Laiklik ve demokrasi

Laiklik ve demokrasi

 

Kadir Yalçın

 

 

Son aylar, başta Başbakan Erdoğan olmak üzere önde gelen kurmaylarıyla, AKP’nin, dini hareket noktası edinmiş “atakları”na sahne oldu, oluyor.

 

AKP, yine başta Erdoğan olmak üzere, şüphesiz, örneğin “büyüme”ye dair iktisadi ajitasyonu, örneğin Suriye konusunda “Esad rejiminin halkın celladı olduğu”na ve “demokratikleşme” uğruna “çekip gitmesi”ne dair siyasal ajitasyonu sürdürüyor.

 

Tabii ki AKP salt dinsel bir akım ya da partiye rücû etmedi, baştan beri de böyle bir parti değil. Mali sermayenin en geri ve az gelişmiş ya da geri bıraktırılmış ülke ve toplumların istisna tanımadan hemen tüm hücrelerine bunca sızdığı, başta ekonomik ve mali olmak üzere egemenliği altına alıp denetlemediği hemen hiçbir ülke ve toplum bırakmadığı günümüzde artık zaten kapitalist tekellere ve çıkarlarına bağlanmamış salt dinsel bir akım ya da örgüt bulmak da neredeyse olanaksızdır.

 

Suudi şeriatçıları örneğin, şeriatçı olmasına şeriatçıdırlar, dünyevi yönetimlerinde dini kuralları kullanırlar; ama kim onların paranın egemenliğinin sözcüleri olduklarını görmezden gelebilir? Kim bütün kurallarını belirleyen ana kurallarının “dini, imanı olmayan” paranın, şüphesiz atıl servet değil, sermaye olarak paranın egemenliği olduğunu inkar edebilir? Dini sonuna kadar kullanmaları, onu mali sermayenin hizmetine sokmuş oldukları gerçeğine halel getirmez. Tersine dini tam da mali sermayenin çıkarları doğrultusunda kullanırlar. İsrail ve Türkiye’nin yanı sıra emperyalizmin Ortadoğu’daki başlıca dayanağıdırlar. “Allah”ın adını çok fazla ve olur-olmaz her konuda ve yerde sakız gibi ağızlarında çiğnedikleri, hemen her sorunda ona göndermede bulundukları bilinir. Ancak kesindir ki, “esirgeyen, bağışlayan” “Allahın egemenliği”nin değil, ama emperyalizmin, mali sermaye egemenliğinin bölgedeki temsilcisi ve dayanağıdırlar. Üzerinde oturdukları petrol ve doğalgaz kaynaklarının “Allah”ın nasıl bir “lütfu” olduğunun farkındadırlar. Ama en çok, bu hidrokarbon bolluğunun başta Amerikalılarınkiler olmak üzere tekellerin himmetiyle çıkarılıp pazarlandığının, kendilerininse buradan aldıkları komisyonla büyüdükleri ve egemenliklerinin başlıca koşulunun bu komisyonu hak etmede yattığının farkındadırlar. Bir yere kadar dinsel gevezeliklerde bulunurlar, ancak işlerin gevezelikle yürümediğini ve yürümeyeceğini bilirler ve sonuna kadar gerçekçidirler. Tabii ki dini bol bol kullanırlar. Bu kullanım, ama, kendilerinin de net olarak farkında oldukları, karşılığında komisyon aldıkları, kendilerine olan ihtiyaç yönünde olur. Başlıca misyonları, dinin kullanımını da gereksinir, ancak, tekellerle birleşme ve artık kendilerinin de çıkarı haline gelmiş çıkarlarını savunmaktır.

 

İran şeriatçıları farklı mıdır? İranlı şeriatçıların, Suudi rakiplerinden ayırt edici farkı, onlar gibi, Batılı emperyalistlerle birleşip bütünleşmiş işbirlikçileri olmayışlarıdır. Onların “yakınlıkları” Rusya ve Çin emperyalizmiyledir. Hâlâ bir ulusal temelleri vardır, İran “Çarşısı” ile bağlıdırlar. Ama bu kadar da değil. Tefecilik ve ticaretle sınırlanmış olduklarından tabii ki söz edilemez. Dünya yüzeyinde girmedik “delik”, sızmadık “aralık” bırakmamış olan, “işleri” her zaman çok iyi gitmese ve egemenliği mutlak bir egemenlik olarak gerçekleşmeyip (bu, dünyanın hiçbir yeri için ileri sürülemez) bu ülkeyle çatışmaya varan sorunlar yaşansa da, iç içe geçmiş örümcek ağları gibi ilişki ağlarıyla tüm gezegeni sarmış olan mali sermayenin, İran’ın ulusallığına pek az bir “yer” ve olanak tanımakta olduğu tartışmasızdır. Bu ülkede de egemenlik kuşkusuz “Allah’ın” değil, ama sermaye olarak paranın, en başta İran burjuvazisinindir. Ve bu burjuvazi de dünyadan bütünüyle yalıtılmış, tamamen kendi başına ve kendine yeter bir burjuvazi, İran kapitalizmi de “çölün ortasındaki serap” misali böyle bir kapitalizm değildir. Batılı emperyalistlerle, evet önemli sorunları vardır İran’ın, İran burjuvazi ve kapitalizminin; ancak önünde sonunda bu ülkenin burjuvazisi burjuvazi, kapitalizmi de kapitalizmdir. Kural olarak büyük balığın küçük balığı yuttuğu ya da geri ülkelerin, dört bir yandan kuşatma altına alan, sadece siyasal askeri kuşatmayla yetinmeyen, ama, iktisadi, mali bakımdan, hammadde kaynağı ve pazar olarak mali sermaye ağlarıyla nefes alma olanağı en alt düzeye sınırlanarak emperyalistler tarafından bağımlı hale getirildiği dünya kapitalizmi koşullarında İran “çölün ortasında vaha” olamaz, ama ancak “serap” görebilir. Özetle İran’ın emperyalist tekellerle, uluslararası mali sermayeyle ilişkilenmesi kaçınılmazdır, en çok bu “ilişki”nin “düşük düzeyli” oluşundan söz edilebilir. Öte yandan, mali sermaye Batı mali sermayesi, uluslararası emperyalist kapitalizm de Batınınkinden ibaret değildir. En iyi ihtimalle Batı emperyalizmi karşısında “denge” arayışındaki İran burjuvazisinin Doğu emperyalizmi kapsamında Rus ve Çin emperyalizmiyle, “doğu mali sermayesi”yle küçümsenmez ilişkiler geliştirmekten kaçınamayacağı ve zaten geliştirdiği tahmin edilecektir. Yine bu ilişkilerin, yalnızca mal alım-satımıyla, ticari ilişkilerle sınırlı olamayacağı ve olmadığı da tahmin edilecektir. Biliniyor ki, bu ilişkiler, petrol üretimine ilişkin olanlardan, kredi ilişkilerine, askeri sınai üretim ve bu kapsamda mal (ağır silah) tedarikine kadar uzanmaktadır.

