Bugünkü emek ve demokrasi mücadelesinin en temel kavramlarından biridir “eşitlik” kavramı. Herhangi bir gruba (ulus, cinsiyet, cinsel yönelim, sınıf vb.) yönelik toplumsal yaşam içerisinde, kanun önünde ya da üretim ilişkileri içerisinde çeşitli ayrımcılık pratiklerine karşı yükseltilen bir talep olarak, “hak, adalet, hukuk” kavramlarının yanı sıra durur. Her sınıfın kendine özgü bir eşitlik tarifi bulunmaktadır. Kavramın tarihsel sürecine baktığımızda, politik bir talep olarak kitlesel bir şekilde örgütlenişinin en önemli örnekleri burjuva devrimleridir. Örneğin, Fransız Devrimi’nin (1789) “bütün insanlar eşit doğar” önermesi, politik olarak normatif bir önermedir. Yani, toplumsal olarak bir kuralı norm haline getirmeyi öngörür. Bu da, bizi, kavramın algılanışında başka bir tartışma zeminine çeker. Felsefi olarak, böylesi bir “eşitlik” kavramı, gerçeklikten hareketle değil, kavramdan hareketle kendini ortaya koyar. Bu, en yalın haliyle liberal düşüncenin eşitlik kavramıdır ve zorunlu olarak ideolojik bir sorun yaratır; çünkü bu noktada yaşanan toplumsal gerçeklikle, yani eşitsizlikle, normatif olarak oluşturulmuş kavram arasında bir çelişki doğmaktadır. Diğer bir deyişle, eşitlik/eşitsizlik kavramı, toplumsal gerçekliğin kendisinden değil, kavramın kendisinden türetilmiş, aslında indirgenmiştir; somutlanmak yerine soyutlanmıştır. Kavram gerçekliği karşılamaz, gerçeklik kavrama uydurulmaya çalışılır. Engels, Anti-Dühring’de bu çeşit bir eşitlik kavramını şöyle eleştirmektedir: “İki insan onların istençlerinin birbirine tamamen eşit oldukları ve ikisinden hiçbirinin ötekine verecek hiçbir buyruğu olmadığı temel belitini saptamak için herhangi iki insandan hiçbir zaman yararlanamayız. Bunların tüm gerçeklikten, yeryüzünde varolan ulusal, ekonomik, siyasal ve dinsel ilişkilerden, bütün cinsel ve kişisel özelliklerden geriye her ikisinden de yalın insan kavramından başka bir şey kalmayacak denli kurtulmuş iki insan olması gerek: Ancak o zaman ‘tamamen eşit’ olurlar…..iki eksiksiz hayalet.”[1]
Nitekim, insanlar, içlerine doğdukları ailenin sınıfsal, ulusal, kültürel ve sair farklılıkları tarafından halihazırda belirlenmiş durumdadır. Kaldı ki, bir yenidoğan, kendi sınıfsal, ulusal, kültürel aidiyetliklerinin içerisinde dahi cinsiyetine dayalı bir eşitsizlik sistemi içerisine doğar. Kısacası, “bütün insanlar eşit doğar” önermesinin hiçbir şekilde bir doğruluk değeri yoktur. Bu yüzden, liberalizmin ve bugünkü çeşitli türevlerinin eşitlik söylemi tamamen ideolojiktir. Eşitlik, ne haklar temeline indirgenebilir ne de yasalarla hayata geçirilebilir. Eşitliğin, hele ki toplumsal cinsiyetler arası eşitliğin varlığından söz edilebilmesi için, öncelikle bu eşitliğin üzerinden kurulacağı belirli maddi koşulların yaratılması gerekmektedir. Bu maddi koşulların tartışılması da, kavramın tarihsel bir analizini gerektirmektedir.
CİNSİYET EŞİTLİĞİ TARİHİNE KISA BİR BAKIŞ
İnsanlık tarihini toplumsal cinsiyetlerin birbirleri arasındaki eşitlik durumu açısından irdelediğimizde, bilinen binlerce yıllık tarihi kabaca ortadan ikiye ayırabiliriz: eşitlik hukukunun eşitliğe dayandığı ve “eşitlik hukuku”nun eşitsizliğe dayandığı toplumsal formasyonlar. Tüm bu süreçleri ayrı ayrı ya da bir bütün olarak analiz ederken akıldan çıkarılmaması gereken temel Marksist ilke, her bireyin toplumdaki konumunun belirli bir üretim biçimindeki belirli üretim ilişkileriyle olan ilişkisi tarafından belirlendiğidir. Birçok feminist akımın neredeyse aksiyomatik bir şekilde varsaydığının aksine, kadınlar da bu ilkeden muaf değildirler. Kadının toplumsal konumu da, o toplumun üretim ilişkileri içerisindeki rolüyle doğrudan ilişkilidir. Bu eksende, tarih boyunca toplumsal üretim biçiminin hareketli değişimleriyle bağlantılı olarak, kadının konumuna ve “eşitlik hukuku”na kısaca bir göz atalım.
İlkel Komünal Toplumlar
Bilinen ilk komünal topluluklarda toplumsal üretimin temel karakteri avcılık ve toplayıcılığa dayanmaktadır. Bu, insanın emek faaliyetinin henüz vahşi doğada besin, giyim, vb. ihtiyaçları karşılamak için hayvan avcılığı, yaban bitkisel besin toplayıcılığı ve bu faaliyetler sırasında ortaya çıkan klanlar arası savaşlardan ibaret olduğu bir süreçtir. Geçmişe dönük bilimsel bilgimiz, bilinen bu ilk komün toplumlarında hem cinsiyete dayalı bir işbölümünün gelişmediği, hem de kadın ve erkek arasında henüz eşitsizliğin doğmadığı, yani eşitlik hukukunun gerçekten eşitliğe dayandığı yönündedir. Kadın ve erkek vücudunun kas yapısının çok farklılaşmadığı, hemen hemen aynı fiziksel güce sahip olduğu birçok bulgu tarafından doğrulanmıştır. Kendi başına bu, kadın ve erkeğin doğası/yapısı gereği doğuştan üstünlük/aşağılık ilişkisi içerisinde var olageldiği safsatalarını çöpe atmamız için yeterli bir sebeptir. Kadınları, erkeklerle eşit derecede bulundukları bu emek faaliyetlerinden kısa süreliğine alıkoyan yegane unsur doğurganlıklarıdır. Klan/kabile halinde yaşayan bu ilk komün toplumlarında, yeni doğum yapan kadınlar, güvenli bölgelerde bırakılıyor, doğum yapmamış kadınlar da dahil olmak üzere, klanın geri kalan üyeleri ava ya da meyve toplamaya çıkıyordu. Hatta yeni doğum yapan kadınların da bu faaliyetler içerisinde bulunabildiklerine dair geçmişe dönük bazı veriler de bulunmaktadır. Bu verilere dayanarak, insan türünün atalarının iki ayağı üzerinde yürümeye başlamasının, gerek vahşi doğada avcılık yaparken, gerekse klanlar arasında çıkan herhangi bir savaşta bir eliyle bebeğini korurken, diğer eliyle kavgaya tutuşup böylece iki ayak üzerinde durabilme ve hareket edebilme kabiliyetini geliştiren kadınla birlikte gerçekleştiği sanılmaktadır. Ayrıca, avcılık ve toplayıcılık sürecinde cinsiyete dayalı bir işbölümü olduğuna dair herhangi bir bilgi bulunmaması, yani ‘kadın işi’, ‘erkek işi’ diye bir ayrımın olmayışı, kadın ve erkek eşitliğinin varlığına dair düşünceleri pekiştirmektedir. Sonuç olarak, ilkel komünal toplumun bu ilk örneklerinde kadın ve erkek bireyler arasındaki eşitlik, herhangi bir kurallar bütününün buyurduğu, yani ilkel de olsa toplumsal bir formun olduğu politik bir olgudan ziyade, organik bir bütün gibi hareket eden ve etmek zorunda olan klanın hayatta kalabilme mücadelesinin gerekli bir ilkesi olarak ortaya çıkmaktadır.
