Gericilik.. Darbeler ve darbecilik…

Şubat’ın ikinci yarısından itibaren başladı ve neredeyse Mart boyunca sürdü. 28 Şubat ve ardından 12 Mart üzerinden yürütülen bir darbe ve darbecilik “tartışması” hemen tüm gazete ve özellikle TV kanallarının belli başlı tartışma programlarının konusuydu.

Fazlasıyla amiyane ele alınmış, ciddiye alınabilir bir argümana dayandırılmadan, salt ideolojik “ben dedim, oldu” içerikli atıp tutmalarla dayatmaların yanı sıra pohpohlanmış yine salt ideolojik karakterli önyargılarla beslenip popüler kılınmış bir zemine oturtulmuştu.

Aslında ortada “tartışma” da yoktu.. Ya da tek taraflı bir tartışma yaşanmaktaydı. “Dişe dokunur” söz söyleyeceklerin sesinin duyulmaz kılınması hemen neredeyse başarılmış; yakın zamanda “kürsüleri”nden edilen az-çok demokrat liberal “dengeleyici” pozisyonlarda duranların da, zaten öteden beri seslerine ilgi gösterilmeyenlerin yanına itilip seslerinin kısılmasıyla “ana akım medya” denen gürültü çıkaran aygıt çoktan tek yanlılaştırılmıştı. “Büyük” ve “ulusal” kanallarla yine yüksek tirajlı “büyük” ve “ulusal” yazılı basın, “muhalif” diye, “majestelerinin muhalefeti” türünden olanlar dışında kimseye tahammül göstermiyor.. Liberal içeriğiyle bile olsa az-çok muhalefet eden/edebilecek olanların bile kalem ve mikrofonları ellerinden alınıyor.. Eskiden 28 Şubatçıları desteklemiş olan anlı-şanlı medya ünlüleri, yaptıklarından nadim olmuş halde başları önde sessizliği tercih ediyor, ağızlarını açtıklarındaysa spordan, şaraptan falan söz ediyor, zülfüyara dokunmaktan kaçınıp, tartışmalara katiyen katılmıyorlardı. Hoş, zaten katılsalar, söyleyecekleri laf da yoktu.

En azından birkaç yıllık uğraşın ürünü olarak hegemonik bir üstünlük çoktan sağlanmıştı. Hegemonya, “ortalama bilinç”ten hiç değilse hareket ediyor görünmeyi başardığı için yeterince güçlüydü: Hele “darbe karşıtlığı”nın bunca pirim yaptığı ortamda, zilli darbeciler bir yana bırakılırsa, “darbe kötüdür” postulatını benimsemeyip reddedecek kişiye rastlamanın kolay olmadığı/olmayacağı tahmin edilebilir şeydir.

*

Evet, Türkiye’de darbe ve darbecilik, hele her yenilik ve yenilenme, ilerleme girişiminin de “üstten” geldiği göz önünde bulundurulduğunda üstelik neredeyse “ilericilik”, “ilerlemecilik” bile izafe edilerek, uzun yıllar övgüyle baş tacı edilmiştir. “Atatürkçü düşünce sistemi” olarak formüle edilen, örneğin Evren’in 12 Eylül faşist darbesiyle “demokrasiyi rayına oturtma”ya girişirken, “zamane Kemalizmi” ya da “çağdaş Kemalizm” olarak, Anayasasında anti-komünizm ve “ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlük”çülük vurgusuyla tanımladığı yücelti, evet, çok az kişinin tepkisini çekmiş ve genel bir kabul görmüştür.

Ve evet, Türkiye Cumhuriyeti, Kemalist “üsttenci”, kitlelerden kopuk, halka rağmen/halk adına ilericilik/devrimcilik içerikli bir girişkenliğin ürünüdür. Ve yine evet, zincirlerinden boşanmış tüm gericilik, süreç içinde tüm ilerici devrimci yönlerini yitirerek emperyalizmle birleşen ve gericileşip karşı devrimin başlıca dayanağı ve yönetici gücüne dönüşen Kemalizmden feyz almış, ona bağlanmış ya da takiyyeci siyasal İslami akım örneğinde olduğu gibi hiç değilse bağlanmış görünmüştür.

Ve tartışmasızdır ki, başlangıcı üst tabaka devrimciliği ve vardığı yer ya da güncelliği tekelci burjuva gericiliği olan Kemalizm, tüm gelişme süreci boyunca “üsttenci”, “yukarıdancı” olmuş, her halükarda “yukarıdan” darbesini vurarak yolunu açmış, ilerlemiştir. Politik yöntemi, devrimci olduğunda bile “üst tabaka devrimciliği”nde yansıyan sınıf karakterinin doğrudan bir sonucu olarak, hiçbir zaman “aşağıdan”, halkı kazanarak, halkla birlikte yürümek olmamış; şekillenme koşullarını veren Halife-Padişah’ın işgalci emperyalistlerle işbirliği ve ona karşı mücadele zorunluluğu, konjonktürel açıdan, halkla en çok içli-dışlı olduğu ve yoksul halk yığınlarını savaşa sürmek için örgütlemek durumunda bulunduğu şartlarda bile “halkın arkasından iş çevirme” ve yedekleyerek peşinden sürüklemeyi içeren bu üst sınıf tutumunu beslemiştir. Örgütleriyle katmak yerine, –“aşağı” sınıflardan, emek yığınlarından duyduğu ölesiye korkuyla ellerinde güç ve yetki birikimini önlemek üzere– halkı tüm siyasal süreçlerden dışlayarak, üstelik halk üzerinde geleneksel önyargılarla beslenen dinsel bir etkiye sahip olan Halife-Padişahın emperyalizm işbirlikçiliğine dayalı egemenliğinin üstesinden gelmek –bu, demokratik bir yöne sahip olmayan Kemalist anti-emperyalizmi tanımlayan başlıca şeydi. Ama işte bu karakteri, zaten “üst tabakaların” olan Kemalizmi, hep “üste”, daha çok “üste” çekti. Halksız ya da halka –vergi verme ya da genellenirse ağır sömürü koşullarında çalışıp üretme dışında– yalnızca asker olma ve ölmenin düştüğü milli devrimcilik de süreç içinde –emperyalizmle birleşmeye bağlı olarak– ömrünü tamamladığında, genel bir gericileşmenin yanı sıra, geriye, sadece “yukarıdancı” yöntem olarak, darbecilik kaldı.

Ve yöntem, hemen her on yılda bir kullanılarak ilerlenildi. Öyle ki, darbe ve darbecilik, sadece bir yöntemden ibaret kalmadı; burjuva gelişme koşulları “yukarıdan” bürokratik dayatıcılığın zeminini aşındırdıkça, kendi maddi ve manevi dayanaklarını tahkim ederek kurumsallaştı. Örnekse, darbe dışında Anayasa yapılamaz, böyle bir şey tahayyül bile edilemez oldu. Orduya Cumhuriyeti koruyup kollama görevi çıkaran İç Hizmetler Yasası’nın 35.’inci maddesi yüceltilerek neredeyse anayasalardan önce geldi. Milli Güvenlik Kurulu, Bakanlar Kurulu ya da TBMM’nin de önüne geçirilerek, ülkeyi yöneten asli fiili güç ve orada kaleme alınıp “gizli Anayasa” da denilen kırmızı kitapçık ülkenin gidişatını belirleyen temel belge kılındı.

