Uzunca bir süredir dünyanın pek çok ülkesinde, şu ya da bu gerekçeyle, işçi sınıfının geçmişte büyük bedeller ödeyerek kazandığı ekonomik ve demokratik haklarına, sendikal hak ve özgürlüklere yönelik saldırılar yoğunlaştı.
Yaşanan kriz sürecinin de etkisiyle, sermaye ve hükümetler ile işçi sınıfı arasındaki mücadelede güç dengesi orantısız bir şekilde işçi sınıfı aleyhine gelişmesini sürdürüyor. Bu durumla doğrudan bağlantılı olarak gündeme getirilen emek düşmanı politikalarla birlikte pek çok kazanılmış hak, işçi sınıfının ekonomik-siyasal örgütlenmelerine resmen meydan okurcasına, fiili saldırılar ve yasal düzenlemeler eşliğinde adım adım geri alınıyor. Burjuvazi, dünyanın çeşitli ülkelerinde ve Türkiye’de işçi sınıfının örgütlü olan kesimlerine ve sendikalara yönelik kapsamlı bir taarruz başlatmış durumda.
Ülkenin içinden geçmekte olduğu ekonomik ve siyasal koşullar, pek çok alanda çok yönlü ve sancılı bir dönüşüm yaşandığının işaretlerini bir süredir belirgin bir şekilde vermeye başladı. Söz konusu dönüşümün sendikal alandaki yansımaları, anayasal haklarını kullanan işçilerin işten atılmasının yoğunlaşması, işçilerin en temel haklarının bile patronlar tarafından yok sayılması şeklinde karşımıza çıkıyor. Bugüne kadar emeğe yönelik kapsamlı saldırılar karşısında sendikaların ve diğer emek örgütlerinin caydırıcı gücünü kullanmaması ya da kullanmak istememesi, sendikal hak ve özgürlüklere yönelik saldırıları gerçekleştirenleri daha da cesaretlendiren bir rol oynamayı sürdürüyor.
SINIF MÜCADELESİ VE YASALAR
Sınıflar arası güç mücadelesinin somutlaşmış bir sonuç belgesi olma özelliği, hemen hemen bütün yasalar için geçerli bir durumdur. Özellikle sendikal örgütlenme, grev ve toplusözleşme gibi emekle sermaye arasındaki ilişkilere ilişkin olan ve temel sendikal faaliyetleri düzenleyen yasalar açısından bu durum çok daha belirgindir. Çünkü sendikalar, kapitalist toplumda iki temel sınıftan birisi olan işçi sınıfının burjuvazi karşısındaki en önemli ekonomik mücadele ve haklarını koruma araçlarından birisi durumundadır.
Tarihsel süreç içinde sınıf mücadelesinin gelişim sürecinde, işçi sınıfının haklarını talep etmesi ve bu hakların yasal güvenceye alınması (sigorta hakkı, çalışma sürelerinin kısaltılması, sendikal örgütlenme özgürlüğünün yasal olarak tanınması vb.) mücadelesi birbiriyle iç içe geçerek ilerlemiştir. Büyük bedeller ödenerek ve zorlu mücadeleler sonucunda kazanılan ve bugün yeniden geri alınmak istenen hak ve özgürlükleri egemenlerin yasal olarak tanımak zorunda kalması, işçi sınıfı mücadelesinin daha sonraki aşamalarında en önemli güvence ve dayanak noktalarından birisini oluşturmuştur.
Sendikaların örgütlenme özgürlüğü, grev ve toplusözleşme hakkını özgürce kullanabilmesi, işçi sınıfının gerçek demokrasi mücadelesinin önemli bir ayağını oluşturur. Ancak söz konusu hakların kazanılması ve korunması mücadelesinin başarısı, aynı zamanda işçi sınıfının örgütlülük düzeyi ve ekonomik-siyasal gücü ile doğru orantılıdır. Bu noktada işçi sınıfının örgütlenmesi ve örgütlenme özgürlüğüne ilişkin düzenlemeler, sanıldığı gibi, sadece işçi sınıfını değil, en az onun kadar burjuvaziyi de yakından ilgilendirmektedir. İşte bu nedenle, kapitalist sistemde sendika yasaları yapılırken, sendikal mücadeleyi güçlendirecek değil, onu zayıflatacak ve burjuva iktidarın denetimi altına sokacak düzenlemeler yapılmaya çalışılır.
