Uluslararası kapitalist sistem, 2008 yılında, belirtileri daha önceki yıllarda ortaya çıkan derin bir ekonomik krize düştü. Bu krizin etkileri halen Yunanistan, İtalya, İspanya vb. gibi ülkelerde ciddi bir biçimde görülüyor. Bu ülkeler ve onların halkları faturayı en fazla ödeyenler arasında bulunuyor. Hatırlanacağı gibi, İrlanda gibi ülkeler resmen iflas etmiş, bu iflas ve batmalara finans ve üretim alanında faaliyet gösteren büyük kapitalist tekeller de dahil olmuş, –örneğin GM gibi– bazı dev tekeller ise devlet müdahalesi ile kurtarılmış, kapitalist devletler dev tekellere trilyonlarca dolar aktarmıştı. Buna karşın kapitalist ekonomilerin pek çoğunda istikrarsızlık eğilimleri devam etti. Bu müdahalelerin ardından beklenen ve genellikle kriz sonrası dönemlerde yaşanan “güçlü toparlanma” henüz ortalıkta görünmüyor. Bazı ülkelerde durgunluk, genellikle ise hafif bir toparlanma görüldü. Bazı ülkeler halen krizin pençesinden kurtulmuş değiller.
Kapitalizmin içine düştüğü kriz doğal olarak kapitalizmin geleceğinin ne olacağı tartışmaları da beraberinde getirdi. “Duvarların yıkılması” ile kapitalist sistemin alternatifsiz kaldığı, artık ciddi ekonomik krizlerin, savaşların görülmeyeceği iddia edilmiş, hatta “tarihin bittiği” ileri sürülmüş, bu “yeni sisteme”, “yeni dünya düzeni” adlandırması yakıştırılmıştı. “Küreselleşme”, kapitalizmin bilinen bütün eski olumsuz özelliklerini ortadan kaldıracak, liberalizm tüm sorunları çözecekti. Bilindiği gibi, bu “Yeni Dünya Düzeni”, hükmünü sürdüremeden, tarihin çöplüğüne atıldı. Bölgesel savaşlar, ekonomik krizler, ekonomik ve sosyal problemlerin büyümesi, kapitalist sistemin insanlığın önüne iyi bir gelecek koyamaması, bütün bu tartışmaları körükledi. “Liberalizm” neo-liberalizm olarak etki göstermeye başladı ve tüm dünyada uluslararası işçi sınıfına ve emekçi halklara dizginsiz bir sermaye saldırısı yürütüldü. İşçi ve emekçi halkların geçmiş kazanımlarına saldırıldı, eğitim, sağlık, emeklilik gibi sınıfın mücadelesi sonucunda kazanılmış haklarda ciddi bir biçimde kayıplar yaşandı.
Kapitalizmin –Örneğin ABD eski Dış İşleri Bakanı Henry Kissinger gibi– en gerçekçi politikacılarına ve –Schumpeter gibi– ideologlarına bakılırsa, “kaos ve kargaşa” kapitalizm için iyidir! Bu yolla kapitalist sistem bir taraftan imha eder, diğer taraftan yenilerini koymak için canlanır vb. Ancak bu kısır bir döngüdür. Çünkü her şey, yeni baştan benzer biçimde yaşanmak üzere yeniden başlar. Bu ise, sadece kapitalizmin çözümsüzlüğünün ve çürüdüğünün kanıtı olabilir. Oysa sistemin savunucuları, onun ebedi ve insan oğlunun gördüğü en mükemmel sistem olduğunu ileri sürüyorlar, ama yaşanılan somut olgular, bu savunucuları her geçen gün daha fazla yalanlıyor. Onlar, kapitalizmin ömrünü uzatabilmesi için insanlığın önüne umutlu bir gelecek koyması gerektiğini çok iyi biliyorlar. Krizler, savaşlar, işsizlik, açlık, çocuk ölümleri ve bir yığın çözülmemiş ve çözülemeyecek problem kapitalizmin parıltısını sürekli söndürüyor ve bu sistemin insanlık için iyi bir gelecek yaratamayacağının somut kanıtları oluyorlar. Bu durumda kapitalizmin alternatifinin olup olmadığı tartışmaları gündeme geliyor. Bu tartışmanın yapıldığı zaman da, Marksizme ilgi gösterilmesi kaçınılmaz oluyor. Bu kaçınılmazlık, kapitalist sistemin, onu içten içe yiyip bitiren çelişkilerini bilimsel bir yöntemle açıklayan ve insanoğlunun yeni bir toplum kurmasının temellerini ve zorunluluğunu gösteren ideolojinin sadece Marksizm olmasından dolayıdır. Kapitalizmin, burjuva ideolojisinin karşısında sosyalizm ve sosyalizmin bilimsel savunusu dışında başka bir alternatif bulunmuyor. Burjuva ideologlarının, tam da bu nedenle, sosyalizme ve Marksizme saldırıları kaçınılmaz bir zorunluluk oluyor. Açıkçası, kapitalizm ve kapitalizmin geleceğinin tartışıldığı her yerde, doğal olarak bilmem kaçıncı kez öldüğü söylenen “eski hayalet”, yani komünizm hayaleti, Marksizm yine ortaya atılıyor. Hatta bunun için, komünizmin savunucularının bu işi yapması bile gerekmiyor. Burjuva ideologları ve bilim adamları, hemen, yaşanılanların sosyalizme geçişin zorunlu olmadığını, kapitalizmin “bu krizi de aşacağını” kanıtlama telaşına düşüyorlar ve tüm dünyanın önüne ister istemez bu tartışmayı getiriyorlar. Bütün bu gelişmeler sadece bir sonuca yol açıyor, o sonuç da şu; kapitalizmin amansız eleştirmeni Marx ve onun temellerini attığı Marksizm yeniden ve örneğin bir on yıl öncesine göre daha fazla ilgi odağı olmaya başlıyor. Bugün Batı’nın bazı üniversitelerinde, öğrenciler, Marx’ı anlamak için okuma grupları kuruyorlar. Marksizmden etkilenmiş akademik çevreler, yeni araştırmalar yayınlama eğilimi içine giriyorlar. Marksizmi-Leninizmi savunmada ödün vermemiş olan komünist partilerinin çağrıları, bugün, eskiye göre daha fazla dikkat çekiyor vb. Ve hepsinden önemlisi, pek çok kazanımları ellerinden alınan işçiler, artık geriye çekilecek başka bir mevzileri olmadığı için, mücadele yoluna daha fazla giriyorlar.
Ancak böylesi dönemlerde, kaçınılmaz olarak ortaya çıkan farklı eğilimler de bulunuyor. Bu eğilimler, Marx’ı, Marksizmi savunma adına ortaya çıkan, ama özünde Marx’ı ve Marksizmi tahrif eden, onun içeriğine, devrimci temellerine saldıran eğilimlerdir. Marx’ı ve Marksizmi savunma adına, hem Marx’ın düşünceleri, hem Marksizm yeni bir revizyona tabi tutuluyor. Uyanmakta olan işçinin, araştırma içine girmiş gencin önüne, daha baştan, “işte Marksizm budur” diye, çarpıtılmış fikirler ve düşünceler konuluyor. Bu fikirlerin altı biraz kazındığında, bunların, Troçkizmin, Marksizmi çeşitli yönlerden eleştirmiş burjuva akımların eski düşüncelerinin yeni versiyonları olduğu açıkça görülüyor. Kısacası, ortaya çıkan külliyatın önemli bir bölümü, tam bir anti-Marksist bulamaç. Bunları yapanların öznel niyetleri ne olursa olsun, sonuçta yapılan iş, ideolojik bulanıklığı ve kafa karışıklığını amaçlıyor.
Bu durum, Marx’ın devrimci düşüncelerini ve Marksizmi yeniden ve bu eğilimlere karşı da savunmayı zorunlu kılıyor. Doğanın boşluk tanımadığı gibi, ideolojik ve politik mücadele de boşluk tanımıyor. Hele hele saldırı, materyalist tarih görüşüne, onun tahrif edilmesine kadar uzanırsa, bu savunu daha da önem kazanıyor. Çünkü politik mücadeleler olarak kendini açığa vuran farklı ideolojik tartışma ve tahribatlar için pek çok mazeret bulunabilir, ortalığın bulandırılması daha kolay olabilir. Bu ideolojik tartışmalar, her zaman sorunun özünün ne olduğu konusunda tartışan taraflara çok açık gelmeyebilir, olayların sıcak gelişmesi içerisinde ayrıntılar gözden kaçabilir vb. Ancak tartışma materyalist tarih anlayışına kadar genişlemişse ve insanlığın, kendisine yeni yollar açmada dayandığı maddi güçler hakkında bulanıklık yaratılmaya başlanmışsa, bu durumda Marksizmi savunma işini ve tabii onun temeli olan materyalist tarih anlayışını koruma ve geliştirme işini daha bir ciddiye almak gerekiyor. İşin özü şu ki, materyalist tarih anlayışı tahrif edilse de savunulsa da, tarih, hükmünü, bu anlayışta özetlenmiş olan fikirlerin maddi zemini olan “maddi hayatın üretimi ve yeniden üretimi” üzerinden sürdürmeye devam eder. Yani tarih böyle yürümüyor diyenler var diye, toplumların gelişimi, bu gelişime yön veren ilişkiler mecrasını değiştirmez ve yolundan sapmaz. Ancak insan eyleminin tarihin gelişim yönünde olup olmadığının, devrimci dönüşümlerin fazlaca sancılı olup olmayacağına büyük bir etkisi var ve bu durum kesinlikle göz ardı edilemez. Özellikle kitlelere mal olmuş ideolojik mücadeleler ve bu mücadelelerin sonuçları, belirli bir tarihsel anda, devrimci dönüşümlerin sancılı veya daha sancılı olmasını etkiler, dayandıkları toplumsal güçlere yeni bir atılım gücü, dönüştürme eylemleri için farklı bir enerji verir.
“Devrim kitlelerin eseridir” saptaması, çok iyi bilindiği gibi, daha sonra, “devrim örgütlü kitlelerin eseridir” tespitine doğru genişlemiştir. Bu örgütlü kitlelerin doğru bir ideolojiye, doğru politika ve taktiklere, dahası, doğru bir örgütlenmeye sahip olmasının önemi tartışılmazdır. Zaten örgütlü kitleden kasıt da budur. Devrimlerin tarihleri, sınıf mücadeleleri, bu durumu yeterince açıklıkla kanıtlamaktadır. Örneğin, eğer Bolşevik Partisi olmasaydı, bu parti Rus işçilerine ve yoksul köylülerine doğru bir önderlik götürmeseydi, hiç kuşkusuz, Rusya, o kriz ve devrim günlerinden farklı bir biçimde çıkacaktı. Yani maddi sınıf çelişkileri üzerinde yükselen, nesnel koşulların olgunlaşması durumunda, temsilcisi oldukları devrimci sınıfın yolunu açmak için, ideolojik, politik ve örgütsel olarak doğru bir biçimde silahlanmış kitleler, tarihin yapılmasına etkin bir biçimde katılıyorlar ve kendi kaderlerini kendi ellerine alma anlamında “kendi tarihlerini kendileri” yapabiliyorlar. Materyalist tarih anlayışı bunun doğruluğunu kanıtlıyor. Marksizm’den bir biçimde ödünç aldıkları “İnsanlar kendi tarihlerini kendileri yaparlar” anlayışını, içeriğinden ve ruhundan koparanlar, onu bu bağlam içinde tekrarlamayı pek sevenler ise, bütün bu gerçeklere sırtlarını dönüyorlar.