 

Sonuçta, hem “ulusal” saikle ve kendi burjuvazisinin egemenliği nedeniyle, hem de uluslararası sermaye ilişkileri dışında kalamayışı dolayısıyla genel olarak mali sermaye egemenliği nedeniyle İranlı şeriatçılar da “Allahın egemenliği”ni paranın egemenliğiyle çoktan değiş-tokuş etmişlerdir.

 

Mısırlı, Suriye ya da Tunuslu Müslüman Kardeşler de öyledirler. Şeriatçı olmasına şeriatçıdırlar. Ama işte hepsi o kadar. Asıl olaraksa sermaye olarak paranın egemenliği önünde diz çökmüşler, Allah’ı değil ama “dini, imanı olmayan” parayı, sermayeyi en yüce, en “esirgeyici, bağışlayıcı” bilmişlerdir.

 

Belki, iktidarda olmayan ya da yakında iktidarı alma yönelimi içinde henüz sarıp sarmalayıcı ilişkileriyle mali sermaye ününde secde etmemiş ve henüz o ilişkiler içinde örneğin Müslüman Kardeşler gibi dayanaklarıyla birlikte palazlanmamış El Kaide türü örgütler –o da bir yere kadar– dışta tutulabilirler. “Allah adına” cihad ilan etmiş ve mali sermaye egemenliğine kılıç çekmiş gibidirler. Salt şeriatçı görüntüdedirler.

 

Ancak bu tür akım ve örgütler bakımından da görüntüye aldanmamakta fayda vardır. Bin Laden ve Kaide’sinin “Sovyet” işgaline karşı Afganistan’da dolaysız olarak CIA ve kuşkusuz Amerikan emperyalizminin avuçları içindeki tarihsel şekillenişi bilinmektedir. “Komünizme karşı” ve “Allah adına” ortaya çıkmıştır, ama ne ortaya çıkışı ne de gelişmesi kendi başına ve salt Allah’a ve “yüceliği”ne bağlanmış amaçlarla olmuş; tersine CIA tarafından beslenmiş, donatılıp büyütülmüş, Amerikan emperyalizminin çıkar ve siyasal stratejik hesapları içinde belirli bir yer tutmuştur.

 

Üstelik El Kaide türü şeriatçı örgütler “muhalif”tirler; iktidar olmamışlar, yaklaşım ve politikalarını, iktidar koşullarında savunup uygulama şansı elde edememişlerdir. Yalnızca Afganistan Taliban’ı, radikal dinci bir örgüt olarak, şeriatı amaçlayan yönelimiyle iktidar olmuş, amaçlarına ısrarlı bağlılığını sürdürdüğü için de Amerikan saldırısı ve işgaline uğrayan Afganistan’da iktidardan devrilmiştir. Taliban’ın şeriatçı İslamcı bir akım ve örgüt durumunda olduğunda şüphe yoktur; ancak Taliban’ın ne iktidara geliş ne de devriliş nedeni şeriatçılığıdır. Yalnızca bu niteliğe sahip olsaydı, iktidardan devrilmeyeceğini ileri sürmek ne kahinlik ne de tarihi zorlamak olurdu. Sovyet işgaline karşı savaşan bir dizi radikal İslami yönelimli örgüt içinde giderek sivrilip iktidarı ele geçiren Taliban, öncelikli olarak ulusal nitelikli bir örgüt olarak iktidara gelmiş ve Amerikan dayatmalarına boyun eğmediği için emperyalist işgalin siyasal muhatabı olmuş ve işgal karşısında da teslim olmayıp direnişi sürdürmüştür. İdeolojik olarak şeriatçı İslamcı nitelikliyken, politik bakımdan ulusal nitelikli bir örgüt olarak, ABD ile, asıl olarak, şeriatçılığı nedeniyle değil, ama ulusalcılığı nedeniyle çatışmış, iktidara gelişi gibi devrilişini de bu niteliği belirlemiştir. Burada da, göksel/dinsel olan dünyevi olana, Taliban’ın temsilciliğini üstlendiği –halkın da özlemini yansıtan– ulusallığın dayanağı Afgan ulusal burjuvazisinin çıkarlarına bağlanmaktadır.