Öte yandan başlıca dayanak, ülkenin en mutena yerlerinde kurulu kışlaları, eğitim ve dinlenme kampları, hava ve deniz üsleri, cephanelikleri türünden maddi eklentileriyle birlikte halktan kopuk organize özel silahlı birlikler toplamı olan, elinde silah sürekli ordu, Amerikan eğitiminden geçirilmesinin sistemleştirilmiş oluşu, askeri-sınai yatırımlar, yatırımcı sermaye şirketi OYAK tarafından sağlananlar türü ayrıcalıklarla kastlaştırıcı bir kategori olarak Orduevleri ve lojman vb. olanaklarından yararlanan subay(özellikle general)-kapitalistleriyle militarizm, öncelikli olarak, maddi toplumsal bir olgudur. Sözde darbe karşıtlığıyla demokrasi sahtekarlığı yapmakta olan kimsenin üzerine tek bir olumsuz söz söylemediği gibi, “kahraman ordumuz” söylemiyle “kahraman polisimiz”le birlikte övgüler dizdiği bu elle tutulur ürküntü yayıcı devasa maddi güç, şüphesiz ki manevi güçlerle de donatılıp tahkim edilmiştir. Doğrudan maddi gücünden türeyen bir korku salıcılık ve özenti teşvik ediciliğin yanında, bu manevi güç, tarihsel toplumsal koşullardan da süzülüp birikerek gelmekte; (yanlarına başka etkenlerin de eklenebileceği) dini etkilerle güçlendirilmiş güce tapmacılığın biat kültüründen, “ordu-millet” inanışı ve yol vericisi olan –barbarlıktan gelme olduğu kadar, okulda, kışlada, camide, aile içindeki pratik ve eğitimle beslenen– şiddete yatkın oluştan, yakın tarihi damgalayan Kemalizmin doğuşundan itibaren orduya dayalı ve bürokratik niteliğinden, Kurtuluş Savaşı’ndan başarıyla çıkarak sağladığı moral üstünlük ve “kurtarıcı” misyonunun kitlelerde yarattığı genel hayranlık ve bunun bilinçli olarak pompalanmasından beslenmiştir. Ve üstelik maddi ve manevi var edici ve geliştirici koşul, dayanak ve dinamikleri kesinlikle askeri alanla, militarizmle sınırlı olmamış, her daim “sivil” alandan, yalnızca militarizmle etle tırnak gibi ayrılmaz olan bürokrasiden de değil, ama, öncesi bir yana bırakılırsa, Cumhuriyet’le birlikte burjuva ilişkilerinin bütününden, güçsüzlüğü ve dayanağını ve palazlanması için ihtiyaç duyduğu olanakları devlette aramasıyla (kuşkusuz aradığını hep bulmuştur) burjuvazi ve kapitalist ekonomiden, sadece kopuk olmakla kalmayıp çıkar ve talepleriyle bütünüyle karşısında konumlandığı halk ve çeşitli kesimleri karşısındaki “süngüsü”ne hep ihtiyaç duyduğu devlet ve başlıca kurumu olarak ordunun yücelticisi/övgücüsü olagelmiş burjuvazinin istisnasız hemen tüm temsilci ve sözcülerinin bu zayıflığından, “kurtarıcılığı”nın yanında Kürt düşmanlığına ram olmuş milliyetçi, Hıristiyan Ermeni, Rum vb. azınlıklar karşısında Müslüman Türkün önünü açmasıyla biat etmesini sağladığı dinci akımlarından… hasılı –işçi ve emekçilerle sık sık isyan eden Kürtler bir yana bırakılırsa– tümüyle “sivil toplum”un yaltakçılığından beslenmiştir. “Şimdiye kadar işçiler güldü, bundan sonra biz güleceğiz” diyen TİSK Başkanı Halit Narin’in 12 Eylül karşısındaki aşağılık tutumuyla kaç kez “şapkasını alıp gidip gelen” Demirel’in ibretlik 28 Şubatçılığı ve ardından “ordu göreve” sloganıyla “Cumhuriyet Mitingleri”nin darbe çağrıcılığı farklı dönemlerden sadece üç örnektir, ama “sivil”in asker karşısındaki tutumu açısından kararlaştırıcı ve öğreticidirler.

Özetle, Türkiye’de bürokratizm ve militarizm gibi belli başlı dayanaklarıyla darbe ve darbecilik küçümsenmeyecek bir güce sahip olagelmiştir. Tartışılır yanı yoktur.

 

*

Ancak, yine tartışılır yanı olmayan bir diğer gerçek, “Kemalist bürokratik diktatörlüğün yıkılması”, “askeri vesayet rejiminin tasfiyesi” iddialarıyla “derin demokrasi”ye ulaşıldığı ileri sürülerek, artık darbelerin önünün alındığı ve modern ya da post-modern darbeciliğin sonunun geldiği/getirildiğinin ilan edilmesinin propaganda ve spekülasyondan ibaret olduğudur. Herhangi bir “diktatörlük”ün yıkıldığı yoktur. Sınıfsızlaştırılmış bir bürokrasiye izafe edilen “bürokrasinin diktatörlüğü olarak Kemalist diktatörlük” kavrayış ve formülasyonu kuşkusuz doğru değildir. Burjuvazinin olmadığı koşullarda bürokrasinin egemenliği olarak varolduğu ve bir de üstelik “burjuva yaratma”ya giriştiği ileri sürülen “Kemalist diktatörlük” algısı gerçeğe uymamakta; iktisatla siyaset, ekonomik alt yapı ile siyasal üstyapı arasındaki ilişkiyi tepetakla ederek “baş aşağı” kurmaktadır. Kemalist diktatörlük, bir burjuva diktatörlüğü olarak, Cumhuriyetin başlangıç dönemlerinde biçimlenip gelişen sınıf diktatörlüğünden başka bir şey değildir. Bu baş aşağı algıyla karakterize “bürokratik diktatörlük”e gönderme yapan “askeri vesayet” ve “askeri vesayet rejimi” tanımları da, bu nedenle problemlidir.

