerin ürünü olan ideolojik ‘form’lar, hukuki, dinsel, siyasal, felsefi, kültürel etki, oluşum ve kategorilerle içinde yaşanılan toplumsal koşullarda ve üretim ilişkileri içinde oluşturulmuş yenileri, etkinlikleri ve eylemleri üzerinde, çıkarlarına uygun ya da değil, etkili olurlar.  “Herkesin eşit olduğu”; “tüm varlıkların yüce bir gücün eseri olarak, oldukları haliyle yaratıldıkları” anlayışı gibi, ya da sinema, tiyatro, gazete-televizyon gibi iletişim araçlarıyla sanat eserlerinin ‘empoze ettikleri‘ anlayışlar, toplumsal iktisadi ilişkiler içindeki insan eylemi ve tutumunun etkenleri arasına katılırlar. Çünkü insan her ne yaparsa, önce beyninde onun düşüncesini oluşturarak, (ediminin düşüncesi beyninde oluşmuş olarak), yapar. İnsan etkinliğinin, onun üretici eyleminin ve ne türden olursa olsun mücadelesinin buna uygun düşen bir bilinci vardır. Ne ki, tinsel olanları dahil tüm önyargı ve düşünsel yönelişlerin ilk hareket ettirici etkeni, söz uygunsa doğum yeri, maddi yaşamın üretimi alanı; ekonomik ilişkiler alanıdır. Maddi üretim araçlarını ellerinde tutanlar, devlet olarak egemen konumda olanlar, yarattıkları ideolojik formlar ve onları etkin kılma araç ve aygıtlarıyla toplumsal yaşam ve ilişkileri etkileyip yönlendirmeye çalışırlar. Egemen hale getirdikleri/egemen hale gelen onların çıkarlarının ifadesi olan düşüncelerdir. Bürokratik “özerk” aygıtın meslekten politikacıları, kamu hukuku kuramcıları, özel hukukçuları, “gerçekte, ekonomik olaylarla olan bağlantıyı hileyle örtbas ederler.” Buna rağmen, “her özel durumda, ekonomik olgular, yasa biçiminde onaylanmak için hukuksal konular biçimini almak zorunda olduklarından, ve aynı zamanda, daha önceden yürürlükte olan bütün hukuk sistemini hesaba katmak gerektiğinden, hukuksal biçim her şey olmak, ekonomik içerik ise hiçbir şey olmamak durumundadır.” İlişkinin yanıltıcı görünümüdür bu aynı zamanda. Hukuksal belirlemelerde bulunduğunu düşünen yargıç, ekonomik çıkarların yönlendirdiği, bu çıkarların dayandığı sınıf güçleri arasındaki mücadelenin seyri tarafından şekillenişleri etkilenen yasalar çerçevesinde karar vermek-hukuku işletmek- zorundadır. Hukuksal işleyiş ise, ekonomik ilişkileri, aile ve miras hukukunda daha açık görüldüğü üzere, mülkün dağılımındaki rolüyle vb.  etkiler.
Marksizmi “ekonomik indirgemecilik” ile suçlayanların anlayamadıkları, toplumsal gelişmenin ve toplumlar tarihinin diyalektiğidir. Marx, toplumsal üretim sürecini “gizemli bir hale getiren” sermaye-kâr, toprak-rant, emek-ücret ilişkilerini açığa çıkarmakla, ekonomik kategorileri ve onların ilişkisini sergilemekle kalmadı, ideolojik anlam ve işlevlerini de ortaya koydu. Sermayenin kâr, toprağın rant getirdiği, emeğin karşılığını ücrette bulduğu şeklindeki yanıltıcı görünümün temelindeki artı değer gerçeğini; dolaşıma giren ürünün emek ürünü olduğunu; emeğin karşılığının ücrette somutlaşmayıp, karşılığı ödenmemiş bölümünün kapitaliste, onun kullanımı ve sermaye edinmesini sağlayan artıdeğer olarak gittiğini gizleyen örtüyü kaldırdı. İndirgemecilik suçlaması, ekonomi-politika ilişkilerinin tersyüz görünümünü veri almıştır. Bu görünümü esas alan görüşlerin sorunu, politik-ideolojik hukuksal kategorilerin maddi yaşamın üretimi süreçlerinin ürünü olup, ekonomik-maddi temel üzerinde yükseldiklerini gizleyerek bu kategorilere bir tür bağımsız statü atfederken, onların üzerinde yükseldikleri temele etkilerini de abartmalarıdır.

Oysa gerçekte ideolojik kategorilerin oluşumuna “döl yatağı” olan; insanın maddi etkinliği, maddi yaşamın üretimidir. Bu, ideolojik kategorilerin son kertede ekonomik temel tarafından belirlenmelerinin nedeni olup, ideolojik kategoriler de tersinden, maddi temel üzerinde, esası oluşturmamakla birlikte değiştirici-hız katıcı ya da yavaşlatıcı etkide bulunurlar. Maddi hayatın üretimi süreçlerinin ürünü olarak ortaya çıkıp şekillenen ideolojik formlar insanın kendi yaşam koşulları ve pratiği içinde edindikleriyle birlikte önceki kuşaklardan devraldıklarıyla biçimlendirdiği düşünceler ve tasarımlar olduğundan, koşullardaki ve ilişkilerdeki değişim, düşünce ve tasarımların değişimine de yol açar. Usa aykırı metafizik-mistik önyargı ve düşünceler dahil tüm ‘fikirsel kategoriler‘ insanın doğa ve toplum koşullarının ürünleri olup, kaynağını da doğa, ve insanın yaşam koşulları ve deneyiminde bulurlar. Bu,  maddi yaşamın üretiminin araçlarına egemen olanların, ‘düşünce dünyası’na da egemen olmalarını sağlayan temel etkendir. Teorinin kitleleri sarması durumunda “maddi bir güç” haline gelmesini sağlayan, onun insanın kendi somut-maddi gerçekliğiyle uygunluğu durumunda kazandığı etki gücüdür. ([11]) İnsanı harekete geçiren ne varsa zorunlu olarak beyninden geçer, yani insanı eyleme geçiren ya da bir tutuma yönelten düşüncenin beynin ürünü olması, bir iradenin bir istencin ortaya konmasına denk gelmesine rağmen, o ilkin, duyularla algılanan maddi nesnelerin bilgisiyle ve içinde hareket edilen koşulların etkisiyle bağlantılıdır. Belirli bir tarza göre üretici etkinlikte bulunan insan bireyleri, aralarındaki siyasal ve toplumsal ilişkileri, bu belirli üretim tarzlarına bağlı olarak gerçekleştirmektedirler. Böylece, belirli verili koşullar içinde maddi üretimi, öyleyse yaşam tarzlarının üretimini gerçekleştiren somut nesnel bireyler ve onlardan oluşan sınıfların bu yaşam ve üretim süreçlerinin ürünü olarak onların ilişkilerini düzenleyen toplumsal yapı ve devletler oluşmaktadırlar. Yani, insanlar maddi üretimlerini-yaşamlarını sürdürme gereçlerini; ve böylece karşılıklı ilişkilerini oluştururlarken, bununla birlikte ahlaki, düşünsel, siyasal, dini vb tüm ideolojik biçimlenmeleri de oluştururlar. Bundandır ki bilinci belirleyen sonal olarak maddi yaşam pratiği, toplumsal yaşam ve ilişkiler bütünüdür. Birey, dış etkilere açık, onlar tarafından etkilenen bir varlık olup, düşüncesinin oluşmasında ve değişiminde bu oluşum ve ilişkiler rol oynarlar. Bilincinin, “kendinin bilinci” olup, “kendisi için bilinç” olmaması, bu maddi ilişkiler içinde, üretim ilişkilerinin tarzı tarafından belirlenen ve baş aşağı çevrilerek bireyi -burada işçiyi- yanlış bilince sevk eden maddi gerçeğin bu çelişkili durumudur. İdeolojik kategorilerin insan ilişkilerinin ve insanın üretici etkiliğinin sürece bağlı gelişimi ve değişiminin ürünü olmaları, onların, sınıfsal karakterli oluşlarının ve değişimlerinin de temel etkenidir.([12])

Akademisyen Karaismailoğlu, Marx‘ın toplum irdelemesini sınıf indirgemeci bir darlık olarak niteliyor. Ona göre, “sınıf kavramı tarih boyunca farklı üretim ilişkileri içindeki toplumları açıklamakta yetersiz kalmaktadır.” “Çünkü”, diyor yazar, “kollektif eylemde belirleyici yegâne baskın etken katılan bireylerin sınıfsal konumu değildir.” Ve devam ediyor: “…Özellikle dikkat çeken nokta ise ‘Marx’ın sınıf ölçütü olarak mülkiyete haddinden fazla önem vermesi, gücü ise olduğundan önemsiz görmeye yönelmesidir.’ Marx’ın, üretim araçlarının mülkiyeti dışındaki güç ilişkilerini olduğundan önemsiz görmesi onun analizlerinin kusurlu noktalarından biridir.”([13])

Bu iddianın birinci sorunu, toplumsal tarihin sınıf kavramı merkezli, “sınıf ölçütüyle” ve sınıf mücadeleleri temelinde açıklanmasının bir “tercih” işi olmadığını; insanın üretici etkinliğinin tarihsel gelişimi ve şekillenişine bağlı olarak üretim tarzıyla üretici güçlerin ilişkisi tarafından belirlendiğini; bu ilişkiden çıkarıldığını göz ardı etmesidir. Bu iddia diğer yandan, toplumların, mülkiyetle ilişkileri içinde şekillenen sınıf “ölçütü”yle bağlı olmayan hangi tür “baskın etken” merkezli açıklanabileceğine açıklık getirmemektedir. Akademisyen yazar, “yegâne baskın etken”in sınıfsal olmadığını ve Marx’ın, mülkiyete “haddinden fazla önem” verdiğini düşündüğüne göre, mülkiyet dışındaki o baskın etkenin geleneksel ahlaki, dini vs anlayışlar ya da duygu, istenç, erek vs, her ne ise, -sınıfsal aidiyet mutlak koşul olmasa da esas etken olmaktan çıkmaz- bunların, bireylerin içinde bulundukları koşullar ve ilişkilerin dışında, bu ilişkilerin üzerinde şekillendikleri maddi yaşamın üretimi dışındaki bir kaynaktan mı gelip gelmediğini yanıtlamalıydı! Yazar bu soruna doğrudan yanıt vermez, ama biz devam edelim: ilkin, tarihte, tek tek bireylerin, dahili bulundukları sınıfların çıkarlarının zıttına, bu sınıf(lar) tarafından baskılanan, sömürülen sınıf ve kesimler yanında; ya da tersinden kendileri ezilen ve sömürülen sınıfların saflarından doğup gelmiş olmalarına karşın sınıflarının aleyhine ve onların düşmanı durumundakilerin safında yer tutarak onların sistemine eklemlenmeleri mümkündür ve bunun çok sayıda örneği gösterilebilir. Yani sınıf aidiyeti tek tek bireyler bazında mutlak değişmez, geçmişten geleceğe süregen olmayabilmektedir. Ancak böylesi tekil ve “özgül” hallerden yalnızca istisnalar düzeyinde söz edilebilir. Karaismailoğlu, güç ilişkilerinin tarih boyunca oluşumunun koşullarıyla, koşullara bağlı değişiminin tarihini göz önüne getirmediği gibi, insanın üretici etkinliğinin, yaşamının maddi gereçlerininin üretimi olduğu gerçeğini de atlamıştır. “Güç” ile mülkiyet; üretim tarzı ve ilişkileriyle insan eylemi ve düşüncesi arasındaki bağ atlanmış; “özerk” gibi görünen güç kurumsallaşmalarının mülkiyet ilişkilerinin şekillenmesindeki rolleri ve sınıf çatışmaları içindeki konumlarının üzerinde yükseldikleri üretim tarzı ve iktisadi temele bağımlı oluşu, gözardı edilmiştir.