İlkel komünal toplumun daha sonraki aşamalarında ise, temel olarak iki üretim biçiminin hakim olduğu, dolayısıyla iki yaşam tarzının yaşandığı iki toplum örneği görmekteyiz. Birincisi, yerleşik ve ilkel tarıma dayalı toplumlar; ikincisi, göçebe ve hayvancılığa dayalı toplumlar. Bu iki toplum tarzının ortaya çıkışı, aynı zamanda cinsiyete dayalı işbölümünün de ilk örneklerini doğurmaktadır. Fakat iki farklı toplum tarzındaki cinsiyete dayalı işbölümü farklı iktidar ilişkilerine yol açmıştır. Tarıma dayalı yerleşik toplum, bu aşamasında, kadının bebeğine bakmak için doğanın güvenli bölgelerinde zamanla yerleşik bir hayata yöneldiği ve sonucunda tarımsal üretimi geliştirdiği, erkeğinse klan içerisinde hala avcılık ve toplayıcılıktan sorumlu olduğu toplumdur. Anaerkil olarak da anılan bu toplumsal yapıda kadınların görece önder konumda olmasının tek sebebini, genellikle grup evliliklerinin baskın olduğu bu toplumlarda, soyun kadın üzerinden devam etmesine bağlamak eksik olur. Kadın-erkek eşitliğinin ibresinin bu dönemde kadından yana ağır basmasının en temel sebebi, üretim ilişkilerinde kadının sorumluluğunda olan tarımsal üretimin, erkeklerin sorumluluğundaki avcılık ve toplayıcılıktan çok daha verimli ve üretken olması, dolayısıyla toplumsal hayatın yeniden üretilmesinin temelinde kadının sorumluluğu altında olan tarımın yatmasıdır.
Toplumun hala sınıflara ayrılmadığı bu dönemde, özel mülkiyet ilk haliyle kendini gösterir. Henüz tek eşliliğe geçilmemiş olması, soyun hala kadın üzerinden takip ediliyor oluşu, bu ilkel özel mülkiyet birikiminin, yani mirasın anneden kız çocuğuna aktarımını mümkün kılmıştır. Öte yandan ateşin kullanımı üretimin çeşitlenmesine sebep olmuştur ve bugün birçok kadını köle durumuna düşüren ocağın kullanımı, o dönemde kadınların toplumdaki gücünü pekiştiren bir unsur olarak karşımıza çıkmaktadır. Kadın, toprağı sadece tarım için işlememekte, ateşi de sadece et pişirmek için kullanmamaktadır. Artık, toprağı ateşte işleyerek yeni araç ve gereçler yaratmaktadır.
Öte yandan hayvancılığa dayalı göçebe topluluklarda, cinsiyete dayalı toplumsal işbölümünün ortaya çıkışı kadının aleyhine sonuçlar doğurmuştur. Hayvancılık toplumsal üretim biçimine karakterini henüz vermemişken, insanlar avladıkları ya da başka bir kabileden yağmaladıkları hayvanları öldürüyor ve anında tüketiyorlardı. Burada hala cinsiyete dayalı bir işbölümünden söz etmek mümkün değildi. Zamanla bu hayvanları canlı olarak yakalamaya başlayan insan, göçebe klanlarda özel mülkiyetin doğuşuna sebep oldu. Baskın üretken emek, bu hayvanları canlı yakalayabilme becerisi iken; bu hayvanların evcilleştirilmesi ihtiyacını karşılayacak emek ikincil bir öneme sahip oldu. Tarıma dayalı toplumda kadının yerleşik hayata geçişini kolaylaştırıp tarımı geliştirmesine yol açan doğurganlık, hayvancılığın gelişip başlıca üretim biçimi haline geldiği toplumlarda kadını hayvanı evcilleştirme sorumluluğuyla birlikte “eve” kapattı. Doğum yapmamış kadınlar bir süre avlanmaya devam etseler de, doğum yapan kadınların canlı yakalanan bu hayvanların evcilleştirilmesi işini üstlenmesi zamanla toplumsal bir karakter kazandı. Tarihte kadın erkek eşitliğinin ibresinin erkekten yana dönmesinin ilk örneği böyle ortaya çıktı.
İnsanlık tarihindeki bu ilkel komünal toplum deneyimlerinden çıkarılacak önemli sonuçlardan birisi, cinsiyete dayalı iş bölümünün tek başına toplumsal cinsiyet eşitsizliğine yol açmadığıdır. Köleci toplum ortaya çıkana kadar, insanlık, binlerce yıl bu üretim ilişkileri içerisinde yaşamıştır. Yukarıda bahsettiğimiz iki temel ilkel komünal toplum aşamasında da özel mülkiyet ilkel biçimiyle var olmakla birlikte, birikim henüz sınıfları meydana getirecek denli etkin değildir. Tüm bu süreç devam ederken, tarımsal üretim ve hayvancılıkta elde edilen birikim daha fazla emek/iş gücü ihtiyacını doğurmuştur. Bunun sonucu olarak, kabileler arası savaşlarda esir alma dönemi başlamış, giderek bundan böyle kölecilik doğmuştur. Kadının toplumsal üretim ve yeniden üretimin bel kemiği olan tarımsal üretimdeki üretken emeği, bundan böyle, yerini köle emeğine bırakacaktır. Benzer bir şekilde, zaten cinsiyet eşitsizliğinin ilk hallerinin oluştuğu göçebe kabilelerde de hayvanların evcilleştirilmesi kölelere bırakılmıştır. Her iki toplum biçiminde de, toplumsal bir karaktere sahip olan ev ekonomisi atomikleşmiş, toplumsallıktan soyutlanmaya başlamış ve tek eşliliğin ortaya çıkmasıyla da pekişerek, özelleşmiştir. Kısacası, aile kurumu, kadını köleleştiren biçimini kuşanmıştır. Ticaretin ilk örneklerinin de ortaya çıktığı ilkel toplumdan köleci topluma geçiş süreci, sermaye birikimin, dolayısıyla sınıflı toplumun da ortaya çıkışıyla eş zamanlı olarak, binlerce yıl sürecek olan kadının da köleleştirilme süreci haline gelmiştir. Kadın ve erkek arasındaki eşitlik hukukunun eşitsizliğe dönüşmesi bu koşullar altında gerçekleşmiştir ve bu noktadan sonra, sınıfsal karakterinden bağımsız düşünülemez; hem sınıflar arasında hem de aynı sınıf içerisinde tartışılmalıdır.