Askerlerin, doğru deyimiyle militarizmin, temsilci ve sözcüleri olarak ordu şeflerinin, generallerin Türkiye’de, yalnızca Cumhuriyet’ten bu yana değil, ama konumuzu sınırlayacak olursak bütün Cumhuriyet dönemi boyunca, kuruluştan günümüze devlet işleriyle dolaylı-dolaysız ilgilendikleri, yürütmesinde işlevsel oldukları, ötesine geçerek, devlet yönetiminde ciddi bir ağırlığa sahip oldukları bilinen şeydir. Askerlerin bu ağırlığı, sadece rejim bakımından da değil ama devletin bütün örgütlenmesi ve işlerinin yürütülmesi bakımından da geçerlidir ve “askerler” yalnızca rejimin değil ama devletin de karalaştırıcı yönlerinden birini oluşturmuş, devlet yapılanmasında küçümsenmeyecek bir ağırlığa sahip olagelmişlerdir. Militarizmin, bürokrasiyle birlikte, burjuva devletlerin iki temel kurumundan biri oluşu hatırlandığında, bunda şaşılacak şey olmayacaktır. Hele emperyalizm dönemiyle birlikte, mali sermaye ve tekellerin egemenliği koşullarında her burjuva devletin oligarşik bir karakter kazandığı ve burjuva egemenliğinin ekonomik, siyasal ve askeri tüm belirgin yönlerinin güç sahibi en irilerinin kişisel bakımdan da birbirleriyle kaynaşma ve hemhal oluş içinde, oligarklar olarak, bu egemenliğin dizginlerini ellerine almış oldukları akla getirildiğinde, şüphesiz tekellerle bağlantısı içinde, militarizmin kapitalist ülkelerde öne çıkıp ağırlık kazanmış olmasına hiç hayret edilmeyecektir. Üstüne bir de dünyanın paylaşılması için rekabeti, sadece tekellerin değil, ama küçük ve orta boy işbirlikçi müttefikleriyle birlikte büyük emperyalist devletlerin birbirlerinin boğazına sarılmaya hazır oluşlarını, buradan kaynaklanan yayılmacılığı ve ordulara ve silahlanmaya olan ihtiyacın büyümesiyle birlikte ekonominin askerileştirilmesini eklersek, devlet yönetiminde militarizmin ya da askeri şeflerin, generallerin ağırlık kazanmalarının tamamen doğal olduğunu düşünebiliriz. Türkiye’de bu ağırlık, tarihsel geleneksel nedenlerle de perçinlenmiştir.

Ama geriye yine de “doğal” olmayan bir şey kalmaktadır: O halde devlet yönetimine ilişkin her şey tamamen yerli yerinde midir, askerlerle siviller arasındaki ilişki olağan burjuva devletlerdeki gibi midir, eğer öyleyse son yılların darbe ve darbecilik tartışmaları niçin ve nereden çıkmaktadır?

Türkiye’de darbe ve darbecilik tartışmaları kapsamında son yıllarda yaşananların devletin sınıf niteliği ve özüyle bir ilgisi olmadığı kadar biçimiyle de bir ilgisi bulunmamaktadır. Eskiden de, “askeri vesayet rejiminin tasfiye edildiği” iddiası ileri sürüldükten bu yana da, devlet, niteliği itibariyle sömürülen sınıflar üzerinde baskı aracından başka şey olmayan bir burjuva diktatörlüğüdür, özü şiddettir ve demokratik bir biçime sahip olmamıştır, bugün de sahip değildir. Ne eskiden “Kemalist bürokratik diktatörlük”tü, ne de bugün “bürokratik” biçiminden kurtulup “diktatörlük” de olmaktan çıkarak, ne demekse “demokrasi”ye, hatta “derin demokrasi”ye evrilmiştir!

Türk devletinin bir bürokratik yönü ve karakteri hep olageldi; çünkü içinden geldiği Osmanlı merkezi feodal ve askeri niteliği belirgin bir diktatörlüktü. Üstelik parçalanmış Osmanlı ordusunun kalıntılarının yeniden organizasyonu ve inisiyatif almasının ciddi etkide bulunması ve önderliğin buradan gerçekleşmesiyle başarıya ulaşan Kurtuluş Savaşı’yla gelenek eksilmedi, ama çoğaldı; yeni Türkiye’nin kuruluşu da bu inisiyatifin damgasını taşıyarak gerçekleşti ve Türkiye kapitalizmi bürokratik bir kapitalizm olarak gelişti. Neoliberal politika ve uygulamalarla özelleştirmeler ve sair teşvik ve kolaylıklarla devletin küçültülmesi ve kapitalizmin devletçi karakterinin törpülenmesi, her şeyi devlet kademelerinin çarklarına sıkıştırarak ömür törpüsü bir hiyerarşi ve kırtasiyecilikle yürütmeye alışmış askeri ve sivil bürokrasi etkinlik alanını daraltıcı bir etkide bulundu kuşkusuz. Buradan “asker ağırlığı” olarak sözü edilen şey de nasibini aldı. Ancak bu “bürokratik diktatörlüğün yıkılması” ve “demokratikleşme” ya da “demokrasiye geçiş” olarak tanımlanan propagandif tanımlamayı doğrulamadı. Bürokrasi de yerli yerinde kaldı, militarizm de. Değişen, asıl olarak kişiler oldu; generaller birbirleriyle yer değiştirdiler.

“Ağırlık kaybı”, şüphesiz askerin “safra atması”ndan fazla şey olarak gerçekleşti. “Doğal olmayan” askeri şeflerin abartılı ağırlıklarıydı ki, tarihi köklere sahip geleneksel tutumlarıyla misyonları olandan fazlasını istiyor ve hemen daima alıyorlar; kendilerini devletin asli sahibi sayıyorlardı. Devlet demek ordu demek, ordu demek onlar demekti! Devlet örgütlenmesinde tuttukları yer ve yönetiminde sahip oldukları ağırlıktan yansıyan bu tutum, aslına bakılırsa, tamamen doğaldı. Devlet tarihsel olarak biçimlenmiş ve doğallıkla eldeki malzemenin şekillenmesiyle oluşmuştu. Bu şekillenme, üstelik tekeller ve emperyalizm koşullarında bir yandan toplumsal yaşama da yansıyan ekonominin askerileştirilmesiyle perçinlenmişti de. Hele NATO’ya giriş ve “hür dünyanın bir parçası ve kanat savunmacısı” olarak anti-komünist pozisyon alış tuzu-biberi olmuştu.

Sonra? Sonra ne bürokrasi ne de militarizme olan ihtiyaç azalmamıştı. Hem emperyalist efendilerin, hem de işbirlikçi tekelci burjuvazinin bu ihtiyaçları bakiydi. Ne denli “devletin küçültülmesi”nden söz ederlerse etsinler, bu sadece ve sadece kâr içindi. Kamu malları olan yatırımların, madenler ve sair yerüstü ve yeraltı kaynaklarının talanına yönelik özelleştirmeler vb. üzerinden tatlı kâr olanaklarının çoğaltılmasına ilişkindi. Ama emperyalistler ya da işbirlikçilerinin, devletin – başta finansmanını sağlamak üzere vergi toplama gelmek üzere– olmazsa olmaz işlevleri ve günlük işlerinin yürütücüsü “atanmışlar” aygıtı olan bürokrasiyle en başta halk karşısında “güvenlik” sağlayıcı atanmışlar aygıtı olan sürekli ordu ve başlıca bu ikisinden oluşan devlet makinesine artık ihtiyaç duymaz olabileceklerini ileri sürebilmek için hiçbir şey bilmemek gerektir.

