İktidarın güç politikası ve kitle hareketinin mevcut durumu üzerine

AKP Hükümeti’nin “değişimci” muhafazakarlık; Amerikancı İslamcılık; Türkçü Osmanlıcılık politikasının içeride ve dışarıda daha fazla belirginleştiği, içerdiği şiddet unsurlarının yoğunluk kazandığı bir dönemden geçiyoruz. Olgulara ve bunlar arasındaki ilişkilerin seyrine bakarak, birçok bilim insanı, yazar, sosyolog ve iktisatçı da, bu yönde görüşler açıklıyorlar. Memleket manzaralarından, sözcükler aracıyla bir araya getirilecek/getirilebilecek birkaç ya da onlarca/yüzlerce “enstantane”, içinde yaşadığımız ‘manzarayı umumiye”nin, elbette ancak yaklaşık bir görünümünü verebilir. Bunlar, matematiksel büyüklükler, oranlamalar, rakamlar aracılığıyla ortaya konan iktisadi verilerin; içinde yaşadığı iktisadi-toplumsal koşullar ve geçmişten devralınanları da dahil olmak üzere, çevrelendiği ve etkisi altında olduğu maddi yaşamın üretimi ve yeniden üretiminin belirlediği düşünüş tarzına bağlanan ve yorumcusunun bakış açısına göre değişen ‘dili’ aracıyla, farklı anlamları ve sonuçları verecek şekilde ifade ediliyorlar.

“Büyük resmin” belirli kesitlerinde örneğin, biraz geçmişten alınarak belirtilirse, şunlar var: AKP milletvekillerinin, bugün, devlet aygıtındaki yerleşiklikleri ve etkinliklerinden hareketle, kürsülerden ‘bangır-bangır’ haykırmakta oldukları çeşitli “dini” –ve muhafazakar– görüşleri, on yıldır, “ekibi”/örgütüyle Türkiye’yi yöneten Tayyip Erdoğan, bir zamanlar, “Camiler kışlamız, minareler süngü, kubbeler miğfer, mü’minler asker… diye, anımsanacaktır, meydan meydan dolaşıp, “İslami düzen” yanlısı şiirler söyleyerek, İslam ile bağdaşmaz saydığı, sözde laik burjuva kurumlaşmasına meydan okuyarak, dile getiriyordu. AKP “troykası” olarak yine aynı dönemde adlandırılan Erdoğan-Gül-Arınç’ın, “Müslüman laik olamaz!” şeklinde dile gelmiş “veciz” sözleri ve “Müslüman’a eziyet” üzerine söylemleri, oldukça yaygın bir dinleyici kitlesini coşkulu gösterilere çekiyordu. Diğer yandan, çelişir gibi görünmesine rağmen, kışlaların “cami”; askerin “mü’min” işleviyle yükümlü olması ve öyle kalması için, “laik devlet”in, gelenek-görenek tüccarı yüksek yönetici kastı, elinden gelen her şeyi yapmaktan geri kalmıyordu. Cumhuriyet’in kuruluş yasalarıyla Hilafet’e son verilip, zaviye ve tarikatlar kapatılmış; devletin “laik, sosyal hukuk devleti” özelliğine vurgu yapılmış olmakla birlikte, daha 1924 Anayasa’sından başlayarak, devlet, dinin yönetimi ve örgütlenmesini; yurttaşların “dini görevlerini yerine getirme” yerlerini ve ritüellerini belirleme ve yönetme gibi, dini “merkezden yönetme” erkini de eline almıştı. Yani aslında, Erdoğan gibilerinin, Necip Fazıl’ı takiben, feryat ile ilan ettikleri “cami-kışla; mü’min askeramacı ve siyasal-askeri hattını, devlet, Diyanet İşleri Başkanlığı’nı kurarak, onu finanse edip, süreç içinde tüm ülkeyi bir ağ gibi sararak örgütlenmesini sağlayarak, bizzat “kendisi”, bu “dinci ekalite”nin yolunu açmıştı. 12 Eylül faşizminin, dini ideolojiyi kitlelerin sisteme bağlı tutulmasının araçlarından biri olarak kullanması, cunta şeflerinin ayetli, rabıta bağlantılı propaganda ve yatırımları, Erbakan’a ve örgütüne özel bir misyon biçmeleri gibi açık biçimlerle destek verip gelişmesine katkıda bulunduğu, “sol”a, komünizme ve gerçekte halkın kendisine karşı sosyal-kültürel ve siyasal ortamda, dinin toplumsal etkinliği güç kazandı.

İslami ritüelleri ve dini ideolojiyi kapitalist politikanın misyonlarından birine dönüştüren Türk milliyetçisi ve Sünni İslamcı hakim sınıf temsilcileri, sömürüye dayalı özel mülkiyet sisteminin savunusunu esas alan ideolojik tutuma, politik yaşamlarının başından beri sahip olageldiler ve bugün, birkaç on yıl öncesiyle kıyaslandığında daha güçlü kurumsal olanaklara kavuşmuş olup, devlet aygıtının hemen tüm organlarını ve ‘iktidar ipi’ni ellerinde bulunduruyorlar. Uygulamaya geçirdikleri eğitim programı, özelleştirme, emperyalist strateji ve taktiklere taşeronluk, tekelci sermayenin çıkarlarına uygun sosyal kısıtlamalar, Osmanlı İmparatorluğu zamanlarına öykünme vb. –tümü bu “yol”un, aslında onlar için çok da engebeli olmayan uğraklarında benimseyip hayalini kurdukları “dünya düzeni” felsefesiyle uyumludur. “Milli Görüş” gömleği üzerinden eski hocaları Erbakan ve taraftarlarıyla giriştikleri polemiklerinde, onun “milli sanayi-milli politika” vb. söylemlerinin uluslararası sermaye ve emperyalist büyük güçler ile ‘sorunlu’ yanlarını tümüyle bir yana bırakarak, emperyalist taşeronluğu ‘kalben-ruhen ve bedenen’ benimsediler ve tekelciliğin kazandığı güç ve merkezileşmesiyle sağladığı hakimiyetin “ruhu”na uygun bir platforma kapılandılar. Yürüttükleri bu sermaye politikasına itiraz etkenini zayıflatmak için de, dini ideolojinin etkisindeki halk kitlelerinin duygu ve iradesiyle oynayarak, Ortaçağcıl duyuş ve düşünüş tarzlarıyla tekelci kapitalizmin çürümüş her tür sözde değer yargısının bir karmasının temsilini üstlendiler. Devlet politikasından da güç alınarak, camiler “akıncı” kışlaları olarak kullanıldı, minarelerden “din düşmanı” olarak ilan edilenlere karşı “cihad” çağrıları çıkarıldı, “Tanrı”yla ilişkilendirilen bu mekanların “mü’minler”in hakkını arayan; ezilmeleri ve baskı altında tutulmalarına itiraz eden, insani yaşam koşulları isteyen gençlere, işçi ve emekçilere karşı bastırma gücü olarak kullanılmaları için, her tür entrika çevrildi. Şiirdeki içeriğiyle, ortaya çıkışında, yabancı işgal güçlerine karşı dinsel siyasetin, bir tür dünyevi siyaset özelliğiyle başkaldırısı gibi bir özelliği de bulunan yukarıdaki ‘söz’ler, artık, uluslararası sermaye ve içerdeki işbirlikçilerinin çıkarlarını savunanların dilleri ve ellerinde, “hak’ka karşı batıl”ın süngüsü; yoksula karşı zenginin sopası-copu-tankı-tüfeği haline getirildi. Dini ideolojinin ve dinsel kurumların toplumsal yaşamdaki konumu güçlendirildi. Eğitim programı, dini ideolojinin etkinliği artırılacak şekilde, 4+4+4 sistemiyle sekiz yıllık zorunlu eğitim süresi, dört yıl sonunda çocuk yaştakilerin din okullarına akışını sağlamak üzere, yeniden düzenlendi. Kuran ve Peygamber Hayatı’nın ders olarak okutulması müfredata yerleştirildi. İmam Hatip okullarının sayısı artırıldı, normal ortaöğretim okullarının bir bölümü İmam Hatip okullarına çevrildi. İllerde müftüler, öğretim müfredatına müdahaleye başladılar. Kürtaj yasağı için kampanya başlatıldı. Taksim Meydanı’na cami “projesi” yeniden hortlatıldı. Çamlıca tepelerine “ecdat yadigarı”ve AKP iktidarının “nişanesi” olacak olan “en büyük cami”nin yapılması gündeme getirildi. Kadınlara “en azından üç doğurun!” çağrıları, hükümetin başındaki kişi tarafından, her vesileyle çıkarıldı. Dinin resmi, devlet düzeyinde ve kurumsal olarak temsili, örgütlü bir aygıt ağıyla (Diyanet İşleri Başkanlığı) güçlendirilirken, okullara, işyerlerine, fabrikalara, toplu konut alanlarına, sanat kurumlarının mahallerine cami-mescit yapılması kararı alındı. Aleviler aşağılandı, Sünni Diyaneti’nin din yorumu esas alınarak politik kararlar verildi.[1] Başbakan “ulemadan sorulacak” diye meydan okudu, “badem bıyıklılar hükümeti”nin sözcüleri, söylemde “en dindar” görünmeyi ihmal etmeksizin, sermayenin dini ve kurumlarını yedekleyerek semirmesinin kapılarını ardına dek açtılar ve kendileri de, “kitle tevekkülü”nün üzerinden ve iktidar sopasının sağladığı tüm olanakları, olanaklı en sınırsız şekilde kullanarak ‘karunlaştılar’. Din ve kurumları daha fazla kapitalistleştirilir ve devletleştirilirken, tersinden kapitalizme de, devlet eliyle dini örtü daha fazla giydirildi. Kapitalizmin ‘muhafazakar’ bekçileri, kapitalist sermaye gruplarının ihtiyaçlarına uygun bir politik-ideolojik şekillenmeden geçip, şimdilerde Erdoğan’ın, ihtiyaç duyduğunda yinelemekten kaçınmadığı paranın dini imanı yok! sözüne uygun bir değişimi yaşayıp, “karunlaşırlarken, dini ideolojiyi ve kendi dinsel örgütlenmelerini, bu dünyanın yoksunluklarının ve baskısının umutsuzluğa sürüklediği milyonlarca insanın, tevatürdeki “öbür dünya”da “bir çare bulma” umudu üzerinden “mala-mülke” çevirme kurnazlığından da bir an olsun geri durmadılar. Bu bakımdan, AKP ve hükümetinin “Yeni Osmanlıcı”, “Siyasal İslamcı İktidar” olarak tanımlanması ya da öyle görülmesi, Türkiye’nin günümüzdeki ‘umumi manzarası’nda,”zamanın ruhu”na çok da aykırı düşmeyen bir değişimin bir türden ifadelendirilmesi olarak alınabilir. AKP gibi kapitalist ve kapitalistlerin parti ve hükümeti, evet, hem bir tür yeni Osmanlıcıdır, hem de “zamanın”; daha doğru deyişle, kapitalist iktisadi-toplumsal sistemin “ruhu”yla uyumlu ve onun tarafından yedeklenmiş İslami politikaların partisi ve hükümetidir. Recep T. Erdoğan ve hükümetinin diğer yetkilileri, kapitalizmin yoksulluk ve yoksunluğa, işsizlik ve açlığa mahkum ettiği on milyonları, iktidar sopasıyla ve onların içinde bulundukları durumu “kaderleri-alın yazılarının sonucu” gören geleneksel etkiyi egemen ideoloji ve söylemin gücüne dönüştürerek ve padişah ulufeleriyle yedeklemeyi sürdürüyorlar. Bunu belirli şekilde başardıkları ise, ayrıca kanıt gerektirmeyecek denli açıktır ve bu başarı, sermaye ve geleneksel gericiliğin başarısıdır. Araştırma kurumlarının sık sık açıkladıkları üzere, tüm saldırılara rağmen, kitle desteğinde ciddi bir erime-gerileme de henüz esas olarak görünmemektedir.[2]

