Büyük bir hızla ‘duvara’ doğru!

Başbakan Erdoğan, Seul’e “nükleer güvenlik” tartışmalarına katılmak için gitti, ama orada dünya barışı ve nükleerle ilgili Türkiye’nin yaklaşımları kimseyi ilgilendirmedi. Tersine, bu gezinin dikkat noktası Obama-Erdoğan görüşmesiydi. Ve önceden bilinen oradan bir kez daha ilan edildi.

Bilinen, ABD’nin bile, Türkiye’nin “Suriye’ye bir an önce müdahale edilmesi” konusundaki aşırı saldırganlığı karşısında bir adım geri atarak, gelişmeleri izlemeyi tercih ettiği gerçeğiydi. Obama, bu tutumlarına gerekçe olarak, Suriye Ulusal Konseyi (SUC)’un ne yapacağının belli olmaması ve Suriye içinde bir gücünün olmamasını gösterdi. Ve ABD’nin bu tutumu zaten biliniyordu. Nitekim “Annan Planı” denilen plan da bu varsayımlara dayanılarak, BM ve Arap Birliği tarafından oluşturulmuştu.

İran, Rusya ve Çin’in İran yanlısı açık tutumu da dikkate alındığında, “Suriye’ye hemen müdahale” tutumunun savunucusu sadece Türkiye kaldı. Belki SUC’a destek konusunda Türkiye ile ortak davranmalarına bakıldığında, Suudi Arabistan ve Katar, Bahreyn gibi birkaç ülke daha Türkiye’nin bu isteğine destek verebilirdi. Ancak bu ülkelerin diplomaside bir ağırlığı olamadığı gibi, ABD’nin gözüne bakma ötesinde bir etkinliklerinden söz edilemeyeceği de gerçektir.

Seul’den sonra Tahran’a uğrayan Erdoğan, daha uçağı Tahran yolundayken, İran’dan “Suriye’ye desteğimizin sınırı yoktur” yanıtını alarak Türkiye’ye döndü.

Bu gelişmeler sürecinde yapılan Bağdat’taki Arap Birliği toplantısı Türkiye’nin çağırılmadığı bir toplantı biçiminde Annan Planı’na destekle sonuçlanırken, Türkiye’de bir araya gelen SUC toplantısından da ”imdat” çağrılarından başka bir şey çıkmadı. Yine İstanbul’daki “Suriye’nin Dostları”(!) toplantısı, herhalde önceden belirlenmemiş olsa yapılmasını kimsenin istemeyeceği bir toplantıya dönüştü.

TEK BAŞINA, ORTADA KALMA HALİ!

Kısacası uzunca bir zamandan beri Suriye’ye bir müdahale ile Esad rejiminin çökertmeyi baş hedef edinen Erdoğan Hükümeti’nin bu son müdahale hamlesi, Türkiye’nin, sözcüğün gerçek anlamıyla yalnız başına kalmasıyla sonuçlandı.

Şimdi Türkiye, bir yandan en yakın müttefiklerinden bile destek görmeyen, ama öte yandan da komşusu Suriye ile artık yan yana yaşayamayacak kadar ilişkilerini gerginleştirmiş bir ülke haline gelmiş bulunuyor.

Bölgedeki gelişmeleri az çok izleyen herkesin bildiği gibi, Suriye sadece Suriye değildir!

ABD için de değil zaten ve Suriye’ye müdahale, İran’ı kuşatarak boyun eğdirmenin önemli de olsa sadece bir adımı. Bu yüzden de, Türkiye’nin Suriye üstünden yarattığı gerginlik, Türkiye-İran, Türkiye-Irak ilişkilerini de germektedir. Nitekim geçtiğimiz bir aydan kısa zamanda Türkiye’nin İran ve Irak’la ilişkileri de Suriye ile ilişkilerinin düzeyine hızla yaklaşan bir yola girdi. Bir adım arkada da Türkiye ile Rusya ve Çin’in ilişkilerinin gerilmesi var. Ama bunların görünür olması için sürecin biraz daha ilerlemesi gerekiyor.

KOMŞULARLA DÜŞMANLIK HANGİ AKLA HİZMETTİR?