Kapitalist sistemde burjuva iktidarları sendikal alan ile ilgili yasal düzenlemeler yaparken, işçi sınıfının sendikal örgütlenmesini kolaylaştırmak, grev ve toplusözleşme hakkını kolaylıkla kullanmasını sağlamak bir tarafa, işçi sınıfının örgütlü mücadelesinin önündeki engelleri büyütmek ve gerçek gücünü göstermesine imkan tanımamak için, ekonomik (sendikal) mücadele ile siyasal mücadelesini birleştirilmesini de engellemeyi hedefler[1]. Hatta her şeyden önce asıl hedefin, işçi sınıfının ekonomik mücadelesi ile siyasal mücadelesini mümkün olduğunca birbirinden uzak tutmak olduğu söylenebilir. Bu nedenle, işçi sınıfının içinde bulunulan dönemdeki bilinç ve mücadele gücüne bağlı olarak, kimi zaman fiili baskı ya da yasaklamalar yoluna gidilirken, kimi zaman da yapılan yasal düzenlemelerle ya da kendi yarattığı sendikal bürokrasi aracılığıyla, sendikaların, sermaye ve onun temsilcisi burjuva hükümetler ile “uzlaşması”nı sağlayacak düzenlemeleri gündeme getirilebilmiştir.
Kapitalizmde hemen her koşulda egemen burjuva sınıfın lehine yapılan yasaların ardındaki temel gerçek göz önüne alındığında, Meclis gündemindeki Toplu İş İlişkileri Yasası’nın, en iyimser tahminleri bile karşılamamış olması, burjuva yasaların, burjuvazinin sömürülen ve ezilen sınıflar üzerindeki egemenliğini sürdürecek biçimde yasakçı ve denetleyici özünü geliştirerek düzenlendiği tespitini yapmamızı mümkün kılmaktadır.
AKP’nin 9 yılı aşan iktidarı döneminde emekçilere ve sendikal haklara yönelik tutumuna baktığımızda, sendikal yasalarla ilgili en küçük bir iyimserliğin bile söz konusu olamayacağı zaten açıktır. AKP hükümeti, her fırsatta darbe dönemi yasaları olarak tanımladığı yasalardaki emekçilere yönelik hak kırıntılarının dahi uygulanmasını engellemiştir.
Sendikal haklarla ilgili 12 Eylül yasalarını bile uygulamaktan geri duran iktidar partisinin “sosyal taraflar” ile yaptığı “uzlaşma”yı bile hiçe sayarak hazırlanan “Toplu İş İlişkileri Yasası”, AKP’nin “sosyal diyalog” mekanizmasını hangi amaçla kullandığını ve ona “sosyal diyalogcu” bazı sendika ve konfederasyonlar kadar bile önem vermediğini göstermektedir.
Sınıflar arasındaki güç mücadelesinin doğrudan etkisiyle biçimlenen ve uygulanan yasaların, en azından sınıf mücadelesine inananlar açısından, tek başına sendikal mücadelenin sınırlarını çizmesi kabul edilemez. Çünkü kendilerini işçi sınıfının kitlesel mücadele örgütü olarak tanımlayan sendikalar, ilk ortaya çıktıkları tarihlerden itibaren, yasalara dayanarak, yasaların izin verdiği sınırlar çerçevesinde kalarak değil, somut hak talepleri üzerinden, işçi sınıfının geniş kesimleri içinde örgütlenmeleri ve yürüttükleri mücadeleyle kazandıkları meşruiyet üzerinden var olmuş ve mücadelelerini bu temelde sürdürebilmişlerdir. Bu durum, işçi sınıfının haklarının yasal güvenceye alınması ve burjuvazi tarafından yasal olarak tanınması talebi ile hiçbir zaman çelişmemiştir.
Hukukta “yasalar lafzı ve ruhi ile meridir” şeklinde, yasaların sözünün, yani maddelerinden anlaşılanın, söz konusu yasayı anlamak için yeterli olmadığını ifade eden temel bir ilke vardır. Başka bir ifadeyle yasalar, özü ve sözü ile birlikte yorumlanıp, o an için geçerli olan ekonomik-toplumsal sistemlerde uygulandığı ya da uygulanmadığı zaman gerçek anlamlarını kazanırlar. Hemen tümü, işe gelecek biçimde yorumlanmak üzere, nereye çekersen oraya uzayacak bir içerikte kaleme alınmış olsa da, herhangi bir yasanın maddeleri, yine de okunduğunda anlaşılabilir gibidir. Ancak yasalar söz konusu olduğunda onları okumak ve anlamak tek başına yeterli değildir. Söz konusu yasa metinlerinin, yapılış amacı, tek tek maddelerinin yasanın bütünü ve sistemin işleyişi açısından ne anlama geldiği, Anayasa ve diğer yasalarla ilişkileri, uygulanacak alan içindeki yeri ve işlevlerinin de göz önünde bulundurulması gerekir.