Güç ilişkilerinin bu seyri ve kitle hareketinin güncel durumu, yalnızca alt sınıflarla orta-alt kesimlerin, halkın en ileri, hakları için mücadelede daha deneyimli kesimlerinin içinde değil, ilerici aydınlar arasında da ve bazıları yönünden söylenecek olursa, belli-belirsiz bir umutsuzluk durumuna da işaret etmek üzere, “bunca saldırganlığına, Amerikan politikaları savunuculuğuna, emperyalist çıkarların taşeronluğunu yapmasına, tekellerin yağması için halkın tüm kesimlerini zapturapt altına almasına ve giderek baskıyı yoğunlaştırmasına, Kürtlere, Alevilere saldırıyı ve hakareti sürdürmesine, en düşük düzeyli muhalefeti bile hainlikle suçlayıp, ezmekle tehdit edecek kadar pervasız davranmasına karşın, AKP ve hükümetinin nasıl oluyor da güçlü bir destek bulmaya devam ediyor?”şeklinde özetlenebilecek bir kaygının dile getirilmesine yol açmış bulunuyor.[3]

Burada, ‘mealen’ özetlenerek dile getirilen soru ve sorunun, hakları için uyanmış, kendi durumlarının bilincine ulaşmış ileri işçi ve emekçiyle ilerici aydın çevrelerinde de belirli bir endişeyle birlikte dile getiriliyor olması, bugünkü durumun, sosyo ekonomik, sosyo-psikolojik, kültürel, siyasal ve diğer çeşitli etkenler söz konusu edilerek, iktisadi sosyal gelişmeler, sınıf mücadelesinin kapsam ve düzeyi; bunun iç ve uluslararası etkenleri ve somut durumu gibi çok geniş bir nedenler ve etkenler ‘bileşimi’yle bağıntılı olarak, nedenler ve sonuçlar bağlamında irdelenmesini, elbette gerekli kılmaktadır. Ancak burada biz, gerek dergimizin çeşitli önceki makalelerindeki konunun şu ya da bu kapsam ve içerikte irdelenmiş olması, gerekse bütün bu yanlarıyla ele almanın bir dergi makalesinin sınırlarını zorlaması nedeniyle, daha dar bir alanla sınırlı kalmak durumundayız.

Kuşkusuz, aşağıda çok özet olarak dikkat çekilecek olan devlet-hükümet politikaları ve uygulamaları ve bunların da ürünü ve ifadesi oldukları sömürü ve baskı koşullarının daha kapsamlı ve etkili bir karşı hareketi ‘kışkırtması’ beklentisi ve kaçınılmazlığı düşüncesi, bir beklenti olarak, hareketin devinimi, gelişme ve değişim diyalektiği; sınıf mücadelesinin kaçınılmazlıkları yönünden, “olamaz” ya da “olmaması gereken!” diye kestirilip atılacak türden değildir. Aksine, bu tür bir kaygı, olsa- olsa, bir bölümüyle bu tür beklentilere aykırılık gösteren gelişmelerin, sınıf mücadelesinin yasaları ve karmaşık gelişme seyrinin yeteri açıklıkla anlaşılamamasına, yeteri doğrulukla kavranmamasına yorumlanabilir ki, bu da, bu sorun üzerinde bir kez daha durmayı gerekli kılar.

SERMAYE VE HÜKÜMETİNİN POLİTİKALARI VE KİTLELERİN DAVRANIŞI

Söz konusu soru(n)a bir yanıt için, her şeyden önce, iktidar politikalarının karakterine; bu politikaların kapitalistler için ve işçi sınıfı ve emekçilere karşıt olarak yarattığı sonuçlara bakmak gerekiyor. Ülkenin siyasal-sosyal ‘manzarası’nda hemen göze çarpan en çıplak olgu ve gelişmelere, çok özet olarak da olsa baktığımızda ise, şunları görüyoruz: İşsizlik resmi rakamlarla %11-14 arasında değişmektedir. 12 milyon civarındaki işçinin 4.5 milyonu sosyal güvenlikten yoksun, kayıtsız işlerde, 5 milyonu asgari ücretin altındaki bir ücretle çalışmakta; ülke nüfusunun 13,5 milyonu yoksulluk sınırlarında bulunmaktadır. Sendikalaşma dahil işçi ve emekçilerin örgütlenme çabaları devlet ve hükümetin yasal ve fiili zor uygulamaları ve yasaklarıyla karşılaşmakta; polis ve jandarma, kapitalistlerin kolluk kuvveti işleviyle, işçilerin ve hakları için mücadeleye yönelen halk kitlelerinin karşısına çıkmaktadır. Eğitim ve sağlık neredeyse tümüyle paralı hale getirilmiş, büyük oranda özelleştirilmiş, tekellerin kâr amacıyla işlevli hale getirilmiştir. Sosyal haklar geriye çekilmiş, kısıtlanmıştır. Sosyal-ekonomik yoksunluk, yoksullaşma, pazarda bolluk gösteren metalar yığınından ihtiyaçlarını karşılayacak kadarına sahip olamama; eğitim ve sağlık, barınma ve iletişim alanındaki büyüyen bunaltıcı baskı ve kötüleşme, bu ‘manzara’da hemen görülebilir olanlar arasındadır.

2008 Krizi’nin yükünü işçi ve emekçilerin sırtına yıkmak için, Erdoğan Hükümeti, işçilerin kitleler halinde sokağa atılmasını, esnek çalışmanın yaygınlaştırılmasını, ücretlerin düşürülmesini içeren ekonomi politikayı uygulamaktan kaçınmadı. Sendika patronlarının tutumundan da güç alan hükümet ve patronlar, metal işkolu işçilerinin ücretlerini, işçilerin direnişine rağmen, % 35 oranında düşürebildiler. Ücret ve maaşların düşürülmesi ve düşük tutulması tüm ücretli-maaşlı iş alanlarında pratiğe geçirildi. Çalışma süreleri uzatıldı, özelleştirmeler hızlandırıldı, işçi ücretlerinden kesintilerle biriktirilen fon parasının ve Hazine ve Merkez Bankası kaynaklarının büyük sermayeye peşkeş çekilmesine hız verildi. Sendikasız ve sigortasız; sosyal güvenlikten yoksun ve düşük ücretle çalıştırılan işçilerin özellikle genç kesimleri, çok geniş şekilde işten atmayla karşı karşıya kaldılar. İş için sözde güvence, düşük ücret koşuluna bağlandı. Sefalet, yoksullaşma bir yanda, artan milyarder sayısı ve büyük sermayenin büyüyen servet ve sermayesi diğer yandaydı ve AKP, ikincilerin “sesi” ve sopasıydı.