Kapitalist toplumda sınıflar arasındaki ilişkinin “iki yönlü”, “dolaylı” olup “birebir gerçekleşmediği”nden bahisle, ilişkinin bu karakterinin “toplumsal çatışma yaratması önünde engel” olduğunu ileri süren Karaismailoğlu, Marx’ı, onun tarafından asla baş vurulmayan basit bir mantık yürütmeyle yorumlayarak sınıf ilişkilerinin dolaylı-dolaysız ilişkiler tezahürünü; ilişkinin, öyleyse çelişkinin de belirli koşullarda edilgen-tali olan yanının, bir başka durumda etken konuma gelmesi; dolaylı ilişkinin dolaysız-doğrudan hale dönüşmesi olanaksız olmadığı şeklindeki hareket “tezahürü” yasasını görmezden geliyor ve işçi sınıfı ve burjuvazi (emek-sermaye) söz konusu olduğunda, çelişkinin dolaylı unsurları içermekle birlikte esas olarak dolaysız-açık ve uzlaşmaz oluşunu gözardı ediyor. Binlerce sayfalık Kapital ciltlerinde bu ilişkinin, ayrıntılarıyla ve sürecin tüm boyutları, özellikleri ve bağlantılı unsurları irdelenerek açıklanmış olmasını ve Marx’ın büyük teorik hazinesinin aydınlattığı bu ilişkinin teorik konuluşunu bir an için saklı tutarak, pratik bir örnek üzerinden söylersek, işçi ile kapitalist arasındaki “özgür” ilişkinin özelliği, işçinin kendi işgücünü belli bir ücret karşılığı ve belirli bir süre için para sahibi kapitaliste satması, karşılığında da ürettiği metanın değerinden bir kısmını ücret olarak almasıdır. İşçinin ürettiği metada gerçekleşen değerin diğer bölümü ise patronun ‘hanesi’ne; onun geçimi için harcamalarına ve sermaye olarak kullanımı/değerlendirmesi için gitmiştir. Bir yanda birebir-somut ilişki vardır; öte yandan ‘emek-sermaye‘ bazında alındığında soyut bir ilişki. Karaismailoğlu ilişkinin bu ikili özelliğini, ilişkinin “dolaylı”lığını çatışma engeli göstererek,  kapitalizm yararına yorumluyor. Oysa, bu ilişkinin dolaylı yanı, karşıtların uzlaşmazlığını örtme işlevi görse bile, işçi, genelde sömürüldüğünün farkındadır ve kendisini sömürenin kendi patronu kapitalist olduğuna dair-tekil örnekler üzerinden de olsa bilgi sahibidir. Çatışma, bütün engelleyici etkenlere karşın, -”yukarıdakiler aşağıdakilere” karşı, evet güç kullanırlar- önünde sonunda kaçınılmazdır ve işçi, talepleri için hareketinde sermaye sahibiyle karşı karşıya geldiğini, geleceğini, sadece ‘birey’inin öz pratiğinde değil sınıf kardeşlerinin-kendisiyle aynı iktisadi ilişkiler içinde olanların pratiğinde de tecrübe eder.

Çağhan Kızıl, Karaismailoğlu’nun gerekçelendirmelerinin gerekçesi olarak da alınabilecek nitelemeleri yan yana getirerek ve benzer noktalardan hareketle Marksizm’i, “ereksel determinizm”-”nedensellik”-”belirlemecilik” ve dogmatizm vb. gibi, “bütünsel” suçlamaların hedefine koyuyor. Bu suçlamaları ele almadan önce, suçlamanın düzeysizliğini de göstermek üzere,  konu üzerine Engels’in söylediklerinden kısa bir aktarma yapalım. “Bütün önemli tarihsel olayların büyük devindirici gücünü ve ilk nedenini toplumun ekonomik gelişmesinde, üretim ve değişim tarzlarının dönüşümünde, bunun sonucu olarak toplumun sınıflara bölünmesinde, ve bu sınıfların birbirleriyle savaşımlarında arayan tarih anlayışını adlandırmak için, tarihsel materyalizm sözünü, başka birçok dilde yaptığım gibi, İngilizcede de kullanırsam, Britanyalı ‘saygınlığını’ incitmeyeceğimi umarım.” diye yazmıştı Engels, Ütopik Sosyalizm ve Bilimsel Sosyalizm, Giriş, 1892 İngilizce Baskıya Önsöz’de. Joseph Bloch’a yazdığı 21 Eylül 1890 tarihli mektubunda ise Engels; “Materyalist tarih anlayışına göre tarihte belirleyici etken son kertede gerçek yaşamın üretimi ve yeniden üretimidir. Marx da ben de bundan daha çoğunu hiçbir zaman ileri sürmedik: Bundan ötürü, herhangi bir kimse ekonomik etken biricik belirleyicidir dedirtmek üzere bu önermenin anlamını zorlarsa, onu boş, soyut, anlamsız bir söz haline getirmiş olur. Ekonomik durum temeldir, ama çeşitli üstyapı ögeleri -sınıf savaşımının politik biçimleri ve sonuçları- savaş bir kez kazanıldıktan sonra kazanan sınıf tarafından hazırlanan anayasalar vb- hukuksal biçimler, hatta bütün bu gerçek savaşımların onlara katılanların beyinlerindeki yansımaları, siyasal, hukuksal, felsefi teoriler, dinsel görüşler ve daha sonra bunların dogmatik sistemlere gelişmeleri -hepsi de tarihsel savaşımların gidişi üzerinde etki yapar ve birçok durumda özellikle onların biçimini belirlerler. Bütün bu ögeler arasında bir etkileşim vardır; bu etkileşimde bütün sonsuz ilinekler(accidents)(yani aralarındaki iç bağlantı o kadar uzak ya da ortaya konulması o kadar olanaksız olduğundan var-değil sayıp gözardı edebileceğimiz şeyler ve olaylar) çokluğu ortasında, ekonomik devinim, sonunda kendisini olurlamak zorundadır. Yoksa teorinin herhangi bir tarihsel döneme uygulanması birinci dereceden basit bir denklemin çözümünden daha kolay olurdu” diye yazıyordu. Conrad Schmidt’e yazdığı mektubunda Engels, bir kez daha bu konuya dönerek şunları yazmıştı: “Genelde ekonomik hareket egemendir, ama bizzat kurduğu ve bir yandan devlet gücünün hareketinden, öte yandan aynı anda yaratılan muhalefetin hareketinden bir ölçüde bağımsızlıkla donattığı siyasal hareketin tepkilerine de katlanmak zorundadır. Sınai piyasa hareketinin esas itibarıyla ve belirtilen kayıtlar altında, para piyasasına yansıması ve kuşkusuz tersyüz edilmiş biçimde yansıması gibi, çoktan ortaya çıkmış olan ve birbirleriyle çatışan sınıflar arasındaki savaşım da hükümetle muhalefet arasındaki savaşıma yansır; ama yukarıdaki gibi, bu yansıma da tersyüz edilmiş bir yansımadır; yani artık doğrudan ya da dolaylı bir sınıf savaşımı olarak değil, ama siyasal ilkeler için çatışma gibidir; üstelik öylesine çarpıtılmıştır ki, sorunun özüne ulaşabilmek, binlerce yılımızı almış bulunuyor.”([14])

Doğaya ve toplumsal yaşama bilimsel-ussal bir yaklaşım ve bunun ifadesi olarak bilimsel teori toplum ve sorunları karşısında sorumludur. Bilimsel bilgi ve onun teknik uygulanması, -teknik buluşların üretim sürecinde uygulanmasına benzer biçimde- teori ile pratik, birbirleriyle kopmaz şekilde bağlı olmak durumundadır. Öyleyse, bilimsel irdeleme ya da güncel toplumun ‘teorisi’ olma iddiasındaki herhangi teori ve tezin ‘güncel toplum’un iktisadi-sosyal-siyasal-ideolojik tüm yanlarıyla “bütünsel” bir irdelenmesini içermesi fazlalık değil, gerekli olandır. Dünyanın ve toplumun gerçekliğinden hareketle, dünyayı ve toplumu; dünyasal ve değişen-hareket halindeki toplumu, ona içkin çelişkilerinin çözümü üzerinden ‘insanal hale getirme’yi amaç edinen bir teorinin gücü, “nesnesi”yle ilişkisinin rasyonalliğinde, ve onu değişime zorunlu kılan olgusal iç kuvvetlerinin bilincinde olmasındadır. Pratik politik hedeflerle ilişkilenmeden, yalnızca “toplumsal iyi” ,”insanal mutluluk” ve “kültürel yücelik” gibi “aşkın” kategorilerin kurgulanmasına ya da “eşitlik, özgürlük, kardeşlik” üzerine hümanist ideallerin seslendirilmesine dayanan bir “soyut” teoricilik, “pozitivist akılcılığın eleştirisi” hedeflenmesine rağmen, içinden çıktığı toplumsal sistemin eleştirisinden öteye geçemez. Böyledir, çünkü toplum tarihini anlamaya gerçekten olanak sağlayan şey, “emeğin gelişmesinin tarihidir.” “Farklı toplumsal oluşumların varoluş koşullarından, bunlara tekabül eden siyasal, hukuksal, estetik, felsefi, dinsel vb. görüşler çıkarsama”dan önce, bu koşulların ayrıntılı irdelenmesi bilimsel bir analizin, bilimsel görüş oluşturmanın asgari gereğidir. Marx’a ve Marksist teoriye yöneltilen suçlamaların materyalist tarih anlayışını ve sosyalist teoriyi nasıl çarpıttığını, Engels’in bu bir iki paragrafta dile getirdikleri, hiçbir ikircikli hileye pabuç bırakmayacak açıklıkta ortaya koyuyor. Ekonominin ve çeşitli “üst yapı öğeleri”nin “karşılıklı etki”si üzerine, başka vurgulara da işaret edilebilir. Bu bir yana, Kapital’de işçinin yaşam ve çalışma koşullarının; iş günü yasaları ve bunların emekgücü ile sermaye arasındaki ilişkide oynadıkları role dair, hacimli bir bölüm ayrılmıştır. Siyasal, hukuki, dinsel ve insan tarafından üretilmiş tüm diğer ilişki biçimleri ve kategorilerin “büyük devindirici gücü” ve “ilk nedeni”nin toplumun ekonomik gelişmesinde olduğu; üretim tarzının tarih boyunca gösterdiği değişimle birlikte bu kategorilerin gösterdiği değişim tarafından da kanıtlanır. Üretimin kapitalist tarzında, maddi yaşamın üretim koşullarının siyasal-hukuksal yapı üzerinde son tahlilde belirleyici etkiye sahip oldukları, tek tek ülkelerin bir dünya pazarı içinde, bir zincirin halkaları halinde “eklemlenmesi”ni sağlayan gelişmeye bakılarak da görülebilir. Kapitalist gelişme, iletişim ve ulaşım araçlarındaki büyük ilerleme ve teknik uygulamalar üretimin kalitesini, kapasitesini, verimlilik düzeyini çalışma ve iş koşullarını; siyasal iktidarın uygulamalarını, kararlarını, yasalarını, hatta başka ülkelerin iktidarlarıyla ilişkilerini ve uluslararası özellikleri olan kurumsal organizasyonların rollerini koşullamaktadırlar. Günümüzde siyasal iktidarlar ve “ulusal devlet”lerin; ekonomideki gelişmenin uluslararası niteliğini; meta ve para hareketinin uluslararasılaşmasını gözetmeyen herhangi ciddi siyasal kararlar alamamalarını sağlayan, bu politikaların, üzerinde uygulanabilir olduğu ekonomik temelin, uluslararası alanda bir dünya pazarı şeklindeki varlığıdır. Öyleyse, üretim kavramının “dogma haline getirilmesi” üzerine spekülatif-totolojik bağırmaların haklı hiçbir dayanağı yoktur. Kültürün, “günümüz”e ilişkin, ve toplumsal yaşamın üretim ilişkileriyle “özdeş” etken bir kategori olarak gösterilmesi, “engin” bir bilinç eksikliği kaynaklı değilse eğer, onu üretim ilişkilerine tümüyle dışsal bir kategori olarak almak, onu dışarıdan toplum yaşamına dahil olup ilişkiler ağının “içine girmiş” göstermek,  “günümüz” olmayan zamanlarda, örneğin kölecilik ve feodal düzende, onların kendi koşullarının ürettiği ve ‘teslim aldığı’ kültürü bir tür yok saymak vb, üzerinde ayrıca durmayı gerektirmeyen bilinçli bir saptırmadır.