ZARFA DEĞİL, MAZRUFA BAKMAK
12 Eylül 1980 öncesinde sendikaların sınıf hareketi içindeki etkinliğine ve gücüne doğrudan bir tepki olarak düzenlenen 2821 Sayılı Sendikalar Yasası ile 2822 Sayılı Toplu İş Sözleşmesi Grev ve Lokavt Yasası, o dönem, sınırları 24 Ocak 1980 kararları ile çizilen ekonomik politikalara ters düşmeyecek bir içerikte düzenlenmiş ve 1983’ten itibaren uygulanmaya başlanmıştır. 2821 ve 2822 sayılı yasalarla amaçlanan, sendikal faaliyetlerinin sadece çalışma yaşamı ile sınırlı, az sayıda, denetlenebilir ve her yönden zayıf bir sendikal yapı oluşturmak olmuş ve 24 Ocak Kararları’nın sorunsuz ve engelsiz uygulanabilmesi için sendikaların zayıf ve denetlenebilir olmasını hedeflemiştir.
2821 Sayılı Sendikalar Kanunu’nda sadece işkolu sendikaları ve üst kademedeyse sadece konfederasyonların kurulabileceği öngörülmüştür. İşyeri sendikaları ve federasyonlar kurmak, 1980 öncesinin deneyimlerinden hareketle yasaklanmıştır. 12 Eylül öncesinde yürürlükte olan 274 sayılı yasa, işyeri esasına göre örgütlenme konusunda bir sınırlama getirmediği için tek bir işyerindeki işçileri örgütleyen bir sendika, işyerinde yetkili sendika olabilmiş ve toplusözleşme yapabilmiştir. Bu durumun olumsuz yanları ise, tek tek işyerlerinde örgütlü olan yüzlerce küçük sendikanın ortaya çıkması ve mücadeleci sınıf sendikalarını işyerinden uzak tutabilmek için patronlar tarafından kurdurulan işbirlikçi, sarı sendikaların yaratılması olmuştur[2].
1983 yılında yürürlüğe giren 2821 ve 2822 sayılı sendikal yasaların işyeri sendikacılığına izin vermemesi ve ülke çapında yüzde 10 örgütlülük barajı getirmesinin, özellikle patronlar açısından geçmişte yaşanan olumsuzlukları ortadan kaldıracağı, öte yandan da sendikal örgütlülükteki çok parçalılığı gidereceği ve daha güçlü sendikaların oluşmasına olanak tanıyacağı iddia edilmiştir. Bu, şüphesiz ki burjuva gericilerinin iddiası olmuş, ancak işçiler, özellikle sendikacılar ve bir takım solcular üzerinde de etkili olabilmiştir. Ancak gelişmeler beklentilerin tam tersi yönde olmuş, bir taraftan sendikal örgütlülük hızla azalırken, diğer taraftan getirilen sınırlamalar yüzünden çok sayıda mücadeleci sendika yetki alamama tehlikesiyle karşı karşıya kalmıştır. Bütün bunlara ek olarak, birden fazla işyerinden oluşan işletmelerde, yetki alabilmek için sadece işyeri yüzeyinde değil, işletme çapında çoğunluk elde etme zorunluluğunun getirilmesi, sendikal örgütlenmeye büyük darbeler vurmuştur.
12 Eylül referandumu sürecinden bu yana iktidar partisinin temel sloganı olan “12 Eylül ile hesaplaşıyoruz” ifadelerinin gerçeği yansıtmadığı, 12 Eylül zihniyetinin AKP hükümeti ve uygulamaları ile bugün benzer bir içerikle, sadece şekil değiştirerek sürdüğüne ilişkin çok sayıda örnek sıralamak mümkündür. AKP hükümetinin emek düşmanı diğer uygulamaları gibi, sendikal yasalarla ilgili olarak gündeme getirdiği değişikliklerin de sadece zarfı (kılıfı) değiştirilmiş, bazı küçük iyileştirmeler dışında, mazrufu (içeriği) açısından 12 Eylül’ün yasakçı mantığı büyük ölçüde korunmuştur.
Toplu İş İlişkileri Yasasına genel hatları ile baktığımızda, işçilerin sendikal haklarını özgürce kullanabilmesi konusunda 12 Eylül’ün yasakçı zihniyetini aynen sürdürdüğü görülmektedir. Örneğin sendikaların en çok yakındığı yüzde 10 işkolu barajı önce yüzde 3’e sonra komisyon aşamasında yüzde 1’e düşürülerek, kamuoyunda olumlu bir düzenleme yapılmış havası yaratılmak istenmiştir. Ancak düzenlemenin yürürlüğe girdiği tarihten itibaren 5 yıl süreyle Ekonomik ve Sosyal Konseye üye konfederasyonlara bağlı olmayan işçi sendikaları için işkolu barajının yüzde 3 olarak uygulanacak olması, hükümetin dizginleri elinden bırakmak istemediğinin somut kanıtı niteliğindedir. Bakanlar Kurulu, bu oranı yüzde 3 ile binde 5 arasında değiştirmeye yetkili kılınarak, istediği zaman baraj tehdidini kullanma fırsatını elinde tutmuştur.