Köleci toplum
Kadının erkeğe tabi olması, köleci toplumda, artık tamamlanış bir süreç olarak karşımıza çıkmaktadır ve kadının üretken emeğinin değersizleşmesi maddi temeli üzerinde gelişmiştir. Burada önemle hatırlatmak gerekir ki, kadının üretken (maddi yaşamı üreten) emeği tamamen ortadan kalkmamış, köle kadınlar üzerinden devam etmiştir. Antik Yunan, Roma, Mısır ve Kartaca Uygarlıkları tarihinde daha belirgin bir şekilde görülen ilk sınıflı toplum, temelde iki karşıt sınıftan oluşmaktadır: Özgür yurttaşlar ve köleler. Elbette zanaatın sürekli gelişmesiyle yüzyıllar sonra başka bir sınıfı doğuracak olan küçük zanaat ustaları ve asil olmayan küçük tüccarlar (özellikle köle tüccarları) da bulunmaktadır. Fakat köle olmayan, yani özgür sayılan bu ara sınıflar, politik olarak –başlıca toprak ve hayvanlarla köleler üzerindeki mülkiyete dayalı– servet birikimini ve askeri gücü elinde bulunduran özgür yurttaşlara tabidir. Biriken servetler ve askeri güç bu özgür yurttaşlar arasında paylaşılmıştır. Oldukça ironiktir ki, kölelik dönemi, aynı zamanda insanlığın kültürel mirası içerisinde, özellikle Antik Yunan’da politik olarak “demokrasi ve eşitlik” kavramlarının da ortaya çıktığı dönemdir. Eşitliğin pozitif kavramı, yani eşitliğe dayanan “eşitlik hukuku”, “yasa önünde eşitlik” ilkesiyle sadece devletin özgür yurttaşları arasında geçerlidir. Yurttaşlık, kişinin elindeki mülkiyet birikimi ve askeri gücünün verdiği bir haktır ve bu hakka, tamamen, yalnızca o devletin erkekleri sahip olabilir. Kadınların özgür sayılma koşulu ise, sadece ‘köle olmama’ durumuna indirgenmiştir. Bu da soylu ailelerin bir parçası olmayı ya da sahibi tarafından kölelikten azad edilmiş olmayı gerektirir. Kadın-erkek eşitsizliği, köleler arasındaysa belirgin olarak kendini ortaya koymaz. Kadın ve erkek tüm köleler, sahipler tarafından sömürülme ve ezilme yönünden eşittir. Hepsi sınıfsal ve cinsel sömürüye tabidir. Fakat bu sömürünün boyutları kadın köleler için çok daha fazla katlanılmaz boyuttadır. Bu durum “özgür” kadınların erkeklere bağımlılığıyla yakından ilişkilidir.
Soylu özgür kadınların soyluluğu ailelerinden kaynaklanmaktadır ki, bu da, babanın ya da kocanın unvanıyla birlikte gelmektedir. Köle sahibi kocaları/babaları dolayısıyla “sahibe” olabilmişlerdir. Bu noktada, özgür kadınların erkek boyunduruğu altındaki “özgürlükleri” ve bu özgürlüklerin dereceleri, söz konusu toplumu önceleyen toplumun tarıma ya da hayvancılığa dayalı olarak gelişimine bağlı olarak da çeşitlenmektedir. Örneğin hayvancılığa dayalı göçebe ve talancı Tatar toplumlarına kıyasla, Roma’daki kadınların hareket alanları ya da yasa önündeki ayrıcalıkları görece daha serbesttir. Romalı sahibeler hiçbir şekilde maddi üretimde üretken emekleriyle yer almazlar. Üretken emek kölelikle özdeşleştirildiğinden insanlığın aşağılanmasını çağrıştırmaktadır. Sahibe ev içi ekonomiyi ve yönetimi idare edicidir. Onlara yakıştırılan iyi bir idareci olmaları, kocalarını mutlu ve hoş tutmaları ve ölümüne sadık olmalarıdır. Aksi takdirde, kocanın takdirine göre boşanmadan tutun, köle olarak satılmaya ya da bazı toplumlarda öldürülmeye kadar çeşitlenen bir ceza mekanizmasına tabi tutulurlar. Erdem ve doğurganlıktan ibaret bir tanımları vardır.
Antik Yunan’da bu algıyı kıran özgür kadınlar da bulunmaktadır. Her ne kadar tek eşlilik yasa altına alınmış olsa da, erkeğin istediği köleye tecavüz etmesi ve metreslere sahip olması toplumsal olarak meşru kılınmıştır. Hetereler, soyluluğun alt kademelerinde özgür doğmuş ya da sahipleri tarafından özgür bırakılmış kadınlardır. Birçoğu bilim ve felsefeye ilgi duyan ve “erdemli” olmayı reddedip evlilik kurumuna meydan okuyan bu Hetereler, her kadın gibi karar verme ve kanun koyma sürecine katılma hakkından yoksun olmalarına rağmen, oldukça önemli politik etkilere sahip olmuşlardır. O dönemde birçok filozofla (Sokrates gibi) felsefi, politik ve bilimsel tartışmalarda yer almalarının yanı sıra iktidara karşı başkaldırıların içerisinde de aktif olarak bulunmuşlardır. Ne var ki, köle ve evli özgür kadınlara göre daha özgür görünen Hetereler de, ekonomik olarak, metreslik yaptıkları erkeklere bağımlıdırlar ve kadının bu toplumdaki yerine karakterini veremeyecek kadar az sayıda ve üretim ilişkilerinden uzaktırlar. Köleci toplum, kölelerin zorla çalıştırılmasına dayanan üretim sisteminin verimsizliğiyle giderek daha da acımasızlaşmış ve bunun sonuncunda, toplumsal değişim, yine üretken emeği hayata geçirenlerin, yani kölelerin mücadeleleriyle mümkün olmuştur.
