Halka son saldırı: Kürtaj yasağı

Halka son saldırı: Kürtaj yasağı

Nuray Sancar

Geçen ay Washington Post gazetesi, sınır ticareti yapmak için konvoy halinde köylerinden yola çıkan Uludere köylülerinin katliamıyla sonuçlanan operasyonla ilgili istihbaratın ABD tarafından Türkiye’ye iletildiğini yazmıştı. Bu istihbarat bilgilerinin Türkiye’ye iletilmesinden sonra, gazetenin bildirdiğine göre, Predatör isimli insansız casus uçaklarından alınan bilgilerin kesinleştirilmesi ve konvoydakilerin kimliklerinin tespiti konusunda istihbarata devam edip etmemeyi, ABD Türkiye’ye sormuş, Türkiye de “durumun kontrol altında” olduğunu söyleyerek, konvoyu İsrail menşeli Heron’larla takibe almıştı. Bu takibin sonucu, 34 kişinin göz göre göre katli oldu. Yılbaşından kısa bir süre önce gerçekleştirilen katliamdan bu yana kamuoyunun faillerinin bulunması, sorumluların yargılanması, köylülerden özür dilenmesi talepleriyle yüzleşmek zorunda kalan Hükümet, bu Amerikan gazetesinde çıkan haberden sonra köşeye sıkıştı ve Başbakan Erdoğan’ın ağzından olan bitenin hata olduğu açıklandı. Ancak halkın adalet talebi o kadar güçlüydü ki, yarım ağızla özür diliyormuş gibi yapıp özür dilememe, operasyonun hata olduğunu söyleyip sorumluları ortaya çıkarmama konusunda hiçbir manevra alanı kalmamıştı. Tam bu sırada Erdoğan, ajandasından yeni bir gündem çıkardı ve Uludere katliamının karşısına koydu: partisinin kadın kollarının üçüncü kongresinde, her kürtajın bir Uludere olduğunu söyledi. Mevcut gündemi bir bıçak gibi kesen bu yeni gündemin, ilk şaşkınlıkla, yapay bir gündem olarak, Uludere’nin tartışılmasını sona erdirmek üzere ileri sürüldüğünü düşünenler oldu. Ancak kısa bir süre sonra, Başbakan’ın hiç de gündem saptırmaya çalışmadığı, Hükümetin, zaten gündeminde olan bir konu için uygun bir zamanlama yapmış olduğu, bu sayede Uludere konusunda köşeye sıkışmışlık halinden de kurtulmayı umduğu anlaşıldı.

 

Böyle aniden, daha önce Hükümetin kürtajı sınırlamak veya yasaklamak üzere bir eğilimi olduğuna dair hiçbir işaret verilmemişken, kamuoyu ve basının hiçbir biçimde hazırlıklı olmadığı bu kürtaj tartışmasını niye başlatmıştı, peki Erdoğan? Başbakan, aynı toplantıda bunun yanıtını da veriyordu: “Biz, siyasi rant peşinde değiliz. Bizim tek hesabımız var, bu millet muasır medeniyetler seviyesinin üzerine çıkacak, çıkmalıdır. Bunun için de genç, dinamik nüfusa ihtiyacımız var. Bilesiniz ki, insan ekonominin temelidir, insan varsa sermaye, emek var, insan varsa tüketim, üretim var. İnsan yoksa bunların hiçbiri yok. Onun için çok gayret edeceğiz, genç nüfusu artırmanın gayreti içerisinde olacağız. Aksi takdirde 2037’de ihtiyar bir nüfusla gerilemeye başlarız…

 

Daha sonra ise, Başbakan, Türkiye’nin şu anda iktisadi bakımdan tırmanan bir ülke olarak dünyada örnek gösterildiğini ve bu yükselişin 2023’te Türkiye’yi dünyanın ilk 10 ekonomisi arasına sokacağını söylüyordu.

 

Burada Başbakan, kürtajın kısıtlanmasının gerekçelerini kendi üslubunca açıklamaya çalışmaktadır. Kürtajın, sermayenin bugünkü ihtiyaçları doğrultusunda ele alınan bir nüfus politikası kapsamında yasaklanma yoluna gidildiğini anlatan bu alıntıda kilit cümle “İnsan ekonominin temelidir, insan varsa sermaye, emek var, insan varsa tüketim, üretim var cümlesidir.

 

Son on yıllık dönemde, Türkiye’nin ucuz emek cenneti bir ülke haline getirilmesi için kazanılmış sosyal hakların çoğunu iptal eden, sosyal politikaları çökerten, işyeri ve iş zamanının koşullarını, yerleşik kadrolaşma ve istihdam biçimini dönüştüren ve böylece emekçi sınıfları güvencesiz ve güvenliksiz bir iş yaşamına mahkûm ederek rekabeti körükleyen hükümetin; bu rekabetin şiddetlenmesi için, işgücünü, pazarlık yaptığı durumda yerinin derhal bir başkası tarafından alınabileceğini görerek daha ucuza satmaya rıza gösterecek emekçiyi yaratabilmek için nüfusun patlamasına yol açmak istediğinin ve bunun için de kürtajda kısıtlama, daha doğrusu yasaklama getirmek istediğinin veciz ifadesidir bu cümle. İnsan odaklı olmayan aşırı üretimin yol açtığı krizlerin çok sayıda tüketici yaratarak çözüleceğine ilişkin bu ilkel saplantı, AKP Hükümeti’nin, emperyalizm tarafından bütün dünyaya dikte edilen neoliberal sermaye birikim modeliyle uyumludur. Ülkenin her santimetrekaresinin, havasının ve suyunun; yetmedi yeniden yapılandırılma imkanı olarak görülen yerleşik kent alanlarının rant kaynağı olarak görüldüğü; en ücra köşelere kadar sermayenin dolaşımının ve yeniden üretiminin koşullarının yaratılmaya çalışıldığı, organize sanayi sitelerinde hiçbir modern hakka sahip olmadan ter döken genç nüfusun giderek daha fazla sermayenin bir parçası haline geldiği böyle bir süreçte ortaya atılan kürtaj sınırlamasının/yasağının iktisadi gerekçelerle açıklanması bir dil sürçmesi değildir.

 

Öte yandan, bütün dünyada emekçilerin gündelik hayatını yıkıma uğratan ve geleceğini ipotek altına alan emperyalist neoliberal politikaları büyük bir sadakatle uygulayan; bunu yaparken de en gerici inanışları, dini düsturları, muhafazakâr söylemi kullanarak politikalarını gerekçelendiren AKP Hükümeti’nin aynı taşla vurduğu ikinci kuş, muhafazakârlığın ve gericiliğin bir de kürtaj yasağı kapsamındaki tartışmalar sırasında yaygınlaştırılması ve kurumlaştırılmasıysa, üçüncüsü de, yine aynı kapsamda; emek gücünün bütün yeniden üretim yükünün sırtına yüklendiği kadın cinsinin köleleştirilmesinde bir mevzi daha kazanabilmektir.