Bütün bu gelişmelerden dolayı, Marx’ı ve Marksizmi savunma adına bugün ortalığa dökülen fikirleri ciddi bir eleştiriden geçirmek gerekiyor. Terry Eagleton’un Yordam Kitap’tan çıkan “Marx Neden Haklıydı?” kitabı, işte tam da bu nedenle, ciddi bir ilgiyi ve eleştiriyi hak ediyor. Kitap, Marx’ı savunmak adına yazılmıştır ve bu “savununun” nasıl bir savunu olduğu açık seçik anlaşılmak durumundadır. Kitabı yayınlayanlar, tanıtım yazısında şunları söylüyorlar: “Ünlü Marksist yazar Terry Eagleton, bu meydan okuma ve polemik kitabında, ‘Marksizm öldü, gününü doldurdu’ iddiasının geçersiz ve dayanaksız olduğunu ortaya koyuyor. Marksizme yönelik en yaygın on itirazı özetleyip bunları tek tek çürütüyor. Marksizmin siyasi despotluğa yol açtığı, her şeyi ekonomiye indirgediği, insan doğasına safça inanan bir ütopyacılığa saplandığı, bir tür tarihsel determinizm olduğu vb. iddialarını tekrarlayanların Marx’ın düşüncelerini ne kadar acınası biçimde hicvettiklerini gösteriyor. Kapitalizmin, büyük krizlerle temellerine kadar sarsıldığı günümüz dünyasında, Marx Neden Haklıydı? önemli ve tam zamanında bir kitap olmanın yanı sıra cesareti, açık yürekliliği ve nesnelliğiyle öne çıkıyor.” Çok güzel değil mi? Bu ifadelerin her biri, “işte nihayet aydın ve Batı’lı bir Marksist çıktı Marx’ı, Marksizmi hakkını vererek ve güncel gelişmeleri eleştirerek savundu” diye okuyucuda taze umutlar uyandırıyor olmalı. Bunun böyle olup olmadığını kuşkusuz yazının ilerleyen bölümlerinde göreceğiz. Ancak kitabı dikkatlice ve bazı bölümlerini tekrar tekrar okumanın bizde uyandırdığı kesin yargıyı peşinen burada bildirmenin bir sakıncası bulunmuyor: Kitap, “Marksizmi hicvedenlere” karşı, Marx’ı ve Marksizmi karikatürize ederek, onun devrimci içeriğini boşaltarak “savunuyor.” Bu “savunu”, Marksizmi, başta materyalist tarih anlayışı ve sosyalizm olmak üzere, pek çok önemli noktada revize ediyor ve onu bozuyor. Eagleton, Müslüman mahallesinde salyangoz satmaya çalışıyor. O, gerçek mallarının yanına tapon mallar koyarak malını pazarlamaya çalışan sahtekar tüccarlara benziyor. Kuşkusuz böyle şeyler Marksizmin başına ilk defa gelmiyor ve herhalde sonuncusu da bu olmayacaktır.
Yazıya başlamadan önce, yöntem konusunda birkaç şey söylemek gerekiyor. Eleştiriye konu olan düşünceler 270 sayfalık bir kitapta toplanmıştır. Tüm iddiaları yanıtlamak için koca bir kitap yazmak gerekir. Çünkü Eagleton’un her satırı, bir “inci” tanesi, zırvalamanın daniskasıdır. Ama bir dergide, doğal olarak en temel iddiaları ele alıp, eleştirilerini de, doğal olarak parçalara ayırmak, derginin farklı sayılarında yayınlamak gibi bir zorunluluk ortaya çıkmaktadır. Diğer bir mesele de, gerek yazarın, gerekse Marx’ın düşüncelerini olabildiğince tam olarak aktarma zorunluluğunda ortaya çıkmaktadır. Yazan ve okuyan açısından, bu durum pek hoş olmasa da, konunun bütünüyle anlaşılması için alıntıların uzun tutulması gerekiyor. Böylesi bir yazıda bundan kaçınmanın bir yolu da bulunmuyor. Bu konuda da, okuyucunun sabrına güvenmek gerekecek. Ayrıca Eagleton’un tarzı ayrı bir sorundur. Yazar dolaylı bir üsluba sahiptir. Söyleyeceklerini doğrudan ve açıkça söylemek yerine, kendi düşüncelerini konu edindiği eleştirilerin arasına katarak söyler ya da söylenilen konusunda yorum yapmayarak ona sessizce katılır. Bu da ek bir sorun yaratmaktadır.
Son olarak, şu soruna açıklık getirmek gerekir: Neden Eagleton eleştirisi? Marksizmi eleştiren ve bozan daha “şöhretli” şahsiyetler var. Bunlardan başlanamaz mıydı? Kuşkusuz, bu da olabilirdi. Ancak Eagleton’un kitabı günceldir ve savunduğu düşünceler, öz olarak, Marksizmi eleştiren diğer “şöhretlerin” tezlerini de aşağı yukarı kapsamaktadır. O, “cesurca” ileri atılmış, “Marksizmi savunma” adına anti-Marksist tezleri güncellemiştir. Kısacası bayrak taşıyıcısıdır. Ona nişan almak, bu nedenle ondan başlamak yararlı olacaktır.
MARX’TA AYIRT EDİCİ ÖZELLİK NEDİR?
Eagleton’un görüşlerinin eleştirisine onun üçüncü soruya verdiği yanıtla başlamak, yazarın Marksizmi, materyalist tarih anlayışını nasıl yorumladığı konusunda bize açık ve net bir yanıt vermesinden dolayı doğru olacaktır. Elbette öncelikle üçüncü sorunun ne olduğunu bilmemiz gerekiyor: Soru şudur: “Marksizm bir tür determinizmdir. Erkekleri ve kadınları sadece tarihin araçları olarak görür; onların özgürlüklerini ve bireyselliklerini bir yana atar. Marx tarihin, hiçbir insan eyleminin karşı koyamayacağı ve acımasız bir güçle kendi kendine çalışan demir yasaları olduğuna inanıyordu. Nasıl kapitalizm kaçınılmaz olarak sosyalizme yol açacaksa, feodalizmin kaderinde de kapitalizmi doğurması vardı. Gerçekte, Marx’ın tarih teorisi, sadece Tanrı’nın Takdiri ya da Kader’in seküler bir yorumudur. Marksist devletler gibi, bu, insan özgürlüğüne ve haysiyetine bir saldırıdır.” Üçüncü soru bu ve Eagleton, bu sorudan yola çıkarak, Marksizmi “savunmaya” başlıyor. Adamımız, bu “savunmada” Marksizme yönelik determinizm eleştirilerini yerle bir edecek değil mi? Bakalım öyle mi olacak?
Eagleton, Marksizmi savunma işine şuradan başlıyor: “Marksizmin ayırt edici özelliğinin ne olduğunu sorarak başlayabiliriz. Marksizm’de başka hiçbir siyaset teorisinde olmayan ne vardı? Bunun devrim fikri olmadığı açıktır, bu Marx’ın çalışmalarından çok önce vardı. Komünizm kavramı da değildir, çünkü bunun kökeni çok eskiye dayanır. Marx sosyalizm ya da komünizmi keşfetmedi. Avrupa işçi hareketi, Marx henüz liberalken sosyalist fikirlere ulaşmıştı. Gerçekte onun düşüncesine özgü herhangi bir tek siyasi özelliği düşünmek zordur. Kuşkusuz bu, Fransız Devrimi’nden kaynaklanan devrimci parti fikri de değildi. Her halükarda Marx’ın bu konuda söylediği çok az şey vardır. Peki, ya sosyal sınıf kavramı? Bu da değil, çünkü Marx, haklı olarak, bu kavramı bulduğunu reddetmiştir. Gerçi bu kavramı önemli ölçüde yeniden tanımlamıştır, ama bu kendi icadı değildi. Ne de, pek çok 19. yüzyıl düşünürüne aşina olan proletarya kavramının fikir babasıdır. Yabancılaşma anlayışı da büyük ölçüde Hegel’den gelir…. İleride göreceğimiz üzere, toplumsal yaşamda ekonomiye öncelik verilmesi konusunda Marx tek başına değildi. O, yalnızca devrimci yollarla kurulabilecek, sömürünün olmadığı, üreticilerce işletilen kooperatiflere inanıyordu…. Marx’ın düşüncesinin merkezinde iki temel öğreti vardır. Birincisi toplum yaşamında ekonominin oynadığı öncelikli rol; diğeri tarih boyunca üretim biçimlerinin birbirini izlediği fikridir. Bununla birlikte ileride göreceğimiz gibi, her iki kavrayış da Marx’ın bulduğu yenilikler değildir. Acaba Marx’a özgü özellik, sınıf değil, sınıf mücadelesi kavramı mıdır? Kuşkusuz bu, Marx’ın düşüncesinin özüne çok yakındır, ama bu da sınıf kavramından daha fazla Marx’a özgü değildir… Kendisinin de farkında olduğu gibi, sınıf mücadelesi fikri Marx’a özgü değildi. Böyle olmakla birlikte bu düşünce onun için son derece merkezi önemdeydi. Gerçekten o kadar merkeziydi ki, bunun insan tarihini sürükleyen güçten farksız olduğunu düşünüyordu. Bu, tam da insan gelişiminin motoru ya da dinamiğiydi… Marx, Komünist Manifesto‘da ‘şimdiye kadar var olmuş toplumların tarihi, sınıf mücadelelerinin tarihidir’ demişti. Tabii kelimesi kelimesine bunun böyle olduğunu kastetmiyordu. Eğer Çarşamba dişlerimi fırçalamam tarihin bir parçası sayılırsa, bunun sınıf mücadelesiyle ilgisini görmek güçtür… (yazar burada benzer başka örnekler de veriyor)… Marx da ‘bütün tarih, sınıf mücadeleleri tarihidir’ derken, her şeyin sınıf mücadelesi meselesi olduğunu kastetmemişti. Demek istediği, insanın tarihinde, sınıf mücadelesinin birinci derecede önemli olduğuydu. Gene de hangi anlamda birinci derecede? Örneğin din, bilim ya da cinsel baskı tarihlerinden nasıl daha önemlidir? Sınıf, zorunlu olarak siyasi faaliyeti harekete geçirici birinci derecede güçlü bir etken değildir. Bu açıdan Marksizmin fazla dikkate almadığı etnik kimliğin rolünü düşünün… Öyleyse sınıf mücadelesi niçin birincil önemde? Marx’ın buna iki cevabı olabilir. Sınıf mücadelesi, ilk bakışta bağımsız görünen pek çok olayı, kurumu ve düşünceyi biçimlendirir; tarihsel bir çağdan başka bir çağa geçişteki çalkantılı dönemde belirleyici rol oynar. Marx’ın tarihten kastı ‘olmuş olan her şey değil’, ama olayların temelinde yatan belirli bir rotadır. O, ‘tarihi’, olayların izlediği anlamlı bir yol olarak ele almakta; insanoğlunun bugüne kadar gelen varoluşuyla eşanlamlı olarak görmemektedir… Onun düşüncesindeki özgünlük, bu iki kavramı –sınıf mücadelesi ve üretim biçimi– birbirine kenetleyerek, gerçekten yeni olan bir tarihsel senaryo ortaya koymasıdır. Marksistler arasında, bu iki kavramın birbiriyle uyuştuğu konusunda tartışmalar olmuştur; Marx’ın kendisi de bu noktayı çok fazla geliştirmemiştir. Ama eğer onun çalışmalarındaki özgünlüğün peşindeysek, burada duramayız. Marksizm, özünde, uzun dönemli tarihsel değişimin teori ve pratiğidir. Göreceğimiz gibi, Marksizmin özgünlüğü, aynı zamanda en sorunlu yönüdür.” (Agy. sf 48 vd. kalınlar yazara ait.)