Burada dikkat edilmesi gereken nokta, kadının ezilmişliğinin cinsiyetler arası karakteriyle sınıflar arası karakteri arasındaki ilişkidir. Sahibe ile kölenin özgür erkeğe göre konumları, kendi toplumsal konumlarını da belirlemektedir. Sahibe erdemlileştikçe, özgür erkeğin cinsel şiddeti köle kadına yönelmektedir. Bu noktada, bu iki kadın arasında doğan çelişki, öte yandan, birini aile hapishanesine, diğerini ise kölelik hapishanesine mahkum etmektedir. Kabaca söylemek gerekirse, sahibe, köle kadını sömürerek, kendi boyunduruğunu da pekiştirmektedir. Dolayısıyla, bu noktadan sonra toplumsal cinsiyet eşitsizliği ya da kadının ezilmişlik sorunu sadece kadın ve erkek (ya da kadın ve …….) arasındaki ikili bir ilişkiye indirgenemez. Ancak üretim ilişkilerinin karakterini verdiği farklı kültürel, coğrafi, sosyolojik vb. unsurlarla çeşitlenen toplusal ilişkiler bütünü ve bu bütün içerisindeki ilişkilerin birbirleriyle olan iç bağıntıları içerisinde analiz edilebilir ve edilmelidir. Ne var ki, özgür kadın, üretim ilişkileri içerisindeki konumlanışıyla, özgürleşme mücadelesindeki tüm donanımlarından soyutlanmış, silahsız bırakılmıştır. Bu nedenle, tarihin bu noktasına tekabül eden kadının özgürleşmesi sürecindeki adım, sahibe tarafından değil, ama köle kadın (ve erkek) tarafından atılabildi.
Feodal toplum
Kölelerin efendilere başkaldırmalarıyla başlayan süreç, barbar akınlarıyla zayıflatılmış şehir devletlerinin ve antik imparatorlukların yıkıldığı bir yönetim biçimine ve üretim biçim ve ilişkilerinin değişmesiyle yeni sınıfsal formasyonlara yol açmış ve feodal (haraçlı) toplumun ilk örnekleri ortaya çıkmıştır. Serfler ve feodal beylerin oluşturduğu tarıma dayalı köy yaşamı ve tüccar ve zanaatkarların yaşadığı kentler ortaya çıkmıştır. Toplumsal formasyona karakterini veren üretim tarzı köy tarımıyken, feodal dönemin sonlarına doğru, ibre, ticaret ve zanaatın önem kazanmasıyla kente doğru kayacaktır. Köleci toplumdaki özgür kadın ve kocası (ya da babası) arasındaki eşitsizlik hukuku ve kadının kale/malikane/şatonun “Hanımı” olarak ev içi ekonominin idarecisi ve sorumlusu olması durumu, feodal bey ve hanımı arasında biçimsel olarak korunmuştur. Verimli topraklar feodal beylerin mülkiyetindedir ve bu topraklar üzerinde kurulu ev işletmelerinin idaresi, bu toprakları işleyen ve bunun karşılığında feodal beye haraç (aynî vergi ya da para) ödeyen serfler, zanaatkarlar, uşaklar ve hizmetliler hanımın komutasında çalışmaktadırlar. Ev ekonomisi ve idarecilik görevi, kadınların okuma-yazma, matematik ve sair yeteneklerinin gelişmesini zorunlu kılmıştır. Ayrıca, çoğunlukla prenslere kısmet olan özel doktorlar, feodal beylik hiyerarşisinin her katmanına nasip olmadığından, kadınlar öteden beri yatkın oldukları şifa bilimlerinde uzmanlaşmış, bu da, hanımın çiftliğinin aynı zamanda köy hastanesi olarak işlev görmesine de yol açmıştır. O dönemde birçok erkeğin okuma-yazma bilmemesi ve Hanımların bu entelektüel üstünlüğü onlara yer yer bazı ayrıcalıklar, özgürlükler ve üstünlüklerin kapısını açsa da, bunlar, çok kısıtlı kaldığından, toplumsal ilişkilere karakterini verememiştir. Genellikle yağma, talan, savaş ve politikayla meşgul olan feodal bey, tüm gelişmişliklerine rağmen, hanımının üzerindeki hakimiyetini korumuş ve pekiştirmiştir.
Serf kadınları ise, sınıfsal eşitsizlik anlamında, erkeklerinden farklı bir konumda değildir. İlk sınıflı toplum örneğinde olduğu gibi, ezilen sınıf olarak serfler, kadın-erkek feodal beyler tarafından sömürülme eşitliğine sahiptirler. Köylü kadının erkeğine olan tabiiyeti, feodal hanımın beyine olduğundan görece daha zayıftır diyebiliriz. Çünkü daha çocuk yaşta sırf sınıfsal çıkarlar için zorunlu evliliklere zorlanan hanımın aksine, köylü kadın, koşullar zorlasa da, aşk evlilikleri yapabilmektedir. Ayrıca, özellikle feodal toplumun ilk aşamalarında, ‘namus’ kavramı, soyluların aksine, köylüler arasında kadın cellatlığı biçiminde gelişmemiştir. Evlilik öncesi ya da dışı cinsel ilişki ya da çocuk sahibi olmak, soylu kadının soyunu kirleten ve cezası ölüme varan bir unsur olarak görülürken, çoğu yerde, köylü kadının aşağılanmasına, ölümcül cezalara çarptırılmasına henüz sebep olmamaktadır. Hatta kimi Avrupa toplumlarında, evlenecek bir köylü kadının, kocasından önce, ‘ilk gece hakkı’ olarak feodal beyle yatması zorunluluğu yüzünden, evlilik dışı ilişki çok daha tercih edilesi bir hal alabilmektedir. Çünkü feodal bey, beğendiği herhangi bir köylü kadın üzerinde onu kullanma hakkına yasal olarak sahiptir.
Köylü sınıfı içerisinde kadın ve erkeğin konumuna gelecek olursak, kadının üretken emeğinin devam ettiğini görürüz. Fakat bu üretken emek, hiçbir şekilde bir değişim değeri bulmadığı için, aile köleliği olarak da değersizleştirilmiştir. Kadın, hem tarlada işçi olarak çalışmakta, hem de ev (küçük çiftlik) içi ekonomiden de sorumlu olmaktadır. Bu durumun köy toplumu içerisinde kısmi özgürlükler sağladığı doğrudur. Örneğin, köy meclislerinde kadınlar da bulunup karar mekanizmasına katılabilmektedir. Kaldı ki, henüz özel mülkiyetin boyunduruğuna girmemiş meralar, çayırlar ve ormanlardan oluşan köy topluluğunun ortak mülkiyeti üzerinde söz sahibi olabilmektedirler. Ya da evlenecekleri erkekleri kendileri seçebilmektedirler. Ne var ki, bu kısmi özgürlükler, küçük toprak ve çiftlik mülkiyetinin yine köylü erkeğe ait olmasından dolayı, köylü kadını da ataerkil boyunduruk altında tutmaktadır.