Çalışma Bakanlığı’nın komisyona yolladığı haliyle yüzde 3 olan işkolu barajı yüzde 1’e indirilirken, komisyon görüşmelerinde toplu iş sözleşmesi imzalamaya bir baraj daha getirilmiştir. Tasarının komisyondan çıkmış haline göre; bir işçi sendikasının işyeri veya işletmede toplu iş sözleşmesi yapması için 2 bin üyesini ve kurulu bulunduğu işkolunda çalışan işçilerin en az yüzde birini örgütlemiş bulunması gerekmektedir. Bu düzenleme, daha önceden tek olan barajın ikiye çıkarılması anlamına geliyor. Bu madde ile hem 2 binin altında üyesi olan sendikalar yetkilerini kaybedecek, hem de sendikalar için yeni bir tehdit unsuru olarak hükümetin elinde önemli bir koz olacak.
Gerek bazı işkollarının birleştirilerek işkolu sayısının 28’den 21’e düşürülmesi[3], gerekse yüzde 50+1 işyeri ve yüzde 40+1 işletme barajının getirilmesi ile birlikte düşünüldüğünde, söz konusu düzenlemelerin pratikte bir anlamının olmadığı açıktır. Sendikalaşma oranlarının barajlar ve yetki sorunları nedeniyle sürekli olarak azaldığı bir ortamda, mevcut yasakçı yapıyı koruyan düzenlemelerle, işkolu barajının altında kalan sendikaların üye sayılarında ciddi bir artış yaşanması mümkün değildir.
İşyeri sendikaları dar bir temel üzerinde örgütlenmeyi ifade ettikleri için kurulmaları görece daha kolaydır. İşyeri sendikalarının ve federasyonların yasaklanması beraberinde sendikalaşma için kaçınılmaz olan bazı ilk adımların atılmasını engellemiştir. Sendikaların her geçen gün hızla üye kaybettiği ve bu nedenle işçiler arasında çok düşük bir sendikalaşma oranının (% 6) bulunduğu Türkiye’de, mevcut olumsuz koşullarda bile mücadeleci işyeri sendikaları ve onların birleşmesiyle oluşturulacak federasyon tipi örgütlenmelerin fiilen kurulması bu süreci tersine çevirebilecek potansiyele sahiptir. Bugün mevcut işkolu sendikalarının hemen hepsi, geçmişte işyeri düzeyinde kurulmuş olan sendikaların federasyonlar çatısı altında birleşerek işkolu sendikası haline gelmesiyle kurulmuştur. Bu açıdan bakıldığında, sendikaların işyeri temelinde kurulmasının yasaklanması, daha güçlü işkolu sendikalarının oluşması ve bu sendikaların büyümesinin engellenmesi anlamına da gelmektedir.
Sendikal örgütlenmede sadece işkolu sendikacılığını benimseyerek, işkolundaysa örgütlenmiş olan sendikalardan sadece yüzde 1 barajını aşanlara toplu pazarlık hakkını tanıyan bu düzenlemeyle AKP hükümeti, 12 Eylül’ün yasalar aracılığı ile az sayıda, merkezi sendikalar yaratma geleneğini sahiplendiğini göstermiştir. Böylece, denetlenemeyen, çalışma hayatında sürekli rekabete ve çatışmalara yol açan, kontrol edilmesi ve merkezi olarak yönlendirilmesi oldukça zor, çok sayıda sendika yerine, daha kolay kontrol edilebilecek az sayıda sendika merkezi ile sendikal hareketin denetim altına alınması amaçlanmıştır.
Sendikaların işyeri temelinde örgütlenmesinin yasaklanması ile birlikte, işkolu düzeyinde örgütlenmiş olan, ancak aynı zamanda bir veya birden fazla işyerinde (işletmede) işçilerin yüzde 40’ından fazlasını üye kaydetmek zorunda olacak olan sendikalar, aksi durumda tek tek işyerlerinde çoğunluğu sağlamış olsalar bile toplu iş sözleşmesi yapma yetkisine sahip olamamakta, dolayısıyla toplu pazarlık hakkından yararlanamamaktadırlar.