 

Bu hükümet döneminde, açıktır ki, “toplumsal mühendislik” çalışmasının iki önemli unsuru, toplumun dinamik kesimlerinden birini oluşturan gençlik ve rejimin temel direği olarak görülen kadınlar olarak belirlenmiştir. Başbakan, aynı kongrede, partili kadınların, seçim zamanında kapı kapı dolaşarak AKP’nin oy oranını artırmasındaki çabasını boşuna takdir etmemiştir. Çünkü hükümet, esas olarak kadınların yüzyıllar boyu süren mücadeleleri ile elde ettikleri bir takım sosyal hakları, benimsenmiş statülerini sermayenin güncel ihtiyaçları kapsamında yıkıma uğratmak; kadınların “kamusal hayat”taki görünümlerini sınırlandırmak, onları muhafazakâr-gerici dünya görüşünün gardiyanları ve muhafazakâr neslin yaratıcıları olarak yeniden şekillendirmek, bütün bu işlem gerçekleştirilirken de kadının direncini kırmak, ama daha önemlisi de kadını AKP’nin politikalarına yedeklemek istemektedir ki, uzun zamandır yapılan da başka bir şey değildir.

 

Burada, öncelikle kadınları hükümetle karşı karşıya getiren kürtaj yasağıyla AKP Hükümeti’nin ne yapmaya çalıştığını, neyi murat ettiğini ele alacağız. Ancak buna gelmeden önce; öteden beri bütün dünyada iktidarların bazen bir nüfus planlaması sorunu olarak bazen de kadın cinsini baskı altına almanın aracı olarak gördükleri, ama çoğunlukla bu iki kaygının iç içe geçtiği; kadınların da, hem özgürlük alanlarını genişletmek, hem de kendi bedenleri ve hayatları üzerindeki kontrolü ele geçirmek için karşısına dikildikleri kürtaj yasaklarının ve buna karşı verilen mücadelelerin tarihsel içeriğine göz atmak gerekiyor. Kadınların, bu mücadelelerin içeriğini belirleyen gereksinimleri ile günümüzün gereklilikleri arasında kurulacak doğru ilişki, kaybedilmek üzere olunan toplumsal mevzileri korumak ve geliştirmek için verilen mücadeleler için hem bir ilham kaynağıdır, hem de geçmişten bugüne hangi mirasın aktarılması gerektiği ile, geçmişin nasıl aşılacağı konusunda düşünebilmek için önemli bir hareket noktası olacaktır.

 

 

 

“KALTAK” MANİFESTOSU

 

1920 yılında çıkarılan bir yasaya göre, Fransa’da kürtaj yasaktı. Yasak aynı zamanda bir yaptırımla da korunuyordu. Kürtaj yaptırana on yıl hapis cezası verilmesini öngören yasa, diğer pek çok ülkede olduğu gibi, Fransa’da da, istenmeyen gebelikten kendi kendine veya ilkel koşullarda gizlice kurtulmaya çalışan sayısız kadının ölümüyle sonuçlanmıştı… 5 Nisan 1971’de Le Nouvel Observateur dergisinde dönemin ünlü kadınlarından 343’ünün yayınlandığı bir bildiri yer aldı. Bu kısa bildiride, kadınlar, “Ben kürtaj oldum” diyorlardı. Simone de Beauvoir’nın kaleme aldığı manifesto şu cümlelerden oluşuyordu:

 

Fransa’da yılda bir milyon kadın kürtaj oluyor.

 

Tıbbi denetim altında gerçekleştirildiğinde en basitlerinden biriyken, gizliliğe mahkûm edildiklerinde bu operasyonlar, tehlikeli koşullarda gerçekleşiyor.

 

Bu kadınlar sükunetle yok sayılıyorlar.

 

Onlardan biri olduğumu ilan ediyorum. Ben kürtaj oldum.

 

Tıpkı, doğum kontrolü hakkı talep ettiğimiz gibi kürtaj olma özgürlüğünü talep ediyoruz.

 

İmza: Simone de Beauvoir, Catherine Deneuve, Brigitte Fontaine, Marguerita Duras, Françoise Sagan, Agnes Varda vs…

 

Bu bildiri Fransa’yı sarstı. Kamuoyunun bildiği bu çok ünlü kadınların “ben kürtaj oldum” diye açık kimlikleriyle ortaya çıkması, sorunu doğal olarak popülerleştirecekti ve öyle de oldu. Bir başka dergi, “Bu 343 kaltağı kim hamile bıraktı?” başlığıyla tartışmayı fitilledikten sonra “Kaltak Manifestosu” olarak anılacak bildirinin kamuoyuna açıklanması, kadınlar arasında da kürtaj karşıtlığını güçlendirdi ve bunlara doktorların da katılması sonucunda Fransa devleti yasak konusunda geri adım atmak zorunda kaldı ve bir süre sonra kürtaj yasağı rafa kaldırıldı.

 

Fransız kadınlarının kürtaj yasağını kolaylıkla alt ettikleri düşünülebilir. Ancak bu noktaya o kadar kolay gelinmemiştir ve kürtaj yasağının kaldırılmasında, 1789’dan bu yana kesintili süren kadın hak ve özgürlük mücadelesinin biriktirdiklerinin, yavaş yavaş oluşan güç birikiminin bu yasağı püskürtecek bir düzeye ulaşmasının rolü büyüktür. Ama bunun kadar önemli olan, bu gücün açığa çıktığı tarihsel zeminin olgunlaşmış olmasıdır. Bu yüzden bütün toplumsal kesim ve katmanları harekete geçiren 1968 rüzgârının; işçiler, gençlik kitleleri ve kadınlar arasında kazanımları kolaylaştıracak biçimde örgütlü davranış alışkanlığını kışkırtmasındaki ve o dönem hegemonik bir söylem mertebesine yükselen “özgürlük”ün mevzilerini geliştirme konusunda kitlelerde güven ve irade gösterme bilincini geliştirmesindeki katkısı azımsanamaz.

 

68, İkinci Dalga* adı verilen kadın hareketinin tetikleyicisidir. Birincisi, 19. yüzyıl sonuyla 20. yüzyıl başında ortaya çıkan kadınların oy, eğitim, iş gibi eşit yurttaşlık hakları talebini yükselttikleri hareketliliktir ki, 1789 Burjuva Devrimi’nin kadınlar için tamamlanmamış biçimsel eşitlik vaadinin ve yer yer şiddetle bastırılmış kadın taleplerinin gerçekleştirilmesi için ortaya çıkmıştır. Daha Devrim’in ilk günlerinde eşitlik isteyen kadınların sözcüsünün giyotine gönderildiği hatırlanırsa, burjuvazi, hem de en devrimci olduğu doğuş günlerinde kadınları kurmakta olduğu sistemin dışına sürmüş; onları yurttaş olarak kabul etmemiş, seçme ve seçilme hakkı tanımamış, neslin çoğalması ve yeniden üretimi gibi bir işleve hapsederek toplumsal yaşamın asli unsuru olmaktan çıkarmıştır. Ancak doğası gereği kapitalizm eşitsizlikler üreten bir sistemdir ve fabrikalardaki, izbe atölyelerdeki ucuz kadın emeği istihdamı, söylemde sınırlı bir işleve hapsedilen kadının bu sınırlı işlevle yetinemeyeceği nesnel koşulları da kendiliğinden üretir. İlkesel olarak evde çocuk bakımı görevine sıkıştırılan, pratikte ise hayatını kazanmak için üretim sürecine dâhil olmak zorunda kalan kadının çelişkisi, ilk kitlesel kadın hareketlerinin dolayısıyla da kapitalizmin de çözmek zorunda kalacağı bir iç çelişki haline gelmiştir ve geçen yüzyılın başındaki kadın hareketleri işte, Fransız Devrimi sırasında yarım bırakılan burjuva görevi; kadınların temel yurttaşlık haklarının tanınması sorununu gündemine almıştır.