Kürtlerin ulusal hak eşitliği isteminin polis-asker gücüyle ve “silah üstünlüğü”nün yanı sıra devlet aygıtını elde tutmanın rahatlığıyla reddedildiği; binlerce Kürt aktivisti ve politikacısının zindanlara kapatıldığı; Kürtçe anadilde eğitim talebinin yasa ve zor engeliyle geri çevrildiği; Alevi mezhebinden insanların, asgari ifadesini “devletin dinden-dinin devletten elini çekmesi”nde bulan burjuva laisizmine uygun bir “dine yaklaşım”ı hükümet ve devletten beklediği ve fakat bu beklentisine karşılık olarak aşağılanma ve “Müslümansanız camilere gelin!” çalımı ve dayatmasıyla karşılaştıkları; parasız-demokratik ve bilimsel eğitim talebinde bulundukları için yüzlerce gencin, eğitim hakkı gaspedilerek cezaevlerine kapatıldıkları, işten atılan, ücreti düşürülen, sendikal örgütlenmesi engellenen işçinin en küçük itirazı ve direnişinin polis zorbalığıyla karşılaştığı; yasal gösteri-miting-basın açıklaması haklarını kullanmaya çalışan işçi-memur-genç-aydın herkesin “Hocaefendi”(!) ile yeni sultan padişah’ın polis birlikleri tarafından anında derdest edildikleri; valilerin sıkıyönetim komutanı yetkisi kullanıp, üç kişilik mahkeme heyeti ve özel yetkili kılınmış bir tür olağanüstü hal savcılarının, kendilerini herkesin “kaderini belirleme” yetkisinde görüp, kitlesel tutuklamalara giriştiği ve hükümete muhalif kim varsa susturmayı esas aldıkları bir yönetme politikası uygulanıyor. 2 Temmuz Madımak katliamının 19. yılı anma etkinliğini düzenleyenler hakkında soruşturma açılır, milletvekillerinin tertip komitesini oluşturdukları miting izni BDP’ne verilmez ve bu parti ile emekçilerin hakları için mücadele eden parti ve örgütler saldırı hedefine konurken, Hizbullah’ın cinayetleri kanıtlanmış militanları dışarı salınarak, Diyarbakır’da kitlesel gövde gösterisi yapmalarına olanak tanındı. Devlet güçlerinin yanı sıra kurşun atan faşist militanlar, özel yasal düzenlemelerle dışarı çıkarıldılar ve onlar, basın aracıyla “başbakana bu kıyağı için teşekkürlerini” sundular. Anayasa ve yasalarda, “herkes, şiddet kullanmaksızın, gösteri ve miting yapma hakkına sahiptir” diye yazılı olmasına rağmen, tam da burjuva demokrasisinin, günümüzde, büyük burjuvazi yararına bir azınlık diktasına denk geldiğini; bir tekel “demokrasisi” olduğunu doğrulayacak şekilde, insani hakları ayakaltına alınıp çiğnendiği için direnenler, “terörist” ilan edilerek zindanlara kapatılmaktadırlar.[4] AKP’nin ‘Anayasa Komisyonu’na getirdiği sözüm ona basın özgürlüğü maddesinde: “Basın hürriyeti”nin, “milli güvenliğin, kamu düzeninin, genel ahlakın korunması, suçların önlenmesi…” üzerinden tarif edilmesi, basın hürriyeti sıralamasında 148. sıradaki Türkiye’de, devlet-hükümet politikasının ana ilkesinin, sermaye tahakkümüne karşı her türden fikrin yasak sayılması geleneğinde ısrar olduğunu gösteriyor. “Genel ahlak”, “kamu düzeni”, “milli güvenlik”, “suçların önlenmesi”, geçmişten bugüne, malum olduğu üzere, baskı ve yasaklamaların, cezalandırma ve zindana tıkmaların gerekçesini oluşturmuştur.

İşçiler ve kamu emekçileri, hükümetin ve sermayenin saldırılarına karşı açık ki çeşitli direnişler örgütlediler; işsizlik, sendikasızlaştırma, taşeronlaştırma, düşük ücret ve sosyal hak yoksunluğu dayatmasına çeşitli biçimlerde karşı çıktılar. Tekel işçilerinin 78 gün süren eylemleri, kamu emekçilerinin –özellikle eğitim ve sağlık alanında– değişik zamanlarda giriştikleri ve yüz binleri kapsayan grev, miting ve çeşitli türden diğer gösterileri bunlardan bazılarıydı. Metal, tekstil, petro-kimya, gıda, işçileri; eğitim, sağlık ve diğer bazı kamu emekçileri, işten atmaların önlenmesi, ücretlerin artırılması ve çalışma koşullarının iyileştirilmesi için; özelleştirmelerin durdurulması, eğitim ve sağlık hizmetlerinin ticarileştirilmesine son verilmesi, iş cinayetlerinin önlenmesi gibi taleplerle çeşitli eylemler düzenlediler. Ancak, işçi sınıfı ve emekçiler, işkolları, bölge, milliyet kökeni ve ‘inanç farklılıkları’ nedeniyle içinde bulundukları ve henüz aşılamayan bölünmüşlükleri; sermaye partilerinin emekçiler üzerindeki ve içindeki ideolojik-siyasal ve kültürel etkisinin devam ediyor olması ve de sendikal merkezlerin uzlaşmacı politikasının ve hareketin dağınıklığı-örgütsüzlüğü ve düşük düzeyinin de rol oynadığı nedenlerle bu saldırıları püskürtecek bir başarı sağlayamadılar. İleri işçi kitlesinin, sermayeye karşı etkili bir kitle mücadelesini örgütlemesi mümkün olamadığı gibi, işçi ve emekçilerin kendiliğinden hareketinin büyük patlamalar halinde sermaye ve hükümetlerinin karşısına çıkışı da gerçekleşemedi. Sermaye hükümetini, pervasızca saldırıya cesaretlendiren en önemli etkenlerden biriydi bu. Bu pervasızca saldırılara karşı, daha kitlesel direnç hareketlerinin ortaya çıkması beklentisine aykırı düşecek şekilde, kitle hareketi ve direnişinin zayıflığı ve düşük düzeydeki seyri, başkaca sonuçlarının yanı sıra; yukarıdaki türden kaygı ve soruların gündeme gelmesinde rol oynamaktadır. İşçi sınıfı ve emekçi hareketinin bu zayıflığında rol oynayan bu çok çeşitli etkenlerden bazıları, diğerleriyle kıyaslandıklarında, daha öne çıkmakta; denebilir ki etkileri daha fazla olmaktadır. Nedir bunlar?

SERMAYENİN, KURULU “DÜZENİ”NE DAYANAN GÜCÜ, ENTRİKALARI VE EMEKÇİLERİN SINIF DÜŞMANINI TANI(YAMA)MA SORUNU

Kapitalizm, emek gücü sömürüsü temeli üzerinde, burjuvazinin kendi saflarındaki rekabetin, sermaye ve servetin giderek daralan-az sayıdaki kişinin elinde toplanmasına doğru; büyük çoğunluğun üretim araçlarının mülkiyetinden yoksun kılınarak, proletaryanın saflarına itilmesine doğru bir tarihsel eğilim gösterir. Toplumsal gelişmenin yeni ürün ihtiyacını doğurması, yeni kapitalist sektörlerin ortaya çıkışı ve bununla birlikte yeni işçi kesimlerinin doğuşu ile birlikte, bu tarihsel eğilimin sonuçlarından biri olarak, işçi sınıfının safları geçmişle kıyas kabul etmez şekilde büyürken, işçi ve emekçilerin; yoksullar ve ezilenlerin, sümürücü sınıf(lar)a ve onların çıkarlarının savunuculuğunu yapan iktidar güçlerine karşı tepki ve başkaldırılarının nesnel koşulları daha da olgunlaşır ve emekçi mücadelesinin güçleri için, sermayeye karşı mücadele olanakları genişler. Hareketin ve tarihsel gelişmenin yönü bu doğrultuda olmakla birlikte, günümüzde görüldüğü türden geriye düşüşler, zikzaklı ilerlemeler, yükseliş ve alçalışlarla ilerleyen bir mücadelenin yanı sıra, kitlelerin, küçümsenemez bölümleriyle sınıf düşmanlarının politikalarına yedeklendikleri ya da aldatılarak kendi çıkarlarının aleyhine olacak şekilde tutum ve eyleme çekildikleri durumlar da söz konusu olabilmektedir.

Emekçi kitleler, içinde bulundukları iktisadi-toplumsal koşullarda, egemen burjuva ve geleneksel düşünüş tarzlarının etkisi altında, sınıf birliğini sağlamaktan uzak oldukları; sömürülen sınıf ve kitleler olarak kendi hakları için ve sömürüden kurtuluş hedefinde birliği sağlayamadıkları durumlarda, çıkarlarına olmayan politikalara yedeklenebiliyor, sınıf düşmanının başarılı olmasına güç verebiliyorlar. Polis-patron ve hükümet baskısının yanı sıra, işsizlik ve işten atılma tehdidi; işçi hareketinin örgütlü kesimlerini kontrol altında tutan sermaye çizgisindeki sendikal merkezlerin politikası vb. nedenlerle ya gerçekleşmemekte ya da kısmen mümkün olabilmektedir. Hareketin bu durumu ise, tersinden, sermaye ve hükümetinin işini kolaylaştırıcı etkenlerin denebilir ki en önemlilerinden biri olmaktadır.

Bu gibi durumlar, kuşku yok ki, bir çelişkili durumdur ve gerçek o ki, değişmeye; yerini sömürülen ve ezilenlerin, sermaye ve güçleri-kurumlarına karşı uzlaşmaz mücadelesine bırakmaya zorunlu bir durumdur. Bununla birlikte, yukarıda işaret edildiği üzere, hareketin bugünkü durumunu içten bir kaygıyla, ancak mücadelenin daha ileriden örülmesi için duyulan istenç ve eğilimi de ifade etmek üzere, gündeme getiren düşünceler ya da itirazlar ile bugünkü durumu, düzenin kalıcılığı ve değişmezliğine; bunun da bir etkeni olarak sınıf mücüdelesinin “olamazlığı”na yorumlayan kimi “eski sosyalist” yeni liberal, sağ muhafazakar ve milliyetçi yazar ve ideologların tutumunu birbirinden ayırt etmek zorunludur. Bu ikincilerin, mevcut –ve fakat değişmeye mahkum durumu, “sınıflar mücadelesi”ni toplumsal tarihin başlıca en önemli ve maddi-nesnel gerçeği kabul eden ‘dünya görüşü’nü, sözüm ona mahkum etmek veya en azından kuşkulu göstermek üzere kullanmak istedikleri kesindir. Bu sağ-”sol” liberal-gerici yazar, politikacı ve ideologlar, kapitalist toplumsal sistemin yok edilemezliğini sözüm ona kanıtlamak üzere, olan ve olmakta olanı değişim ile bağlantılandırmakta, bu değişimi de özellikle işçi ve emekçilerin kendi kurtuluşları için mücadelesinin “artık olamazlığı”na sebep gösterecek şekilde yorumlayarak, iddialarını, en yakın örnek, yani AKP’ne kitle desteğiyle de kanıtlamaya çalışmaktadırlar. “İşte diyorlar onlar tüm sınıflardan insanlar bu partinin saflarında bir aradadırlar!