Ama dünya değişmiş, koşullar farklılaşmıştı. Konumuz değil, ama kısaca belirtelim ki, Sovyetler Birliği çöküp dağılmış, emek ve sosyalist harekete verilen tavizler toplamından başka bir şey olmayan “sosyal devlet” gereksizleşmiş, devlette “küçülmeler” olarak önceden yapılmaktan başka çare bulunamayan fazladan harcamalar kısılmaya, bir kısmı tümden kaldırılmaya başlanmış; emekçi kitleleri yatıştırmak için zorunlu görülerek “kamusal” ilan edilmiş bir dizi alanın yeniden “özel” olduğu ilan edilerek, kazanılmış haklarının ellerinden alınmasına girişilen sömürülenlerin işsizlik ve yoksullaşmasındaki artış rağmına eğitim, sağlık, hatta su kaynakları kapitalistlerin tatlı kâr alanlarına dönüştürülmekteydi. Farklılaşma, sadece iktisadi ve sosyal alanla sınırlı kalmamakta, ama buradan yansıyarak siyasal stratejik alan da değişikliklerden nasibini almaktaydı. Örnekse artık “yeşil kuşak”a ihtiyaç kalmamıştı; yeşille kuşatılacak Sovyetler artık yoktu çünkü…

“Yeşil kuşak” ihtiyaç olmaktan çıkmıştı, ama “yeşil”e olan ilgi azalmak bir yana artmıştı. Kapitalist emperyalizm karşısında revizyonizme batsa ve “sosyalizmi” ancak biçimsel kalıntılarında varlığını sürdürüyor olsa da Sovyetler Birliği’nin durduğu, Baas örneğinde olduğu gibi milliyetçiliğin bile Sovyetler’le müttefiklik ilişkisiyle bağlantısı içinde “sosyalizm”e bulanarak şekillendiği uluslararası koşullarda, sosyalizme ilgi duyan ezilen ulusların kurtuluş hareketlerinin anti-emperyalizminin yerini, üzerinden “Medeniyetler Çatışması” içerikli teoriler de uydurulan ve tek kutuplu olmaktan çok kutuplu olmaya bir gelişme içinde olan emperyalist dünyada mayalanmakta olan yeniden paylaşım kavgasının başlıca alanı durumundaki Avrasya’da yaygın İslam’ın radikalleşmesi ve anti-emperyalizmin ideolojik gericilikten gelen bütün zaaf ve karmaşası içinde buradan biçimlenmesi almaktaydı. Başta ABD, Batılı emperyalistlerin stratejik değer yüklediği bir yönelim, İslam’ı “radikal” ve “ılımlı” olarak bölüp, ikincisini birincisine karşı yedekleme tutumu oldu. İşbirliğine hazır olmakla kalmayan, büyük ölçüde kendi kucağında gelişmiş/geliştirilmiş “ılımlı İslam”a olan Amerikan emperyalizminin ihtiyacı, konumuz açısından, Türkiye’nin NATO’ya kabulünün ardından on yıllar boyunca süregelen olağanlaşmış siyasal ilişkilerde oynamalara kaynaklık etti.

Uzun yıllar generallerle, askeri ağırlıkları ve yöntemleriyle hiçbir alıp-veremediği olmayan, tersine West Point türü akademileriyle Panama’daki “eğitim ve tatbikat sahası”nda, NATO karargahlarında onlarla eğitim ve sınavlara tabi tutulmuş sağlam ve kalıcı ilişkiler geliştiren Amerikalı efendiler, farklılaşan koşulların gereği olan yeni politik çıkarlarıyla, buradan farklılaşan stratejik taktik pozisyonlarına, eski her halükarda gözde oldukları ve el üstünde tutularak “birinci keman”, hatta “orkestra şefi” olarak muamele görmeye alıştıkları işbirlikçi askeri şefleri ikna edip kazanmakta zorlandılar. Çıkar farklılığından değil, alışkanlığın gücünden ve algılama ve ayak uydurma yeteneksizliğinden, asıl zorlananlar, kuşkusuz eski “vur patlasın çal oynasın” rahatlığına ve kimseye hesap vermez-burnundan kıl aldırmaz havalarının sihrine kapılmış askeri şefler oldular. Bir eski MGK Sekreteri, örneğin, çıkıp havalı havalı sahte dolar bastırıp ABD’yi zora sokmaktan, Rusya ile “ilişkileri geliştirmek”ten söz edebildi ve tabii ekip değişikliği kaçınılmaz hale geldi.

Amerikalı efendiler, “ılımlı İslam”a olan ihtiyaçları çerçevesinde, çoktan bir yandan Fethullah Gülen Cemaati, bir yandan da AKP ile ilişkilenmişler; hatta Bekaroğlu’nun belki de doğru olabilecek, ama bizce kanıtlanmaya muhtaç iddiasına göre, –darbeciler farkında olsun ya da olmasınlar önemli olmadan– son başarılı darbe olan 28 Şubat’ı bile bu ikisinin önünü açmak üzere bizzat düzenletmişlerdi. Askeri şefler, şüphesiz yeteneksizliklerinin yanı sıra güncel olanlarla birlikte bir dizi tarihsel/geleneksel nedenlerle de AKP ile anlaşma içinde davranmaya yatkın durmayıp uyum sağlayamayınca on yılların ilişkileri sorunlu hale geldi. “Statükocu-değişimci” ya da “ulusalcı-neoliberal” vb. biçiminde tanımlanmış olan AKP-Fethullah bloğuyla askeri şefler arasındaki kavgada, militarizmle hiçbir sorunu olmamasına, tersine buna ve özellikle bölgede Türk Ordusu’na en çok kendisi ihtiyaç duymasına karşın, Amerikalı emperyalistler, “çuval geçirerek”, her dediklerine “tamam” diyen Erdoğan’ı şaşalı biçimde ağırlayıp, Fethullah’ı uzun süreli “misafir” ederek vb. tutumlarını ortaya koydular. Olmayınca, sadece kendilerinin sahip olabilecekleri dosya vb. belgeleri, hatta bilgisayar oyunlarıyla yapılmış eklerle yeniden düzenleyerek, “Balyoz”, “AKP’yi Bitirme Planı”, “İnternet Andıcı” vb. adlarla piyasaya çıkarıp, “baştan çıkmış” ve toparlama şansı kalmadığı görülen bir ekibi harcayarak, AKP’nin arkasında tavır aldılar.