Yazarın bu Marksizm “savunusunun” her cümlesinde, her tespitinde ciddi bir sorun bulunmaktadır. Burada bir Marksizm savunusu bulunmamaktadır. Marksizm, sorunlu ve liberal bir tarih teorisine indirgenmiş, Marksizme yönelik her darbe, bu liberal mevziden karşılanmaya çalışılmıştır. Marksizm eleştirmenlerinin bu liberal savunuya çok fazla bir itirazları olmayacaktır. Hatta onların bazıları, “Eagleton çizgisinde Marksistlerle buluşabiliriz” bile diyebilirler. Eagleton neden Marksizm karşısında burjuva bir liberal çizgidedir? Sözü fazla uzatmadan, bu sorunun yanıtını Marx’tan almamız gerekiyor. Çünkü yaptığı işin ayırt edici özelliğini ondan daha doğru hiç kimse açıklayamaz. Söz sırası Marx’ta: “… Ve şimdi bana gelirsek, modern toplumdaki sınıfların varlığını ya da bunlar arasındaki mücadeleyi keşfetme onuru, haliyle bana ait değildir. Benden çok daha önce burjuva tarihçileri bu sınıf savaşımının tarihsel gelişmelerini, burjuva iktisatçıları da sınıfların ekonomik yapısını açıkça anlatmışlardır. Benim yeni olarak tanıtladığım şey (abç): 1) Sınıfların varlığının ancak üretimin gelişimindeki belirli tarihi aşamalar ile sıkı ilişki içerisinde bulunduğu, 2) Sınıf mücadelesinin zorunlu olarak proletarya diktatörlüğüne varacağı; 3) bu diktatörlüğün kendisinin de sadece, bütün sınıfların ortadan kalmasına ve sınıfsız bir topluma geçişten ibaret bulunduğu gerçeğidir.” (Seçme Mektuplar, Marx’tan New York’taki J. Weydemer’e, Londra, 5 Mart 1852 Evrensel Basım Yayın)
Bu kadar açık ve net! Marksizm’in ayırt edici özelliği konusunda sayfalarca yazmak, ama onun bu özsel yönünü sessizlikle geçiştirmek, ancak bir sosyal demokrata, bir liberal sosyaliste yakışır. Ama kabul etmek gerekir ki, sınıfların ortadan kalkmasına götürecek bir proletarya diktatörlüğü anlayışı, Marksizm’i sözde savunma pozisyonunda olan bir liberal sosyalist için oldukça dehşet verici bir düşüncedir. Alman sosyal-demokratlarının lideri Kautsky’den beri Marksizmin bu özsel yönü sessizlikle geçiştirilmiş, sınıf mücadelesi ve devlet konusunda bir yığın liberal laf salatası ortalığı doldurmuştur. Oysa hem sınıfların ortaya çıkışının, hem sınıf mücadelelerinin yasalarının açıklanması, zorunlu olarak sınıfların ortadan kalkmasına gidecek yolun gösterilmesi, bunun toplumun maddi hareket yasaları temelinde yükselen bilimsel bir temelde açıklanması, Marx’ın oluşturduğu materyalist tarih anlayışının temelidir.
Bilindiği gibi, Marx’ın en yakın çalışma arkadaşı ve yoldaşı Engels’tir. Engels de, yukarıda özetlediğimiz materyalist tarih anlayışının bulunması ve artı-değerin sırrının çözülerek kapitalist sömürünün tüm gizemlerinin ortadan kaldırılmasını Marx’ın “iki büyük” buluşu olarak tanımlar. Engels şöyle demektedir: “Bu her iki büyük buluşu: gerek materyalist tarih kavrayışını, gerekse artı-değer yoluyla kapitalist üretimin gizinin açığa dökülmesini Marx’a borçluyuz. Bunlar sayesinde sosyalizm bilim oldu.” (Ütopik ve Bilimsel Sosyalizm; Evrensel Basım Yayın, sf. 62) Engels’in açıklamasında, biri genel, diğeri daha özel olmak üzere iki yön bulunmaktadır. Genel yön, materyalist tarih kavrayışının toplumların gelişim tarihine uygulanacak olmasıdır. Özel yön ise, bugünkü kapitalist toplumdaki üretimin gizeminin artı-değer yoluyla açıklanmış olmasıdır. Bu iki yön bir araya geldiğinde, sosyalizm bir bilim olmaktadır.
Ama Eagleton’un bu taraklarda bezi yoktur. O, düşüncelerine Troçkizm bulamacı katmış bir liberal sosyalist olarak davranmıştır. Eagleton’un, bizzat Marx’ın kaleminden dökülen yukarıda aktarılan tespiti bilmediğini –her ne kadar Marksizm bilgisinin epeyce sorunlu olduğu görülse de– varsaymak ve Engels’in söylediklerinden habersiz olduğunu iddia etmek için her hangi bir neden yoktur. Marksizm üzerine ciddi bir araştırma yapacak olan her yazarın bilmesi gereken, temel gerçeklerden birisini açıklayan mektuplardan birisidir, bu mektup. Yeri gelmişken vurgulamak gerekir ki, aslında Marx ve Engels’in mektupları, Marksizmin özlü anlatımının bir ifadesidir. Sadece bu mektuplar okunarak bile Marksizmin “özü” kavranılabilir, ondaki “ayırt edici özellik” rahatlıkla görülebilirdi. Ancak sınıf mücadelesi ve bu mücadelenin zorunlu olarak varacağı yer ve bu yerin de aslında bütün sınıfların ortadan kalkması olduğu gerçeği, hele hele proletarya diktatörlüğü gibi “dehşet verici” bir düşünce, ne Batılı bir burjuva liberalin, ne de Marksizmi oportünizm yoluyla burjuva liberalizmine yaklaştırmaya çalışan “sosyalistlerin” kabul edebileceği bir şeydir. O nedenle, bunlar, sınıf mücadelesi, sınıflar, ekonominin belirleyici olduğu vb. tezler etrafında, üstelik bunları da çarpıtarak dolanıp dururlar.
Bir liberal sosyalist, diktatörlükten, özellikle de proletarya diktatörlüğünden nefret eder. Onun için burjuva yönetimi, burjuvazinin sınıfsal diktatörlüğü değil, burjuva demokrasisidir. Burada konuyu uzatmak pahasına diktatörlük üzerine kısa bir hatırlatma yapmakta yarar var. Burjuvazinin diktatörlüğü veya proletaryanın diktatörlüğü… Modern toplum ve onun tarihi henüz üçüncü bir diktatörlük biçimi tanımadı. Bir burjuva liberali, bir liberal sosyalist diktatörlük kavramından niye korkar? Bu korku, en hafif deyimiyle, bugünün toplumunda burjuvazinin diktatörlüğünün gizlenmesine yardım etmiyor mu? Gerçekler ortadadır: Bugünkü modern toplum burjuvazinin sınıfsal olarak diktatörlüğünü sürdürdüğü bir toplumdur ve bir anda bunu kanıtlayan binlerce örnek verilebilir. Uluslararası burjuvazi Yunanistan’a ve İtalya’ya “teknokrat başbakanlar atayarak”, hangi gerçeği bütün dünyanın gözünün içine bakarak kanıtladı? Ya da son krizde trilyonlarca doları dev finans kuruluşlarına, tekellere akıtan devletler, hangi sınıfın çıkarlarını gerçekleştiriyorlardı? Sadece bunlar mı? Bugün devletler ve hükümetler, sürekli olarak işçi ve emekçilerin ekonomik ve sosyal haklarını budayarak, hangi sınıfa hizmet ediyorlar? Bütün bu soruların yanıtları bellidir: Bugünün modern toplumu, büyük burjuvazinin, büyük sermayenin diktatörlüğüdür. Bu diktatörlük, burjuva demokrasisi, faşizm gibi çeşitli politik biçimler alabilir. Genel olarak ifade etmek gerekirse, burjuvazinin tam egemenliğinin, diktatörlüğünün çıkarlarına en uygun politik biçimi burjuva demokrasisidir. Bu biçim, burjuva diktatörlüğünün tam ve eksiksiz bir biçimde sarıp, sarmalanmasıdır. Emperyalizm dönemi ve tekelcilik, burjuva demokrasisini sürekli olarak siyasi gericilik yönünde budayıp güdükleştirse de, son olarak İtalya ve Yunanistan örneğinde görüldüğü gibi, her türlü burjuva geleneği ayaklar altına alsa da, burjuva demokrasileri genel olarak varlığını sürdürür. Buna karşın, burjuva toplumunun alternatifi olan sosyalist toplumda, işçi sınıfının –proletaryanın– sınıf egemenliğinin ifadesi de proletarya diktatörlüğüdür. Bu diktatörlük, yenilmiş, yıkılmış, ama yok edilememiş burjuvazi ve burjuvazinin sınıf olarak tasfiyesinin ardından kapitalizmin kalıntıları üzerinde tam bir diktatörlüğü ifade eder. Bu diktatörlüğün politik biçimi ise proletarya demokrasisidir. Kapitalizmden komünizme geçişteki bütün bir tarihsel dönemde, devletin sınıf karakteri proletaryanın sınıf egemenliğini ifade eden proletarya diktatörlüğünden başka bir şey olamaz. Bu, Marx’ın işaret ettiği, sınıfların ortadan kaldırılması sürecinin zorunlu evresidir. Bu gerçeğin her inkarı, düşüncede burjuva liberalizmine, politik mücadelede ise kapitalizmin restorasyonuna götürür. Burada yeri gelmişken hatırlatmak gerekir ki, Kruşçevcilerin oynadığı lanetli rolün temel taşları da bu inkarla döşenmiştir. Burjuvazinin sınıfsal diktatörlüğünü sessizlikle geçiştirmek, ama proletarya diktatörlüğüne öfkeli saldırılar yöneltmek, ancak bir burjuva liberaline, bir liberal sosyaliste yakışır.