 

Bu kadın hareketi, 1848 Devrimi’nden sonra bağımsız bir güç olarak ortaya çıkan ve 1917 Rus Devrimi ile de “iktidarda örgütlü sınıf” haline gelen işçi sınıfının ideolojik ve pratik desteğini de sağlamıştır ve dönemin seçme ve seçilme hakkı için yükseltilen mücadelelerine sosyalizmin ve sınıfın, uluslararası emek örgütlerini aynı ve bir çatı altında koordine eden 1. Enternasyonal’e bağlı çalışan politik örgütlerinin büyük katkısı olmuştur ve ilk kadın hareketlerinin bu hareket sönümlendikten çok sonra elde ettiği başarılarda (birçok ülkede seçme seçilme hakkı kadınlara 30’lu yıllarda tanınmıştır) sosyalizmin ciddi bir güç haline gelmesinin rolü büyüktür.

 

İlk dalga Kadın Hareketi’ni, 68’deki Kadın Hareketi’nden ayıran şey; birincisinin sadece kadınların bir yurttaş olarak tanınması için gerekli asgari talepleri ileri sürdüğü söylenebilecekken; ikincisinin, yani 1968 döneminde başlayan hareketin, yurttaşlığın temel burjuva kriteri bir kez gerçekleştirildikten sonra, kadınların bu kriteri, cinslerine özgün taleplerle genişletmelerini, ilk burjuva demokrat düşünürlerinin “birey” ve “bireyleşme” üzerine oluşturdukları geniş literatürde yer alan tanıma uygun bir biçimde kendi özgün bireyselliklerini yurttaşlık kriterine dâhil etme mücadelesini içerdiği söylenebilir.

 

68’deki Kadın Hareketi ortaya çıktığında, İkinci Dünya Savaşı, faşist Almanya yenilgiye uğratılarak sona ermiş; Nazilerin geriletilmesi için sürdürülen mücadeleye çok sayıda kadın katılmıştır. 1917’deki Sovyet Devrimi’nden hemen sonra iktisadi ve siyasi bakımdan hareket alanları genişleyen Sovyet kadınlarının bu başarıdaki payı büyük olmuştur. (Bu arada; dünyada da kürtaj yasağını kaldıran ilk ülke unvanı Sovyetlere aittir. Kürtaj bu ülkede 1920 yılında serbest bırakılmıştır ve ücretsizdir.) Savaş sonrası dönemden 68’e gelinceye kadar Avrupa’daki sınıfsal mevzilenmenin durumu özetle ve kısaca şöyledir: Bir yandan Lenin’in deyimiyle “Avrupa’nın en demokratik ülkesinden daha demokratik bir ülke” olan Sovyetler Birliği’nin varlığı, diğer yandan anti faşist mücadele sırasında güçlenen ve politikleşen Avrupa emekçi sınıflarının giderek yükselen örgütlenme eğilimi ve bunun karşısında ülkelerini yeniden inşa etmek, ama bu arada sosyalizmin yükselen cazibesine karşı önlemler almak zorunda olduğunu hisseden burjuvazinin birtakım reformlar yapma zorunluluğu.

 

Savaş sonrası yıkıntıların üstüne doğan yeni Avrupa’da uygulanan Keynesyen “sosyal devlet” politikaları, bu yüzden, emekçi sınıfların yaşam standartlarının bir parça iyileştirilerek düzene bağlanması hedefi ile harekete geçirilir. Sendikaların ve emek örgütlerinin katkısıyla da emekçiler, taleplerinin karşılanması konusunda az çok bir yaptırım gücü oluşturmuşlardır. Ancak savaş sırasında erkeklerden boşalan stratejik üretim alanlarında istihdam edilen kadınlar için yine evin yolu görünmüştür ve bu yeniden yapılanma döneminin temel işgücü erkek olarak kurgulanır. Ancak bu, bütün üretim sahalarının kadınlardan arındığı anlamına gelmez. Aynı işi yaparken erkeklere göre daha az ücret alsalar da, “kadınlara mahsus” ev işlerinin benzeri işlerde istihdam edilseler de, üretim sürecinde yer alışları gelip geçici ve ev ekonomisine katkı niteliğinde değerlendirilse de, kadınlar, üretim sürecinden tamamen silinemeyecek kadar, işgücü piyasasının önemli aktörleri arasında yer almaya devam ederler.

 

Bu süreçte sosyal güvenlik ve sosyal politikalar bakımından emekçiler birtakım kazanımlar elde etmişlerdir. Parasız sağlık, eğitim; emeklilik, işsizlik yardımı, 8 saatlik iş günü, sendika hakkı vb. gibi yönleri olan, kısmen güvenceli bir iş hayatına ve bazı sosyal desteklere sahiptirler. Kadınlar, bir önceki yüzyılda eğitim hakkı talep eden kadın kuşaklarından farklı olarak, daha fazla eğitim imkânına, teknolojinin gelişmesine bağlı olarak daha fazla boş zamana ve iletişim olanaklarının genişlemesi sayesinde de daha fazla bilgi edinme olanağına erişmişlerdir.

 

ABD’de Vietnam işgaline karşı savaş karşıtlığı ve siyahların ırkçılık karşıtı eylemleriyle, Avrupa’da işçi hareketleri ve gençlik talepleriyle başlayan 68 Hareketi’nde bu yüzden çok sayıda genç kadın yer alır. Bu kadınlar artık dünyadaki politik gidişata tavır alabilen, bunun için mücadele eden, kendi ayakları üzerinde durabilen kadınlardır ve özgürlük hareketi içinde yer alarak, gidişata müdahale edebilme eğilim ve yeteneğini dışa vuran kadınların, kendileri için öngörülmüş toplumsal statüleri ile talep ettikleri yaşam tarzı arasında bir çelişki ister istemez doğmuştur.

 

Hem bir eşit yurttaş olarak kendi gündelik yaşamları, hem de bekâret, namus, doğurganlık, gayrı meşruluk, zina, karı-metres vb. gibi kavramlar kullanılarak oluşturulmuş geleneksel “cinsel politika” aracılığıyla kontrol altına alınan bedensel etkinliklerinin karar hakkının sadece kendilerine ait olmasını isteyen kadınlardır, bu kadınlar; ve evlilik öncesinde babaya, evlilik sonrasında da bir kocaya ait ve tabi olmalarını dayatan, sürekli olarak erkeklerin vesayetinde tutulmalarını garanti edecek kurumsal ve yasal önlemlerin alındığı bir toplumsal sisteme kafa tutmaktadırlar. Belirli bir yaştan sonra aile kurumu dışında yaşayabilme hakkı; kendi hayatlarını idame ettirecek kadar ücret ve bu ücreti nasıl kullanacaklarına dair karar hakkı; hayatlarını idame ettiremeyecek durumdaysalar devlet desteği; çocuklarını evlilik dışında veya içinde doğurmuş bekâr annelerin devlet korumasına alınmasını; çocukların, hangi koşullarda doğarlarsa doğsunlar aynı haklara sahip olmalarını; çocuk sahibi olmak isteyip istemeyeceklerine kendilerinin karar vermesini; beklenmeyen gebeliklerin sonlandırılmasında sözün kadınlarda olmasını ve kadının cinsel yaşamının itibarsız bir şey olmaktan çıkarılmasını talep ederler.