 

Özet gerekiyorsa şudur ki, emperyalizm ve mali sermaye egemenliği çağında, üstelik uluslararası sermaye ve egemenliğinin dünya ölçeğinde bunca gelişip dal budak saldığı koşullarda, artık Ortaçağ’daki türden dinsel akım ve örgütlenmeler bulabilmek şansı kalmamıştır. Şeriat talebi, şeriat talep eden akımlar, şeriatçı amaçlarıyla çeşitli örgütlenmeler ve bunların Suudi Arabistan ve İran’daki türden uygulamaları kuşkusuz hâlâ vardırlar. Ancak objektif ve subjektif idealizme dayalı yaklaşım ve görüşlerin tersine, düşünce ya da inançlar değil, ama maddi gerçek; toplumlar söz konusu olduğunda üst yapıya dair olan din, hukuk, ideoloji, ahlak vb. değil ama maddi geçim araçlarının üretim biçimi, dolayısıyla mülkiyet ilişkileri belirleyicidirler. Konumuz açısından da, din ve şeriat talepleri ve “din devletleri” vb. dünyevi olanı değil, ama dün (Ortaçağ) bakımından feodal egemenlik, bugünse mali sermaye egemenliği dini ve dinsel olanı kendine bağlar, bağlamıştır. Küçümsemek için söylenmemektedir; şeriatçı zihniyet ve tutumlarla şeriatçı uygulamaların karanlığı, halklara dayattıkları küçümsenir şeyler değildir. Ancak kesindir ki, günümüzde mali sermaye egemenliğine bağlanmaktan kaçınamamış, günümüz modern dünyasında, dünyevi olan, kendisini tüm kutsallıklarıyla “göklerin krallığı”na dayatmış, kendisine bağlayıp hizmetine koştuğu maneviyatı koşullamıştır.

 

Görüntü, modernite yetiştirmesi orta sınıfların ürküntüyle tehlikesini yüceltmelerine ve “yobazlığa karşı” maneviyatlarını güçlendirmeye çalışmalarına karşın, tersine gibidir: Örneğin ABD’de Evangelizmin Bush’u, hatta onunla birlikte Amerikan tekellerini, bizdeyse çeşitli tarikatların, örneğin Fethullah Cemaati’nin AKP’yi, onun ve hükümetinin aracılığıyla Türk sermayesini yönettiği, örneğin TÜSİAD’a vb. kendisini dayattığı sanılır, konuşulup yazılır çizilir. Oysa, Kilisenin egemenliğinin hiç değilse Büyük Fransız Devrimi’yle berhava edilmesinin ardından bunca yıl geçtikten sonra ABD’de Evangelizmin, bizdeyse Fethullahçılığın yenilenmiş dinsellik olarak “yeniden vücut bulmaları” (reenkarnasyon) bile dinî olanın dünyevi olanı, Evangelizm ya da Fethullahçılığın Bush ya da AKP ve Amerikan ya da Türk sermayesini güttüğünü değil, ama tam tersini kanıtlamaktadır. Evangelizmi kendi çıkarları için dirilten, besleyip güçlendiren, itikatları güçlü kişilikler olarak Baba’sının ardından oğul Bush’u yardımına çağıran, “Medeniyetler Çatışması” doktriniyle Ortadoğu’ya sefer açma yönelimindeki Amerikan sermayesiyken, Fethullahçılık da, Amerikancı “Ilımlı İslam” olarak, kuşkusuz yine başlıca Amerikan sermayesinin çıkarları çerçevesinde (ikinci emperyalist savaştan bu yana kendi çıkarlarını Amerikan çıkarlarının gerçekleşmesinde göregelen yerli tekellerin çıkarlarının da ifadesi olarak) göreve çağırılıp etkinleştirilmiştir. Fethullah Cemaati’nin, bizatihi kendi “orijinal” yapılanışı da, dinselliğin mi dünyeviliğin mi birincil ve güdücü olduğunun kanıtıdır. Yoksul Aczmendiler itilip kakılırlarken, şirketler grubu olarak örgütlenmiş, ancak bu yapılanışını dinsellik ardında “gizlemiş” Cemaat’in Ergenekon, Balyoz vb. türü yargılamaların yürütücüsü olmanın yanında emekli ve muvazzaf generalleri yargılamakta olan “özel yetkili mahkemeler”in sürmesi/kaldırılması konusunda politika dikte etmekte oluşu onun yalnızca gücünün kanıtı değil, ama bu gücün kaynağı hakkında da fikir vericidir.

 

Öncesinde, örneğin Ortaçağ’da din ve dinsel olanın kölelik ve feodalizmle bağı çok daha açık seçik ve görünürdür. Örnekse, Papalık, Kutsal Roma Germen İmparatorluğu’ndan beri, Hıristiyan kutsallığının/maneviyatının maddi temelini sağlayan dünyevi egemenliğin de aygıtı olarak örgütlenmiş; “öte dünya”da iyi bir yer için pahalı biletler keserken “Allah adına” ilanıyla dünyevi egemenliğini pekiştirmek üzere Engizisyon mahkemelerini de çalıştırmış, egemenliğini, bu egemenliğin bütün alanlarında örgütlenmiş Kilise teşkilatıyla sahip olduğu geniş toprakların feodal mülkiyetine dayandırmıştır.

 

Uhrevi ve dünyevi egemenliğinin birliği, kuşkusuz feodal mülkiyet ilişkilerine dayalı olarak, Hıristiyanlık bakımından olduğu gibi, İslam bakımından da geçerli olmuştur. Emevilerle İmparatorluk düzeyine yükselen İslam egemenliği, uhrevi ve dünyevi tüm egemenliği elinde toplayan İslam Peygamber’inin “Halifesi”nin şahsında gerçekleşmiş, “Allah adına” sürdürülen egemenlik, feodal bir egemenlik olarak gerçekleşmiştir. Bu durum, Yavuz Sultan Selim’in Mısır seferinden “Halifelik” payesiyle birlikte dönüşüyle Osmanlı Sultanlarının şahsında daha görünür biçimiyle sürmüştür. Evet, şeriat, evet uhrevi kutsallığın egemenliği.. Ama bütün egemenlik, Osmanlı toprak düzenine dayanarak, askeri feodal Sultan’ın ellerinde toplanmıştır. Sultan, tersinden, dünyevi egemenliğini, Halifeliğin uhrevi kutsallığıyla pekiştirmiştir.

 

Şimdi, günümüzde, din-mülkiyet ilişkisi, sermaye egemenliği koşullarında daha dolaylıdır. Dolayımlarla gerçekleşmektedir.