Engels’in yukarıya aktardığımız ve Marx’ın “iki büyük buluşu” dediği, yani tarihsel materyalizmin oluşturulması ve kapitalist üretimin artı-değerin keşfedilmesi yoluyla gizeminin çözülmesi sayesinde sosyalizm bilim oldu tespiti üzerinde biraz daha, ama bu kez farklı bir yönüyle düşünmek gerekir. Eagleton, sınıfların, sınıf mücadelesinin, sosyalizmin, komünizmin, proletaryanın, devrim anlayışının, parti düşüncesinin vb. Marx’ın keşifleri olmadığını söylemektedir. Eagleton bunları söylerken biçimsel olarak haklıdır. Zaten Marx da, açıkça, bunları kendisinin bulduğunu reddetmektedir. Ancak Marx öncesi sosyalizm, ütopik, küçük burjuva, hatta kürsü sosyalizmiydi. Komünizm ise, genel olarak eşitlikçi, kaba üleşimci vb. özellikleri olan bir komünizm idi. Sınıf mücadelesi, burjuva tarihçiler tarafından da kabul ediliyor, ama bunun yasaları bilinmiyordu. Devletin tanımlanması, içeriğinin gözler önüne serilmesi, devrimlerin zorunluluğu ve gelişimlerinin özellikleri ve işçi sınıfının partili mücadelesi gibi düşünceler, ancak sosyalizmin Marx tarafından bilimsel temellere oturtulmasından sonra gerçek içeriklerine ve anlamlarına kavuşmuşlardır. Bu sayede sosyalizm ütopyadan bilime doğru evrilmiş, bütün bu kavramlar yeniden tanımlanmış, geliştirilmiş, toplumun hareket yasalarının bilgileri ve insanoğlunun o güne gelinceye kadar biriktirdiği tüm bilimsel bilgilerin incelenmesi ve geliştirilmesi ile gerçek bir bilimsel sistem kurulmuştur. Yani Eagleton’un iddia ettiği gibi, Marx sadece sınıf kavramını yeniden tanımlamamıştır. Eagleton’un sözünü ettiği bütün o kavramları yeniden ve tarihsel gelişim yasaları temelinde gerçek içeriklerine kavuşturmuş, hepsine de, kökenleri toplumun maddi ilişkileri üzerinde yükselen ve bu ilişkilerin titiz bir incelenmesine dayanan bilimsel bir içerik kazandırmıştır. Tarihsel materyalizmin açıklama yöntemine başvurulmadan ne toplumu harekete geçiren maddi etkenler anlaşılabilir, ne de kapitalist toplumun gizemleri çözülebilir. Tarih de, bu durumda, idealist ve burjuva tarihçilerinin yaptığı gibi, başı ve sonu belli olmayan, bölük pörçük olaylar dizisinden, “üstün kişilerin”, “kahramanlıklarının” anlatıldığı, bilimsel bir temeli olmayan bir anlatı, bir söylenceler dizisi olarak kalırdı. Ya da bazı filozofların ileri sürdüğü gibi, kendi amaçları olan, bunu gerçekleştirmek için insanları kullanan bir disiplin olurdu.
TARİHSEL MATERYALİZM NEDİR?
Marx’ın tarih anlayışını, yani tarihsel materyalizmi doğru olarak anlamak, onunla Eagleton’un Marksizm diye yutturmaya çalıştığı burjuva liberal tarih anlayışını karşılaştırabilmek için, burada materyalist tarih anlayışının tam ve genişçe bir özetini vermek gerekiyor. Bunun için de doğal olarak ilk kaynağa, yani Marx’a müracaat etmek gerekiyor. Ama önce bu yönteme neden tarihsel materyalizm dendiğini Engels’ten öğrenelim: Engels J. Bloch’a şöyle yazmıştı: “Bütün önemli tarihsel olayların büyük devindirici gücünü ve ilk nedenini toplumun ekonomik gelişmesinde, üretim ve değişim tarzlarının dönüşümünde, bunun sonucu olarak toplumun sınıflara bölünmesinde, ve bu sınıfların birbirleriyle savaşımlarında arayan tarih anlayışını adlandırmak için, tarihsel materyalizm sözünü, başka birçok dilde yaptığım gibi, İngilizcede de kullanırsam, Britanyalı ‘saygınlığını’ incitmeyeceğimi umarım.” Bu satırlar, bu tarih anlayışını adlandırmanın tarihsel materyalizm dışında bir şey olamayacağını yeterince açık bir biçimde ortaya koymaktadır.
Şimdi Marx’a, onun ‘Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’sının ünlü Giriş’ine dönebiliriz: “Ulaşmış olduğum ve bir kez ulaşıldıktan sonra incelemelerime kılavuzluk etmiş olan genel sonuç, kısaca şöyle formüle edilebilir: Varlıklarının toplumsal üretiminde, insanlar, aralarında, zorunlu, kendi iradelerine bağlı olmayan belirli ilişkiler kurarlar; bu üretim ilişkileri, onların maddi üretici güçlerinin belirli bir gelişme derecesine tekabül eder. Bu üretim ilişkilerinin tümü, toplumun iktisadi yapısını, belirli toplumsal bilinç şekillerine tekabül eden bir hukuki ve siyasal üstyapının üzerinde yükseldiği somut temeli oluşturur. Maddi hayatın üretim tarzı, genel olarak toplumsal, siyasal ve entelektüel hayat sürecini koşullandırır. İnsanların varlığını belirleyen şey, bilinçleri değildir; tam tersine, onların bilincini belirleyen, toplumsal varlıklarıdır. Gelişmelerinin belirli bir aşamasında toplumun maddi üretici güçleri, o zamana kadar içinde hareket ettikleri mevcut üretim ilişkilerine, ya da bunların hukuki ifadesinden başka bir şey olmayan mülkiyet ilişkilerine ters düşerler. Üretici güçlerin gelişmesinin biçimleri olan bu ilişkiler, onların engelleri haline gelirler. O zaman bir toplumsal devrim çağı başlar. İktisadi temeldeki değişme, kocaman üstyapıyı, büyük ya da az bir hızla altüst eder. Bu gibi altüst oluşların incelenmesinde, daima, iktisadi üretim koşullarının maddi altüst oluşu ile –ki, bu, bilimsel bakımdan kesin olarak saptanabilir–, hukuki, siyasal, dini, artistik ya da felsefi biçimleri, kısaca, insanların bu çatışmanın bilincine vardıkları ve onu sonuna kadar götürdükleri ideolojik şekilleri ayırdetmek gerekir. Nasıl ki, bir kimse hakkında, kendisi için taşıdığı fikre dayanılarak bir hüküm verilmezse, böyle bir altüst oluş dönemi hakkında da, bu dönemin kendi kendini değerlendirmesi göz önünde tutularak, bir hükme varılamaz, tam tersine, bu değerlendirmeleri maddi hayatın çelişkileriyle, toplumsal üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki çatışmayla açıklamak gerekir. İçerebildiği bütün üretici güçler gelişmeden önce, bir toplumsal oluşum asla yok olmaz; yeni ve daha yüksek üretim ilişkileri, bu ilişkilerin maddi varlık koşulları, eski toplumun bağrında çiçek açmadan, asla gelip yerlerini almazlar. Onun içindir ki, insanlık kendi önüne, ancak çözüme bağlayabileceği sorunları koyar, çünkü yakından bakıldığında, her zaman görülecektir ki, sorunun kendisi, ancak onu çözüme bağlayacak olan maddi koşulların mevcut olduğu ya da gelişmekte bulunduğu yerde ortaya çıkar. Geniş çizgileriyle, asya üretim tarzı, antikçağ, feodal ve modern burjuva üretim tarzları, toplumsal-ekonomik şekillenmenin ileriye doğru gelişen çağları olarak nitelendirilebilirler. Burjuva üretim ilişkileri, toplumsal üretim sürecinin en son uzlaşmaz karşıtlıktaki biçimidir — bireysel bir karşıtlık anlamında değil, bireylerin toplumsal varlık koşullarından doğan bir karşıtlık anlamında; bununla birlikte burjuva toplumunun bağrında gelişen üretici güçler, aynı zamanda, bu karşıtlığı çözüme bağlayacak olan maddi koşulları yaratırlar. Demek ki, bu toplumsal oluşum ile, insan toplumunun tarih-öncesi sona ermiş olur.”
Bu giriş, Marx’a araştırmalarında kılavuzluk yapan materyalist yöntemin ve elbette tarihsel materyalizmin özlü ve tam bir tanımını vermektedir. Sınıflara bölünmüş bir toplumda, toplumun, yani insanların “varlıklarının toplumsal üretiminde” tarihin devindirici gücü sınıf mücadelesi ve bu mücadelenin taşıyıcısı olan “toplumun maddi üretici güçleridir.” Üretici güçlerin toplumu ileriye doğru hareket ettiren rolü anlaşılmadan, ne sınıf mücadelesi, ne de sınıflı toplumların ileriye doğru gelişimi, ne işçi sınıfının hareketine yol veren temel, ne de sınıfsız topluma geçişin dinamikleri anlaşılabilir. Üretici güçler nelerdir ve neden tarihsel ilerleme de kilit bir rol oynarlar? Üretim güçleri, başta insan, insan emeği, üretim araçları, üretim teknolojisi, toprak vb.’dir. İnsanın yaratıcı çalışmasının ürünü olan üretim araçlarının yapımı, aletlerinin gelişimi, iş örgütlenmesinin daha verimli hale gelmesi, makinelerin sürekli mükemmelleşmesi, üretici güçlerin sürekli olarak ilerlemesini de beraberinde getirir. Buradan da açıkça anlaşılabileceği gibi, içinde tarihsel ve toplumsal insan, yani sınıflara bölünmüş toplumun kendi çıkarlarının peşinde koşan insanı ve insan eylemi bulunduğu için, üretici güçler toplumun en devingen bölümüdür ve toplumun bu maddi üretici güçleri, içinde hareket ettiği belirli bir toplumdaki üretim ilişkileri ile uyumlu olmak durumundadır. Bu “uyum” kuşkusuz çelişkisiz bir uyum değildir. Ancak bu çelişki, üretim ilişkileri tarihsel olarak ilerici bir rol oynadığı ve ciddi toplumsal bunalımlar patlamadığı sürece, açıkça bir çatışmaya girişmez, “toplumsal devrimler çağı”nı başlatmaz. Bunu toplumların tarihsel gelişimine bakarak rahatlıkla görebiliriz.
Örneğin köleciliğe göre feodalite, daha ileri bir toplum biçimidir. Kölenin yerine bağımlı, yarı-köle üretici köylü, yani serf almıştır. Serfin köleden farklı olarak, efendisine çalışmak dışında, “kendi iktisadı” da vardır. Bu onun üretime olan ilgisini artırır. Üretim artmış, emek rantın yanı sıra ürün rant devreye girmiş, daha sonra para rant biçimindeki bir gelişim aşamasına ulaşılmıştır. Bu rant biçimleri, çoğu durumda iç içe ve yan yana bir arada bulunabilmişlerdir. Toplumda ticaret, zanaatlar gelişmiş, para ekonomisi –bu, paranın ileride sermayeye dönüşecek olmasının güçlü bir habercisidir– ilerlemiştir. Basit işbirliği, manüfaktür üretimi, eski zanaatçılığın, feodal loncaların yerini almaya başlamıştır. Bunun kesin bir sonucu vardır: o da şudur ki, meta ekonomisi gelişmiş, feodal toplum çözülmeye başlamış, toplumda, yeni bir topluma doğru gidişin koşulları olgunlaşmıştır. Bu toplum içerisinde meta ekonomisinin, para ilişkilerinin gelişmesi sonucu kapitalist ilişkilerin uç vermesi, yeni üretici güçlerin –işçi sınıfının, makinelerin vb.– ortaya çıkması, kapitalist topluma geçilmesinin yolunu açmıştır. Bu gelişmenin belirli bir olgunluğa ulaşması, burjuva devrimleri çağını başlatır. Değişen alt yapı ile uyumlu yeni bir üst yapı kurulmak zorundadır. Burjuvazi ile işçi sınıfı arasında sömürü ilişkisi var diye, bu devrim engellenmez. Aksine serflikten –yani yarı kölelikten– özgür işçiye geçiş, aynı zamanda işçi sınıfı ve emekçiler açısından da tarihsel bir ilerlemeyi ifade ederken, insanlar, kişisel bağımlılık ilişkilerinden kurtularak özgür yurttaşlara dönüşürler. Burjuvazi, bu süreçte, “tüm toplumun temsilcisi” olma rolünü üstlenmiştir. Burada, üretim ilişkileri ile üretici güçler arasında bir uygunluk bulunmakta, üretici güçlerin toplumsal gelişmede oynadığı devindirici rol de –Eagleton bunun açık olmadığını iddia etmektedir– açıkça anlaşılmaktadır. İşçi “özgürce” iş gücünü satar ve kapitalist bunu sermaye haline gelmiş üretim araçları ile birleştirerek kullanır ve artı-değer sömürüsünü gerçekleştirir. Kapitalist üretim artık ortaya çıkmıştır. Burjuva devrimi, giderek toplumun tüm gözeneklerine yayılır ve iktidardaki burjuvazi toplumu yeniden biçimlendirir. Kapitalist; üretim araçlarının sahibi olarak, toplumsal olarak gerçekleştirilen, yani tek bir işçinin emeğinin ürünü değil, işçilerin ortak emeğinin ürünü olan tüm üretimin sahibi olur. Üretim güçleri ile üretim ilişkileri arasındaki bu çelişki, mülk edinmenin bu özel biçimi ile üretimin toplumsal karakteri arasındaki uzlaşmaz çelişkide kendi ifadesini bulur.
