“Tanrı parçacığı”ndan “büyük patlama”ya fizikte metafizik

İsviçre’deki dünyanın en büyük parçacık fiziği laboratuvarı CERN’de yapılan deneylerin ilk sonuçları iki ay önce açıklandı. Açıklamayı yapan bilim insanları, yeni bir atom altı parçacık bulduklarının ilk işaretlerini aldıklarını söylediler. Sözü edilen parçacık, uzun süredir aranan ve kendisiyle etkileştiğinde maddeye kütle kazandıran Higgs bozonu. Ancak parçacık henüz kesin olarak bulunmuş değil. Her şey yolunda gider de deneyler beklenen sonuçları verir ve açıklanan ilk gözlemler doğrulanırsa maddenin kütle sorunu adı verilen fiziğin önemli bir sorunu daha çözülmüş olacak.

Medya’da “Tanrı Parçacığı” denilen Higgs Bozonu’nun ilk belirtileri ortaya çıktı çıkmasına ama, deney sonuçlarının açıklanmasının çok öncesinde, CERN’de yapılmakta olan deneyler hakkında bir yığın demagoji ve yanlış bilgi ortalıkta dolanıyordu. Deneyler sırasında koca bir kara delik oluşup hızla her şeyi yutup yok edeceğini, böylece dünyanın sonunun yani kıyametin geleceğini iddia edenler de vardı; bu deneylerin büyük patlama teorisini kanıtlayacağını öne sürenler de; çalışmaların tanrının işaretlerini gösterip, evrenin “başlangıcı”nı yani yaratılışı açığa koyacağını söyleyenler de;. Uzun süredir konuyla ilgili etrafta öylesine yoğun bir toz duman var ki, neyin bulunduğu ya da bulunmakta olduğunu konunun dışındakilerin anlaması neredeyse olanaksız. Konunun uzmanları da açıklamalarını teknik kavram ve matematiksel terimlere boğunca konunun anlaşılması daha bir zor hale geliyor. Öyle bir yanılsama yaratılmış durumda ki, “tanrı parçacığı” diye lanse edilen Higgs Bozonu sanki “maddeyi yoktan var eden” tanrının sihirli değneği. “Ol” deyince her şeyi yaratan bir şey.

Oysa olay hiç de karmaşık değil, aksine çok açık. Higgs bozunu iddia edilenlerden hiç biri değil çünkü. CERN’de bulunmakta olan olan parçacık, kuantumun atom altı dünyasında, maddenin enerjiye, enerjinin de maddeye dönüşürken etkileşimde bulunarak kütle kazandığı ya da kaybettiği çok küçük bir parçacık. Kısacası, metafiziği ve mistisizmi fiziğe daha fazla sokuşturmak için ısrarla ve bilinçli bir biçimde “tanrı parçacığı” denilen Higgs Bozonu ne sihir, ne de keramet; doğanın işleyiş mekanizmalarından birinin daha açıklanması. Hepsi bu, fazlası değil.

Higgs bozonu’nu açıklarken büyük fizikçi Einstein’dan söz etmeden geçmek doğru olmaz. Einstein genç yaşlarında iki önemli Kurama imza attı: Özel Görelilik Kuramı ve Genel Görelilik Kuramı. Bunlardan Özel Görelilik Kuramı çok yüksek hızlar ve enerji ve maddenin birbirlerine dönüşmeleriyle; Genel Görelilik Kuramı ise kütle çekimiyle ilgilidir.

Özel Görelilik Kuramında Einstein, madde ve enerjinin eşitliğini ve birbirlerine dönüşebildiklerini gösterdi. Maddenin içinde sıkışmış muazzam boyutlarda bir enerji bulunur. Örneğin, 1 gram maddenin içinde 2 bin ton petrol yakıldığında ortaya çıkan enerjiye eşit enerji bulunur. Enstein’in ünlü E=mc2 denklemiyle madde içine sıkışmış enerji miktarı hesaplanabilir; maddenin enerjiye, enerjinin de maddeye dönüştükleri kanıtlanabilir. Nitekim Eisntein’dan sonra bunun böyle yapılan deneylerle gösterildi. Büyük bilgin bu kuramıyla, çok büyük hızlarda (ışık hızında) hareket eden bir cismin kütlesinin giderek arttığını ortaya koydu. O zamana dek hızı ne olursa olsun maddenin kütlesinin hiç değişmeyeceği sanılıyordu. Einstein tersini gösterdi. Çok büyük hızlara erişildiğinde enerji maddeye dönüşüyor, hızla hareket eden maddenin kütlesi sürekli artıyordu. Aynı biçimde yine yüksek hızlarda madde de dönüşüyordu. Yani yok olduğu söylenen madde aslında yok olmuyor, biçim değiştirerek maddenin bir başka biçimi olan enerjiye dönüşüyordu. Daha sonra yapılan deneylerle, gamma ışınlarının ışık enerjisini maddeye dönüştürerek proton ve pozitron adlı iki ayrı atom parçacığını ortaya çıkardıkları gösterildi. Yine, Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan atom bombaları Einstein’ın, maddenin içine sıkışmış dev boyutlardaki enerji öngörüsünden yola çıkılarak yapıldı

Einstein’ın Özel Görelelik Kuramında, enerjinin maddeye dönüşürken, örneğin gamma ışınından proton ve pozitron oluştuğunda, proton ve pozitronun nasıl kütle kazandığı (aynı biçimde 1 adet protonla 1 adet pozitron’dan da 2 adet gamma ışını oluştuğunda kütlenin nasıl “kaybolduğu”) açıklanamıyordu. Fizikteki bu açığı gören felsefi idealistler ve dini çevreler buraya hemen tanrının elini sokuşturuyorlardı.

Kütle sahibi maddelerin, yine maddenin bir başka biçimi olan enerjiden dönüşürken nasıl kütle kazandığı sorusu uzun yıllardır fizikte önemli soruların başında geliyordu. Bunu açıklamak için çeşitli tezler ortaya atıldı. Bu tezlerden birisi de İngiliz teorik fizikçisi Peter Higgs’e aitti. İngiliz fizikçi, 1964 yılında ortaya attığı tezinde, bilinen evrendeki büyük boşluklarda “Higgs Alanı” adını verdiği enerji alanları ve bunların içinde de “Higgs Bozonu” adını verdiği atom altı parçacıklarının bulunduğunu; maddenin bu alandaki Higgs Bozonuyla etkileşime girerek kütle kazandığını öne sürmüştü.* Sürmesine sürmüştü ama bugüne dek Higgs’in bu hipotezi deneysel verilerle gösterilememişti. CERN deneylerinin hedeflerinden biri de Higgs Bozonunu deneysel olarak göstermekti, ki, bugün bu yapıldı, yapılıyor. CERN’de gösterilmekte olan, Peter Higgs’in neredeyse 50 yıl önce ortaya attığı tezlerin deneysel olarak ortaya konulmasıdır.

CERN deneyleri bu mekanizmayı ortaya çıkarmaya başladı; yani Einstein’ın modeliında açıklanamayan enerjinin maddeye dönüşürken nasıl kütle kazandığının yanıtı verilmeye başlandı. Açıklanmaya başlanan mekanizmaya göre, kütle kazanımı ya da yitiminin Higgs Bozonu yoluyla oluyor. Bulunmakta olan budur, daha başka bir şey değil.

Bugün CERN deneyleri bir kez daha gösteriyor ki, maddenin oluşumunu sağlayan doğaüstü bir güç değil, doğanın bir gücü! Üstelik çok çok küçük bir parça. Enerjiye kütle kazandırarak bildiğimiz maddeyi oluşturan bir başka madde. Kısacası CERN deneyleri, doğada hiçbir şeyin varken yok olmadığı ya da yoktan var edilmediğini bir kez daha göstermiştir. Bu da, söylenenlerin aksine metafiziğin ve dinin değil diyalektik materyalizmin, bilimin zaferidir.

CERN’in son açıklama ve bulguları “Büyük Patlama” iddialarını çürütüyor olmasına karşın belirtilen çevreler son bulguların Büyük Patlama modeline işaret ettiğini ifade etmeye devam ediyorlar. Modeli çürüten bunca bulguya olmasına, buna karşılık model lehine neredeyse hiçbir bulgu ve gözlem olmamasına rağmen, yalnızca halk arasında ve medyada değil fizik bilim çevrelerinin önemli kısmında da evrenin açıklaması hala “yamalı bir bohça” olan “Büyük Patlama” modeliyle yapılıyor. Öyle ki, Özgürlük Dünyasının bir önceki sayısında yer alan “Higgs Bozonu ve Yeni Fizik: Genel Bir Bakış” adlı yazısında Dicle Üniversitesi fizik profesörlerinden İrfan Açıkgöz de Büyük Patlama modelini evrenin tek açıklaması gibi gösteriyor. Profesör Açıkgöz, yazısında, “Bilim insanları, evrenimizin 14.9 milyar yıl önce büyük bir patlama (Big Bang) sonucunda oluşmaya başladığı konusunda hemen hemen hem fikirdir. Bugüne değin yapılan çalışmalar (teorik ve deneysel), başlangıca doğru evrenin oluşumunu anlamaya yöneliktir. Astrofizikçilerin diliyle söylersek, bu yönde atılan her ileri adım bizi evrenin başlangıcına bir adım daha yaklaştırmaktadır.” diyor. Bütün bunlar, ister istemez, “Büyük Patlama” denilen modelin kısaca da olsa ele alınmasını gerektiriyor.

BÜYÜK PATLAMA MODELİ NEYİN MODELİ?

Büyük patlama kuramcılarına göre, evren yaklaşık 15 milyar (14.9 milyar) yıl önce büyük bir patlamayla meydana geldi. Bundan önce hiçbir şey yoktu. Herşey bir anda ve yoktan oluştu. İddialara göre patlama anında bugün evrende bulunan herşey tek bir noktada, toplu iğne başından çok daha küçük bir noktada yoğunlaşmıştı. Bir gün geldi öyle güçlü bir patlama oldu ki, o noktadaki her şey bir anda yayılıp evreni doldurdu. Bu patlamayla ortaya çıkan genişleme hala sürüyor. Bu yayılma sırasında galaksi ve yıldız kümeleri, gezegenler, güneş ve dünyamız meydana geldi. Büyük patlamacılara göre bir gün gelecek herşey yine o noktaya toplanıp büyük bir çatırtıyla yok olacak. Ne evren kalacak, ne madde, ne uzay, ne de zaman. Yoktan var olan madde, yine yokluğa karışacak.(!)

Büyük patlama ve büyük çatırtı teorileri aslında, bütün büyük dinlerin sözünü ettiği yaradılış ve kıyamet efsanelerinin daha inandırıcı bir başka söylemle tekrarlanmalarından öte bir şey değil. Tarih boyunca evrenin ne zaman yaratılmış olduğu hep merak edildi. Bütün dinler bu soruya bir yaradılış efsanesiyle cevap verdiler. Hep aynı şey söyleniyordu: O; ol demişti ve her şey olmuştu. Ama bir tarih veremiyorlardı. Tarih vermek, sonraları başladı. Ortaçağın Yahudi alimleri yaratılış tarihini M.Ö. 3760 olarak belirlediler. Bu yüzden Yahudi takvimi bu tarihte başlar. Daha sonra 1658’de, Usser adlı piskopos evrenin M.Ö. 4004 yılında yaratıldığını söyledi.

Ancak milyonlarca yıl öncesinde yaşamış canlılar, milyarlık yaşlarda oluşumlar bulununca, bu iddialar bütün inanırlılıklarını yitirdiler. Bilimsel bulgularla örtüşen yeni bir yaradılış efsanesi gerekiyordu. Tam da burada “Büyük Patlama” modeli imdata yetişti.

1929’da Edwin Hubble yeni bir güçlü teleskop kullanarak, evrenin daha önce sanıldığından çok daha büyük olduğunu gösterdi. Üstelik, daha önce gözlemlenmemiş bir olguyu da fark etti: Evrendeki cisimler ışık spektrumunda ışığın frekansını kırmızıya doğru kayıyorlardı yani bizden uzaklaşıyorlardı. Işık, hareket eden bir kaynaktan gözümüze geldiğinde frekansında bir değişim olur. Bu durum, spektrum renkleriyle ifade edilebilir. Bir kaynak bize doğru yaklaşırken, bu kaynaktan çıkan ışığın frekansının, spektrumun yüksek frekans tarafına yani mor renge doğru kaydığını görürüz. Kaynak bizden uzaklaştığındaysa, spektrumun düşük frekans tarafına yani kırmızı renge doğru bir kayma görürüz. İlk defa Avusturyalı Christian Doppler tarafından geliştirilen ve daha sonra “Doppler Etkisi” olarak adlandırılan bu teorinin astronomiye büyük katkıları vardı. Yıldızlar, gözlemcilere karanlık bir zemin üzerindeki bir ışık deseni olarak görünür. Birçok yıldızın spektrumunun kırmızıya doğru bir kayma gösterdiğini fark eden Hubble’ın gözlemleri, galaksilerin, uzaklıklarıyla doğru orantılı bir hızla bizden uzaklaşmakta olduğu fikrini doğurdu. Hubble evrenin genişlediğini düşünmemiş olsa da, bu yasa Hubble Yasası olarak tanındı.

“Genişleyen evren” hipotezi işte sadece bu yıldızların bizden uzaklaşması gözlemi üzerinde inşa edilmişti. Buradan, eğer evren şimdi genişliyorsa, geçmişte daha küçük olmalıydı fikri doğdu. Buradan da, evrenin tek bir yoğunlaşmış madde çekirdeği olarak başlamış olması gerektiği hipotezi ortaya çıktı. Bütün Büyük Patlama modeli bu kadarcık bir gözlem ve akıl yürütme üzerine inşa edildi, hala da öyle. Böylesine “büyük” bir model, işte böylesine, neredeyse yok denecek ölçülerde küçük bilimsel dayanak ve gözlemlere “dayanıyor. Aslında yukarıda belirtildiği gibi Büyük patlama düşüncesi Hubble’ın fikri de değildi. Bu fikir daha önce Rus matematikçisi Alexander Friedmann tarafından 1922’de ortaya atılmıştı. Daha sonra Belçikalı rahip ve Katolik üniversitesinde fizik profesörü olan Georges Lemaitre ilk defa 1927’de “kozmik yumurta” fikrini ortaya attı.

Aslında Büyük Patlama, bir kuram değil yamalı bir bohçadır. Çünkü tek bir Büyük Patlama modeli yoktur, böyle en az beş ayrı model vardır. Ancak hepsinde de ortak yan, her şeyin bir anda yoktan var edilmesi ve mutlaka bir yaradılış anı bulunmasıdır.

Belirttiğimiz gibi, Hubble önce ilk teoriler 1922’de Friedmann ve 1927’de de Lemaitre tarafından öne sürüldü ama ikisi de hemen çürütüldüler. 2. Dünya Savaşı’ndan sonra teori başka bir biçim altında ortaya atıldı ama yine çürütüldü. İtibarını kaybeden teori, İkinci Dünya Savaşından sonra yeni bir biçim altında George Gamow ve diğerleri tarafından yeniden canlandırıldı. Yine çürütüldü ama bu kez terk edilmedi. Gamov’un teorisi çürütülünce başka biri çıkıp teoriye yeni yamalar yaptı. Robert Dick “salınan evren” modelini ekledi. Fred Hoyle, Arnas Penzias ve Robert Wilson, yine Robert Dick ve P. Peebles, Alan Guth, Stephen Hawking ve Roger Penrose… Yanlışları gösterilince sürekli birileri ortaya çıkıp teoriyi yeni bir biçime sokup yeni bir yama yamadı. Günümüze dek bu hep böyle geldi.

Bugün savunulan teorinin de bir sürü sorunu var. Örneğin bu teoriye göre, evrende şu kadar madde olması; her uzay metreküpünde on atomluk bir yoğunluk bulunması gerekir. Oysa gözlenebilen evrende söylenen miktarın ancak yüzde biri kadar madde, yani bir metreküpte on değil, on metreküpte bir atomluk yoğunluk bulunuyor. Geri kalan maddenin nerede olduğu açıklanamıyor.

Teorinin ikinci, ama çok daha büyük bir baş ağrısı daha var: 15 milyar yıl önce gerçekleştiği söylenen büyük patlama anından önce evrende hiç bir şey olmaması, 15 milyardan daha yaşlı bir şey bulunmaması gerekir. Oysa 1986’da Havai Üniversitesi’nden Brent Tully devasa bir galaksi kümesi keşfetti. Bu kümenin oluşabilmesi için en az 80 ile 100 milyar yıl geçmesi gerektiği hesaplandı. Teori herşeyin 15 milyar yıl önce oluştuğunu söylüyor ama neredeyse 100 milyar yaşında oluşumlar var. Bir tek bu kanıt bile teoriyi yerle bir ediyor.

Modelin üzerinde yükseldiği “genişleyen evren” modeli yukarıda belirtildiği gibi gök cisimlerinin, yıldız ve galaksilerin bizden uzaklaşıyor olduğu gözlemine dayanıyor. Bu uzaklaşmayı açıklamak için gök cisimlerinin birbirilerini ittiği gibi bilimde yeri olmayan bir görüş ortaya atıyorlar. Oysa gök cisimlerinin itim gücü yoktur, çekim gücü vardır. Kaldı ki, yıldız ve galaksilerin birbirlerinden ve bizden uzaklaşıyor olmaları mutlaka bir genişleme olduğu anlamına mı gelir? Sonsuz, ucu sonu olmayan bir boşlukta dolaşan bu cisimler birbirlerinden açılarak evrenin henüz bilmediğimiz, gözleyemediğimiz bir başka bölgesine doğru yol alıyor olamazlar mı?

Modelin bütün dayanağı kapalı evren modelidir. Onlara göre, evren sınırları, başı ve sonu belli olan bir genişliktir. Bunu da Einstein’ın Genel Görelelik kuramına dayandırıyorlar. Genel görelilik kuramında Einstein, atom altı dünyasının küçüklüğü yerine çok büyük uzaklıklar ve büyüklüklerle ilgilendi, yıldızlar ve gezegenlerin hareketini inceledi. Uzay sanıldığı gibi boş değildir; değişik boyut ve biçimlerde maddeyle doludur. Maddesiz bir alan söz konusu değildir. Çok büyük cisimlerin yine çok büyük kütle çekim güçleri vardır ve bu devasa kütle çekimi, kendisi de bir madde olan ışığı hareket halindeyken kırıp eğer.

Einstein’ın bu kuramından yola çıkılarak, sınırları olan kapalı evren modeli kanıtlanmaya çalışılıyor. Einstein’a göre kütle çekim gücü çevresindekileri çekerek eğip büker. Bu eğme ve bükme evreni birbirinin üzerine kıvırarak küre, yumurta, bükülmüş oluklu levha, vb vb haline getirir diyorlar. Çok büyük cisimlerin güçlü çekim güçleriyle öteki cisimleri çekip eğdikleri doğrudur. Ancak bunun için evrendeki cisimlerin dağılımlarının her yerde aynı olması gerekir. Oysa bugüne dek yapılan bütün gözlemler evrendeki dağılımın düzensiz olduğunu gösteriyor. Böyle olunca da evrenin denildiği gibi eğilip üzerine kapanması mümkün değildir.

Ayrıca, sınırları olan, başı sonu belli olan bir şey mutlaka bir başka şeyin içinde olmak zorundadır. Evren eğer kapalı, sınırları olan bir oluşumsa, bu kapalı evren neyin içindedir? İddia edilen kapalı evrenin içinde olduğu öteki oluşum nedir?

Büyük Patlama Modelinın evreni açıklayan tek evren modeli olduğu iddia ediliyor. Hem bu doğru değildir, hem de, iddia edildiği gibi, model, bilim dünyasının topyekün üzerinde hem fikir olduğu bir modeldir. Büyük patlamanın dışında evreni daha iyi açıklayan modeller de vardı. Örneğin, “Büyük Patlama Hiç Olmadı” adlı kitabı yazarı ve Nobel ödülü sahibi fizikçilerden Hannes Alfven’in “Plazma Modeliı” bunlardan biridir.

Bilim dünyasında, Büyük Patlama Modeli’ne karşı çıkan birkaç “aykırı ses” örneği verelim: .

Hannes Alfven (Nobel ödülü sahibi fizik profesörü): “ Büyük patlama, bir söylencedir, haksızlık etmeyelim, belki de iyi bir söylence. Çünkü bünyesinde bir Hint söylencesi olan çevrimsel evreni, Çin söylencesi olan kozmik yumurtayı, evrenin altı günde yaratıldığını ileri süren İncil söylencesini, Batlamyus’un sonlu evren söylencesini ve daha bir çoğunu barındırma becerisini göstermekte ve bu nedenle bir şeref madalyasını hak etmektedir” ( Problems of Physics and Evolution of the Universe, Academy of Sciences of Armenian SSR, Yerevan, 1978).

Lev Landau (Rus fizikçi): “Büyük patlama’nın kuramsal evrenbilimcileri çok sık yanlış yapıyorlar; ancak yanılabileceklerinden hiç kuşkulanmıyorlar”. (The Lesson of Quantum Theory, Niels Bohr Centenary Symposium, Oct. 3 – 7, 1985, J. de Boer, E. Dal, O. Ulfbeck (eds.), North – Holland, Copenhagen ).

William B. Bonnor (İngiliz Fizik profesörü): “Fiziksel bir süreci betimlemeye çalışan matematiksel bir modelde ortaya çıkan tekillik genellikle kuramın çöktüğüne işaret eder. Böylesi bir durumda bir fizikçinin olağan tepkisi daha iyi bir model aramak olur.”

“Ancak Büyük Patlama yanlıları genellikle böyle bir davranış sergileyemiyorlar. Bazı bilim adamları evrenin genişlemesini tanımlayan anda ortaya çıkan matematiksel tekilliği Tanrı sandılar ve Tanrı’nın evreni o noktada yarattığını düşündüler. Bilimsel sorunlarımıza çözüm ararken işin içine Tanrı’yı sokmamızı hiç uygun bulmuyorum. Bilimde bu tür mucizevi el atmalara yer olmadığı gibi, varlığı, Tanrı’ya inananlar için tehlike yaratır: diferansiyel eşitliklerinizdeki matematiksel tekillikleri daha iyi bir modelle ortadan kaldırdığınızda Tanrı’nız da tekillikle birlikte ortadan kalkar”. (Rival Theories of Cosmology, Oxford Univ. Press, London, 1960).

J. Peebles (ABD ve Kanadalı fizik profesörü): “Büyük Patlama yaradılışın çağımızdaki versiyonudur” (P.J.E. Peebles, Principles of Physical Cosmology, Princeton, USA, 1993).

Görüldüğü gibi, Büyük Patlama, bilim dünyasında yaygın olarak kabul gören değil yaygın olarak propagandası ve yaygarası yapılan bir senaryodur. Bir kuram değil senaryodur, çünkü bileşenleri bilimsel gözlemlerden değil tamamen metafizik öğelerden oluşmaktadır.

Kısacası, Büyük Patlama gibi her şeyi bir anda yoktan var eden bir olay mümkün değildir. Zira zaman gibi evren de sonsuzdur. Ne başlangıcı ne de sonu vardır; sınırı yoktur. Gözleyebildiğimiz evren, asıl evrenin sadece bir bölümüdür. Evren sınırları olmayan sonsuz bir şey olduğundan, iddia edildiği gibi, her şeyi sıfırdan başlatıp giderek oluşturan bir ilk patlama olanaksızdır. Bununla birlikte, evrende süper nova gibi patlamalar, örneğin yıldız patlamaları ve ölümleri bilinen şeylerdir. Evrenin değişik yerlerinde değişik zamanlarda değişik patlamalar olmuş veya oluyor olabilir. Bir yanda bir patlama olmuş, ya da bir oluşum başlamışken diğer bir yanda bir çöküş, ya da bir ölüm oluyor olabilir. Ölen bölgeler biçim değiştirip başka biçimlere dönüşebilirler. Evrende böyle patlamalar da mümkündür, kara delikler de. Ancak söylendiği gibi herşeyi yoktan var eden; öncesinde ne maddenin ne de zamanın olmadığı bir ilk patlama ya da yine dibinde zamanın ve maddenin yok olduğu bir kara delik, veyahut herşeyi yok edecek olan büyük bir çatırtı mümkün değildir, olamaz.

Bu kadar karşı kanıta rağmen, Büyük Patlama hala kesin bir gerçekmiş gibi sunulmaya devam ediliyor. Bilimde, Büyük Patlama’da olduğu gibi, hakkında onu çürütüp yanlışlıyan bunca gözlem ve karşı bulguya karşın hala varlığını koruyan başka bir kuram yoktur. Normal koşullarda bunca gözlem ve olgu karşısında Büyük Patlama modeli çoktan terk edilmeliydi. Bilimin öteki kuram ve modellere uyguladığı yöntem budur; ancak evren tablosunu çok daha iyi açıklayan öteki kuramlar, örneğin plazma kuramı yerine Büyük Patlama modelinde ısrar edilmesi anlamlı ve kasıtlıdır. Çünkü, büyük patlama yaratılışın bilim kılığında sunulduğu metafizik bir modeldir. Çünkü, Büyük patlama bir kez reddedilince yaradılış efsanesi reddedilecektir; bu reddedilince 2500 yıldır bütün gerici sınıfların temel felsefesi olan idealizm büyük yara alacaktır; idealizm yara alınca burjuva sınıfı değişik politikalarına dayanak bulmakta daha zorlanacaktır.

Fizik bilimlerinde bilimin geldiği nokta, CERN’in son açıklama ve bulguları “büyük patlama” iddialarının metafizik – idealist yorumuna olanak tanımıyor, onu çöpe atıyor. Bugün artık insanlık, hiçbir şeyin yoktan var olamayacağını; maddenin enerjiye, enerjinin de maddeye dönüşmesinin gizemini açıklayabilir durumdadır. Kalan bazı boşluklar da yeni bulgularla doldurulacaktır. Bu döngü, evreni anlama konusundaki tüm idealist yorumları çürütüyor. Bu da dinin standart modeli “ol”u bütünüyle geçersiz kılıyor. Bilim kendi yoluna devam edip yeni bulgular ortaya koydukça, bilimin, fiziğin alanı büyüyüp genişledikçe, mümkünü yok, metafiziğin ve idealizmin alanı giderek daralacaktır.

 

 


* Leon Lederman 1993’te yayınlanan ve Higgs Bozonu’nu anlattığı popüler bilim kitabının adını hem daha fazla satış yapması hem de fiziğe tanrıyı sokmak için Higgs Bozonu yerine “Tanrı Parçacığı: Yanıt Eğer Evrense, Soru Nedir?” koymuştu. İdealist ve dini çevrelerle egemen medya “Tanrı Parçacığı” adını aldıktan sonra hızla popülerleştirilerek “Tanrı parçacığı” adıyla anılır oldu.Parçacığı” adını çok sevdi. O güne dek tanınmayan Higgs Bozonu kavramı “Tanrı Parçacığı” adını aldıktan sonra hızla popülerleştirilerek “Tanrı parçacığı” adıyla anılır oldu.

Bu nasıl marksizm savunusu? – I

Uluslararası kapitalist sistem, 2008 yılında, belirtileri daha önceki yıllarda ortaya çıkan derin bir ekonomik krize düştü. Bu krizin etkileri halen Yunanistan, İtalya, İspanya vb. gibi ülkelerde ciddi bir biçimde görülüyor. Bu ülkeler ve onların halkları faturayı en fazla ödeyenler arasında bulunuyor. Hatırlanacağı gibi, İrlanda gibi ülkeler resmen iflas etmiş, bu iflas ve batmalara finans ve üretim alanında faaliyet gösteren büyük kapitalist tekeller de dahil olmuş, –örneğin GM gibi– bazı dev tekeller ise devlet müdahalesi ile kurtarılmış, kapitalist devletler dev tekellere trilyonlarca dolar aktarmıştı. Buna karşın kapitalist ekonomilerin pek çoğunda istikrarsızlık eğilimleri devam etti. Bu müdahalelerin ardından beklenen ve genellikle kriz sonrası dönemlerde yaşanan “güçlü toparlanma” henüz ortalıkta görünmüyor. Bazı ülkelerde durgunluk, genellikle ise hafif bir toparlanma görüldü. Bazı ülkeler halen krizin pençesinden kurtulmuş değiller.