 

SINIF TEORİSİ KARŞITLIĞINDAN KAPİTALİZM SAVUNUSUNA BAĞLANAN “İNCE YOL!”

Fulya Karaismailoğlu, Ç. Kızıl ve Ferdan Ergut’un Marksizme yönelik ortak suçlamalarının en önemlilerinden biri, onun, “sınıf indirgemeciliği” yaptığı iddiası üzerinden kurgulanmıştır. İşçi sınıfının kapitalist üretim sisteminde tuttuğu yerin, onu, sömürüye dayanan bu sistemin yıkıcı kuvvetlerinin başına yerleştirmesine dair belirleme,  bu yazarlar tarafından “sınıf kültü”ve “sınıfsal indirgemecilik” olarak suçlanmaktadır. Üretim ilişkileriyle üretici güçler arasındaki çelişkinin sınıf çatışması ve devrimci değişimin temellerini oluşturduğu ve kapitalizmin çelişkilerinin onu, kendisi tarafından üretilen güçler eliyle tasfiyeye mahkum ettiği yönündeki materyalist görüş, Marx karşıtı liberal teorisyenlerden ilhamla, ve güya dogmatizme karşı çıkış adına, “aynı objeye referans, önermelerin üretimindeki ortak jargon, kavramların sabitliği ve ortak tema referansı” diye sıralanarak suçlanmakta; emek, emekgücü, sınıf, sınıf mücadelesi, üretici güçler ve üretim araçları, devrimin nesnel maddi koşulları ve güçleri gibi kavram kategorilerinin kullanımı, Marksizmin sınıf “indirgemeciliği” ve iktisadi “determinizm”inin kanıtı olarak gösterilmektedir. “İşçilerin siyasi ve iktisadi mücadelesinin işçi sınıfının bünyesinde cisimleştiğini düşünmek, mücadele zemininin meşruiyetini daraltır” diye kestirimde bulunan ve bunu bir “yanılsama” olarak değerlendiren Çağhan Kızıl, “Çünkü buradaki asıl yanılsama, üretim ilişkilerinin o dönemki özgül koşulları içindeki özgül bir özneyi tanımlamak yerine, o özgül özneye o dönemde karşılık gelen toplumsal grubu adlandırmadadır” diye Foucault’yu yineliyor, ve “Kapitalist sömürünün sınırlarına karşı çıkan toplumsal grupların çeşitlenmesi ve farklılaşması karşısında sınıf kültünün mücadeleyi okumasının zor olduğu ortadadır…”([15]) sonucuna ulaşıyor. Kızıl, sınıf mücadelesinde “emekçi pozisyonu ‘kendinde iyi’ ve doğruya ulaşmanın garantisi olarak gördüğü sürece” darlıktan, sınıf “totolojisi”nden, çözümsüzlükten kurtulmanın olanaksızlığı üzerine kendi totolojik söylemini böylece sürdürüp gidiyor.

İşçi sınıfı siyaseti her şeyden önce sınıfın siyasetidir! Sınıfın, kapitalizm koşullarındaki sömürü ilişkilerinden kaynaklanan talepleri ve bu sömürüden kurtuluşu amacı tarafından belirlenen bir siyasettir bu. Ama bunun için bu siyasetin, kendini kendi sınıfıyla sınırlı bir darlaştırması gerekmez, o tüm ezilenlerin sermaye ve baskı sistemine karşı taleplerinin savunusuyla, sınıf baskısının her biçimine karşı siyasal demokrasinin talepleri için mücadele ederek burjuva egemen sınıfa karşı sınıfının siyasetini ve siyasal bilincini geliştirir. İşçi sınıfının burjuvazi ve kapitalizme karşı mücadelesi doğal olarak ve kaçınılmazlıkla, önce “işçi sınıfının bünyesi”nde ‘cisimleşir.’ Böyle olmasının nedeni “düşünmek”ten, öyle olmasını istemekten önce, sınıfın nesnel konumundan gelme kendi durumudur. Kızıl’ın, “mücadele zemininin meşruiyetini” daraltmamak için, kapitalizmin ezip baskıladığı diğer emekçi kesimleri de “özne” saymak gereğine dikkat çekmek istediği düşünülüp, geçilebilir. Ne var ki, o burada kalmaz, sorunu işçi sınıfıyla burjuvazi arasındaki temel çelişkiyi bulandıracak bir ilişkilendirmeye girişir. Yol gösterici teorisyenlerinin ardı sıra yürürken, onların daha derinlikli bir kavramanın üslupsal kıvraklığı eşliğinde vaz’ettiklerini, “buradaki asıl yanılsama, üretim ilişkilerinin o dönemki özgül koşulları içindeki özgül bir özneyi tanımlamak yerine, o özgül özneye o dönemde karşılık gelen toplumsal grubu adlandırmadadır. Kapitalist sömürünün sınırlarına karşı çıkan toplumsal grupların çeşitlenmesi ve farklılaşması karşısında sınıf kültünün mücadeleyi okumasının zor olduğu ortadadır” şeklinde yineleyerek, bunu açığa vurur. Göz ardı ettiği kapitalizme karşı çıkma ile onun “sınırları”na karşı olma arasında fark olması kaçınılmazlığıdır. Tekellerin dayatmaları karşısında örneğin işçi sınıfı ve emekçi kesimler dışındaki sınıf ve kesimlerden de bu dayatmaların sınırlanması ya da başka türlü şekillenmesi için karşı çıkış mümkündür ve olmaktadır. Ancak bu karşı olmanın emek gücü ile kapitalist arasındaki uzlaşmaz çelişkinin çözümünü esas alan kapitalizm karşıtlığından farklı içeriği de oldukça açıktır. “Sınıf kültü”ne karşı çıkış, tüm antiMarksistlerin ortak paydasıdır; “kapitalizmin sınırlarına karşı çıkış”larının sınırları kapitalizmin kendi sınırlarıdır. Buradan da reformizm ve çelişkilerin uzlaştırılır kılınması çıkar.

Çağhan Kızıl, Herbert Marcuse’un, Foucault ve “kapitalizmin ikinci savaş sonrası sahip olduğu yeni güç ve olanaklar” üzerine kalem oynatan dönemin diğer teorisyenlerinin yazdıklarını kopyalayıp förmülleştirirken, onları olduklarından da fazla yüzeyselleştiriyor.([16]) “Nerede güç varsa orada direnç de vardır” diye güya aradaki nedensel bağlantıya işaret eden yazarın yerine, Foucault ve Herbert Marcuse konuşur gibidirler. Aynı gerekçelere dayanan “çıkarımlar” farklı ifadelerle dile getirilir: “örgütlü bir biçimde yaşanan tahakküm sistemine karşı gelmesi ve bu rejime bir son vermesine” ancak “ çok ender” rastlanabilir; genellikle de sonuca ulaşamaz bir durumdur bu! “Sistem içi sübap ayarları; sistemin “manipülasyon” ve “söylem gücü” direnç “soğurulur.” Yazara göre, bu umutsuz vakıa ancak, “demokrasi, bireysel özgürlükler, siyasetin toplumsallaşması ve toplumun siyasallaşması için bütünlüklü bir proje” ile aşılabilir! Sıralanan nedenler karışımı Marcuse-Arendt-Laclau ağırlıklıdır; neredeyse sonu gelmezdir ve “olamaz”ı gerekçelendirmektedir. “İkinci dünya savaşından sonra yeni toplumsal ilişkilerin tahsis edildiği bir sürece girildi. Emek hareketleri, devlet biçimleri, ve kültürel değişimin baskın biçimlerine geçiş bu sürecin göstergelerinden bazıları. İktisadi anlamda dışsal bir birikim rejiminden içsel bir birikim rejimine geçilmesi, kapitalist üretim ilişkilerinin tüm toplumsal ilişkiler bütününü karakterize etmesini ve daha fazla kâr üretim mantığının tüm sosyal alanı kuşatmasını doğurdu (esnek üretim, tüketim toplumu, özel mülkiyet vs). Talep artışı ve meta üretim dengesi, sosyal ilişkilerin metalaşmasını da beraberinde getirdi. Bu süreçte kapitalist birikim mantığı, özel ve kamusal alanın her noktasına nüfuz etti. Bugün kapitalizmin ilişkilerinin esiri olan yalnızca işgücü değil, aynı zamanda kültür, eğitim, cinsiyet, çevre gibi diğer toplumsal ilişkiler ve kavramlardır…”([17])
“Olamaz”ı gerekçelendirmek üzere sıralanan gelişmelerin gösterdiği, kapitalist ilişkilerin yaşamın tüm alanlarını “evrensel ölçekte” sardığıdır. İşçi ve emekçi karşıtı iş ve yaşam koşulları ağırlaştırılmış, iş örgütlenmesi daha yaygın ve fakat parçalı hale getirilmiş, özel ve kamusal alanın her yanı sömürü ağı içine alınmış, kapitalist sömürü ilişkileri, “kültür, eğitim, cinsiyet, çevre gibi diğer toplumsal” alanları da sarmıştır. Ancak makale yazarı, bu gelişmeleri, kapitalist üretim sistemine ilişkin kimi özellikleri ikinci dünya savaşı sonrası koşullara ‘yazması’ bir “zamanlama hatası” sayılsa bile, saydığı tüm nedenleri işçi sınıfının belirginleşen rolüne, büyüyen-genişleyen gücüne, “bağlaşıkları”nın artışına işaret etmek için değil, sınıfa ve devrimci öncü eylemine karşı yeni engeller olarak sıralar. Kızıl, “süreçte değişim”in “imgeler ve kavramlar”ı değiştirmesi nedeniyle “imgelerin yapısı” ve “objelerin maddesel özellikleri”nin de değiştiğini; bunun da, “klasik öğreti”yi “demirbaş” alan siyaset(ler)i inandırıcı olmaktan çıkardığını; öyleyse toplumsal yaşama, üretim süreçlerine, üretici etkinlik içinde şekillenen insan ve toplumun sınıflar olarak bölünmesine, sınıf mücadelesine ve sömürüden kurtuluşa dair temel önemdeki “kavramsal” anlamların, “öz nitelikleri” yönünden bu değişime uydurulması gerektiğini söylemektedir. Önerdiği, yukarıdan beri özetlenen, ve başta işçi sınıfının devrimci sınıf niteliği ve kapitalizmin temel çelişkisi olmak üzere, tüm temel toplumsal ilişki biçimleriyle bunların çözümüne dair Marksist önerme ve politikaların “revizyonu”; liberal reformist ve postyapısalcı görüşler ve onların ifadesi kavramlarla değiştirilmesidir. Buradan devamla yazar, “dogmatizme, toplumsal öznenin yanlış tanımlanması yanlışlığına, salt sınıfsalcılık ya da ekonomizme veya stakükoculuğa düşmemek” gerektiği sonucuna ulaşmakta ve büyük sözler ettiğini düşünerek, işçi sınıfının devrimci sınıf karakteri ve rolüne vurguyu “toplumsal öznenin yanlış tanımlanması” ve “salt sınıfsalcılık”; kapitalist üretim tarzının işçi sınıfıyla burjuvazi arasındaki sınıf mücadelesinin kaynağını oluşturduğu yönündeki tarihsel belirlemeyi “ekonomizm ve indirgemecilik”; üretim ilişkileriyle üretici güçler, işçi sınıfıyla burjuvazi arasındaki çelişkinin devrimi kaçınılmazlaştıran uzlaşmaz karakterine vurguyu “doğmatizm” olarak tanımlamaktadır. “Klasik anlayış”a; Marksist temel teorik ‘çıkarımlar’a itiraz eden yazar, “Geleceğin taşıyıcısı özne olarak referans verdiğimiz toplum kesimlerinin politik tercihleri uzun zamandır sol şablondakine pek benzemiyor” diye de, güya somut sınıfsal durum tespiti yapmaktadır.