Feodal toplumda ortaya çıkan bir diğer sınıf ise, kentsoylu tüccarlar ve zanaatkarlardır. Daha çok köy arazilerinin kesişim noktalarında kurulan kullanım mallarının takas edildiği pazarlar, zamanla gelişerek, ticaret merkezleri olarak, kentleri oluşturmuştur. Ticaret, makro düzeyde yabancı malların alım satımı, mikro düzeyde ise zanaatkarların ürettiği malların pazarlarda satılması olarak iki düzlemde gelişmektedir. Büyük tüccar sınıfı içerisinde kadının konumu, soylu kadınlarınkinden pek farklılık göstermez; yine, ev içine hapsolmuş idare sorumluluğuyla esaret altına alınmıştır. Zanaatkarlar arasında ise, durum biraz daha farklıdır. Kent soylu zanaatkarlar, genellikle feodal beylerin köylerdeki barbar yaptırımlarından kurtulmak için kente göç eden köylülerdir ve nüfusun çoğunluğunu kadınlar oluşturmaktadır. Dokumacılık, iplikçilik, terzilik, mumculuk, natırlık, çorapçılık, lokantacılık meslekleri ve pazarlarda yürütülen mikro ticaret (günlük kullanım ve tüketim mallarının alım satımı) kadınların elindedir. Kadın zanaatkarlar, üretken emeklerinden gelen gücü politik bir güce de çevirip, loncalarda oldukça etkin bir şekilde örgütlenmektedir. Örneğin, 14. yy İngiltere’sinde mevcut 500 loncanın 495 tanesinde kadın ve erkek üye sayısının eşit olduğu, hatta diğer Avrupa kentlerinde bazı loncaların tamamen kadınlardan oluştuğu bilinmektedir. Zanaatkar kadınlar, köylerdeki ve malikanelerdeki hemcinslerine göre, çok daha fazla hakka, ayrıcalığa ve politik güce sahiptir. Benzer bir durum, Anadolu coğrafyası açısından da mevcuttur. 13. yy’da Anadolu Selçuklu hakimiyetindeki Kayseri’de, ilk ahi teşkilatıyla birlikte, bu teşkilatın kadın versiyonu olan Bacıyan-ı Rum (Anadolu Bacıları) kurulmuştur. Hatta Avrupa’daki muadillerinden farklı olarak, Bacılar, aynı zamanda silahlı kadın birlikleriydiler. Fakat kadınların üretim ilişkilerine doğrudan katılımından gelen bu güç, yasal anlamda radikal bir dönüşümü beraberinde getirmeye yeterli değildi. Kadınların çırak-kalfa-usta hiyerarşisinin en üst aşamasına kendi emekleriyle çıkmasına izin verilmiyor; kadın, usta unvanını, ancak ölen kocasından miras kalırsa alabiliyor, ama ustalık haklarının hepsinden yararlanamıyordu. Ya da bazı coğrafyalarda, bu unvana hayatı boyunca sahip olma hakkından yoksun bırakılıyordu.
15. ve 16. yy’a gelindiğinde ise, kapitalist sermaye birikimi ilk nüvelerini göstermeye başladı ve zanaatkar ve tüccar sınıfları arasındaki rekabet derinleşti. Bu durumda en zayıf halka yine kadınlar olarak görüldü ve ilk önce hamile kadınların çalışması yasaklanırken, kadınların zanaat üretimine katılımını kısıtlayan bir dizi yasa ve uygulama ardı ardına geldi.
Feodal toplum içerisinde kapitalizmin gelişiminin yanı sıra Ortaçağı kadınların cehennemine çeviren bir başka unsur ise, dindi. Avrupa’da, kilise ve feodal beyler arasındaki rekabetin faturası yine ezilen sınıflara ve kadınlara kesildi. Bu faturanın kadın kısmının başlıca nedenleri arasında, tecavüz, feodal beyin baskısı, kısırlık vb. sebeplerden dolayı manastırlara kapanan kadınların giderek bilim, felsefe ve din alanında etkinleşmesi ve kadının ticaret ve zanaatkarlıkta giderek güçlenmesi yer almaktadır. Öyle ki, bu süreçte panteist rahibelere (Rahibe Hildegard) ya da imparatora karşı cumhuriyet fikrini savunan gayri resmi belediye başkanı kadınlara (Marfa Boretskaya) rastlamak mümkündür. Başka birçok etmenle birlikte, kadınların edindikleri bu sosyal statüler, kilisenin otoritesi için bir tehditti. Sonrasında, kilise, köylerde evlilik dışı çocuk doğuran, malikanelerde şifacılık yapan, kentlerde iplik dokuyan kadınlara karşı bir “cadı avı” başlattı ve binlerce kadını “cadı” olarak mahkum edip, kamu önünde ateşe vererek yaktı. Benzer bir şekilde Anadolu’daki Bacılar öncelikle silahsızlandırıldı. Silahların ellerinden alınması, özgürlüklerini teslim etmelerinin resmi belgesi oldu. Daha sonraları zanaatkarlıkları yasaklanan Bacılar, İslamiyet’in daha da etkinleşmesiyle birlikte dini hayır işlerine sevk edildiler ve nihayetinde teşkilat tamamen ortadan kaldırıldı. Kadının mülk sahibiyle, kadının ruhbanla/ulemayla, kadının bilim “adamıyla”, kadının kocasıyla eşit olması kabul edilir bir şey değildi.
Feodal toplumdan kapitalist topluma geçiş süreci, kadının ezilmişliğinin birden ve keskin bir şekilde derinleştiği bir süreçtir; çünkü hem zanaatkar, hem köylü kadın kitlelerine uzunca bir zaman dönmemek üzere evin yolu görünmüştür.