 

 

***

 

 

Türkiye’ye dönersek, AKP ve “iktidarı”, dinin önceliği ve egemenliği demek olmadığı gibi, bu parti, ne parti olarak dinsel saiklerle oluşup kurulmuş, ne de dinsel saiklerle hükümet kurmuştur. Bu, onun küçümsenmez dinsel ideolojik yaklaşım ve tutumlara sahip olmadığı anlamına gelmemekte, din ve dinselliğin AKP açısından önemsiz bir ayrıntı olduğunu belirtmemektedir. AKP, kuruluşunu önceleyen zamanlardan başlayarak, dini sadece sıkıştığında değil her daim kullanmış; sırası gelmediği ve zamansız olduğunu öngördüğünde “gizli ajanda”sındaki hemen ortalığa dökmeden, takiyye yolunu tutarak, beklemesini bilmiş, ancak koşullarını yarattığında ya da uygun bulduğunda değme halifeleri kıskandıracak adımları, hiç sektirmeden atmaktan da kaçınmamıştır.

 

Ancak bütün dinselliği, gizli ve açık ajandalarının tüm dinî amaçları dünyevi çıkar ve amaçlarının, savunmasını yükümlendiği –neoliberal– politikaların kontrolündedir ve bu çıkar, amaç ve politikalara bağlanmıştır. Bu, AKP’nin Amerikan çıkar, strateji ve politikalarına bağlanmış “Ilımlı İslam”ının da bir ifadesidir ve bu “İslam”ın tanımı gereği böyledir.

 

Kuşkusuz dinsel yanı da yönü de vardır. O, dini kullanan sıradan bir burjuva partisi değildir. En başta işinin ehlidir. “Bir de dini kullanarak neleri başarmam ki” diyen Menderes ya da Demirel türü burjuvazinin “merkez” politikacılarından değildir Erdoğan ya da çevresindekiler. AKP, dini ileri ölçüde kullanan, neredeyse dini bir örgütlenme görüntüsü vermeye özel önem atfetmiş Erbakancılık geleneğinden gelmektedir ki, Türkiye’de İslam’ın siyasal alanda örgütlü kullanımının patenti ondadır. Diğerleri dini kullanırlarken, Erbakan doğrudan din politikası yapmaya girişmiş ve din üzerinden politika geliştirmiştir. Nakşibendi ya da Nurcu tarikatlardan farkı, onlar dini alanda iştigal ederlerken, politika yapıyor oluşudur. Demirel türü burjuva politikacılardan farkı ise, onlar gibi basitçe din istismarıyla yetinmeyip, buradan derinleşerek, din üzerinden politika yapmasıdır.

 

Bu durum, kuşkusuz “işinin ehli” olmayı gereksinmektedir ki, gerek Erbakan ve gerekse günümüz Başbakanının da dahil olduğu çevresi, hakkını vermek gerektir, “içeriden” gelmedirler, Arapça yol=tarik’tir, “yollarda birlikte yürümüş”lerdir, tarikat ehlidirler. Kullanandan, hele kullanmaya kalkışandan daha iyi bildikleri, o halde daha iyi kullanacakları kesindir. Erdoğan örneğin, üstelik bir de İmam Hatip kökenlidir, “ilmi”ni de görüp öğrenmiştir kavlince.

 

Ancak neden hükümet olmuştur AKP? Neden siyaset sahnesindedir? İmamlık ya da hatiplik için mi? Dinsel amaçlarla mı? Dini yüceltmek ve dünyayı, dünyevi olanı dine, dinsel olana, Kur’an’a göre yönetmek mi? Bundan kuşku duyulduğu açıktır ve modern yaşam tarzını benimsemiş orta sınıf, özellikle aydınıları AKP’nin en azından bu eğilime sahip olduğunu düşünmüşlerdir, hala da düşünmektedirler. Ama generaller değil. Onlar –pervasızlık ve kendilerine aşırı güvenle sonradan yakalatacakları ellerindeki avuçlarındakileri sere serpe ortalık yerde bırakarak ne yaptıklarının farkında olmayan bir görüntü vermiş olsalar da– ne yaptıklarını hiç değilse bu yönüyle bilmişler ve psikolojik savaş vb. yönleriyle AKP-Fethullahçılar grubuyla çatışmalarını tam bir iktidar kavgası olarak yürütmüşlerdir. Yoksa bir din çatışması, dinin ya da bir mezhep ya da tarikatın engellenmesi veya propagandif olarak ileri sürülegeldiği gibi “yobazlık” ya da “şeriat tehlikesi”ne karşı bir mücadele olarak değil.

 

Öyle eğitildikleri ve doğru bildikleri, peşlerinden sürükledikleri içinde “kafa çeken” çok olsa bile iki kadeh bile içmemiş oldukları, genel çerçevesini Kur’an’ın emirlerinin belirlediği biçimde düşünmeye ve davranmaya eğilimli oldukları herhalde tartışma götürmez. Son aylarda bunun belirtileri de birer ikişer ve ardı ardına ortaya dökülmeye başlamıştır.

 

Ancak asıl yaptıkları nedir? Asıl nasıl davranmışlardır, davranmaktadırlar? Soru aynı sorudur: AKP neden hükümet olmuştur? Neden siyaset sahnesindedir? İlk AKP’li yılların pek önemli sorunu olan türban sorunu nedeniyle mi? Şimdi fiilen çözülmüş durumdaki bu sorunu çözmek için mi iktidar olmuştur AKP? Türban diye diye geniş mütedeyyin kitleleri kazanıp peşinden sürüklemiştir AKP, ancak bu ve benzeri taleplerle siyaset sahnesine çıktığı söylenebilir mi?