Kapitalizmin içine düştüğü kriz doğal olarak kapitalizmin geleceğinin ne olacağı tartışmaları da beraberinde getirdi. “Duvarların yıkılması” ile kapitalist sistemin alternatifsiz kaldığı, artık ciddi ekonomik krizlerin, savaşların görülmeyeceği iddia edilmiş, hatta “tarihin bittiği” ileri sürülmüş, bu “yeni sisteme”, “yeni dünya düzeni” adlandırması yakıştırılmıştı. “Küreselleşme”, kapitalizmin bilinen bütün eski olumsuz özelliklerini ortadan kaldıracak, liberalizm tüm sorunları çözecekti. Bilindiği gibi, bu “Yeni Dünya Düzeni”, hükmünü sürdüremeden, tarihin çöplüğüne atıldı. Bölgesel savaşlar, ekonomik krizler, ekonomik ve sosyal problemlerin büyümesi, kapitalist sistemin insanlığın önüne iyi bir gelecek koyamaması, bütün bu tartışmaları körükledi. “Liberalizm” neo-liberalizm olarak etki göstermeye başladı ve tüm dünyada uluslararası işçi sınıfına ve emekçi halklara dizginsiz bir sermaye saldırısı yürütüldü. İşçi ve emekçi halkların geçmiş kazanımlarına saldırıldı, eğitim, sağlık, emeklilik gibi sınıfın mücadelesi sonucunda kazanılmış haklarda ciddi bir biçimde kayıplar yaşandı.

Kapitalizmin –Örneğin ABD eski Dış İşleri Bakanı Henry Kissinger gibi– en gerçekçi politikacılarına ve –Schumpeter gibi– ideologlarına bakılırsa, “kaos ve kargaşa” kapitalizm için iyidir! Bu yolla kapitalist sistem bir taraftan imha eder, diğer taraftan yenilerini koymak için canlanır vb. Ancak bu kısır bir döngüdür. Çünkü her şey, yeni baştan benzer biçimde yaşanmak üzere yeniden başlar. Bu ise, sadece kapitalizmin çözümsüzlüğünün ve çürüdüğünün kanıtı olabilir. Oysa sistemin savunucuları, onun ebedi ve insan oğlunun gördüğü en mükemmel sistem olduğunu ileri sürüyorlar, ama yaşanılan somut olgular, bu savunucuları her geçen gün daha fazla yalanlıyor. Onlar, kapitalizmin ömrünü uzatabilmesi için insanlığın önüne umutlu bir gelecek koyması gerektiğini çok iyi biliyorlar. Krizler, savaşlar, işsizlik, açlık, çocuk ölümleri ve bir yığın çözülmemiş ve çözülemeyecek problem kapitalizmin parıltısını sürekli söndürüyor ve bu sistemin insanlık için iyi bir gelecek yaratamayacağının somut kanıtları oluyorlar. Bu durumda kapitalizmin alternatifinin olup olmadığı tartışmaları gündeme geliyor. Bu tartışmanın yapıldığı zaman da, Marksizme ilgi gösterilmesi kaçınılmaz oluyor. Bu kaçınılmazlık, kapitalist sistemin, onu içten içe yiyip bitiren çelişkilerini bilimsel bir yöntemle açıklayan ve insanoğlunun yeni bir toplum kurmasının temellerini ve zorunluluğunu gösteren ideolojinin sadece Marksizm olmasından dolayıdır. Kapitalizmin, burjuva ideolojisinin karşısında sosyalizm ve sosyalizmin bilimsel savunusu dışında başka bir alternatif bulunmuyor. Burjuva ideologlarının, tam da bu nedenle, sosyalizme ve Marksizme saldırıları kaçınılmaz bir zorunluluk oluyor. Açıkçası, kapitalizm ve kapitalizmin geleceğinin tartışıldığı her yerde, doğal olarak bilmem kaçıncı kez öldüğü söylenen “eski hayalet”, yani komünizm hayaleti, Marksizm yine ortaya atılıyor. Hatta bunun için, komünizmin savunucularının bu işi yapması bile gerekmiyor. Burjuva ideologları ve bilim adamları, hemen, yaşanılanların sosyalizme geçişin zorunlu olmadığını, kapitalizmin “bu krizi de aşacağını” kanıtlama telaşına düşüyorlar ve tüm dünyanın önüne ister istemez bu tartışmayı getiriyorlar. Bütün bu gelişmeler sadece bir sonuca yol açıyor, o sonuç da şu; kapitalizmin amansız eleştirmeni Marx ve onun temellerini attığı Marksizm yeniden ve örneğin bir on yıl öncesine göre daha fazla ilgi odağı olmaya başlıyor. Bugün Batı’nın bazı üniversitelerinde, öğrenciler, Marx’ı anlamak için okuma grupları kuruyorlar. Marksizmden etkilenmiş akademik çevreler, yeni araştırmalar yayınlama eğilimi içine giriyorlar. Marksizmi-Leninizmi savunmada ödün vermemiş olan komünist partilerinin çağrıları, bugün, eskiye göre daha fazla dikkat çekiyor vb. Ve hepsinden önemlisi, pek çok kazanımları ellerinden alınan işçiler, artık geriye çekilecek başka bir mevzileri olmadığı için, mücadele yoluna daha fazla giriyorlar.

Ancak böylesi dönemlerde, kaçınılmaz olarak ortaya çıkan farklı eğilimler de bulunuyor. Bu eğilimler, Marx’ı, Marksizmi savunma adına ortaya çıkan, ama özünde Marx’ı ve Marksizmi tahrif eden, onun içeriğine, devrimci temellerine saldıran eğilimlerdir. Marx’ı ve Marksizmi savunma adına, hem Marx’ın düşünceleri, hem Marksizm yeni bir revizyona tabi tutuluyor. Uyanmakta olan işçinin, araştırma içine girmiş gencin önüne, daha baştan, “işte Marksizm budur” diye, çarpıtılmış fikirler ve düşünceler konuluyor. Bu fikirlerin altı biraz kazındığında, bunların, Troçkizmin, Marksizmi çeşitli yönlerden eleştirmiş burjuva akımların eski düşüncelerinin yeni versiyonları olduğu açıkça görülüyor. Kısacası, ortaya çıkan külliyatın önemli bir bölümü, tam bir anti-Marksist bulamaç. Bunları yapanların öznel niyetleri ne olursa olsun, sonuçta yapılan iş, ideolojik bulanıklığı ve kafa karışıklığını amaçlıyor.

Bu durum, Marx’ın devrimci düşüncelerini ve Marksizmi yeniden ve bu eğilimlere karşı da savunmayı zorunlu kılıyor. Doğanın boşluk tanımadığı gibi, ideolojik ve politik mücadele de boşluk tanımıyor. Hele hele saldırı, materyalist tarih görüşüne, onun tahrif edilmesine kadar uzanırsa, bu savunu daha da önem kazanıyor. Çünkü politik mücadeleler olarak kendini açığa vuran farklı ideolojik tartışma ve tahribatlar için pek çok mazeret bulunabilir, ortalığın bulandırılması daha kolay olabilir. Bu ideolojik tartışmalar, her zaman sorunun özünün ne olduğu konusunda tartışan taraflara çok açık gelmeyebilir, olayların sıcak gelişmesi içerisinde ayrıntılar gözden kaçabilir vb. Ancak tartışma materyalist tarih anlayışına kadar genişlemişse ve insanlığın, kendisine yeni yollar açmada dayandığı maddi güçler hakkında bulanıklık yaratılmaya başlanmışsa, bu durumda Marksizmi savunma işini ve tabii onun temeli olan materyalist tarih anlayışını koruma ve geliştirme işini daha bir ciddiye almak gerekiyor. İşin özü şu ki, materyalist tarih anlayışı tahrif edilse de savunulsa da, tarih, hükmünü, bu anlayışta özetlenmiş olan fikirlerin maddi zemini olan “maddi hayatın üretimi ve yeniden üretimi” üzerinden sürdürmeye devam eder. Yani tarih böyle yürümüyor diyenler var diye, toplumların gelişimi, bu gelişime yön veren ilişkiler mecrasını değiştirmez ve yolundan sapmaz. Ancak insan eyleminin tarihin gelişim yönünde olup olmadığının, devrimci dönüşümlerin fazlaca sancılı olup olmayacağına büyük bir etkisi var ve bu durum kesinlikle göz ardı edilemez. Özellikle kitlelere mal olmuş ideolojik mücadeleler ve bu mücadelelerin sonuçları, belirli bir tarihsel anda, devrimci dönüşümlerin sancılı veya daha sancılı olmasını etkiler, dayandıkları toplumsal güçlere yeni bir atılım gücü, dönüştürme eylemleri için farklı bir enerji verir.

Devrim kitlelerin eseridir” saptaması, çok iyi bilindiği gibi, daha sonra, “devrim örgütlü kitlelerin eseridir” tespitine doğru genişlemiştir. Bu örgütlü kitlelerin doğru bir ideolojiye, doğru politika ve taktiklere, dahası, doğru bir örgütlenmeye sahip olmasının önemi tartışılmazdır. Zaten örgütlü kitleden kasıt da budur. Devrimlerin tarihleri, sınıf mücadeleleri, bu durumu yeterince açıklıkla kanıtlamaktadır. Örneğin, eğer Bolşevik Partisi olmasaydı, bu parti Rus işçilerine ve yoksul köylülerine doğru bir önderlik götürmeseydi, hiç kuşkusuz, Rusya, o kriz ve devrim günlerinden farklı bir biçimde çıkacaktı. Yani maddi sınıf çelişkileri üzerinde yükselen, nesnel koşulların olgunlaşması durumunda, temsilcisi oldukları devrimci sınıfın yolunu açmak için, ideolojik, politik ve örgütsel olarak doğru bir biçimde silahlanmış kitleler, tarihin yapılmasına etkin bir biçimde katılıyorlar ve kendi kaderlerini kendi ellerine alma anlamında “kendi tarihlerini kendileri” yapabiliyorlar. Materyalist tarih anlayışı bunun doğruluğunu kanıtlıyor. Marksizm’den bir biçimde ödünç aldıkları “İnsanlar kendi tarihlerini kendileri yaparlar” anlayışını, içeriğinden ve ruhundan koparanlar, onu bu bağlam içinde tekrarlamayı pek sevenler ise, bütün bu gerçeklere sırtlarını dönüyorlar.

Bütün bu gelişmelerden dolayı, Marx’ı ve Marksizmi savunma adına bugün ortalığa dökülen fikirleri ciddi bir eleştiriden geçirmek gerekiyor. Terry Eagleton’un Yordam Kitap’tan çıkan “Marx Neden Haklıydı?” kitabı, işte tam da bu nedenle, ciddi bir ilgiyi ve eleştiriyi hak ediyor. Kitap, Marx’ı savunmak adına yazılmıştır ve bu “savununun” nasıl bir savunu olduğu açık seçik anlaşılmak durumundadır. Kitabı yayınlayanlar, tanıtım yazısında şunları söylüyorlar: “Ünlü Marksist yazar Terry Eagleton, bu meydan okuma ve polemik kitabında, ‘Marksizm öldü, gününü doldurdu’ iddiasının geçersiz ve dayanaksız olduğunu ortaya koyuyor. Marksizme yönelik en yaygın on itirazı özetleyip bunları tek tek çürütüyor. Marksizmin siyasi despotluğa yol açtığı, her şeyi ekonomiye indirgediği, insan doğasına safça inanan bir ütopyacılığa saplandığı, bir tür tarihsel determinizm olduğu vb. iddialarını tekrarlayanların Marx’ın düşüncelerini ne kadar acınası biçimde hicvettiklerini gösteriyor. Kapitalizmin, büyük krizlerle temellerine kadar sarsıldığı günümüz dünyasında, Marx Neden Haklıydı? önemli ve tam zamanında bir kitap olmanın yanı sıra cesareti, açık yürekliliği ve nesnelliğiyle öne çıkıyor.” Çok güzel değil mi? Bu ifadelerin her biri, “işte nihayet aydın ve Batı’lı bir Marksist çıktı Marx’ı, Marksizmi hakkını vererek ve güncel gelişmeleri eleştirerek savundu” diye okuyucuda taze umutlar uyandırıyor olmalı. Bunun böyle olup olmadığını kuşkusuz yazının ilerleyen bölümlerinde göreceğiz. Ancak kitabı dikkatlice ve bazı bölümlerini tekrar tekrar okumanın bizde uyandırdığı kesin yargıyı peşinen burada bildirmenin bir sakıncası bulunmuyor: Kitap, “Marksizmi hicvedenlere” karşı, Marx’ı ve Marksizmi karikatürize ederek, onun devrimci içeriğini boşaltarak “savunuyor.” Bu “savunu”, Marksizmi, başta materyalist tarih anlayışı ve sosyalizm olmak üzere, pek çok önemli noktada revize ediyor ve onu bozuyor. Eagleton, Müslüman mahallesinde salyangoz satmaya çalışıyor. O, gerçek mallarının yanına tapon mallar koyarak malını pazarlamaya çalışan sahtekar tüccarlara benziyor. Kuşkusuz böyle şeyler Marksizmin başına ilk defa gelmiyor ve herhalde sonuncusu da bu olmayacaktır.

Yazıya başlamadan önce, yöntem konusunda birkaç şey söylemek gerekiyor. Eleştiriye konu olan düşünceler 270 sayfalık bir kitapta toplanmıştır. Tüm iddiaları yanıtlamak için koca bir kitap yazmak gerekir. Çünkü Eagleton’un her satırı, bir “inci” tanesi, zırvalamanın daniskasıdır. Ama bir dergide, doğal olarak en temel iddiaları ele alıp, eleştirilerini de, doğal olarak parçalara ayırmak, derginin farklı sayılarında yayınlamak gibi bir zorunluluk ortaya çıkmaktadır. Diğer bir mesele de, gerek yazarın, gerekse Marx’ın düşüncelerini olabildiğince tam olarak aktarma zorunluluğunda ortaya çıkmaktadır. Yazan ve okuyan açısından, bu durum pek hoş olmasa da, konunun bütünüyle anlaşılması için alıntıların uzun tutulması gerekiyor. Böylesi bir yazıda bundan kaçınmanın bir yolu da bulunmuyor. Bu konuda da, okuyucunun sabrına güvenmek gerekecek. Ayrıca Eagleton’un tarzı ayrı bir sorundur. Yazar dolaylı bir üsluba sahiptir. Söyleyeceklerini doğrudan ve açıkça söylemek yerine, kendi düşüncelerini konu edindiği eleştirilerin arasına katarak söyler ya da söylenilen konusunda yorum yapmayarak ona sessizce katılır. Bu da ek bir sorun yaratmaktadır.

Son olarak, şu soruna açıklık getirmek gerekir: Neden Eagleton eleştirisi? Marksizmi eleştiren ve bozan daha “şöhretli” şahsiyetler var. Bunlardan başlanamaz mıydı? Kuşkusuz, bu da olabilirdi. Ancak Eagleton’un kitabı günceldir ve savunduğu düşünceler, öz olarak, Marksizmi eleştiren diğer “şöhretlerin” tezlerini de aşağı yukarı kapsamaktadır. O, “cesurca” ileri atılmış, “Marksizmi savunma” adına anti-Marksist tezleri güncellemiştir. Kısacası bayrak taşıyıcısıdır. Ona nişan almak, bu nedenle ondan başlamak yararlı olacaktır.

MARX’TA AYIRT EDİCİ ÖZELLİK NEDİR?

Eagleton’un görüşlerinin eleştirisine onun üçüncü soruya verdiği yanıtla başlamak, yazarın Marksizmi, materyalist tarih anlayışını nasıl yorumladığı konusunda bize açık ve net bir yanıt vermesinden dolayı doğru olacaktır. Elbette öncelikle üçüncü sorunun ne olduğunu bilmemiz gerekiyor: Soru şudur: “Marksizm bir tür determinizmdir. Erkekleri ve kadınları sadece tarihin araçları olarak görür; onların özgürlüklerini ve bireyselliklerini bir yana atar. Marx tarihin, hiçbir insan eyleminin karşı koyamayacağı ve acımasız bir güçle kendi kendine çalışan demir yasaları olduğuna inanıyordu. Nasıl kapitalizm kaçınılmaz olarak sosyalizme yol açacaksa, feodalizmin kaderinde de kapitalizmi doğurması vardı. Gerçekte, Marx’ın tarih teorisi, sadece Tanrı’nın Takdiri ya da Kader’in seküler bir yorumudur. Marksist devletler gibi, bu, insan özgürlüğüne ve haysiyetine bir saldırıdır.” Üçüncü soru bu ve Eagleton, bu sorudan yola çıkarak, Marksizmi “savunmaya” başlıyor. Adamımız, bu “savunmada” Marksizme yönelik determinizm eleştirilerini yerle bir edecek değil mi? Bakalım öyle mi olacak?

Eagleton, Marksizmi savunma işine şuradan başlıyor: “Marksizmin ayırt edici özelliğinin ne olduğunu sorarak başlayabiliriz. Marksizm’de başka hiçbir siyaset teorisinde olmayan ne vardı? Bunun devrim fikri olmadığı açıktır, bu Marx’ın çalışmalarından çok önce vardı. Komünizm kavramı da değildir, çünkü bunun kökeni çok eskiye dayanır. Marx sosyalizm ya da komünizmi keşfetmedi. Avrupa işçi hareketi, Marx henüz liberalken sosyalist fikirlere ulaşmıştı. Gerçekte onun düşüncesine özgü herhangi bir tek siyasi özelliği düşünmek zordur. Kuşkusuz bu, Fransız Devrimi’nden kaynaklanan devrimci parti fikri de değildi. Her halükarda Marx’ın bu konuda söylediği çok az şey vardır. Peki, ya sosyal sınıf kavramı? Bu da değil, çünkü Marx, haklı olarak, bu kavramı bulduğunu reddetmiştir. Gerçi bu kavramı önemli ölçüde yeniden tanımlamıştır, ama bu kendi icadı değildi. Ne de, pek çok 19. yüzyıl düşünürüne aşina olan proletarya kavramının fikir babasıdır. Yabancılaşma anlayışı da büyük ölçüde Hegel’den gelir…. İleride göreceğimiz üzere, toplumsal yaşamda ekonomiye öncelik verilmesi konusunda Marx tek başına değildi. O, yalnızca devrimci yollarla kurulabilecek, sömürünün olmadığı, üreticilerce işletilen kooperatiflere inanıyordu…. Marx’ın düşüncesinin merkezinde iki temel öğreti vardır. Birincisi toplum yaşamında ekonominin oynadığı öncelikli rol; diğeri tarih boyunca üretim biçimlerinin birbirini izlediği fikridir. Bununla birlikte ileride göreceğimiz gibi, her iki kavrayış da Marx’ın bulduğu yenilikler değildir. Acaba Marx’a özgü özellik, sınıf değil, sınıf mücadelesi kavramı mıdır? Kuşkusuz bu, Marx’ın düşüncesinin özüne çok yakındır, ama bu da sınıf kavramından daha fazla Marx’a özgü değildir… Kendisinin de farkında olduğu gibi, sınıf mücadelesi fikri Marx’a özgü değildi. Böyle olmakla birlikte bu düşünce onun için son derece merkezi önemdeydi. Gerçekten o kadar merkeziydi ki, bunun insan tarihini sürükleyen güçten farksız olduğunu düşünüyordu. Bu, tam da insan gelişiminin motoru ya da dinamiğiydi… Marx, Komünist Manifesto‘da ‘şimdiye kadar var olmuş toplumların tarihi, sınıf mücadelelerinin tarihidir’ demişti. Tabii kelimesi kelimesine bunun böyle olduğunu kastetmiyordu. Eğer Çarşamba dişlerimi fırçalamam tarihin bir parçası sayılırsa, bunun sınıf mücadelesiyle ilgisini görmek güçtür… (yazar burada benzer başka örnekler de veriyor)… Marx da ‘bütün tarih, sınıf mücadeleleri tarihidir’ derken, her şeyin sınıf mücadelesi meselesi olduğunu kastetmemişti. Demek istediği, insanın tarihinde, sınıf mücadelesinin birinci derecede önemli olduğuydu. Gene de hangi anlamda birinci derecede? Örneğin din, bilim ya da cinsel baskı tarihlerinden nasıl daha önemlidir? Sınıf, zorunlu olarak siyasi faaliyeti harekete geçirici birinci derecede güçlü bir etken değildir. Bu açıdan Marksizmin fazla dikkate almadığı etnik kimliğin rolünü düşünün… Öyleyse sınıf mücadelesi niçin birincil önemde? Marx’ın buna iki cevabı olabilir. Sınıf mücadelesi, ilk bakışta bağımsız görünen pek çok olayı, kurumu ve düşünceyi biçimlendirir; tarihsel bir çağdan başka bir çağa geçişteki çalkantılı dönemde belirleyici rol oynar. Marx’ın tarihten kastı ‘olmuş olan her şey değil’, ama olayların temelinde yatan belirli bir rotadır. O, ‘tarihi’, olayların izlediği anlamlı bir yol olarak ele almakta; insanoğlunun bugüne kadar gelen varoluşuyla eşanlamlı olarak görmemektedir… Onun düşüncesindeki özgünlük, bu iki kavramı –sınıf mücadelesi ve üretim biçimi– birbirine kenetleyerek, gerçekten yeni olan bir tarihsel senaryo ortaya koymasıdır. Marksistler arasında, bu iki kavramın birbiriyle uyuştuğu konusunda tartışmalar olmuştur; Marx’ın kendisi de bu noktayı çok fazla geliştirmemiştir. Ama eğer onun çalışmalarındaki özgünlüğün peşindeysek, burada duramayız. Marksizm, özünde, uzun dönemli tarihsel değişimin teori ve pratiğidir. Göreceğimiz gibi, Marksizmin özgünlüğü, aynı zamanda en sorunlu yönüdür.” (Agy. sf 48 vd. kalınlar yazara ait.)

Yazarın bu Marksizm “savunusunun” her cümlesinde, her tespitinde ciddi bir sorun bulunmaktadır. Burada bir Marksizm savunusu bulunmamaktadır. Marksizm, sorunlu ve liberal bir tarih teorisine indirgenmiş, Marksizme yönelik her darbe, bu liberal mevziden karşılanmaya çalışılmıştır. Marksizm eleştirmenlerinin bu liberal savunuya çok fazla bir itirazları olmayacaktır. Hatta onların bazıları, “Eagleton çizgisinde Marksistlerle buluşabiliriz” bile diyebilirler. Eagleton neden Marksizm karşısında burjuva bir liberal çizgidedir? Sözü fazla uzatmadan, bu sorunun yanıtını Marx’tan almamız gerekiyor. Çünkü yaptığı işin ayırt edici özelliğini ondan daha doğru hiç kimse açıklayamaz. Söz sırası Marx’ta: “… Ve şimdi bana gelirsek, modern toplumdaki sınıfların varlığını ya da bunlar arasındaki mücadeleyi keşfetme onuru, haliyle bana ait değildir. Benden çok daha önce burjuva tarihçileri bu sınıf savaşımının tarihsel gelişmelerini, burjuva iktisatçıları da sınıfların ekonomik yapısını açıkça anlatmışlardır. Benim yeni olarak tanıtladığım şey (abç): 1) Sınıfların varlığının ancak üretimin gelişimindeki belirli tarihi aşamalar ile sıkı ilişki içerisinde bulunduğu, 2) Sınıf mücadelesinin zorunlu olarak proletarya diktatörlüğüne varacağı; 3) bu diktatörlüğün kendisinin de sadece, bütün sınıfların ortadan kalmasına ve sınıfsız bir topluma geçişten ibaret bulunduğu gerçeğidir.” (Seçme Mektuplar, Marx’tan New York’taki J. Weydemer’e, Londra, 5 Mart 1852 Evrensel Basım Yayın)

Bu kadar açık ve net! Marksizm’in ayırt edici özelliği konusunda sayfalarca yazmak, ama onun bu özsel yönünü sessizlikle geçiştirmek, ancak bir sosyal demokrata, bir liberal sosyaliste yakışır. Ama kabul etmek gerekir ki, sınıfların ortadan kalkmasına götürecek bir proletarya diktatörlüğü anlayışı, Marksizm’i sözde savunma pozisyonunda olan bir liberal sosyalist için oldukça dehşet verici bir düşüncedir. Alman sosyal-demokratlarının lideri Kautsky’den beri Marksizmin bu özsel yönü sessizlikle geçiştirilmiş, sınıf mücadelesi ve devlet konusunda bir yığın liberal laf salatası ortalığı doldurmuştur. Oysa hem sınıfların ortaya çıkışının, hem sınıf mücadelelerinin yasalarının açıklanması, zorunlu olarak sınıfların ortadan kalkmasına gidecek yolun gösterilmesi, bunun toplumun maddi hareket yasaları temelinde yükselen bilimsel bir temelde açıklanması, Marx’ın oluşturduğu materyalist tarih anlayışının temelidir.

Bilindiği gibi, Marx’ın en yakın çalışma arkadaşı ve yoldaşı Engels’tir. Engels de, yukarıda özetlediğimiz materyalist tarih anlayışının bulunması ve artı-değerin sırrının çözülerek kapitalist sömürünün tüm gizemlerinin ortadan kaldırılmasını Marx’ın “iki büyük” buluşu olarak tanımlar. Engels şöyle demektedir: “Bu her iki büyük buluşu: gerek materyalist tarih kavrayışını, gerekse artı-değer yoluyla kapitalist üretimin gizinin açığa dökülmesini Marx’a borçluyuz. Bunlar sayesinde sosyalizm bilim oldu.” (Ütopik ve Bilimsel Sosyalizm; Evrensel Basım Yayın, sf. 62) Engels’in açıklamasında, biri genel, diğeri daha özel olmak üzere iki yön bulunmaktadır. Genel yön, materyalist tarih kavrayışının toplumların gelişim tarihine uygulanacak olmasıdır. Özel yön ise, bugünkü kapitalist toplumdaki üretimin gizeminin artı-değer yoluyla açıklanmış olmasıdır. Bu iki yön bir araya geldiğinde, sosyalizm bir bilim olmaktadır.

Ama Eagleton’un bu taraklarda bezi yoktur. O, düşüncelerine Troçkizm bulamacı katmış bir liberal sosyalist olarak davranmıştır. Eagleton’un, bizzat Marx’ın kaleminden dökülen yukarıda aktarılan tespiti bilmediğini her ne kadar Marksizm bilgisinin epeyce sorunlu olduğu görülse de varsaymak ve Engels’in söylediklerinden habersiz olduğunu iddia etmek için her hangi bir neden yoktur. Marksizm üzerine ciddi bir araştırma yapacak olan her yazarın bilmesi gereken, temel gerçeklerden birisini açıklayan mektuplardan birisidir, bu mektup. Yeri gelmişken vurgulamak gerekir ki, aslında Marx ve Engels’in mektupları, Marksizmin özlü anlatımının bir ifadesidir. Sadece bu mektuplar okunarak bile Marksizmin “özü” kavranılabilir, ondaki “ayırt edici özellik” rahatlıkla görülebilirdi. Ancak sınıf mücadelesi ve bu mücadelenin zorunlu olarak varacağı yer ve bu yerin de aslında bütün sınıfların ortadan kalkması olduğu gerçeği, hele hele proletarya diktatörlüğü gibi “dehşet verici” bir düşünce, ne Batılı bir burjuva liberalin, ne de Marksizmi oportünizm yoluyla burjuva liberalizmine yaklaştırmaya çalışan “sosyalistlerin” kabul edebileceği bir şeydir. O nedenle, bunlar, sınıf mücadelesi, sınıflar, ekonominin belirleyici olduğu vb. tezler etrafında, üstelik bunları da çarpıtarak dolanıp dururlar.