Kapitalist toplum, gelişmesinin belirli bir evresinde, artık üretici güçlerin gelişmesinin engeli haline gelmeye başlar. Bağrında tohum halinde taşıdığı çelişki keskinleşmeye başlamıştır. Peki, ama bunun belirtileri nelerdir? Ne olmuş da, çelişkili de olsa, başlangıçtaki uyum, giderek şiddetli bir uyumsuzluğa dönüşmüştür? Bunun ilk nedeni, kapitalist üretimindeki dev ilerleme, bu üretimin toplumsal karakterinin daha belirgin hale gelmesi, buna karşın mülk edinmenin özel karakterinin devam etmesidir. Kapitalist toplumun bu temel çelişkisi derinleşmiş ve keskinleşmiştir. Bu durum, kapitalist toplumda ekonomik ve sosyal problemleri daha göze batar hale getirmiştir. Bu problemler, kapitalist bir toplumda, aşırı sömürü, işçi sınıfının kötü yaşam koşulları, krizler, işsizlik, savaşlar, kırımlar, açlık vb. biçiminde kendisini açığa vurur. Burjuva devrimi ile “özgür yurttaş” olan işçi, bu özgürlüğün, özünde işgücünü kapitaliste satma özgürlüğü anlamına geldiğini acı tecrübeleri ile öğrenir. Üretimin toplumsal karakteri ile mülk edinmenin özel biçimi arasında daha baştan beri varolan çelişki, artık daha fazla olgunlaşmış ve keskinleşmiştir. Emek ve sermaye arasında daha başında varolan çelişki daha sert biçimler alır ve artık yeni bir toplumsal devrim çağının kapısı açılır. Bu sosyalist devrimdir. Üretim araçlarının özel mülkiyetine son verilir, onlar toplumsallaştırılır ve üretici güçlerin önü yeniden açılır. Bu, aynı zamanda, sınıfların ve eski toplumun tüm kalıntılarının ortadan kalkmasına giden yolun açılması anlamına gelir. Bütün bunlardan sonra, Marksizm, Eagleton’un tanımı ile, “Marksizm özünde, uzun dönemli tarihsel değişimin teori ve pratiğidir“ türünden görünüşte şatafatlı, ama içi boş bir tarih teorisi gibi tanımlanamaz. Marksizm, Marksistlerin tanımladığı gibi, “proletarya hareketinin teorisi ve pratiğidir” ve bu tanım, Eagleton’un “Marksizm tanımı”ndan bütünüyle farklı olmakla kalmaz, aynı zamanda, bugünkü tarihsel gelişmenin temel unsurunu, hareket ettirici dinamiklerini de açıkça ortaya koyar.
Peki, ama Eagleton neden “Marksizm özünde, uzun dönemli tarihsel değişimin teori ve pratiğidir. Göreceğimiz gibi, Marksizmin özgünlüğü aynı zamanda en sorunlu yönüdür” demektedir? Eagleton’un ağzındaki bakla nedir? Onun düşüncesi şudur: “Marx’a göre tarih ilerlerken, üretim güçleri de gelişme halindedir… Hangi sınıf maddi üretimi geliştiriyorsa gelişimin aracısı da odur. Tarihin bu yorumuna göre, sanki üretim güçleri, kendilerini en çok geliştirecek sınıfı ‘seçmektedir’. Ama öyle bir nokta gelebilir ki, var olan sosyal ilişkiler, üretim güçlerini geliştirmekten çok, onlara engel olabilirler.” (sf. 54 vd) Eagleton, bu çerçevede, Marx’ın Katkı’nın Giriş’indeki “sosyal devrim çağı başlar” dediği pasajı alıntılar ve ekler: “Marksistlerin işaret ettiği gibi, bu teoride birçok sorun vardır. Bir kere neden genel olarak üretim güçlerinin evrim geçirdiğini varsaymaktadır?… Örneğin, üretim güçlerinin niye belirli zamanlarda yüzyıllar boyu durgunluk içinde olduğunu açıklamaz… Bazı Marksistler, üretim güçlerini iyileştirme zorunluluğunun tarihin genel bir yasası olmayıp, kapitalizme özgü bir zorunluluk olduğunu düşünür… Başka bir konu, hangi mekanizmayla bazı sosyal sınıfların, üretim güçlerini ilerletmek için ‘seçildiği’ açık değildir… Örneğin neden aynı mekanizma –üretim güçleriyle üretim ilişkileri arasındaki çelişki– bir sınıflı toplum döneminden diğerine geçişte işlemektedir?… Her halükarda eğer siyasi muhalefet yeterince güçlüyse, en parlak döneminde olan egemen sınıfı devirmek mümkün değil midir? Gerçekten üretim güçlerinin duraksamasına kadar beklemek zorunda mıyız?… Sosyal ilişkilerin değişimi basitçe üretim güçlerinin genişlemesiyle açıklanamaz. Ne de üretim güçlerindeki çığır açan değişimler, Sanayi Devrimi’nin gösterdiği gibi, mutlaka yeni sosyal ilişkiler doğurur. Aynı üretim güçleri farklı sosyal ilişkilerde bir arada olabilir. Örneğin Stalinizm ve sanayi kapitalizmi gibi.. Ya da aynı tür sosyal ilişkiler, değişik üretim güçlerinin gelişimini teşvik edebilir. Kapitalist sanayi ve kapitalist tarımı düşünelim. Tarih boyunca üretim güçleri ve üretim ilişkileri uyum içinde birlikte var olmamıştır. Üretim güçlerinin gelişiminde her aşama, bir dizi olası sosyal ilişkinin yolunu açmaya zorlar ve gerçekte herhangi bir dizi üretim ilişkisinin ortaya çıkacağının garantisi yoktur. Ne de, tarihsel çatırtı duyulduğunda, potansiyel devrim temsilcisinin hazır olacağının garantisi vardır… Niçin her zaman üretim güçlerinin, üretim ilişkilerine galip geleceği, niçin ikincisinin, birincisine itaat etmek durumunda gibi göründüğü açık değildir. Bunun yanı sıra teori, Marx’ın gerçekten feodalizmden kapitalizme ya da bazı yönleriyle kölecilikten feodalizme geçişi resmetmesiyle uyumlu görünmemektedir. Aynı sosyal sınıfların, üretim güçlerini geliştiremedikleri halde, genellikle yüzyıllarca iktidarda kaldığı da doğrudur. O modelin çok açık kusurlarından birisi determinizmidir. Sanki hiçbir şey, üretim güçlerinin ileriye doğru yürüyüşüne karşı duramamaktadır. Tarih, kaçınılmaz olarak bir içsel mantıkla işlemektedir. Tarihin başından sonuna kadar uzanan tek bir ‘öznesi’ (sürekli gelişen üretim güçleri) vardır ve ilerledikçe değişik siyasi düzenleri fırlatıp atmaktadır. Bu, son derece metafizik bir görüştür… Sınıf mücadelesi sırasında erkeklerin ve kadınların özgür gibi göründüğü doğrudur. Ne de olsa grevler, lokavtlar, işgaller kimi ilahi güçlerce emredilmez. Ama eğer tam da bu özgürlük, deyim yerindeyse, tarihin önüne geçilemeyen yürüyüşüne doğru programlanmışsa? Burada Hıristiyan ilahi kader ile özgür insan iradesi arasındaki etkileşimle bir benzerlik söz konusu… Bir anlamda gelecekteki Tanrı krallığının gelişi önceden belirlenmemişti; o, ancak şimdi kadınlar ve erkekler bunun için çalışırsa gelecektir. İnsanların özgür iradeleriyle bunun için çalışmasının kendisi, kaçınılmaz olarak Tanrı’nın takdiri nedeniyledir. Marx’ta da özgürlük ve kaçınılmazlığın benzer biçimde karşılıklı etkileşimi vardır… Hıristiyan davranış biçimi özgür olmakla birlikte, nasıl önceden belirlenmiş bir planın parçasıysa, Marx için de kapitalizmin çöküşü, önlenemez biçimde erkeklerin ve kadınların özgür iradeleriyle onu süpürüp atmasına yol açacaktı… Kapitalizm, yıkımın eşiğinde sendeliyor olabilir, ama onun yerine geçecek sosyalizm olmayabilir. Faşizm ya da barbarlık olabilir. Belki de sistemin parçalanmasıyla birlikte, işçi sınıfı, yapıcı biçimde hareket edemeyecek kadar zayıf düşecek ve morali bozulacaktır… Ya da –tam olarak öngörmediği bir olasılık– sistem, reformlarla siyasi başkaldırıyı savuşturabilecektir. Sosyal demokrasi, sistemle yıkım arasında bir siperdir. Böylece gelişkin üretim güçlerinden elde edilen artık, rüşvetle devrimi savuşturmak için kullanılabilir; bu durum, Marx’ın tarihsel taslağına hiçbir surette uymaz. O, kapitalist refahın ancak geçici olabileceğini inanmış görünüyor; nihayetinde sistem başarısız olacak ve o zaman işçi sınıfı da kaçınılmaz olarak ayaklanarak, onu ele geçirecektir. Ama bir kere bu, kriz içindeki kapitalizmin bile yurttaşlarının onayını alabileceği pek çok yolu olduğunu (Marx’ın yaşadığı zamana kıyasla bu yollar günümüzde çok daha karmaşıktır) göz önünde bulundurmamaktadır… Tabii zihinlerde canlandırılabilecek bir başka gelecek olabilir: Hiçbir geleceğin olmaması. Marx, nükleer katliam ya da ekolojik yıkım olasılığını öngöremezdi. Ya da belki egemen sınıf bir asteroidin çarpmasıyla yıkılacaktı… En determinist tarih teorisi bile böyle beklenmedik olaylarla yıkılabilir…” (sf. 59 vd.)