Bugün gelinen aşamada öne çıkan sorunlardan birisi, Türkiye’nin herhangi bir konuda uluslararası alanda yalnız kalmışlığından öte, en yakın komşularıyla düşmanlaşmış olmasıdır.

AKP Hükümeti’nin ABD stratejisine bağlanma ve Osmanlıcı hayallerle süslediği dış politikasının Türkiye’yi getirdiği yerdir, bu. Ve “komşularıyla düşmanlaşma”yı hiçbir aklı başında hükümet istemez, hele bunu bir dış politika başarısı gibi sunmaz, sunamaz.

Çünkü insanlığın gelişme serüveni içinde, uluslararası ilişkilerin bir kurala kavuşmaya başlamasından beri, her ülkenin dış politikasının en öncelikli konusu, eğer savaşarak topraklarını genişletmek, onlar üstünde hegemonya kurmak gibi bir niyeti yoksa, komşularıyla barış içinde olmak; ekonomik, siyasi, askeri, kültürel, insani, … her konuda dostça ilişkiler geliştirmektir. Çünkü komşularıyla iyi ilişkileri içinde olmayan bir ülkenin ne ticaretinin istikrarlı bir biçimde gelişmesi ne de başka ülkelere karşı yürüttüğü ekonomik, siyasi, diplomatik, askeri vb. ilişkilerde başarılı olması beklenemez. Hele de emperyalizm çağında, emperyalist güçlerin müdahalelerinin sınır tanımadığı koşullarda, ülkelerin komşularıyla ilişkilerinin mümkün olduğunca sorunsuz olması, az çok huzur ve güven içinde olmaları için bile hayatidir. Bu yüzden de, bütün ülkelerin en öncelikli kaygıları, iyi ya da kötü, sevsin ya da sevmesin, rejimlerinden hoşlansın ya da hoşlanmasın, komşularıyla barış içinde yaşamalarının bir yolunu bulmak olmuştur. Aksi halde, komşularıyla barış içinde yaşamanın yolunu bulamayan ülkelerde huzur ve güvenden, halkın geleceğe umutla bakmasından söz edilemez. Çünkü komşularıyla barış içinde yaşamanın yolun bulamamış ülkeler, bir yandan komşularıyla rekabet içinde imkanlarını boşa harcarken, öte yandan da bölgeye müdahale etmek isteyen emperyalistlerin oyuncağı ya da müdahalelerinin kolay hedefi olurlar; en azından bugüne kadar hep böyle olmuştur.

Burada, diplomasi tarihi, bize, ülkelerin bir arada ve barış içinde yaşamalarının ön şartının, ülkelerin birbirinin içişlerine karışmama olduğunu, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkına saygı göstermenin de uluslararası ilişkilerin tek gerçekçi çıkış noktası olduğunu gösteriyor. Aksi halde, bir dünya barışından söz edilemeyeceğini de gösteriyor, bu tarih. Dahası, eğer komşu ülkeler birbirinin içişlerine karışıyorsa, bunların kaçınılmaz olarak düşmanlaşacaklarını, hatta birbiriyle savaşmak zorunda kalacaklarını, hele bu içişlere müdahaleler büyük emperyalist devletlerin planlarıyla uyumluysa, bu durumda komşu ülkelerin emperyalist ülkelerin planları uğruna birbiriyle savaşacağını söylemenin hiç de abartma olmadığını insanlığın yakın tarihi bile apaçık gösteriyor.

Yukarıdaki soyutlama, sadece bir tarih dersi olarak değil, ama ülkelerin haklı haksız, doğru yanlış politikalar izliyor olmasından bağımsız, mantıksal bakımdan da itiraz edilemeyecek kadar gerçektir. Tabii eğer emperyalist, yayılmacı amaçlarınız, “Ben zayıf komşularımı ezerek hizaya getirir, benim söylediğim koşullara boyun eğmelerini sağlayarak, ülkemde barışı, huzuru, sağlarım!” gibi niyetiniz yoksa.

Elbette burada; “Böyle barış mı sağlanır?”, “Böyle bir barış, sadece yeni savaşlar ve bitmez tükenmez düşmanlıklar için moladır” gibi itirazlar da yapılabilir, ama bu akıl yürütme, bu itirazlar bile ihmal edilerek, yapılabilir.