Yine de, kadınların bu eve kapanmasını üretken emeklerinin ortadan kalkması olarak algılamamak gerekir. Feodalizmden kapitalizme geçiş süreci birçok karmaşık pratiğiyle birlikte zıtlıkları barındırmakta, var olan karşıtlıkları derinleştirmekteydi. Ticaret sermayesinin gelişimi, belirli bir sermaye birikimiyle birlikte, daha önceleri zanaatkar-tüccar arasındaki siparişle işleyen kısıtlı üretimin ve pazarın genişlemesine sebep oldu. Bu da kapitalist rekabetin ilk biçimlerini ortaya çıkardı ve üretimin yoğunlaşması ihtiyacını zorunlu kıldı. Bu rekabet ortamına dayanamayan zanaatkarlar ve köylüler hızla proleterleştiler. Diğer yandan da, kentlerdeki basit kapitalist işbirliğine dayalı üretimin yanı sıra çeşitli sistemlerle (Kaufsystem, Verlag sistemi) ev sanayisi gelişti. Bugünkü ev eksenli üretim tarzının kapitalist üretim biçimindeki ilk örnekleri bunlardır. Burjuvazi ve aristokrasi arasındaki savaşta ezilen, yersiz yurtsuzlaştırılan, işsizleştirilen kadınlar, kitlesel bir şekilde ev sanayisi altında işçileştiler. Daha önceleri köylülerden haracını çoğunlukla aynî vergi olarak alan feodal beyler, ticaret burjuvazisinin yükselişiyle, önemi artan para sistemine ayak uydurmakta zorlandılar, otoriteleri sarsılmaya başladı. Bu noktada köylüler ve feodalizmde erkeklerin boyunduruğu altında ezilen soylu kadınlar, yükselen burjuvazi karşısında erkek egemenliğini de şahıslarında cisimleştiren feodal beylerin ve Kilise’nin otoritesinin sarsılmasıyla birlikte Reform hareketine katıldılar, destek verdiler. 16.yy’la başlayan kapitalizmin yükseliş süreci Rönesans hareketlerini de beraberinde getirdi. Soydan ya da tanrıdan gelen güç algısına karşı, burjuvazinin, insanın ve insan aklının gücü fikriyle birlikte ortaya attığı “eşitlik” talebi döneme damgasını vurdu. İktisadi ve politik olarak güçlenme sürecini, yasalar önünde eşitlik talepli mücadele izledi. Katolik Kilisesi’nin boyunduruğundan kurtulan bilim ve sanat dalları hızlı bir gelişim gösterdi ve zenginleşen sınıfın kadınları fiilen bu gelişimin içerisinde yer aldılar. Fransız Devrimi’nde kadınlar ve erkekler yan yana saf tuttular. Yükselen burjuvazi, onlara, bin yıllardır özlemini çektikleri bir şeyi vaat ediyordu: Eşitlik. Bu vaat sadece aristokrat ve zengin kadınların değil, yeni ortaya çıkan proleter kadınların da özlemiydi. Fakat aristokrasiyi yıkıp kendi egemenliğini kurmak için ezilen emekçi sınıfların ve bir kısım aristokrat kadınların desteğini yedekleyen burjuvazi, ilerici özelliğini yitirdiği anda, kitlesel ve barbar bir emek sömürüsü düzenini yerleştirdi. Burjuva eşitliği, biçimseldi ve eşitsizliği temel edinmiş görünürdeki bir eşitlikten ibaretti. “Hukuk önünde eşitlik”, gerçek bir eşitliğe dayanmıyor, proleterin burjuvayla eşitsizliği gibi, kadın da erkekle eşit olmamanın yükünü üstleniyordu. Birçok yerde, feodal toplumda kadının yasal mülkiyeti sayılan çeyiz ve miras gibi diğer mülkiyet hakları da hemen kocalara geçirildi. Yerlerinden edilen, işsizleşen, yoksullaşan ve açlıkla savaşan kadınlar fuhuşa yöneldikçe fuhuş için inanılmaz sertlikte yasal cezalandırmalar getirildi. Rönesans ortamının serbestlik rüzgarında ‘bilgeleşen ve politikleşen’ zengin kadınlar, tekrar evlerine, kocalarının dizlerinin dibine yollandı. Kapitalizm, her sınıftan kadının eve hapsiyle birlikte gelmiş oldu; ya kocalarının evine ya da genelevlere.
SANAYİ DEVRİMİ’NDEN GÜNÜMÜZE
Erken kapitalist dönemde, kökenleri zanaatsal ev işinden gelen manüfaktür döneminin ardından, makineleşmeyle birlikte, teknolojik bir sıçrama yaşandı. Üretimde makineleşmeyle birlikte, 18.yy’ın sonlarında ve 19.yy’ın başlarında kapitalizmin ucuz işgücü ihtiyacı kadın ve çocukların kitleler halinde ücretli emek piyasasına sokulmasıyla karşılandı. Bazı yerlerde kadın ve çocukların birkaç saat uyuyabileceği yatakhanelerin olduğu fabrikalarda, üretim, neredeyse hiç durmadan devam ediyordu. Kapitalizmin bundan sonraki aşaması, neredeyse sınıflar arası mücadelenin hiç bitmeyen bir kızgınlık ve ateşle sürdüğü bir sürece girdi. Avrupa ve ABD başta olmak üzere, ileri kapitalist ülkeler, sürekli işçi sınıfının mücadele pratiklerine sahne oldu. 19.yy’ın başlarında ABD’de hızla her yerde tekstil fabrikaları açılıyordu. Bu tekstil fabrikalarında kadınlar kitleler halinde işe alınıyordu. Daha 10-12 yaşlarındayken bu fabrikalarda çalışmaya başlayan küçük kız çocukları ve genç kadınlar, neredeyse yok pahasına çalıştırılıyorlardı. 1836 yılında Lowell Mill’de büyük direnişler ve grevler patlak vermeye başladı. Binlerce kadın ilk defa sokaklara dökülüyor ve “eşit işe eşit ücret” talebini haykırıyordu. Çok geçmeden burada bir kadın işçileri sendikası kuruldu. Benzer bir şekilde, New York’taki dokuma ve tekstil fabrikalarında çalışan çoğunlukla kadın işçilerin “eşit işe eşit ücret” ve 8 saatlik işgünü talepleri yükselmeye başladı ve 40 bin kişilik bir fabrikadaki greve polisin saldırılması sonucu, yine çoğu kadın, 129 işçinin öldürülmesiyle, sınıflar arasındaki kavga daha da çetinleşti (8 Mart). Birçok işçi direnişi kanla bastırılsa da, talepler karşılanmadıkça ayaklanmalar ve direnişler baş gösteriyordu.
İngiltere, Fransa, Almanya da durmaksızın irili ufaklı işçi eylemlerine tanık oluyordu. 19.yy’ın sonlarına doğru Fransa’da patlak veren eylemler, nihayetinde, 1871’de Paris Komünü deneyimini getirdi. Paris Komünü’nün mimarları arasında emekçi ve sosyalist/komünist kadınlar en ön saflarda yer tutuyordu. Paris’in ele geçirilmesinden sonraki günlerde kurulan Paris Savunması ve Yaralılara Yardım Kadınlar Birliği ataerkil sistemin ortadan kalkışının yalnızca kapitalist sistemin yıkılmasıyla mümkün olduğunu savunuyor; cinsiyet eşitliği, “eşit işe eşit ücret”, kadınların boşanma hakkının tanınması, laik eğitim hakkı ve genç kadınların mesleki eğitim hakkı için mücadele ediyordu. Ayrıca, nikahsız birliktelik yaşayan kadın ile nikahlı kadın arasındaki, meşru ve gayrimeşru çocuklar arasındaki farkların ortadan kaldırılması o dönemin en ileri taleplerindendi. Fuhşun tüm kurumlarıyla birlikte ortadan kaldırılması gerektiğini de savunan Kadınlar Birliği, aynı zamanda silahlanarak, barikatlarda savaşmıştır. Paris’te süren iki aylık komün süresince, Lyon ve Grenoble’da da günler süren ayaklanmalar yaşandı. Yaşanan bu ayaklanmalar birçok romana konu olmuş, özellikle de kadınların “eşitlik” hakları için nasıl savaştıkları görülmüş ve hemen herkes tarafından teslim edilmiştir.