“Bir aradalık” ve “aynı gemide olma”(!) propagandası, kapitalizme karşı işçi-ve emekçi mücadelesinin karşısına çıkarılan en bildik nakarattır. Sınıf çelişkilerinin üstünü örtmek, kapitalist işletme ve üretim araçları sahipliği ile emek gücünü satarak yaşam mücadelesi içinde olma hali arasında herhangi fark olmadığı yalanına inandırıcılık kazandırmak, sermaye adına iktisadi-sosyal politika ve uygulamaları, kısacası kapitalist tarzda üretim ilişkilerini sürdürmek üzere, sınıf işbirliğine çıkarılan davetiyedir. Etkili olduğu ve kitlelerin kendi çıkarları için mücadelesinde dalga kırıcı olmakla kalmayıp, onların sermaye politikalarına güç veren çeşitli kabullenmelere yönelmelerinde etken olarak rol oynadığı, somut bir durumdur.

Sermaye politikası ve partilerinin başarısının da en önemli etkenlerinden biri olan bu durum, her şeyden önce, kapitalist üretim sisteminin, emekçileri içinde tuttuğu ilişki tarzıyla bağlı olup, iç-dış çeşitli etkenler tarafından koşullanmıştır. Bunların öne çıkan en önemli ikisi, işçi ve emekçilerin bölünmüşlüğü ve burjuva ideolojik etkinin henüz kırılamamış olan hakimiyetidir.

A-) EMEKÇİLERİN BÖLÜNMÜŞLÜĞÜ; SERMAYENİN GÜCÜ VE SALDIRISI

Kapitalizmin bir özelliği de, pazarların denetimi için amansız kapitalist rekabetin yanı sıra, işçileri de birbirlerine karşı rekabete sürüklemesi/zorlamasıdır. İşsizlik, kâr için üretim nedeniyle, kapitalizmin kaçınamayacağı ürünüdür. Daha fazla kâr ve pazarda daha fazla pay kapmak, hatta tüm pazarı kendi denetimine almak için tekelci-kapitalist rekabet, sadece küçük kapitalistlerin-küçük ve orta tarımsal ve kapitalist işletmelerin büyükler yararına yok olmasına, onlar tarafından yutulmasına; bu kesimlerin iflasa sürüklenmiş nüfusunun proletaryanın saflarına doğru itilmesine değil, makinenin durmaksızın yetkinleştirilmesiyle artan sayıdaki işçinin işsiz kitlelerine katılmasına da yol açar. Sektörel, bölgesel, etnik, dinsel farklılıkların yol açtığı ‘bölünme’yle birlikte bu durum, işçiler arasındaki dayanışmayı zayıflatır, sınıf bilinciyle mücadeleye darbe vurur. İşçiler kapitalist şoven milliyetçi görüşler, dini inançlar ve mezhepler aracıyla; burjuva sendikal akımlar ve çeşitli sermaye partilerinin görüşlerine kapılmış olarak da bölünmüşlerdir.

Son yirmi yılda, işçi-emekçi hareketinin en önemli özelliği, bu parçalılık gösteren durumun dolaysız rol oynadığı, sermaye ve hükümetlerinin saldırıları karşısında, istikrarlı kitlesel bir karşı koyuşu gerçekleştirmeyi başaramamış olmasıdır. 1980 sonrası süreçte ve uluslararası alanda yürürlüğe konan özelleştirme, esnek çalışma yöntemleri, taşeronlaştırmanın yaygın uygulanışı ve bununla birlikte emekgücünün çok büyük bir kesiminin sosyal haklardan yoksun, ‘güvencesiz işler’de istihdam edilmesi, bu bölünmüşlüğün, hareketin birleşik-kitlesel bir sınıf davranışı göstermesini daha fazla zorlaştıran bir işlev görmesine yol açmıştır. Neo-liberalizm olarak ifade edilen mali sermaye ve tekellerin uluslararası saldırısı, ideolojik, kültürel ve ekonomik, sosyal-siyasal tüm alanları kapsayan boyutlarıyla emekçileri kuşatırken, en önemli hedefi, işçi hareketini geriye atmak, etkisizleştirmek üzere daha ciddi boyutlarda tahakküm altına almak olmuştur.

Bu saldırı, Türkiye’de 24 Ocak kararları ve 12 Eylül faşist diktatörlüğünde siyasal iktisadi ifadesini bulurken, işçilerin ve diğer emekçi kesimlerin örgütlü kesimlerinin dağıtılması, sendikaların tümüyle sermayenin çıkarlarıyla uyumlu kılınması için yeni yasal düzenlemelerin yapılması, grev, gösteri, dayanışma grevinin yasaklanması, özelleştirmenin yaygınlaştırılması gibi uygulamaların, işçi-emekçi hareketine etkileri bugün de sürmekte olan kapsamlı darbeler vuruldu. Sonuç, sözcüğün gerçek anlamında hareketin, mücadele içinde kazanılmış mevzilerinden sökülmesi ve sınıfsal tutuma ilişkin deneyimlerinden uzaklaştırılarak, geriye atılması oldu. Kendi sınıfının çıkarları için ortak sınıf tutumuyla hareket etme anlayışının en büyük darbeyi yediği bu süreçte, işçiler kuşkusuz, işten atılmaya, ücretlerinin düşürülmesine, çalışma süresinin mutlak ve nispi olarak uzatılmasına ve iş koşullarının ağırlaştırılmasına karşı, en küçük fırsatı değerlendirerek ya da hatta açlık ve işşizliğe karşı her türden saldırıyı göze alarak çeşitli direniş biçimleri geliştirdiler. Ama bu direnişin genel karakteri, lokal, sektörel ve hatta tek tek işyerleriyle sınırlı kalmaları; haliyle de etkisinin zayıflığıydı. Ara sıra daha geniş katılımlı, kitlesel büyük gösteriler ve bir günlük ‘genel eylem’-genel grev türü direnişler olmakla birlikte, hareketin birleşik bir sınıf hareketi olarak gelişmesi mümkün olmadı/olamadı.

B-) İNANÇLAR VE GELENEKLERİN ARTAN İSTİSMARI, BURJUVA İDEOLOJİK ETKİNİN GÜÇ KAZANMASI

İşçi-emekçi hareketinin içinde bulunduğu bugünkü durumun bir diğer etkeni, burjuvazinin yürüttüğü ve uluslararası alanda neoliberal ideolojik kuşatmayla da bağlı olarak yoğunluk kazanan şovenist-milliyetçi, etnik ve dinsel-mezhepsel anlayışların sınıf hareketi içindeki ve üzerindeki etkisinin güç kazanmış olmasıdır. Bu etki, sınıf bileşiminin ve tarihsel gelişmesinin içerdiği, hareketi zayıflatıcı işlev gören parçalı, kır ilişkileriyle tümüyle kopuşmamış, küçük işletme ağırlıklı bileşimi; bilinç ve örgütlenme düzeyinin geriliği gibi etkenlerle birlikte, sınıf bilincinin büyük darbe yemesinde ve yerine etnik-dinsel “kimlik” bilincinin ikame olmasında işlev gördü. Kapitalist parti fraksiyonlarının, bu, denebilir ki “alt kimlikler” üzerinden yürüttükleri propaganda ile birlikte, sendikal merkezlerin bürokrat yöneticilerinin sermaye ile uzlaşma içinde ve aynı yöndeki tutumları, işçilerin sermaye ve sermaye parti ve hükümetleri karşısında kendi sınıf çıkarları için etkili mücadelesini önlemekle kalmadı, bu sınıf düşmanı politika ve güçler tarafından yığınsal olarak etki altına alınmalarını sağladı.

Bu dönemin bir özelliği de, kapitalizmin; emperyalist gericilik ve tüm ülkelerin egemenlerinin, Ortaçağ’ın bütün karanlık anlayış ve düşünüş tarzlarını, ‘inanç’ ve geleneklerin en geri biçimlerini, bir kez daha sarılmak ve kullanmak üzere “yardıma çağırması”dır. En çürümüş biçimiyle Amerikan emperyalizmi ve Bush’un Evangelist çığırtkanlığında ifadesini bulan ve uluslararası alanda, ilişkileri ve gelişmeleri etkilemenin aracı olarak kullanılan dinsel ideoloji, çeşitli biçimleriyle ülkeler, uluslar ve sınıflar arası ilişkilerin mali oligarşi ve tekeller yararına düzenlenmesi için kullanılan dine bu iki yüzlü, çıkarcı sarılma, özellikle “İslam Dünyası” olarak adlandırılan bölge ve ülkelere yönelik emperyalist politikaların son yirmi-otuz yıllık süreçte öne çıkarılan bir özelliği olarak rol oynadı. Başlıca, Huntington’un “Medeniyetler Savaşı” tezinde içerilen geri İslam-İleri Hıristiyan “milletler ve medeniyetler çatışması” kurgusunda ve ABD’nin “Ilımlı İslam-radikal İslam” ayrımında[5] ifadesini bulan, dinsel ideolojinin bu uluslararası kullanılışı, sonuçları yönünden, en önemli darbeyi, işçi sınıfı ve emekçilerin kendi sınıf talepleri/hakları için mücadelesine vurdu. Bu mücadelenin güçlerini “inanç ve etnik köken farkları” üzerinden bir kez daha bölme işlevini, denebilir ki başarıyla yerine getirdi. Batılı emperyalistlerin, özellikle de ABD’nin “İslam”ı bölerek yedekleme politikasının kışkırttığı; önceki süreçte bizzat onlar tarafından organize edilerek kullanılan El Kaide-Taliban gibi örgütlerin güç kazandığı bu sürecin bir yerinde; 2001-2003 Irak ve Afganistan işgalleriyle birlikte, bu “eski dostlar” birbirleriyle çatışır duruma düştüler. “Ilımlı İslam”a emperyalist gerici referansın öne çıkması böyle bir gelişmeye denk düştü. Ama bu da gerçekte bir görüntüden ibaretti. Ayırt edici kriter, emperyalist çıkarlara hizmet; bu çıkarların ifadesi politikalara yedeklenmek; uluslararası tekellerin yağmasına aracı olmayı kabullenmekti. Bunu kabullenen, isterse “Müslüman Kardeşler” gibi, en gericisinden şeriatçı örgütler olsunlar, ABD ve Batılı emperyalist çakalların desteğinden mahrum olmayacaktı, olmadılar da. Bir dönemler, özellikle Arap ulusalcısı Nasır’ın ve Sovyetler Birliği’yle ittifak halindeki Baas Partileri’nin politikalarında dışa vuran laik ya da İslami özellikler de taşıyan çizgi ve yönetimlerin (özellikle Irak ve Suriye) düşman ilan edilerek çökertilme stratejisine hedef alınmaları, ve fakat Suudi Vahabileri gibi, şeriatçılıkta başı çekenlerle her türlü işbirliğinden geri durulmamış olması, açık bir göstergeydi. Bu emperyalist politikaya karşı çıkanları bertaraf etmek için ise, din-mezhep ayrımcılığından, milliyet farklarına kadar her şey istismar ediliyor; ‘modern kapitalizm’in sözüm ona geride bıraktığı, örneğin Sünni-Alevi ayrımcılığı üzerinden gelişen/gelişecek çatışmalar körükleniyordu.