Bir liberal sosyalist, diktatörlükten, özellikle de proletarya diktatörlüğünden nefret eder. Onun için burjuva yönetimi, burjuvazinin sınıfsal diktatörlüğü değil, burjuva demokrasisidir. Burada konuyu uzatmak pahasına diktatörlük üzerine kısa bir hatırlatma yapmakta yarar var. Burjuvazinin diktatörlüğü veya proletaryanın diktatörlüğü… Modern toplum ve onun tarihi henüz üçüncü bir diktatörlük biçimi tanımadı. Bir burjuva liberali, bir liberal sosyalist diktatörlük kavramından niye korkar? Bu korku, en hafif deyimiyle, bugünün toplumunda burjuvazinin diktatörlüğünün gizlenmesine yardım etmiyor mu? Gerçekler ortadadır: Bugünkü modern toplum burjuvazinin sınıfsal olarak diktatörlüğünü sürdürdüğü bir toplumdur ve bir anda bunu kanıtlayan binlerce örnek verilebilir. Uluslararası burjuvazi Yunanistan’a ve İtalya’ya “teknokrat başbakanlar atayarak”, hangi gerçeği bütün dünyanın gözünün içine bakarak kanıtladı? Ya da son krizde trilyonlarca doları dev finans kuruluşlarına, tekellere akıtan devletler, hangi sınıfın çıkarlarını gerçekleştiriyorlardı? Sadece bunlar mı? Bugün devletler ve hükümetler, sürekli olarak işçi ve emekçilerin ekonomik ve sosyal haklarını budayarak, hangi sınıfa hizmet ediyorlar? Bütün bu soruların yanıtları bellidir: Bugünün modern toplumu, büyük burjuvazinin, büyük sermayenin diktatörlüğüdür. Bu diktatörlük, burjuva demokrasisi, faşizm gibi çeşitli politik biçimler alabilir. Genel olarak ifade etmek gerekirse, burjuvazinin tam egemenliğinin, diktatörlüğünün çıkarlarına en uygun politik biçimi burjuva demokrasisidir. Bu biçim, burjuva diktatörlüğünün tam ve eksiksiz bir biçimde sarıp, sarmalanmasıdır. Emperyalizm dönemi ve tekelcilik, burjuva demokrasisini sürekli olarak siyasi gericilik yönünde budayıp güdükleştirse de, son olarak İtalya ve Yunanistan örneğinde görüldüğü gibi, her türlü burjuva geleneği ayaklar altına alsa da, burjuva demokrasileri genel olarak varlığını sürdürür. Buna karşın, burjuva toplumunun alternatifi olan sosyalist toplumda, işçi sınıfının proletaryanın sınıf egemenliğinin ifadesi de proletarya diktatörlüğüdür. Bu diktatörlük, yenilmiş, yıkılmış, ama yok edilememiş burjuvazi ve burjuvazinin sınıf olarak tasfiyesinin ardından kapitalizmin kalıntıları üzerinde tam bir diktatörlüğü ifade eder. Bu diktatörlüğün politik biçimi ise proletarya demokrasisidir. Kapitalizmden komünizme geçişteki bütün bir tarihsel dönemde, devletin sınıf karakteri proletaryanın sınıf egemenliğini ifade eden proletarya diktatörlüğünden başka bir şey olamaz. Bu, Marx’ın işaret ettiği, sınıfların ortadan kaldırılması sürecinin zorunlu evresidir. Bu gerçeğin her inkarı, düşüncede burjuva liberalizmine, politik mücadelede ise kapitalizmin restorasyonuna götürür. Burada yeri gelmişken hatırlatmak gerekir ki, Kruşçevcilerin oynadığı lanetli rolün temel taşları da bu inkarla döşenmiştir. Burjuvazinin sınıfsal diktatörlüğünü sessizlikle geçiştirmek, ama proletarya diktatörlüğüne öfkeli saldırılar yöneltmek, ancak bir burjuva liberaline, bir liberal sosyaliste yakışır.

Engels’in yukarıya aktardığımız ve Marx’ın “iki büyük buluşu” dediği, yani tarihsel materyalizmin oluşturulması ve kapitalist üretimin artı-değerin keşfedilmesi yoluyla gizeminin çözülmesi sayesinde sosyalizm bilim oldu tespiti üzerinde biraz daha, ama bu kez farklı bir yönüyle düşünmek gerekir. Eagleton, sınıfların, sınıf mücadelesinin, sosyalizmin, komünizmin, proletaryanın, devrim anlayışının, parti düşüncesinin vb. Marx’ın keşifleri olmadığını söylemektedir. Eagleton bunları söylerken biçimsel olarak haklıdır. Zaten Marx da, açıkça, bunları kendisinin bulduğunu reddetmektedir. Ancak Marx öncesi sosyalizm, ütopik, küçük burjuva, hatta kürsü sosyalizmiydi. Komünizm ise, genel olarak eşitlikçi, kaba üleşimci vb. özellikleri olan bir komünizm idi. Sınıf mücadelesi, burjuva tarihçiler tarafından da kabul ediliyor, ama bunun yasaları bilinmiyordu. Devletin tanımlanması, içeriğinin gözler önüne serilmesi, devrimlerin zorunluluğu ve gelişimlerinin özellikleri ve işçi sınıfının partili mücadelesi gibi düşünceler, ancak sosyalizmin Marx tarafından bilimsel temellere oturtulmasından sonra gerçek içeriklerine ve anlamlarına kavuşmuşlardır. Bu sayede sosyalizm ütopyadan bilime doğru evrilmiş, bütün bu kavramlar yeniden tanımlanmış, geliştirilmiş, toplumun hareket yasalarının bilgileri ve insanoğlunun o güne gelinceye kadar biriktirdiği tüm bilimsel bilgilerin incelenmesi ve geliştirilmesi ile gerçek bir bilimsel sistem kurulmuştur. Yani Eagleton’un iddia ettiği gibi, Marx sadece sınıf kavramını yeniden tanımlamamıştır. Eagleton’un sözünü ettiği bütün o kavramları yeniden ve tarihsel gelişim yasaları temelinde gerçek içeriklerine kavuşturmuş, hepsine de, kökenleri toplumun maddi ilişkileri üzerinde yükselen ve bu ilişkilerin titiz bir incelenmesine dayanan bilimsel bir içerik kazandırmıştır. Tarihsel materyalizmin açıklama yöntemine başvurulmadan ne toplumu harekete geçiren maddi etkenler anlaşılabilir, ne de kapitalist toplumun gizemleri çözülebilir. Tarih de, bu durumda, idealist ve burjuva tarihçilerinin yaptığı gibi, başı ve sonu belli olmayan, bölük pörçük olaylar dizisinden, “üstün kişilerin”, “kahramanlıklarının” anlatıldığı, bilimsel bir temeli olmayan bir anlatı, bir söylenceler dizisi olarak kalırdı. Ya da bazı filozofların ileri sürdüğü gibi, kendi amaçları olan, bunu gerçekleştirmek için insanları kullanan bir disiplin olurdu.

TARİHSEL MATERYALİZM NEDİR?

Marx’ın tarih anlayışını, yani tarihsel materyalizmi doğru olarak anlamak, onunla Eagleton’un Marksizm diye yutturmaya çalıştığı burjuva liberal tarih anlayışını karşılaştırabilmek için, burada materyalist tarih anlayışının tam ve genişçe bir özetini vermek gerekiyor. Bunun için de doğal olarak ilk kaynağa, yani Marx’a müracaat etmek gerekiyor. Ama önce bu yönteme neden tarihsel materyalizm dendiğini Engels’ten öğrenelim: Engels J. Bloch’a şöyle yazmıştı: Bütün önemli tarihsel olayların büyük devindirici gücünü ve ilk nedenini toplumun ekonomik gelişmesinde, üretim ve değişim tarzlarının dönüşümünde, bunun sonucu olarak toplumun sınıflara bölünmesinde, ve bu sınıfların birbirleriyle savaşımlarında arayan tarih anlayışını adlandırmak için, tarihsel materyalizm sözünü, başka birçok dilde yaptığım gibi, İngilizcede de kullanırsam, Britanyalı ‘saygınlığını’ incitmeyeceğimi umarım.” Bu satırlar, bu tarih anlayışını adlandırmanın tarihsel materyalizm dışında bir şey olamayacağını yeterince açık bir biçimde ortaya koymaktadır.

Şimdi Marx’a, onun ‘Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’sının ünlü Giriş’ine dönebiliriz: “Ulaşmış olduğum ve bir kez ulaşıldıktan sonra incelemelerime kılavuzluk etmiş olan genel sonuç, kısaca şöyle formüle edilebilir: Varlıklarının toplumsal üretiminde, insanlar, aralarında, zorunlu, kendi iradelerine bağlı olmayan belirli ilişkiler kurarlar; bu üretim ilişkileri, onların maddi üretici güçlerinin belirli bir gelişme derecesine tekabül eder. Bu üretim ilişkilerinin tümü, toplumun iktisadi yapısını, belirli toplumsal bilinç şekillerine tekabül eden bir hukuki ve siyasal üstyapının üzerinde yükseldiği somut temeli oluşturur. Maddi hayatın üretim tarzı, genel olarak toplumsal, siyasal ve entelektüel hayat sürecini koşullandırır. İnsanların varlığını belirleyen şey, bilinçleri değildir; tam tersine, onların bilincini belirleyen, toplumsal varlıklarıdır. Gelişmelerinin belirli bir aşamasında toplumun maddi üretici güçleri, o zamana kadar içinde hareket ettikleri mevcut üretim ilişkilerine, ya da bunların hukuki ifadesinden başka bir şey olmayan mülkiyet ilişkilerine ters düşerler. Üretici güçlerin gelişmesinin biçimleri olan bu ilişkiler, onların engelleri haline gelirler. O zaman bir toplumsal devrim çağı başlar. İktisadi temeldeki değişme, kocaman üstyapıyı, büyük ya da az bir hızla altüst eder. Bu gibi altüst oluşların incelenmesinde, daima, iktisadi üretim koşullarının maddi altüst oluşu ile ki, bu, bilimsel bakımdan kesin olarak saptanabilir, hukuki, siyasal, dini, artistik ya da felsefi biçimleri, kısaca, insanların bu çatışmanın bilincine vardıkları ve onu sonuna kadar götürdükleri ideolojik şekilleri ayırdetmek gerekir. Nasıl ki, bir kimse hakkında, kendisi için taşıdığı fikre dayanılarak bir hüküm verilmezse, böyle bir altüst oluş dönemi hakkında da, bu dönemin kendi kendini değerlendirmesi göz önünde tutularak, bir hükme varılamaz, tam tersine, bu değerlendirmeleri maddi hayatın çelişkileriyle, toplumsal üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki çatışmayla açıklamak gerekir. İçerebildiği bütün üretici güçler gelişmeden önce, bir toplumsal oluşum asla yok olmaz; yeni ve daha yüksek üretim ilişkileri, bu ilişkilerin maddi varlık koşulları, eski toplumun bağrında çiçek açmadan, asla gelip yerlerini almazlar. Onun içindir ki, insanlık kendi önüne, ancak çözüme bağlayabileceği sorunları koyar, çünkü yakından bakıldığında, her zaman görülecektir ki, sorunun kendisi, ancak onu çözüme bağlayacak olan maddi koşulların mevcut olduğu ya da gelişmekte bulunduğu yerde ortaya çıkar. Geniş çizgileriyle, asya üretim tarzı, antikçağ, feodal ve modern burjuva üretim tarzları, toplumsal-ekonomik şekillenmenin ileriye doğru gelişen çağları olarak nitelendirilebilirler. Burjuva üretim ilişkileri, toplumsal üretim sürecinin en son uzlaşmaz karşıtlıktaki biçimidir — bireysel bir karşıtlık anlamında değil, bireylerin toplumsal varlık koşullarından doğan bir karşıtlık anlamında; bununla birlikte burjuva toplumunun bağrında gelişen üretici güçler, aynı zamanda, bu karşıtlığı çözüme bağlayacak olan maddi koşulları yaratırlar. Demek ki, bu toplumsal oluşum ile, insan toplumunun tarih-öncesi sona ermiş olur.

Bu giriş, Marx’a araştırmalarında kılavuzluk yapan materyalist yöntemin ve elbette tarihsel materyalizmin özlü ve tam bir tanımını vermektedir. Sınıflara bölünmüş bir toplumda, toplumun, yani insanların “varlıklarının toplumsal üretiminde” tarihin devindirici gücü sınıf mücadelesi ve bu mücadelenin taşıyıcısı olan “toplumun maddi üretici güçleridir.” Üretici güçlerin toplumu ileriye doğru hareket ettiren rolü anlaşılmadan, ne sınıf mücadelesi, ne de sınıflı toplumların ileriye doğru gelişimi, ne işçi sınıfının hareketine yol veren temel, ne de sınıfsız topluma geçişin dinamikleri anlaşılabilir. Üretici güçler nelerdir ve neden tarihsel ilerleme de kilit bir rol oynarlar? Üretim güçleri, başta insan, insan emeği, üretim araçları, üretim teknolojisi, toprak vb.’dir. İnsanın yaratıcı çalışmasının ürünü olan üretim araçlarının yapımı, aletlerinin gelişimi, iş örgütlenmesinin daha verimli hale gelmesi, makinelerin sürekli mükemmelleşmesi, üretici güçlerin sürekli olarak ilerlemesini de beraberinde getirir. Buradan da açıkça anlaşılabileceği gibi, içinde tarihsel ve toplumsal insan, yani sınıflara bölünmüş toplumun kendi çıkarlarının peşinde koşan insanı ve insan eylemi bulunduğu için, üretici güçler toplumun en devingen bölümüdür ve toplumun bu maddi üretici güçleri, içinde hareket ettiği belirli bir toplumdaki üretim ilişkileri ile uyumlu olmak durumundadır. Bu “uyum” kuşkusuz çelişkisiz bir uyum değildir. Ancak bu çelişki, üretim ilişkileri tarihsel olarak ilerici bir rol oynadığı ve ciddi toplumsal bunalımlar patlamadığı sürece, açıkça bir çatışmaya girişmez, “toplumsal devrimler çağı”nı başlatmaz. Bunu toplumların tarihsel gelişimine bakarak rahatlıkla görebiliriz.

Örneğin köleciliğe göre feodalite, daha ileri bir toplum biçimidir. Kölenin yerine bağımlı, yarı-köle üretici köylü, yani serf almıştır. Serfin köleden farklı olarak, efendisine çalışmak dışında, “kendi iktisadı” da vardır. Bu onun üretime olan ilgisini artırır. Üretim artmış, emek rantın yanı sıra ürün rant devreye girmiş, daha sonra para rant biçimindeki bir gelişim aşamasına ulaşılmıştır. Bu rant biçimleri, çoğu durumda iç içe ve yan yana bir arada bulunabilmişlerdir. Toplumda ticaret, zanaatlar gelişmiş, para ekonomisi bu, paranın ileride sermayeye dönüşecek olmasının güçlü bir habercisidir ilerlemiştir. Basit işbirliği, manüfaktür üretimi, eski zanaatçılığın, feodal loncaların yerini almaya başlamıştır. Bunun kesin bir sonucu vardır: o da şudur ki, meta ekonomisi gelişmiş, feodal toplum çözülmeye başlamış, toplumda, yeni bir topluma doğru gidişin koşulları olgunlaşmıştır. Bu toplum içerisinde meta ekonomisinin, para ilişkilerinin gelişmesi sonucu kapitalist ilişkilerin uç vermesi, yeni üretici güçlerin işçi sınıfının, makinelerin vb. ortaya çıkması, kapitalist topluma geçilmesinin yolunu açmıştır. Bu gelişmenin belirli bir olgunluğa ulaşması, burjuva devrimleri çağını başlatır. Değişen alt yapı ile uyumlu yeni bir üst yapı kurulmak zorundadır. Burjuvazi ile işçi sınıfı arasında sömürü ilişkisi var diye, bu devrim engellenmez. Aksine serflikten yani yarı kölelikten özgür işçiye geçiş, aynı zamanda işçi sınıfı ve emekçiler açısından da tarihsel bir ilerlemeyi ifade ederken, insanlar, kişisel bağımlılık ilişkilerinden kurtularak özgür yurttaşlara dönüşürler. Burjuvazi, bu süreçte, “tüm toplumun temsilcisi” olma rolünü üstlenmiştir. Burada, üretim ilişkileri ile üretici güçler arasında bir uygunluk bulunmakta, üretici güçlerin toplumsal gelişmede oynadığı devindirici rol de Eagleton bunun açık olmadığını iddia etmektedir açıkça anlaşılmaktadır. İşçi “özgürce” iş gücünü satar ve kapitalist bunu sermaye haline gelmiş üretim araçları ile birleştirerek kullanır ve artı-değer sömürüsünü gerçekleştirir. Kapitalist üretim artık ortaya çıkmıştır. Burjuva devrimi, giderek toplumun tüm gözeneklerine yayılır ve iktidardaki burjuvazi toplumu yeniden biçimlendirir. Kapitalist; üretim araçlarının sahibi olarak, toplumsal olarak gerçekleştirilen, yani tek bir işçinin emeğinin ürünü değil, işçilerin ortak emeğinin ürünü olan tüm üretimin sahibi olur. Üretim güçleri ile üretim ilişkileri arasındaki bu çelişki, mülk edinmenin bu özel biçimi ile üretimin toplumsal karakteri arasındaki uzlaşmaz çelişkide kendi ifadesini bulur.

Kapitalist toplum, gelişmesinin belirli bir evresinde, artık üretici güçlerin gelişmesinin engeli haline gelmeye başlar. Bağrında tohum halinde taşıdığı çelişki keskinleşmeye başlamıştır. Peki, ama bunun belirtileri nelerdir? Ne olmuş da, çelişkili de olsa, başlangıçtaki uyum, giderek şiddetli bir uyumsuzluğa dönüşmüştür? Bunun ilk nedeni, kapitalist üretimindeki dev ilerleme, bu üretimin toplumsal karakterinin daha belirgin hale gelmesi, buna karşın mülk edinmenin özel karakterinin devam etmesidir. Kapitalist toplumun bu temel çelişkisi derinleşmiş ve keskinleşmiştir. Bu durum, kapitalist toplumda ekonomik ve sosyal problemleri daha göze batar hale getirmiştir. Bu problemler, kapitalist bir toplumda, aşırı sömürü, işçi sınıfının kötü yaşam koşulları, krizler, işsizlik, savaşlar, kırımlar, açlık vb. biçiminde kendisini açığa vurur. Burjuva devrimi ile “özgür yurttaş” olan işçi, bu özgürlüğün, özünde işgücünü kapitaliste satma özgürlüğü anlamına geldiğini acı tecrübeleri ile öğrenir. Üretimin toplumsal karakteri ile mülk edinmenin özel biçimi arasında daha baştan beri varolan çelişki, artık daha fazla olgunlaşmış ve keskinleşmiştir. Emek ve sermaye arasında daha başında varolan çelişki daha sert biçimler alır ve artık yeni bir toplumsal devrim çağının kapısı açılır. Bu sosyalist devrimdir. Üretim araçlarının özel mülkiyetine son verilir, onlar toplumsallaştırılır ve üretici güçlerin önü yeniden açılır. Bu, aynı zamanda, sınıfların ve eski toplumun tüm kalıntılarının ortadan kalkmasına giden yolun açılması anlamına gelir. Bütün bunlardan sonra, Marksizm, Eagleton’un tanımı ile, “Marksizm özünde, uzun dönemli tarihsel değişimin teori ve pratiğidir“ türünden görünüşte şatafatlı, ama içi boş bir tarih teorisi gibi tanımlanamaz. Marksizm, Marksistlerin tanımladığı gibi, “proletarya hareketinin teorisi ve pratiğidir” ve bu tanım, Eagleton’un “Marksizm tanımı”ndan bütünüyle farklı olmakla kalmaz, aynı zamanda, bugünkü tarihsel gelişmenin temel unsurunu, hareket ettirici dinamiklerini de açıkça ortaya koyar.

Peki, ama Eagleton neden “Marksizm özünde, uzun dönemli tarihsel değişimin teori ve pratiğidir. Göreceğimiz gibi, Marksizmin özgünlüğü aynı zamanda en sorunlu yönüdür” demektedir? Eagleton’un ağzındaki bakla nedir? Onun düşüncesi şudur: “Marx’a göre tarih ilerlerken, üretim güçleri de gelişme halindedir… Hangi sınıf maddi üretimi geliştiriyorsa gelişimin aracısı da odur. Tarihin bu yorumuna göre, sanki üretim güçleri, kendilerini en çok geliştirecek sınıfı ‘seçmektedir’. Ama öyle bir nokta gelebilir ki, var olan sosyal ilişkiler, üretim güçlerini geliştirmekten çok, onlara engel olabilirler.” (sf. 54 vd) Eagleton, bu çerçevede, Marx’ın Katkı’nın Giriş’indeki “sosyal devrim çağı başlar” dediği pasajı alıntılar ve ekler: “Marksistlerin işaret ettiği gibi, bu teoride birçok sorun vardır. Bir kere neden genel olarak üretim güçlerinin evrim geçirdiğini varsaymaktadır?… Örneğin, üretim güçlerinin niye belirli zamanlarda yüzyıllar boyu durgunluk içinde olduğunu açıklamaz… Bazı Marksistler, üretim güçlerini iyileştirme zorunluluğunun tarihin genel bir yasası olmayıp, kapitalizme özgü bir zorunluluk olduğunu düşünür… Başka bir konu, hangi mekanizmayla bazı sosyal sınıfların, üretim güçlerini ilerletmek için ‘seçildiği’ açık değildir… Örneğin neden aynı mekanizma üretim güçleriyle üretim ilişkileri arasındaki çelişki bir sınıflı toplum döneminden diğerine geçişte işlemektedir?… Her halükarda eğer siyasi muhalefet yeterince güçlüyse, en parlak döneminde olan egemen sınıfı devirmek mümkün değil midir? Gerçekten üretim güçlerinin duraksamasına kadar beklemek zorunda mıyız?… Sosyal ilişkilerin değişimi basitçe üretim güçlerinin genişlemesiyle açıklanamaz. Ne de üretim güçlerindeki çığır açan değişimler, Sanayi Devrimi’nin gösterdiği gibi, mutlaka yeni sosyal ilişkiler doğurur. Aynı üretim güçleri farklı sosyal ilişkilerde bir arada olabilir. Örneğin Stalinizm ve sanayi kapitalizmi gibi.. Ya da aynı tür sosyal ilişkiler, değişik üretim güçlerinin gelişimini teşvik edebilir. Kapitalist sanayi ve kapitalist tarımı düşünelim. Tarih boyunca üretim güçleri ve üretim ilişkileri uyum içinde birlikte var olmamıştır. Üretim güçlerinin gelişiminde her aşama, bir dizi olası sosyal ilişkinin yolunu açmaya zorlar ve gerçekte herhangi bir dizi üretim ilişkisinin ortaya çıkacağının garantisi yoktur. Ne de, tarihsel çatırtı duyulduğunda, potansiyel devrim temsilcisinin hazır olacağının garantisi vardır… Niçin her zaman üretim güçlerinin, üretim ilişkilerine galip geleceği, niçin ikincisinin, birincisine itaat etmek durumunda gibi göründüğü açık değildir. Bunun yanı sıra teori, Marx’ın gerçekten feodalizmden kapitalizme ya da bazı yönleriyle kölecilikten feodalizme geçişi resmetmesiyle uyumlu görünmemektedir. Aynı sosyal sınıfların, üretim güçlerini geliştiremedikleri halde, genellikle yüzyıllarca iktidarda kaldığı da doğrudur. O modelin çok açık kusurlarından birisi determinizmidir. Sanki hiçbir şey, üretim güçlerinin ileriye doğru yürüyüşüne karşı duramamaktadır. Tarih, kaçınılmaz olarak bir içsel mantıkla işlemektedir. Tarihin başından sonuna kadar uzanan tek bir ‘öznesi’ (sürekli gelişen üretim güçleri) vardır ve ilerledikçe değişik siyasi düzenleri fırlatıp atmaktadır. Bu, son derece metafizik bir görüştür… Sınıf mücadelesi sırasında erkeklerin ve kadınların özgür gibi göründüğü doğrudur. Ne de olsa grevler, lokavtlar, işgaller kimi ilahi güçlerce emredilmez. Ama eğer tam da bu özgürlük, deyim yerindeyse, tarihin önüne geçilemeyen yürüyüşüne doğru programlanmışsa? Burada Hıristiyan ilahi kader ile özgür insan iradesi arasındaki etkileşimle bir benzerlik söz konusu… Bir anlamda gelecekteki Tanrı krallığının gelişi önceden belirlenmemişti; o, ancak şimdi kadınlar ve erkekler bunun için çalışırsa gelecektir. İnsanların özgür iradeleriyle bunun için çalışmasının kendisi, kaçınılmaz olarak Tanrı’nın takdiri nedeniyledir. Marx’ta da özgürlük ve kaçınılmazlığın benzer biçimde karşılıklı etkileşimi vardır… Hıristiyan davranış biçimi özgür olmakla birlikte, nasıl önceden belirlenmiş bir planın parçasıysa, Marx için de kapitalizmin çöküşü, önlenemez biçimde erkeklerin ve kadınların özgür iradeleriyle onu süpürüp atmasına yol açacaktı… Kapitalizm, yıkımın eşiğinde sendeliyor olabilir, ama onun yerine geçecek sosyalizm olmayabilir. Faşizm ya da barbarlık olabilir. Belki de sistemin parçalanmasıyla birlikte, işçi sınıfı, yapıcı biçimde hareket edemeyecek kadar zayıf düşecek ve morali bozulacaktır… Ya da tam olarak öngörmediği bir olasılık sistem, reformlarla siyasi başkaldırıyı savuşturabilecektir. Sosyal demokrasi, sistemle yıkım arasında bir siperdir. Böylece gelişkin üretim güçlerinden elde edilen artık, rüşvetle devrimi savuşturmak için kullanılabilir; bu durum, Marx’ın tarihsel taslağına hiçbir surette uymaz. O, kapitalist refahın ancak geçici olabileceğini inanmış görünüyor; nihayetinde sistem başarısız olacak ve o zaman işçi sınıfı da kaçınılmaz olarak ayaklanarak, onu ele geçirecektir. Ama bir kere bu, kriz içindeki kapitalizmin bile yurttaşlarının onayını alabileceği pek çok yolu olduğunu (Marx’ın yaşadığı zamana kıyasla bu yollar günümüzde çok daha karmaşıktır) göz önünde bulundurmamaktadır… Tabii zihinlerde canlandırılabilecek bir başka gelecek olabilir: Hiçbir geleceğin olmaması. Marx, nükleer katliam ya da ekolojik yıkım olasılığını öngöremezdi. Ya da belki egemen sınıf bir asteroidin çarpmasıyla yıkılacaktı… En determinist tarih teorisi bile böyle beklenmedik olaylarla yıkılabilir… (sf. 59 vd.)