 

68 Hareketi, kürtaj yapan ve yaptıran kadınların cadılıkla suçlanarak yakıldığı Ortaçağ’dan bu yana erkek egemen düzenin sürmesi için kadın cinselliğini yasaklayan ve kadının ister toplumsal düzenin gidişini bozduğu düşünülen bir davranışı olsun, ister kendi bedeni üzerindeki herhangi bir tasarrufta bulunma eğilimi olsun her türlü sıra dışı eylemini şiddetle cezalandıran; cinselliği kontrol altına alınmak suretiyle, toplumsal ilişkilerin sistemin dayattığı biçimde sürmesinin sorumluluğunun kadına bırakıldığı bütün o eski zamanların biriktirdiği ve tortulaştırarak gelecek kuşaklara aktardığı bir anlayışın da eleştirisi olarak ortaya çıkmıştır. Ama zaten bir yandan böyle bir düzen alttan alta sarsılmaktadır. Kapitalist toplumun erkek egemen düzeninin laboratuarlarında sadece kadınlar için üretilen doğum kontrol yöntemlerinin o zamanki azgelişmişliği, doğum kontrolünü caiz bulmayan din ideolojisi, hamileliğine son vermeye kalkan kadını aşağılayan “mahalle baskısı” ve hapis cezası, ilkel koşullarda ve ehil olmayan ellerde yapılmayan kürtajdaki ölüm riski vb. pek çok etkenin baskı altına almasına rağmen, kadınlar, onları, bakabileceklerinden daha fazla çocuk doğurmaya ya da hazır olmadıkları halde anne olmaya zorlayan böyle bir cinsel politikanın nesnesi olmak istemediklerini açıkça dile getirmeye başlamışlardır. Yasal ve ücretsiz kürtaj da, o ana kadar bedeni bir iktidar enstrümanı olarak kullanılan kadının, bu nesneleştirilmekten kurtulmasının en kritik şartlarından biri olarak öne çıkmıştır.

 

Bedenin tasarrufu hakkındaki yerleşik alışkanlıklar ve yasaların, iktidarların kadınları toplumsal bir özne olarak değil bir nesne olarak konumlandırmasını kolaylaştırdığını ve kadının kendi bedeni üzerindeki karar alabilmesindeki engellerin bu iktidar ilişkilerini güçlendirmekten başka bir şeye yaramadığını fark eden kadınların 68’de yükselttikleri talebin, burjuvazinin cinsel politikasının ters yüz edilmiş ifadesinden başka bir şey olmayışı bir tesadüf değildir. Zaten Fransa’da “Kaltak Manifestosu”nu imzalayanlar da, kendilerine slogan olarak, “benim bedenim, benim kararım” sloganını seçmişlerdir.

 

Kadınlar, böylece 1789 Devrimi’nde eşit yurttaşlık hakkı talep ederek başladıkları yürüyüşü, eşitliğin, kadınların, aynı zamanda birer özgün bireyler olarak gözetilerek yeniden tanımlanmasını talep ederek, genişletmişlerdir. Buna dair kazanılmış haklar ve geniş bir literatür bırakarak, burjuva demokratik devrimin sınırlarını zorlamışlar; kürtajı ve bakabilecekleri veya istedikleri kadar çocuk doğurmakta söz hakkını, doğurdukları çocuklar için sosyal hakları, bekâr annelere barınma imkânı ve kreş talebini dillendirerek ve gelişmiş kapitalist ülkelerde bunların bir kısmını elde ederek, kapitalizmin yirminci yüzyıldaki faslını kapatmışlar; burjuva demokrasisinin kadınlardan esirgediği her şey için mücadele etmişler ve gündelik hayatlarını bir parça rahatlatmaya çalışmışlardı.

 

Ancak elbette yasa her şey değildir. Kazanımların bir yasa maddesinde içerilmesi, onun günlük yaşamda birebir karşılıkla uygulanacağı anlamına gelmez. Kadınla erkek, kadınla aile ilişkisi, yasaların bazen nüfuz edemeyeceği kadar büyük bir genişlikteki gelenekler ve alışkanlıklar tarafından düzenlenir daha çok. Üstelik kadınlara verilmiş hakların her zaman bir yük olduğunu düşünen devletler, kazanılmış hakların ikili ilişkilerde ya da ailede istismarını çoğunlukla görmezden gelir. Toplumsal düzenin sürmesi, eninde sonunda kadının belirli normlara uygunluğu denetlenerek terbiye edilmesinden geçtiği için, devletin nüfuz edemediği alanlarda, bu iş, ataerkil ideolojiyi özümsemiş, bu ideolojiye uygun cinsiyet kalıplarına göre şekillenmiş toplumsal kimliklere düşer; bu, bazen baba, bazen koca, bazen hatta ailenin veya “mahallenin” kadın büyükleridir. Bizimki gibi ülkelerde ise, Batı Avrupa ülkelerinde olduğu gibi iyileştirilmiş bir kadın statüsünden söz etmek hiç mümkün olmamıştır. Zira bu statünün olmazsa olmazı olan iktisadi ve sosyal politikalardan kadına düşen, çerez mahiyetinde bir şey olmuştur.

 

Bu yüzden, kapitalizmin şimdiki yeniden yapılanma döneminde, bütün dünyada kazanılmış hakları ellerinden alınmaya çalışılan ve bir yıkımla karşı karşıya bırakılan kadınlarla ilgili politikalarının bizdeki sonuçları daha vahimdir ve bu politikaları hayata geçirirken, aynı zamanda, şu ana kadar sahip olduklarından kolay kolay vazgeçmeye gönüllü olmayacak olan ve bunun için direnen kadını yeniden ıslah etmek ve uysallaştırmak gibi bir yönelimi olan neoliberal-muhafazakâr hükümet, her gün beş kadının öldüğü bir iktisadi ve ideolojik zemini yaratarak; kadının ölümle, şiddetle terbiye edildiği sistemi perçinlemekte ve şimdi de, bir zamanlar “benim bedenim, benim kararım” diyen kadınlara “bedenin önce Allahındır, sonra onun vekili hükümetin ve nihayetinde erkeğindir” mesajını siyasi ve dini kurumlarından yollamak suretiyle kadın bedeni üzerindeki tasarrufu yeniden ele geçirmeyi arzulamakta ve böylece, en çok kadınlar, ama esas olarak da yeniden yapılandırılmasında kadına özel bir rol biçilen toplumsal ilişkiler üzerindeki hegemonik rolünü güçlendirmektedir.