Koşullardaki farklılaşma, “yeşil kuşak”ın yerini “ılımlı İslam”ın alması bağlamında değişikliğe götürmesinin yanında bir ikinci değişikliğin daha nedeni oldu ki, bu da konumuzla doğrudan bağlantılıdır. Sovyetler Birliği’nin yıkılması, neoliberalizm ve “devletin küçültülmesi” yöneliminin eşliğinde bir yandan gereksiz hale gelen masrafların kısılması, bir yandan da devletin, amaca ulaşmak üzere her yol ve yöntemin meşru ve makbul görülmesinin sağladığı rahatlıkla baştan çıkmış ve “devletin çıkarları” yanında, “kirli işleri”ni finanse etme amacı çerçevesinde ona bağlanmışlığı iddiasıyla yeraltı”nın MAFYA vb. ilişkilerinin kullanılmasında “kendi çıkarlarını” da gözetir olmuş “derin” örgütlenmelerinin gözden geçirilip yeni koşullara uygun olarak yeniden yapılandırılması kapsamıyla bir değişikliği daha koşullamıştı. Hem masraflı oluşu, hem devlet adına, ama kendi çıkarlarını (da) gözetmek üzere hesap vermeksizin her istediğini yapabilme üstünlüğü, Sovyetlerle kavga döneminden miras, doğrudan NATO tarafından ve ona bağlı olarak gerçekleştirilmiş böyle bir örgütlenmenin, Gladio-Kontrgerillanın yeniden düzenlenmesinin gündeme gelmesi, bu örgütlenme, problem yaşanmakta olan eski askeri şeflerle dolaysız bağlı ve onların emirlerinde olması nedeniyle, kendiliğinden birinci değişiklik ihtiyacıyla ilişkiliydi ve ekip değişikliği, hatta buradan tutularak başlatıldı. Bu değişiklik sürecinde, daha duruşmaları başlarken, Türkiye’nin, yeni komutanları ve Avrasya’daki yeni kapışmaya yönelik yeni taşeron zihniyet ve politikasıyla yenilenmiş “Kontrgerillası”na kavuşacağı, Ergenekon Davaları, “demokrasi” ve “derinleştirilmesi”nin unsuru olarak değil, ama buradan gündeme getirildi.

Eskiden de, “komünizm karşısında” “hür dünya”dan söz açılır ve NATO ve Kore Savaşı’na katılmak gibi “demokrasi”yle ilgisi olmayan ne varsa “demokrasi” yüceltisinin konusu edilirdi. Şimdi de ediliyor. Koşullar değişse de bunda bir değişiklik yok. Koşullardaki değişiklik, hatta artık “sosyal devlet” türü “demokrasinin katlanılması gerekli gülleri”ne katlanmaya ihtiyaç kalmadığından, masrafsız ya da masrafları fevkalade kısılmış “demokrasi” yüceltisinin sürdürülmesini sadece kolaylaştırdı. Irak işgalinin bile “demokrasi” adına gerçekleştirildiği iddia edilebildi ve örneğin Amerikan ve İngiliz emekçi yığınları uzun süre bu masala inandırılabildi.

Türkiye’de de Ergenekon Davaları ve komuta kademesindeki yer değişikliklerinin ardından “demokrasi”den, hem de “derin demokrasi”den söz açılırken, masala devam edildi, demokrasi üzerine spekülasyon sürdürülmekten başka şey yapılmadı.

Hayal alemine ilişkin olarak “bürokratik diktatörlük”ün tasfiyesi ve “demokrasinin derinleştirilmesi” iddiası ileri sürülmesinin öncesinde ve sonrasında demokratik normlar ve bu açıdan Türkiye’nin “karnesi”ne şöyle bir göz atılması açıklayıcı olacaktır. Eskiden işçiler sendikal örgütlenme girişimleri nedeniyle askerlerin ağırlıkta olduğu yönetsel koşullarda işten atılır ve devlet katından olumlu bir müdahale gelmezdi; şimdi “derin demokrasi” iddiası koşularında atılmaktalar ve yine “derin demokrasi” hükümeti olumlu yönde parmağını kımıldatmamaktadır. Eskiden grevler “milli güvenlik” vb. gerekçe gösterilerek ertelenip yasaklanırdı; şimdi işçi örgütleri dağıtılıp etkisi kırılarak büyük grevler düzenlenmesi bile –şimdilik kaydıyla olsa da– önlenmiş bulunulmaktadır. İşçiler demokraside zaten sömürülüp ezileceklerdir denebilir. Peki demokraside örgütlenme özgürlüğü de olmayacak mıdır?

Ya da basın özgürlüğü, “derin demokrasi” öncesine göre farklı durumda mıdır? Neden gazetecilerin tutukluluğu tartışması gündemin önde gelen maddelerinden biri durumundadır? Neden –başka hiçbir nedenle değil, ama– iç ve dış tepkiler karşısında savunulamaz duruma düşüldüğü için, Ahmet ve Nedim’in tahliyesi yoluna gidilerek idare edilmeye çalışılmıştır? Ve neden 12 Eylül döneminden bile daha fazlasıyla hapishanelere doldurulan yüz gazeteci için, tıpkı Ahmet’le Nedim’le ilgili ileri sürülmüş ama yalanmış olan “gazeteci değiller” gerekçesine sığınılmak zorunda kalınmaktadır? Ya yazılı ve görsel basının işten atmalar ve keyfi vergi cezalarıyla hizaya sokulmasına ve Cumhuriyet tarihinde hiç olmadık ölçüde yandaşlaştırılıp tekelde toplanmalarına ne denmelidir? Daha 25 Mart’ta Özgür Gündem gazetesine bir ay kapatma cezası verilen bir ülkede, basın özgürlüğü ve demokratik norm tartışması yapmanın caiz olduğunu kim ileri sürebilir?

Düşünce ve ifade özgürlüğü bakımından durum farklı değildir. A. Şık, örneğin, henüz basılmamış kitabı nedeniyle suçlanmış, kitabı daha basılmadan bilgisayarlardaki izlerinin peşine düşülerek toplatılmıştır! KTÜ’den bir genç kız, Evrensel’in gençlik eki olan Genç Hayat’a yazı yazarak harçları eleştirdiği için cezalandırılmaya kalkışılmış, İstanbul’da bir genç web sitesinde rektör seçimini eleştirdiği için okuldan uzaklaştırılmıştır! Örnekler çoğaltılabilir, ancak ifade özgürlüğü bakımından eski “vesayet” dönemiyle günümüz “derin demokrasi”sinin farkını bulup çıkarmak zordur.