Eagleton, materyalist tarih anlayışının, kendi ifadesine göre “determinist yorumunu” böylece yerle bir eder. Burada ele alınan ve eleştiri konusu yapılan her sorunu elbette ele alıp irdeleyeceğiz. Ama şimdilik hatırda tutmamız gereken iki önemli nokta bulunuyor: İlk olarak, Eagleton determinizme yönelttiği eleştiride, materyalist tarih anlayışına ait temel kategorileri, yani üretici güçler ve onların gelişimini, üretici güçlerle üretim ilişkileri arasındaki ilişkileri determinizmin kategorileri haline getirmiş, Marksizmi buradan budamıştır. Yazarımıza göre, toplumların gelişiminin tarihi üzerine inceleme yapan, bunların gelişim yasalarını çözmeye çalışan Marksistler bu kategorilerden uzak durmalıdır. Peki, ama, uzak durmazlarsa ne olur? O zaman bu Marksistler, tarihi determinist olarak yorumlamış, Marksizme determinizm bulaştırmış olurlar. Yazar, “Marx’ın tarihten kastı,olmuş olan her şey değil ama olayların temelinde yatan belirli bir rotadır” ve “o, ‘tarihi’, olayların izlediği anlamlı bir yol olarak ele almakta; insanoğlunun bugüne kadar gelen varoluşuyla eşanlamlı olarak görmemektedir” derken, aslında, materyalist tarih anlayışının determinist olduğu düşüncesine zemin hazırlamaktadır. Eagleton’un “anlamlı yol”u nasıl eleştirdiğini, onu hangi düşüncelerin paraleline yerleştirdiğini ileride göreceğiz. Şimdilik söylemeliyiz ki, Eagleton’un üretici güçler ve onların gelişimine ilişkin Marksist yaklaşımla ciddi bir sorunu vardır ve onun üretici güçlerle olan bu sorununu, elbette şimdiye kadar olduğu gibi, yeri geldikçe irdeleyeceğiz. İkinci olarak, Eagleton’a göre, tarihin bu yorumu, Hıristiyan kadercilik anlayışı ile benzerlik göstermektedir. Eagleton Marx’ı Mesih’likle damgalamamıştır, ama aradaki mesafeyi oldukça daraltmıştır. Genel olarak ifade etmek gerekirse, Eagleton, Marksizmi bu biçimde –yani determinist ve kaderci– yorumlayanların eserlerinden ve düşüncelerinden doğrudan bir aktarma yapmaz. Ama onun eleştirdiği, Marksizmin bu “yorumları” değil, Marksizmin kendisidir. İki korkuluk sallanmış, bunların üzerinden Marksizme saldırılmıştır.

Ama rahatlamamız lazım, adamımız ne de olsa bir Marksist’tir ve Marx’ın, düşüncelerinde, tarihe ilişkin “değişik bir düşünce akımı” olduğu müjdesini vererek bizi rahatlatır! Şöyle devam eder: “Oysa Marx’ın yazılarında, toplumsal üretim ilişkilerine, üretim güçlerine göre öncelik tanıyan (”oysa Marx şöyle dememiş miydi: “Varlıklarının toplumsal üretiminde, insanlar, aralarında, zorunlu, kendi iradelerine bağlı olmayan belirli ilişkiler kurarlar; bu üretim ilişkileri, onların maddi üretici güçlerinin belirli bir gelişme derecesine tekabül eder.”–abç–) değişik bir düşünce akımı vardır. Eğer feodalizm, kapitalizmin yolunu açtıysa, bunun nedeni, ikincisinin üretim güçlerini daha verimli hale getirmesi değildi; kırsal kesimde feodal sosyal ilişkiler, kapitalist ilişkiler tarafından yerinden edilmişti. Feodalizm, yeni burjuva sınıfın serpileceği koşullar yarattı, ama bu sınıf, üretim güçlerinin gelişmesinin bir sonucu değildi. Bunun yanı sıra, eğer üretim güçleri feodalizmde geliştiyse, bu, içinde var olan bir eğilimden dolayı değil, sınıfsal çıkarlar nedeniyleydi… Bu alternatif teoriye göre, insanlar, sosyal ilişkiler ve sınıf mücadeleleriyle gerçekten kendi tarihlerinin yazarıdır. Marx, bir keresinde Engelsle ile birlikte, kırk yıldır ‘sınıf mücadelesinin, tarihin en doğrudan itici gücü’ olduğunu söylediklerini vurgulamıştı. Sınıf mücadelesiyle ilgili nokta, sonucun önceden öngörülemeyeceği dolayısıyla determinizmin tutunacak zemin bulamamasıdır…” (sf. 66) Eagleton, daha sonra, bu düşüncesini kanıtlamak için, taşıdığı derin anlamı anlamadan ve dikkate almadan, Marx’tan şu alıntıyı yapar: ”Tarih’ diye yazar Marx, ‘hiçbir şey yapmaz, muazzam servete sahip değildir, hiç savaşlara girmez. Bütün bunları yapan gerçek, yaşayan insandır; sahip olur ve savaşır. ‘tarih’ sanki insandan ayrıymış gibi, insanları kendi amaçları için araç olarak kullanmaz; tarih amaçlarının peşinden giden insan faaliyetinden başka bir şey değildir.’ (bu alıntı ‘Kutsal Aile’dendir, sf. 101–A.Y) …Eğer böyleyse, o zaman artık tarihsel sürecin, belirli bir içsel mantıkla her üretim biçiminin hemen öbürünü izlediği kesin bir ‘lineer’ yol düşünmemize gerek kalmaz. Feodalizme özgü, onu karşı konulmaz bir şekilde kapitalizme dönüştüren bir şey yoktur. Tarihin halısında onu boydan boya geçen tek bir iplik yoktur: (burada okuyucu, Eagleton’un Marx’ın tarih anlayışına yönelttiği ve Marx’ın tarihi, “tarihin izlediği anlamlı yol” olarak gördüğü eleştirisini hatırlamalıdır. –A.Y) aksine birtakım faklılıklar ve süreksizlikler söz konusudur. Marksizm değil, burjuva politik ekonomisi, olaylara evrensel evrim yasaları açısından bakar… Marx, siyasi zafer için cesaret ve tutarlılığın gerekliliğini vurgulayarak, tarihsel süreçlerde raslantısal olayların belirleyici önemini kabul eder görünmektedir. 1849’da Fransa’da kolera salgınının militan işçi sınıfını kırıp geçirmesi böyle bir süreçtir.” (sf. 67 vd)

Böylece tarihin, yazara göre iki Marksist yorumu karşı karşıya getirilmiş, ilki, “determinizmle” sonuçlanıyor diye mahkum edilmiştir. Oysa yazarımız, Marksizme karşı yönetilen determinizm suçlamalarını yanıtlamak için yola çıkmıştı! Ama bu konuda tüm yaptığı, “determinizm” suçlamalarına karşı, ‘canım bu işi bu kadar da kabaca, hicveder gibi yapmayın, benim ne kadar incelikli bir yol izlediğimi görün’ demek olmuştur. Yazarımızın tercih ettiği ve benimsediği ikinci yorum ise, üstelik sınıf mücadelesi örnek gösterilerek, “keyfiyetle” sonuçlanmıştır. Yazarın anlatımına bakılırsa, ikinci tarih yorumu, durakta müşteri bekleyen taksiden farksızdır, verin adresi istediğiniz yöne gitsin! Burada, tarihsel eylem, onun üzerinde yükseldiği maddi koşullar yok sayılmış, belirsizliğe ve keyfiyete terkedilmiştir. Buna karşın, tarih, ilk ve son durağı belli olan bir taksi-dolmuş da değildir. Çünkü insanoğlunun yaratıcı güçlerinin üretici güçlerin gelişimine yapacağı etki, önceden kesin hatları ile bilinemez. Ama gerçek olan bir şey var ki, o da, maddi yaşamın yeniden üretiminin bir ileri toplum biçimine geçmek için maddi önkoşulları çıkaracak olmasıdır. Ancak Eagleton bütün bunları yok saymış, Marx’ın “..yeni ve daha yüksek üretim ilişkileri, bu ilişkilerin maddi varlık koşulları, eski toplumun bağrında çiçek açmadan, asla gelip yerlerini almazlar”… insanlık “önüne çözebileceği sorunları” koyar tespitlerini görmezden gelmiş, dahası “sorunun kendisi, ancak onu çözüme bağlayacak olan maddi koşulların mevcut olduğu ya da gelişmekte bulunduğu yerde ortaya çıkar” saptamasını yok saymıştır. Zaten keyfiyet de böyle bir şeydir. Bütün bunları okuduktan sonra, insan, Eagleton’un kitabına, niye “Marx Neden Haklıydı?” adını koyduğunu doğrusu merak ediyor. Aslında Eagleton, kitabına, “Marksizmin Marx’ına karşı Eagleton’un Marx’ı” adını koymalıydı.

Materyalist tarih anlayışını ana hatları ile özetlemeye çalıştık. Burada, sorunun diğer bir yanına değinebiliriz. O yan şudur ki; Marx tarafından materyalist tarih anlayışının oluşturulması ve bunun toplumsal olaylara uygulanması, tarihin daha önce açıklanış biçimlerinden köklü bir biçimde farklıdır. Böylece, önceki “tarihsel teorilerdeki” iki temel eksiklik giderilmiştir. (Lenin, Karl Marx. Ütopyadan Bilime Sosyalizm içinde Evr. Bas. Yay.) İlk olarak, geçmiş teoriler insanoğlunun tarihsel eylemlerinde yalnızca ideolojik, dini vb. nedenleri, bunların maddi toplumsal nedenlerini araştırmaksızın, “toplumsal ilişkiler sisteminin gelişmesini” yönlendiren nesnel yasaları ortaya koymadan, bu ilişkilerin temellerinin maddi üretimin gelişme derecesinde olduğunu görmeksizin incelemişlerdi. İkinci olarak, eski teorilerde halk kitlelerinin eylemleri yoktu. Tarihsel materyalizm, halk kitlelerinin toplumsal yaşam koşullarını, bunlardaki değişmeyi bilimsel bir doğrulukla incelemeyi olanaklı hale getirmiştir. Lenin’in ifadesi ile, “Marksizm öncesi ‘toplumbilim’ ve tarih yazarlığı, en iyimser bir değerlendirmeyle, gelişigüzel toplanmış ham gerçekler yığınını ve tarihsel süreçlerin bireysel yanlarının bir anlatımını sergilemişti. Marksizm ise, birbirine zıt eğilimlerin bütününü inceleyerek; bunları, toplumun çeşitli sınıflarının kesinlikle belirlenebilen yaşam ve üretim koşullarına indirgeyerek; belli bir ‘egemen’ fikrin ya da bu fikrin yorumlanmasının seçiminde, öznelliği ve keyfiliği bertaraf ederek; ve istisnasız, bütün fikirlerin ve bütün farklı eğilimlerin, maddi üretim güçlerinin koşullarından çıktığını açıklayarak, sosyo-ekonomik sistemlerin yükseliş, gelişme ve gerileme süreçlerinin kapsamlı ve ayrıntılı inceleme yolunu göstermiştir.” (Agy) Bütün bunlar Eagleton’un tarihe yaklaşımından oldukça farklıdır ve materyalist tarih anlayışının kapsamını açıkça ortaya koymaktadır.

Şimdi Eagleton’un üretici güçlere ilişkin tez ve iddialarını gözden geçirme işine devam edebiliriz.

KAPİTALİZMİN VE SOSYALİZMİN ÜRETİM GÜÇLERİ AYNI MIDIR?

Eagleton, “Sosyal ilişkilerin değişimi basitçe üretim güçlerinin genişlemesiyle açıklanamaz. Ne de üretim güçlerindeki çığır açan değişimler, Sanayi Devrimi’nin gösterdiği gibi, mutlaka yeni sosyal ilişkiler doğurur. Aynı üretim güçleri farklı sosyal ilişkilerde bir arada olabilir. Örneğin Stalinizm ve sanayi kapitalizmi gibi.. Ya da aynı tür sosyal ilişkiler değişik üretim güçlerinin gelişimini teşvik edebilir. Kapitalist sanayi ve kapitalist tarımı düşünelim.” demektedir. Her hal de anlaşılmış olmalıdır: Eagleton’un Stalinizm’den kastı, Stalin dönemindeki sosyalist inşa ve sosyalizmdir. Onun iddiası, sanayi kapitalizmi ile sosyalizmin aynı “üretim güçleri”ne sahip olduğu, ama sosyal ilişkilerin değişik olduğudur. Burada hatırlatmak gerekir ki, bilindiği gibi, Eagleton gibiler, Stalin dönemini “bürokratik kapitalizm vb.” tanımlarla damgalamaktadırlar. Bu, temelsiz bir suçlamadır ve Stalin döneminde sosyalist inşanın temelleri ve başarıları inkar edilemez gerçeklerdir. Tarih, bu çapta başka bir sosyalizm inşasına da tanık değildir. Bu nedenle bu “kaçamak” Eagleton’u kurtaramaz. Eagleton, sosyalist inşa döneminde en azından üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki temel çelişkinin çözülmediğini, örneğin sömürücü sınıfın tasfiye olmadığını, üretim araçlarına el konulmadığını kanıtlamak durumundadır. Oysa bu işi bugüne kadar yapabilen bir “babayiğit” henüz çıkmadı. Tüm yapabildikleri, “sosyalizmin uygulamalarını” çeşitli bahanelerle eleştirmektir. Bu nedenle, açıkça vurgulamak gerekir ki, Eagleton’un üretici güçlere yaklaşımı metafiziktir ve o gerçekte kapitalizmle sosyalizmin üretici güçlerini aynılaştırmaktadır. Eagleton bunu söylemekle, materyalist tarih teorisinden, Marksizm’den zerre kadar haberinin olmadığını ortaya koymaktadır. Materyalist tarih anlayışını iki türlü yorumlayan ve bunun birinin determinizme, diğerinin keyfiyete çıktığını “kanıtlayan” Eagleton, tarihi de, sosyal ilişkiyi, üretici güçlerin karakterini de bir burjuva liberali gibi yorumlamaktadır. Bu metafizik ve anti-Marksist bir görüştür. Ama kabul etmek gerekir ki, Eagleton Marksizme karşı darbesini nereden vuracağını çok iyi bilmektedir. Üretici güçleri toplumsal gelişmenin ve ilerlemenin temel dinamiği olmaktan çıkarırsanız, işçi sınıfının elinden devrim ve sınıfsız toplum amacını çekip alırsınız. Eagleton’un yapmaya çalıştığı da budur. Eagleton “sosyal ilişkilerin değişimi basitçe üretim güçlerinin genişlemesiyle açıklanamaz” demektedir. Ortada Marksizmin “basitçe” açıkladığı hiçbir şey yoktur. Marksizmi “basitlik”le suçlayanların açıklama tarzı ise, burada sabırla göstermeye çalıştığımız gibi gerçekten bayağı ve adicedir.

Açıkça anlaşılmaktadır ki, Eagleton üretici güçlerden sadece makineleri, binaları, çalışan işçileri, teknolojiyi anlamakta, bunlar arasında da durağan, mekanik bir ilişki kurmaktadır. Kapitalizmde de bütün bunlar var, sosyalizmde de, o halde farklı sosyal sistemlerde de aynı üretici güçler söz konusudur diye düşünmektedir. Bu mantığa göre, sosyalizmin bütünüyle yeni maddi üretim araçlarına sahip olması, sosyalist inşa sürecinde kapitalizmden devralınan makineleri, fabrikaları, teknolojiyi imha etmesi, toprağı terketmesi gerekir. Eagleton, örneğin bir ülkede, kapitalizmde de sosyalizmde de aynı dil konuşuluyor diye “sosyal ilişkilerin değişmediğini de” kanıtlama işine soyunabilirdi! Neyse ki işi oraya götürmemiş. Sosyalizm elbette makineleri, teknolojiyi, toprağı kullanacaktır. Bütün yeni toplum biçimleri eski maddi üretim araçlarını, üretim teknolojilerini devralmış, ama onları geliştirmiş, kullanımına farklı bir boyut katmış, onu kullanan insanla kullandığı alet arasındaki ilişkinin niteliğini değiştirmiştir. Yani üretici güçlerle üretim ilişkileri arasındaki çelişki çözülmüş, üretim araçları, fabrikalar, makineler, toprak vb. toplumsallaştırılmış, üretici güçlerin özgürce gelişmelerinin yolu açılmıştır. Daha önceki toplum biçimleri ise sadece sömürünün koşullarını değiştirmiş, bir sömürücü sınıfın yerini başka bir sömürücü sınıf almıştır. Köleci toplumun üretim güçleri ve kullandığı iş araçları ile feodal toplumun kullandığı araçlar yüzyıllarca hemen hemen aynı kalmış, giderek ve çok yavaş bir değişikliğe uğramıştır. Üretim araçlarındaki dev ilerleme Sanayi Devrimi’nin ürünüdür. Makinelerin yapımı ve gelişmesi, bilim ve teknikteki ilerleme üretici güçlerin gelişimini, köleci ve feodal toplumdaki gelişim hızıyla kıyaslanamayacak oranda hızlandırmıştır. Kol gücünün ve kol gücü ile çalışan makinelerin yerini enerji ile çalışan makinelerin alması, bu sıçramanın kilit halkasıdır. Eagleton’un “üretici güçler yüzyıllarca durağan kaldı” eleştirisi, bu gelişim dikkate alınarak soyuttur, gerçekçi değildir ve toplumsal gelişmenin özünü anlamaktan uzaktır. Sosyalizm, makine kullanımının önündeki tüm sınırlamaları kaldırmış, bilim ve teknikteki ilerlemenin önündeki engelleri yıkmıştır. Açıkçası sıfırdan yeni bir toplum yaratılmaz. Bu insanlığın gelişimine de, onun tarihsel birikimine de terstir. Bu bir ideoloji haline getirilirse de varılacak yer sapkınlıktır.

Sosyalizmde üretici güçlerin kullandığı, harekete geçirdiği üretim araçları ile olan ilişkileri niteliksel bir değişime uğramıştır. Kapitalizmde üretici güçlerin canlı, en devingen parçası olan işçi sınıfı, üretim araçlarının sahibi değildir. İşçilerin sermaye biçimini almış üretim araçları ile girdiği her ilişki, artı-değer sömürüsünü harekete geçirir. Sosyalizmde ise, işçi, üretim araçlarının toplumsallaşması ile zaten onların sahibidir. Yani üretim araçları ile işçinin girdiği ilişkide artı-değer üretilmez. Ama toplumun gelişip ilerleyebilmesi için toplumsal fonlara aktarılacak bir fazla üretilir. (Eagleton’un sosyalizme ilişkin tespitlerinin ve onun “sosyalizm” anlayışının eleştirisi ayrı bir bölüm olacaktır.) Kapitalizmde makine kullanmanın sınırlarını, o makinenin yerinden ettiği iş gücünün değeri belirler. Kapitalist aynı işi canlı emek sömürüsü ile daha kârlı yapıyorsa, makine kullanımına geçmez. Kapitalizmin üretici güçlerinin gelişmesinini engellemesinin kendisini gösterdiği yerlerden birisi burasıdır. Üretim sınırsızca genişleme eğilimindedir ve bu sayede tüm toplumun ihtiyaçlarını karşılamak olanak dahiline girer, ancak kapitalizm onu sürekli geriye çeker, ilerleme oldukça yavaştır, sürekli dizginlenmektedir.

Sosyalizm ise, o makine toplumsal üretime katkıda bulunuyorsa, işçiler için, sosyalist toplumun insanları için yaşamı kolaylaştırıyor, üretimi artırıyor ve sosyalizmin insanına farklı insani etkinliklerde bulunması için zaman yaratıyorsa, üretimde kullanılır. Çünkü üretici güçlerin önemli bir parçası olan üretim araçları sermaye olmaktan çıkmıştır. Yani o makinenin, fabrikanın hangi üretim ilişkisine hizmet ettiği, onun hem kullanımının, hem de gelişiminin sınırlarını belirler. Yani orada da makine var, burada da makine var, bunlar aynı üretici güçlerdir demek, sadece metafizik bir yorum değil, aynı zamanda insan toplumlarının sürekliliği ve bu süreklilik içinde değişimini, gelişimini ve dönüşümünü de özünde inkar etmek demektir. Su çarkları, değirmenler, yel değirmenleri çok eski çağlardan beri vardır. İnsanlık bu arada üç toplumsal sistem değiştirmiştir. Ama bugün insanlık bu araçların çok geliştirilmişleri ile elektrik üretimi yapmaktadır. Milyonlarca kölenin, serfin, işçinin emeği, alınteri, canı ve kanı, insanlığın tarihsel ve toplumsal gelişiminde, onun maddi ve manevi ürünlerinde adeta cisimleşmiştir. Çekiç, balta, testere vb. gibi el gücü ile kullanılan aletler binlerce yıl kullanılmış, bunların üretici güçleri geliştirmesi çok yavaş olmuştur. Ancak sanayi devrimi ile birlikte makinelerin kullanılmaya başlaması, üretici güçlerin önüne muazzam bir gelişme yolu açmıştır. Marx “kapitalizmin teknik temeli devrimcidir” derken işte tam da bunu kastetmektedir. Devrimci bu teknik temel, gelişmesinin belirli bir aşamasından sonra, üretici güçlere kazandırdığı muazzam toplumsallık nedeniyle, kapitalist üretim ilişkilerine, yani sınırsızca gelişmesini engelleyen kapitalist kullanım biçimine başkaldırmaktadır.

Üretici güçlerle üretim ilişkileri arasında canlı diyalektik bir bağ vardır. Üretim ilişkileri, üretici güçlerin gelişim düzeyleri tarafından belirlenmektedir. Ancak bir kez ortaya çıktıklarında, rolleri pasif değildir. Üretici güçlerin gelişimine uygun üretim ilişkileri, üretici güçlerin gelişmelerine hizmet ederler. Toplumsal gelişmenin belirli bir aşamasında ise, onlara köstek olmaya başlarlar. Bu durumda, üretici güçlerle üretim ilişkileri arasındaki uygunluk artık bozulmuştur. Özellikle kriz dönemlerinde bu çelişki çok açık bir biçimde görülür. Bir tarafta sermaye oldukları için artık kâr getirmediği için üretmeyen, boş duran dev makineler yığını, diğer tarafta ancak canlı emekleri ile o makineleri harekete geçirebildikleri sürece karınlarını doyurabilen –geçim araçları ellerinden alınan– dev işsizler ve açlar yığını.

Bu durum, üretim ilişkilerinin artık üretici güçlerinin önünde engel haline geldiklerinin açık kanıtıdır. Çözümü de, toplumun gelişimi tarafından, bizzat o toplumun güçleri tarafından üretilmiştir. O üretim araçları ile üretim ilişkileri arasındaki çelişki giderilecektir. Üretimin toplumsal karakteri ile mülk edinmenin özel kapitalist niteliği arasındaki çelişki çözülecektir. Bu sosyalizmdir. Yani toplumun “nereye doğru gideceği” bir sır değildir. Toplumun kendisi, bu çelişkiyi ortadan kaldıracak, toplumsal ve insani gelişimin önünü açacak güçleri ve olanakları zaten üretmiştir. Taksiye binen müşteri gibi, şoförün eline herhangi bir adres tutuşturup şu ya da bu yöne gidemezsiniz.

Eagleton ise böyle düşünmemektedir. O sanmaktadır ki, kapitalist toplumun ortaya çıkardığı üretici güçler, bu güçlerin en devrimci ögesi olan yaşayan tarihsel ve toplumsal insan ve onun oluşturduğu toplumsal sınıf –işçi sınıfı–, elbise dolabından elbise beğenir gibi, yeni bir sistem beğenecek, toplum o yöne doğru gidecektir. Ya da raslantı her şeyi belirleyecektir. Eagleton, “bazı Marksistlerin” “hangi mekanizmayla bazı sosyal sınıfların üretim güçlerini ilerletmek için seçildiği açık değildir” tespitine katılırken, toplumun maddi gelişiminin yasalarını, insanların aralarında girdikleri ilişkinin niteliğini anlamamış, maddi, toplumsal gelişmenin ortaya çıkardığı güçleri tanrı bilimden ödünç aldığı “seçilme” yaftası ile damgalamıştır. Onun, bütün bu teorilerini dayandırdığı ”Marksislerin” ortak özelliği de, onların hemen hepsinin anti-Marksistler olmalarıdır. Vurgulamak gerekir ki, “üretici güçlerin, tarih tarafından, tarihsel amacı yerine getirsinler diye kodlanmış içkin amaçları” yoktur. Onların gelişimi, bütünüyle maddi, sosyal yaşamın ilerlemesine, ortaya çıkardıkları üretim ilişkileri ile girdikleri karşılıklı etkiye, bilimsel, teknik gelişmelere bağlıdır. Bütün bu etkenler toplumsal gelişmenin yolunu ve doğrultusunu da belirlemektedir. Açıkçası toplumun gelişim yasaları öyle “gizemli” yasalar değildir. Toplumu ilerletecek güçler bellidir ve onlar mücadeleleri ile bu ilerleme ve dönüşümü başarmaya çalışırlar.

Eagleton, Marx’tan şu alıntıyı yaparken bunun anlamı ve içeriği üzerine hiç düşünmemiştir. Gerçi onun, ilk elden Marx’ı okuyup okumadığı da, şüphelidir. Çünkü alıntılar, genellikle başka bir yazardan aktarmadır. Yeniden hatırlatacak olursak, alıntı şudur: ”Tarih” diye yazar Marx, “hiçbir şey yapmaz, muazzam servete sahip değildir, hiç savaşlara girmez. Bütün bunları yapan gerçek, yaşayan insandır; sahip olur ve savaşır. ‘tarih’ sanki insandan ayrıymış gibi, insanları kendi amaçları için araç olarak kullanmaz; tarih amaçlarının peşinden giden insan faaliyetinden başka bir şey değildir.” Oysa Eagleton’un burada durup düşünmesi gerekirdi. En azından kendisine şu soruları sorabilirdi: Sınıflara bölünmüş bir toplumda ezilen ve sömürülen insanlardan meydana gelmiş, benzer koşulları paylaşan insan gruplarının oluşturduğu sınıfların, bu sınıfın mensubu insanların “tarihi amaçları” ne olabilir ki? Yeni bir sömürücü sınıf mı? Yoksa daha vicdanlı patronlar mı? Sakın toplumun durumunun farkında olan, onu farkettiği anda da bu durumu değiştirmek gerektiğini düşünen yeni ve insan sever bir egemen sınıfa sahip olmak olmasın? Bütün bunların peşinde koşan, bunları idealleri haline getiren insan toplulukları var mı acaba? Ya da böyle davranınca yanılgıya düştüğünü anlamayan bir topluluk var mıdır? Ama buna karşın insanlar çok eski çağlardan beri “kaybettikleri cenneti” yeniden bulmanın peşinde olmuşlardır. Bu, ilkel biçimiyle komünal toplumdur. Yani sömürünün, üretim araçları üzerinde özel mülkiyetin olmadığı, insanların eşitçe bir arada yaşadığı bir toplum. Bugünün insanı da, harekete geçirdiği güçlerin, bu güçlerin zorunlu olarak hareket edeceği yönün bilgisi ile donanmıştır. Başarısız ve başarılı ayaklanmalar, kısa ve daha uzun sürekli iktidar tecrübesi ve yeni bir toplum kurma çabası bütün bu faaliyetin, amacın niteliğini belirler.

Sömürücüleri dışta tutarsak, günümüz insanı, sömürüsüz, sınıfsız bir toplum kurma amacının peşindedir ve onun bu çabası tarihi de meydana getirmektedir. Yani “insanlar tarihlerini” gerçekten kendileri yaparlar. Ama keyiflerince değil, verili koşullarla, ulaştıkları maddi gelişim aşamasının özellikleri ile, maddi yaşam koşullarının ortaya çıkardığı çelişkileri çözmek üzere harekete geçerek, bunu yaparlar. Üstelik insan toplulukları yaşadıkları tecrübeyi biriktiren, onları tartışan ve geliştiren bir yeteneğe, bir “tarih bilincine” sahiptirler. Sömürücü sınıflar da “kendi sınıf ve tarih bilincine” sahiptirler. Onlar da, sınıfsal çıkarlarını korumak, sömürüyü ebedi kılmak için tarihin yapılmasına katılırlar. Bütün bunların karşılığı ise sınıf mücadelesidir. Bunun anlamı şudur, insanlar tarihlerini keyiflerince yapmazlar. Verili koşullarda, kendilerini çevreleyen ilişkiler ve maddi yaşam koşulları temelinde yaparlar. Yani “yapılmış olan eski tarih”, kendi tarihlerini yapmaya çalışan yeni kuşakların omuzlarına olanca ağırlığı ile binmiştir.