HERKESLE KONUŞAN BİR ÜLKEDEN HERKESLE KAVGA EDEN BİR ÜLKEYE!

Suriye politikasını gelip dayandığı Türkiye’nin yalnızlaşması, bölgesindeki en önemli ülkelerle ilişkilerinin “düşmanlık”la tarif ediliyor olması (Irak Başbakanı Maliki, Türkiye’yi “bölgede kendine düşman arayan ülke” olarak ilan etti) AKP Hükümeti tarafından başarılı bir dış politika olarak sunulurken, düşmanlaşmanın nedeni olarak İran, Suriye, Irak yönetimleri gösteriliyor.

Bu ülkelerde bir yıl önce de aynı yönetimler vardı ve o zaman AKP Hükümeti; dış politikasını “komşularla sıfır sorun” diye ifade ediyor ve “Bölgedeki ülkelerle konuşabilen tek ülke Türkiye”dir diyordu. Ve başbakan ABD ile de, İran’la da, Irak’la da, Suudi Arabistan’la da, Filistin’in her iki hükümetiyle de, İsrail’le de, Suriye ile de,… konuşabilen tek hükümet olduğunu vurgulayarak, kürsülerden “Neredeeeen nereyee geldik, ey muhalefeeet!” diye övünüyordu. Ama bir yıl içinde bu övünülen tablo tamamen tersine dönmüştür. Irak’la, Suriye ile, İran’la konuşabilmek için, Türkiye, artık kendisi başkalarının aracılığına muhtaç hale gelmiştir.

Peki, komşularıyla sorunlarını konuşarak çözme yeteneğini kaybeden bir ülke ne yapar?

Komşularıyla sürekli çatışma halinde olur. Komşuları da ona karşı, elindeki silahları kullanır. Bundan bölgeye müdahale etmek isteyen emperyalistler yararlanır, komşu ülkeleri kendi çıkarları uğruna kullanmak üzere “destekler” ya da hizaya getirmek için karşı tarafa destek verir…

DÜŞMANLAŞMADA BU HIZ NEDEN?

Başbakan Tayip Erdoğan’ın 26 Nisan’da Güney Kore’nin Başkenti’nde yapılan Nükleer Güvenlik Zirvesi’yle başlayan ve 20 Nisan’da Katar ziyaretine uzanan, bir aydan bile az zamanı kapsayan dönemdeki gelişmeler, izlenen dış politikanın, Türkiye’yi nasıl bir yalnızlığa ittiğini göstermeyi de aşarak, bir “duvara çarpmaya” hızla yaklaştığını gösteren gelişmeleri gözler önüne serdi.

Bu geziler başladığında Türkiye, resmiyette sadece Suriye ile ancak düşman ülkelere yönelik yürütülebilecek bir polemik yürütüyordu. Dahası, sorun bir polemiği de çok aşarak, “Suriye muhalefeti” denilen, ama uluslararası planda hiçbir itibarı olmayan, Suriye içinde de bir güç oluşturmayan SUC’u örgütlüyordu.

Ama Mart sonundaki Seul ve Tarhan gezilerinden, 20 Nisan’daki Başbakan Erdoğan’ın Katar’ gezisinin ardından yapılan “Suriye’nin Dostları”nın İstanbul toplantısı, İran’la “nükleer görüşmeler” üstünden yapılan polemik, Irak Cumhurbaşkanı Yardımcısı Haşimi’nin Türkiye’ye gelmesi, arkasından Barzani’nin Türkiye gelip “devlet başkanı protokolü”yle karşılanması gibi gelişmeleri kapsayan diplomatik ilişkiler, İran’ı ve Irak’ı da, Türkiye karşısında Suriye ile aynı konuma getirdi. Daha doğrusu, bu son gelişmeler içinde Türkiye’nin tutumu, Irak’ın “Türkiye’yi bölgede düşman arayan ülke” ilan etmesine ve Türkiye’yi “Irak’ın iç işlerine karışmaması” için resmen uyarmasına yol açarken, İran’la ilişkiler de hızla açık düşmanca “vücut hareketleriyle” de desteklenen polemiğe dönüştü.