Eagleton, materyalist tarih anlayışının, kendi ifadesine göre “determinist yorumunu” böylece yerle bir eder. Burada ele alınan ve eleştiri konusu yapılan her sorunu elbette ele alıp irdeleyeceğiz. Ama şimdilik hatırda tutmamız gereken iki önemli nokta bulunuyor: İlk olarak, Eagleton determinizme yönelttiği eleştiride, materyalist tarih anlayışına ait temel kategorileri, yani üretici güçler ve onların gelişimini, üretici güçlerle üretim ilişkileri arasındaki ilişkileri determinizmin kategorileri haline getirmiş, Marksizmi buradan budamıştır. Yazarımıza göre, toplumların gelişiminin tarihi üzerine inceleme yapan, bunların gelişim yasalarını çözmeye çalışan Marksistler bu kategorilerden uzak durmalıdır. Peki, ama, uzak durmazlarsa ne olur? O zaman bu Marksistler, tarihi determinist olarak yorumlamış, Marksizme determinizm bulaştırmış olurlar. Yazar, “Marx’ın tarihten kastı, ‘olmuş olan her şey değil’ ama olayların temelinde yatan belirli bir rotadır” ve “o, ‘tarihi’, olayların izlediği anlamlı bir yol olarak ele almakta; insanoğlunun bugüne kadar gelen varoluşuyla eşanlamlı olarak görmemektedir” derken, aslında, materyalist tarih anlayışının determinist olduğu düşüncesine zemin hazırlamaktadır. Eagleton’un “anlamlı yol”u nasıl eleştirdiğini, onu hangi düşüncelerin paraleline yerleştirdiğini ileride göreceğiz. Şimdilik söylemeliyiz ki, Eagleton’un üretici güçler ve onların gelişimine ilişkin Marksist yaklaşımla ciddi bir sorunu vardır ve onun üretici güçlerle olan bu sorununu, elbette şimdiye kadar olduğu gibi, yeri geldikçe irdeleyeceğiz. İkinci olarak, Eagleton’a göre, tarihin bu yorumu, Hıristiyan kadercilik anlayışı ile benzerlik göstermektedir. Eagleton Marx’ı Mesih’likle damgalamamıştır, ama aradaki mesafeyi oldukça daraltmıştır. Genel olarak ifade etmek gerekirse, Eagleton, Marksizmi bu biçimde –yani determinist ve kaderci– yorumlayanların eserlerinden ve düşüncelerinden doğrudan bir aktarma yapmaz. Ama onun eleştirdiği, Marksizmin bu “yorumları” değil, Marksizmin kendisidir. İki korkuluk sallanmış, bunların üzerinden Marksizme saldırılmıştır.
Ama rahatlamamız lazım, adamımız ne de olsa bir Marksist’tir ve Marx’ın, düşüncelerinde, tarihe ilişkin “değişik bir düşünce akımı” olduğu müjdesini vererek bizi rahatlatır! Şöyle devam eder: “Oysa Marx’ın yazılarında, toplumsal üretim ilişkilerine, üretim güçlerine göre öncelik tanıyan (”oysa Marx şöyle dememiş miydi: “Varlıklarının toplumsal üretiminde, insanlar, aralarında, zorunlu, kendi iradelerine bağlı olmayan belirli ilişkiler kurarlar; bu üretim ilişkileri, onların maddi üretici güçlerinin belirli bir gelişme derecesine tekabül eder.”–abç–) değişik bir düşünce akımı vardır. Eğer feodalizm, kapitalizmin yolunu açtıysa, bunun nedeni, ikincisinin üretim güçlerini daha verimli hale getirmesi değildi; kırsal kesimde feodal sosyal ilişkiler, kapitalist ilişkiler tarafından yerinden edilmişti. Feodalizm, yeni burjuva sınıfın serpileceği koşullar yarattı, ama bu sınıf, üretim güçlerinin gelişmesinin bir sonucu değildi. Bunun yanı sıra, eğer üretim güçleri feodalizmde geliştiyse, bu, içinde var olan bir eğilimden dolayı değil, sınıfsal çıkarlar nedeniyleydi… Bu alternatif teoriye göre, insanlar, sosyal ilişkiler ve sınıf mücadeleleriyle gerçekten kendi tarihlerinin yazarıdır. Marx, bir keresinde Engelsle ile birlikte, kırk yıldır ‘sınıf mücadelesinin, tarihin en doğrudan itici gücü’ olduğunu söylediklerini vurgulamıştı. Sınıf mücadelesiyle ilgili nokta, sonucun önceden öngörülemeyeceği dolayısıyla determinizmin tutunacak zemin bulamamasıdır…” (sf. 66) Eagleton, daha sonra, bu düşüncesini kanıtlamak için, taşıdığı derin anlamı anlamadan ve dikkate almadan, Marx’tan şu alıntıyı yapar: ”‘Tarih’ diye yazar Marx, ‘hiçbir şey yapmaz, muazzam servete sahip değildir, hiç savaşlara girmez. Bütün bunları yapan gerçek, yaşayan insandır; sahip olur ve savaşır. ‘tarih’ sanki insandan ayrıymış gibi, insanları kendi amaçları için araç olarak kullanmaz; tarih amaçlarının peşinden giden insan faaliyetinden başka bir şey değildir.’ (bu alıntı ‘Kutsal Aile’dendir, sf. 101–A.Y) …Eğer böyleyse, o zaman artık tarihsel sürecin, belirli bir içsel mantıkla her üretim biçiminin hemen öbürünü izlediği kesin bir ‘lineer’ yol düşünmemize gerek kalmaz. Feodalizme özgü, onu karşı konulmaz bir şekilde kapitalizme dönüştüren bir şey yoktur. Tarihin halısında onu boydan boya geçen tek bir iplik yoktur: (burada okuyucu, Eagleton’un Marx’ın tarih anlayışına yönelttiği ve Marx’ın tarihi, “tarihin izlediği anlamlı yol” olarak gördüğü eleştirisini hatırlamalıdır. –A.Y) aksine birtakım faklılıklar ve süreksizlikler söz konusudur. Marksizm değil, burjuva politik ekonomisi, olaylara evrensel evrim yasaları açısından bakar… Marx, siyasi zafer için cesaret ve tutarlılığın gerekliliğini vurgulayarak, tarihsel süreçlerde raslantısal olayların belirleyici önemini kabul eder görünmektedir. 1849’da Fransa’da kolera salgınının militan işçi sınıfını kırıp geçirmesi böyle bir süreçtir.” (sf. 67 vd)
Böylece tarihin, yazara göre iki Marksist yorumu karşı karşıya getirilmiş, ilki, “determinizmle” sonuçlanıyor diye mahkum edilmiştir. Oysa yazarımız, Marksizme karşı yönetilen determinizm suçlamalarını yanıtlamak için yola çıkmıştı! Ama bu konuda tüm yaptığı, “determinizm” suçlamalarına karşı, ‘canım bu işi bu kadar da kabaca, hicveder gibi yapmayın, benim ne kadar incelikli bir yol izlediğimi görün’ demek olmuştur. Yazarımızın tercih ettiği ve benimsediği ikinci yorum ise, üstelik sınıf mücadelesi örnek gösterilerek, “keyfiyetle” sonuçlanmıştır. Yazarın anlatımına bakılırsa, ikinci tarih yorumu, durakta müşteri bekleyen taksiden farksızdır, verin adresi istediğiniz yöne gitsin! Burada, tarihsel eylem, onun üzerinde yükseldiği maddi koşullar yok sayılmış, belirsizliğe ve keyfiyete terkedilmiştir. Buna karşın, tarih, ilk ve son durağı belli olan bir taksi-dolmuş da değildir. Çünkü insanoğlunun yaratıcı güçlerinin üretici güçlerin gelişimine yapacağı etki, önceden kesin hatları ile bilinemez. Ama gerçek olan bir şey var ki, o da, maddi yaşamın yeniden üretiminin bir ileri toplum biçimine geçmek için maddi önkoşulları çıkaracak olmasıdır. Ancak Eagleton bütün bunları yok saymış, Marx’ın “..yeni ve daha yüksek üretim ilişkileri, bu ilişkilerin maddi varlık koşulları, eski toplumun bağrında çiçek açmadan, asla gelip yerlerini almazlar”… insanlık “önüne çözebileceği sorunları” koyar tespitlerini görmezden gelmiş, dahası “sorunun kendisi, ancak onu çözüme bağlayacak olan maddi koşulların mevcut olduğu ya da gelişmekte bulunduğu yerde ortaya çıkar” saptamasını yok saymıştır. Zaten keyfiyet de böyle bir şeydir. Bütün bunları okuduktan sonra, insan, Eagleton’un kitabına, niye “Marx Neden Haklıydı?” adını koyduğunu doğrusu merak ediyor. Aslında Eagleton, kitabına, “Marksizmin Marx’ına karşı Eagleton’un Marx’ı” adını koymalıydı.
Materyalist tarih anlayışını ana hatları ile özetlemeye çalıştık. Burada, sorunun diğer bir yanına değinebiliriz. O yan şudur ki; Marx tarafından materyalist tarih anlayışının oluşturulması ve bunun toplumsal olaylara uygulanması, tarihin daha önce açıklanış biçimlerinden köklü bir biçimde farklıdır. Böylece, önceki “tarihsel teorilerdeki” iki temel eksiklik giderilmiştir. (Lenin, Karl Marx. Ütopyadan Bilime Sosyalizm içinde Evr. Bas. Yay.) İlk olarak, geçmiş teoriler insanoğlunun tarihsel eylemlerinde yalnızca ideolojik, dini vb. nedenleri, bunların maddi toplumsal nedenlerini araştırmaksızın, “toplumsal ilişkiler sisteminin gelişmesini” yönlendiren nesnel yasaları ortaya koymadan, bu ilişkilerin temellerinin maddi üretimin gelişme derecesinde olduğunu görmeksizin incelemişlerdi. İkinci olarak, eski teorilerde halk kitlelerinin eylemleri yoktu. Tarihsel materyalizm, halk kitlelerinin toplumsal yaşam koşullarını, bunlardaki değişmeyi bilimsel bir doğrulukla incelemeyi olanaklı hale getirmiştir. Lenin’in ifadesi ile, “Marksizm öncesi ‘toplumbilim’ ve tarih yazarlığı, en iyimser bir değerlendirmeyle, gelişigüzel toplanmış ham gerçekler yığınını ve tarihsel süreçlerin bireysel yanlarının bir anlatımını sergilemişti. Marksizm ise, birbirine zıt eğilimlerin bütününü inceleyerek; bunları, toplumun çeşitli sınıflarının kesinlikle belirlenebilen yaşam ve üretim koşullarına indirgeyerek; belli bir ‘egemen’ fikrin ya da bu fikrin yorumlanmasının seçiminde, öznelliği ve keyfiliği bertaraf ederek; ve istisnasız, bütün fikirlerin ve bütün farklı eğilimlerin, maddi üretim güçlerinin koşullarından çıktığını açıklayarak, sosyo-ekonomik sistemlerin yükseliş, gelişme ve gerileme süreçlerinin kapsamlı ve ayrıntılı inceleme yolunu göstermiştir.” (Agy) Bütün bunlar Eagleton’un tarihe yaklaşımından oldukça farklıdır ve materyalist tarih anlayışının kapsamını açıkça ortaya koymaktadır.
Şimdi Eagleton’un üretici güçlere ilişkin tez ve iddialarını gözden geçirme işine devam edebiliriz.
KAPİTALİZMİN VE SOSYALİZMİN ÜRETİM GÜÇLERİ AYNI MIDIR?