Bu tarihsel hareketin determinizmle bir ilgisi bulunmamaktadır. Determinizmin nedensellik anlayışı idealist, metafizik ve tek yönlüdür. Şurada nedenler, orada hazır ve zorunlu sonuçlar vardır. Bunlar zıt kutuplar gibidir. Felsefi materyalizme dayanan tarihsel materyalizmin yöntemi ise diyalektiktir. Burada neden olan, şurada sonuç olabilir. Nedenler ve sonuçlar arasındaki ilişki sadece çok yönlü ve canlı değil, nedenlerin incelenmesi de diyalektiktir. Doğa ve toplum olayları, sadece zıtlıklara değil, ilişkiler ve iç bağıntılara sahiptir, bütün bunların aralarındaki ilişki çok yönlüdür ve karşılıklı etki içindedir. Bütün bunlar titiz bir incelemeye tabi tutulur. Felsefi materyalizmin doğaya ve insan toplumlarının tarihine bakışı, determinist anlayıştan sadece çok farklı değil, aynı zamanda onun zıddıdır da. Diyalektik materyalizm, olguları ve gelişmeleri, kendi iç bağlantıları ve birbirleriyle ilişkileri içinde inceler ve yorumlar. Deterministlerin giderek “ilk neden”e, yani tanrıya ulaşmaları ya da doğayı tanrı yerine koymaları tesadüfi değildir. Nedensellik, evrensel bağlantıların ancak küçük bir parçasıdır ve diyalektik yöntemin kanıtladığı gibi, neden ve sonucun ancak bir yönünün insan tarafından kavranmasına hizmet eder. Oysa doğa ve toplum olayları çok yönlü ve zengindir ve bütün bunlar karşılıklı ilişkileri ve etkilenmeleri çerçevesinde incelenebilirler.

Neden sonuç ilişkileri üzerine Engels’in Conrad Schmidt’e 27 Ekim 1890’da yazdığı mektubun şu satırlarını burada hatırlatmak yararlı olacaktır: “Bütün bu baylarda eksik olan şey, diyalektik. Onlar burada neden, orada sonuçtan başka başka bir şey görmüyorlar. Bunun tatsız tuzsuz bir soyutlama olduğunu, bu türlü kutupsal, metafizik karşıtlıkların, gerçek dünyada ancak bunalımlar sırasında varolduklarını; tüm engin gelişmenin (iktisadi hareketin en güçlü, en ilk, en kararlaştırıcısı olduğu güçlerin eşitsiz olmasına karşın) karşılıklı-etki biçiminde sürüp gittiğini; bu gelişmede mutlak hiçbir şey olmadığını, her şeyin görece olduğunu görmüyorlar. Onlar için, Hegel yaşamadı.” Burada nedenler ve sonuçlar arasındaki ilişkinin Engels tarafından son derece açık bir biçimde ortaya konuluşunu görüyoruz.

Kapitalizmin yerine sosyalizmin değil de, faşizmin ya da barbarlığın alabileceği gibi iddialara gelince, bunlar içi boş iddialardır. Faşizm, tekelci kapitalist burjuvazinin işçi ve emekçi sınıflara karşı sermaye düzenini korumak için başvurduğu bir yönetim biçimidir ve kapitalizmden ayrı bir faşizm söz konusu bile edilemez; faşist diktatörlük, burjuva diktatörlüğünün yalnızca bir biçimidir. Barbarlık vb. ise fanteziden ibarettir. İnsanoğlunun yaratıcı gücüne, önüne çıkan sorunları çözme yeteneğine olan güvensizliğin ürünüdür. Eagleton, herhalde Amerikan kurgu filmlerinin “genel yıkımdan” sonra çizdiği tablonun etkisinde kalmıştır. Burjuvazinin, sosyalist bir dünya yerine, her şeyi yıkıp mahvetmeyi tercih edebileceği ihtimal dahilinde olabilir. Ancak karşılıklı olarak mücadele eden güçlerin, uluslararası işçi sınıfının ve emekçi halkların kendi kaderlerini ve geleceklerini burjuvaziye terketmeleri için herhangi bir neden bulunmamaktadır. Birinci ve ikinci emperyalist paylaşım savaşlarının, hatta atom silahlarının kullanılmasıyla ortaya çıkardığı yıkım bilinmektedir. Ancak bütün bunlardan sonra, özellikle en fazla yıkıma uğramış ülkeler başta olmak üzere, hiçbir ülkede barbarlığa dönüş yönünde en küçük bir yönelimin olmadığı da çok iyi bilinmektedir. Barbarlık, eğer şiddetin ve vahşetin dizginsiz uygulanması ise, kapitalist emperyalizm bunu zaten yapmaktadır. Yani bu, geleceğin sorunundan çok, bugünün sorunudur. Savaş ve yıkım, kapitalizmin bir özelliğidir ve çizgiden “sapmayı” değil, aksine kapitalizmin yasalarının doğal sonuçlarını temsil etmektedir. Vietnam’da, Irak’ta, Afganistan’da, Libya’da, Filistin’de yapılan yıkım az değildir. Buna karşın kapitalistler aptal değildir. Eagleton rahat etsin, onlar sınıf mücadelesinin kaçınılmaz olarak sosyalizmi dayattığı bir noktada, ya pazarlık ederek kaderlerine razı olacaklar ya da direnerek yok olacaklardır.

Açıkçası toplumların ilerlemesine yol açan temel yasalar, bu ilerleme bir biçimde kesintiye uğrarsa, hem yasa olmaktan çıkmazlar, hem de işlevlerini sürdürmeye devam ederler. Yaygın bilinen bir örnektir: Yer çekimi kanununa göre, ağaçtaki elma yere düşer. Ama birisi onu koparıp yerse, çekim kanunu geçerliliğini yitirmez. Bu durumda hiç kimsenin aklına çekim kanununu yeniden tartışmak gelmez değil mi?

Devam edecek…

Laiklik ve demokrasi – 2

AKP, siyasal İslamcı neoliberal bir parti olarak, Türk İslamcılığının kadim argümanı “türban”ı, daha kuruluş sürecinde, yalnızca kullanım değil ama değişim değeri de yüksek bir “malzeme” olarak elinin altında buldu ve tepe tepe kullandı. Şimdi artık tüm topluma hem de “kamu”da da kullanımını dayattığı bu “malzeme”nin, önde gelen bir “mücadele aracı” olarak rantını yiyegeldi.

 

“Ustalık” iddia ettiği ulaştığı aşamada, AKP, “türban” türü simgelerle yetinmez/yetinemez hale geldi. Hem elde ettiği kazanımlar daha fazlasını olanaklı kılıyor, hem de aynı kazanımlar daha fazlasını ihtiyaç haline getiriyordu. Artık azıyla idare edilemez olunmuştu; “ileri demokrasi” değil, ama “ileri dincilik”, “dinciliğin derini”, sökün etmeye çoktan başlamış açmazlar/açıkların örtüsü olarak gerekli olduğu gibi, zorunluydu da. “İleri” adımlar atılmasa, türlü cemaatlerden oluşan eğitimli organize taban adama nedenini sorardı. Üstelik, AKP “büyükleri” şüphesiz tabandan değillerdi, ama çok “içeriden” gelmeydiler ve hem canı gönülden içlerinden geldikleri hem de para ettiğini bildikleri için, cemaatten gelmeliğin, imamlık eğitimin hakkını veriyorlardı.

 

O nedenle gaza bastılar.

 

– “Dindar ve kindar gençlik yetiştir”eceklerdi. Bu yönde, vakit geçirmeksizin, eğitimde 4+4+4’lük adımı attılar.

 

– Milli eğitimin dincileştirilmesinde küçümsenemeyecek bir mesafe alınarak, zorunlu din dersinin yanına sözde seçmeli iki din dersi daha eklendi.

 

– Kızların okul yaşamı engelli koşusuna çevrilerek, ilk dört yılın sonrası zorunlu eğitim olmaktan çıkarılıp mutaassıp ve muhafazakar “kutsal aile”nin insafına terk edildi.

 

– İmam Hatipler ilköğretime kadar ve sayısal olarak yaygınlaştırıldı.[1]

 

– Kürtaj, geniş tepkiler karşısında, bütünüyle yasaklanamasa bile neredeyse yasaklanmış hale getirildi.

 

– Sezaryen, daha da ileri bir noktada yasaklandı; sadece kimin tarafından öyle sayılacağı tartışmalı “hayati” sayılacak durumlarda olanaklı olacak.

 

– Taksim’in ardından Çamlıca tepesine caminin projeleri hazırlanıyor. Kimin gideceğinin önemi yok; şan olsun diye “ecdadın yaptıklarını geride bırakacak” büyüklük ve minare sayısıyla “heykel” türü bir cami olacak! Bonusları da, opera ve tiyatro binalarına yapılacak mescitler.

 

– Siyasal İslamcı bu politika ve geliştirilen tutumların bir de ayrılmaz parçası var: “Kafir” sayıldıkları için Alevi düşmanlığı. İnanmayanların yanında, zorunlu din dersi dayatmasının hedefi kılınarak hak talepleriyle birlikte kendileri de yok sayılan, insan yerine konmayan Aleviler, kendilerine yönelik tüm tarihsel önyargılar teşvik edilip kışkırtılarak, hedef tahtasında tutuluyorlar. İştiyakla izlenmesi sürdürülen Yavuz’un, Kuyucu Murat’ın çizgisi, –Hizbullahçılarla, Bahçelievler katilleriyle birlikte– Sivas Davası “sanıkları” katillerin zaman aşımından serbest bırakılmalarından geçerek, AKP döneminde, Maraş’tan sonra Adıyaman, ardından da İzmir’de Alevi yurttaşların evlerinin işaretlenmesinden, Malatya Sürgü’de “Ramazan davulu tartışması” dolayısıyla linç girişimine, Alevi’lere yönelik saldırıların önünü açtı. Alevi ibadethaneleri olan Cemevlerinin hükümet olmuş neoliberal siyasal İslam’ın en önde gelen temsilcileri tarafından “cümbüş evi” ve “ucube” olarak nitelenip aşağılanmalarının bu saldırıları teşvik edip beslediği tartışmasızdır. En son Ağustos’un son günlerinde İstanbul Kartal’da Alevilerin evlerinin işaretlenmesinin ardından Pir Sultan Abdal Kültür Derneği’nin Kartal Cemevi’ne kundaklama girişiminde bulunulmuş olması, hükümet katından gelen bu teşvik bakımından küçümsenemez bir göstergedir. Aynı şekilde, Meclis’e Cemevi talebinin TBMM Başkanı’nca “fetva” için Diyanet’e sorulması ve caminin “tüm Müslümanların ibadethanesi” ilan edilmesi türünden özgünlüğü, hak ve talepleri yok sayılarak, Alevi Mezhebinin Sünni Mezhebine göre tanımlanıp aşağılanmasının da bu saldırıları beslediğinden şüphe edilemez. AKP’nin “Alevi Çalıştayları” ile başlattığı “açılım” doğrusu müthiştir!

 

– Ancak son aylardaki dini atılım ve hamleler bunlardan ibaret değil, hatta bunlar, örneğin Suriye ve İran’a yönelik izlenen mezhepçi politikaların yanında neredeyse masum bile kalıyorlar denebilir! Siyasal İslamcı akımın hükümet olmuş ana örgütünün dış politikası tam bir Türk-Sünni politikası durumunda. Esad’ın karşı propagandası yapılan zulmünü aratmayan hunharlıklarıyla başta El-Kaide olmak üzere siyasal İslamcı militanların “Esad yanlıları”na yönelik zulmünü, Suudi, Katar ve Bahreyn’in Suriye’ye de sirayet eden kendi ülkelerindeki zulümlerini görmezden gelip yok sayan Türk-Sünni İslamcılığı, Ortadoğu politikasını Sünni eksenli bir politika olarak tasarlayıp uyguluyor.

 

Dış politikada El-Kaide ve Müslüman Kardeşler gibi teröre başvurmaktan çekinmeyen radikal dinci akımları baş tacı edip onlarla ittifak kuran siyasal İslamcı tutumunu “zulüm karşıtı” “ilkesel ve ahlaki” bir duruş olarak pazarlayan Türk-İslam sentezcisi neoliberal AKP, içeride de toplumun muhafazakarlaştırılıp dincileştirilmesine dair tutumlarını “demokratikleşme” çerçevesine oturtmaya yönelmiştir; “demokrasi” propagandasına ara vermemektedir. Yeni anayasayla, izlediği politikalarla, AKP, amacının demokrasi olduğunu anlatıp durmaktadır.

 

AKP’yi eleştiren, beğenmediği haberleri yapan gazetecileri patronlarına “ne duruyorsun atsana” çağrılarıyla işten attıran, “milli güvenlik” türünden 12 Eylül Anayasası’nınkilerini aratmayacak gerekçelerle sınırlama önerdiği basın özgürlüğünü savunduğu iddiasında olduğu gibi, inanan olursa, AKP, dışarıda zulme karşı mücadele ettiğini, içerdeyse demokrasiyi geliştirme peşinde olduğunu anlatmaktadır!

 

 

LAİKLİK OLMADAN DEMOKRASİ OLMAZ!

 

Demokrasi olacak, ama laiklik olmayacak –bunun olanağı yoktur. Laiklik, demokrasinin olmazsa olmazı, ayrılmaz bir bileşenidir.

 

Hele farklı din ve mezheplerin yan yana bulundukları ülkelerde, laiklik olmadan, laik bir zemine oturmadan demokrasiden söz etme imkanı bulunamaz.

 

Ama laikliğin din ve mezhep farklılıklarına, bu farklılıkların bir aradalığı koşuluna, dolayısıyla din ve mezhepler arası eşitliğin sağlanmasına, devletin dinler ve mezhepler karşısında tarafsızlığı ve bir din ya da mezhebin bir diğeri karşısında üstün ya da aşağı sayılmamasının garantisi olmaya indirgenemeyeceği kuşkusuzdur.

 

Devlet, tabii ki, dinler ve mezhepler karşısında taraf olmamalı, bir inancın bir başkası ya da inançsızlık üzerinde üstünlük iddiası ve baskısının örgütü değil, ama her tür dinsel üstünlük iddiasıyla eşitsizlik dayatmasının geçersizliğini garanti etmelidir. Ancak bunun gerçekleşebilirliği ve elde edilebilmesinin de koşulu, devletin bütünüyle din işlerinin dışında kalması, dinsel nötrlüğü, dinin devletle ilişkisinin olmamasıdır. Siyaset, devlet işlerinin yürütülmesinden başka bir şey olmadığından, devlet açısından dinin, din olarak, sadece özel ve kişisel bir sorun oluşturması ve öyle kalması; ama, dinin, devlete ve devlet işlerine el atması ve sadece devleti ve devlet işlerini değil, onun aracılığıyla kuşkusuz tüm toplumsal dünyevi işleri düzenlemeye girişmesinden başka hiçbir anlama gelemeyecek bir siyasallaşmasının kategorik olarak yadsınması, dinin siyasetin nesnesi ve dayanağı kılınmasına karşı durulması, siyasal İslam vb. içerikli her türden din siyasetinin reddedilmesi –laikliğin özü budur.

 

Dinin devletten, din işlerinin devlet işlerinden ayrılması… Devlet işlerinin, siyasetin dine dayandırılmadan, din işlerinin dışında, din devleti, devlet de dini kullanmadan, dinin istismarı olmadan yürütülmesi –tüm dinlerin, örneğin tüm Ortaçağ boyunca hem devlet olarak örgütlenmiş, hem de istisnasız tüm Avrupa devletlerinin işlerine elini atmış ve üst mercileri olduğu iddiasında bulunarak buna uygun davranmış Papalık ve Hıristiyanlık gibi, en başından beri siyasal İslam’ın da reddettiği laikliğin esasını oluşturmuştur. Hıristiyanlık gibi, İslam da, toplumu, tüm dünyayı dini inanç ve ilkelere göre düzenleme peşinde olmuş; bu nedenle, toplumların siyasal örgütleri olan devletleri ele geçirip, onları dinsel aygıtlar olarak şekillendirerek, bu “düzenlemeyi” devlet aracılığıyla gerçekleştirmeye, göksel-dinsel olanı dünyevi-dinsel olanla ikame etmeye, göğü yere indirip, “Allah’tan olduğunu/geldiğini” ileri sürdüklerini, Papa/Halife/Ayetullah şahsında tekeline alarak, kendi bildiği gibi, inançlı ya da inançsız insanların inanç ya da inançsızlıklarına dayatmaya girişmiştir. Ancak bu tekel durumu ve dayatmanın yalnızca inanç alanıyla sınırlı kalmadığı ve kalamayacağından kuşku duyulamaz. Hareket noktası edinilen göksel/uhrevi kaynaklı inançlar olmakla birlikte, tekel durumu ve dayatmanın ayırt edici niteliği, gökselliğiyle “Allah’a ait” olan, ama dünyevi olarak Papa/Halife/Ayetullah tarafından temsil edilen “mutlak ve ölümsüz hakikat”in bir toplumsal siyasal düzen olarak ileri sürülmesidir: Siyasal İslamcılarca bir dinsel devlet (şeriat devleti) olarak “Kuran’a göre” örgütlenmesi öngörülen “İslami toplum”! Bundan sonrasına dair rivayet farklı olsa, faizi kabul eden örneğin Gülenci neoliberal dincilere göre başka Aczimendilere göre başka bir “Kuran’a görelik” iddia edilebilse, hatta bu “düzen”e geçiş biçimleri (uzlaşmacı ya da değil) üzerine ayrılıklar bulunsa bile, siyasal dincilik, “Allah adına” tekeline sahiplik iddia ettikleri “mutlak ve ölümsüz hakikati” dayatmada fikir birliği halindedirler. Tekel ve dayatma, siyasal dinciliğin özünü oluşturur.

 

Tekel.. Dayatma… İnançları, inanç olarak yaşanmaya bırakmayıp, uhreviliğin tekeline sahiplik iddiasıyla inanç sahipleri ya da inançsızlara dayatılmasının olduğu yerde, tekel ve dayatmanın olduğu yerde özgürlük ve demokrasiye yer kalmadığı, kalmayacağı herhalde tartışılmazdır.

 

Ancak inanç tekeli ve belirli bir inancın, bir inanç sistemi olarak dinin, siyasal örgüt, özellikle toplumun siyasal örgütlenmesi olarak devlet aracılığıyla dikte edilmesi özgürlük ve demokrasiyle tartışmasız olarak çelişmesine karşın, Hıristiyanlık ya da İslam, din, din siyasetçilerinin elinde zaten aynı zamanda tartışılmazlık iddiasıdır da. Buradan, bir tartışılmazlıkla bir tartışılmazlık iddiasından özgürlükler ve demokrasinin inkarı çıkar ki, başından beri, din siyaseti, siyasallaşmış din, bizde siyasal İslam, demokrasiyi “menzile varmada sadece bir araç olarak” benimsemiştir. Toplumu tekeline aldığı inanç sistemine göre düzenleme peşindeki din siyaseti, bizde siyasal İslam, doğuşundan bu yana tekelci ve dikte eğiliminde olmuş; daima üstünlük/ermişlik iddiasındaki yüceltilmiş din ve devlet uluları, Halife/Sultan/Emir/Şeyh etrafında mutlakçı örgütlülüğü benimsemiş, ama feodal ya da sonra burjuva koşullarda demokratik bir siyaset ve örgüte eğilim göstermemiştir. Feodal döneme değil, ama feodal tekel ve aristokratik zorbalık ve üstünlük iddialarının üstesinden gelmek ve kapitalist gelişmenin önünü açmak üzere burjuvazinin yükselttiği demokratik talep, yaklaşım ve tutumların ortaya çıktığı kapitalizmin gelişme dönemine ve burjuvaziye özgü laiklik ilkesiyse, zaten bizatihi inanç tekeli ve dayatmasına dayalı din siyasetine karşı yöneltilmiş bir ilke olarak, tıpkı özgürlük ve demokrasi ilkesi gibi, din siyaseti tarafından reddedilmiştir.

 

Ve İslam, Hıristiyanlıkla karşılaştırıldığında, tarihsel ve kategorik olarak, din siyaseti ve dolayısıyla özgürlüklerin inkarı bakımından daha “ileri” bir pozisyon tutmuştur. İslam, doğuşundan başlayarak özgürlük ve demokrasiyle çelişmektedir. Sonradan devletleşmiş olmakla birlikte ortaya çıkışında bir devlet önermeyen, “ezilenlerin dini” olarak, yatıştırma amaçlı da olsa, egemenler ve devletlerinin (Roma) ezilen köleler üzerindeki zorbalığı karşısında doğup gelişmiş Hıristiyanlıktan farklı olarak, İslam, en başından itibaren ezilen kölelerin değil, ama tüccarların devlet olma, devlet olarak örgütlenme yönelimli –dinsellik olarak belirmiş– ideolojik tutumunun ifadesi ve örgütlenmesi olagelmiştir. İlk halifeleri takiben Emeviler.. Sonra Abbasiler.. Devam edip gelmiş, kalıcı olmayan kısa süreli beylik ve devletlerin yanı sıra Selçuklular ve Osmanlılarla günümüze ulaşmıştır.

 

Demokrasi, her şeyden önce, toprağa ve kişiye bağımlılıkla karakterize feodal bağımlılık ilişkilerinin parçalanması ve özgür yurttaşlar olarak insanların toprağa bağımlılıktan olduğu kadar kişisel bağımlılık ilişkilerinin de köleleştiriciliğinden kurtulmuş bireyler olmalarını gereksinir ki; feodalizm karşısında devrimci burjuvazinin gerçekleştirmeye yönelip savunduğu başlıca talepler eşitlik ve özgürlük olmuştur. Her birey, bütün insanlar diğerleriyle eşittir.. Hiç kimse diğerinden üstün ya da aşağı değildir, ama hukuk önünde herkes eşittir..

 

Kuşkusuz kapitalizmin egemenliği bağımlılık ilişkilerinin köleleştiriciliğinin sonu olmadı; kölelik sürdü, ama toprağa ve kişiye bağımlılık ilişkilerinin yerini, biçimde özgür insanın iktisaden köleliği, ücret köleliği aldı. “Burjuvazi, üstünlüğü ele geçirdiği her yerde, bütün feodal, ataerkil, romantik ilişkilere son verdi. İnsanı ‘doğal efendiler’ine bağlayan çok çeşitli feodal bağları acımasızca kopardı ve insan ile insan arasında çıplak öz-çıkardan, katı ‘natik ödeme’den başka hiçbir bağ bırakmadı. Dinsel tutkuların, şövalyece coşkunun, darkafalı duygusallığın en ilahi vecde gelmelerini, bencil hesapların buzlu sularında boğdu. Kişisel değeri değişim değerine indirgedi ve sayısız yok edilemez ayrıcalıklı özgürlüklerin yerine, o tek insafsız özgürlüğü, ticaret özgürlüğünü koydu. Tek sözcükle, dinsel ve siyasal yanılsamalarla perdelenmiş sömürünün yerine, açık, utanmaz, dolaysız, kaba sömürüyü koydu.[2]

 

Laiklik, burjuva bir ilke olarak, bu çerçevede ve tam da burjuvazinin egemenlik koşullarının oluşmasına bağlı olarak ortaya çıktı. Siyasal bağımlılık ilişkilerinin, kişisel dinsel bağımlılığın parçalanıp etkisizleştirilmesinin koşulunu sağlamak üzere, siyasal dinsel bağımlılık ilişkilerine son verilmesinin ihtiyacı olarak din ve devlet işlerinin ayrılması.. Siyaset ve devlet söz konusu olduğunda, devlet işlerinin görülmesi konu edildiğinde, dinin özel ve kişisel bir sorun olarak anlaşılması ve ibadet dahil din işlerinin öyle uygulanması.. Ama kişisel bağımlılık ilişkileri oluşturmak üzere, devletle iç içe geçmiş, “Tanrı’nın yeryüzündeki sözcüsü ve gölgesi”, uhrevi/kutsal “hakikat”in temsilcisi ve bu “hakikat”e dayalı dünyevi düzenin başı ve yürütücüsü Papa (ya da İslam’da Halife vb..) ve dinsel aygıtı Kilisenin egemenliğine, inançların toplumsallaştırılmasına ve siyaset düzeyine yükseltilmiş ve bütün toplumsal siyasal sorunlarla bağı ve bağlılığı ileri sürülmüş dinsel alanda, Kilisenin, bağımlı kıldığı bireyler adına karar vericiliğine olanak tanınmaması… Devlet konu olduğunda, herkesin, inanç ve ibadetini, özel sorunu olarak ve kendi kişisel kararlarını kendi vererek, ama inandığı ya da inanmadığı Tanrı ile kendi arasındaki bir sorun olarak, Kilise ya da Papa’nın ya da İslam söz konusu olduğunda imam ya da Şeyh, Seyit ve Ayetullahların “aracılığı” olmadan yaşaması –işte mutlakçılığa ve tekele dayalı kişisel bağımlılık ilişkilerinden, “Tanrıya aracılık” ve “Tanrı sözcülüğü ve temsilciliği” makamları ve egemenliğinden arındırılmış din işlerinin laik düzenlenişi.

 

Açıktır ki, üzerinde durulan tekelci dayatmacı içeriğiyle din ve devlet ilişkilerinin birleştirilmesine, dini biçim alan siyasal kişisel bağımlılık ilişkilerine karşı mücadele olmaksızın bir demokrasi mücadelesi öngörülmesi imkansızdır. Tekelci mutlakçılığa ve dayatmacılığa karşı çıkmayan, inançların/dinin devlet gücüyle örgütlenip dayatılmasını ve bireylerin kişisel bağımlılık ilişkileri altına alınmasını, eşitsizliği, inançların ya da inançsızlığın özgürce yaşanmasının engellenmesini mücadele konusu olarak ele almayan bir demokrasi mücadelesi adına layık olamayacağı gibi, hedeflediği iddiasındaki demokrasi de demokrasi olamaz! Hele dinle iç içe bir devletin din ve mezhep farklılıkları ve inançsızlık karşısındaki, bırakalım farklılıkların garantörü olmayı, zorba ve baskıcı tutumu, Alevilerin uğradığı saldırılar, zorunlu din dersi dayatmaları vb. akla getirildiğinde, ezilen azınlık din ve mezheplerin hak eşitliği taleplerinin savunulup desteklenmesini kapsamayan bir demokrasi mücadelesinin gülünç olacağı tartışmasızdır.

 

 

LAİKLİK VE DİYANET

 

Peki, laiklikle ilgili olarak, din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılmış sorunlar olarak ele alınması ve dinsel alanın, inanç alanının “Allah adına” düzenlenmek, bu düzenleyicilik iddiasında içerili ve ondan kaçınılmazlıkla türeyen mutlakçı ve tekelci dayatmacılığı benimseyip savunmak yerine kişilerin özel sorunu olmaya bırakılması bakımından sermaye ve hükümetin tutumu ne olmuştur? Soru, çoğu okur açısından ve buraya kadar söylenenler göz önüne alındığında, aslında gereksiz yere sorulmuş gibi durmaktadır.

 

AKP, söylendi, tiyatro ve senfoni mekanlarına bile mescit açmakta, eğitimi dinselleştirmekte, “Allahın verdiği can”ı ileri sürerek sezaryeni yasaklamaktadır. Dini siyasal egemenliğin, devlet işlerinin ayrılmaz parçası olarak gördüğü bellidir. Ancak AKP ve sözcüleri, başta Başbakan hem laiklik tartışmaları da yürütmektedirler ve hem de sorun tarihseldir ve ülkenin biricik hükümeti olagelmemiştir, üstelik sermayenin de konuya ilişkin tek ve mutlak bir eğilime sahip olduğundan herhalde söz edilemez.