12 Eylül referandumunda sıkça propaganda malzemesi yapılan “iki sendikaya üyelik” düzenlemesi, Toplu İş İlişkileri yasası ile geçerlik kazanmıştır. Buna göre, farklı işkollarında ve farklı zamanlarda farklı işverenlere ait işyerlerinde çalışan işçilerin birden çok sendikaya üye olabilmesinin önü açılmıştır. Bu düzenlemenin yasaya girmesi, Türkiye’de esnek çalışmanın, özellikle kısmi süreli (part time) çalışmanın yaygınlaştığının kanıtı niteliğindedir. Düzenlemeye göre, örneğin bir işçi belli günlerde bir hastanede temizlik işini yapıyorsa sağlık işkolundaki bir sendikaya, belli günlerde aynı ya da farklı bir işi eğitim kurumunda yapıyorsa eğitim işkolunda faaliyet gösteren bir sendikaya üye olabilecektir. Bu düzenlemenin getirilmesinin asıl amacı, son yıllarda artan ve çalışma sürelerinde esneklik ile doğrudan ilişkisi olan “mekansal esneklik” uygulamalarının artmış ve önümüzdeki dönemde artacak olmasıdır.
İki sendikaya üyelik, ilk bakışta olumlu gibi gösterilmeye çalışılsa da, işgücünün parçalanması ve işçiler açısından sabit bir işyerinde çalışma olgusunun ortadan kalkması açısından olumsuz sonuçlar doğuracaktır. Bu düzenlemeyle örneğin bir ay içinde 10 gün hastanede, 10 gün okulda çalışan bir işçinin sigortası her iki işyerinde 10’ar gün yatacak ve toplamda 20 gün sigortalı olacağından, sigortasını GSS’nin öngördüğü 30 güne tamamlamak için kalan 10 günü cebinden SGK’ya ödemek zorunda kalacaktır. Bu düzenlemenin ne anlama geldiği, özel istihdam bürolarının kurulması ve işçi kiralama uygulamasının başlatılması ile daha iyi anlaşılacaktır.
Noter şartı kaldırılarak yerine getirilen e-devlet sistemi ise, işçilerin sendika üyeliği konusundaki iradesini koruyucu herhangi bir güvence getirmemektedir. Sendikalara üyelik ve istifalarda noter şartının kaldırıp e-devlet sistemine geçilmesi ile yeni sorunlar yaşanması kaçınılmaz görünmektedir. Örneğin patronların, işçilerin e-devlet şifrelerini alarak onları herhangi bir sendikaya üye yapması ya da istifa ettirmesinin nasıl engelleneceği belli değildir.
Getirilmek istenen yeni düzenlemeye göre, bir işçi, e-devlet şifresiyle internetten e-devlete girecek ve hangi sendikaya üye olmak istiyorsa, elektronik ortamda üye olacak ya da sendikadan istifa edebilecektir. Bu durumda, bir patron işçilere “e-devlet şifrelerinizi verin” dediğinde, işçilerin bu isteği geri çevirme ihtimali hemen hiç yoktur. Mevcut uygulamada, yeni sendikalaşan işyerlerinde, patronlar noter parasını kendisi karşılayarak işçileri nasıl istifa ettiriyorlarsa, getirilen e-devlet şifresi uygulaması ile işçileri kendi iradeleri ile örgütlendikleri sendikadan istifa ettirmek ve başka bir sendikaya üye yapmak çok daha kolay hale getirilmiştir.
Teknoloji kullanılarak, bilgisayar ortamında dışarıdan yüklenebilen virüsler aracılığı ile bilgiler değiştirilebilmekte, yanlış bilgiler yüklenebilmektedir. Güvenli olmayan bir ortamda işçilerin özgürce sendika seçimi yapabilmeleri mümkün değildir. Elektronik ortamda sahte üyeliklerin sisteme yüklenmesi veya gerçek üyeliklerin sistemden silinmesi gibi girişimlerin nasıl önleneceğine ilişkin herhangi bir güvence söz konusu değildir.
Sendikaların toplu iş sözleşmesi yapabilmesi için yetkilendirilmesi sürecinde Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın belirleyici olması, sendika özgürlüğünü en başından olumsuz etkileyen bir durum olmayı sürdürmektedir. Bir taraftan yasa tasarısının ILO normlarına uygun olarak hazırlandığı iddia edilirken, diğer taraftan Türkiye tarafından 1951 yılında onaylanmış 98 sayılı ILO sözleşmesinin 4. maddesinde yer alan toplu iş sözleşmelerinin “işçi sendikası ile işveren arasında yapılacak gönüllü görüşmeler yolu ile bağıtlanması” ilkesi yok sayılmaktadır.