 

Oradan başlanırsa, AKP’nin 28 Şubat ürünü olduğu tartışma götürmez gerçektir. Generallerin Erbakan ve Refah Partisi’ne karşı giriştikleri iktidar kavgası, bu partiyi bölmeyi de önüne koyarak geliştirilmiş ve “milli görüş”çülüğün yerine yine İslami, ama bu kez “Ilımlı İslami”, ayırt edici niteliği neoliberal oluşu olan AKP’nin zuhur etmesi hedeflenmiştir. O da hakkını vermiş, tıpkı palazlandıkça ve iktidar “gömleği” giyme fırsatını yakalayınca eski fundemantalist/radikal İslamcı mevzisini terkeden Mısır ya da Tunus Müslüman Kardeşleri gibi, “gömlek değiştirir” türden görüş/inanç, yaklaşım ve davranış değiştirmiştir. “Davranış” deyince, yine camiye gitmek sürdürülmüş, yine içki içilmemiş vb., ancak faizle bile uyuşmanın yolu bulunmuş, “sermayenin dini imanı olmaz” deme noktasına ilerlenilmiş, “millilik”ten vazgeçilmiş, sonradan “one minute” denip ABD ile birlikte Ortadoğu’da “nurlu ufuklar”a açılmanın gereği yerine getirilse bile uzun süre İsrail’le içli-dışlı olunup, Kuşadası, Galataport gibi devası ihaleler, uçak ve tank modernizasyonu ihaleleri İsrail’e verilmiş, tıptı Fethullah Gülen’in vaaz ettiği gibi, içki içenlerle el sıkışılıp birlikte olunmuş, kadınlarla el sıkışmak bile abdest bozmaz olmuştur! Dini bir gelenekten gelen bir parti için özetlenen türden ciddi adımlar atarak neredeyse “dinde reform” denecek mesafeler alan AKP, bütün bunları da açıklamak üzere, asıl olarak dünyevi sorunlarla ilgili temel adımlar atmıştır ki, neden hükümet olduğunun açıklaması da buradadır.

 

 

***

 

 

AKP, neredeyse özelleştirilmemiş kamusal kuruluş bırakmamış, bütünüyle özelleştirilmemiş olanlarsa, THY örneğinde olduğu gibi, üretim ve hizmete dair bir kuruşluk bile kamusal yönü kalmamacasına ve baştan ayağa kâr kaygısıyla işletilmek üzere şirketleştirilmişlerdir.

 

AKP, Özal’ın başlattığı ve ardından gelen hükümetlerce sürdürülen Türkiye ekonomisinin kapitalist dünya ekonomisine entegrasyonunu tamamlamıştır. Yasaların da buna uygun düzenlenmesini sağlayan AKP Hükümeti, yatırım, “sıcak para” sirkülasyonu, kâr transferi vb. konularda elinden geleni ardına koymamış, özellikle “sıcak para” adı takılmış spekülatif sermayeyi koruyup kollamayı başlıca iş edinmiş, hareketliliğini en ileriden teşvik etmiştir. Tekelci mali sermaye zaten rantiye ve adı üstünde spekülatifken, AKP, onun “sıcak para” denen spekülasyonun özel biçimini baş tacı etmiştir.

 

AKP, hâlâ, Dünya Bankası ajanı Kemal Derviş’ten devraldığı ekonomi politikasını sürdürmekte, Başbakan, Hükümetinin izlediği, Derviş tarafından –adıyla bile– “güçlü ekonomi” ile bağlantılandırılmış bu politikanın Türk ekonomisini büyüttüğü ile övünmekte, Türkiye’nin 2023’te dünyanın ilk on ekonomisi içinde olacağını ileri sürmektedir.

 

Bu ekonomi politikası, emekçilere “sıfır tolerans” politikası olarak, ellerinde neredeyse hiç kazanılmış hak bırakmamış olmasının yanında, yeni saldırıları da içermiştir. Sağlık ve eğitim alanı baştan aşağı piyasaya bağlanmıştır, artık parasız ne sağlık ne de eğitim hakkına ulaşılabilmektedir. Sosyal sigorta sistemi tarihe mal edilmiş ve zaten memurlarla işçilerin küçük bir azınlığının “ayrıcalığı” haline sokulmuştur.

 

Ülkenin tüm zenginlik kaynaklarını uluslararası sermayenin tatlı kâr alanına dönüştürme politikası izleyen AKP’nin on yıllık Hükümeti döneminde sağlığın, eğitimin, yerel (Belediye) dahil tüm kamu hizmetlerinin piyasalaştırılmasının yanında Kültür varlığı, SİT alanı demeden toprağın altı ve üstü (Maden Yasası) ile birlikte suyun piyasalaştırılması, devasa rant kapısı HES’ler de düşünüldüğünde neredeyse tamamlanmak üzeredir. Hem suyu hem de tümüyle doğayı piyasalaştırmaya yönelip bir dere üstüne 12 HES kurmaya girişerek kırları baştan ayağa rant kapısına çeviren AKP’nin kendisini yalnızca kırlarla sınırlamadığı kuşkusuzdur. Kentlerde de, “kentsel dönüşüm” adı altında, yüksek kârlılık sunan özellikle büyük kentlerin merkezi alanlarını tarumar etmeye çoktan başlamıştır. Atadan kalma evlerinden sürülen kent yoksulları ve hatta küçük burjuvazisi, son çıkarılan yasayla, yıkımlarda zorlanan yerel yönetimlere değil Valilikler ve emrindeki polis gücüne muhatap kılınmıştır.

 

Derviş’ten devralınan bu politikayla esneklik, sömürü ve artı-değer oranı olabilir en yüksek düzeye çıkartılmak üzere, iş ilişkilerinin temeline oturtulmuş, emek, emeği harcayan tarafından nerede, ne zaman, ne kadar vb. soruları yanıtlanamaz haliyle bütünüyle esnekleştirilmiştir.

 

Sermayeye teşvikler, vergi kolaylıkları, işsizlik fonunun peşkeş çekilmesi türünden palazlandırıcı/kurtarıcı destekler sağlarken, emeğin haklarını tırpanlayarak, AKP, 2001 Krizi karşısında K. Derviş’in izlediği ekonomi politikasını, bu yönüyle de sürdürmüş ve bir yönüyle 2008 Krizi’nin Türkiye’yi “teğet geçmesi”nin maliyetini oluşturan tüm yükleri işçi ve emekçilerin sırtına yıkmayı “başarmıştır”.