 

 

 

KÜRTAJ…YENİDEN…

 

Başbakan Erdoğan, “her kürtaj bir Uludere’dir” vecizesini dillendirdiği kadın kurultayında, AKP’li kadınlara “Türkiye’nin bugün ulaştığı seviyelerde sizlerin çok büyük emeğiniz var. Siz kar demediniz, kış demediniz, yağmur, çamur demediniz, yavrularınızı yeri geldi belki annelerinize bıraktınız, belki evde yalnız bıraktınız, ama kapı kapı dolaştınız ve hep bizim muhafazakâr demokrasi hareketimizi ev ev anlattınız ve bunun neticesini de elhamdülillah 3 Kasım 2002 seçimlerinden bu yana artarak devam eden bir performansla gösterdiniz. Türkiye’nin elde ettiği başarılarda, elde ettiği rekorlarda sizin çok büyük katkınız var. Biz de TBMM’de yasal noktada çok önemli reformlar gerçekleştirdik. Ailenin korunmasına dair kanunu değiştirdik, Meclis’te kadın erkek fırsat eşitliği komisyonunu faaliyete geçirdik. Geçtiğimiz yıl Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’nı kurduk. Bunların yanında çalışan hanım kardeşlerimiz için süt izninden, ücretsiz izne kadar çok büyük kolaylıklar getirdik. En son 8 Mart’ta kadına yönelik şiddetin önlenmesine dair kanunu çıkardık. Kadına kalkan o insafsız o vicdansız, o insanlık dışı elleri en ağır şekilde cezalandırmanın yolunu açtık diye seslendi.

 

Kadınlar için AKP Hükümeti’nin neleri gerçekleştirdiğini gururla anlatırken, aslında yalan söylüyordu. Çünkü Bakanlığının adını kısa zaman önce “Aile ve Sosyal Politikalar” olarak değiştirmişti ve bu başlıkta kadınlarla ilgili bir şey yoktu. Tersine, kadını, hakları olan bir şahsiyet olarak değil, anne-baba-çocuktan oluşan çekirdek aile içinde daha ziyade görevleriyle tanımlamayı esas alan gerici bir ilkeyle çalışmayı esas alan bir bakanlıktır, bu bakanlık. 68’de hakları ve itibarı tescillenmiş birer birey olmak için yola çıkan kadınların yeniden ataerkil bir vesayet altına alındığının göstergesiydi bu isim ve bu yüzden kadın örgütleri tarafından zaten şiddetle eleştirildi.

 

Öte yandan “Hanımlar için süt izni”nin yer aldığı torba yasada, kadınlar için hayatı zorlaştıracak bir dizi hüküm vardı ki, “süt izni”ni de hem işlevsiz  hem de bir parmak bal kılıyordu bu hükümler. 18 yaşından büyük bekâr kadınlar sosyal güvenlik şemsiyesinin altından çıkarılmıştı. Sözde şiddeti önlemeyi amaçlayan yasa, kadına yönelik şiddeti değil, aile içi şiddeti önlemeyi önüne hedef olarak koymuştu. Böylece aile ortamında yaşamayan veya şiddete aile içinde değil de dışında maruz kalan kadının korunması sorunu mevzuatın kapsamı dışında bırakılıyordu ki, dışarıda tecavüze uğradığında, şiddete maruz kaldığında, zaten önce, “o saatte orada ne işin vardı, niye sokaktaydın, yanında niye kimse yoktu, evde niye yalnız yaşıyorsun, niye o adamla evlenmedin vb.” gibi malum sorulara muhatap olan kadının bu yönde terbiyesine yönelik ve ona dikte edilen yaşam biçimine gönderme yapan bir yasal kılıf yaratılmış oldu. Böylece “aile kadını” olmayan veya öyle olsa bile şiddete dışarıda maruz kalan kadının cezalandırıldığı ve bu şiddeti devletin ilgi alanının dışına atan bir yasa çıktı.

 

Böylece AKP, Başbakan’ın, kapı kapı dolaşarak oy toplayan kadınlara iddia ettiğinin tersine, evin dışına çıkan kadını değil, evin içine kapanan kadını tercih ettiğini, bu evden dışarı adım attığında kadının yaptırımlara maruz kalmasını garantiye alan yasal düzenlemeler yaparken de, esasen kadının “kamusal alandaki görünürlüğünü” kısıtlamaya çalıştığını gösterdi. On yıllık hükümetin bütün icraatları bu bakış açısıyla tutarlıdır.

 

Bu hükümetin yeniden yapılandırdığı hukuk sisteminin mahkemelerinde, 14 yaşında kız çocukları tecavüze uğradıklarında “kızın gönlüyle olmuştur” gerekçeli kararlar verildi; kız çocuğunun art arda tecavüzden sonra oturabilmesi için birkaç operasyon geçirmiş olması da, “yürü ya kulum” denmiş olan hâkimin bu kararı vermesini engellemedi. Tecavüz ve kadın cinayetlerindeki artış Cumhuriyet tarihinin en yüksek seviyesine ulaştı. Töre cinayetine kurban giden bir kız için açılan davada, sanık için, mahkeme, yine “aile meclisi kurulup karar almadığı gerekçesiyle” hafifletici unsur buldu. Karısını, sevgilisini, kız kardeşini öldürenler neredeyse ödüllendirildi. Bu konudaki örnekler saymakla bitmeyecek kadar çoktur. AKP Hükümeti’nin kadınlara yönelik yaptığı tek şey bir “kadın kıyımı” için gereken zemini inşa etmek olmuştur. Zaten kadına yönelik şiddetin gündelik hayatta devlet eliyle de sürdürüldüğü; örneğin hak arayan ve gasplara karşı mücadele eden emekçi kadınlara, Kürt kadınlarına polis şiddetinin, işkence ve cezaevlerinde bu cinse özgü işkence yöntemlerinin “yaratıcı” bir biçimde uygulandığı göz önüne alınırsa kadına yönelik zulmün devletten başlayarak özel alana kadar ulaşmasına şaşırmamak gerekiyor. Kadın genel olarak bir şiddet ortamında hayatını sürdürmek zorunda bırakılmıştır.

 

Hükümet kadını erkekle eşit bir birey olarak görmeye tahammül edememektedir. Bu eşitsizliği yeniden yeniden üretmek için de kuşkusuz aile ilişkilerinin hiyerarşik kuruluşunun kadının denetimini kolaylaştırdığına dair kapitalizmin ve devletin tarihsel deneyimini de özümsemiştir. Neoliberal soysal politikalarla aile politikalarının kadına yüklediği görev ve rol, emekgücünün yeniden üretimindeki sorumluluğun yeniden aileye ve daha doğrusu kadına yüklenmesidir. Bunun yol açacağı olası dirençlerin daha aile kurumu içindeki hiyerarşik ilişkiler kapsamında giderilmesi, kadının rolünü kendisinden beklendiği gibi oynayabilmesi için şiddetle terbiye edilmesi ve bu şiddetin sorumluluğunun kişisel ilişkilere, aile ilişkilerine havale edilmesi, AKP Hükümeti tarafından yasal güvenceye alınmıştır. Hiyerarşinin üst tabakasına yerleştirilen erkek emekçi için yolunda gitmeyen her şey için de (yoksulluk, iki yakayı bir araya getirememek, çocukların layıkıyla bakılamaması, emekçinin statüsü gerilerken bir erkek olarak sosyal itibarının da zedelenmesi vb.) bir sorumlu bulunmuş olur. Evi iyi idare etmediği için, çoluğuna çocuğuna sahip olamadığı için, çalışmak istediği veya istemediği için, boşanmak istediği veya kocasından talepte bulunduğu için, kadın, devlete ve hükümete duyulan öfkenin görünür nesnesi haline getirilmiştir; ve kadının boyun eğdirilmesi için aile içindeki erkeklere sistemin biçtiği görev, şiddet yoluyla hem kendilerini, hem de kadın cinsini ıslah etmektir.