Kapitalist uluslararası güçlerin bu politikası (dini araç olarak kullanma), özellikle Arap “İslam” ülkelerinde ve Türkiye’de din üzerinden politika yapan sermaye güçleri ve partilerinin kitle dayanaklarını güçlendirmelerinde etkenlerden biri olarak rol oynadı. Bu partilerden bir kısmı, sahte bir antiemperyalist söylemle ve ama dini referans alan politikalarla güç toplamaya çalışırlarken (Refah Partisi), diğer bazıları da, emperyalizm ve özellikle de ABD ile işbirliğini ilerleterek, onun “ılımlılık” söyleminin eşlik ettiği yedekleme ve kullanma politikasına olumlu yanıtlarının karşılığını, “güvenilir stratejik müttefik” söyleminde ve sermaye akış hızını kesmek için özel bir bariyerle karşılaşmama şeklinde gördüler. Bir dönemlerin kesintisiz anti komünist propagandasının din-gelenek-görenek-millilik üzerinden sürdürülmesinin ve ABD müttefikliği-NATO üyeliği sürecinin bu sözde millici-ananeci konumun “garantisi” olarak gösterilmiş olması, kitlelerin hiç de küçümsenemeyecek bir bölümünde, bu işbirliği ve “güvenilir ilişki”nin sürdürülmesi anlayışının etkili olmasını sağlarken, AKP’nin işbirlikçi hattı, Irak ve Afganistan işgalleriyle artan antiemperyalist tepkinin süreç içinde, geriye düşmesinde, etkenlerden biri olarak rol oynadı. AKP’nin işbirlikçi politikalarından rahatsız olan ve emperyalist saldırganlık ve işgallere öfke duyan “Müslüman anti kapitalistler” benzeri gruplar ortaya çıkmasına rağmen, iki binli ilk yıllarda % 70-80’lere yükselen anti Amerikan öfke, AKP’nin yatıştırmacı, uzlaşmacı politikalarıyla yarı yarıya geriye düştü.[6]

Tayyip Erdoğan ve hükümeti, bu ayrımcılığı bölgenin öteki “İslam ülkeleri”yle, bu ülkelerin devlet yöneticileriyle ilişkilere dek genişletip, İran, Suriye ve Irak’taki gelişmelere, Sünni Arap yönetimleriyle birlikte müdahaleye yönelirken; Suriye yönetimini yıkmak üzere paralı gurkaların örgütlenmesine yardım etmek ve büyük çaplı sabotajlarla Esat yönetimini “saf dışı bırakmak” üzere, yoğun bir çaba içine girmiştir. “Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır” söylemini, kendi ülkesinde izlediği politikaları örtmek ve dikkatleri dışarıya çekmek üzere sürdüren bu yönetim, Kürtlere bombalarla saldırmaktan, Alevilere zulüm etmekten, gençleri ve kadın emekçileri polis zorbalığıyla susturmaya çalışmaktan geri durmazken, özellikle Sünni İslam kesimleri yedeklemek üzere, dinsel ideoloji ağırlıklı propagandaya ağırlık verdi. Kürt ulusal direnişi ve politik Kürt hareketini “Müslüman olmamak”la vurmaya çalıştı, “Alevilik Ali’yi sevmekse, en çok ben Aleviyim” demagojisi ve “Alevi Çalıştayları” manevralarıyla Alevilerin bir kesimini yedeklemeye girişti. Hükümet-devlet olanaklarıyla güçlendirilerek sürdürülen bu propaganda, kitlelerin, sermaye çıkarları için, sermayeye karşı kitle mücadelesini güçten düşürmek amaçlı olarak bölünmüş halde tutulması hedefiyle birlikte, “Müslüman-Müslüman olmayan”; “inançlı-inançsız” ayrımı üzerinden ‘derinleştirilip’ yaygınlaştırıldı.[7]

Bu politika, kitleler üzerindeki etkisiyle, işçi ve emekçilerin kendi talepleri için mücadelesine büyük darbeler vurdu; hareketin gücünü önemli oranda kırdı ve bunun da sonuçlarından biri olarak, hükümet-devlet gücünün hakim konumunu güçlendirdi. Ancak bu olgunun yalnızca bir yanını oluşturuyor. Diğer yandan bu saldırganlık, burjuvazi ve onun güncel olarak en saldırgan partisi ve hükümetinin şahsında sermayenin halk düşmanı “kimliği”nin daha net tanınması için çok zengin bir malzeme sağlıyor.

Gerek sınıf mücadelesi tarihinin bugüne gelen deneyim(ler)i, gerekse güncel olarak yaşananlar, gerçeğin ayırdına varmak üzere bakmasını bilen her emekçi için “inançlar” üzerinden politika yapan sermaye temsilcilerinin, “paranın dini imanı yoktur! demagojik söylemine rağmen, –ki sermaye için tanrı da, iman da, din de, para ve daha fazla kârdır ve bu anlamıyla paranın dini imanı olmadığı doğrudur– nasıl da zenginleştiklerini, ‘karunlaştıkları’nı, görmeleri için, aslında oldukça çarpıcıdır. Dini, politikanın aracı olarak kullanan ve egemen politik söylemle “yüzde doksan dokuzu Müslüman” halkın aldanmışlıkları üzerinden palazlanan sağ-gerici; Kürtlere ve komşu ülkeler halklarına karşı Türkçü-yeni Osmanlıcı; emperyalistler karşısında uşak ve işbirlikçi politikacı ve yöneticilerin, aileleri-yakınları ve çevreleriyle kısa sürede zenginleşip milyarder-trilyonerler arasına katılmaları, Özal-Çiller-Erdoğan hükümetleri döneminin yalın gerçeklikleri arasındadır. Son otuz yılın yönetiminde yer alan ve “İslam-Müslüman-inanç, din” söylemini elden bırakmayan Özal-Erbakan-Türkeş, Çiller, Erdoğan ailelerinin mali durumlarındaki değişim, onların başında bulundukları hükümetlerde görev almış çok sayıda insanın, Kemal Unakıtan’ın “nadir temsilci”si olduğu üzere, karunlaştıkları biliniyor. Özal, “ben zenginleri severim” diyordu ve ailesinin fertlerinin karışmadıkları skandal nerdeyse kalmadı. Çiller’in ne yaman bir Amerikancı ve kapitalist soyguncu olduğu, mahkeme davalarına dahi konu oldu. Erbakan’ın varlığı ve altınları çocuklarının birbirine düşmelerine yol açtı ve benzer bir durum Türkeş açısından da yaşandı. Erdoğan’ın trilyonları konuşulmaya devam ediyor, vb. vb.. Liste uzatılabilir. Ama, din istismarcılığının, dinin politik araç olarak ve kapitalist sömürüyü kolaylaştırmak üzere kitle aldanmışlığının silahı olarak kullanılması üzerinden nasıl zengin kapitalistler ve para babaları haline geldiğini; “Müslüman-Milliyetçi lider politikacı” denilenlerin bu politikaları izleyerek nasıl da palazlandıklarını görmek için, bu kadarı bile yeterlidir. “Yola devam!” şiarlarıyla meydanlara çıkanların ve izinde olmakla övünülenlerin, iç ve dış sermaye çevrelerinin çıkarlarını savunmak için gösterdikleri onca gayretin sırrı demek ki, sermaye önündeki bu secdeye varıştadır. Onların demagojilerine aldananlar ise, bu aldanmışlık durumundan çıkışın yolunu, onların kapitalizm ‘dininde’ olduklarını görerek, anlayarak bulacaklardır. Sancılı olmakla birlikte bu değişim gerçekleşecek, “Yoksul sofraları”na konukluğun, sosyal haklar yerine inayet yardımlarının ikamesinin, vicdani görünümlü AKP yaklaşımının politik rantiyeci karakterinin açıklık kazanması önlenemeyecektir.

HAREKETİN DİYALEKTİĞİ, DEĞİŞİMİN ANA DOĞRULTUSU VE SERMAYE HÜKÜMETİ- DEVLETİNİN “KADERİ”!