Ya Kürt sorunu bakımından “askeri vesayet rejimi” dönemi ve sonrası “derin demokrasi”de farklılaşan nedir? Belki bir farklılığın sözü edilebilir ki, o da görüntüseldir; eskiden operasyon ve saldırıp vurma-kırma kararlarını genelkurmay vermekteydi, şimdiyse hükümet, özellikle Erdoğan vermektedir. Örneğin 12 Haziran Genel Seçimleriyle birlikte düğmesine basılan son saldırı kampanyası tamamen “sivil otorite”nin stratejik yönetimi ve kararıyla ilgilidir. Şüphesiz planlama ve hazırlığın yanı sıra askeri stratejik ve taktik uygulama askeri çalışmanın ürünüdür, böyle olması tabiidir de, her işin bir uzmanlığa dair bir yönü vardır ve zaten ordu bu işleri kotarmak üzere donatılıp beslenir. Harekete geçme ve nasıl ve ne zaman geçileceğine dair karar, “terörle mücadele” karar ve uygulamasının tamamen askeri şeflerin uhdesine bırakıldığı eskiden farklı olarak, “sivil” Erdoğan’ın hükümeti tarafından alınmıştır. “Açılım” üzerinden spekülasyonu yapılan demokratizmin şiddet ve ezilen ulusun hak eşitliğinin inkarı, ulusun özgürlüğün hiçe sayılıp kanla ezilmesinden ibaret olan özü kısa sürede bütün netliğiyle açığa çıkmış; demokrasinin bırakalım “derini”ni, Kürtlere reva görülen hak tanımama ve Türk-İslam sentezi zorbalığın en “sığ” olanına bile sığdırılamayacağı ırkçı ve şoven olmayan herkesçe teslim edilir olmuştur.

Üstelik kentlerde ve kırlarda birer-ikişer ve gruplarla öldürmenin ötesinde zehirli gazdan tazyikli suya, copa silah kullanımı, poşu bağlama, saç kesme, yumurta atma türü güdükleştirilmiş burjuva demokrasilerinde bile protesto biçimleri olarak hak kabul edilen olur-olmaz bahanelerle tutuklama ve hapislere doldurma, ağır cezalarla yargılama olarak zor ve baskı sadece Kürtlere yöneltilmiş değildir. Evet, B. Ersanlı ve R. Zarakolu gibi aydınlar, yazı yazmak ve ders vermek türü tamamen olağan ve her demokraside yeri olan davranışları bahane edilerek Kürt sorunuyla bağlantılı olarak ve KCK davaları kapsamında tutuklanmışlardır. Binlerce Kürt, sadece hak aradıkları için KCK davalarında tutukludurlar. Ama küçük bir protestoda bulunarak demokratik hakkını kullanmak çabası gösteren gençlerin de tümü tutuklanmakta ve haklarında ağır cezalar istenerek yargılanmaktadır. Eleştiri yapmayı göze alan gazeteci de tutuklanmaktan kurtulamamaktadır. Memur ve işçi hak arayışıyla direniş tutumuna girdiğinde, TEKEL işçileri örneği hatırlansın, öğrenci gençlerle aynı muameleye uğramaktadır. “Derin demokrasi”, işi Meclis’te vekilleri konuşturmamaya, ısrar edenlere saldırmaya kadar varmıştır. Üstelik halktan yana vekillerin, Meclis’te konuşturulmamaları için içtüzük vb. düzenlemeleri ile yetinilmemektedir. Hasip Kaplan, daha yeni, kendisine yönelik olarak bağırıp çağıran bir polisin, milletvekili olduğunu belirtmesine karşın hakaretlerine uğramıştır.

Uzatmak gerekmemektedir; “derin demokrasi” iddialı dönemle öncesi arasında demokratik normlar ve hak ve özgürlükler bakımından fark olmadığı söylendiğinde, eksiği ileri sürülebilir ama fazlası bulunamayacaktır.

 

*

Peki, “askeri vesayet rejimi” olarak Kemalist “bürokratik diktatörlük” yıkılarak “derini” ya da “sığı”yla demokrasiye geçilmemiştir, ama darbeler ve darbecilikle de mücadele edilmemiş midir? Darbeler ve darbeciler karşısında “derin demokrasi” iddiasında bulunan ve iddianın ötesinde, buradan üstelik genel olarak solcuların darbecilik ya da en azından darbe destekçiliğiyle suçlanmalarını, solcular ileri sürülerek sosyalistlerin, Türkiye devrimci hareketinin darbecilikle malul olduğunu apriori olarak ve tartışılmaz bir gerçekmişcesine, hegemon bir edayla ileri sürenlerin pozisyonları nedir, ne olmuştur?

Öncelikle belirtilmelidir ki, demokratik bir yönelimle ya da değil, darbeler ve darbeciliğin bunca gündeme gelişi ve soruşturma ve yargılama konusu oluşu, kuşkusuz iyi ve halkın ve demokrasi mücadelesinin “işi”nin kolaylaştırıcısıdır. Demokratik bir muhtevaya sahip olsun ya da olmasın, bizatihi darbe ve darbecilerin olumsuzluklarıyla tartışılır olması ve yargı konusu edilmeleri, eskinin hesap vermez-burnundan kıl aldırmaz askeri şeflerinin –akıllarının ucundan bile geçirmedikleri başlarına gelerek– hapse atılmalarında, “demokrasinin derinleştirilmesi” iddiasının yaygınlaşması bir yana bırakılarak ihmal edilirse, hiçbir kötülük ve sakınca yoktur. Ancak demokrasi, normları ve demokratik hak ve özgürlükler bakımından, gördüğümüz gibi, yeni ve eski dönem arasında az-çok bir farklılığın bile göze çarpmadığı koşulları göz önüne alarak, hiç yanılma payı olmadan, emperyalist efendileri, –devlet olanaklarından yararlandırılarak bir dizi palazlanmanın ürünü olarak yeni katılımlarla genişleme hesaba katılmak şartıyla– kapitalist tekelci dayanakları yerli yerinde durur, yenilerinin eskilerine karşı kullandıkları “belden aşağı” yöntemler bile eskilerin kullandıklarının aynısı olmaya devam ederken, bir ekip değişikliği olarak gerçekleşen değişikliğin gericilik içindeki çatışmaya bağlı bir değişiklik olduğunu söyleyebiliriz.

Bundan, yüzeysel bakışla bile çıkarılabilecek iki sonucu belirtmek gerekirse; birincisi, dayanakları ve destekçileri olduğu gibi kaldığı için yeni darbeler olanaklıdır; –ve hele kendileri darbe yiyip neredeyse tüm komuta kademesi olarak hapislerde süründürülmenin hıncıyla–ulusal ve uluslararası koşulları elverişli hale gelip fırsatını bulduklarında, bu toprakların daha nice darbeci görecek olmasında şaşılacak şey olmayacaktır. Özetle, tersi yönde ekip değişikliklerinin de olanaklı olduğu söylenmelidir; bu yöndeki dalgalanmalar, en başta emperyalistlerin siyasal stratejik çıkarlarındaki oynamalara (politika, taktik ve tutum değişikliklerine) bağlı olarak gerçekleşebilir. Ve kesindir ki, toplumsal ilerleme ve iyileşmenin bu içerikli değişiklikler aracılığıyla, devlet kademelerindeki ekiplerden birinin gelip diğerinin gitmesiyle sağlanması olanaksızdır; gericilik arasındaki çelişme ve çekişmeler ancak gerçek gelişme dinamiklerinin (işçi ve emekçilerin demokrasi ve sosyalizm mücadelesiyle, ezilen halkların ulusal kurtuluş ve barış mücadelesi) “yedek gücü” olabilir ve gelişmesi için uygun koşulları sağlayabilir.