 

Bu süreç, neoliberal yapısal dönüşümün bütün dünyadaki bildik gelişimiyle uyumludur. Ancak bizim ülkemizde mevcut hükümetin ideolojik özgünlüğü, bu süreci kadınlar için daha çekilmez hale getirebilmiştir. Kendisine muhafazakâr-demokrat adını layık gören hükümetin bu dönüşüm sürecinde emekçilerin başına her çorap örmeye kalkıştığında, politikasını gerekçelendirmek, kitleler nezdinde mazur göstermek için tuttuğu yol, gerici ve dini bir literatüre sığınmak ve bu politikanın bir dini vecibe olduğunu ilan etmektir.

 

AKP hükümetinin ideolojisi, kadınların yüzlerce yıldır tarihin çöplüğüne gömülmesi için mücadele ettiği Ortaçağ kalıntısı gericilikle ataerkil metnin başlangıcı ve değişmez zirvesi sayılan dini taassubun bulamacından oluşur. Şimdiye dek ne zaman emekçilerin aleyhine bir yasa çıkarılmaya kalkılsa, ne zaman bir kanun hükmünde kararname bağlansa ve ne zaman emekçiler için karşı devrim anlamına gelecek bir “reform” müjdelense, bu bulamaçtan bir damla alınır ve topluma zerk edilir. Sanki emekçilerin yararına bir şey yapılıyormuş gibi, kitlelerin geri duygularını okşayan, dini inançlarını kışkırtan bir bürokrat tonlamasıyla sürüme sokulur.

 

Ama sadece Erdoğan’ın buluşu değildir, bu. Patenti, 90’lardan sonra Evangelist mezhebin meziyetini yeniden keşfederek, bunu, kürtaj hakkı dahil, her türlü kazanılmış hakkı ortadan kaldırmanın meşrulaştırıcı gerekçesi olarak kullanan; emekçi ailelerinin evlerini başına yıkan politikaları hayata geçirirken ailenin kutsallığı üzerine edebiyat yapan ABD’nin “Yeni Muhafazakâr” takımına aittir. Dünyanın gericileştirilmesi, kitlelerin din ile uyutulması; tevekkül halinde uysallaştırılması ideolojik harekâtın bir parçasıdır ve bu sayede, halka en acı “ilaçlar” ruhban sınıfının, ulemanın ve de vaizin yatıştırıcı desteğiyle içirilebilir.

 

Tayyip Erdoğan, bir protesto eylemine katılıp gözaltına alınan bir genç kız için “kız mıdır kadın mıdır, bilemem” ifadesinde kullandığında, en koyu gericilik, insan zihninde belki hâlâ yaşayan, ama yasal ve meşru zeminini uzun süre yitirmiş bir yargılama biçimi açıkça ve uluorta çağrılmış olur ve eylemci kızın orada neyi protesto ettiğinden ziyade, onun daha önce cinsel ilişkiye girip girmediğini sorun haline getirir. Bunu yapan, bir Başbakan’dır bu ülkede ve hem Başbakan hem de diğer hükümet mensupları tarafından kadınların böylesine aşağılanması değişik vesilelerle sürmüştür. Melih Gökçek, kendisini eleştiren genç kadına, sosyal medyada, “Sen kaç kere kürtaj oldun?” diye sorabilmiştir. Hükümetin ve bağlı bürokratların, kendilerini eleştiren, tepki gösteren bir kadını aşağılamak veya sindirmek isterken kullandıkları yöntemin ve üslubun seviyesi, kadının aşağılanması gereken bir varlık olduğuna kanaat getirmiş olduklarını gösterir. Aynı Melih Gökçek, tecavüze uğramış ve hamile kalmış kadınların doğurmaları gerektiğini söyleyen ve o çocuklara biz bakarız diyen Sağlık Bakanı Recep Akdağ’ın sözleri üzerine, “Annenin hatasından dolayı suçu niye çocuk çeksin? Anne kendini öldürsün” diyebilmiştir.

 

Mevcut hükümetin kadın düşmanlığının retorikte kalmadığını ve hükümet mensubu ya da bürokratı birkaç kişinin densizliğinden ibaret olmadığını son on yıllık icraat göstermiştir. Bu kadroların muhafazakâr-dini dünya görüşü ile uluslararası tekellerin kadına bakışı birbiriyle örtüşmektedir. Onun içindir ki, dini düsturlar, kitlelerle kurulan her ilişkide, iktidar ile emekçiler arasındaki sorunsuz bir ilişkinin teminatı olarak bolca kullanılmakta ve uygulanan politikaların iç yüzünün görülmesi, geleneğin ve dinin zaman içinde değişmemiş, modernleşmenin süreçlerinde unutulmuşsa bile yeniden uyandırılmış dogmaları bolca dile getirilerek engellenmeye çalışılmaktadır. Dinin tartışma dışına itilmiş gerici ilkeleri, bundan binlerce yıl önceden kalmış hadisler, ulema fetvaları “fıkıh ilmi”nin yaratıcılığıyla güncelleştirilebilmekte ve bu metinlerin ilk çıktığı zamanlarda başlıca köşeleri çizilen ataerkil ideolojinin kadınlarla ilgili gerici hükümleri neoliberal yıkımın ikna edici gerekçeleri olarak piyasaya sürülmekte; bu piyasayı düzenleyen uluslararası tekellerin ve emperyalizmin eli yine “görünmez” olarak kalabilsin diye din ulularının ve peygamberin saygınlığından şefaat umulmaktadır.

 

Bu kapsamda uluslararası tekeller Türkiye’de ucuz ve genç işgücü fazlasının bir an önce yaratılmasını gerekli görmüşlerse, kadınların doğurganlığının önemine dair hadisler, dini metinler, hükümler, ulema görüşleri bulunup çıkarılır ve Başbakan da çıkıp bir kürsüden kadınlara üç çocuk doğurmalarını buyurabilir. Dini bütün AKP’li doktorlar anne karnındaki cenine ne zaman ruh üflendiğini araştırarak kürtajın kaçıncı haftaya kadar mübah, ne zamandan sonra, o cenin artık canlı olduğu için mekruh olacağını hesaplayabilir. Ve nedense, bulgular, AKP hükümetinin öngördüğü ile birebir örtüşür. Böyle bir denklik, AKP’nin dünyevi değil uhrevi meselelerle uğraştığının, aldığı her kararın tanrı buyruğuna uygun olduğunun bir kez daha altını çizmeye yarar. Dahası; küresel kapitalizm kadınların iş piyasasından çekilmesinin daha işlevli olduğunu öngörmüşse, eve bakmakla yükümlü erkeğin rolü ve bunun karşılığında da kadının itaatiyle ödüllendirileceğini içeren dini bilgi piyasaya sürülür ve bu duruma uysalca boyun eğmeyen kadının “önce söz ile uyarılacağını sonra biraz dövülebileceğini” söyleyen kesin vahiy dolaşıma sürülür.