 

Başbakan Erdoğan örneğin, Mısır ziyaretinde Müslüman Kardeşlerin karşısında yaptığı konuşmada “laiklik savunması” yapmıştır. Laik midir, peki? Türkiye’de onlarca tersine konuşması hatırlanacaktır. Ama 2011 Eylül’ünde Mısır’da, “tanımda tüm inanç gruplarına laik devlet eşit mesafededir. Kişiler laik olmaz, devlet laik olur. Kişiler dindardır, din karşıtıdır, farklı dindendir, olabilir. Şimdi Mısır’da Müslüman var, ama Müslümanların dışında Kıptiler de var, farklı dinlerden olanlar, hatta az da olsa Museviler de var. Türkiye’de de yüzde 99’a yakın Müslüman var ama bunun yanında Hıristiyan da var, Musevi de var, çok farklı dinlerde
az da olsa Türkiye’de de var. Fakat bunlara karşı biz devlet olarak eşit mesafedeyiz. Müslüman kendi inancını yaşayabilmeli, Hıristiyan kendi inancını yaşayabilmeli, Musevi yaşayabilmeli ve onların inançlarını yaşayabilmek bizim güvencemiz altında olmalıdır.
” demiş, devlet bakımından, laikliği, en azından savunuyor görünmüştür. Tamam, varlığını kabul ettiği “din karşıtları”nı devlet güvencesi altında saymamıştır, daha da önemlisi tamamen tersine davranmasına, camiler, cemevleri, zorunlu din dersi vb. alanlarda bilinen tersi politikalar izlemesine karşın, “kişiler laik olmaz, devlet laik olur” doğru görüşünü de seslendirmiştir.

 

Öte yandan, örnek olarak, “Hem Müslüman hem laik olunmaz. Ya Müslüman olacaksın ya laik. İkisi bir arada olduğu zaman adeta ters mıknatıslanma yapar. Mümkün değil ikisinin bir arada olması.” ve “Müslüman’ım diyenin aynı zamanda ‘laikim de’ demesi mümkün değil. Çünkü Müslüman’ın yaratıcısı olan Allah kesin hakimiyet sahibidir. ‘Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir’ –bu yalan.” sözleri de Erdoğan’ındır.[3] Yine aynı konuşmasında “‘Laiklik elden gidecek’miş. Bu millet istedikten sonra tabii elden gidecek.” diyen de odur.

 

Ama 28 Şubat’la önü açılıp, AKP kurularak “gömlek değiştirildikten sonra”, Amerikan desteğine mazhar olunup iktidara oynanmaya başlanınca “aşırılıklar”ın törpülenmesi gerekli olmuştur. İşin içinden sıyrılmak için bulunmuş bir formül görüntüsündeki “Devlet tüm inançlara eşit mesafededir ve onların güvencesi durumundadır. Kişi laik olmaz, devlet laik olur. Bir kişi, laik bir devleti savunma anlamında ‘laikim’ diyorsa, ona da eyvallah. Ama laiklik İslam karşıtlığı değildir.[4] şeklindeki laiklik tanımını, Erdoğan, sadece Mısır’da değil, bir süredir Türkiye’de de yapmaktadır; başta Amerikalılar olmak üzere, Ortadoğu’da taşeronluklarına soyunulan Batılı emperyalistlerin memnuniyetlerini elde etmenin yanında halka karşı takiyye içeriklidir.

 

Erdoğan’ın önceleri “sırtında yumurta küfesi yokken” söyledikleriyle yakınlarda yaptığı efendilere beğendirme içerikli takiyyeci laiklik tanımlarının hangisinin gerçeği ifade ettiği konusunda “düşülebilecek” kuşkuları gidermek üzere, hem yakın zamanda, üçüncü seçim zaferinin ardından ilan edilen “ustalık dönemi”nde, hem de tanımlamaların ötesine geçilip Diyanet İşleri Başkanlığı somutunda din-devlet ilişkilerine değinilerek yapılması bakımından referans olarak alınabilecek bir açıklamaya, Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ’ın, Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından Haziran başında Sapanca’da düzenlenen “İl Müftüleri Semineri”nde yaptığı konuşmaya başvurabiliriz.

 

Bozdağ, “dini vicdanlara hapsetmek isteyenlerin uzun zaman uğraştıkları”nı belirterek başladığı konuşmasını şöyle sürdürüyor: “Ama vicdan cezaevi bunu kaldıracak büyüklükte olmadı, olması da mümkün değil, o yüzden başarılı olma şansları yok.[5] Yani? Bozdağ, dinin, vicdanlara özgü özel bir sorun değil, tersine sığdırılmaya uğraşıldığında, vicdanı “cezaevi”ne çevirecek, özel olmayan, öyleyse devletin el çekemeyeceği/çekmemesi gereken toplumsal siyasal bir sorun olduğunu söylüyor. Bu kadarla bıraksa “kelime oyunu” denebilir, ama devamı var. Doğrudan yeni anayasa çalışmalarında Diyanet’in yerine geliyor ve diyor ki:

 

Bu madde içinde (md. 136) laiklik ilkesiyle bağdaşmayan bir husus var… ‘Genel idare içinde yer alan Diyanet İşleri Başkanlığı laiklik ilkesi doğrultusunda’ diye başlıyor. Yani görevini yaparken ‘laiklik ilkesi doğrultusunda görevini yapar’ diye bir görev tanımı yapılıyor. Yani laikliğin izin verdiği kadar din anlatımına, laikliğin izin verdiği kadar hizmete izin veren bir yapı var.

 

Tanımla yetinmeyip tartıştığında, AKP’li Başbakan Yardımcısı laikliğin doğrultu tayin ediciliğine karşı çıkıyor. Neyin doğrultusu? Bir “devlet hizmeti”nin, bir “kamu hizmeti”nin “laiklik ilkesi doğrultusunda” yürütülmesine karşı çıkıyor, Bakan. Diyanet İşleri Başkanlığı nedir? Bir devlet kurumudur. Devlet tarafından kurulmuştur, imamları atayan başkanları ve diğer yöneticilerinin atamaları devlet organları çerçevesinde gerçekleşmektedir. Diyanet’in, bir devlet örgütü/organı/kurumu olarak bizatihi kendisinin varlığı laiklik ilkesiyle çelişiktir. Dinle devletin iç içe geçirildiği, devletin din işlerini ve dini yönetmek üzere kurup çalıştırdığı, özel bir sorun olması gereken dine ve vicdanlara müdahale eden, vicdanlara dayatmada bulunan tekelci ve dayatmacı bir devlet kurumu olarak Diyanet’e laiklik ilkesi içinde yer yokken, Bakan, tüy dikerek, zaten devletin dine müdahalesinin aracı olan kurumun, bir de “laiklik ilkesi doğrultusunda” çalışmasına itiraz etmektedir. Varoluşu laiklik ilkesine aykırı olanın, çalışması da bu ilkeye aykırı olsun istemektedir. İtiraz ve isteğiniyse formülasyon olarak kararlaştırdıkları anlaşılan laiklik tanımına dayandırmaktadır:

 

Halbuki biliyoruz ki, anayasamızda laiklikle ilgili maddelerin gerekçesinde de çok açıkça yazıyor ki, laiklik dinin devlete, devletin de dine karışmaması, bütün inançların teminatı, sigortası olması, herkesin inandığı gibi yaşamasının sigortasıdır. Ama 136. Maddeye baktığınızda diyor ki, ‘anlatabilirsin ama benim izin verdiğim kadar… Bu müdahaleci bir laiklik anlayışıdır, doğru bir şey değildir.

 

Devlet dine müdahale edip yönetmek üzere bir kurum kurmuşsa, ya laiklik ilkesine aykırı diye o kuruma itiraz edecek ve lağvedilmesini isteyeceksiniz ya da etmiyorsanız, devletin dine değil, dinin devlete müdahalesinin, din siyasetinin, devletin din devleti olarak işlev görmesinin peşindesiniz demektir. Zaten Bozdağ “müdahaleci laiklik ilkesi”ne karşı çıkarken yerine konması gerekeni de söyleyip önermektedir: “Diyanet İşleri Başkanlığı, görevini, laikliğe göre değil, Kuran ve sünnete göre” yapacaktır!

 

Bunun, devletin dini esaslarla çalışmasına geçiş olduğundan şüphe edilemez. Din devletine geçişin ilk adımı olarak, dinsel alanın, Allah, Kuran ve sünnet ehlince ve kuşkusuz öncesiz ve sonrasız “mutlak ve ölümsüz hakikat”e göre yönetilmesi, sözde devletin dine karışmaması olarak laiklik ilkesinin gereği olacak! Bozdağ, siyasal İslamcılarca tanımı çekiştirilmiş laikliğin, bir din devletine geçişe, bunun ön adımı olarak dinin, Kilise’ye benzeyecek Diyanet tarafından aracılık edilecek biçimde siyasal örgütlülüğü sağlanarak vicdanlara dayatılmasına olanak sağladığı görüşündedir. Diyanet Kiliseye benzerken, Başkanı da tabii ki Papa’ya benzeyecek bir “aracı kurum”! Yoksa Şeyhülislam mı? Şeyhülislamlık kurumu türü eklentileriyle, devlet, Osmanlı’daki gibi bir din devleti olarak mı tasarlanmaktadır?

 

Ama hayır; laiklik, evet dinin devletten, din işlerinin devlet işlerinden ayrılmasıdır; ama bu “ayrılık” adına, dinin, bir devlet kurumu tarafından, dolayısıyla dinle devlet iç içe geçmiş haliyle ve tamamen dinsel ilkelerle, “Kuran ve sünnete göre” düzenlenmiş bir siyaset uyarınca örgütlenip yönetilmesi ileri sürülemez.

 

Gerekli olan, devletin dine müdahalesinin aygıtı durumundaki Diyanet İşleri’nin kaldırılmasıdır. Böylelikle din, tamamen özel bir sorun olarak vicdanlara emanet edilecek ve inananlar, inançları ve gereğini, tamamen kendi isteklerine uygun sivil bir örgütlenmeyle yerine getirebileceklerdir. Diyanet’in görevini “İslam konusunda toplumu aydınlatmak ve ibadet yerlerini yönetmek” olarak tanımlayan Bozdağ da herhalde itiraz etmeyecektir ki, inançlı Müslümanların, ne “aforoz” edici ne de “öte dünya”ya bilet kesici Kilise türü bir “aracı kurum”a ihtiyaçları yoktur. Devletin duhlû ve müdahalesi olmadan inançlarıyla gereklerini yaşamayı bilecekler, ibadethanelerini de yine devlete ihtiyaç duymadan, öteden beri Cami Yaptırma Dernekleri’yle yapageldikleri üzere inşa edebilecek ve hem imamlarını aralarından çıkarıp maişetini sağlayabilecek hem de cemaatleri içinde dini eğitimlerini gerçekleştirebileceklerdir. Çünkü, devletin imkan sağlaması demek, müdahale edip yönetmesi de demektir. Müdahale yoksa, imkan sağlama da olmayacaktır. Hem zaten inançlı Müslümanların; Müslüman olmayanların, örneğin Hıristiyan ve Yahudilerin, Alevilerin, inançsızların haraç olarak el konulmuş vergileriyle inşa edilecek ibadethanelerde, yine benzeri haraçlarla maaşa bağlanmış imamların ardında ibadetten kaçınacak kadar vicdanlı olmaları beklenir.

 

Diyanet İşleri, şimdi iktidar ipini eline alan siyasal İslamcı neoliberal AKP’nin kontrolüne geçmiştir; ancak onun tarafından değil, ama Cumhuriyet’in ilk dönemlerinde bizzat M. Kemal tarafından kurulduğu bilinmektedir. Diyanet İşleri, doğrudan, Osmanlı döneminden kalma dini devlet geleneğine sahip ve bu geleneği sürdüren güçlü kök ve dayanakları olan din siyasetiyle hesaplaşma sürecinde siyaset gündemine girmiştir. Siyasal İslam’dan güç alan eski egemenlerle paylaşmak istemediği iktidarını sağlamlaştırabilmek için, Halife/Padişahlık sistemine dayalı toplumun dinsel örgütlenmesine karşı açtığı “aşağıdan” değil, ama “yukarıdan” mücadele içinde Kemal’in programı ardında toplanmış Cumhuriyet’in genç burjuvazisinin çıkarlarını yansıtmıştır. Eski din siyasetinden farklı olarak ve onun baskısını da savuşturmak amacıyla, Müslüman inançlı halkın inançlarını kontrol edip yönlendirme ve bu amaçla yapay bir “devlet dini” yaratma ihtiyacındaki Kemalist Hükümet tarafından, bu ihtiyacını karşılamak üzere, devletin dine müdahalesinin aracı olarak tasarlanıp kurulmuş ve işletilmiştir.

 

Kemalist hükümet, eski din siyaseti taraftarları karşısında partisinin (CHP) de prensiplerinden birini oluşturan laiklik ilkesini yüceltmesine karşın, ne laiklikte Diyanet gibi dine müdahalenin aracı olan bir devlet kurumuna yer vardır, ne de dini kendi ihtiyaçlarına göre müdahale edip yönlendirerek amaçlarına ulaşmaya çalışan Kemalist hükümetin bu müdahaleci tekelci ve dayatmacı tutumunun demokrasi ile bir ilişkisi kurulabilir.

 

Laik değil, ama yapay bir “devlet dini” yaratma peşinde çokça sözünü ettiği laikliğin üstünde tepinen “laikçi” Kemalistlerin de, –“kişiler değil, inançlara eşit mesafede duran devlet laik olur” formülasyonuyla– laiklik tanımını çekiştirerek mali sermayenin neoliberal çıkarlarına bağladığı din siyaseti yürüten günümüzün AKP’sinin de, din ve devlet ilişkisi söz konusu olduğunda, ters bağlantılarıyla çift yumurta ikizleri olarak, tekelci dayatmacı bir pozisyon tuttukları, her ikisinin de özgürlük ve demokrasiyle uzaktan bile ilişkili olmadıkları kesindir.

 

 

DİN VE EĞİTİMİN AYRILMASI OLARAK LAİKLİK

 

Laiklik ilkesi, her şeyden önce din ve devlet işlerinin ayrılması demek olsa bile, eğitimle dinin ayrılmasının, laiklik ilkesi bakımından özel bir vurguya ihtiyaç gösterdiği söylenmelidir. Eğitim, bir kamu hizmeti olarak, doğrudan devletin sorumluluğundadır, öyle olmalıdır. Tıpkı sağlık hizmetleri gibi, eğitim hizmetleri de, yanına temiz ve içilebilir suya erişim, sağlıklı konutlarda barınma vb. hizmetleri eklenerek, belirtilmelidir ki, yurttaşların dokunulmaz hakları olarak, doğrudan kamunun sorumluluğundadır.

 

Buradan çıkacak sonuç odur ki, devlet tarafından sunulma durumunda olan kamusal hizmetlerin başında gelen eğitimin, devlet işleri kapsamında, kesinlikle dinden ve dinsellikten arındırılması, din ve devlet işlerinin ayrılması ve devlet açısından dinin bireyin özel sorunu olarak anlaşılması zorunluluğu demek olan laikliğin dolaysız bir bileşenidir. Din ve devlet işlerinin ayrılması, ama eğitimin dini eğitim olarak, dinsel içeriğe sahip olması olabilir değildir. Din ve devlet işleri ayrılıyorsa, devletin önde gelen işlevlerinden/hizmetlerinden olan eğitimin dinden ayrılması kaçınılmazlıkla zorunludur, aksi durumda din ve devlet işlerinin ayrılmasından, laiklikten söz edilemez.

 

Ancak bilinmektedir ki, neredeyse özelleştirilmesi sürecinin sonuna gelinerek, kamusal olmaktan çoktan çıkarılmaya başlanmış eğitim, özelleştirme sürecini ileri noktalara vardırmış AKP’nin elinde, bir yandan zorunlu olmaktan da çıkarılmaya çalışılırken, diğer yandan devlet aracılığıyla dinselleştirilmeye girişilmiştir. Devlet okullarında din dersi zorunluluğu, evet, AKP öncesi, toplumun muhafazakarlaştırılması kapsamında, 12 Eylül’ün faşist generallerince başlatılmış ve aynı generallerce İmam Hatipler ve Kuran Kurslarının yaygınlaştırılmasıyla birlikte siyasal İslam’ın önünün açılmasında temel bir rol oynarken, aynı zamanda eğitimin birliğinin (Kemalist yasalardan olan “Tevhidi Tedrisat”ın) üstesinden gelinerek, dinle eğitimin ayrımının silikleşmesi ve eğitime dinsel içerik kazandırılmasının ilk, ama temel bir adımını oluşturmuştur. Fethullah okullarının da aynı süreçte yayılmaya başladığı düşünülürse, neoliberal siyasal İslam’ı iktidar ipini ele geçirmeye götüren temel atılımının koşullarının Amerikan emperyalizminin desteğindeki 12 Eylül faşizmi tarafından oluşturulduğunu söylemek gerçekleri dile getirmek olacaktır.

 

Okullarda din dersi zorunluluğu ne demektir? Bunun, ne türden tanımlanırsa tanımlansın, laiklikle en küçük bir ilişkisi kurulamaz. Müfredatta şu ya da bu içeriğiyle yer alması, din dersi zorunluluğunun laiklik ilkesiyle çelişkili oluşunu hiçbir şekilde ortadan kaldırmaz ki, pratikte, dinle ilgili “bilgilendiricilik” iddiasının ötesine geçilip, Alevi ya da inançsız ailelerinin çocuklarına ayet vb. ezberleriyle genel olarak dinin, özel olarak ise Sünniliğin dayatılmasına varıldığı bilinmektedir.

 

Eğitimin bütünüyle ve kesinlikle dinden ayrılması olmaksızın laiklikten söz edilemez. Din dersi zorunluluğu, sadece Alevileri ve mezhep farklılıklarını dikkate almadığı için, sadece İslam olmayan Hıristiyan, Yahudi gibi değişik inanç sahiplerini dışladığı için de değil, ama asıl olarak, dinsel olmayan bir eğitim, vicdanlara özgü özel sorun sayılması gereken dinin, toplumsal örgüt olarak devletten, öyleyse eğitim de içinde olmak üzere, devlete dair bütün etkinliklerden tamamen ayrılıp dışlanmasını gereksindiği için kabul edilemez. Kaldı ki, din dersi zorunluluğu, bu eğitim yılı başlamadan iki dini içerikli sözde “seçmeli ders”le takviye edilerek, eğitimin dinselleştirilmesi yolunda bir ileri adım daha atılmıştır. Din ve eğitim ilişkisi kopma yerine sağlamlaştırılmaktadır.

 

Din ve eğitimin ayrılması dendiğinde, şüphesiz yalnızca zorunlu din dersleriyle yeni konulan seçmeli dersler akla gelmemelidir. Daha yeni ortaokulları da faaliyete geçirilen bütün bir İmam Hatipler, hem din ve devlet işlerinin hem de eğitimle dinin ayrılığını değil, ama birliğini ifade eden devlet kontrolündeki Kuran Kurslarından başlayıp yine devlet üniversitelerinin İlahiyat Fakültelerinde biten bütün bir din eğitimi, laiklik ilkesiyle çelişmektedir. Laik devlet, Kuran kursları vb. ile dine müdahale edemez, etmez. Yine laik devlet, dine müdahalesini ve dini eğitimi örgütlemesini ifade etmekten başka anlama gelmeyecek imam ve hatip yetiştirmeye de girişemez. Bu ikisinin devlet tarafından örgütlenmemesi, hiç örgütlenmeyecekleri anlamına da gelmez. Laiklik, kuşkusuz topluma ateizmin (tanrı tanımazlığın) dayatılması değildir. Müslüman cemaat, eğer isterse, finansmanını da kendisi sağlamak üzere, Kuran kursları da açabilecek, kendi imamlarını yetiştirmek üzere sivil bir eğitimi de örgütleyebilecektir.

 

Devletin eğitsel işlevini yerine getiren kurumlar olarak üniversitelerin dinsel eğitim vermeleri, din ve devletle din ve eğitimin birbiri içine geçmesi anlamına gelmesinin ötesinde; din bir inanç sorunu, üniversiteler ise bilimin alanıyken, üniversite eğitimi olarak İlahiyat, farklı alanlar oluşturdukları gibi, birbirlerini kategorik olarak dışlayan dinle/inançla bilimin uyuşturulma ve uzlaştırılma çabasının “meyve” vermesi olanaksız olduğu kadar sahtekârlık olacağı için de, bilimsel kuruluş iddiasındaki İlahiyat fakültelerinin kapatılmaları zaruridir.

 

Dinin gücü ve dayanağının devlette, devletin gücü ve dayanağının dinde olduğunu düşünen ve Allah korkusu ya da inancının ancak devletin gücüne emanet edilebileceğine “inanan” siyasal İslamcılığın savunduklarının aksine, devletle din ve dinle eğitim işlerinin ayrılması kesinlikle dine yöneltilmiş bir saldırı değildir; ama inanç sahipleri ya da inançsızların, inanç ya da inançsızlıklarını, devletin herhangi dayatmasına uğramaksızın, kendi bildiklerince ve dolayısıyla özel sorunları olarak özgürce yaşamalarının koşulunu oluşturur.

 

Sosyalistler bu açıdan inançların özgürce yaşanması hakkına yöneltilmiş bütün baskı ve dayatmalara karşıdırlar, karşı çıkarlar. Bu nedenle, türban sorununda sosyalistler, siyasal İslamcılar tarafından bir siyasal mücadele argümanı olarak kullanılmasına aldırmadan ve ama türban takmanın doğru bulunup desteklenmesi ya da teşvik edilmesini de üstlenmeden, dini inançları bakımından isteyenlerin, devletin herhangi baskısına uğramadan türban takma hakkını savunmuşlardır. Ya da yine sosyalistler, örneğin 28 Şubatçıların belirli cemaatlere yöneltilmiş baskı ve zorunu, teşhire yönelik propagandif saldırılarını şüphesiz desteklememişler, 28 Şubat ve saldırılarına karşı tutum almışlardır. Yine sosyalistlerin Alevilerin Cemevi taleplerini desteklemeleri, devletin ve bu kez siyasal İslamcıların da Aleviliği ve haklarını inkar ederek bu mezhebe yönelttikleri baskılar karşısında inanç ve ibadet özgürlüğünü savunma kapsamındadır.

 

 

DİN YALNIZCA ÖZEL BİR SORUN MUDUR?

 

Hayır, değildir. Dini yalnızca bir özel sorun olarak anlamak, dolayısıyla din karşısında devletin tutumunun tarafsızlığıyla sınırlamadan tam bir tarafsızlık öngörmek doğru olmayacaktır. Devlet açısından, devlet karşısında özel bir sorun olması, eğer özgürlük ve demokrasi savunulacaksa özel bir sorun olarak ele alınması zorunluyken, sosyalistler ve tabii ki işçilerin devrimci partisi bakımından din özel bir sorun olarak anlaşılıp böyle ele alınamaz. Devlet din karşısında tarafsız olmalıdır. Sömürülen yığınların dinsel inanış ve inançlarına şüphesiz saygısızlık etmeyen ve etmeyecek olan işçilerin devrimci partisi ise din karşısında asla tarafsız kalmaz, kalamaz. Böyle bir tarafsızlık, her şeyden önce, başta sınıf mücadelesi olmak üzere maddi toplumsal yaşamın isyan ettirici zorlukları karşısında “öte dünya”daki kurtuluşu ileri sürerek yaptığı itaat çağrısıyla kitleleri teslim alıp diz çöktürmeye yönelik bir idealist boyunduruk karşısında tarafsızlık, dolayısıyla idealizme teslimiyet olur.

 

Din bir afyondur!” –Marx’ın görüşü budur. En başta şu anlama gelir ki, afyon uyuşturucudur ve yatıştırır. Benzetme buradan kurulur, burjuvazinin hizmetinde dinin, “bu dünyada iyi sınav verip” “bir lokma bir hırka”ya katlanıp sermayenin egemenliği karşısında sessiz kalanların “öteki dünya”yı ve “oradaki ödülleri” hak edeceğini ileri sürerek sömürülen yığınları yatıştırıp sınıf mücadelesinden alıkoyucu niteliğine gönderme yapılır.

 

Öte dünya”da ödüller hak edilecek ya da korkutucu cezalar çekilecektir! Ramazan ayı boyunca Sabah gazetesinde insanla dalga geçer türden görüşleriyle bizleri ihya eden, hem de bir “büyük” profesör olan zat, Prof. Dr. Nihat Hatipoğlu örneğin, gitmiş gelmiş gibi, “Cennet” ve “Cehennem” ayrımını yaptığı “öte dünya” “ödülü”nün de sözünü etmekte, ama asıl son pişmanlığın fayda etmeyeceğinin altını çizerek, cezalarıyla korku salıcılığını vurgulamaktadır. Önce bilgiçliğiyle gülümsetir: “Ölüme yakın olan o anda (koma halindeyken) dünyaya ait kapılar yavaş yavaş kapanır ve ahret alemine ait perdeler açılır. Kişi cennet veya cehennemden hangisine gideceğini görür. Bazı kişilerde görülen telaş hali, bazı kişilerde görülen rahatlık hali de bu gördüklerinden kaynaklanmaktadır. O anda her şey yavaş yavaş matlaşır. Kişi siyah veya beyaz bir ışık görür. … Kişi ölmek üzereyken ölüm meleğini görür. Mümin kişi ölüm meleğini güzel bir surette görür. Zalim ve imansız kişi ise ölüm meleğini en korkunç haliyle görür. Kişinin canı boğazına yanaşınca o anda bir şey yapamayacağını anlar ve elleriyle ayakları birbirine karışır.[6]

 

İmansız kişi” neden aynı zamanda “zalim” olarak belirtilir ya da hükümet üyeleri türünden her zalim kişi imansız mıdır soruları ortada kalır, ama önemlisi, profesörün ağzından, asıl korku unsuru olarak çizilen, “öte dünya” dolayımıyla din ile kuşkusuz acz içindeki insana özgü korku arasındaki ilişkinin belirgin kuruluşudur. Gülümseticidir, ancak geri bilinci yeterince ürkütücüdür de. Ama asıl korku salıcılığıyla dinin özü ve esas içeriği ve yatıştırıcılığa çağrı olan başlıca işlevinin gerçekleştirilmesi sıradadır. Denir ki, “Daha önce iman etmemiş kişinin son andaki tövbesi fayda sağlamaz. Bu hal bir Müslüman için geçerli değildir elbette.” Önceden iman etmemiş ve itaatkar davranmamışlara, yani kapitalizm karşısında yeterince sessiz ve yatışmış kalmamışlara, ölürken “tövbe edip” “öte dünya”nın bildirilmiş ödüllerinden yararlanma hakkı tanınmaz. Ödül ve son anda bu ödüllerden yararlanmak üzere “tövbe etme” hakkı, ufak-tefek “haylazlıklar” yapmış olsa bile, yine de az-çok sessiz ve yatışkın kalıp kapitalist egemenleri fazlaca kızdırmamış olan imanlı Müslüman kişiye tanınır. Burada bu dünya ile “öte dünya” iç içedir. Nerede Allah ve Cehennem korkusu nerede kapitalistlerden duyulan korku vardır ve neye karşı sabır gösterilecek ve sessiz kalınacak birbirine karışmıştır. Elde edilmek istenen de budur aslında. Allah korkusuyla, ama kapitalizm karşısında sessiz kalma, itaat etme, başkaldırmama. Boyun eğme.

 

Dini ve dinlerin zorunlu ihtiyacı tanrıyı ya da başlangıçta tanrıları insanların aczi ve korkuları yaratmıştır. İnsanlar bilmedikleri şeyler karşısında çaresizdirler ve korku duyarlar. Doğa ve türlü doğa olayları karşısında çaresiz olan ve ona sürekli yenik düşen ilk insanlar, Güneş’e, Ay’a, yıldırıma, ateşe, olan biteni çözümleyip açıklayamadıklarından onlara atfettikleri “mucizeler”e, nedenini anlayamadıkları kötülükleri vehmettikleri “şeytanlar”la iyilikleri vehmettikleri tanrılara ihtiyaç duyup inandılar. Kendi çözümsüzlük ve acizliklerinin çözümünü, başlangıçta doğa ve doğa olaylarına yorup yücelttikleri tanrılarda arayıp buldular. Yine acizlikleriyle başbaşalıkları sürerken, insanlar düşünsel olarak ilerledikçe, somutlukların yerini kavramsal soyutluklar alıp tek tanrılı dinlere doğru ilerlendi.