Bir kez daha anımsa(t)makta yarar var, işçi sınıfının, tarihi ileriye ‘taşıma’; insanın içinde tutulduğu zincirlerinden kurtulma mücadelesine öncülük etme “özne”si olma özelliği, politik tercihleriyle değil, üretim süreci-ilişkileri içindeki konumuyla, emeğine el konulan ve emekgücü bir tür(canlı) üretim aleti durumuna gelmiş olmasıyla; emekgücünden gayrı üretim aracına sahip olmamasıyla ilişkilidir. Ancak bu en önemli “mülk”ünü; fiziki-zihni enerjisini; yaşam gereksinmelerini temin etmek için sermaye sahibine -paranın, makinelerin, toprağın sahibi- satmadan; onunla ücretli işçi-kapitalist(emek-sermaye) ilişkisine girmeden, sahip olduğu bu kendi ‘metası’nın bir getirisi olamayacaktır. Bu ilişki zorunluluğu ve tarzı ama, ilişkinin sömüren-sömürülen karakterini örten bir işleve de sahiptir. Bu örtü ‘yırtıldığı’ oranda, çatışma, işin ve çalışmanın düzenlenmesi koşulları üzerine kapışmanın düzeyine göre şekillenir ve taraflar, üretim sürecindeki konumlarına uygun düşen politikalara yönelirler. Sancılı bir süreçtir bu: inişli-çıkışlı; çatışma ve uzlaşı unsurlarını bir arada barındıran; alışkanlık, deneyim, gelenek, inanç vb’nin rol oynadığı; ve işçi açısından ancak mücadele pratiği içinde düşe-kalka; tarihinden ve başka halkların pratiğinden çıkarılan derslerle edinilebilen sınıfının bilinci geliştiği oranda, işçinin kendisi için politik tutumla hareketini ayrıştırdığı ve burjuva politikası-partisine (onun tüm biçimlerine) karşı “tercih”e yöneldiği bir süreç. Sınıfın nesnel durumuyla politik “tercihleri” arasındaki çelişkiyi, onun kapitalizmin ‘değişen koşulları’nda “sahip olduğu yeni iktisadi olanaklar” ve “tüketime yöneltilmesi”yle izah eden “Eleştirel Teori” kaynaklı tezlerin günümüzde revaçta olduğu düşünüldüğünde, Kızıl’ın bu ilişkinin karakterini anlayamamış olması, hatta “masum” bile sayılabilir! O, ve “üçüncü el” çok sayıdaki “itirazcı”, kapitalizmin olanakları bahsinde, gelişmeleri sıralayarak bir türden tezlerin savunuculuğuna soyunurlarken, işçi sınıfının büyüyen niceliği, genişleyen safları ve doğaya ve toplumsal yaşama dair bilgilenmesinde kaçınılmazlıkla gerçekleşen ilerlemeyi görmezden gelirler.([18]) Bu görememe ya da görmezden gelme hali, “ezilenlerin kurtuluşu sosyalizmde bulması için önlerinde ikna edici somut bir örnek bulunmamaktadır” şeklindeki kendi gerekçesine sarınıp, “çıkış yolu” olarak “tüm toplumsal kesimlerin ortak emek örgütlenmesi” türünden formüllere bürünür. Tüm toplumsal kesimlerin “ortak emek örgütlenmesi”! Bu formüle ediş emekçi kesimlerin birliği “niyetiyle” yapılmış olsa bile, “tüm toplumsal kesimler”in işçi-emekçi kesimlerden farklılığı açıktır. Yazar, küçük üreticiyi, küçük esnafı, meslek sahibi bazı orta kesimleri göz önünde tutarak bunu söylüyor ise, o durumda da “tüm toplumsal kesimler” ile, bu ikinci gruptakiler yine aynı anlamı vermezler. Bu formülasyonun emekçi dışı “toplumsal kesimler”i de kapsadığı; bunun ise, “sınıf kültü”nü aşan ‘gönül enginliği’ içinde dahi sorunlu olduğu açıktır.

 

“HER İLİŞKİDE HİYERARŞİK, HER KESE DAĞINIK HER KESİMİNİN İKTİDARI” SAFSATASI!

Fulya Karaismailoğlu,  daha tezinin ilk satırlarında, “…İktidar her ilişkide ortaya çıkan katmanlı, çift yönlü, hiyerarşik bir yapıdır” şeklinde, iktidar sorununun sorunlu bir tanımını yapıyor.

İktidarın, “her ilişkide ortaya çıkan katmanlı, çift yönlü, hiyerarşik bir yapı” olarak bu tanımı, onu belli bir sınıfın, gücün, çıkar kesiminin diğerlerine yönelik hakimiyeti boyun eğdirme aracı olmaktan çıkarıp farklı ve “çift yönlü, hiyerarşik”, her bir bireysel ve toplumsal ilişkide temsil edilir ve tersinden hiyerarşik gösterir. Tüm ‘bağlamları‘ içinde sorunlu bir tariftir bu. İktidarın, “toplumların ve bireylerin birlikte hareket edebilme aracı” olmasından, ancak koşullu olarak, toplumsal kesimlerin ve bireylerin belirli yaptırımlar düzeninde birbirleriyle ilişkilendirilmiş olmaları anlamında söz edilebilir. İktidar bağlantılı zor, baskı, rıza, gönüllülük, ret ve kabul; direniş ya da boyun eğme türünden ancak çok çeşitli türden bireysel, grupsal, sınıfsal ilişki ve çelişkiler ile yaşam olanaklarını üretme-var etme eylemleri tarafından belirlenen “birlikte”(!) hareket alanını tarif etmek üzere. Ancak bu yine de, iktidarın işlevini ve niteliğini gizlemeye açık bir tarif olmaktan çıkmaz. İktidar kavramını, sınıf ilişkileri yerine birey ilişkilerini ikame ederek, bireyi ‘iç dünyası’na; kendiyle ve başkalarıyla ilişkilerindeki edilgenliği ya da direngenliğine, hatta cinselliğine kadar indirgemek, toplumsal yaşam ve hareketin dönüşümünü ve yerini başka tür hareket ve yaşam alanına terk etmeye zorunlu kalışını belirleyen çelişkileri örter.

Fulya Karaismailoğlu, toplum, birey -“insan”-  ve iktidar ilişkilerinden söz ederek şöyle yazıyor: “İktidar üzerinde düşünmeye başlamak, insanın doğa ile, diğer insanlarla ve kendisi ile olan ilişkileri hakkında düşünmeye başlamak demektir; çünkü iktidar her ilişkide var olan bir kavramdır. İnsanın ilişkileri doğada, toplumda, kendi benliğinde tezahür eder. İlişkilerin toplum içindeki görünümleri, insanların farklılıklarının görünümleridir, eşitsizliklerinin görünümleridir. Toplumu toplum yapan temel özellik eşitsizliktir. İnsanlar eşit olmadıkları için bir aradadır. Eşitlik bir değer, eşitsizlik bir realitedir. ‘Toplum dediğimiz dünya bir hiyerarşiler, bir eşitsizlikler ve dolayısıyla bir eşitsizlik ilkeleri, bir güç şebekesidir. Sosyolojik açıdan bakıldığında iktidarın dayanağı eşitsizliktir. Toplumda iktidarı, gücü olmayan kurum, grup yoktur. İktidar herkesin sahip olduğu bir şeydir fakat hiyerarşik düzenleme vardır, herkesin iktidarının sınırları vardır.”([19])