 

Ücret de “esnek”tir. Asgari ücretin bile altında çalıştırılmak mümkün hale getirilmiştir AKP döneminde ve asgari ücret, bırakalım yoksulluk sınırını, açlık sınırın altında saptanmaktadır. Türkiye’ye genel bir Çinlileştirilmeyi dayatan AKP, bölgesel asgari ücret tartışmalarını sürdürerek Kürt bölgesi gibi belirli bölgelerin özellikle Çinleştirilmesi peşinde olduğunu göstermektedir. Toplusözleşme süreçleri, haklarını teslim etmek gerek, sendika bürokrasisinin de katkısıyla, ama asıl olarak sermayenin AKP Hükümeti tarafından önü ardına kadar açılıp teşvik edilen pervasız hak tanımazlığı ve kamu emekçileri bakımından da “işveren” olarak, hak tanımazlığı bizzat kendisi en ileri noktadan savunup uygulamasıyla sermaye düğün-bayramlarına çevrilmiştir. Hemen tüm AKP “iktidarı” döneminde ne sendikalı işçiler ne de memurlar enflasyonun üzerinde ücret/maaş artışı sağlayabilmişler, gerçekler ücretler azalan bir eğri çizmeyi sürdürmüştür. Zaten küçük bir azınlığın “ayrıcalığı” durumuna geriletilmiş kıdem tazminatıysa çoktan yük durumuna gelmiş ve kaldırılması tartışmaları başlatılmıştır.

 

İşçi, emekçi düşmanlığı ortada olan AKP ve hükümeti, ekonomik ve sosyal haklarına yönelik “en alt sınırı” tutturan bir politika izlerken, bu politikasını tamamlamak üzere işçi, emekçi örgütlenmesine ilişkin olarak da hak tanımaz/dağıtıcı bir çizgi izlemiştir. 12 Referandumu’nda “iki sendika hakkı” propagandası sürdürmüş olan AKP’nin hükümet ettiği dönemde işçi ve memur örgütleri olan sendikalar emek düşmanı saldırganlıktan nasiplerini almalarının yanında, işçilerin işten atılmadıkları hemen tek bir sendikalaşma girişimine tanık olunmamıştır. Hükümeti döneminde AKP, sendikalı emekçi sayısını en alt düzeye düşürmek üzere elinden geleni yapmıştır.

 

Sendikal örgütlenme hakkını tanımayan, işçi ve emekçiler açısından bu en önde gelen demokrasi talebini ayaklar altına alan AKP’nin ülkenin belli başlı iç ve dış sorunları karşısında demokratik bir tutum alması olanaksızdı ve almadı.

 

Afganistan işgaline katılımdan tutun, Libya’ya yönelik emperyalist koalisyon içinde yer alınmasına kadar emperyalist çıkarlar ve zorbalığa bağlanan politikalar izleyen AKP, Mısır’dan Tunus’a Arap ayaklanmalarında yine özellikle Amerikan emperyalist hesaplarına uygun davranıp o doğrultuda politikalar geliştirmiş, bu açıdan en uç noktaya Suriye’ye ilişkin politikalarında varmıştır. “Komşularla sıfır sorun”dan geriye kalan, “sıfıra sıfır, elde var sıfır”dır.

 

Dışarıda şiddet ve savaş politikası izleyen AKP içeride de aynı politikayı izlemiş; işçi ve emekçilere yönelik (sınıf mücadelesinin düşük seyretmesi nedeniyle açık teröre dökülmemiş ama içerik bakımından) şiddeti (hak tanımama, mücadelelerini gaz bombası, cop vb. türü uygun silahlarla bastırma) Kürt halkı söz konusu olduğunda açık terörcü niteliğe büründürerek göz açtırmamacasına sürdürmüştür. Sorunun çözümü, laf yuvarlamaların ardından, Cumhuriyet dönemi boyunca başlıca generaller tarafından sadece zora dayalı olarak uygulanagelen inkarcı politika ve tutuma bağlanmıştır. Artık yalnızca operasyonlar ve bombalamalar vardır ve AKP, Kürt sorununda adım atmak için “terör örgütünün silah bırakması”nı ön şart sayma noktasındadır.

 

Tüm laf cambazlığı ve örneğin “demokratik açılım” vb. türden spekülasyonlara karşın Kürtler bakımından AKP politikasının özü olan inkarcılık, Alevilere yönelik olarak da aynısıyla uygulanmış, Kürde Türklüğün dayatılması gibi, Alevi’ye de Sünniliği dayatmıştır.

 

AKP Hükümeti, hak arayan herkese saldırmaktadır. Gence, bilim insanlarına, hak bile aramadan yanlıca mesleğini yapmaya uğraşan gazetecilere, avukatlara.. herkese, ama herkese saldıran AKP, emperyalist efendileriyle yerli tekelci burjuvazi için tam bir “dikensiz gül bahçesi” yaratmaya uğraşmış ve epey bir mesafe de almıştır.

 

Uzatmaya gerek yok! Ancak önemli olan şudur ki, kuşkusuz eksik bırakılarak sayılmış olan politika ve uygulamalarında AKP, “partizanlık”, “kendine Müslümanlık” vb. türü yönelimlerin ötesinde bütün olarak uluslararası ve yerli tekelci sermayenin çıkarlarını esas almış, bu çıkarları gerçekleştirmek üzere çalışıp didinmiştir.

 

Öte yandan sermaye ve hükümetin saldırılarının içeride ve dışarıda olumsuz sonuçları hızla birikmekte ve içeride ve dışarıda “açmazlar” artmaktadır. Bolu Gerede’de bir anda sokaklara dökülen binlerce saya işçisiyle, yine bir anda Türk Metal’den Birleşik Metal’e sendika değiştiren binlerce metal işçisi, sermaye ve hükümetin içerideki saldırganlığının ürünlerinin göstergeleriyken, bir keşif uçağının düşürülmesiyle Suriye’yle savaşın eşiğine gelinmesi, ama Rusya vb. etkeni ve bölgedeki dengeler nedeniyle “aşağısı sakal yukarısı bıyık” misali günlerdir laf üretilmekten başka şey yapılamaz oluşu dışarıya yönelik saldırganlığının ürünlerindendir.