DIŞ POLİTİKA ‘KÜRT SORUNUNUN ÇÖZÜMÜ’YLE DE BİRLEŞTİ!

Barzani’nin, ABD’de Obama ve Clinton’un da katıldığı toplantılarla ağırlamasının hemen ardından, Türkiye’de “devlet başkanı” gibi karşılanması, Tarık El Haşimi ile Ankara’da görüşmesi, Irak’ın sert tepkisine yol açtı, ama sorun sadece Irak değildi.

Bu ziyaretlerde ele alına konular ve yapılan pazarlıklar, Suriye sorunuyla Irak ve İran’la ilgili “sorunları” bağlarken, aslında Türkiye’nin Kürt sorununu bölgenin (4 ülkedeki) Kürt sorunuyla da birleştirdiğini gösteriyor, hatta Suriye, Irak, İran sorunuyla “Türkiye’nin Kürt sorununun çözümü”nü de önemli ölçüde birbirine bağlıyordu.

Çünkü uzunca bir zamandan beri gerek ABD, gerekse Türkiye’nin seçkin Amerikancıları, “Kürt sorununun çözümünü Barzani’yle konuşma”yı savunuyorlardı.

ABD ve uzantılarının buradaki dayanakları ise; “Irak’ın yakında bölüneceği ve Iraklı Kürtlerin Irak’ın Şii çoğunluk Hükümeti tarafından ezilmek isteneceği, bu durumda da Barzani’nin Türkiye’nin himayesini gireceği” varsayımına dayanıyordu. Ve elbette bu tespitin arkasında, böylece PKK’nin ve hak eşitliği talep eden Kürt güçlerinin tasfiyesi, Barzani’nin muhatap alındığı bir Kürt sorununun çözümü tasarlanıyordu. Bu çözüm, aynı zamanda Musul ve Kerkük petrollerinin Türkiye’nin denetine girmesi gibi Türkiye’nin egemenlerinin eski hayallerini canlandıran ödüllerle süslenirken, “dört ülkedeki Kürtlerin hamiliği” üstünden Türkiye’nin bölgeye çeki düzen vereceğine dair emperyal motiflerle de çekici hale getiriliyordu. Bugün de bu hayallerin beslediği bir tür “Kürt sorununun çözümü” giderek daha çok öne çıkarılmaktadır.

YALNIZLAŞMADAN BÜYÜK BATAKLIĞA DOĞRU!

ABD’nin bölge stratejisiyle uyum sağlama ve Kürt sorununun çözümünde kendi Kürtleri yerine bölge gericiliği ve emperyalist güçlerin çıkarlarına göre “muhataplar arama” tutumu, Türkiye’yi, bölge ülkelerindeki iç çatışmalardan mezhep çatışmalarına, emperyalistlerden Talibancı, El Kaideci güçlerin müdahalelerine her melanetin oluşturduğu büyük bataklığa çekmiştir. AKP Hükümeti ve Başbakan Erdoğan liderliğinde Türkiye, bu bataklığın en derin yerine doğru büyük bir hevesle yürümektedir.

Şöyle ki;

1-) AKP Hükümeti’nin izlediği dış politika, Türkiye’yi bölgede yalnızlaştırmıştır. Suriye’ye karşı izlediği saldırgan tutum, Batılı emperyalistleri bile daha “ihtiyatlı” olmaya itecek kadar saldırgandır. Bu politikanın, emperyal, Yeni Osmanlıcı amaçlar değil de, insan hakları, Suriye Hükümeti’nin özgürlük düşmanı tutumu ve kendi halkına zulmeden bir rejim olması gibi gerekçeleri inandırıcı bulunmamaktadır. Çünkü Türkiye’nin en yakın müttefikleri Suudi Arabistan, Katar, Bahreyn gibi ülkelerin Suriye rejiminden bile daha fazla insan hakları ve özgürlük düşmanı olmaları, Türkiye’nin (ve Batılı emperyalistlerin) iddialarını tümüyle çökertmektedir.