Bu akademik irdeleme, iktidar sorununu sosyo politik karakteriyle değil, psiko sosyolojik “semptomları”yla ele alır. Konu Freudcu-Nietzscheci “ben”in problemleri olsaydı, “ben”in hallerine odaklanarak, onun ilişkisel dünyasının kapsamını irdelemek gerekli olabilirdi. Ama buradaki sorun sınıf iktidarı sorunu; devlet sorunudur! Böyleyse, insanın doğa ve kendiyle ilişkilerini değil, egemen sınıf ve onun iktidar aygıtlarıyla ilişkilerinin muhtevasını tartışmak gerekir. İktidar sorunundan, toplumsal sınıflar ve onların kendi çıkarlarına bağlı kurumsallaşmış organları-örgütleri sözkonusu edilmeden, birey insanın doğaya, başka insanlara, kendiyle ilişkilerine “bakması”; insan ilişkilerinin “doğada, toplumda, kendi benliğinde tezahür” etmesi; ya da insan ilişkilerinin toplumsal görünümlerinin “farklılıklarının, eşitsizliklerinin görünümleri” olması çerçevesinde söz etmek “mümkün olsa” bile, bu, siyasal iktidar gibi sınıf mücadelesinin önemli temel bir alanıyla ilgili soruna bir açıklama getirmiş olmaz. İnsan ilişkilerinin toplum içindeki görünümlerinin farklılıkların, eşitsizliklerin görünümleri olması; bu farklılık ve eşitsizlikleri doğuran nedenlere işaret edilmeksizin; ve onların ‘toplumsal anlamı‘ ortaya konmaksızın anlaşılır kılınamaz. Sorun insanların farklı farklı fiziki-biyolojik özelliklerinden, dar bireysel küçük olanak-araç, vs’den kaynaklı ya da onunla sınırlı görülmüyor ve gösterilmek istenmiyorsa eğer, farklılıkların ve eşitsizliklerin daha belirleyici etken ve nedenleri ortaya konmalıdır! İktidarı “her ilişkide var” saymak, “sürekliliği”ni kaçınılamaz göstermek; bireyden bireye ve bireyle doğa ilişkisinden hareketle sınıf iktidarı sorununun hep var olacağına hükmetmek,  “toplumu toplum yapan temel özellik eşitsizlik”tir diyerek, eşitliği “peşinde koşulan bir hayal”den ibaret saymak, var alana bağlı ve bağımlı kalmanın teorisini yapmaktır. Kavramları, ilişkilerin belirli yönlerini ve hatta içeriklerini örtecek şekilde kullanmak bilimsel olmayıp, bilimsel etiğe de sığmaz. Öyle toplumlar olmuştur ve olacaktır ki, eşitsizlik bireyler bakımından fiziki güç, yeme-içme; “ekmek-tereyağı” ihtiyacı farkı ve yetenek farklılıklarından ibaret kalabilecektir. Ama öyle diğer toplumlar vardır ki -’en parlak örneği kapitalizm’dir- eşitsizlik, sahip oldukları iktisadi-sosyal ayrıcalık ve güçlerini politik güç olarak da kullanma olanağına sahip belirli bir kesim ya da sınıf(lar)ın diğer kesimler üzerindeki tahakkümünün ifadesi olarak anlamlıdır. İlkinde eşitsizlik ‘doğal‘ bir eşitsizlik olup, bütünüyle ortadan kaldırılması olanaklı olmaz iken, ikincisi, bir azınlığın toplumun diğer kesimlerini sömürmesine bağlı olarak şekillenen eşitsizliktir ve ezilenlerin, sömürülenlerin bu durumdan kurtulmak için verecekleri uğraşla, farklı ölçülerde ve içerikte olmak üzere değişmeye, ortadan kaldırılmaya mahkûmdur. Eşitsizlik, “her eşitlikte bir eşitsizlik vardır” döngüsel ilişkisi içinde tarif edilerek, eşitsizliği toplumsal varoluşun temeli olarak almak, onu örten bir işleve büründürmek demektir. Diğer yandan, her iktidarın dayanağı evet, eşitsizliktir. Karaismailoğlu’na göre, Marx, kapitalizmin tasfiyesi ve sosyalizmin kolektif üretim ve iktidar anlayışını geliştirirken,toplumun yapıtaşı olan bireylerin çıkar edimlerini eşitleme sevdası içinde bireylere kaldırabileceklerinden daha fazla sorumluluk, bilinç yükleyerek eşitlikçi toplumu konfigüre etmeye” çalıştığından, aynı zamanda ütopiktir! Şaşırtıcı olmamakla birlikte, yazarın, Marx’ın etkisi ne yazık ki tarihsel süreçte olumlu yönde gerçekleşmemiştir” diyerek, tarih ve bilim dışından konuşması, yine de ilginçtir. Karaismailoğlu, bireylerin farklı “çıkar edimleri”nde “edimlerini eşitleme” olanaksızlığı görmektedir. Kapitalizmin çıkarlara ve çıkar eşitsizliğine dayanan gerçeğini değişmez ölçü alarak, birbirleriyle eşitsiz tekil kişilerin üretim süreci içinde ve üretim araçlarından ‘arındırılıp’ mülksüzleştirilerek “eşitlenmeleri”, ve onların doğrudan doğruya bu konumları tarafından aynı sınıfın mensupları olarak ortak eylemde ve çıkar birliğinde bir araya gelmelerini, olasılık olarak dahi reddediyor ve “eşitlikçi bir toplum”un oluşturulamayacağını ileri sürüyor. “Eşitçilik” fikrini kabaca -ve mutlaklaştırarak- ele aldığından, gerçek eşitlikten, ancak, herkesin tüm gereksinmelerini karşılama olanağına sahip olmaları anlamında söz edilebileceği; bunun da farklı bireylerin ihtiyaç farklılıklarından gelen eşitsizlik ile çelişmeyeceği, yazar için doğal olarak anlaşılamaz oluyor. Tez yazarı, insanın yaşam gereçlerini üretiminin tarihsel serüveni içinde, bu gereçleri üretim tarzına bağlı olarak, -bu durum üretim araçlarının gelişmesiyle dolaysız bağlıdır- yarattığı toplumsal sistemlerin her birinin birer uğrak ‘noktaları’ olup değişime zorunlu olduklarına dair tarih ve toplum yasasını işlevsiz görüyor. Kendinin üretim içindeki yeri ve çıkarlarının farkındalığıyla sınıf bilinçli kolektif öznenin, -işçi sınıfı- sömürülmekten kurtulmak ve kendi kurtuluşunda tüm bir toplumun kurtuluşunun koşullarını yaratmak üzere, yeni bir toplumsal sistem-sosyalizm- inşasına kalkışması, bundandır ki yazar için gerçekleşemezdir. “Marx bilinçli öznenin, toplumun zorunluluk olmasından kaynaklanan akılcılıkla sosyalizmi iktidar olarak benimseyeceğini düşünür” diyerek, zorunluluğun bilincini üslubunca küçümsemesinin nedeni buradadır. “Toplumda iktidarı, gücü olmayan kurum, grup yoktur. İktidar herkesin sahip olduğu bir şeydir fakat hiyerarşik düzenleme vardır, herkesin iktidarının sınırları vardır”([20]) görüşüyle ise, günümüz eşitsizlikler toplumunun hâkim anlayışı onanmış- kabul edilmiş olmaktadır. Sorunu bu tarzda koymak, iktidar sorununu bulandırmak, onu ‘bir şey yapabilme gücü‘ ya da iradesine indirgemek, siyasi iktidarın sınıfsal anlamının yerine “herkesin iktidarı” gibi, bireysel irade gücünü çağrıştırır herkese dağıtılmış bir “iktidar”ı geçirmek; böylece de onu, kendilerine karşı iktidar olduğu kesimlerin direnişinin hedefinden çıkarmaya çalışmak olacaktır. Karaismailoğlu’nun öyle bir hedefi açıktan güdüp gütmediği ayrı bir sorun olmakla birlikte, siyasal iktidar sorununu konu edinen bir ‘tez’in, “herkesin iktidarı”ndan söz etmesi ve sorunu sözüm ona bu boyutlu olarak genişletmesi aslında, onu amaçlamış olup olmamasından bağımsız olarak, egemen sınıf iktidarını mücadele hedefinden çıkarma girişimidir. Tez yazarı, toplumun “iktidar çatışmaları alanı” olmasını, “çatışmacı ekolün mirası”yla ilişkilendirirken ise, sorunu “istenç”lerin çatışması sorununa indirgiyor, kaos koşullarında bireylerin “iktidar arayışı”ndan ve “düzenin iktidar tarafından sağlanması”ndan söz ederek, farklılığı, “güç dereceleri” farklılığı olarak açıklıyor. Yazar, “Birey iktidara maruz kaldığında iktidarın farkına varır; çünkü düzeni yalnızca iktidar sağlayabilir, yani en güçlü olan, gücü diğerlerinden fazla olan. İlişkileri birbirinden farklılaştıran onların iktidar biçimleri, güç dereceleridir. Toplumda gücü diğerlerinden fazla olan iktidar yoksa güç ilişkileri karmaşık ve polarize olmuş demektir…” diye geniş ve genel bağlantılar içinde, toplumda çatışmaların bir “kaos durumu”nda bireylerin farklı arayışlarına dikkat çekerken, kaostan çıkış ve “düzen sağlayıcı” güce ihtiyaç duyulması, bu ihtiyacın iktidar ya da “en güçlü olan”ca karşılanması, güç ilişkilerinin iktidar oluşumuna ve biçimlerine yansıması gibi pekala olası durumlardan hareket ediyor, ve yine örneğin “Kavram olarak ‘iktidar’ın ‘toplumda hükmetme yetisini elinde bulunduranları’ işaret ettiği”nden söz ederken, ya da “Toplumu yönetmek adına iktidar talebi, tahakküm etmek, hüküm sürmek, egemen olmak ile bireyin kendi yaşamı üzerinde iktidar talebi”ni birbirinden farklı görürken, gerçeğe uygun bir duruma işaret ediyor. Buna rağmen ama, yazarın iktidara bakışı, “iktidar her ilişkide, herkesin sahip olduğu bir şey” olarak tarif edişinde olduğu üzere, yine de Foucaultcu muğlaklıkla maluldür.([21]) Karaismailoğlu, “ Günümüz toplumlarında devlet ve iktidar kavramlarını sadece sınıf çıkarları çerçevesinde açıklamak gücün dağılım etkisini gözden kaçıran fazlasıyla indirgemeci bir yaklaşım olarak durmaktadır” diyor ve “Marx’ın kapitalist devlet anlayışından sınıfsal egemenliğin aracı olduğuna ilişkin bölümü” çıkarıldığında, devlete ilişkin geriye, ancak “‘ekonomik ilişkilerin içinde gerçekleştiği koordine edici bir çerçeve’kaldığını ileri sürüyor. Bu iddia, farklı şekilde ifade edilmekle birlikte öteki iki yazar tarafından da sahipleniliyor; yanı sıra O, Marksizme yönelik “sınıfsal” ve “sınıfçı olmayan”(!) tüm eleştirilerin ortak noktalarından biridir.([22])

“Gücün dağılım etkisi” çıkışsız bir labirenti ifade etmiyorsa,  gücün birey-”özne”ye “dağılımı”yla, bireyin “sınıf dışı” ve “özerk”-tekil  haliyle örneğin parlamenter seçimlere “genel oy” ile katılmasıyla “iktidar kavramı içinde” olduğunu ya da “gücün örgütlenmesi”nin dini, ahlaki, hukuksal vs, alanları da kapsayarak daha geniş şekilde yayılan iktidarını varsaydığı açık olmalıdır. Böylece, Foucaultcu literatürü kopyalayarak entelektüel zenginlik gösterisi yapılacağına, toplumsal sorunların siyasal iktidar gibi, işlevi ve ‘eylemi‘ çıplak gözle bile, ve hak talebindeki emekçinin bedenine uzanan zorbalıkta somutlaşarak görülebilir bir sorun böyle “müphem”leştirilmemiş olur. Ve yine böylece, bu muğlaklığı içindeki “gücün dağılım etkisi”yle burjuvazi ve kapitalizmin “iktidarı”nı gizleme çabaları, “akademik bilimsel çalışma” adına haklı gösterilemez.