Kapitalist üretim tarzının ayakta kalışı-tutulması, açık ki esas olarak emekgücü sömürüsüne dayanan bu sistemin, çıkarları sistemin devamı ve korunmasından yana güçlerin (sınıf(lar)ın yönetim gücünü, devlet aygıtını ve zor uygulamasını ezip geçecek bir kitle pratiği ve işçi sınıfı hareketinin henüz tek tek ülkelerde ve evrensel ölçekte gerçekleşmemiş olmasıdır. Buna, tarihsel süreç içinde şekillenmiş olan ve kapitalizm öncesi toplumsal biçimlerden devralınanlarıyla birlikte burjuvazi tarafından hakim kılınmak için her tür yöntem ve aracın devreye sokularak gerçekleşmesinde rol oynanan ruhi şekillenme, düşünüş tarzı ve inanç biçimleri de katkıda bulunmaktadır. Kitleler açısından dünyayı ve içinde yaşadıkları koşulları algılayış, “basit” ve sürekli yinelenen iş-eylem tarzı içinde gerçekleşen; süreç içinde o olmaksızın ve öyle hareket edilmeksizin devam edilemeyeceği anlayışına dönüşmüştür. Kitlelerin, çıkarlarıyla karşıtlık gösteren bir iktisadi-toplumsal sistemi, çıkarlarıyla uyumlu bir sisteme dönüştürmeye hemen ya da toptan yönelmemelerinin önemli bir etkenidir bu. Belirli tarihsel koşullarda, belirli dönemlerin belirli insanlarının, insan gruplarının/sınıfların, kendilerini kuşatan koşullar içinde oluşturdukları bu görece sabit düşünüş/inanış tarzları ve alışkanlıkların değişime uğraması, yine içinde yer aldıkları üretim ilişkileri ve üretim sürecinde, onun tarafından farklı ve uzlaşmaz çıkarları temelinde birbirleriyle çatışmaya sürüklenmeleri, böylece pratik eylem içine girmeleriyle gerçekleşir. Sömürülen sınıf ve kesimlerin, üretim sürecindeki kendi durumlarının farkına varmaları ve bu durumdan kurtuluş bilinciyle, kendilerini ezen ve sömüren güçlere karşı eyleme girmeleriyle, o eski ve mevcut anlayış, düşünüş tarzı ve inançlar da değişmeye, nispeten daha uzun sürecek bir zaman içinde yerini yeni düşüncelere bırakmaya başlar. Belirli dönemlerin belirli ezilen ve sömürülen sınıflarının mensuplarında, kendilerini kuşatan iktisadi ilişkiler ve maddi koşulların kaynağını oluşturdukları görece sabit bu düşünüş tarzları, alışkanlık ve mevcut duruma uyum gösterme halleri; bu ‘rıza gösterme’ ve “statüko”(!) böylece, yine ekonomik ve onun tarafından harekete geçirilen öteki dinamiklerin sarsıcı etkisi altında değişime sürüklenir. Mevcut sisteme ve kurulu ‘düzen’e bilinçli ya da bilinçsizce bağımlılık, kapitalist-burjuva otorite tarafından korunmak ve sürdürülmek istenmesine; burjuva kurumları ve hükümetleri bu yönde eylemde bulunmalarına rağmen, böylece bizzat kapitalizmin kendi içsel güçlerinin hareketiyle yıkıma doğru sürüklenir ve yıkılır. Bugüne dek olan tarihin –ilkel komünal dönemi dışında– sömürenlerin sömürülenler üzerindeki tahakkümü tarafından biçimlendirilmiş ve sınıflar mücadelesi tarihi olarak yaşandığını gözönünde tutmayan her anlayış ve düşünüş tarzı, egemen ve ezilen sınıf(lar)ın bugün içinde bulundukları ilişkiyi ve sömürülen kitlelerin kapitalizm tarafından bölünmüşlükleri üzerinden kapitalist parti fraksiyonlarına ve mevcut sömürü sistemine bağlı tutulmalarını doğru olarak değerlendiremez. Emek gücünün kapitalist sömürüsüne ve kitlelerin büyük çoğunluğunun sermayenin, tekelci burjuvazi ve gericiliğin baskısı altında tutuluyor olmasıyla biçimlenen bu ilişki tarzı, aynı nedenle ezilen ve sömürülenlerin itiraz ve başkaldırılarını mayalayıp doğurmaya mahkumdur; ama aynı zamanda, egemen sınıfın her tür düşüncesi ve kültürel ‘birikimi’nin; burjuva ideolojisi ve düşünce tarzının, egemenlik altında tutulanların maddi ve manevi yaşamlarında; ruhsal, düşünsel ve davranışsal edimlerinin şekillen(diril)mesinde rol oynamakta, işlevli olmaktadır. Burjuva otoritesine itaati vazeden sermaye çıkarlarının ifadesi görüşleri, hakim düzen ve aygıtın tüm kurumlarınca sürekli yinelenen ve yenilenen ürünü olarak, insanların “iç dünyası”nda; duyuş, düşünüş ve eyleminde etkili kılmak üzere kullanan güçler, yoksulluk ve açlık içindeki, işsizlikle ve yoksunlukla ‘hizaya getirilme’ye çalışılan, fedakarlık çağrılarıyla ve başka uluslara düşmanlıkla aldatılmak istenen, savaşlarda kırılan kitlelerin yaşamında, bütün bunlara karşın, bir değişmezlik ve kalıcılık göstermekten uzaktır ve yıkıma uğramaktan kurtulamayacaktır.

İnsanın, kendi tarihsel gelişme sürecinde, gerçekte hiçbir zaman tümüyle engellenememiş olan ilerleyişi, insan ve toplum dışı “kurtarıcı güç” tasarımı ya da tasavvurunun eninde sonunda son bulmasını kaçınılmaz kılar. İnsanlık, “ebedi kurtarıcı”ya ihtiyacının olmadığını öğrenecek, kendi ‘kaderi’ni, doğayla, onu denetimine alma mücadelesi içinde kendisi belirleyecektir. Böylece, zaman ve “mekan” dışı “ebedi güç” ile donanmış belirleyici varlık inancı yok olup gidecektir. İnsanın, tarihsel-toplumsal sürece kolektif ‘özne’ olarak katılımı, kendini tarihsel eylemi aracıyla ‘gerçekleştirmesi’, bu sürece hakim olabilmesinin koşuludur. Kitleler, içinde bulundukları koşullar ile ilişki biçimlerinin etkisi altında, kendi tarihlerini kendileri yaparlar. Sömürü ilişkilerinin, koşullarının ve onların ürünü haksızlıkların, salt düşünce yoluyla ortadan kaldırılması mümkün değildir. Bunun için kitle pratiğine; siyasal mücadeleye, sınıfların eylemine ihtiyaç vardır. Üretim araçlarının kolektif mülkiyeti ve üretimin kolektif toplumsal çıkara göre örgütlenmesi yoluyla emek-sermaye çelişkisinin çözümü, açık ki kendiliğinden, salt iktisadi alandaki devinimle, otomatik bir şekilde gerçekleşemez. Toplumun ve üretim tarzının yeni sosyalist örgütlenmesi, bireylerin tekil hedeflerinin “örtüşmesi”ne doğru; onların toplumsal çoğunluğun gerçek ve özgür unsurları olmalarının koşullarını oluşturur.

Tüm toplumsal kategoriler, kendi başlarına, bağımsız değil, ama insan ilişkileri; insanın doğa ve birbirleriyle ilişki –ve çelişki içinde– geliştirdikleri kategorilerdir. Ulus, aile, birey, sınıf gibi kategoriler, metalararası değişim, değer ve fiyat vb., her biri nedensellik ve zorunluluk ilişkisi içinde varlık ve değişim gösterirler. Çelişkilerin çözümü ve buna uygun düşen düşüncelerin kitle pratiği içinde sonuçlarıyla kanıtlanmış olması, bir sonal-değişmezlik ve çelişkisizlik durumuna değil, tarihin dinamiğinin işlevini sürdürmesine; yeni ve daha ileriye doğru devinimin kaçınılmazlığına işaret eder. Tarihsel süreç, sınırları kesinkes belirlenmiş bir bütünlük tarafından değil; kendi aralarında ve doğayla mücadeleleri içinde ilişkileri değişim gösteren, ilişki ve eylemleri içinde kendileri de değişen insanlar tarafından gerçekleştirilir. Sorunların bir seferde ve “sonsuzca açıklayıcı”lığı tasavvuru, insanın ve nesnesinin değişmesini; tarihsel bir kategori olarak insanın bilgisinin devingenliğini dikkate almayan idealist bir bakış açısıdır. Bu bakış açısı, tarih üstü-tarihe aşkın bir ‘hakikat’ arayışını içerir. Bu görüş, diğer yandan, insanlığın kurtuluşu davasının “yakında gelecek bir zafer umudu” beklentisine aykırı olarak, çeşitli yenilgilerle karşılaşmasından hareketle, bu mücadelenin haklılığı ve sömürülen-ezilen sınıf(lar)ın koşullarla bağlı zaferlerinin kaçınılmazlığı düşüncesine karşıttır. Gerçek olan odur ki, tarihsel hareket, sınıfların ilişkileri ve mücadeleleri, bilim ve teknikteki ilerleme vb. hemen tüm kategoriler koşullara bağlı olarak ve karşılıklı bir etkileşim içinde değişime uğrarlarken, işlevleri de aynı ve değişmez olarak kalmaz. Bugünün toplumu dünün toplumundan farklıdır. Günümüzde kaydedilen bilimsel gelişme ile birkaç yüzyıl önceki gelişmeler arasında devasa farklar vardır.