Eagleton, “Sosyal ilişkilerin değişimi basitçe üretim güçlerinin genişlemesiyle açıklanamaz. Ne de üretim güçlerindeki çığır açan değişimler, Sanayi Devrimi’nin gösterdiği gibi, mutlaka yeni sosyal ilişkiler doğurur. Aynı üretim güçleri farklı sosyal ilişkilerde bir arada olabilir. Örneğin Stalinizm ve sanayi kapitalizmi gibi.. Ya da aynı tür sosyal ilişkiler değişik üretim güçlerinin gelişimini teşvik edebilir. Kapitalist sanayi ve kapitalist tarımı düşünelim.” demektedir. Her hal de anlaşılmış olmalıdır: Eagleton’un Stalinizm’den kastı, Stalin dönemindeki sosyalist inşa ve sosyalizmdir. Onun iddiası, sanayi kapitalizmi ile sosyalizmin aynı “üretim güçleri”ne sahip olduğu, ama sosyal ilişkilerin değişik olduğudur. Burada hatırlatmak gerekir ki, bilindiği gibi, Eagleton gibiler, Stalin dönemini “bürokratik kapitalizm vb.” tanımlarla damgalamaktadırlar. Bu, temelsiz bir suçlamadır ve Stalin döneminde sosyalist inşanın temelleri ve başarıları inkar edilemez gerçeklerdir. Tarih, bu çapta başka bir sosyalizm inşasına da tanık değildir. Bu nedenle bu “kaçamak” Eagleton’u kurtaramaz. Eagleton, sosyalist inşa döneminde en azından üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki temel çelişkinin çözülmediğini, örneğin sömürücü sınıfın tasfiye olmadığını, üretim araçlarına el konulmadığını kanıtlamak durumundadır. Oysa bu işi bugüne kadar yapabilen bir “babayiğit” henüz çıkmadı. Tüm yapabildikleri, “sosyalizmin uygulamalarını” çeşitli bahanelerle eleştirmektir. Bu nedenle, açıkça vurgulamak gerekir ki, Eagleton’un üretici güçlere yaklaşımı metafiziktir ve o gerçekte kapitalizmle sosyalizmin üretici güçlerini aynılaştırmaktadır. Eagleton bunu söylemekle, materyalist tarih teorisinden, Marksizm’den zerre kadar haberinin olmadığını ortaya koymaktadır. Materyalist tarih anlayışını iki türlü yorumlayan ve bunun birinin determinizme, diğerinin keyfiyete çıktığını “kanıtlayan” Eagleton, tarihi de, sosyal ilişkiyi, üretici güçlerin karakterini de bir burjuva liberali gibi yorumlamaktadır. Bu metafizik ve anti-Marksist bir görüştür. Ama kabul etmek gerekir ki, Eagleton Marksizme karşı darbesini nereden vuracağını çok iyi bilmektedir. Üretici güçleri toplumsal gelişmenin ve ilerlemenin temel dinamiği olmaktan çıkarırsanız, işçi sınıfının elinden devrim ve sınıfsız toplum amacını çekip alırsınız. Eagleton’un yapmaya çalıştığı da budur. Eagleton “sosyal ilişkilerin değişimi basitçe üretim güçlerinin genişlemesiyle açıklanamaz” demektedir. Ortada Marksizmin “basitçe” açıkladığı hiçbir şey yoktur. Marksizmi “basitlik”le suçlayanların açıklama tarzı ise, burada sabırla göstermeye çalıştığımız gibi gerçekten bayağı ve adicedir.
Açıkça anlaşılmaktadır ki, Eagleton üretici güçlerden sadece makineleri, binaları, çalışan işçileri, teknolojiyi anlamakta, bunlar arasında da durağan, mekanik bir ilişki kurmaktadır. Kapitalizmde de bütün bunlar var, sosyalizmde de, o halde farklı sosyal sistemlerde de aynı üretici güçler söz konusudur diye düşünmektedir. Bu mantığa göre, sosyalizmin bütünüyle yeni maddi üretim araçlarına sahip olması, sosyalist inşa sürecinde kapitalizmden devralınan makineleri, fabrikaları, teknolojiyi imha etmesi, toprağı terketmesi gerekir. Eagleton, örneğin bir ülkede, kapitalizmde de sosyalizmde de aynı dil konuşuluyor diye “sosyal ilişkilerin değişmediğini de” kanıtlama işine soyunabilirdi! Neyse ki işi oraya götürmemiş. Sosyalizm elbette makineleri, teknolojiyi, toprağı kullanacaktır. Bütün yeni toplum biçimleri eski maddi üretim araçlarını, üretim teknolojilerini devralmış, ama onları geliştirmiş, kullanımına farklı bir boyut katmış, onu kullanan insanla kullandığı alet arasındaki ilişkinin niteliğini değiştirmiştir. Yani üretici güçlerle üretim ilişkileri arasındaki çelişki çözülmüş, üretim araçları, fabrikalar, makineler, toprak vb. toplumsallaştırılmış, üretici güçlerin özgürce gelişmelerinin yolu açılmıştır. Daha önceki toplum biçimleri ise sadece sömürünün koşullarını değiştirmiş, bir sömürücü sınıfın yerini başka bir sömürücü sınıf almıştır. Köleci toplumun üretim güçleri ve kullandığı iş araçları ile feodal toplumun kullandığı araçlar yüzyıllarca hemen hemen aynı kalmış, giderek ve çok yavaş bir değişikliğe uğramıştır. Üretim araçlarındaki dev ilerleme Sanayi Devrimi’nin ürünüdür. Makinelerin yapımı ve gelişmesi, bilim ve teknikteki ilerleme üretici güçlerin gelişimini, köleci ve feodal toplumdaki gelişim hızıyla kıyaslanamayacak oranda hızlandırmıştır. Kol gücünün ve kol gücü ile çalışan makinelerin yerini enerji ile çalışan makinelerin alması, bu sıçramanın kilit halkasıdır. Eagleton’un “üretici güçler yüzyıllarca durağan kaldı” eleştirisi, bu gelişim dikkate alınarak soyuttur, gerçekçi değildir ve toplumsal gelişmenin özünü anlamaktan uzaktır. Sosyalizm, makine kullanımının önündeki tüm sınırlamaları kaldırmış, bilim ve teknikteki ilerlemenin önündeki engelleri yıkmıştır. Açıkçası sıfırdan yeni bir toplum yaratılmaz. Bu insanlığın gelişimine de, onun tarihsel birikimine de terstir. Bu bir ideoloji haline getirilirse de varılacak yer sapkınlıktır.
Sosyalizmde üretici güçlerin kullandığı, harekete geçirdiği üretim araçları ile olan ilişkileri niteliksel bir değişime uğramıştır. Kapitalizmde üretici güçlerin canlı, en devingen parçası olan işçi sınıfı, üretim araçlarının sahibi değildir. İşçilerin sermaye biçimini almış üretim araçları ile girdiği her ilişki, artı-değer sömürüsünü harekete geçirir. Sosyalizmde ise, işçi, üretim araçlarının toplumsallaşması ile zaten onların sahibidir. Yani üretim araçları ile işçinin girdiği ilişkide artı-değer üretilmez. Ama toplumun gelişip ilerleyebilmesi için toplumsal fonlara aktarılacak bir fazla üretilir. (Eagleton’un sosyalizme ilişkin tespitlerinin ve onun “sosyalizm” anlayışının eleştirisi ayrı bir bölüm olacaktır.) Kapitalizmde makine kullanmanın sınırlarını, o makinenin yerinden ettiği iş gücünün değeri belirler. Kapitalist aynı işi canlı emek sömürüsü ile daha kârlı yapıyorsa, makine kullanımına geçmez. Kapitalizmin üretici güçlerinin gelişmesinini engellemesinin kendisini gösterdiği yerlerden birisi burasıdır. Üretim sınırsızca genişleme eğilimindedir ve bu sayede tüm toplumun ihtiyaçlarını karşılamak olanak dahiline girer, ancak kapitalizm onu sürekli geriye çeker, ilerleme oldukça yavaştır, sürekli dizginlenmektedir.
Sosyalizm ise, o makine toplumsal üretime katkıda bulunuyorsa, işçiler için, sosyalist toplumun insanları için yaşamı kolaylaştırıyor, üretimi artırıyor ve sosyalizmin insanına farklı insani etkinliklerde bulunması için zaman yaratıyorsa, üretimde kullanılır. Çünkü üretici güçlerin önemli bir parçası olan üretim araçları sermaye olmaktan çıkmıştır. Yani o makinenin, fabrikanın hangi üretim ilişkisine hizmet ettiği, onun hem kullanımının, hem de gelişiminin sınırlarını belirler. Yani orada da makine var, burada da makine var, bunlar aynı üretici güçlerdir demek, sadece metafizik bir yorum değil, aynı zamanda insan toplumlarının sürekliliği ve bu süreklilik içinde değişimini, gelişimini ve dönüşümünü de özünde inkar etmek demektir. Su çarkları, değirmenler, yel değirmenleri çok eski çağlardan beri vardır. İnsanlık bu arada üç toplumsal sistem değiştirmiştir. Ama bugün insanlık bu araçların çok geliştirilmişleri ile elektrik üretimi yapmaktadır. Milyonlarca kölenin, serfin, işçinin emeği, alınteri, canı ve kanı, insanlığın tarihsel ve toplumsal gelişiminde, onun maddi ve manevi ürünlerinde adeta cisimleşmiştir. Çekiç, balta, testere vb. gibi el gücü ile kullanılan aletler binlerce yıl kullanılmış, bunların üretici güçleri geliştirmesi çok yavaş olmuştur. Ancak sanayi devrimi ile birlikte makinelerin kullanılmaya başlaması, üretici güçlerin önüne muazzam bir gelişme yolu açmıştır. Marx “kapitalizmin teknik temeli devrimcidir” derken işte tam da bunu kastetmektedir. Devrimci bu teknik temel, gelişmesinin belirli bir aşamasından sonra, üretici güçlere kazandırdığı muazzam toplumsallık nedeniyle, kapitalist üretim ilişkilerine, yani sınırsızca gelişmesini engelleyen kapitalist kullanım biçimine başkaldırmaktadır.
Üretici güçlerle üretim ilişkileri arasında canlı diyalektik bir bağ vardır. Üretim ilişkileri, üretici güçlerin gelişim düzeyleri tarafından belirlenmektedir. Ancak bir kez ortaya çıktıklarında, rolleri pasif değildir. Üretici güçlerin gelişimine uygun üretim ilişkileri, üretici güçlerin gelişmelerine hizmet ederler. Toplumsal gelişmenin belirli bir aşamasında ise, onlara köstek olmaya başlarlar. Bu durumda, üretici güçlerle üretim ilişkileri arasındaki uygunluk artık bozulmuştur. Özellikle kriz dönemlerinde bu çelişki çok açık bir biçimde görülür. Bir tarafta sermaye oldukları için artık kâr getirmediği için üretmeyen, boş duran dev makineler yığını, diğer tarafta ancak canlı emekleri ile o makineleri harekete geçirebildikleri sürece karınlarını doyurabilen –geçim araçları ellerinden alınan– dev işsizler ve açlar yığını.
Bu durum, üretim ilişkilerinin artık üretici güçlerinin önünde engel haline geldiklerinin açık kanıtıdır. Çözümü de, toplumun gelişimi tarafından, bizzat o toplumun güçleri tarafından üretilmiştir. O üretim araçları ile üretim ilişkileri arasındaki çelişki giderilecektir. Üretimin toplumsal karakteri ile mülk edinmenin özel kapitalist niteliği arasındaki çelişki çözülecektir. Bu sosyalizmdir. Yani toplumun “nereye doğru gideceği” bir sır değildir. Toplumun kendisi, bu çelişkiyi ortadan kaldıracak, toplumsal ve insani gelişimin önünü açacak güçleri ve olanakları zaten üretmiştir. Taksiye binen müşteri gibi, şoförün eline herhangi bir adres tutuşturup şu ya da bu yöne gidemezsiniz.