“Özetle-diye devam ediyor Karaosmanoğlu, “Marx’ın iktidar olarak burjuva sınıfının aracı olan kapitalizmi anlaması, Marx’ın iktidar anlayışının ve eleştirisinin sınırlarını çizer. Kapitalizmin sorunlarını iktidarın sorunları olarak değerlendirmesine sebep olarak peşinde koştuğu eşitlik ideali uğruna teorisini çözümsüzlüğe iter. Marx’ın kapitalist iktidar yerine bir başka iktidarı koyması ise toplumun iktidar ilişkilerine mahkûm olduğunun Marx tarafından kabul edildiğinin göstergesidir.” Bilimsel akademik bir araştırma adına bu cümlelerin, hele de Marx gibi, görüşlerini maddi dünyanın gerçekleri, toplumsal yaşamın olguları ve bilimsel verilerle tanıtlama titizliğiyle bilinen bir büyük kuramcının “eleştirisi” amaçlı olarak dile getirilmiş olmaları, en hoşgörülü ifadeyle dahi, bir saptırma üzerinden anlam karmaşası ve bozukluğunu Marx’a mal etme girişimine işaret eder. “İktidar olarak burjuva sınıfının aracı olan kapitalizm” ifadesi, örneğin bulanıklığı-muğlaklığı ve karışıklığıyla hemen dikkat çekicidir. Marx’ın iktidar görüşüne atfen yazılmasına rağmen, onun görüşünün netliğini deforme etmiştir. Bu bir yana bırakılsa bile, kapitalizmin sorunlarının burjuva “iktidarın sorunları olarak değerlendirilmesi”nin, ya da düzelterek söylersek, iktidar sorununun Marx tarafından kapitalizm ve burjuvazinin sınıf iktidarı dolayımında irdelenmiş olmasının “çözümsüzlük” etkeni olması-öyle sayılması için yazarın elinde, mevcut sistemin savunusu dışında bir gerekçesinin olup olmadığı burada yine açık değildir. Buna rağmen, toplum tarihini konu edinen ve insanın maddi yaşamını üretiminin gelişme süreçlerini irdeleyen bir teorinin gücü, toplumların gelişme tarihinin gerçeğine; varoluş ve değişim sürecinin yasalarının mantığına uygunluğundadır. Diğer yandan Karaismailoğlu, tarih boyunca sadece ezilen ve sömürülenlerin değil, baskı ve eşitsizliklerden rahatsızlık duyan çeşitli hümanist birey ve kesimlerin de peşinde koştuğu “eşitlik ideali”ni sahiplenmeyi, bir teori ve eylemin “çözümsüzlük” nedeni sayarken, eşitlik istemi ve düşüncesini “gerçekleşemez” ve “afaki” saymaktadır.

İnsanların, bireysel özne olarak yaşamsal gereksinmeleri ve çıkarlarıyla; onların, kendi iradeleri dışında oluşmuş ilişkiler içinde, sürdürmek zorunda kaldıkları ya da bırakıldıkları yaşam tarzı arasındaki çelişki, bir yandan her bireyi ötekiyle ve ötekinin çıkarlarıyla karşı karşıya getirirken, diğer yandan, var olan ilişki biçimlerinin içinde hareket etmeye zorlar. Bireylerin egemen sınıf tarafından birbirlerine karşı rekabete sokulmalarını ancak, onların ortak çıkarları tarafından harekete geçirilen istem ve eylemlerinin birliği engelleyebilir. Bu “birlik”in temeli, onların maddi yaşam koşullarında, yaşam gereçlerinin üretimi süreçlerinde tuttukları yerlerine bağlı olarak, içine girdikleri maddi-manevi ilişkiler “tümü” tarafından oluşturulur. Eşitsizlik, maddi hayatın üretimi sürecinde, üretim araçları sahipliği tarafından koşullanmış olarak vardır ve bu koşulların değişimi/değiştirilmesiyle dayanakların kaldırılmış olmasına bağlı o da kaldırılabilirdir. Öyleyse toplumsal eşitsizliğin yok edilebilir olmasının öngörülmüş olması bir teorinin olumsuzlanması için kullanılamaz.

Devletin “zora başvuran, baskıcı rolü”nün “diğer rollerini göz ardı” edecek şekilde öne çıkardığı şeklindeki eleştiri, devleti ortaya çıkaran ihtiyacın “toplum düzeni”ni belli-egemen sınıfın çıkarları temelinde sağlama olduğunu göz ardı eden ve yanı sıra, devletin tüm rollerini birbirleriyle aynı özellikte gösteren bir anlayışa işaret eder. Bu görüş açısı, devletin polis, ordu, zindanlar ve mahkemeler gibi ilk akla gelen baskı kurumlarıyla eğitim, sağlık, iletişim, kültür ve sanat kurumlarının işlevi arasında “aynı”lık ilişkisi kurma çarpıklığıyla ayrışır.([23]) Oysa devlet söz konusu olduğunda, hangi biçimi altında olursa olsun, her şeyden önce bir zor örgütlenmesi ve başlıca özelliğinin de sınıf çıkarlarının savunulması olduğu reddedilemez. Zoru salt polis şiddeti, devletin işlevini de “özerk” görünümünün yanıltıcı algısına indirgeyen görüşler, burjuvazinin sınıf devletinin “herkesin şemsiyesi olduğu” yalanına güç verirler. Devletin “toplum üstü, özerk” görünümü; ve sosyal yaşamın ihtiyaçlarıyla, örneğin “kamusal hizmet”lerle bağı, onun zor örgütü olmasının ne engeli ne de alternatifidirler. Devlet, kendini insan üzerindeki ilk ideolojik güç olarak sunar bize” diye yazmıştı Engels. O, toplum tarafından, “ortak çıkarlarını savunmak üzere” oluşturulmuş bir organizmadır. Ortaya çıkar çıkmaz, belirli egemen sınıfın diğerleri üzerindeki iktidarının aygıtı olmasına karşın, “toplumdan bağımsız”, “toplum üstü” bir görünüme bürünür. Bu görünüm, o burjuvazinin sınıf egemenliğini kesin şekilde temsil ettiği oranda daha da belirginleşir. Bir kez oluştuktan sonra, “toplumun üstünde”-”özerk” bir konumda görünen devlet, her şeyden önce bir zor örgütü/örgütlenmesi olmakla; bu zor gücünü bir sınıf yararına kullanmakla işlevlidir. “Diğer roller” vurgusu, sosyal hayata katılımını vaz’eder, ama bu, onun zor örgütü işlevli olarak ortaya çıkışını da, zorun teknolojik takviyesini de esas olmaktan çıkarmaz. Devlet, “burjuvazinin ortak işlerini gören bir komite” olarak iktisadi-sosyal ve diğer tüm yaşam alanlarına, onlar arasındaki ilişkileri düzenleme “erki”ni ele geçirmeyi de ihmal etmeksizin, sağlık, yol, su kanalizasyon, konut vb alanlardaki düzenlemeleri gerçekleştirir. Egemen sınıfın iktidarını sürdürebilmesi için bunlar, halk ile ilişkiler alanındaki gerekliliklerdir. Görünürdeki “özerk”lik, sınıf egemenliğinin örtüsüdür. Egemenliğin korunması ve sürdürülmesi için okullar, dini ideoloji, kurum ve örgütlenmeler, polis ve ordu kurumları, hapishaneler ile tüm öteki “güvenlik zinciri”, burjuvazinin uluslararası hakimiyeti koşullarında ve bilimsel ve teknolojik gelişmelerin yardımıyla “mükemmelleştirilerek” çok daha ileriden takviye edilmiştir. Burjuvazinin zor kullanımı; kapitalistler ile işçi ve öteki emekçi kesimler arasındaki ilişkilerin her günkü ‘görünümleri’nde; hükümetlerin iş ve grev yasalarında, ücret ilişkilerine müdahalelerinde, işçi taleplerine ve eylemlerine karşı uygulamalarında, grevlere saldırılar ve yasaklarda karşımıza çıkar. Devlet, “burjuva sınıfının ortak işlerini yürüten bir komite” olarak, burjuvazinin çıkarlarını işçi sınıfına ve diğer emekçilere karşı savunma gücü olmakla kalmaz, bu sınıf çıkarları savunusu ve işlerin yürütülüşünü, burjuvazinin iç kapışması ve rekabetinden zarar görmemesi için ‘düzenlenmesi’ni de üstlenir. Devleti, “üretim araçlarının mülkiyetini ve denetimini elinde tutması nedeniyle egemen sınıfın aracı olarak” gören Marksist “görüş”([24]), insan ilişkilerinin üretim, ürün dolaşımı ve bölüşümü ilişkilerinin üzerinden şekillendiği, toplumların farklı çıkar gruplarına ayrılmalarının ya da ortak çıkarlar etrafında birlikte kolektif yaşamına yönelmelerini belirleyen toplumsal ilişkileri temel hareket noktası edinir. İnsan çünkü, bu toplumsal ilişkiler bütünü içinde, toplumsal insan olabilmiştir. Tarihin, tüm bir ‘insanlık tarihi’nin akışı içinde gösterdiği, üretim araçları mülkiyetinin tüm öteki ilişki alanlarını koşulladığıdır.