 

Böylece AKP Hükümeti döneminde, kapitalist toplumdaki, emekçi kitlelerin ve kadınların mücadeleleri sonucu geliştirilmiş toplumsal ilişkilerin düzenlenmesine ilişkin temel ilkeler ve modernitenin gelişimi sürecinde adım adım, iktidarın söylemsel sınırlarını belirleyerek bir ortalama oluşturabilmiş olan değer yargıları alt üst edilmiştir. Bu yüzden, bir zamanlar “benim bedenim benim kararım” talebiyle sokaklara çıkmış olan kadınlardan sonraki kuşağın karşısına, artık yeniden özgüven kazanarak hortlayan gericilik rahatlıkla çıkabilmiştir; ve eskiden olsa böyle konuşmaktan hicap duyması gereken bir bürokrat, bir kadına, “kaç kere kürtaj yaptırdın?” diye sorma cesaretini kendinde bulabilmiştir.

 

Karanlık Ortaçağ koşullarına geri dönüşün nedeni az çok, örgütlü toplumsal muhalefetin gerilemesinde aranmalıdır. Bir zamanlar her türlü gericiliğin sinmesini sağlayan sosyalizmin mevzi yitirmesi, işçi örgütlerinin daralması, 90’lı yıllardan bu yana gerçekleştirilen neoliberal saldırılar karşısında, etkin, kararlı ve birleşik bir mücadelenin örgütlenememesi, burjuvazinin toplumsal ilişkiler üzerindeki kontrol alanını genişletmiş ve giderek daha fazla pervasızlaşmasını kolaylaştırmıştır. Bu sürecin görünür yükünü taşıyanların en çok kadınlar olduğu ise kimsenin inkâr edemeyeceği bir gerçekliktir. Özelleştirme saldırılarının, eğitimin ve sağlığın paralı hale getirilmesinin, sosyal politikaların tasfiyesinin ve iş sürecinin parçalanarak esnek çalışma ve taşeronlaştırmanın yaygınlaşmasının asıl ağırlığı kadınların üzerindedir. Çocukları ile birlikte kadını sefalete mahkûm eden sistem, bir yandan da bu sefaletin sonuçlarını hem kadının göğüslemesini beklemektedir, ama öte yandan da, bunun bütün maddi ve sosyal imkânlarını daraltmaktadır. Erkekten katil yaratan sistemin bu cinse biçtiği rol de daha az içler acısı değildir doğrusu; artık ailesine bakamaz hale geldiği, işsiz veya sürekli işsizlik tehdidi altında olduğu halde evin direği olmaya zorlanan; nüfuz edemediği bir kadın üzerinde egemenlik kurması beklenen, o kadının terbiyesinin ve namusunun ondan sorulduğu, ama buna artık gücü yetmeyen erkek için şiddet, olması istenen erkekle olabildiği erkek arasındaki çelişkinin ürünüdür.

 

Engels’in deyimiyle, kadınla erkek şimdi her zamankinden daha çok “birbirinin karşısında yanlış konumlandırılmıştır.” Tam da bu noktada kadının özgüveninin kırılmasının, bir zamanlar oldukça önemli direnişlerin ve mücadelelerin öznesi olmuşken, kazanılmış haklarına açık saldırılar karşısında eylemsizleştirilmesinin, olan bitene sessizce boyun eğmesinin şart olduğunu düşünen hükümetin, ve taleplerini sektirmeden uyguladığı emperyalizmin, kadının etrafının gerici önyargılarla çevrelenerek hareket edemez hale gelmesi ve onun her hareketinin gözetlenerek yalnızlaştırılabilmesi için toplumun genel muhafazakârlaştırılmasından çıkarı vardır.

 

Kürtaj yasağı, kız çocuklarının küçük yaşta evlendirilebilmesine ve erkek çocuklarını da organize sanayilerine erkenden çırak olarak gönderilebilmesine kapı aralayan “dört artı dört artı dört” yasasından sonra, bu yasanın sonuçlarıyla uyum sağlamak üzere gündeme geliveren “okurken evlenen kızların eğitimlerine devam etmelerini kolaylaştıran önlem” mahiyetindeki yasa önerisinden sonraki kadına yönelik son saldırıdır.

 

Başbakan’ın da belirttiği gibi, Türkiye’nin gelecek yıllar için öngörülmüş vizyonu, bu ülkenin “Çinlileştirme” diye tabir edilen genç, vasıfsız ve ucuz emekten yana zenginleştirilmesidir. “Çinlileştirme”; bölge ülkeleri arasında ücret ortalaması en yüksek ülkelerden biri sayılan Türkiye’de şimdiye kadar uygulanan ve muhtemelen uygulanmaya devam edilecek politikalar sayesinde sendikal hakları ve bilinci zayıflamış, bölgesel asgari ücret ve esnek çalışma gibi de-regülasyon girişimleriyle üyeleri birbirine rakip haline getirilmiş emekçi sınıfların yaratılmasını ve Başbakan’ın “dört artı dört artı dört” eğitim darbesini savunurken belirttiği üzere, dindarlaştırılarak sessizleştirilmiş ve tevekkül sahibi haline getirilmiş kalabalık bir neslin üretilmesine ihtiyaç yaratır. Hükümet doğurganlığı bunun için kışkırtmakta ve bu doğurganlığı sekteye uğrattığını düşündüğü kürtajın yasaklanmasını bunun için benimsemektedir.

 

AKP’nin şimdiki nüfus politikası, işte bu safları kalabalıklaşmış ve kolayca yönetilebilen emekçi kitlesini oluşturabilmek için doğum oranının artışının garanti altına alınmasıdır. Başbakan, bundan iki yıl önce kadınlara üç çocuk doğurun diye fetva verdiğinde, tam da bunu kastetmiştir.

 

Ancak bugün kıt kanaat geçinmeye çalışan, çalışıyorsa bile, hem kendisi hem kocası sürekli işsizlik tehdidi atındaki bir emekçi kadın, üç çocuk doğurmanın kendisine neye mal olacağını çok iyi bilir. Devletin çocuk bakımıyla ilgili yükleri kadının üzerine bıraktığı, neslin eğitimi ve sağlığı gibi konularla ilgilenmeyi çoktan kestiği, her gün yoksulluk sınırının altına düşen ailelerin çoğaldığı koşullarda, hiçbir özendirici önlem almadan, bu kadınları bakamayacakları çocukları doğurmaya zorlamak, Erdoğan’ın kullandığı sözcükle, bir cinayettir. Beklenmeyen ve istenmeyen hamilelikten yasal ve ücretsiz kurtulma yollarını bu kadınlara kapatarak, yasaklayarak nüfusu artırma rollerini oynamalarını beklemek ise, kadın kıyımına bir davetiye daha çıkarmak anlamına gelir.

 

Gerçekten de, kürtaj bir yasayla yasaklanamayacak bir şeydir ki, tarih boyunca da yasaklanamamıştır… Bu işin uzmanı olmadıkları halde ilkel koşullarda ve gizlilik içinde kürtaj yapan ve kürtaj yapmanın ve yaptırmanın yasalarda öngörülmüş yaptırımını göze alabilen kadınlar her zaman olacaktır ya da kadınlar bunlara ulaşamadıkları sürece de kendi rahimlerini kendileri boşaltmaya çalışacaklardır. Bu müdahalelerin sonucunda şimdiye kadar ölen kadın sayısı göz önünde bulundurulursa, kıyım sözcüğü hafif kalacaktır.