Ve ikincisi, –hele devlet ve temel kurumu olarak ordunun hiyerarşik yapısının bozulmasının burjuva devlet mekanizmasının sömürülen alttaki sınıfları ezici ve mücadelelerini bastırıcı temel işlevini zaafa uğratarak az-çok demokratik bir ortam oluşmasına neden olarak aşağıdan ve devrimci mücadelenin gelişmesinin önünü açtığı 27 Mayıs deneyinin ardından– gericilik, 12 Mart, 12 Eylül ve 28 Şubat darbelerinde olduğu gibi, AKP’nin askeri şefler karşısında galibiyet aldığı rövanş nitelikli son “kapışma”da, mahkemelerle cezaevlerini kullansa bile, nerede duracağını bilmekte ve devletin yeniden zaafa uğraması ve alt sınıfların mücadelesinin önünün açılmasından kaçınmaktadır. Ergenekon Davaları çoktan tuluata dönmüştür, özellikle devlet ve ordunun hiyerarşik yapısının zarar görmemesi gözetilerek suçlamalar sınırlanmış, ekipler arası tepişme, suç, birkaç “günah keçisi”nin sırtına yıkılarak, olabildiğince tatlıya bağlanmaya yönelinmektedir. 12 Eylül ve son olarak 28 Şubat soruşturmalarının açılması ve yargılamalarının başlayacak olması, sadece iki darbenin kapsamı dikkate alındığında değil, ama yönlendirici, katılımcı ve destekçileri göz önünde bulundurulduğunda, teslim edilecektir ki, sadece propagandif nitelik taşımaktadır.

Neden? Ve neden “derin demokrasi” iddiasında bulunanlar da dahil, günümüzün sözde darbe karşıtları ya da tarafsız görüntü verenler, tümü bir arada darbeye bulaşmışlardır, hatta tümü darbe ürünleridirler?

Darbe ve darbecilerle, sözde “sivil” “derin demokrasi” ve yandaşları, AKP ve Gülen Cemaatiyle onlar adına konuşan sağlı sollu liberaller tümü aynı zeminden, emperyalist kapitalist dünya ekonomisine bağlanmış, aynı zincirinin halkasından başka bir şey olmayan Türkiye kapitalist ekonomisi, onun egemen oligarşik iktidarının sahipleri işbirlikçi tekelci burjuvazi ve büyük toprak sahiplerinin düzeninden beslenmekte ve bu düzenin savunucusu ve kollayıcısı burjuva devlet makinesinden güç almaktadır. Bu açıdan aralarında farklılık yoktur. Eğitim sisteminin kesintili hale getirilmesi tartışmaları kapsamında görüş bildiren TÜSİAD’ı hedef alarak, Başbakan Erdoğan’ın “AKP sermayenin partisi değildir” demesi salt propagandif amaçlı bir demagojidir ve emekçi halkın büyük sermayeden nefretini yedeklemeye matuftur. Bizatihi eğitim sisteminin, kesinti ve elemelerle teknik eğitimin önünü açarak, buradan sermayenin eğitilmiş genç vasıflı işçi ihtiyacını karşılamaya yönelik olarak değiştirilmesinin gündeme getirilmiş olması da dahil, “derin demokrasi” yandaşı AKP ve hempaları, tüm uygulamalarında tekellerin ve en seçkinlerinin örgütü durumundaki TÜSİAD’ın programını uygulamaktadır. “Ulusal istihdam stratejisi”nde böyledir.. Sendikalar ve toplu iş sözleşmesi yasalarının sermaye lehine değiştirilmesinde böyledir.. Esnek çalışma biçimlerinin “istihdam büroları”yla geliştirilmiş olmasında böyledir.. IMF ve Dünya Bankası’nın paralı adamı Kemal Derviş tarafından büyük sermayeyi ihya etmek üzere uygulamaya konulan ve kapitalist ekonomiyi toparlamanın tüm yükünü halkın sırtına yıkmayı amaçlayan “Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı”nın AKP tarafından sürdürülmesinde durum farklı değildir.

Ama büyük burjuvazi, günümüze gelinceye kadar –Batı ve özellikle Amerikan emperyalizmiyle birlikte– bütün darbeleri desteklemekle kalmayıp, öngörüp ihtiyacı olarak dayatan ve yönlendiren başlıca güçtür. Bilinir ki, 12 Eylül, olağan koşullarda uygulanamayan, ama Teacher ve Reagan’ın uygulamalarıyla birlikte neoliberalizmin dünyadaki öncü atılımlarından olan, MESS’in patronu Özal patentli 24 Ocak Kararları’nı uygulamak üzere gerçekleştirilmiştir. Ve yine bilinir ki tüm büyük sermaye tarafından övgüyle karşılanmış ve baş tacı edilmiştir. Bakmayın şimdi yargılanmak istenmesine.. İki faşist goygoycu suçlanmaktadır sadece.. Ama ne Koç, ne Sabancı, ne bir başka tekelci patronu suçlamak savcının aklından bile geçmemektedir.

Sadece tekelci burjuvazi değil, ama tüm siyasal egemenlik çarkları, Meclis ve siyasal partiler kapatılmış olsa bile, 12 Eylülcü kesilmekten geri durmamış, “aman bir an önce demokrasiye geçilsin” deyip faşist darbe ve darbeciler önünde yaltaklanmadan edememişlerdir. Askeri ve sivil bürokrasi baştan ayağı darbeci pozisyon almış, darbecilerin tüm emirleri sektirilmeden hayata geçirilmiştir. Ardından Danışma Meclisi, zaten darbe örgütü olarak kurulmuş Meclis’e onun üzerinden geçilmiştir. 82 Anayasası, bütün “derin demokrasi” yandaşları da içinde tüm gericiliğin başının tacı olmuştur ve hala uygulanmaktadır. Bu Anayasa’yla yaşama geçirilen ve darbe ürünü olan MGK ve YÖK gibi bütün kurumlar, 12 Eylülcülerin ardından gelen tüm hükümetler ve günümüzün “derin demokrasi” propagandacısı AKP hükümeti tarafından kullanılagelmiştir. Özel mahkemeleri vb. ile hala yargıya yön veren 12 Eylül hukuku ya da hukuksuzluğudur. Uzatmak gerekmiyor!

28 Şubat darbesi ve sözde demokrasi yandaşlarının dayanakları ve demokrasi yandaşlarının 28 Şubat karşısındaki pozisyonları bakımından durum daha vahim, ama eğiticidir.

28 Şubatı desteklemeyen hemen yalnızca iki güç vardı ve birisi sınıf partisiyken diğeri Kürt ulusal hareketiydi. Geri kalan hemen her siyasal örgüt kadar sosyal dayanakları da 28 Şubat’ı ya açıktan ya üstü örtülü olarak destekledi ya “ne şeriat ne darbe” türü 28 Şubat’a eğilimli hayırhah bir tarafsızlık tutumu izledi ya da boyun eğip onay vererek darbeden yararlanıp güç toplamaya yöneldi.