20.yy’a gelindiğinde ise, bir yandan emekçi kadın hareketi ilerlerken, bununla birlikte aydın ve orta sınıf kadınlar da “yasa önünde eşitlik” için kampanyalar örgütlediler. Bu kampanyaların başlıca talepleri; kadınların eşit bir yurttaş olarak seçme ve seçilme hakkının tanınması, medeni kanun düzenlenerek kadınların evlilik sözleşmesindeki mağduriyetlerinin giderilmesi, boşanma hakkı, eşit ücret hakkı idi. Avrupa’nın hemen her ülkesinde 20.yy’ın başında bu taleplerden en az birini merkeze alan burjuva kadın dernekleri kurulmuştu. Bunca mücadeleye rağmen, bu ülkelerin çoğunda, bu haklar yasal olarak 1960’lardan sonra tanınmıştır ve hala dünyanın birçok yerinde tam eşitlik sağlanabilmiş değildir. Zaten bir dönem emekçi ve burjuva kadınların mücadeleleri ortaklıklar gösterse de (ABD’de ve İngiltere’de örgütlenen kitlesel seçme ve seçilme hakkı kampanyalarında olduğu gibi), “eşitlik” kavramına bakış, sınıfsal farkını ortaya koymuştur. Emekçi ve sosyalist kadınlar, her gün bilfiil yüz yüze geldikleri kapitalist emek sömürüsünün, cinsel sömürünün ve toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin sadece yasalar önünde, kağıt üzerinde kalacak bir eşitlik anlayışıyla çözülemeyeceğinin farkına varmışlardır. Gerçek eşitlik ve yasa önünde eşitlik ya da fırsat eşitliği arasındaki ayrım, kendisini, elbette ki bu döneme damgasını vuran Büyük Ekim Devrimi ve SSCB’nin kuruluşu/inşası ile açık bir şekilde ortaya koymuştur. Gerçek eşitliğin sağlanması için, toplumsal ilişkilerin tümünde eşitsizliğe dayanan ve sadece biçimle sınırlı olan eşitlik hukukunun maddi koşullarının ortadan kalkması gerekmektedir.
SSCB VE GERÇEK EŞİTLİK
1917 Ekim Devrimi’nin ilanını takip eden birkaç gün içerisinde çıkan ilk yasalar, kadın ve erkeklerin eşitliğinin koruma altında alınmasına yöneliktir. Fakat bugüne kadar binlerce yıldır hüküm sürmüş bir ilişkiler sisteminin ortadan kaldırılması o kadar kolay olmamıştır. İnsanlık tarihi boyunca, tartıştığımız her toplumsal formasyonda, kadının sosyal statüsü, onun üretim araçları ve ilişkileriyle olan ilişkisi ve konumunca belirlenmiş, başkaca kültürel ve sosyal etmenlerle çeşitlenmiş ya da derinleşmiştir. Dolayısıyla, gerçek bir eşitliğin ilk koşulu, kadınların tamamını kapsayacak şekilde üretken emek gücüne katılımının sağlanmasıydı. Sosyalist devlet, hem daha önce erkek işi olarak tarif edilegelmiş birçok iş sahasını kadın emeğine açarak kadının bağımsız çalışma hakkını tanımış, hem de cinsiyet temeline dayalı ücret sınıflandırmasını derhal ortadan kaldırmıştır. Hayata geçirilen ilk ilkelerden biri olan “eşit işe eşit ücret” ilkesinin “herkesten yeteneğine göre, herkese emeğine göre” ilkesiyle biraradalığı, sosyalizmin ilk zamanlarında kadınlara oldukça güç koşullar yaratmıştı. “Kadınların çok önemli bir bölümünün okur-yazar dahi olmadığı, herhangi bir mesleki eğitimden geçmediği ve sair durumda, ‘herkese yeteneğine göre’ ilkesi tabi ki bireylerin başka koşullarda gerçekleştirebilecekleri ‘yetenekler’i değil, andaki durumu çıkış noktası yapmakta, dolayısıyla kadın ile erkek arasında bu alanda var olan eşitsizliği bir vuruşta ortadan kaldıramamaktaydı. Öyle ki ‘eşit işe eşit ücret’ ilkesi uygulamaya konmasına rağmen, 1918 yılında kadınların ortalama ücretleri erkeklerin ortalama ücretinin ancak yarısı kadardı.”[2]
Sosyalist rejimin ilk aşamalarında kadın ve erkek ücretleri arasındaki farkın tek kaynağı kadınların emeğinin çoğunlukla vasıfsız emek olması değildi. Ayrıca kadınlarla erkeklerin o ana dek yoğunlaştıkları sektörler farklıydı; kadınlar tekstil sektöründe yoğunlaşırken, maden ve metalcilik sanayisinin iş gücünün tamamını erkekler oluşturuyordu. Her ne kadar devlet istihdamın her alanını kadına açmış olsa da, bin yılların getirdiği alışkanlıkları yenmek, istikrarlı, disiplinli ve yoğun bir çabayı gerektiriyordu. Sovyetler Birliği Komünist Partisi, emekçi kadınlar içerisinde örgütlenmek üzere, kadın militanlarını dört bir yanda görevlendiriyordu. Nitekim 8 yıl gibi kısa bir süre içerisinde, tekstil sektörü ile metal sektöründeki ücret farkı %50’den %37’ye düşürülebildi. 1929 ile 1930 yılları arasında, sadece bir yıl içerisinde, üretime çekilen kadın, tüm emekçi kadın kitlesinin %10’u oranında artırılabildi.
Kadınların, yukarıda bahsedilen iki ilkenin hayata geçmesi koşullarında, adil bir şekilde üretime katılmasının ilk ön koşulu, kadın emeğinin kalifikasyonuydu. Çalışma Halk Komiserliği organları tarafından eğitim verilen kadınların sayısı, 1928/29’da 30.000 iken, hemen bir yıl sonra, 1929/30’da 70.000 oldu. 1931 yılı planlarında ise, yarısı sanayide istihdam edilmek üzere, 329.000 genç kadının eğitimi yer almaktadır. Ayrıca, bir dizi sektörde (ticaret, ulaştırma, belediye hizmetleri), yıllık planlamalarla, erkek emeğinin yerine kadın emeği geçirilmiştir (satıcılık, kondüktörlük, makinistlik vb.). Zannederiz ki, hiçbiri, kadınların inşaat ve metalcilik sektörlerinde eğitim görüp, bu sektörlerde sadece kadın işçilerden oluşan tugaylar tarafından yapılan işler kadar etkili olmamıştır. Kadınların tüm bu sektörlerde çalışma yaşamına katılmalarından önce, İş Emniyeti Enstitüleri kadınların sağlığının bu çalışma koşullarından zarar görüp görmeyeceğine dair araştırmalar yapmış ve kadın istihdamı, bu araştırmaların sonuçları ışığında hızla kalifiyeleştirilmiştir. Ekim Devrimi’nin okuryazarlık oranı açısından kısa sürede gösterdiği başarı ise, destansıdır. 1920 yılındaki istatistiklere göre, toplam nüfusun %68,1’i, toplam kadın nüfusunun da %75,6’sı okuryazar değildi. 1930’lu yılların sonlarına gelindiğindeyse, toplumun %99,9’u okuryazar hale gelmişti.