Toplumsal sınıf ve kesimlerin farklılık göstermesi kaçınılmaz olan kültür düzeyleri, eğitim durumları ve geleneksel etkiler, toplumsal sorunlara ilişkin tutumu etkilerler. Toplumsal biçimler, içerdikleri dinamikleriyle varlık gösterirler. Bu dinamiklerin mevcut yaşam tarzını koruma-sürdürme eğilimi ile, bu mevcut biçim tarafından çıkar zıtlığı temelinde birbirleriyle çatışmaya; böylece bu mevcut biçimlerin yıkımına götürecek eyleme itilmeleri, bir arada var olur. Bu gelişme ve değişim sürecinin yönü ve ‘temposu’, son kertede, toplumun ekonomik yapısı ve onun içsel yasaları tarafından belirlenir. Ancak, insanların-sınıf ve grupların bu belirli tarihsel süreç içindeki davranış-eyleyiş tarzı, iktisadi üretim tarzı ve üretim ilişkileri temeli üzerinde gelişmekle ve son kertede bunlar tarafından belirlenmekle birlikte, yalnızca ve yalnızca o andaki ekonomik olaylardan hareketle sınırlı olarak gerçekleşmemektedir. Bireyler ve gruplar, sınıflar ve kitlelerin çeşitli kesimleri, içinde bulundukları koşullarda, kendilerinden önceki kuşakların aktardıklarından da etkilenerek, geçmiş ve şimdiki toplumsal gelişme ile ilişki içinde şekillenmiş insanlar olarak davranırlar. Mevcut üretim sistemi ve toplumsal biçim –bugün kapitalizm, kapitalist emperyalizm– insanları sadece, dolaysız olarak değil; aile, okul, dini kurumlar, sanat kurumları gibi, görece ‘sabit’ ve daha yavaş değişen kurumlar aracıyla sürdürülen ‘eğitim’ ve yönlendiriş aracıyla da etkiler. Tümü de ekonomik sistemin yapısıyla ilişki içindeki bütün bu kurumlar, insan davranışı ve tutumu; eğilim ve yönelişleri üzerinde etkide bulunurlar. Öyleyse kitlelerin günümüzde içinde bulundukları durum, tüm bu başlıca ve bağlantılı diğer neden ve etkenler gözönünde tutularak, ancak doğru biçimde değerlendirilebilir ve anlaşılabilir.

İŞÇİ SINIFININ, KENDİ VE DİĞER EMEKÇİLERİN HAKLARI İÇİN MÜCADELESİ KAÇINILMAZDIR

Değişim, evet, ‘değişmeyen tek gerçek’tir! Zıtların birliği ve mücadelesinin doğadaki ve toplumsal yaşamdaki hareket yasası olarak da anabiliriz onu. Sınıf mücadelesinin en belirgin, en keskin, en yalın haliyle kapitalizm koşullarında yaşandığı ise, bir diğer gerçektir. Kendi tarihlerini kendileri yapan insan(lar), sınıflar halinde farklılaştıklarından beri, farklı ve uzlaşmaz sınıf karşıtlıkları üzerinden, kendi çıkarlarının kavgası içindedirler. İktisadi-sosyal, siyasal ve ideolojik, kültürel her alanda; barışçıl ve şiddete dayalı çeşitli biçimler alarak yürütülegelen; ve tüm bu özellikleri, yöntem ve araçlarıyla insan(lar)ın toplumsal iktisadi koşullarının izini taşıyan; daha doğrusu son kertede bu koşullar tarafından belirlenir olagelen bu kavga, bugün de devam ediyor. Sınıflar arasındaki bu mücadele, geçmiş kuşaklardan devralınıp içinde bulunulan koşullarda üretilenlerle birlikte siyasal-hukuki-kültürel ve diğer anlayış, düşünce, gelenek ve ruhi şekillenmeleri tarafından da etkilenmiş olarak; bu ikincilerin, mücadelenin düzeyi ve kapsamı, aldığı biçim ve yürütüldüğü araç ve yöntemler üzerinde etkileriyle birlikte, uluslararası deney ve dayanışmadan güç alarak, düşüşler ve yükselişler; gerilemeler ve ilerlemeler halinde; ama tarihi eğilime uygun düşecek şekilde, ileriye doğru devam ediyor. Zıtların birliği ve mücadelesinin kapitalist sistemdeki gelişme süreci ve seyri, yukarıda da sözü edilen, işçi ve emekçilerin kendi durumlarıyla çelişik politik-pratik tutumlarının anlaşılması yönünden olduğu kadar, mücadelenin, işçi sınıfının kesin başarısına doğru ilerleyişinin kaçınılmazlığı yönünden de açıklayıcıdır ve bunun nesnel dayanağı, dolaysız olarak, işçi-emekçi hareketinin kendisidir.

Bugün işçilerin %98’i küçük-orta boy işletmelerde ve bunların da %99’u on ve daha az sayıda işçi çalıştıran işyerlerinde; ancak irili ufaklı bu işletmelerin büyük çoğunluğunun organize sanayi siteleri içinde bir arada bulundukları ‘mekanlar’da çalışıyorlar. Çok sayıda yeni işçi havzası, organize sanayi bölgesi oluşmuştur. Parçalanmışlık ve bir aradalık birlikte bulunuyor. Büyük işletmelerin oransal küçüklüğü, ekonomideki etkinliklerinin önünde engel değil ve bu kapitalist tekelleşmenin ortaya çıkardığı nesnel bir durum. Başlıca otomotiv, demir-çelik, petro-kimya gibi nispeten büyük sanayi işletmelerinin bulunduğu sektörlerle birlikte, inşaat ve tekstil-dokuma sektörleri yoğun işçi alanlarını oluşturuyorlar. Metal sektörü gibi, hem daha büyük kapasiteli hem de ekonomi içindeki işlevi nedeniyle önemli yer tutan işletme ve sektörler, ağır çalışma koşulları ve disiplini, mücadele deneyimi gibi nedenlerle, Türk Metal üyesi işçilerin eylemlerinde görüldüğü üzere, hızla “radikalleşebilmekte”dirler. Diğer yandan eğitimli sınıf gücü giderek büyümektedir. Genç işçi ve işsiz kitlelerinin çok büyük kesimi geçmiş yıllarla kıyas kabul etmez oranda eğitimlidir. “Beyaz yakalı” denilen, nispeten yüksek eğitim düzeyinde öğrenim görmüş ve denebilir ki daha güvenceli işlerde çalışanların büyük kesimi; sağlık, eğitim ve belediye hizmetlerinin özelleştirilmesiyle birlikte işçileşme sürecine girmişlerdir. Yaşam tarzları ve alışkanlıklarıyla henüz proleterleşmeseler de, bu süreç, işçi sınıfının hem kitlesel büyümesine, hem de örgütlenme dayanaklarının genişlemesine doğru gelişmektedir. Sınıfın kolektif-sınıf davranışının gerçekleşmesi/gerçekleştirilmesi için nesnel dayanaklar güç kazanmaktadır. En küçük direnişte bile işçiler, birleştiklerinde haklarını elde etme, durumlarını değiştirme, patronlarının ve hükümetin baskısına boyun eğmeme konusunda daha olumlu bir noktada durabildiklerini görüyor ve bunun deneyimlerini biriktiriyorlar. Bu birikim, “kendisi için sınıf olma” bilincinin gelişmesinde, etkenlerden en önemlisi olarak rol oynuyor. İşçiler ve tüm ezilen emekçiler, ancak birleşirlerse ve birlikte mücadele ederlerse kazanabileceklerini, irili-ufaklı eylemleri içinde ve uluslararası mücadelelerin tecrübeleriyle öğrenmektedirler. İşçinin, burjuvaziyi, deyiş yerindeyse “şah damarı”ndan vuracak silahı da budur. İşçilerin üçte ikisinin 35 ve altı yaş gruplarında olmaları ve işsiz kitlelerinin en önemli kuşağının gençlerden oluşması, çok sayıdaki yerel işçi direnişinin özellikle düşük ücretli işlerde ve sendikasız-sigortasız çalıştırılan bu genç işçiler tarafından gerçekleştiriliyor oluşu, işçiler içindeki politik kitle çalışmasının önemine de işaret ediyor.

Modern kapitalist toplum tarafından cehalete ve itaate mahkum edilen kitlelerin, itaat vazeden dinsel köleleştirici ideolojinin karanlığından kurtulmaları için salt propagandanın yetmezliği bilinir. Kitlelerin kendi durumlarının bilgisine ve kurtuluşlarının bilincine ulaşmaları için kitle pratiği; sınıf mücadelesinin deneyimleri içindeki kendi tecrübelerine; bu tecrübeye dayanarak kitleleri karanlığa iten ve karanlıkta tutmaya hizmet eden ideolojilerin burjuvazinin iktisadi çıkarları temeli üzerinde şekillendiklerini kavramalarına ihtiyaç vardır.

Karşıtların bir aradalığı-birliği ve mücadelesi; proletarya ve burjuvazinin kapitalist üretim içinde, kapitalistlerin daha çok kâr için emekgücünü daha ucuza kapatmayı ve artıdeğer sömürüsünü sürdürmeyi; işçi sınıfının ise sadece ücret artışı, sosyal haklar vb. üzerinden çalışma ve yaşam koşullarını iyileştirme değil, sömürüden kurtuluş için uyanışı içinde kendi çıkarları yönündeki mücadelesi; birbirlerini dışlayan bu karşıtlığın yükseliş ve alçalış halindeki düz olmayan mücadele ve gelişme hattında, yeni toplumun maddi güçlerinin olgunlaşması ve eski toplumun kendi çelişkilerinin deyiş yerinde ise kurbanı olarak, yıkıma sürüklenmesini getirmektedir. Bu, değişimin ve toplumsal değişimin diyalektiğidir. Karşıtların birliği (“çakışması, özdeşliği eşit hareketi”-Lenin) koşullara bağlı, geçici, göreli ve süreksiz; çatışması ise kaçınılmaz ve kesindir.

Demek oluyor ki, içinde bulunduğumuz-içinden geçtiğimiz ve nispeten uzun süren, proletaryanın sınıf savaşımındaki mevzi kaybı ve geriye püskürtülmüş olması dönemi, bütün öteki toplumsal kategorilerle ilişkisi içinde geçici bir durumdur. Değişim kaçınılmazdır; hareket ve değişim, ‘canlı varlık’ olarak en çok ve en fazla, toplumsal yaşam için geçerlidir. Kapitalizm, bizzat kendisi tarafından yaratılan işçi sınıfının devrimci eylemiyle –kapitalizm tarafından ve sömürülmeye karşı olarak bu eyleme sürüklenmektedir– yıkılmaya mahkumdur ve bunun nesnel koşulları, bugün her zamankinden daha fazla olgunlaşmış bulunmaktadır. Her bir ülkedeki çeşitli sınıf eylemleri, işçi ve halk direnişleri birer göstergedir. Sömüren-sömürülen sınıf ilişkisinin –zorunlu olarak karşıtların çatışmasını içerir–değişmez gibi görünen ya da öyle gösterilen durumu, değişime mahkum olup, gerçekte sürekli değişmektedir. Değişim, hem işçi sınıfının büyüyen safları, eğitimli güçlerinin artışı, bilim ve teknik buluşlardan yararlanma olanağının geçmiş zamanlara göre daha ileride oluşu yönünden, hem de kapitalistlerle giriştiği mücadelesinde bizzat kendi gözlemleri ve yaşadıklarıyla öğrendikleri üzerinden gerçekleşmektedir.