Düşünce sistematiğini Foucault, Laclau, Baudriallard gibilerinden kopyalamayla oluşturan Kızıl, “İktidar -diyor- çok geniş olarak devletin tekelindeki bir güç olarak görülür. Ancak iktidarın esnek ve kapsayıcı yapısı, onu toplumun her kesiminin eline geçebilecek bir biyolojik-politik (biyopolitik) olgu haline getirmektedir.” Hayli “enteresan” bir görüş! İktidar a) devletin tekelindeki bir güç değil; b) esnek ve kapsayıcıdır; ve c)bu esneklik ve kapsayıcılığı “toplumun her kesiminin eline geçebilecek” olmasını sağlıyor. Sorun bu kadar “naif” olunca da, işçi sınıfı açısından iktidar mücadelesini politik iktidarın alınması gibi bir sorun olarak görmesinin nedenleri ortadan kalkmış oluyor! Sorun o denli netleşmiştir ki, “toplumsal tüketim ve teknolojk gelişme”ye bağlanan güç ilişkisi “salt devlet bağlamının dışına” çıkmış, burjuva politikasınca da ileri sürüldüğü üzere kapitalist demokrasi ve burjuva parlamenter sistem içinde, “genel oy” hakkı üzerinden gerçekleşen “esneklik ve kapsayıcılık”la herkese açık iktidar olma; ya da kendini iktidar içinde ifade etme mümkün hale gelmiştir. Bundandır ki Çağhan Kızıl, “erk”, “iktidar”, “otorite” ve “devlet” kavramlarını iktidar sorununu örtecek şekilde birbirleriyle dolanık bir bulamaç içinde görünmez kılan Foucaultcu “argümantasyon”u sahiplenmiş, “iktidarın gücü-gücün iktidarı” ikiliği üzerinden totolojiyi, iktidar sorununun güç ilişkilerine bağlı, sınıf mücadelesinin gelişme düzeyi tarafından etkilenen bir sorun olmasıyla, onun herkese “dağınık” “esnek-kapsayıcı” olamamasını bulanıklaştırarak, aynılaştırma üzerinden sürdürmeye soyunuyor. Foucault’nun “egemenlikten ayrı”, “yaşam üstünde etkili ve üretken”, “baskıya indirgenemez” ve aksine “pozitif bir üretkenliği de olan” güç iktidarı formülasyonunu sahipleniyor. Hal böyle olunca da, “asıl sorun iktidarı `ele geçirmek` değil içinde uygulandığı sistemi değiştirebilme”ye indirgenmiş oluyor. Yani iş kolaylaşıyor!  Kolaylaşıyor, çünkü iktidar, “grup/sınıf çıkarlarının bir yansıması”(!) olmayıp, “iktidarın kimde ve nerede olduğu değil, çokluk üzerindeki hegemonyanın kimde ve nasıl olduğu daha önemli” hale geliyor! Sorun bu denli “yalın” konulunca da, adı geçen yazarlar bu iktidarın “toplumun üstünde özerk” görünümüne sığınarak, “özne”lere dek tüm güçlere “dağınık” gösterip onun sınıf karakterini karanlığa itip “görünmez” kılmayı başarmış oluyorlar!([25]) İktidar böyle hiç kimsenin “dışarılmadığı” herkesin iktidarı; haliyle de “her kesimin eline geçebilir” özellikte olunca da; zordan gayrı özellikleriyle daha yapıcı, devletin kimin elinde olduğu önemsizleşmiş olur. Ve bu durum, örneğin Ç. Kızıl’a, içinde bulunulan “çözümsüzlük”lerden “çıkış”ın “sol yol”unu kurgulama kolaylığı sağlar. Şöyle: “Bu aşamada özgürlükçü, demokratik, sivil, paylaşımcı, çoğulcu ve sol bir siyaset anlayışının gerekliliği ayan beyan karşımızda duruyor. Ancak burada şu prensip sorunu karşımıza çıkıyor: demokrasinin içinde kalarak bir sistem değişikliği için yapılması gereken şey ideolojik bir hegemonya kurmaktır, yani bilinç biriktirmektir.” Sistem içi bir anlayışın açık ifadesidir bu satırlar. “Bilinç biriktirme” adına mevcut burjuva gericiliğinin sınırları içinde kalmaya mahkum bir “prensip” tarafından belirlenmiş bir liberal reformist sol siyaset anlayışı! Boyun eğmeye uyarlanmış, uyumlu-uzlaşıcı ve aşılamazlığı anlamış bir siyasettir bu. Herbert Marcuse’un uyumluluğu öneren, F. Ergut’un “müzakereci” siyaseti! İşçi sınıfına, burjuva koşullarıyla yetinmeyi salık veren “devrimci” siyaset! Aşılması, etkisinin yok edilmesi zorunlu olan liberal sol siyaset.

 

*     *     *

Kapitalizm ve burjuva toplumun hâkim düşüncelerine karşı ideolojik mücadelenin işçi sınıfının burjuvaziye karşı politik mücadelesiyle dolaysız bağı, işçi ile kapitalist arasında, emekgücünün değeri ve iş koşulları üzerine ekonomik mücadele ile bunun siyasal alandaki biçimlenişleri üzerinde de etkide bulunur. İşçi sınıfı -ve emekçiler- üretimin kapitalist biçimi içinde kendilerine biçilen rolü reddedip değiştirmek üzere, emeklerinin ürünü üzerinde, onun hangi gereksinmeleri karşılamak için ve nasıl kullanılacağı üzerinde; haliyle kendilerinin kaderleri üzerinde belirleyici söz sahibi olmak üzere, bilinçle değiştirici eyleme başvurarak, yeni bir toplumu var edeceklerdir. Bunun maddi güçleri mevcut toplumun içinde, onun tarafından kaçınılmazlıkla oluşturulmaktadır. Bundan olmalı, “geleceği var edecek maddi güçleri bugünün toplumu içinde görmek”, “kapitalizmin sosyalizme yerini bırakmak zorunda olduğunu, tarihsel süreci belirleyen toplumsal yasaların gereği saymak”,  “İndirgemecilik” suçlamasının bayat bir bağırtıyla yinelenmesinden başka anlama gelmez. Marksizme “ekonomik indirgemecilik” suçlaması, metafizikçi muhafazakârlarla, liberal solcuların ve postyapısalcı “Marksistler”in birleştikleri bileşke idealist “kurgu”dur.

Egemen sınıfın; iktidarını korumak ve sürdürmek amacıyla sadece baskı araçlarını, baskı politikalarını uygulamadığı; bununla birlikte ve “gerektiğinde” bunların da uygulanmasını haklı gösterecek propaganda eşliğinde kitlelerin, içinde tutuldukları üretim koşulları ve yönetim biçimi altında yaşamanın kaçınılmazlığına inanmalarını sağlamak üzere ideolojik-kültürel, dinsel, hukuksal, ahlaki kategorileri kullandığı; bu araç ve yöntemlerle kitleler üzerinde yarattığı etkiyle onları kendi talepleri ve çıkarları için mücadeleden alıkoymayı belirli koşullar altında ve belirli sınırlar içinde başardığı doğrudur. Reklam ve eğlence sektörünün, yeni ihtiyaçlar ve alışkanlıklar yaratma işleviyle birlikte bireylerin birbirleriyle ve nesnelerle ilişkilerine kuşatıcı bir yaygınlığı ve propagandanın gücü kitleleri, düşünüşleri ve hareketlerini etkileyerek kuşatan bir ağ oluşturmuştur. Bu güçlü -karmaşık ve çekici kılınmış formlar içinde empoze edilen “değer” ve anlayışlar, bireyler ve kitlelerin onları bizzat kendi talepleri ve özlemlerinin “nesneleri” olarak, kendi yararlarına oluşturulmuş “form”lar olarak algılamalarına yol açabilmektedir. Dahası bu durum, ve genel oy yoluyla partiler politikasında “rol oynama” -”güç”e katılma- eklemlenme hali, iktidar “oyunu”nda(!) “yer alma”; onun tarafından “içerilme” görünümü yaratmaktadır. Foucault gibi ideologların teorilerine “öznenin iktidarı” olarak yerleştirdikleri bu görüngü, oysa egemen sınıf tarafından dayatılan sınıf boyunduruğu ve zorbalığının, zehirli çekirdeğini gizlemek üzere tatlandırılmış halidir. Ancak bu durum; bu etki mutlaklaştırılarak, kitlelerin kendi çıkarları için burjuva manipülasyonunu aşamayacakları ve kendileri için mücadele bilincine ulaşamayacakları şeklinde teorileştirilemez. “Özne”nin nesnel gerçeğiyle “görüngüsel öznellikler” arasında kurulmuş bu ilüzyon, kırılmaya mahkûm ve koşullara bağlı olarak değişkendir. Kapitalizm, kitleleleri, sömürü ve baskıyı üreten ilişkiler sistemiyle kendilerinin yeri ve geleceklerine dair düşünmeye; durumlarını değiştirici eyleme girişmeye sürüklemekten kaçınamaz. Yıkıcı çelişkilerinden azade olmayıp, bunları sürekli yeniden üretir. “Söylemin gücü”nün, “öznenin kuşatılmışlığı”nın ve manipüle edici etkinin kırılmasının başta gelen etkeni bu çelişkili ‘yapısal’lığın kendisidir. Üretimin bolluğu, tüketime yöneltme araçlarının gelişmişliği ve refah düzeyinin yüksekliği; bunların tümü bir arada olmaları durumunda da kapitalizmin temel çelişkisi hükmünü icra eder. Öngörüsel bir tahayyül değil, ‘sürekli pratik‘ halinde toplumsal ilişkiler alanında etkin olan olgusal gerçektir bu.([26]) Aşırı üretim ve ürün bolluğuyla kitlelerin yoksulluğu ve temel gereksinmelerini karşılayamaz koşullarda yaşamaya mahkûm edilmelerinin bir aradalığı, kapitalist kâr için üretimin sonucudur. Dünyayı kaynakları ve doğasıyla, üzerindeki canlılar ve en fazla da insan soyunu sömürü nesnesi görüp, yıkım ve tahribatın malzemesi yapan kapitalizm, kapitalist emperyalizmdir. İşçi sınıfı ve insan soyu bu sistem içinde kaldığı; liberal, sol-liberal ya da sağ muhafazakâr önermelerde olduğu üzere kapitalizm içi iyileştirmelerle yetindiği, burjuvaziyle “müzakere”yle “mutluluk hissi”ne kapılıp, kendini sömürü nesnesi yapan sermayenin dünyasını yıkmaya yönelmediği sürece, tüm bu köleleştirici ve yıkıcı ilişkiler varlığını sürdürecektir. Sorun, görüşlerinin bir bölümüne burada değinilen, Marcuse-Foucault takipçilerinin, postyapısalcı politikacı ve ideologların göstermek istedikleri gibi, kapitalizmin aşılamaz güçlere sahip olması değildir. O, kendini yıkıma götürecek çelişkileri ve güçleri sürekli var etmeye mahkûm olmakla, aşılabilirliğinin koşullarını da olgunlaştırıyor. Olgusal gerçekleri ve uzlaşır olmayan yıkıcı çelişkileri, sistem sınırları içinde kalarak burjuvaziye boyun eğmeyi vaz’eden tüm teorilerin panzehiri olmaya devam ediyor.

 


([1]) Ferdan Ergut, Birikim 271, sf. 70-81

([2] )Çağhan Kızıl, Siyaset mi değişiyor, kavramlar mı?, Birikim, Mart 2008

([3])Çağhan Kızıl, Birikim, Mart 2008

([4])Devlet ve iktidar kavramları”nın günümüz toplumlarındaki anlamını, “sınıf çıkarları çerçevesi”ne sıkıştırılamayan “güç dağılımı etkisi”ni formülleştiren Foucault‘nun  görüşleri etrafında şekillenen “akademik sosyoloji” türünü Özgürlük Dünyası’nın Şubat 2012 sayısında yayımlanan makalede ele almıştık.

[5] Fulya Özkaya Karaismailoğlu, Uludağ Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü,  ‘Sosyal Teoride İktidar Tartışmaları; Marx, Nietzsche, Weber, Foucault ’, internette yayımlanmış Yüksek Lisans tezi

[6] Aktaran Hans Heinz Holz, Frankfurt Okulu- “‘Eleştirel teorinin‘ politik güncelleştirilmesi” başlıklı makale

 

([7] )Ferdan Ergut, “onurlu-saygın” ve “müzakereci” öznesini buradan esinlenerek oluşturmuş olmalı.