Ev angaryasının toplumsallaştırılması ise, devrimin hemen ertesinde gerçekleştirilmeye başlanan ilkelerden biriydi. Ne var ki, çocuk-yaşlı-engelli bakımı, çamaşırhaneler, kreşler, aşevleri gibi ev hizmetlerinin toplumsallaştırıldığı kurumlarda, ilk elde, yine “cinsiyete dayalı bir işbölümü” ile yola çıkılmış, okuryazarlığı olmayan ev kadınlarının çoğu, ilk elde buralarda istihdam edilmiştir. Bu duruma eleştirel yaklaşımlar olabilir. Ancak, derhal çözülmesi gereken bir problemi en pratik şekilde çözmüştür, sosyalist devlet. Hem ev işini toplumsallaştırmış, hem de ev kadınını proleterleştirmiştir. Bu cinsiyetçi işbölümünün ortadan kalkıp eşitlikçi bir yapıya kavuşması içinse, hızla kadın emeğinin kalifiyeleştirilmesi çalışmalarına girişilmiştir. Bu sorunu, her yerde “Her Okuryazar Bir Okuryazar-Olmayanı Yetiştiriyor” kampanyasıyla 10 yıllık bir sürede çözebilmiştir. O dönemde, Parti, Jenotyel denilen kadın birliklerini, kadın emeğinin kalifiyeleştirilmesi, gerçek eşitliğin pratikte sağlanması için mücadele yürütmek üzere emekçi kadın kitleleri arasında görevlendirmişti. Örneğin, Jenotyeller bir tekstil fabrikasında okuryazar olmayanların oranının yüksek (%30) olduğunu tespit ediyor ve hemen orada “Kadın tekstil işçileri, gelin cahilliği yenelim” kampanyaları başlatıyor; ülke baştan başa ajitasyon trenleri ve arabalarıyla geziliyordu.
Bu cinsiyetçi-olmayan işbölümünün 1930’lu yılların sonunda ciddi bir aşama kaydettiğini söyleyebiliriz. SSCB MYK, mesleki eğitim veren okullarda kalifikasyona tabi tutulan öğrencilerin %50’sinin kadın olması zorunluluğu getirmişti. Üretim ve eğitimin bir arada yürütüldüğü sosyalist rejimde, 1931’de, tüm kadınların %30’u yüksekokullarda öğrenim görmekteydi. Aynı dönemde, bu oran, Almanya’da %17 idi. Temel kalifikasyon eğitimi alan kadın işçiler, daha sonraları yüksek kalifikasyon eğitimlerine başvuruyor, emeklerinin kalifiyeleşme sürecini ilerletiyordu. Bu durum, kömür madenciliği, petrol, demir cevheri sanayi, ağır demir sanayi, elektrik sanayi gibi, kapitalist toplumda sadece erkeklere yakıştırılmış sektörlerde, hızla kadın işçi istihdamının artmasına yol açıyordu. Örneğin, 1912 yılında maden-makine sanayinde çalışan kadın sayısı 15 bin iken (%4,2), 1935 yılında bu sayı 319 bine (%24) çıkarılmıştır.
Sovyetler Birliği’nde aile ve evliliğe ilişkin ilk yasa tasarısı çalışmaları, “savaş komünizmi” koşullarının artık sona erdiği 1920’li yılların başında, tam olarak da 1923 yılında başlamıştır. 1925 yılında, Tüm Sovyetler Merkez Yürütme Komitesi’nde ana hatlarıyla oylanmış, fakat yürürlüğe konması için 1 yıl süren bir tartışma süreci yaşanmıştır. Yaşamın her alanında, işyerlerinde, okullarda, sendikalarda, kooperatiflerde, köylerde, Sovyetlerde vb. tüm halkın doğrudan katılımıyla yürütülen tartışmalar sonucunda, 1926 yılında yürürlüğe konmuştur. Buna göre, resmi evlilik ve fiili evlilik arasındaki yasal eşitsizlikler ortadan kaldırılmış, eşler arasındaki mal ayrılığı ilkesi, kadınların bu durumlardaki muhtemel mağduriyetlerine karşı önlem alınması için “eşler arası mal ortaklığı” ilkesiyle değiştirilmiştir. Evlenme ve boşanma kolaylaştırılmıştır. 1933’te resmi evliliğin olmadığı birlikteliklerden doğan çocukların gayrimeşruluğu ortanda kaldırılmıştır. Kadınlara tam ücretli gebelik izni hakkı tanınmaktadır, doğumevi, kreş ve çocuk yuvası devletin sorumluluğu altındadır. 1940’lı yıllara gelindiğinde ise, Hitler Faşizmi’nin Sovyetler Birliği’ne saldırmasıyla, 1944 kararnameleri gündeme gelmiş, savaştan zarar görebilecek kadınların tam korunması için kurallar konmuştur. 1945’te, artık yüksekokullarda öğrenim gören nüfusun yarısı kadındır
Bu ve bunun gibi bir dizi uygulama daha sayılabilir, uzun uzun listeler yapılabilir. Fakat burada görülmesi gereken mesele şudur ki, gerçek bir toplumsal cinsiyet eşitliğinden söz edebilmek için, öncelikle bunun maddi koşullarının yaratılması gerekir. Kadın-erkek eşitliği, SSCB’de, esasta gerçek eşitlikle sağlanmıştır. Fakat kadın ve erkeğin nihai kurtuluşu ve özgürlüğü, devlet mekanizmasının sönümlendiği, devletin Engels’in de öngördüğü şekilde hiçbir şekilde kişiler arasındaki aşka ve cinsel birleşmeye müdahale etmediği komünizmde mümkündür. Yukarıda sayılan eşitlik koşullarının hiçbirinin kapitalist toplumda gerçekleşmesi mümkün değildir; bu toplumlarda, yasalar önünde bile kadın erkek eşitliği sağlanamamıştır. Ancak bugün kadın ve erkek arasında tam bir eşitliği savunmak, “eşit işe eşit ücret”, kayıtsız şartsız tam sosyal güvence, 8 saatlik iş günü, ücretsiz doğumevi, kreş, çocuk yuvası gibi taleplerle birlikte kadın-erkek arasındaki eşitsizliğin ortadan kalkmasının maddi koşullarının hayata geçirilmesini talep etmekle olanaklıdır. Kitlelerin kavraması bugün açısından zor olsa da, aslında kadınların bugünkü gündelik gibi görünen bütün bu talepleri, tek bir talebi zorunlu kılmaktadır; kadınlar sosyalizmi talep etmektedir.
Kaynakça
1. Engels, F. (1995), Anti Dühring, Sol Yayınları, 3. baskı, Ankara
2. Engels, F. (1998), Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, 11. baskı, Sol Yayınları: Ankara
3. Kollontai, A. (2000), Toplumsal Gelişmede Kadının Konumu, İnter Yayınları: Ankara
4. Özgür, G. (1993), Rusya’da 1917 Sosyalist Ekim Devrimi ve Kadınların Kurtuluşu: “Tavuk kuştur, kadın insandır”, 1. ve 2. cilt, Dönüşüm Yayınları: İstanbul