Çalışma Bakanlığı’nın bugüne kadarki pratiği, işçi ve patron sendikalarının yasalar ve bakanlık ile uyum içinde olmasına özen gösterdiğini göstermektedir. Bu durumun en somut kanıtı, hükümetin, AKP’li belediyeler, hava taşımacılığı, gıda, orman işkollarında çalışan işçiler üzerinde uygulanan baskılar sonucunda Türk İş ve DİSK’e bağlı sendikalara üye işçiler ve KESK’e bağlı sendikalara üye kamu emekçilerini, kendi işaret ettiği sendikalara üye olmaya zorlaması ve bunda da başarılı olmasıdır.
Çalışma Bakanlığı, siyaseten iktidar partisinin çizgisine aykırı duruş sergileyen sendikalara, bütün yasal koşulları yerine getirmiş olsa bile yetki vermemek için bin dereden su getirmekte, yetkiyi keyfi olarak hükümete yakın sendikalara vermekte herhangi bir çekince görmemektedir. Çalışma Bakanlığı’nın bu tutumuna en iyi örnek, Çalışma Bakanlığı’nın Çaykur’da Türk İş’e bağlı Tek Gıda İş sendikasına karşı, Hak İş’e bağlı Öz Gıda İş sendikasını açıktan destekleyen tutumu nedeniyle dört yıldır Çaykur’da çalışan işçilerin toplusözleşme imzalayamaması ve büyük bir mağduriyet yaşamış olmalarıdır. Tek Gıda İş Sendikası, Çaykur’da yetkiyi ancak yargı kararı ile kazanabilmiş, sözde tarafsız olması gereken Çalışma Bakanlığı’nın bütün çabaları, en azından şimdilik, boşa çıkarılabilmiştir.
Patronlarla yapılan toplu iş sözleşmelerinde işçiler adına taraf olan örgütler, sendikalardır. Bu nedenle, yasal olarak toplu pazarlığın tarafı olacak sendikanın belirlenmesi süreci, elbette önemlidir. Türkiye gibi ülkelerde, Çalışma Bakanlığı’nın yetki sürecinde işin içinde olması, toplu pazarlığın taraflarını belirlemek açısından önemli sorunlara yol açabilirken (Türkiye’deki sendikaların yetki tespiti sürecinde olduğu gibi), daha merkezileşmiş sendikal yapıların olduğu sistemlerde toplu pazarlığa taraf olacak sendikanın tespiti daha kolaydır ve yetki uyuşmazlıkları, Türkiye’deki uygulamaların aksine bu ülkelerde önemli sorunlar yaratmamaktadır.
Toplu İş İlişkileri Yasa tasarısında yer alan düzenlemeler, kuşkusuz burada belirttiklerimiz ile sınırlı değildir. Ancak gerek genel olarak, gerekse tek tek maddeler halinde bakıldığında, Meclis gündemindeki düzenlemenin “çalışma yasalarının demokratikleştirilmesi” ya da “grev ve toplusözleşmenin önündeki engellerin kaldırılması” gibi iddiaların yanından bile geçmediği açıktır.
Emek ile sermaye arasındaki çıkar çatışması ve mücadelenin en önemli alanlardan birisi olduğu için sendikal örgütlenme, grev ve toplu pazarlık hakkı, piyasanın ve sermayenin tarihsel ve güncel çıkarlarına ters düşmeyecek şekilde düzenlenmek istenmektedir. Toplu İş İlişkileri yasasını bu açıdan değerlendirmek gerekir. AKP Hükümeti, sendikal yasalar üzerinden mümkün olduğunca işbirliğine açık, çatışmadan uzak ve uzlaşmacı sendikaların önünü açmaya, mücadeleci sendikaları saf dışı bırakmaya çalışmaktadır.
Sendikaları sisteme böylesine bağımlı hale getiren ve sistemin olumsuzluklarını meşrulaştırmaya zorlayan bir düzenlemenin sonucunda sendikacılığın sermayenin ve iktidarın çıkarlarına hizmet etmekten başka hiçbir işlevinin kalmayacağı ortadadır. Böyle bir ortamda emekçiler ve toplumun sendikalara yönelik güveninin tamamen ortadan kalkması ve sendikaların iktidarın sözünden çıkmayan birer “devlet kurumu” haline gelmesi kaçınılmazdır.