Eagleton ise böyle düşünmemektedir. O sanmaktadır ki, kapitalist toplumun ortaya çıkardığı üretici güçler, bu güçlerin en devrimci ögesi olan yaşayan tarihsel ve toplumsal insan ve onun oluşturduğu toplumsal sınıf –işçi sınıfı–, elbise dolabından elbise beğenir gibi, yeni bir sistem beğenecek, toplum o yöne doğru gidecektir. Ya da raslantı her şeyi belirleyecektir. Eagleton, “bazı Marksistlerin” “hangi mekanizmayla bazı sosyal sınıfların üretim güçlerini ilerletmek için seçildiği açık değildir” tespitine katılırken, toplumun maddi gelişiminin yasalarını, insanların aralarında girdikleri ilişkinin niteliğini anlamamış, maddi, toplumsal gelişmenin ortaya çıkardığı güçleri tanrı bilimden ödünç aldığı “seçilme” yaftası ile damgalamıştır. Onun, bütün bu teorilerini dayandırdığı ”Marksislerin” ortak özelliği de, onların hemen hepsinin anti-Marksistler olmalarıdır. Vurgulamak gerekir ki, “üretici güçlerin, tarih tarafından, tarihsel amacı yerine getirsinler diye kodlanmış içkin amaçları” yoktur. Onların gelişimi, bütünüyle maddi, sosyal yaşamın ilerlemesine, ortaya çıkardıkları üretim ilişkileri ile girdikleri karşılıklı etkiye, bilimsel, teknik gelişmelere bağlıdır. Bütün bu etkenler toplumsal gelişmenin yolunu ve doğrultusunu da belirlemektedir. Açıkçası toplumun gelişim yasaları öyle “gizemli” yasalar değildir. Toplumu ilerletecek güçler bellidir ve onlar mücadeleleri ile bu ilerleme ve dönüşümü başarmaya çalışırlar.
Eagleton, Marx’tan şu alıntıyı yaparken bunun anlamı ve içeriği üzerine hiç düşünmemiştir. Gerçi onun, ilk elden Marx’ı okuyup okumadığı da, şüphelidir. Çünkü alıntılar, genellikle başka bir yazardan aktarmadır. Yeniden hatırlatacak olursak, alıntı şudur: ”Tarih” diye yazar Marx, “hiçbir şey yapmaz, muazzam servete sahip değildir, hiç savaşlara girmez. Bütün bunları yapan gerçek, yaşayan insandır; sahip olur ve savaşır. ‘tarih’ sanki insandan ayrıymış gibi, insanları kendi amaçları için araç olarak kullanmaz; tarih amaçlarının peşinden giden insan faaliyetinden başka bir şey değildir.” Oysa Eagleton’un burada durup düşünmesi gerekirdi. En azından kendisine şu soruları sorabilirdi: Sınıflara bölünmüş bir toplumda ezilen ve sömürülen insanlardan meydana gelmiş, benzer koşulları paylaşan insan gruplarının oluşturduğu sınıfların, bu sınıfın mensubu insanların “tarihi amaçları” ne olabilir ki? Yeni bir sömürücü sınıf mı? Yoksa daha vicdanlı patronlar mı? Sakın toplumun durumunun farkında olan, onu farkettiği anda da bu durumu değiştirmek gerektiğini düşünen yeni ve insan sever bir egemen sınıfa sahip olmak olmasın? Bütün bunların peşinde koşan, bunları idealleri haline getiren insan toplulukları var mı acaba? Ya da böyle davranınca yanılgıya düştüğünü anlamayan bir topluluk var mıdır? Ama buna karşın insanlar çok eski çağlardan beri “kaybettikleri cenneti” yeniden bulmanın peşinde olmuşlardır. Bu, ilkel biçimiyle komünal toplumdur. Yani sömürünün, üretim araçları üzerinde özel mülkiyetin olmadığı, insanların eşitçe bir arada yaşadığı bir toplum. Bugünün insanı da, harekete geçirdiği güçlerin, bu güçlerin zorunlu olarak hareket edeceği yönün bilgisi ile donanmıştır. Başarısız ve başarılı ayaklanmalar, kısa ve daha uzun sürekli iktidar tecrübesi ve yeni bir toplum kurma çabası bütün bu faaliyetin, amacın niteliğini belirler.
Sömürücüleri dışta tutarsak, günümüz insanı, sömürüsüz, sınıfsız bir toplum kurma amacının peşindedir ve onun bu çabası tarihi de meydana getirmektedir. Yani “insanlar tarihlerini” gerçekten kendileri yaparlar. Ama keyiflerince değil, verili koşullarla, ulaştıkları maddi gelişim aşamasının özellikleri ile, maddi yaşam koşullarının ortaya çıkardığı çelişkileri çözmek üzere harekete geçerek, bunu yaparlar. Üstelik insan toplulukları yaşadıkları tecrübeyi biriktiren, onları tartışan ve geliştiren bir yeteneğe, bir “tarih bilincine” sahiptirler. Sömürücü sınıflar da “kendi sınıf ve tarih bilincine” sahiptirler. Onlar da, sınıfsal çıkarlarını korumak, sömürüyü ebedi kılmak için tarihin yapılmasına katılırlar. Bütün bunların karşılığı ise sınıf mücadelesidir. Bunun anlamı şudur, insanlar tarihlerini keyiflerince yapmazlar. Verili koşullarda, kendilerini çevreleyen ilişkiler ve maddi yaşam koşulları temelinde yaparlar. Yani “yapılmış olan eski tarih”, kendi tarihlerini yapmaya çalışan yeni kuşakların omuzlarına olanca ağırlığı ile binmiştir.
Bu tarihsel hareketin determinizmle bir ilgisi bulunmamaktadır. Determinizmin nedensellik anlayışı idealist, metafizik ve tek yönlüdür. Şurada nedenler, orada hazır ve zorunlu sonuçlar vardır. Bunlar zıt kutuplar gibidir. Felsefi materyalizme dayanan tarihsel materyalizmin yöntemi ise diyalektiktir. Burada neden olan, şurada sonuç olabilir. Nedenler ve sonuçlar arasındaki ilişki sadece çok yönlü ve canlı değil, nedenlerin incelenmesi de diyalektiktir. Doğa ve toplum olayları, sadece zıtlıklara değil, ilişkiler ve iç bağıntılara sahiptir, bütün bunların aralarındaki ilişki çok yönlüdür ve karşılıklı etki içindedir. Bütün bunlar titiz bir incelemeye tabi tutulur. Felsefi materyalizmin doğaya ve insan toplumlarının tarihine bakışı, determinist anlayıştan sadece çok farklı değil, aynı zamanda onun zıddıdır da. Diyalektik materyalizm, olguları ve gelişmeleri, kendi iç bağlantıları ve birbirleriyle ilişkileri içinde inceler ve yorumlar. Deterministlerin giderek “ilk neden”e, yani tanrıya ulaşmaları ya da doğayı tanrı yerine koymaları tesadüfi değildir. Nedensellik, evrensel bağlantıların ancak küçük bir parçasıdır ve diyalektik yöntemin kanıtladığı gibi, neden ve sonucun ancak bir yönünün insan tarafından kavranmasına hizmet eder. Oysa doğa ve toplum olayları çok yönlü ve zengindir ve bütün bunlar karşılıklı ilişkileri ve etkilenmeleri çerçevesinde incelenebilirler.
Neden sonuç ilişkileri üzerine Engels’in Conrad Schmidt’e 27 Ekim 1890’da yazdığı mektubun şu satırlarını burada hatırlatmak yararlı olacaktır: “Bütün bu baylarda eksik olan şey, diyalektik. Onlar burada neden, orada sonuçtan başka başka bir şey görmüyorlar. Bunun tatsız tuzsuz bir soyutlama olduğunu, bu türlü kutupsal, metafizik karşıtlıkların, gerçek dünyada ancak bunalımlar sırasında varolduklarını; tüm engin gelişmenin (iktisadi hareketin en güçlü, en ilk, en kararlaştırıcısı olduğu güçlerin eşitsiz olmasına karşın) karşılıklı-etki biçiminde sürüp gittiğini; bu gelişmede mutlak hiçbir şey olmadığını, her şeyin görece olduğunu görmüyorlar. Onlar için, Hegel yaşamadı.” Burada nedenler ve sonuçlar arasındaki ilişkinin Engels tarafından son derece açık bir biçimde ortaya konuluşunu görüyoruz.
Kapitalizmin yerine sosyalizmin değil de, faşizmin ya da barbarlığın alabileceği gibi iddialara gelince, bunlar içi boş iddialardır. Faşizm, tekelci kapitalist burjuvazinin işçi ve emekçi sınıflara karşı sermaye düzenini korumak için başvurduğu bir yönetim biçimidir ve kapitalizmden ayrı bir faşizm söz konusu bile edilemez; faşist diktatörlük, burjuva diktatörlüğünün yalnızca bir biçimidir. Barbarlık vb. ise fanteziden ibarettir. İnsanoğlunun yaratıcı gücüne, önüne çıkan sorunları çözme yeteneğine olan güvensizliğin ürünüdür. Eagleton, herhalde Amerikan kurgu filmlerinin “genel yıkımdan” sonra çizdiği tablonun etkisinde kalmıştır. Burjuvazinin, sosyalist bir dünya yerine, her şeyi yıkıp mahvetmeyi tercih edebileceği ihtimal dahilinde olabilir. Ancak karşılıklı olarak mücadele eden güçlerin, uluslararası işçi sınıfının ve emekçi halkların kendi kaderlerini ve geleceklerini burjuvaziye terketmeleri için herhangi bir neden bulunmamaktadır. Birinci ve ikinci emperyalist paylaşım savaşlarının, hatta atom silahlarının kullanılmasıyla ortaya çıkardığı yıkım bilinmektedir. Ancak bütün bunlardan sonra, özellikle en fazla yıkıma uğramış ülkeler başta olmak üzere, hiçbir ülkede barbarlığa dönüş yönünde en küçük bir yönelimin olmadığı da çok iyi bilinmektedir. Barbarlık, eğer şiddetin ve vahşetin dizginsiz uygulanması ise, kapitalist emperyalizm bunu zaten yapmaktadır. Yani bu, geleceğin sorunundan çok, bugünün sorunudur. Savaş ve yıkım, kapitalizmin bir özelliğidir ve çizgiden “sapmayı” değil, aksine kapitalizmin yasalarının doğal sonuçlarını temsil etmektedir. Vietnam’da, Irak’ta, Afganistan’da, Libya’da, Filistin’de yapılan yıkım az değildir. Buna karşın kapitalistler aptal değildir. Eagleton rahat etsin, onlar sınıf mücadelesinin kaçınılmaz olarak sosyalizmi dayattığı bir noktada, ya pazarlık ederek kaderlerine razı olacaklar ya da direnerek yok olacaklardır.
Açıkçası toplumların ilerlemesine yol açan temel yasalar, bu ilerleme bir biçimde kesintiye uğrarsa, hem yasa olmaktan çıkmazlar, hem de işlevlerini sürdürmeye devam ederler. Yaygın bilinen bir örnektir: Yer çekimi kanununa göre, ağaçtaki elma yere düşer. Ama birisi onu koparıp yerse, çekim kanunu geçerliliğini yitirmez. Bu durumda hiç kimsenin aklına çekim kanununu yeniden tartışmak gelmez değil mi?
Devam edecek…