AKP ve hükümetinin, onca zalimane baskı ve kapitalistlerin çıkarları için uygulamayı sürdürdüğü iktisadi-sosyal politikaların halk kitlelerinde yol açtığı yıkıma rağmen “gücünü koruyor olması”nın(!) bu ‘kaynakları’ ya da dayanakları, eşyanın tabiatı gereği, değişimin “değirmeni”nden geçecektir/geçmektedir. Toplumsal sınıflar arası ilişkilerin deviniminde “alternatifsizlik”, gerçekte yoktur. Günümüzde, kitlelerin talepleri ve çıkarlarıyla çatışma içindeki hakim sınıf güçlerinin itibar yitimine, güç kaybına, ve giderek tecridine doğru gelişme gösteren bir süreç yaşanmaktadır. Öncekiler gibi, bu sermaye ve emperyalizm temsilcisi/işbirlikçisi parti ve hükümeti de, sahneden çekileceği günlere doğru yürümektedir. Ve sorun, işçi sınıfı ve emekçilerin kendi sınıf partileri aracıyla toplum yaşamında tutacakları yerin nasıl bir yer olacağı, gelişme sürecini nasıl ve hangi düzeyde etkileyebileceğidir.


[1] Bülent Arınç, Bekir Bozdağ, Meclis Başkanı Cemil Çiçek, Diyanet İşleri Başkanı.., aynı içerikli açıklamalar yaptılar. Yargıtay ve Danıştay yetkilileri, kurumları adına alınan aynı doğrultudaki Alevilere camileri dayatan kararları açıklamakta sakınca görmediler. Başbakan Yardımcısı Bozdağ şöyle diyordu: “Müslümanların mabedi her zaman tektir. Müslümanların ortak mabedi camidir. Kendini Müslüman olarak hisseden herkes için geçerlidir bu. Bugüne kadar hiç kimse Alevi geleneğinden gelenler de dahil olmak üzere, camiden başka bir mabet söylememiştir.

[2] AKP Hükümeti’ne yakın ANAR tarafından, Haziran ayı (2012) sonlarına doğru açıklanan verilere göre, AKP’nin oy desteği %51’e ulaşmış görünmekteydi. Stratejik Düşünce Enstitüsü’nün araştırmasına göre de, AKP’ye oy verenlerin yüzde 27’si kendilerini “sosyal demokrat”, yüzde 15’i “sosyalist” diye isimlendiriyorlardı. İlki üzerine, buradaki makalede etkenleri konu edilmektedir. İkincisi açısından söylenecek ise şudur: Bu, bir handikap değildir. AKP destekçisi liberal ve sözde solcuların, kendilerini “sosyalist” olarak adlandırmaları, öyle oldukları anlamına gelmez. ABD’nin potasında Türkiye ve komşu ülkeler halklarına karşı, uluslararası tekellerin saldırı silahı işlevini yerine getiren bir partiye destekleri, bir çıkar karşılığı olmalı. AKP ve hükümetini “iş olsun diye” değil, bir amaç-hedef ve anlayış gereği destekliyorlardır. Bu desteklerinin halk için olmadığının da bilincindedirler. Dönemin en büyük rantiyeci ve rant dağıtıcısı gücünün eteğine yapışmalarında, gelir ve mevki neması doğrudan rol oynamaktadır; ancak her halükarda AKP’yi “sosyalistim” diye desteklemeye yöneltmek üzere peşlerine taktıkları belirli bir kesimi etkiledikleri görülmektedir ki sosyalizmden de en azından haberdar olan bu kesimlerin, koşulları oluştuğu ve gereği yapıldığında AKP’den öncelikle kopacak kesimler olduğu öngörülebilir.

[3] Belirtilmelidir ki, bu yönde yazılı belge gösterme durumda değiliz. Ne var ki, dar “sol” gruplar içinde dahi okunurluğu oldukça sınırlı etkisiz yayınlardan ziyade, sözlü spekülasyonlar halinde, “fısıltı gazeteciliği” aracıyla yayılan söylenti ve iddiaların daha hızlı yayılıp, daha geniş kesimleri etkilediği de bilinen bir durumdur. Yukarıdaki türden “soru”lar aracıyla olumsuz işlevine yaygınlık kazandırılan spekülasyonların duymazdan gelinmesi ise, verdikleri zararı ortadan kaldırmadığı gibi, etkisini daha da artırmaktadır.

[4] Hükümetin politikalarına destek veren liberallerin bir kısmının, saldırgan politikaların iyice pervasızlaşması karşısında “yapmayın artık!” diye feveran etmeleri, hükümet ve partisinin güç kaybetmesinni bir göstergesi olarak da alınabilir. C. Çandar, 14 Temmuz Diyarbakır saldırısı üzerine yazdığı makalesini, “Yetti artık. Anlamak için daha ne kadar kan dökülecek? Kürtler pes etmedi, etmeyecek. Silahla, yasakla olmuyor. Ya çözün ya çözüleceğiz!“ diye bitiriyordu.

[5] İlki uzlaşılır ve kullanılabilir, ikincisi terörist ve yok edilmesi gereken olarak formüle ediliyordu ve bu ‘ayrım’da belirleyici olanın çıkarlar olması, karşıya alınan ile yandaş olanın zamana ve gelişmelere göre değişebileceğini, El Kaide ve Taliban ile ilişkilerin ABD yanlılığı üzerinden belirlendiğini yakın tarih ortaya koydu.

[6] Buna rağmen, özellikle Kürt direnişinin Amerikan emperyalizmiyle araya mesafe koyarak, onun işbirlikçiliği dayatan politikalarını reddiyle birlikte, anti emperyalizmin ilerici, devrimci demokrat kitle dayanağının daha fazla erimesi, kaybedilenlerin yerine yeni güçlerin eklenmesiyle, denebilir ki engellenmiş oldu.

[7] Erdoğan’ın çeşitli zamanlarda ve değişik vesilelerle yaptığı konuşmalarındaki çeşitli sözleri, kapitalist emperyalizmin savunusunu dini ideoloji savunuculuğuyla birleştirdiğini açıklıkla gösterir özelliktedir. O, şöyle demektedir: Elhamdülillah şeriatçıyız. Yılbaşına Karşıyım. *Ata’ya saygı duruşunda sap gibi ayakta durmaya gerek yok. *Her 10 Kasım’da yaygara kopartılıyor. *İçki Yasaklansın. *İstanbul’u Medine yapacağız. *Sadece imamlar resmi nikah kıysın.*Ben Millet Meclisi’nin de dua ile açılmasından yanayım. °Ben İstanbul’un imamıyım. *Mayo reklamı şehvet sömürüsüdür. *Taksim’deki caminin temelini inşallah atacağız. *Cumhurbaşkanı’nın imam hatipli olacağı günler yakındır. *Camiler kışla, minareler süngü, kubbeler miğfer, müminler askerimizdir. *Demokrasi bizim için bir amaç değil, araçtır. Amacımıza ulaşana kadar demokrasiye bağlıyız. *Hem laik, hem Müslüman olunmaz. Ya Müslüman olacaksın, ya laik. Mümkün değil, ikisi bir arada olamaz. *1.5 milyarlık İslam alemi, Müslüman milletimizin ayağa kalkmasını sabırsızlıkla bekliyor. Kalkacağız, bu ayaklanma başlayacak.. Işıkları göründü, *Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir lafı koskoca bir yalan, Egemenlik kayıtsız şartsız Allah’ındır. *Bir tutturmuşlar laiklik elden gidiyor diye, millet isterse tabii ki gidecek be. *Sonra nedir bu laiklik Allah aşkına?.. Bu ne menem şey *Biz hazmettire hazmettire geliyoruz. Allah’ın izniyle!.. Bu çalışmalarımız senaryoyu değiştirme çalışmalarıdır. Biz onun için geliyoruz. Biz Kemalist düzenin koruyucusu olamayız, bu mümkün değil. *Cumhuriyetmiş, Laiklikmiş, bunlar karın doyurmaz. *Sana mı kaldı türban konusunda karar vermek, bu ulemanın işidir. Ulema ne diyorsa o olur. (Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne) *Efendi sen kim oluyorsun, buna mecelle (şeriat hukuku) karar verir! (Danıştay’ın türban kararı konusunda). *Biz hukuka aykırı bir şey yapmıyoruz. Mecelle’de (şeriat hukuku) böyle bir kaide var. (Cumhurbaşkanı tarafından onaylanmayan yüzlerce atamanın vekaletlerle yürütülmesi konusunda). *Türkiye’yi pazarlıyorum. Bizim için verilecek para önemlidir. Herşeyi pazarlar satarız, parayı veren düdüğü çalar. *Yahu, bu millet yatıp kalkıp size mi çalışacak. (Erzurum’da çiftçilere sesleniyor) *Ulan terbiyesizlik yapma! Artistlik yapma ulan! Hadi ananı da al git burdan” (Mersin’de bir vatandaşa) *Burası (kafasını göstererek) basmıyor. Hayatında iki koyun gütmediği için bunu kavrayamıyor. (YÖK eski Başkanı Prof. Dr. Erdoğan Teziç’e) *Sanki maçta gibi bağırıp çağırıyorlar, Türkiye laiktir, laik kalacak) diye, bunlar hoş şeyler değil. (AKP Genel Kongresinde) *Kes ulan sesini *Otur ulan oturduğun yerde, her şeye burnunu sokma

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