([8]) Frankfurt Okulu teorisyenleriyle Foucault’nun kapitalizme atfettiği özellikler ile, kapitalizmin değişimini ileri sürerek onun “kendi değiştirilemez dinamiklerini de durmadan ve yenileyerek ürettiği” sonucuna varan günümüz liberal sol aydınlarının görüşleri, alelade sistem savunucusu burjuva muhafazakar politikacı, iktisatçı ve sosyologların her fırsatta ve neredeyse her gün tekrarlayarak ileri sürdükleri argüman’larla benzerlik gösteriyor. “Kitle mistifikasyonu” üzerine “Okul” kaynaklı söylemin, ve “söylemin gücü” ya da “ideolojik uyumluluk” üzerine Foucaultcu-Althusserci tezlerin, Marx’ın teorisini “sınıf indirgemeci” ve “determinist” olmakla suçlayan sol ya da sağ, liberal ya da devrimci yazar ve politikacıların söyledikleriyle, bu ikincilere teorik temel oluşturma gibi bir önceleme‘ ilişkisi bulunuyor. Foucaultculuğun “akademi alemi”nde “derin düşünür” ve sol politik çevrelerde, “kapsamlı düşünceler geliştiren filozof” olarak rağbet görmesinde, teorisinin önemli oranda toplumsal pratikten uzak oluşunun ve son zamanlarda burjuvazi tarafından yeniden keşfedilen “teolojik etki alanı”na yakınlığının payı olmalıdır! O’nun bir diğer özelliği de çünkü, Schopenhaeurcu karamsarlık ve Marx’ın teorisine karşı düşmanca kinidir.

 

([9] )Bunlardan birkaçına, dergimizin Şubat 2012 sayısında değinildi.

 

 

([10])”Bilimsel yöntem” iddiasıyla, farklı felsefi, iktisadi ve sosyal sistematik görüşler ortaya koyan düşünürlerin fikirleri üzerine yapılan bir akademik çalışmada beklenen, bu çalışmayı yapan akademisyen(ler)in, onlar, baştan “bilimsel tarafsızlık”(!) bunun olup olamayacağı ayrı bir tartışma konusudur-iddiasında bulunmuşlarsa eğer, belirli fikirlere karşı cephe alarak diğer bazılarını savunmaya koyulmamalarıdır. Pratikte görülen ise, uluslararası alanda olduğu gibi Türkiye üniversitelerinde de, bu bilimsel-etik anlayışın büyük oranda ihlal edildiğidir. Genel olarak burjuva kapitalist sistemin ‘ruhu’na uygun düşen, yürürlükteki siyasal yönetme yöntemlerinin belirli sivriliklerine karşı, esas olarak öze ilişkin olmayan eleştiriler getirmekle birlikte, kapitalist sömürü ilişkilerine “zeval” vermeyen bir “bilimsel yaklaşım” söz konusudur.

 

([11])İdeolojik formların bu karakterinden hareketle ideolojiyi “maddenin ayrılmazı”, “madde ile birlikte var olan” olarak gösteren anlayışlar -örneğin Louis Althusser- ideolojik kategorilere, maddi güç‘ işlevinden daha çok bir şey; insan ve üretici etkinliği olmadan da var olan, değişen ve yok olmayan karakteriyle; insan etkinliğinin doğal koşullarını da oluşturan maddesel bir varlık özelliği atfedetmiştir. Althusser, ideolojiyi, “varoluşu maddi varlığa sahip”, “tarihsiz” ve her koşulda varlığını sürdürerek “bireyi çağırır” gösterirken, onun toplumsal pratikle, maddi yaşamın üretimi süreçleriyle ilişkisi içinde ve değişen koşullarda, o koşulların egemen gücünün varlığı-yokluğuyla bağlı değişimini atlayarak, ona bir tür altyapısal unsur vasfı biçmiştir. Onun, ideoloji ile birey-”özne” arasında kurduğu “çağırıcı” ilişki, ideolojinin sınıf karakterini, sınıf ideolojisi olma özelliğini örtme işlevi görür.  Althusser’e göre, ideoloji, bir sınıfın diğerlerine empoze ettiği, kabul ettirdiği ya da kabul ettirmek için çabasını yürüttüğü bir ‘şey‘ olmayıp, hep var olan ve tüm sınıfların birlikte katıldıkları “pratikler toplamı” olarak bireyleri-“özne”leri otomatik olarak “kavrayan” anlayış-düşünüş bütünüdür. Althusser, bu görüşüyle, Foucault’nun “söylemin gücü” anlayışına yakın düşer.

 

([12]) burjuva politikacılarının, kapitalizm savunucusu sosyolog, yazar ve iktisatçıların, mevcut düzen ve iktidara karşı düşünceleri ve eylemleri olumsuzlamak amaçlı olarak başvurdukları “ideolojik tutum” söylemi, ideolojinin olumsuzlanması görünümü ardında kendi ideolojik politik görüşlerinin hegemonyasını sürdürme amaçlı ideolojik bir savunu ve saldırıyı ifade eder. Kuşku yok ki burjuva ideolojisinden söz edildiği gibi proletarya ideolojisinden de söz edilebilir.

 

([13])Fulya Özkaya Karaismailoğlu, Uludağ Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü,  ‘Sosyal Teoride İktidar Tartışmaları; Marx, Nietzsche, Weber, Foucault ’, internette yayımlanmış Yüksek Lisans tezi

 

 

([14]) F. Engels, Carl Schmidt’e mektup, Felsefe Metinleri derlemesi içinde, sol yayınları.

([15]) Çağhan Kızıl, Siyaset mi Değişiyor Yoksa Kavramlar mı?, Birikim, 2008

 

([16]) Merak eden okur, Kızıl’ın hemen tüm kaynaklarının postyapısalcı-yapıbozumcu olduklarını, onun toparlama makalesinin “kaynakça”sından da görebilir.

[17] Tüm alıntılar Kızıl’ın aynı makalesinden alınmıştır

([18]) Kızıl’ın “toplumsal demokrasi”yi kapitalist emperyalizmde araması ve “toplumun tüm kesimlerini kapsayan demokratik bir emek siyasettüründen ‘ucube’ önermelerini ise, burada söz konusu etmeye bile değmez.

([19]) Karaismailoğlu, aynı adlı yüksek lisans tezi, 2006

([20]) Karaismailoğlu, aynı makale

([21]), Makalesinin girişinde “… Bu tezin dile getirilebilecek biricik özgün yanı Türkiye’de ilk kez bu dört düşünürün bir arada ele alınmış olmasıdır” diye not düşen Karaismailoğlu, “iktidar kavramını sosyal bilimlerin alanına giren bir kavram olarak” değerlendirdiğini; ‘tez’inde “sosyalbilimcileri birbirleriyle kıyaslamak, fikirlerini birbirleriyle kıyaslayıp bir sonuca bağlamak” gibi bir amaç gütmediğini; Marx, Nietzsche, Foucault ve Weber’in görüşlerini “hem disiplin farklılıklarını, hem de tarihsel farklılıklarını” dikkate alarak hareket ettiğini belirtmektedir. Ne var ki, bu satırların yer aldığı bölümde ve aynı paragraf içinde, “‘iktidar’ kavramını bir disiplinin bakış açısı ile tartışan çalışmaların yaptığı çözümlemeler deterministik nedensellik ilkeleri üretir; kavramı daraltır; zaman ve mekân faktörünü göz ardı ederek toplumların değişim sürecine ilişkin bilgi vermez.” tespitiyle de o, hemen tarafını belirleyerek materyalist Marksist görüşleri “deterministik nedensellik”le suçlamaya yönelmektedir. Marx’ın görüşlerini aktarır ve irdelerken, “ikincil kaynaklar” olarak Anthony Giddens ve Jon Elster’e baş vurmuş olması ise, Gidens ve Elster‘in, Marx ve Marksizme “eleştirel” teorisyenler olmaları ve yazarın da onlardan -ve yanısıra Foucault gibi antiMarksist teorisyenlerden- yararlanarak Marksizmi değerlendirmeye çalışması nedeniyle, bu taraflı ve objektif olmayan değerlendirmenin, başlangıçtaki iddiasıyla çelişir diğer yanıdır.

(*)Bu sorun Ö.D.nın Şubat 2012 sayısında yayımlanan makalenin konusu olmuştu. Ancak burada, Kızıl, Karaismailoğlu ve Ergut’un “savları” bağlamında ve bazı yönleriyle yeniden değinmemiz gerekiyor.

 

 

([22]) Devlet ve iktidar kavramları”nın günümüz toplumlarındaki anlamını, “sınıf çıkarları çerçevesi”ne sıkıştırılamayan “güç dağılımı etkisi”ni formülleştiren Foucault‘nun görüşleri etrafında şekillenen “akademik sosyoloji” türünü Özgürlük Dünyası’nın Şubat 2012 sayısında yayımlanan makalede ele almıştık.

 

([23]) Tarihin belirli geçiş dönemlerinde, sınıflar arası güç ilişkilerinin “pata durum”uyla bağlı bir “eskisi gibi işleyememe”den söz edilebilir. Ama böylesi bir durumda dahi güçlerden birinin ötekisini yenilgiye uğratmasıyla devlet yenen sınıfın devleti olarak “tarihsel rolü”nü yerine getirmeye devam eder. Devletin sınıf devleti olarak rolünden, ancak sınıfsız ve sömürüsüz (komünist) toplumda, böylesi bir zor aygıtına gereksinim kalmaması nedeniyle artık söz etmeye gerek kalmaz.

([24]) Marx, kapitalist gelişmeyi, kapitalizm öncesi toplumun koşullarında ortaya çıkan “nüve”lerden hareketle ve tekelci gelişmenin sağlayabileceği değişimleri haber vererek irdelerken, sınıf sömürüsünün bu en modern sisteminin toplumsal-iktisadi ilişkilerinin sergilenmesine özel bir önem vermiş ve iktidar ilişkilerinin bu temel üzerindeki şekillenmesine dikkat çekmiş, göndermelerde bulunmuştur. Ancak iktidar ve devlet sorununun Marksist teorideki yerinin, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni‘nden Manifesto’ya; Fransa’da Sınıf Savaşları’ndan Gotha Programı Eleştirisi’ne; Ütopik ve Bilimsel Sosyalizm’den Anti-Duhring’e bir dizi eserde ortaya konan görüşlerin bütünlüklü bir analiziyle ancak daha net ve doğru şekilde görülebileceği de diğer bir gerçektir. Marksist teoride iktidar sorunu salt üretim sistemleri ve üretim sürecindeki değişimlere bağlı olarak değil, tarih boyunca ve ilkel komünal dönem dışta tutularak tüm bir sınıflı toplum tarihi irdelenerek ortaya konmuştur.

 

([25])”Hannah Arendt’a başvurarak görüşlerini güçlendirmeyi deneyen yazar, Arendt’ın toplumun “sınıflar arası çatışma zemininde” tanımlanmasına, “bu çatışmanın dışında kalan ya da kendini bunun dışında konumlandıran bireylerin” varlığı gerekçeli itirazını gündeme getiriyor. Tekil ağaçların varlığını gerekçe gösterip ormanı görmeyi yadsımak, ağacı sadece birkaç küçük dalıyla izaha kalkışmak gibi bir şeydir.

 

([26]) Güncel toplumun hangi ‘birimi’ne bakılırsa bakılsın; işçilerin kapitalistlere karşı, yaşam koşulları üzerine kavgalarının, ilerleyen-geriye düşen bir çizgide de olsa sürüp gittiği görülür. İhtiyaçların karşılanması bir yana, işsizliğin, yoksulluğun, açlığın, savaş ve rekabetin bağırtısı duyuluyor; 260 milyon işsiz, 900 milyon aç, hemen tüm önemli kapitalist ülkelerde nüfusun yüzde 80’inin üretimden aldığı payın, en üst gelir grubu olan yüzde 20’den çok daha az olması vb. Refahın tüm nüfusa yayıldığı, koca bir yalan.

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