 

Özetle, içeride ve dışarıda tekellerin ve emperyalist efendilerin çıkarlarını gerçekleştirmeye yönelik politikalar AKP’yi yıpratmaya başlamıştır ve bundan, en azından olası istikrarsızlıklar vb. türünden sermayenin payına düşenler de olabilecektir.

 

 

***

 

 

AKP’nin şüphesiz ki asıl misyonunu oluşturan, sosyalizmi püskürtmesinin ardından üstlenmek zorunda kalmış olduğu çok sayıda masraflı “gider kalemi” gereksiz hale gelmiş olan uluslararası sermayenin “yeni” neoliberal ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik ekonomik, sosyal, siyasal vb. dünyevi saldırıların, emeği ve tüm ezilen kitleleri hedef alan içeriği ve isyan ettirici katlanılmaz gerici sınıf niteliği nedeniyle hoşnutsuzluk ve tepkilere yol açması kaçınılmazdır ve öyle olmaktadır. Hiçbir örtü kullanılmadan ve katlanılmasını sağlamaya yönelik güçlü halüsinasyonları yardıma çağırmadan, “çıplak”, dolayısıyla kolay görünür oldukları durumda, işçi ve emekçilere –yaşamı haram etme de içinde– akla gelen her şeyi reva görerek büyük burjuvazinin çıkarlarını gerçekleştirmeyi amaçlayan bu dünyevi saldırılara katlanacak kitleleri bulmak sadece zor değil, hatta olanaksızdır. Üstelik bir de, bu kitleleri dış politika amaçlarıyla yedeklemek gibi bir sorun da vardır ki, içte olduğu kadar dışta da, “işler”, izlenen saldırgan politikalar nedeniyle sarpa sarmaktadır.

 

Binlerce yıldır sömürücü sınıfların egemenliklerini sürdürmek için, başlı başına bir “ağırlık” olan sömürücü varlıklarıyla gözlerini doyurmak ya da çıkarlarını en ileriden gerçekleştirmek üzere attıkları ve atacakları adımları olanaklı kılabilmek üzere, kullandıkları iki temel yöntem olagelmiştir. Lenin’in Hıristiyan ülkeleri göz önünde bulundurarak “cellat ve papaz” olarak tanımladığı bu iki temel boyun eğdirme yönteminden biri zor, ikincisiyse iknaya yöneliktir.

 

Herhangi ideolojik, kültürel, ahlaki ve tümünden süzülmüş özel biçim olarak, insanın aczinin doğrudan ürünü dinsel önyargılar, kuşkusuz maddi dayanakları olan manevi etkenler, sömürücü sınıflar lehine bilinçsizlik durumu ve yanılsama yaratarak sömürülen kitlelerin rızasını sağlayıcı değer taşır ve egemenler tarafından bu amaçla tepe tepe kullanılırlar. Sömürülen, ezilen kitlelerin sömürülmelerine hiç değilse sessiz kalmaları sonucunu üretmek üzere rızalarını garanti edici en etkili ve bilinen “değer” dinsel içerikli olanlardır, dindir. Boşuna “din afyondur” denmemiştir; “ırmaklarından Kevser şerbetleri akan”, Huri ve Gılmanlara varıncaya dek hiçbir şeyin eksik olmadığı “bolluk”un dünyası olarak “öte dünya”yı işaret ederek, (dün feodal aristokrasinin, bugün) kapitalistlerin mülklerine geçirdiklerinden geriye nefes alacak bir yer bile kalmayan, nedenini bir türlü çözümleyemedikleri –kavranması sınıf bilincini gereksinen– sermayenin “kör egemenliği”nin geçerli olduğu gerçek dünyadaki sömürülmeleriyle başlarına bela olan yokluklara katlanmalarını isteyen din, kuşkusuz yüksek değerli bir yatıştırıcıdır ve bu niteliğiyle her gerici burjuva rejimi ve partisi tarafından, burjuvazinin gerçek dünyadaki egemenliğinin koşullarını kolaylaştırıp garanti etmek üzere yardıma çağrılmıştır, çağrılmaktadır. AKP de aynı şeyi yapmaktadır. Dini yönelimleriyle bunu genel olarak yaparken, sömürülen ve ezilen kitlelere yönelik olarak izlediği bunca saldırgan politikanın bu kitleleri kendisinden uzaklaştırıcı sonuçlarının belirtilerini görmeye başladığında, günümüzde dine ve dini değerlere özel olarak sarılır olmuştur.

 

Türban sorunu, AKP’nin baştan beri kullanageldiği “dini değerler”e örnektir. Ancak yakın zamanlardaki dini performansı göz önüne alındığında, AKP, türbanın kullanılmasını defalarca geride bırakmıştır.

 

Şimdi üstelik burjuvaziyi koruyup rahatlatmak üzere ona yönelik sınıf kini yerine geçirilmek üzere “kindar”lığı da vurgulanarak “dindar gençlik yetiştirme” nutukları atılmaktadır. Sadece nutuk olsa neyse, ama sermaye için eğitilmiş nitelikli işgücü yaratılmasını hedeflemesi yanında uysallaştırılmış, itaatkar gençlik yetiştirmek üzere dindarlaştırmayı da amaçladığı tartışmasız olan “4+4+4”lük eğitim yasası çıkarılarak bu yönde ciddi bir adım atılmıştır. Bununla kalınmamış, bir ek maddeyle, şimdilik seçmeli ders olarak “Peygamberimizin hayatı” ve “Kur’an” da eğitim müfredatına eklenmiştir. Yetmemiş, okul puanı sonunda düz okullarla eşitlenerek İmam Hatipler yaygınlaştırılmış, sadece İstanbul’da merkezi yerlerdeki 80’e yakın okulun önümüzdeki ders yılı için imam hatipleştirileceği açıklanmıştır.