 

Sonra, yine insan aczinin bir hali olarak bilinç geriliğinin kapitalizm koşullarındaki çözümsüzlüğü geldi. Ve tıpkı doğa karşısındaki aczinin mucize, tanrı ve şeytan vb. inanışına yol açtığı gibi, bu kez sömürülen yığınlar olarak insan, sömürücülere, burjuvaziye karşı mücadelesindeki yetersizliğiyle tanrılara ve özellikle ölümden sonra “çeşmelerinden Kevser şarapları akan” “öte dünya”da bu dünyayla kıyaslanamayacak kadar bolluk ve refah içinde bir yaşamın varlığına inanmaya ihtiyaç duymadan edemedi. Sermayenin egemenliğini açıklayamıyor, nasıl üstesinden geleceğini çözemiyordu, bu egemenlik ona “kör” bir egemenlik ve bir “kader” olarak görünmekteydi. Çaresiz, katlanacaktı, yolu yoktu!

 

Modern dinin kaynağında yine korku vardır; ürünleri oldukları anlaşılıp, tıpkı zamanında sonuçları yaşanan ama nedenleri anlaşılamayan yıldırım, sel baskınları, tufanlar türü doğa olaylarından duyulan korku gibi, neden-sonuç ilişkileri ve karşılıklı bağıntıları çözümlenemeyen işsizlik, sefalet ve kapitalizmin ürünü sair türlü kötülük, olumsuzluk ve haksızlıklarıyla sermayenin “kör” görünen, içinde yuvarlanılıp gidilen sonuçlarının bir türlü üstesinden gelinemeyen egemenliğinden duyulan korku!

 

Din, bütün yaşamı boyunca çalışan ve yokluk çekenlere, bu dünyada azla yetinmeyi, kısmete boyun eğmeyi, sabırlı olmayı ve öteki dünyada bir cennet umudunu sürdürmeyi öğretir. Oysa yine din, başkalarının emeğinin sırtından geçinenlere bu dünyada hayırseverlik yapmayı öğreterek, sömürücü varlıklarının ceremesini pek ucuza ödemek kolaylığını gösterir ve cennette de rahat yaşamaları için ehven fiyatlı bilet satmaya bakar. Böylelikle din, halkı uyutmak için afyon niteliğindedir. Din, sermaye kölelerinin insancıl düşlerini, insana daha yaraşan bir yaşam isteklerini içinde boğdukları bir çeşit ruhsal içkidir.[7]

 

Bu nedenle, bilinçli işçi ve işçi sınıfının devrimci partisi açısından din, müdahale edilmeden ve mücadele konusu edinilmeden üzerinden atlanacak özel bir sorun olamaz. Bilinçli işçi ve özellikle en başta sınıf bilinçli ileri işçilerin, geri bilinçli sınıf kardeşlerini de kendi düzeylerine yükselterek işçi sınıfının kurtuluşunu gerçekleştirmek üzere etrafında birleştikleri partileri, tanrı fikri ya da korkusunu ve dinsel inançları yaratmış insan acizliğini, kapitalizmin egemenliğini çözümleme yeteneği gösteremeyen bilinç geriliğini, geleneksel önyargılardan da beslenerek kör inana/dogmaya götüren ve burjuvazi tarafından –dinsel akımları aracılığıyla– ideoloji düzeyinde sistematik olarak örgütlenen bilgisizlik ve darkafalılığı kişisel ve özel bir sorun sayma ve tümü karşısında kayıtsız kalma ve mücadele etmeme darkafalılığı yapamaz. Kapitalizm karşıtı bir parti, sermayenin kör egemenliği önünde diz çökme çağrısı olan din ve dinsel yaklaşım ve tutumlara karşı, onları deşifre edip etkisizleştirecek ideolojik bir mücadele yürütmeden ve işçilerin sınıf bilincini ilerletmeye çalışmadan edemez.

 

İşçi sınıfının devrimci partisi, ilke olarak, din karşısında, dinin herkesin özel sorunu olduğunu ileri sürerek hareketsiz kalmayacaktır, bu tartışmasızdır. Dine karşı savaşılacaktır; bu tartışma götürmez.

 

Ancak birinci olarak, bu savaş, ideolojik bakımdan dinin afyonlayıcı etkisini gidermeyi hedefleyen teorik-ideolojik bir mücadele olmak yerine dine karşı açılmış bir politik savaş olamaz. Türkiye toplumu, kuşkusuz, emperyalizme bağımlı kapitalist bir toplumdur, emperyalizm ve işbirlikçileriyle halk arasındaki çelişkinin öne çıktığı bu toplum, emek sermaye temel karşıtlığı üzerine kuruludur; dine karşı, bu nedenle, toplumu nesnel olarak bölen bu çelişkiler değilmişcesine, emperyalizm ve kapitalizme karşı seferber olmak/edilmek yerine, Türkiye halkının, sömürülen yığınların “laik-şeriat” ya da “inançlı-ateist” ekseninde bölünmesine dayanabilecek ve böyle bir bölünmeye götürecek politik bir savaş açılamaz.

 

Ve ikinci olarak, evet, dine karşı politik bir savaş açmak kesinlikle yanlışken, doğru olan, din karşıtı ideolojik bir mücadele yürütmektir; ancak dine ve dinsel ideolojiye karşı ideolojik mücadele nasıl yürütülecektir ve bu ideolojik mücadele kendine yeter, maddesel zemini ve bağlandığı bir bütünlük olmayan, dinle soyut bir hesaplaşma mıdır –bunun tartışılması ve bu açıdan çocukça davranılmaması gerekli ve zorunludur. Kendi başına ideolojik mücadelenin her şeyin ilacı olduğu ve sadece iyi sözler söyleyip doğruluğu apaçık bildiriler çıkararak, geniş işçi çoğunluğunu etkisi altında tutan dinin ve dinselliğin üstesinden gelinebileceğini düşünmek çocukça olur. Tabii ki ideolojik mücadeleden geri durulmayacak, ama “lafla peynir gemisi yürümediği” de bilinecek ve ideolojik mücadele sınıf mücadelesinin ihtiyaçlarına bağlanarak yürütülecektir. Bu nedenle, dinselliğe karşı uzlaşmaz bir ideolojik mücadele yürütmeden edemeyecek olan işçilerin devrimci partisinin programında ateizm ilkesi yer almaz. Parti işçilere ateizmi dayatmaz, ama onları eğiterek işçi sınıfının kurtuluşu davasına kazanmayı amaçlar.[8]

 

Neden böyledir? Burada, dinin “afyon” oluşunun bir diğer anlamına gelinir. İşçi bilinç geriliğinden, kapitalizmin kör egemenliği karşısında çaresizlikten “öte dünya”da kurtuluş hayali kurmakta ve kendi gücünün farkında olmadığından, ancak sınıf kardeşleriyle birleşerek mücadeleyle –kendi bireysel kurtuluşunu da elde edeceği– işçi sınıfının kurtuluşunun gerçekleşebileceğini anlayamamaktadır. Bilinç geriliğini aşarak olan biteni kavramaya adım atması, kendi gücünü de görüp güçlülüğünün farkına varacağı sermayeye karşı sınıf mücadelesi içinde sınıf kardeşleriyle birleşmeye yönelmesiyle olanaklıdır ki, partinin en başta gelen görevlerinden biri bunu kolaylaştırmaktır. Öyleyse sınıf partisi, dine ve dinselliğe karşı ideolojik mücadeleyi, sınıf mücadelesi içinde işçilerin birleşme ve güç oluşturmaları ve bu mücadelenin ilerleyişi hizmetine koşulmuş biçimde yürütecektir.

 

Din afyondur” tezinden çıkan, her şeyden önce, “afyon”un yatıştırmaya yönelik olarak fonksiyon üstlendiği olgunun, bu dünyadaki sömürü ve yoksunluklar karşısında sunduğunu ileri sürdüğü “öbür dünya”nın “olanakları”yla ruhları hoşnut kılarak kaderciliğe yöneltici “esrik içki”nin sömürülen yığınları hareketsizleştirerek katılımlarını engellediği sınıf mücadelesini bulanıklaştırıp üzerini örtmesi gerçeğinin, işçi ve emekçilerin sınıf mücadelesinin kaçınılmazlığıyla zorunluluğunu görerek bu mücadeleye katıldıkça üstesinden gelinebileceği bilinerek davranılmak gerektiğidir. Sömürülen yığınlar “afyon”un etkisinden sadece güzel sözlerle değil, ama en başta kendi çalışma ve yaşam koşullarına ilişkin sonuçlarının katlanılmazlığıyla birlikte sermaye egemenliğini ve bu egemenliğinin koşullarını kendi deneyleriyle sınavdan geçirerek, dost ve düşmanlarını tanıyacakları sermaye ve egemenliğine karşı mücadele içinde birleşerek kurtulma yoluna gireceklerdir. Öyleyse idealizme ve dinin etkisine karşı ideolojik mücadele, dini var eden bilinç geriliğinin kaynağının farkında olunarak, bu kaynağa, kapitalizmin egemenliğine karşı mücadeleye bağlanarak ve bu mücadelenin bir yönü ve bileşeni olarak yürütülmelidir ve eğer ayaklar yerden kesilmeyecekse ancak böyle yürütülebilir.

 

Maddeciler, anaokulu düzeyinde kalmak istemiyorlarsa bunu hatırdan çıkarmamalıdırlar” diyen Lenin, devam ederek bu gerçeği şöyle ifade etmektedir: “Kapitalist düzenin ağır işi altında ezilen ve kapitalizmin kör, yıkıcı güçlerinin insafına bağlı olarak yaşamını sürdüren kitleler, dinin bu kökenine karşı savaşmayı, sermaye egemenliğinin her türlüsüne karşı birlikte, örgütlü, planlı ve bilinçli bir savaş vermeyi kendi kendilerine öğrenemedikleri sürece, hiçbir eğitici kitap bu kitlelerin kafasındaki din inancını çürütemez.”[9]

 

Din ve afyonlayıcı etkisinin herhangi toplumsal dayanağa sahip olmayan salt ideolojik bir kurmaca olmadığı, ama kaynağında, doğrudan, sömürülen yığınların çözümleyip kavramakta yetersiz kalarak önünde diz çöküp ancak “öte dünya”da olabilirliğine inandırıldıkları kurtuluşları için dua etmekten kaçınamadıkları sermayenin “kör” egemenliği bulunduğu için, sermaye ve egemenliğine karşı, bu egemenliği devirmeye yönelik sınıf mücadelesinden ve ihtiyaçlarından kopuk salt ideolojik bir mücadele, belki küçük burjuva radikalizmini, anarşizmi ve kerameti kendinden menkul “solculuk”u tatmin edecektir, ancak bilinçli işçinin, hele partisinin işi olamaz. Ne din ne de dine karşı mücadele, soyut “entelektüel” sorunlardır ve geniş sömürülen yığınlara vurulu dinsel boyunduruk soyut “entelektüel” tartışmalarla kırılıp atılabilir. Turan Dursun’un yürüttüğü türden tartışmaların gereksiz olduğu söylenemez, ama tek koşulla –bu tür tartışmaların ya da ideolojik mücadelenin, ihtiyaçlarını gözeteceği sınıf mücadelesine bağlanması koşuluyla. Partileşme halindeki bilinçli işçi, dine karşı ideolojik mücadelesini, din ve dinselliğin toplumsal dayanağını oluşturan sermaye egemenliğine, kapitalizme karşı mücadelesinin bir bileşeni olarak ele alacak ve ideolojik/teorik, ekonomik ve politik yönleriyle sınıf mücadelesinin bütünlüğünü gözetecek, dine karşı mücadelesini kapitalizme karşı mücadeleden koparmadan, aksine bu mücadeleye bağlayarak yürütecektir.

 

Lenin’in verdiği öğretici din ve grevci işçi örneğini aktararak bitirelim:

 

“Diyelim ki, belirli bir bölgede ve belirli bir endüstri kesiminde bulunan proletarya, biri sınıf bilinci oldukça gelişmiş ve kuşkusuz ateist olan Sosyal Demokratlar, ikincisi köyle ve köylülükle ilişkilerini henüz koparmamış olan, tanrıya inanan, Kiliseye giden, hatta –bir Hıristiyan sendika örgütlemekte olan yerel papazın etkisindeki geri kalmış işçiler olarak ikiye bölünmüş olsun. Yine diyelim ki, bu bölgedeki ekonomik mücadele bir grev sonucunu doğurmuş olsun. Bu durumda bir Marksiste düşen görev, grevin başarıya ulaşmasını her şeyin üzerinde tutmak, bu mücadelede işçilerin ateistler ve Hıristiyanlar olarak ikiye bölünmesine kesinlikle karşı çıkmak, bu tür herhangi bir bölünmeye engel olmaktır. Proletaryanın geri kalmış kesimlerini ürkütmek, seçimlerde sandalye kaybetmek vb. endişelerden değil, modern kapitalist toplum koşullarında Hıristiyan işçilerin Sosyal Demokrasiye ve ateizme dönmelerinde ateist propagandadan yüz kat daha etkili olacak durumlarda ateist propaganda gereksiz ve zararlı olabilir. Böyle bir anda ve böyle bir ortamda ateist propaganda yapmak, işçilerin grevdeki tavırlarına göre değil de, dinsel inançlarına göre bölünmelerini isteyen papazların ekmeğine yağ sürmek demektir. Ne olursa olsun tanrıya savaş açılmasını isteyen bir anarşist, gerçekte papazlara ve burjuvaziye yardım ediyor demektir (ki anarşistler uygulamada her zaman burjuvaziye yardım ederler.) Bir Marksistin maddeci olması, yani dine karşı olması gerekir; ancak bir diyalektik maddecinin dine karşı mücadeleyi soyut, kuramsal, değişmez bir biçimde değil de, uygulamada sürmekte olan ve kitleleri her şeyden iyi eğiten sınıf mücadelesinin somut temeline dayanarak yürütmesi gereklidir.”[10]

 

 

 


 

[1] Eğitimin dincileştirilerek muhafazakarlaştırılması ve İmam Hatiplerin yaygınlaştırılması öylesine ilerledi ki bütün okulların İmam Hatiplere dönüştürülmesinin eşiğine varıldı. AKP Muğla milletvekili Ali Boğa, –“ele verir talkımı kendi yer salkımı” deyişini haklı çıkararak, kendisinin torununun bir Fransız okuluna yazdırıldığı ortaya çıksa da–, İmam Hatip Mezunları Derneği’nin pilav gününde yaptığı konuşmada sarfettiği, “Elbette bu okulların kaydında kuydunda sayıyı artıracağız. Ama bütün okulları imam hatip okulu yapma şansını elde etmiş durumdayız.” şeklindeki sözleriyle bu durumu açıkça ilan etti.

 

[2] Komünist Manifesto, Bölüm I: Burjuvalar ve Proleterler

 

[3] Bkz. You Tube, Uploaded by acropolisnal on 15 May 2007

 

[4] Bkz. You Tube, Uploaded by insanizm on 15 May 2007

 

[5] Bozdağ’ın açıklaması için bkz. AA ve gazeteler

 

[6] Sabah, 17 Ağustos, sf. 20

 

[7] Lenin, Din Üzerine, sf. 10

 

[8] Bu demektir ki, materyalist olduğu kadar şüphesiz din karşıtı ideolojik bir mücadele yürütmeden de edemeyecek olan işçi sınıfının devrimci partisinin inançlı üyeleri de olabilecek, parti, bu üyelerini sınıf mücadelesi pratiği içinde eğiterek, ideolojik bakımdan, işçi sınıfının kurtuluşu davasının zorunlu teorik temeli olarak materyalizme kazanmayı amaç edinecektir. Ortalama işçi bakımından geri bilinç unsuru önyargılar düzeyinde olan dinin etkisi, dinsel eğitimden geçmiş İmam ve Seyitler türünden din adamları bakımından çok daha gelişkin ve ileri düzeylerde olacak, ancak geçmiş mücadele pratiği içinde görüldüğü ve ileride de görülebileceği üzere onlar da, partiye katılabileceklerdir. Partinin mücadele çağrılarına yanıt verdikleri, programını kabul edip mücadele platformunu benimseyerek mücadeleci bir tutum aldıkları durumda, İmam ya da Seyitlerin partiye katılmalarında hiçbir sorun olmayacaktır. Ancak partinin materyalist temele sahip program ve mücadele platformuyla katılımcı din adamının inançları arasındaki mesafe göz önünde bulundurulduğunda, yine de bir sorun olacağı ortadadır. Ancak burada sorun, parti bakımından değil, katılımca din adamı bakımından oluşacak; çelişkili durum, partinin değil, ama din adamının çelişkisi olarak, tabii ki partinin –yardımcı– tutumunun da etkili olacağı koşullarda, şu ya da bu yönde, ama din adamının kendisi tarafından aşılacaktır.

 

[9] Lenin, Age, sf. 28

 

[10] Age, sf. 30

İktidarın güç politikası ve kitle hareketinin mevcut durumu üzerine

AKP Hükümeti’nin “değişimci” muhafazakarlık; Amerikancı İslamcılık; Türkçü Osmanlıcılık politikasının içeride ve dışarıda daha fazla belirginleştiği, içerdiği şiddet unsurlarının yoğunluk kazandığı bir dönemden geçiyoruz. Olgulara ve bunlar arasındaki ilişkilerin seyrine bakarak, birçok bilim insanı, yazar, sosyolog ve iktisatçı da, bu yönde görüşler açıklıyorlar. Memleket manzaralarından, sözcükler aracıyla bir araya getirilecek/getirilebilecek birkaç ya da onlarca/yüzlerce “enstantane”, içinde yaşadığımız ‘manzarayı umumiye”nin, elbette ancak yaklaşık bir görünümünü verebilir. Bunlar, matematiksel büyüklükler, oranlamalar, rakamlar aracılığıyla ortaya konan iktisadi verilerin; içinde yaşadığı iktisadi-toplumsal koşullar ve geçmişten devralınanları da dahil olmak üzere, çevrelendiği ve etkisi altında olduğu maddi yaşamın üretimi ve yeniden üretiminin belirlediği düşünüş tarzına bağlanan ve yorumcusunun bakış açısına göre değişen ‘dili’ aracıyla, farklı anlamları ve sonuçları verecek şekilde ifade ediliyorlar.

“Büyük resmin” belirli kesitlerinde örneğin, biraz geçmişten alınarak belirtilirse, şunlar var: AKP milletvekillerinin, bugün, devlet aygıtındaki yerleşiklikleri ve etkinliklerinden hareketle, kürsülerden ‘bangır-bangır’ haykırmakta oldukları çeşitli “dini” –ve muhafazakar– görüşleri, on yıldır, “ekibi”/örgütüyle Türkiye’yi yöneten Tayyip Erdoğan, bir zamanlar, “Camiler kışlamız, minareler süngü, kubbeler miğfer, mü’minler asker… diye, anımsanacaktır, meydan meydan dolaşıp, “İslami düzen” yanlısı şiirler söyleyerek, İslam ile bağdaşmaz saydığı, sözde laik burjuva kurumlaşmasına meydan okuyarak, dile getiriyordu. AKP “troykası” olarak yine aynı dönemde adlandırılan Erdoğan-Gül-Arınç’ın, “Müslüman laik olamaz!” şeklinde dile gelmiş “veciz” sözleri ve “Müslüman’a eziyet” üzerine söylemleri, oldukça yaygın bir dinleyici kitlesini coşkulu gösterilere çekiyordu. Diğer yandan, çelişir gibi görünmesine rağmen, kışlaların “cami”; askerin “mü’min” işleviyle yükümlü olması ve öyle kalması için, “laik devlet”in, gelenek-görenek tüccarı yüksek yönetici kastı, elinden gelen her şeyi yapmaktan geri kalmıyordu. Cumhuriyet’in kuruluş yasalarıyla Hilafet’e son verilip, zaviye ve tarikatlar kapatılmış; devletin “laik, sosyal hukuk devleti” özelliğine vurgu yapılmış olmakla birlikte, daha 1924 Anayasa’sından başlayarak, devlet, dinin yönetimi ve örgütlenmesini; yurttaşların “dini görevlerini yerine getirme” yerlerini ve ritüellerini belirleme ve yönetme gibi, dini “merkezden yönetme” erkini de eline almıştı. Yani aslında, Erdoğan gibilerinin, Necip Fazıl’ı takiben, feryat ile ilan ettikleri “cami-kışla; mü’min askeramacı ve siyasal-askeri hattını, devlet, Diyanet İşleri Başkanlığı’nı kurarak, onu finanse edip, süreç içinde tüm ülkeyi bir ağ gibi sararak örgütlenmesini sağlayarak, bizzat “kendisi”, bu “dinci ekalite”nin yolunu açmıştı. 12 Eylül faşizminin, dini ideolojiyi kitlelerin sisteme bağlı tutulmasının araçlarından biri olarak kullanması, cunta şeflerinin ayetli, rabıta bağlantılı propaganda ve yatırımları, Erbakan’a ve örgütüne özel bir misyon biçmeleri gibi açık biçimlerle destek verip gelişmesine katkıda bulunduğu, “sol”a, komünizme ve gerçekte halkın kendisine karşı sosyal-kültürel ve siyasal ortamda, dinin toplumsal etkinliği güç kazandı.

İslami ritüelleri ve dini ideolojiyi kapitalist politikanın misyonlarından birine dönüştüren Türk milliyetçisi ve Sünni İslamcı hakim sınıf temsilcileri, sömürüye dayalı özel mülkiyet sisteminin savunusunu esas alan ideolojik tutuma, politik yaşamlarının başından beri sahip olageldiler ve bugün, birkaç on yıl öncesiyle kıyaslandığında daha güçlü kurumsal olanaklara kavuşmuş olup, devlet aygıtının hemen tüm organlarını ve ‘iktidar ipi’ni ellerinde bulunduruyorlar. Uygulamaya geçirdikleri eğitim programı, özelleştirme, emperyalist strateji ve taktiklere taşeronluk, tekelci sermayenin çıkarlarına uygun sosyal kısıtlamalar, Osmanlı İmparatorluğu zamanlarına öykünme vb. –tümü bu “yol”un, aslında onlar için çok da engebeli olmayan uğraklarında benimseyip hayalini kurdukları “dünya düzeni” felsefesiyle uyumludur. “Milli Görüş” gömleği üzerinden eski hocaları Erbakan ve taraftarlarıyla giriştikleri polemiklerinde, onun “milli sanayi-milli politika” vb. söylemlerinin uluslararası sermaye ve emperyalist büyük güçler ile ‘sorunlu’ yanlarını tümüyle bir yana bırakarak, emperyalist taşeronluğu ‘kalben-ruhen ve bedenen’ benimsediler ve tekelciliğin kazandığı güç ve merkezileşmesiyle sağladığı hakimiyetin “ruhu”na uygun bir platforma kapılandılar. Yürüttükleri bu sermaye politikasına itiraz etkenini zayıflatmak için de, dini ideolojinin etkisindeki halk kitlelerinin duygu ve iradesiyle oynayarak, Ortaçağcıl duyuş ve düşünüş tarzlarıyla tekelci kapitalizmin çürümüş her tür sözde değer yargısının bir karmasının temsilini üstlendiler. Devlet politikasından da güç alınarak, camiler “akıncı” kışlaları olarak kullanıldı, minarelerden “din düşmanı” olarak ilan edilenlere karşı “cihad” çağrıları çıkarıldı, “Tanrı”yla ilişkilendirilen bu mekanların “mü’minler”in hakkını arayan; ezilmeleri ve baskı altında tutulmalarına itiraz eden, insani yaşam koşulları isteyen gençlere, işçi ve emekçilere karşı bastırma gücü olarak kullanılmaları için, her tür entrika çevrildi. Şiirdeki içeriğiyle, ortaya çıkışında, yabancı işgal güçlerine karşı dinsel siyasetin, bir tür dünyevi siyaset özelliğiyle başkaldırısı gibi bir özelliği de bulunan yukarıdaki ‘söz’ler, artık, uluslararası sermaye ve içerdeki işbirlikçilerinin çıkarlarını savunanların dilleri ve ellerinde, “hak’ka karşı batıl”ın süngüsü; yoksula karşı zenginin sopası-copu-tankı-tüfeği haline getirildi. Dini ideolojinin ve dinsel kurumların toplumsal yaşamdaki konumu güçlendirildi. Eğitim programı, dini ideolojinin etkinliği artırılacak şekilde, 4+4+4 sistemiyle sekiz yıllık zorunlu eğitim süresi, dört yıl sonunda çocuk yaştakilerin din okullarına akışını sağlamak üzere, yeniden düzenlendi. Kuran ve Peygamber Hayatı’nın ders olarak okutulması müfredata yerleştirildi. İmam Hatip okullarının sayısı artırıldı, normal ortaöğretim okullarının bir bölümü İmam Hatip okullarına çevrildi. İllerde müftüler, öğretim müfredatına müdahaleye başladılar. Kürtaj yasağı için kampanya başlatıldı. Taksim Meydanı’na cami “projesi” yeniden hortlatıldı. Çamlıca tepelerine “ecdat yadigarı”ve AKP iktidarının “nişanesi” olacak olan “en büyük cami”nin yapılması gündeme getirildi. Kadınlara “en azından üç doğurun!” çağrıları, hükümetin başındaki kişi tarafından, her vesileyle çıkarıldı. Dinin resmi, devlet düzeyinde ve kurumsal olarak temsili, örgütlü bir aygıt ağıyla (Diyanet İşleri Başkanlığı) güçlendirilirken, okullara, işyerlerine, fabrikalara, toplu konut alanlarına, sanat kurumlarının mahallerine cami-mescit yapılması kararı alındı. Aleviler aşağılandı, Sünni Diyaneti’nin din yorumu esas alınarak politik kararlar verildi.[1] Başbakan “ulemadan sorulacak” diye meydan okudu, “badem bıyıklılar hükümeti”nin sözcüleri, söylemde “en dindar” görünmeyi ihmal etmeksizin, sermayenin dini ve kurumlarını yedekleyerek semirmesinin kapılarını ardına dek açtılar ve kendileri de, “kitle tevekkülü”nün üzerinden ve iktidar sopasının sağladığı tüm olanakları, olanaklı en sınırsız şekilde kullanarak ‘karunlaştılar’. Din ve kurumları daha fazla kapitalistleştirilir ve devletleştirilirken, tersinden kapitalizme de, devlet eliyle dini örtü daha fazla giydirildi. Kapitalizmin ‘muhafazakar’ bekçileri, kapitalist sermaye gruplarının ihtiyaçlarına uygun bir politik-ideolojik şekillenmeden geçip, şimdilerde Erdoğan’ın, ihtiyaç duyduğunda yinelemekten kaçınmadığı paranın dini imanı yok! sözüne uygun bir değişimi yaşayıp, “karunlaşırlarken, dini ideolojiyi ve kendi dinsel örgütlenmelerini, bu dünyanın yoksunluklarının ve baskısının umutsuzluğa sürüklediği milyonlarca insanın, tevatürdeki “öbür dünya”da “bir çare bulma” umudu üzerinden “mala-mülke” çevirme kurnazlığından da bir an olsun geri durmadılar. Bu bakımdan, AKP ve hükümetinin “Yeni Osmanlıcı”, “Siyasal İslamcı İktidar” olarak tanımlanması ya da öyle görülmesi, Türkiye’nin günümüzdeki ‘umumi manzarası’nda,”zamanın ruhu”na çok da aykırı düşmeyen bir değişimin bir türden ifadelendirilmesi olarak alınabilir. AKP gibi kapitalist ve kapitalistlerin parti ve hükümeti, evet, hem bir tür yeni Osmanlıcıdır, hem de “zamanın”; daha doğru deyişle, kapitalist iktisadi-toplumsal sistemin “ruhu”yla uyumlu ve onun tarafından yedeklenmiş İslami politikaların partisi ve hükümetidir. Recep T. Erdoğan ve hükümetinin diğer yetkilileri, kapitalizmin yoksulluk ve yoksunluğa, işsizlik ve açlığa mahkum ettiği on milyonları, iktidar sopasıyla ve onların içinde bulundukları durumu “kaderleri-alın yazılarının sonucu” gören geleneksel etkiyi egemen ideoloji ve söylemin gücüne dönüştürerek ve padişah ulufeleriyle yedeklemeyi sürdürüyorlar. Bunu belirli şekilde başardıkları ise, ayrıca kanıt gerektirmeyecek denli açıktır ve bu başarı, sermaye ve geleneksel gericiliğin başarısıdır. Araştırma kurumlarının sık sık açıkladıkları üzere, tüm saldırılara rağmen, kitle desteğinde ciddi bir erime-gerileme de henüz esas olarak görünmemektedir.[2]

Güç ilişkilerinin bu seyri ve kitle hareketinin güncel durumu, yalnızca alt sınıflarla orta-alt kesimlerin, halkın en ileri, hakları için mücadelede daha deneyimli kesimlerinin içinde değil, ilerici aydınlar arasında da ve bazıları yönünden söylenecek olursa, belli-belirsiz bir umutsuzluk durumuna da işaret etmek üzere, “bunca saldırganlığına, Amerikan politikaları savunuculuğuna, emperyalist çıkarların taşeronluğunu yapmasına, tekellerin yağması için halkın tüm kesimlerini zapturapt altına almasına ve giderek baskıyı yoğunlaştırmasına, Kürtlere, Alevilere saldırıyı ve hakareti sürdürmesine, en düşük düzeyli muhalefeti bile hainlikle suçlayıp, ezmekle tehdit edecek kadar pervasız davranmasına karşın, AKP ve hükümetinin nasıl oluyor da güçlü bir destek bulmaya devam ediyor?”şeklinde özetlenebilecek bir kaygının dile getirilmesine yol açmış bulunuyor.[3]

Burada, ‘mealen’ özetlenerek dile getirilen soru ve sorunun, hakları için uyanmış, kendi durumlarının bilincine ulaşmış ileri işçi ve emekçiyle ilerici aydın çevrelerinde de belirli bir endişeyle birlikte dile getiriliyor olması, bugünkü durumun, sosyo ekonomik, sosyo-psikolojik, kültürel, siyasal ve diğer çeşitli etkenler söz konusu edilerek, iktisadi sosyal gelişmeler, sınıf mücadelesinin kapsam ve düzeyi; bunun iç ve uluslararası etkenleri ve somut durumu gibi çok geniş bir nedenler ve etkenler ‘bileşimi’yle bağıntılı olarak, nedenler ve sonuçlar bağlamında irdelenmesini, elbette gerekli kılmaktadır. Ancak burada biz, gerek dergimizin çeşitli önceki makalelerindeki konunun şu ya da bu kapsam ve içerikte irdelenmiş olması, gerekse bütün bu yanlarıyla ele almanın bir dergi makalesinin sınırlarını zorlaması nedeniyle, daha dar bir alanla sınırlı kalmak durumundayız.