“AKP demokratizmi” yandaşı sağ ve sol liberal şaşkınlar, kendilerini ve hadlerini bilmeden “sol” genellemesi ardında Türkiye devrimci hareketi ve içinden gelişen devrimci sınıf hareketini utanmazlıkla darbe destekçiliğiyle suçlamaktan kaçınmıyor ve Kemalizm’le devrimci hareketin çocukluk döneminde bir süreliğine ve anti-emperyalizm ekseninde yollarının kesişmiş olmasını dayanak olarak kullanmaya çalışıyorlar.

1970 öncesi Mihri Belli ve Hikmet Kıvılcımlı’nın önderlik ettiği darbecilerle güç birliği yapmaya yönelmiş MDD savunucuları, evet devrimci gençliği de etkileyerek, bir dönem devrimci harekete damgalarını vurmayı başardılar. Ama bu kadardır. Türkiye devrimci hareketi, bu etkiden kurtulup Kemalizm’le bağlarını koparmaya giriştiğinde “kendi göbeğini kesmiş”, belirli bir dönem “sol” çocukluk hastalığına kapılsa bile kendisini toparlamış; ama kendisi oldu olalı, darbecilikle bir bağ ve destek ilişkisi içinde olmamıştır. Deniz Gezmiş’in M. Belli’nin darbecilerle işbirliği ve sol bir darbeyi çare sayma eğiliminden etkilenmiş arkadaşlarından kopması 1969 yaz başıdır. Sonra devrimci gençlik hareketinin ileri kadrolarının işçi, ama daha çok ve özellikle köylü yığınlarına yönelik köylük alanlarda yoğunlaşan çalışmaları, Filistin Devrimi’ne katılım ve silahlanmanın öne konmasıyla Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu’nun kuruluşuna giden süreç gelmiştir. THKO, ideolojik-politik içeriğiyle doğru ya da yanlış, ama adı üstünde bir başka “ordu” kurulması girişimi olarak, bizatihi devletin temel kurumu olarak sürekli ordudan herhangi bir beklentinin olmayışı ve devlet kademeleri çerçevesinde değişiklikler öngörmekten ibaret darbecilikle uzak-yakın ilişkilerin kesilmesinin varsayılmasıdır. İdeolojik alanda Kemalizmi aşmak bir çırpıda başarılamayıp belirli bir zaman alsa bile, pratik politika alanında THKO kendi yolunu tutmuş ve Kemalist darbecilerden kopuşmuştur.

THKO’nun darbecilerle uzak-yakın bir ilişkisine işaret edebilecek tek bir subay ya da benzerinin THKO soruşturma ve davalarında izine rastlanmaması tarafından da kanıtlanan tarihsel gerçeğe karşın, 9 Mart darbecilerinin önde gelenlerinden Orhan Kabibay’la Erol Bilbilik arasında geçtiği iddia edilen ya da geçen “Denizlere mısır patlatır gibi bomba patlattık” türünden sözler, paralel ve ama rakip darbeci gruplar karşısında, Deniz’in şahsında devrimci gençlerin kendi kontrollerinde olduğu ileri sürülerek güçlü görünme kaygısıyla söylenmiş olabilir ve açıkça yalandır! Bu yalan kadar, bugün bu yalanın tarihsel gerçeğin yerine geçirilerek tekrarlanması da ancak yalandan medet umulduğunu gösterir. Zaten bombalama türü eylemlere hemen hiç itibar etmeyen THKO, darbeci ekiplerle herhangi bir ilişkiye sahip olmadığı gibi, hiçbir zaman onların lehine parmağını kımıldatmamıştır.

9 Mart’ta sol darbe beklentisi vardı” şeklinde ileri sürülen argüman da en azından THKO açısından geçerli değildir. On yılların ardından şimdi 9 ve 12 Martlar kolaylıkla ayrıştırılabilse bile, yaşanan anın sıcaklığı içinde darbeciler dışında bu ayrımın yapılabilmesi, hele “sol darbe”nin başını çektikleri ileri sürülen Hava ve Kara Kuvvetleri Komutanları M. Batur ve F. Gürler 12 Mart Muhtırası’nı imzalamışken, olanaklı değildi. 12 Mart tek bir darbe gibi göründü ve öncesinde tek bir destek sözü olmayan, darbenin hazırlığı içinde kesinlikle ve hiçbir şekilde yer almayan THKO, 13 Mart’ta halkı “faşist darbeye karşı mücadeleye” çağıran bildirisini yayınladı. Üstelik THKO, darbeye karşı çıkan tek sol örgüt durumunda da değildi. Zamanında parlamentoya 15 milletvekili sokmuş TİP (Türkiye İşçi Partisi) de, THKO ile aynı gün yayınladığı bildirisiyle darbeye karşısında pozisyon aldı.

THKO geleneği sınıf partisi tarafından 28 Şubat’ta da sürdürülür ve açık olarak darbe karşısında ve dayatmaları karşısında pozisyon alınırken, sözde “derin demokrasi” yandaşları darbe karşısında sefilleri oynadılar. MGK’da başbakana ve MGK üyesi bakanlara imzalatılan 28 Şubat kararları, ardından Hükümet’in kararı haline getirildi. Kim ne iddiada bulunursa bulunsun, hangi demokratlık payesini takınırsa takınsın, gerçeğin üzeri laf salatasıyla örtülemez. Herhalde “derin demokrasi”nin avangartlarından olması gereken bugünkü cumhurbaşkanı A. Gül’ün 28 Şubat Kararları’nın altında imzası bulunmaktadır. Ve AKP, bu Kararlar ve ardından Refah Partisi’nin kapatılmasıyla önü açılarak, önce “yeni” parti Fazilet içinde partiyi ele geçirme yarışına, sonra da “gömlek değiştirdik” söylemiyle, 28 Şubat’ın önünü kestiği “adil düzen” ve “milli görüş” gemisi terk edilerek, kurulmuştur.

“Solcular, devrimciler darbe destekçisidir” iddiası havada kalmaktadır; ama sadece Kemalistler değil, faşistler ve muhafazakarların milliyetçi ve dinci kesimleri dahil, halk düşmanlığıyla başlıca yalan propaganda ve spekülasyon ürettikleri TV tartışma programlarını kimselere bırakmayan aşağılık sağ ve sol liberal yaltakçılarıyla birlikte, tüm demokrasi düşmanı gericilik (bütün bir sağ) ve sosyal dayanakları olarak tekeller ve büyük toprak sahipleri darbeci olagelmiş ve 27 Mayıs bir yana bırakılırsa, bütün darbeleri desteklemiş, tümünden yararlanmaya soyunmuş; darbe karşıtlığında fayda gördükleri ve sahtekarlıkla “demokrasi” şarlatanlığı yaptıkları durumlardaysa, en az darbe dönemlerinde olduğu kadar gericiliğe batmış, A. Şık’la N. Şener’in suçlanması örneğinde görüldüğü üzere, sureti haktan görünmek üzere bile demokratik hak ve özgürlükleri savunmaya yanaşmamışlardır.

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