2-) Bu süreç içinde, kimi itirazları olsa da, Türkiye’nin baş destekçisi, ABD (onun Ortadoğu’daki uzantıları Suudi Arabistan, Katar, Bahreyn) olmuştur. Fransa, İngiltere ve kısmen de Almanya, öteki destekçileridir ve bu emperyalist devletlerin beklentisi, bu yolda ilerleyen Türkiye’nin İran’la her bakımdan kapışan bir ülke durumuna gelmek için alması gereken yolu en kısa sürede almasıdır. Gelişmeler dikkate alındığında, Türkiye’nin bu yolu onların umduğundan bile hızlı aldığı görülmektedir. Onun için de, zaman zaman Türkiye’nin atacağı adımlara fren koymaktadırlar.

3-) Türkiye’nin bütün bu politikalarına sessiz kalarak destek veren bölgedeki öteki ülke, İsrail’dir. Çünkü sesli desteğin İslam dünyasında geçeklerin görülmesine, Erdoğan’ın gerçekte ABD ve İsrail’in bölgedeki en önemli destekçisi olduğunun anlaşılmasına yol açacağını düşünerek, İsrail, olanları sessizce ve “tarafsız” bir eda ile seyretmeyi tercih etmektedir. Çünkü Suriye yönetimini yıkmak, Suriye’de Batı emperyalizminin dümen suyunda bir rejim kurmak İsrail’in tarihi rüyasıdır ve “İslam dünyasının koruyucusu” iddiasıyla politika sahnesine çıkan Tayyip Erdoğan’ın Hükümeti, bu rüyayı gerçek kılmak için çalışmaktadır.

4-) AKP Hükümeti’nin dış politikası, “Türkiye’nin Kürt sorununu çözümü”nü, Türkiye’nin dış politikasının; İran, Irak ve Suriye ile düşmanlaşmasının da bir bileşenine dönüştüren bir yola sürüklemiştir. ABD’nin Sünni-Şii ayırımı üstünde yaratacağı istikrasızlık üstünden bölgeyi yeniden biçimlendirme amaçlı hamleleriyle birleşen Tayyip Erdoğan Hükümeti’nin bölge ülkelerine yönelik politikaları, Kürt sorununun çözümünü de “Barzani muhataplığı”na indirgeyerek, Türkiye’nin Kürt siyasi güçlerini dışlayarak sorun çözme yanlışını derinleştirmeye yönelmiştir. Bu, Türkiye’nin komşularıyla ve kendi Kürtleriyle kavgasını derinleştiren ve daha da büyüten etkenlerin güçlendirilmesi anlamına gelmektedir. Ve bu, Türkiye’nin dış politikasının olduğu kadar, demokratikleşmesi ve kendi Kürtleriyle barışmasına dair beklenti ve umutların da hızla duvara çarpamaya doğru gittiği anlamına gelmektedir.

5-) Kendi çıkarların gerçekleştirmek için, emperyalistlerin, müdahale ettikleri bölgenin ülkelerini birbirine karşı kışkırtmaları, bilinen en eski ama hiç eskimeyen yöntemleridir. Türkiye, şimdi bu eski yöntemin sahneye konulduğu oyunda “başrol” oyuncusu durumundadır. Ama şu da bir gerçek ki, komşularının içişlerine müdahale etmek, onlarla kavgalı olmak ya da savaşmak hiçbir ülkeye hayır getirmemiştir. Tersine, emperyalist müdahalelerin hedefi olan bölgelerdeki ülkeler için tek doğru seçenek, halkların kendi kaderlerini tayinine saygı göstermeyi esas alan ve sorunlarını da bu temel geçeği dikkate alarak çözmekten geçmektedir.

Ancak ne yazık ki, Tayyip Erdoğan ve Hükümeti’nin gözünü bürüyen hırslar ve kayığına bindikleri güçlerin amaçları, bu gerçekleri dikkate alarak yolundan dönmeye izin vermez. Bu yüzden de Türkiye’nin bu yoldan döndürülmesinin tek imkanı, ülkemizin demokratik ve anti emperyalist güçlerinin bu yolu tıkayacak bir mücadelede adımlar atmasıdır. Aksi halde “duvara çarpacak” politikalar, sadece AKP Hükümeti’nin değil, Türkiye’nin de “duvara çarpması” olacaktır.

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