Burjuvazi, emekçileri, sadece üretim sürecinde değil, işyeri dışında da bölmeye yönelik girişim ve uygulamalarını yoğunlaştırmıştır. Örneğin Kürt sorununa yönelik sendikaların mesafeli yaklaşımı ve tepkiler, bu duruma en iyi, belki de en uygun örnektir. Demokrasi sorunun en önemli ve temel ayaklarından birisi olan Kürt sorunu üzerinden yürütülen tartışmalar, sadece sendikal örgütlenme ve mücadeleye etkileri açısından değil, bu alanda yaşanan çözümsüzlük politikalarının da etkisiyle, bazen her şeyin önüne geçebilmekte, bahsi geçen sendikal yasalardan ve yasaklardan çok daha olumsuz etkileri olabilmektedir.
Egemenlerin, karşılarına çıkan her fırsatta, Kürt sorunu, milliyetçi-şoven propaganda eşliğinde kullanması, sadece sendikalar açısından değil, tüm toplum kesimleri açısından temel sorunların üzerini örten, kitlelerin ortak çıkarları etrafında birleşmesini engelleyen, emekçileri kesin bir şekilde bölen, hatta zaman zaman onları karşı karşıya getiren bir işlev görmektedir.
Kürt sorununda yaşanan çözümsüzlük, nasıl ki demokratikleşmenin önünde büyük bir engel oluşturuyorsa, aynı şekilde sendikaların örgütlenmesi ve mücadelesinin önüne engeller çıkarmakta, işçi sınıfını kendi içinde bölerek, gerçek gücünü kullanmasını zorlaştırmaktadır. Hatta böylesi sorunların, işçi sınıfının sendikalar çatısı altında birleşmesi ve mücadelesi açısından bahsi geçen sendikal yasa maddelerinden çok daha etkili olduğunu belirtmek gerekir.
Sendikal hareketin sorunları ve karşısına çıkartılan yasal engeller tartışılırken, Kürt sorununun çözülmemesinden kaynaklı sorunları geçiştirmeden açıkça tartışmak gerekmektedir. Başka bir ifadeyle, kendileri özünde ekonomik mücadele araçları olan sendikaların, toplumun bütününü ilgilendiren sorunların da öncelikli muhatapları olmaları nedeniyle, burjuvazinin sahte demokratikleşme adımlarını boşa çıkarmak gibi önemli bir görevi de bulunmaktadır.
SONSÖZ
Toplu İş İlişkileri Yasası, 4857 Sayılı İş Kanunu’nun içeriğine ve ruhuna uygun olarak, esneklik uygulamalarını toplu iş hukukuna taşımakta, her iki yasadaki sendikal özgürlüklerle çelişen pek çok maddeyi korumaktadır. Söz konusu düzenleme, emek ile sermaye arasındaki mücadelede emek cephesini daha etkisiz ve güçsüz hale getirirken, sermaye birikimi istikrarını esas alan ve emek sömürüsü önündeki engelleri ortadan kaldırmayı hedefleyen bir içerikte oluşturulmuştur.
Sendikaların faaliyetlerini serbestçe düzenlemesi, burjuva yasaları tarafından da tanınmak zorunda kalınan sendika özgürlüğünün ayrılmaz bir parçasıdır. Sendikaların çalışma yaşamında olduğu kadar, ekonomik kararların alınmasında da önemli işlevleri söz konusudur. Bu yönüyle sendikalar, sadece ekonomik mücadele araçları olarak değil, toplumla iç içe olmalarından kaynaklı olarak tüm toplumu ilgilendiren demokratik, siyasal haklar ve özgürlükleri savunmaları gereken örgütlerdir.
Bugün sermayenin içinde bulunduğu ve önümüzdeki aylarda derinleşmesi beklenen kriz koşullarında, emek kitlelerinin küçümsenemeyecek bir ayağa kalkışı olmadığı durumda, bu hükümet tarafından işçi sınıfının hak ve özgürlüklerini gerçek anlamda genişletecek yasal düzenlemelerin hayata geçirilmesi mümkün olamadığı gibi, kıdem tazminatı gibi önemli bir hakkın nasıl ve hangi yöntemlerle geri alınacağı tartışılmaktadır.
İşçi sınıfının başta kıdem tazminatı olmak üzere, mevcut kazanılmış haklarını da tasfiyeye yönelik olarak hazırlanan “istihdam paketi” ve sendikalarla ilgili yasa tasarıları, 2003’te yarım kalan ve hayata geçirilemeyen saldırıların devamı olması nedeniyle, işçi hareketinin geleceği için önemli tehditler içermektedir. Bu nedenle sadece bu yasalara ya da yasa değişikliklerine karşı değil, başta kıdem tazminatı olmak üzere, birçok kazanılmış hakkı gasp etmeyi amaçlayan saldırıların tümüne karşı mücadele etmek, tüm işçi ve emekçiler için, bu değişikliklerden doğrudan etkilenecek sendikalar için bir zorunluluktur.