 

Başbakan’ın, sanki, Uludere konusunda bir çıkar yol bulamadan sıkışıp kaldığı gündemi değiştirmek üzere bir gecede bulup çıkardığı bir “uyanıklık” görüntüsü veren Kürtaj yasağının “her kürtaj bir Uludere’dir” söylemiyle tartışma masasına sürülmesi bu kapsamdadır. Başbakan gerçi AKP Kadın Kolları’nın 3. Kongresi’nde yaptığı konuşmada “Biz, siyasi rant peşinde değiliz. Bizim tek hesabımız var, bu millet muasır medeniyetler seviyesinin üzerine çıkacak, çıkmalıdır. Bunun için de genç, dinamik nüfusa ihtiyacımız var. Bilesiniz ki, insan ekonominin temelidir, insan varsa sermaye, emek var, insan varsa tüketim, üretim var. İnsan yoksa bunların hiçbiri yok. Onun için çok gayret edeceğiz, genç nüfusu artırmanın gayreti içerisinde olacağız. Aksi takdirde 2037’de ihtiyar bir nüfusla gerilemeye başlarız…” sözleriyle gerekçelendirmekteydi yasaklamayı; sözde pek insancıldı, sermayeyi değil, insanı üstün tutuyordu vb., ama asıl olarak, büyük sermayenin çıkarları gereği büyük bir yedek işçi ordusu sağlayacak “genç, dinamik nüfus” öngördüğünü söylemekteydi. Elbette, sermayenin, genç nüfusa ve esasta emeği ölesiye rekabete zorlayacağı dev bir işsizler ordusuna ihtiyaç duyduğu ve sonuçta bir “nüfus politikası” olarak çok çocuk ve engelleyicisi olarak kürtaj vb.’nin yasa dışına itilmesinin sermayenin bu ihtiyacına denk düştüğü tartışmasızdır; ancak tabii ki tekellerin partisi olan ve onların ihtiyaçlarını karşılamaya soyunan, ama özellikle sömürülen ve ezilen yığınlara yönelik saldırgan politikasının faturası bu yığınlar indinde inandırıcılık ve dolayısıyla destek kaybı olarak önüne gelmeye başladığı son aylarda AKP’nin kürtaj tartışmasını gündeme getirmesindeki hareket ettiricisinin uzun vadeli yedek işçi ordusu yaratma yönelimi olmaktan çok, dinsel değerlerin kullanılmasıyla tabanındaki oynamaların önüne geçmek ve din propagandası aracılığıyla kendisini hedef almaya başlamış hoşnutsuzlukları yatıştırmak olduğunu düşündüren pek çok neden vardır.

 

AKP’nin zayıflama belirtileri karşısında güncel ihtiyacının dini ve dinsel değerleri yatıştırıcı olarak kullanmak olduğu ve eğitimden nüfus ve kürtaj sorununa, yeniden ve tamamen yasalaştırılan imam hatiplerin yaygınlaştırılmasından orduda inançların sorun olmaktan çıkarılmasına, Taksim’in ardından kimsesiz Çamlıca Tepesi’ne camiden tiyatro ve operalara mescide kadar bu yönde atak üstüne atak tazelemekte olmasından bellidir. Çamlıca Tepesi’ne cami ya da tiyatro ve operalara mescit yapılmasının ya da “seçmeli dersler”in sermayenin herhangi doğrudan çıkarıyla ilgisinin kurulamayacağı, ama bu “önlemler”in, harekete geçirilip etkisi pekiştirilecek dinin yatıştırıcı işlevinin sermayenin genel olarak ve dinî dolayımla egemenliğini sağlam tutmayı sağlayan güç verici sonuçlarını derlemeye matuf oldukları söylenmelidir.

 

Buradan, “öte dünya”nın şeriatçı partisi olduğu sonucu çıkarılamayacağı tartışmasız olan AKP’nin, öte yandan saldırılarını örtmeye, kitlelerin hiç değilse dinsel saiklerle rızasını almaya ihtiyacı olduğu, bu amaçla zaten dini akımlar ve tarikatların “içinden” gelmeliğiyle iyi bildiği dini, dinî mantığı ve değerleri –örneğin merkez burjuva partilerle kıyaslandığında çok daha– inandırıcı/ikna edici biçimde kullandığı; üstelik bu ihtiyacın yalnızca AKP’ye değil, ama günümüzde bu partinin temsil etmesi dolayısıyla sermayeye de özgü bir ihtiyaç olduğu ve giderilmesinin hem AKP’yi hem de sermayeyi “rahatlatacağı”/rahatlattığı ortadadır. Zorun yanında “imam”, sermaye ve hükümetin sömürülen ve ezilen yığınlar karşısında her sıkıştıklarında özellikle başvurdukları iki temel egemenlik yöntemidir.

 

 

***

 

 

Geriye, dine ve dinin kullanımına karşı mücadele; devlet açısından dinin “özel sorun” oluşu olarak laiklik, laiklikle demokrasi ilişkisi, laikliği amaçlamayan bir demokrasi mücadelesinin varsayılamayacağı ve laik devletin din karşısındaki tam tarafsızlığı, dinsel herhangi süreçlerin devlet tarafından düzenlenemezliği, devletin Diyanet vb. türü kurumlarıyla dini örgütlemeye yeltenmesinin dincilik ya da laikçilik olarak laiklikle ilgisizliği, sosyalist parti açısındansa dinin “özel sorun” olmadığı/olamayacağı, işçi ve sosyalist partilerin inançlı üyeleri olmasının anlaşılmaz bir yanı olmamasına ve bu partiler sınıf mücadelesinin ihtiyaçlarını görmezden gelerek dine karşı savaş açmak ve işçi ve emekçi kitlelere dinsizliği dayatmak gibi anarşist tutumlardan uzak duracak olmalarına karşın, materyalist partiler olarak, dinsel idealizmi eleştirmezlerse görevlerini yapmış sayılamayacakları türünden konular kalmaktadır. Türkiye ve AKP özelinde bu konuları önümüzdeki sayıda ele alacağız.

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