 

Kimse bir kadını, bakabileceğinden fazla veya daha fazla sayıda çocuk doğurmaya zorlayamaz; hele bu zorlamayı yapan siyasi iktidar çocukların bakımı için hiçbir şey yapmamış ve kadının iş hayatıyla uyumlu bir annelik sürdürebilmesi için hiçbir önlem almamışsa. Hele doğan çocukların sağlıklı ve eğitimli yurttaşlar olarak topluma dahil olmaları için, bebeklikten başlayarak, eğitim yıllarının sonuna kadar çocukları gözeten bir kurumlaşmaya gidilmemişse. Ve hele işsizliği ortadan kaldırmak ve kalabalıklaşmış nüfusun genç işsizler mezarlığına dönüşmemesi için istihdam olanakları yaratılmamışsa. Ve herkesin geleceği güvence altına alınmamışsa.

 

Bunların hiçbiri bu ülkede yoktur ve devlet zaten bu işlerden elini ayağını çoktan çekmiştir. İstenen, kullanılıp kullanılıp bir kenara atılabilen, yedek işsiz ordusu tarafından rekabete zorlanan ve işsizlikle tehdit edilen emekçilerden oluşan ucuz emek cenneti bir ülkedir ki, bunun faturası da kadınlara kesilmektedir.

 

Mesele, elbette kadınların sadece bakabilecekleri kadar çocuk sahibi olmaya özendirileceği bir düzenin yokluğundan ibaret değildir. Bir kadının annelikten başka, annelik kadar önemsenmesi gereken toplumsal rolleri de vardır ve kadın, ister evlilik içinde, ister evlilik dışında olsun, kendi isteği dışında ve anneliğe hazır olmadığı sürece çocuk doğurmak zorunda değildir.

 

Hükümet, kadınları, sadece aile kurumu içinde tanımlanan bunun dışında bir değer ifade etmeyen insan grubu olarak görüyor. Dolayısıyla kadının aile kurumu ya da evlilik dışındaki her tür etkinliği gibi, cinselliğinin de, hem günah hem de yasak olduğunu ima eden söylemleri rahatlıkla kullanıyor ve bu durumu yasalaştırmaya çalışıyor. Kürtaj, geleneksel olarak tutucu bir toplumsal ortamda evlilik dışında isteğe bağlı olmadan kalınan hamileliklerin yol açacağı sorunlardan da kadını koruyan bir önlemdir ve kürtaj yasağı, kadınların, bireyselliklerinin tanınması talebiyle uğruna mücadele ettikleri ve bir kısmını kazandıkları demokratik kazanımların ortadan kaldırılmasına yönelik bir saldırıdır da.

 

Ancak burada, kürtaj yasağının, sadece kadın cinsine yönelik bir saldırı olmadığının altını çizmekte yarar var. Dolayısıyla, bu süreç, sadece kadınların mücadelesiyle üstesinden gelinebilecek bir süreç değildir. Eğer kürtaj, emekçi sınıfların genelini ilgilendiren iktisadi ve sosyal yıkım politikaları kapsamında iktidarın attığı son kazıksa, kürtaj yasağı görünürde doğrudan kadınlara yönelik bir saldırı olsa da, aslında bu yasak, emekçi nüfusunun tamamına yönelik saldırılar cümlesinde yer alan bir konudur ve Fransız kadınlarının 1968 rüzgârı eserken ileri sürdükleri gibi, yasak, sadece kadın bedenine yönelik bir tasallut olarak tanımlanamaz. Bu yüzden, kadın kitlelerinin statükosunu ve taleplerini geçmiş bir döneme projeksiyon tutarak okumak anlamına geldiği için, “benim bedenim benim kararım” sloganı da, kadın kitlelerinin bugünkü saldırıyı boşa çıkartmak için girdikleri yolun sloganı olamaz. Bu bütün kadın kitlelerini aynı şemsiye altında toplamaya yeterli olamaz.

 

Kürtaj yasağı, artık neoliberal politikalara ve AKP’nin muhafazakâr hükümetine karşı yürütülen demokrasi mücadelesinin sorunu haline gelmiştir. Geçmişte kadınlar, burjuva demokrasisinin gelişimi sürecinde, iktisadi ve toplumsal ilişkilerin zaten fiiliyatta zorlamaya başladığı, eskimiş ilkeleri değiştirmeye kalkmışlardı. Şimdiki durumda, burjuva demokrasisinin yerinde eski yellerin esmediği görülüyor; emekçilerin sosyalizme yönelimlerinin ekonomik ve toplumsal önlemlerle engellendiği o eski burjuva düzenin yerini, işçi sınıfının bir süreliğine yenilmiş ve geri çekilmiş olduğu; kazanımları peyderpey tırpanlamaya çalışılırken “ölüm kalım” kaygısı yaşamayan egemen sınıfların daha güvenli hareket ettiği başka bir burjuva dünya var; ve bu dünyayı, burjuvazi, toplumsal kesimleri, emekçileri parçalayarak, sorunlarını ayrıştırarak yönetiyor. Dolayısıyla, “yasal ve ücretsiz kürtaj mücadelesi”, bir de bu yüzden birleşik bir demokrasi mücadelesinin konularından biri olmak vasfındadır.

 

Esas olan; toplumun bütün örgütlü güçlerinin harekete geçtiği; sendikalardan meslek odalarına, partilerden kadın örgütlerine, aydınlardan gençlik örgütlerine kadar bütün demokrasi güçlerinin (kadın ve erkek) karşı çıkışına dayanan bir kürtaj mücadelesi yürütebilmektir.

 

Ama ne yazık ki, bu örgütlerin çoğunun kürtaj yasağı konusunda henüz kayda değer bir tutum almadığı görülüyor. Bunda, elbette kadınlarla ilgili her konunun kadınlar tarafından gündemleştirilmesine, kadınlar tarafından halledilmesine yönelik yerleşik ve yıllanmış alışkanlıkların ve feminist düşünüşün bu esasa dayalı dışlayıcı iddiasının rolü var. O yüzden de, bu çok önemli sınıf saldırısında, çok duyarlı orta sınıf kadınlar dışındaki kesimler aktif olarak harekete geçemediler ve kürtaj yasağına karşı mücadelede kadınlar yalnız bırakıldılar.

 

Halbuki, şimdi tam sırası; öncelikle kadınların, ama hemen yanı başlarında örgütlü demokrasi güçlerinin, bir yandan eski alışkanlıklarla da yüzleşerek, demokratik haklara yönelik kısıtlama ve ihlalleri daha güçlü bir sesle alt etmek için birleşik bir mücadele yürütebilmenin yollarını araştırması gerekiyor.

 

“Dört artı dört artı dört” darbesini kürtaj sorunuyla iç içe görebiliyorsak ve birisinin varlığı diğerine bağlanabiliyorsa, bu konuda iyi bir mesafe kat edilmiş demektir.

 

 

 

 

 

·            Birinci Dalga ve İkinci Dalga kavramlaştırması Burjuva demokratik kadın hareketinin iki dönemini tarif etmektedir. Daha çok 1968 sonrasındaki kadın araştırmalarının ürünü olarak ortaya çıkan bu akademik kavramsallaştırma kadın hareketlerine zamansal bir sınırlama getiriyor görünse de bu dönemlerde ortaya çıkan kadın eylemlerinin çok belirgin yönelimlerini tanımlayabilmek için burada da kullanıldı. İki tarihsel dönem arasında, bu kadar yoğun ve yaygın olmasa da pek çok eylemi olmuştur ve 68’de kristalleşen kadın taleplerini bu parça parça ve kesintili süren kadın eylemleri şekillendirmiştir

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