Sendikalar, son yıllarda örnekleriyle fazlaca karşılaştığımız gibi, sadece yasaları ya da uluslararası sözleşmeleri kendisine dayanak yapmak yerine, öncelikle kendi öz güçlerine ve temsil ettikleri sınıfa güvenerek hareket etmek zorundadır. Sendikalar, çıkarlarını temsil ettikleri sınıfın beklentilerine uygun, her adımda emekçilere güven ve cesaret veren bir örgütlenme ve mücadele çizgisi izlerlerse, çoğu zaman bahane olarak ileri sürülen çok sayıda yasal engelin pratikte hiçbir anlamı kalmayacaktır.
Sendikal mücadele, hiçbir koşulda, elbette kendi başına özel bir amaç olarak kabul edilemez. Bu nedenle, sendikal mücadelenin, sermaye ve hükümetin saldırılarına karşı ekonomik ve demokratik mücadelenin ortaklaştırılması, sınıfın birleşik hareketinin yaratılması için önemli bir araç olarak görülmesi gerekmektedir. Emek hareketinin sınıf mücadelesi geliştikçe genişlemesi ve güçlenmesi gerçeği göz önüne alındığında, sendikal mücadelenin yasaların getirdiği sınırlara bağlı kalmadan yürütülmesi durumunda, işçi sınıfının sendikaları aracılığıyla yürüttüğü ekonomik mücadelenin demokratikleşme mücadelesini ve işçi sınıfının siyasal mücadelesini besleyip güçlendirmesi kaçınılmaz olacaktır.
[1] Burjuvazinin iktidarının sınıfsal kaynağı, ekonomik ve siyasal yapının bütünlüğünde gizlidir. Kapitalizmde ekonomik alan ile siyasal alan -iddia edilenin aksine- bir karşıtlık içinde bulunmaz, tersine birbirini tamamlar. Ancak kapitalizm, bu iki alan arasındaki iç içe geçmişliği gizlemeye ve bu iki alanın birbiriyle olan bağını görünürde de olsa ortadan kaldırmaya çalışır. Bu nedenle ilk işçi örgütleri ortaya çıktığı andan itibaren burjuvazi, işçi sınıfının ekonomik mücadelesi ile siyasal mücadelesinin birleşmemesi için bütün olanaklarını seferber etmiş, işçi aristokrasisi ve sendikal bürokrasi aracılığıyla sendikaların sadece ekonomik mücadele araçları olarak kalmasını sağlamaya çalışmıştır.
[2] Sendikal örgütlenme alanında her örgütlenme biçiminin olumlu ve olumsuz yanları olabilir. Sendikal örgütlenme alanında hangi örgütlenme biçiminin benimseneceğinde, avantajlar kadar, o ülkedeki mevcut somut toplumsal, siyasal ve tarihsel koşulların yarattığı olanakların da dikkate alınması gerekir. Sendikaların sadece işkolu temelinde örgütlenmesinin olumsuzlukları, sendikaların tek bir işyerinde bile örgütlenmesinin önünü açan mücadeleci işyeri sendikalarının kurulmasının işçi sınıfının örgütlenmesi açısından ne kadar önemli olduğunun bugün daha iyi anlaşılmasını sağlamıştır.
[3] Dünyadaki genel eğilim işkolları sayısının azaltılması ve giderek sanayi ve hizmetler olmak üzere iki ana kategoride toplamak yönündedir. Toplu İş İlişkileri Yasasında işkolu sayısı 21 olarak öngörülmüştür. Daha önceki taslaklarda işkolu sayısı 18 iken yeniden 21’e çıkarılmıştır. Yeni işkolları şu şekilde belirlenmiştir; 1- Avcılık, Balıkçılık, Tarım ve Ormancılık, 2- Gıda Sanayi, 3- Madencilik ve Taş Ocakları, 4- Petrol, Kimya, Lastik, Plastik ve İlaç, 5- Dokuma, Hazır Giyim ve Deri, 6- Ağaç ve Kağıt, 7- İletişim, 8- Basın-Yayın ve Gazetecilik, 9- Banka, Finans ve Sigorta, 10- Ticaret, Büro, Eğitim ve Güzel Sanatlar, 11- Çimento, Toprak ve Cam, 12- Metal, 13- İnşaat, 14- Enerji, 15- Taşımacılık, 16-Gemi Yapımı ve Deniz Taşımacılığı, 17- Liman, Ardiye ve Antrepoculuk, 18- Sağlık, Sosyal Hizmetler, 19- Konaklama ve Eğlence İşleri, 20- Savunma ve Güvenlik, 21- Genel İşler.