Kuşkusuz, aşağıda çok özet olarak dikkat çekilecek olan devlet-hükümet politikaları ve uygulamaları ve bunların da ürünü ve ifadesi oldukları sömürü ve baskı koşullarının daha kapsamlı ve etkili bir karşı hareketi ‘kışkırtması’ beklentisi ve kaçınılmazlığı düşüncesi, bir beklenti olarak, hareketin devinimi, gelişme ve değişim diyalektiği; sınıf mücadelesinin kaçınılmazlıkları yönünden, “olamaz” ya da “olmaması gereken!” diye kestirilip atılacak türden değildir. Aksine, bu tür bir kaygı, olsa- olsa, bir bölümüyle bu tür beklentilere aykırılık gösteren gelişmelerin, sınıf mücadelesinin yasaları ve karmaşık gelişme seyrinin yeteri açıklıkla anlaşılamamasına, yeteri doğrulukla kavranmamasına yorumlanabilir ki, bu da, bu sorun üzerinde bir kez daha durmayı gerekli kılar.

SERMAYE VE HÜKÜMETİNİN POLİTİKALARI VE KİTLELERİN DAVRANIŞI

Söz konusu soru(n)a bir yanıt için, her şeyden önce, iktidar politikalarının karakterine; bu politikaların kapitalistler için ve işçi sınıfı ve emekçilere karşıt olarak yarattığı sonuçlara bakmak gerekiyor. Ülkenin siyasal-sosyal ‘manzarası’nda hemen göze çarpan en çıplak olgu ve gelişmelere, çok özet olarak da olsa baktığımızda ise, şunları görüyoruz: İşsizlik resmi rakamlarla %11-14 arasında değişmektedir. 12 milyon civarındaki işçinin 4.5 milyonu sosyal güvenlikten yoksun, kayıtsız işlerde, 5 milyonu asgari ücretin altındaki bir ücretle çalışmakta; ülke nüfusunun 13,5 milyonu yoksulluk sınırlarında bulunmaktadır. Sendikalaşma dahil işçi ve emekçilerin örgütlenme çabaları devlet ve hükümetin yasal ve fiili zor uygulamaları ve yasaklarıyla karşılaşmakta; polis ve jandarma, kapitalistlerin kolluk kuvveti işleviyle, işçilerin ve hakları için mücadeleye yönelen halk kitlelerinin karşısına çıkmaktadır. Eğitim ve sağlık neredeyse tümüyle paralı hale getirilmiş, büyük oranda özelleştirilmiş, tekellerin kâr amacıyla işlevli hale getirilmiştir. Sosyal haklar geriye çekilmiş, kısıtlanmıştır. Sosyal-ekonomik yoksunluk, yoksullaşma, pazarda bolluk gösteren metalar yığınından ihtiyaçlarını karşılayacak kadarına sahip olamama; eğitim ve sağlık, barınma ve iletişim alanındaki büyüyen bunaltıcı baskı ve kötüleşme, bu ‘manzara’da hemen görülebilir olanlar arasındadır.

2008 Krizi’nin yükünü işçi ve emekçilerin sırtına yıkmak için, Erdoğan Hükümeti, işçilerin kitleler halinde sokağa atılmasını, esnek çalışmanın yaygınlaştırılmasını, ücretlerin düşürülmesini içeren ekonomi politikayı uygulamaktan kaçınmadı. Sendika patronlarının tutumundan da güç alan hükümet ve patronlar, metal işkolu işçilerinin ücretlerini, işçilerin direnişine rağmen, % 35 oranında düşürebildiler. Ücret ve maaşların düşürülmesi ve düşük tutulması tüm ücretli-maaşlı iş alanlarında pratiğe geçirildi. Çalışma süreleri uzatıldı, özelleştirmeler hızlandırıldı, işçi ücretlerinden kesintilerle biriktirilen fon parasının ve Hazine ve Merkez Bankası kaynaklarının büyük sermayeye peşkeş çekilmesine hız verildi. Sendikasız ve sigortasız; sosyal güvenlikten yoksun ve düşük ücretle çalıştırılan işçilerin özellikle genç kesimleri, çok geniş şekilde işten atmayla karşı karşıya kaldılar. İş için sözde güvence, düşük ücret koşuluna bağlandı. Sefalet, yoksullaşma bir yanda, artan milyarder sayısı ve büyük sermayenin büyüyen servet ve sermayesi diğer yandaydı ve AKP, ikincilerin “sesi” ve sopasıydı.

Kürtlerin ulusal hak eşitliği isteminin polis-asker gücüyle ve “silah üstünlüğü”nün yanı sıra devlet aygıtını elde tutmanın rahatlığıyla reddedildiği; binlerce Kürt aktivisti ve politikacısının zindanlara kapatıldığı; Kürtçe anadilde eğitim talebinin yasa ve zor engeliyle geri çevrildiği; Alevi mezhebinden insanların, asgari ifadesini “devletin dinden-dinin devletten elini çekmesi”nde bulan burjuva laisizmine uygun bir “dine yaklaşım”ı hükümet ve devletten beklediği ve fakat bu beklentisine karşılık olarak aşağılanma ve “Müslümansanız camilere gelin!” çalımı ve dayatmasıyla karşılaştıkları; parasız-demokratik ve bilimsel eğitim talebinde bulundukları için yüzlerce gencin, eğitim hakkı gaspedilerek cezaevlerine kapatıldıkları, işten atılan, ücreti düşürülen, sendikal örgütlenmesi engellenen işçinin en küçük itirazı ve direnişinin polis zorbalığıyla karşılaştığı; yasal gösteri-miting-basın açıklaması haklarını kullanmaya çalışan işçi-memur-genç-aydın herkesin “Hocaefendi”(!) ile yeni sultan padişah’ın polis birlikleri tarafından anında derdest edildikleri; valilerin sıkıyönetim komutanı yetkisi kullanıp, üç kişilik mahkeme heyeti ve özel yetkili kılınmış bir tür olağanüstü hal savcılarının, kendilerini herkesin “kaderini belirleme” yetkisinde görüp, kitlesel tutuklamalara giriştiği ve hükümete muhalif kim varsa susturmayı esas aldıkları bir yönetme politikası uygulanıyor. 2 Temmuz Madımak katliamının 19. yılı anma etkinliğini düzenleyenler hakkında soruşturma açılır, milletvekillerinin tertip komitesini oluşturdukları miting izni BDP’ne verilmez ve bu parti ile emekçilerin hakları için mücadele eden parti ve örgütler saldırı hedefine konurken, Hizbullah’ın cinayetleri kanıtlanmış militanları dışarı salınarak, Diyarbakır’da kitlesel gövde gösterisi yapmalarına olanak tanındı. Devlet güçlerinin yanı sıra kurşun atan faşist militanlar, özel yasal düzenlemelerle dışarı çıkarıldılar ve onlar, basın aracıyla “başbakana bu kıyağı için teşekkürlerini” sundular. Anayasa ve yasalarda, “herkes, şiddet kullanmaksızın, gösteri ve miting yapma hakkına sahiptir” diye yazılı olmasına rağmen, tam da burjuva demokrasisinin, günümüzde, büyük burjuvazi yararına bir azınlık diktasına denk geldiğini; bir tekel “demokrasisi” olduğunu doğrulayacak şekilde, insani hakları ayakaltına alınıp çiğnendiği için direnenler, “terörist” ilan edilerek zindanlara kapatılmaktadırlar.[4] AKP’nin ‘Anayasa Komisyonu’na getirdiği sözüm ona basın özgürlüğü maddesinde: “Basın hürriyeti”nin, “milli güvenliğin, kamu düzeninin, genel ahlakın korunması, suçların önlenmesi…” üzerinden tarif edilmesi, basın hürriyeti sıralamasında 148. sıradaki Türkiye’de, devlet-hükümet politikasının ana ilkesinin, sermaye tahakkümüne karşı her türden fikrin yasak sayılması geleneğinde ısrar olduğunu gösteriyor. “Genel ahlak”, “kamu düzeni”, “milli güvenlik”, “suçların önlenmesi”, geçmişten bugüne, malum olduğu üzere, baskı ve yasaklamaların, cezalandırma ve zindana tıkmaların gerekçesini oluşturmuştur.

İşçiler ve kamu emekçileri, hükümetin ve sermayenin saldırılarına karşı açık ki çeşitli direnişler örgütlediler; işsizlik, sendikasızlaştırma, taşeronlaştırma, düşük ücret ve sosyal hak yoksunluğu dayatmasına çeşitli biçimlerde karşı çıktılar. Tekel işçilerinin 78 gün süren eylemleri, kamu emekçilerinin –özellikle eğitim ve sağlık alanında– değişik zamanlarda giriştikleri ve yüz binleri kapsayan grev, miting ve çeşitli türden diğer gösterileri bunlardan bazılarıydı. Metal, tekstil, petro-kimya, gıda, işçileri; eğitim, sağlık ve diğer bazı kamu emekçileri, işten atmaların önlenmesi, ücretlerin artırılması ve çalışma koşullarının iyileştirilmesi için; özelleştirmelerin durdurulması, eğitim ve sağlık hizmetlerinin ticarileştirilmesine son verilmesi, iş cinayetlerinin önlenmesi gibi taleplerle çeşitli eylemler düzenlediler. Ancak, işçi sınıfı ve emekçiler, işkolları, bölge, milliyet kökeni ve ‘inanç farklılıkları’ nedeniyle içinde bulundukları ve henüz aşılamayan bölünmüşlükleri; sermaye partilerinin emekçiler üzerindeki ve içindeki ideolojik-siyasal ve kültürel etkisinin devam ediyor olması ve de sendikal merkezlerin uzlaşmacı politikasının ve hareketin dağınıklığı-örgütsüzlüğü ve düşük düzeyinin de rol oynadığı nedenlerle bu saldırıları püskürtecek bir başarı sağlayamadılar. İleri işçi kitlesinin, sermayeye karşı etkili bir kitle mücadelesini örgütlemesi mümkün olamadığı gibi, işçi ve emekçilerin kendiliğinden hareketinin büyük patlamalar halinde sermaye ve hükümetlerinin karşısına çıkışı da gerçekleşemedi. Sermaye hükümetini, pervasızca saldırıya cesaretlendiren en önemli etkenlerden biriydi bu. Bu pervasızca saldırılara karşı, daha kitlesel direnç hareketlerinin ortaya çıkması beklentisine aykırı düşecek şekilde, kitle hareketi ve direnişinin zayıflığı ve düşük düzeydeki seyri, başkaca sonuçlarının yanı sıra; yukarıdaki türden kaygı ve soruların gündeme gelmesinde rol oynamaktadır. İşçi sınıfı ve emekçi hareketinin bu zayıflığında rol oynayan bu çok çeşitli etkenlerden bazıları, diğerleriyle kıyaslandıklarında, daha öne çıkmakta; denebilir ki etkileri daha fazla olmaktadır. Nedir bunlar?

SERMAYENİN, KURULU “DÜZENİ”NE DAYANAN GÜCÜ, ENTRİKALARI VE EMEKÇİLERİN SINIF DÜŞMANINI TANI(YAMA)MA SORUNU

Kapitalizm, emek gücü sömürüsü temeli üzerinde, burjuvazinin kendi saflarındaki rekabetin, sermaye ve servetin giderek daralan-az sayıdaki kişinin elinde toplanmasına doğru; büyük çoğunluğun üretim araçlarının mülkiyetinden yoksun kılınarak, proletaryanın saflarına itilmesine doğru bir tarihsel eğilim gösterir. Toplumsal gelişmenin yeni ürün ihtiyacını doğurması, yeni kapitalist sektörlerin ortaya çıkışı ve bununla birlikte yeni işçi kesimlerinin doğuşu ile birlikte, bu tarihsel eğilimin sonuçlarından biri olarak, işçi sınıfının safları geçmişle kıyas kabul etmez şekilde büyürken, işçi ve emekçilerin; yoksullar ve ezilenlerin, sümürücü sınıf(lar)a ve onların çıkarlarının savunuculuğunu yapan iktidar güçlerine karşı tepki ve başkaldırılarının nesnel koşulları daha da olgunlaşır ve emekçi mücadelesinin güçleri için, sermayeye karşı mücadele olanakları genişler. Hareketin ve tarihsel gelişmenin yönü bu doğrultuda olmakla birlikte, günümüzde görüldüğü türden geriye düşüşler, zikzaklı ilerlemeler, yükseliş ve alçalışlarla ilerleyen bir mücadelenin yanı sıra, kitlelerin, küçümsenemez bölümleriyle sınıf düşmanlarının politikalarına yedeklendikleri ya da aldatılarak kendi çıkarlarının aleyhine olacak şekilde tutum ve eyleme çekildikleri durumlar da söz konusu olabilmektedir.

Emekçi kitleler, içinde bulundukları iktisadi-toplumsal koşullarda, egemen burjuva ve geleneksel düşünüş tarzlarının etkisi altında, sınıf birliğini sağlamaktan uzak oldukları; sömürülen sınıf ve kitleler olarak kendi hakları için ve sömürüden kurtuluş hedefinde birliği sağlayamadıkları durumlarda, çıkarlarına olmayan politikalara yedeklenebiliyor, sınıf düşmanının başarılı olmasına güç verebiliyorlar. Polis-patron ve hükümet baskısının yanı sıra, işsizlik ve işten atılma tehdidi; işçi hareketinin örgütlü kesimlerini kontrol altında tutan sermaye çizgisindeki sendikal merkezlerin politikası vb. nedenlerle ya gerçekleşmemekte ya da kısmen mümkün olabilmektedir. Hareketin bu durumu ise, tersinden, sermaye ve hükümetinin işini kolaylaştırıcı etkenlerin denebilir ki en önemlilerinden biri olmaktadır.

Bu gibi durumlar, kuşku yok ki, bir çelişkili durumdur ve gerçek o ki, değişmeye; yerini sömürülen ve ezilenlerin, sermaye ve güçleri-kurumlarına karşı uzlaşmaz mücadelesine bırakmaya zorunlu bir durumdur. Bununla birlikte, yukarıda işaret edildiği üzere, hareketin bugünkü durumunu içten bir kaygıyla, ancak mücadelenin daha ileriden örülmesi için duyulan istenç ve eğilimi de ifade etmek üzere, gündeme getiren düşünceler ya da itirazlar ile bugünkü durumu, düzenin kalıcılığı ve değişmezliğine; bunun da bir etkeni olarak sınıf mücüdelesinin “olamazlığı”na yorumlayan kimi “eski sosyalist” yeni liberal, sağ muhafazakar ve milliyetçi yazar ve ideologların tutumunu birbirinden ayırt etmek zorunludur. Bu ikincilerin, mevcut –ve fakat değişmeye mahkum durumu, “sınıflar mücadelesi”ni toplumsal tarihin başlıca en önemli ve maddi-nesnel gerçeği kabul eden ‘dünya görüşü’nü, sözüm ona mahkum etmek veya en azından kuşkulu göstermek üzere kullanmak istedikleri kesindir. Bu sağ-”sol” liberal-gerici yazar, politikacı ve ideologlar, kapitalist toplumsal sistemin yok edilemezliğini sözüm ona kanıtlamak üzere, olan ve olmakta olanı değişim ile bağlantılandırmakta, bu değişimi de özellikle işçi ve emekçilerin kendi kurtuluşları için mücadelesinin “artık olamazlığı”na sebep gösterecek şekilde yorumlayarak, iddialarını, en yakın örnek, yani AKP’ne kitle desteğiyle de kanıtlamaya çalışmaktadırlar. “İşte diyorlar onlar tüm sınıflardan insanlar bu partinin saflarında bir aradadırlar!

“Bir aradalık” ve “aynı gemide olma”(!) propagandası, kapitalizme karşı işçi-ve emekçi mücadelesinin karşısına çıkarılan en bildik nakarattır. Sınıf çelişkilerinin üstünü örtmek, kapitalist işletme ve üretim araçları sahipliği ile emek gücünü satarak yaşam mücadelesi içinde olma hali arasında herhangi fark olmadığı yalanına inandırıcılık kazandırmak, sermaye adına iktisadi-sosyal politika ve uygulamaları, kısacası kapitalist tarzda üretim ilişkilerini sürdürmek üzere, sınıf işbirliğine çıkarılan davetiyedir. Etkili olduğu ve kitlelerin kendi çıkarları için mücadelesinde dalga kırıcı olmakla kalmayıp, onların sermaye politikalarına güç veren çeşitli kabullenmelere yönelmelerinde etken olarak rol oynadığı, somut bir durumdur.

Sermaye politikası ve partilerinin başarısının da en önemli etkenlerinden biri olan bu durum, her şeyden önce, kapitalist üretim sisteminin, emekçileri içinde tuttuğu ilişki tarzıyla bağlı olup, iç-dış çeşitli etkenler tarafından koşullanmıştır. Bunların öne çıkan en önemli ikisi, işçi ve emekçilerin bölünmüşlüğü ve burjuva ideolojik etkinin henüz kırılamamış olan hakimiyetidir.

A-) EMEKÇİLERİN BÖLÜNMÜŞLÜĞÜ; SERMAYENİN GÜCÜ VE SALDIRISI

Kapitalizmin bir özelliği de, pazarların denetimi için amansız kapitalist rekabetin yanı sıra, işçileri de birbirlerine karşı rekabete sürüklemesi/zorlamasıdır. İşsizlik, kâr için üretim nedeniyle, kapitalizmin kaçınamayacağı ürünüdür. Daha fazla kâr ve pazarda daha fazla pay kapmak, hatta tüm pazarı kendi denetimine almak için tekelci-kapitalist rekabet, sadece küçük kapitalistlerin-küçük ve orta tarımsal ve kapitalist işletmelerin büyükler yararına yok olmasına, onlar tarafından yutulmasına; bu kesimlerin iflasa sürüklenmiş nüfusunun proletaryanın saflarına doğru itilmesine değil, makinenin durmaksızın yetkinleştirilmesiyle artan sayıdaki işçinin işsiz kitlelerine katılmasına da yol açar. Sektörel, bölgesel, etnik, dinsel farklılıkların yol açtığı ‘bölünme’yle birlikte bu durum, işçiler arasındaki dayanışmayı zayıflatır, sınıf bilinciyle mücadeleye darbe vurur. İşçiler kapitalist şoven milliyetçi görüşler, dini inançlar ve mezhepler aracıyla; burjuva sendikal akımlar ve çeşitli sermaye partilerinin görüşlerine kapılmış olarak da bölünmüşlerdir.

Son yirmi yılda, işçi-emekçi hareketinin en önemli özelliği, bu parçalılık gösteren durumun dolaysız rol oynadığı, sermaye ve hükümetlerinin saldırıları karşısında, istikrarlı kitlesel bir karşı koyuşu gerçekleştirmeyi başaramamış olmasıdır. 1980 sonrası süreçte ve uluslararası alanda yürürlüğe konan özelleştirme, esnek çalışma yöntemleri, taşeronlaştırmanın yaygın uygulanışı ve bununla birlikte emekgücünün çok büyük bir kesiminin sosyal haklardan yoksun, ‘güvencesiz işler’de istihdam edilmesi, bu bölünmüşlüğün, hareketin birleşik-kitlesel bir sınıf davranışı göstermesini daha fazla zorlaştıran bir işlev görmesine yol açmıştır. Neo-liberalizm olarak ifade edilen mali sermaye ve tekellerin uluslararası saldırısı, ideolojik, kültürel ve ekonomik, sosyal-siyasal tüm alanları kapsayan boyutlarıyla emekçileri kuşatırken, en önemli hedefi, işçi hareketini geriye atmak, etkisizleştirmek üzere daha ciddi boyutlarda tahakküm altına almak olmuştur.

Bu saldırı, Türkiye’de 24 Ocak kararları ve 12 Eylül faşist diktatörlüğünde siyasal iktisadi ifadesini bulurken, işçilerin ve diğer emekçi kesimlerin örgütlü kesimlerinin dağıtılması, sendikaların tümüyle sermayenin çıkarlarıyla uyumlu kılınması için yeni yasal düzenlemelerin yapılması, grev, gösteri, dayanışma grevinin yasaklanması, özelleştirmenin yaygınlaştırılması gibi uygulamaların, işçi-emekçi hareketine etkileri bugün de sürmekte olan kapsamlı darbeler vuruldu. Sonuç, sözcüğün gerçek anlamında hareketin, mücadele içinde kazanılmış mevzilerinden sökülmesi ve sınıfsal tutuma ilişkin deneyimlerinden uzaklaştırılarak, geriye atılması oldu. Kendi sınıfının çıkarları için ortak sınıf tutumuyla hareket etme anlayışının en büyük darbeyi yediği bu süreçte, işçiler kuşkusuz, işten atılmaya, ücretlerinin düşürülmesine, çalışma süresinin mutlak ve nispi olarak uzatılmasına ve iş koşullarının ağırlaştırılmasına karşı, en küçük fırsatı değerlendirerek ya da hatta açlık ve işşizliğe karşı her türden saldırıyı göze alarak çeşitli direniş biçimleri geliştirdiler. Ama bu direnişin genel karakteri, lokal, sektörel ve hatta tek tek işyerleriyle sınırlı kalmaları; haliyle de etkisinin zayıflığıydı. Ara sıra daha geniş katılımlı, kitlesel büyük gösteriler ve bir günlük ‘genel eylem’-genel grev türü direnişler olmakla birlikte, hareketin birleşik bir sınıf hareketi olarak gelişmesi mümkün olmadı/olamadı.

B-) İNANÇLAR VE GELENEKLERİN ARTAN İSTİSMARI, BURJUVA İDEOLOJİK ETKİNİN GÜÇ KAZANMASI

İşçi-emekçi hareketinin içinde bulunduğu bugünkü durumun bir diğer etkeni, burjuvazinin yürüttüğü ve uluslararası alanda neoliberal ideolojik kuşatmayla da bağlı olarak yoğunluk kazanan şovenist-milliyetçi, etnik ve dinsel-mezhepsel anlayışların sınıf hareketi içindeki ve üzerindeki etkisinin güç kazanmış olmasıdır. Bu etki, sınıf bileşiminin ve tarihsel gelişmesinin içerdiği, hareketi zayıflatıcı işlev gören parçalı, kır ilişkileriyle tümüyle kopuşmamış, küçük işletme ağırlıklı bileşimi; bilinç ve örgütlenme düzeyinin geriliği gibi etkenlerle birlikte, sınıf bilincinin büyük darbe yemesinde ve yerine etnik-dinsel “kimlik” bilincinin ikame olmasında işlev gördü. Kapitalist parti fraksiyonlarının, bu, denebilir ki “alt kimlikler” üzerinden yürüttükleri propaganda ile birlikte, sendikal merkezlerin bürokrat yöneticilerinin sermaye ile uzlaşma içinde ve aynı yöndeki tutumları, işçilerin sermaye ve sermaye parti ve hükümetleri karşısında kendi sınıf çıkarları için etkili mücadelesini önlemekle kalmadı, bu sınıf düşmanı politika ve güçler tarafından yığınsal olarak etki altına alınmalarını sağladı.

Bu dönemin bir özelliği de, kapitalizmin; emperyalist gericilik ve tüm ülkelerin egemenlerinin, Ortaçağ’ın bütün karanlık anlayış ve düşünüş tarzlarını, ‘inanç’ ve geleneklerin en geri biçimlerini, bir kez daha sarılmak ve kullanmak üzere “yardıma çağırması”dır. En çürümüş biçimiyle Amerikan emperyalizmi ve Bush’un Evangelist çığırtkanlığında ifadesini bulan ve uluslararası alanda, ilişkileri ve gelişmeleri etkilemenin aracı olarak kullanılan dinsel ideoloji, çeşitli biçimleriyle ülkeler, uluslar ve sınıflar arası ilişkilerin mali oligarşi ve tekeller yararına düzenlenmesi için kullanılan dine bu iki yüzlü, çıkarcı sarılma, özellikle “İslam Dünyası” olarak adlandırılan bölge ve ülkelere yönelik emperyalist politikaların son yirmi-otuz yıllık süreçte öne çıkarılan bir özelliği olarak rol oynadı. Başlıca, Huntington’un “Medeniyetler Savaşı” tezinde içerilen geri İslam-İleri Hıristiyan “milletler ve medeniyetler çatışması” kurgusunda ve ABD’nin “Ilımlı İslam-radikal İslam” ayrımında[5] ifadesini bulan, dinsel ideolojinin bu uluslararası kullanılışı, sonuçları yönünden, en önemli darbeyi, işçi sınıfı ve emekçilerin kendi sınıf talepleri/hakları için mücadelesine vurdu. Bu mücadelenin güçlerini “inanç ve etnik köken farkları” üzerinden bir kez daha bölme işlevini, denebilir ki başarıyla yerine getirdi. Batılı emperyalistlerin, özellikle de ABD’nin “İslam”ı bölerek yedekleme politikasının kışkırttığı; önceki süreçte bizzat onlar tarafından organize edilerek kullanılan El Kaide-Taliban gibi örgütlerin güç kazandığı bu sürecin bir yerinde; 2001-2003 Irak ve Afganistan işgalleriyle birlikte, bu “eski dostlar” birbirleriyle çatışır duruma düştüler. “Ilımlı İslam”a emperyalist gerici referansın öne çıkması böyle bir gelişmeye denk düştü. Ama bu da gerçekte bir görüntüden ibaretti. Ayırt edici kriter, emperyalist çıkarlara hizmet; bu çıkarların ifadesi politikalara yedeklenmek; uluslararası tekellerin yağmasına aracı olmayı kabullenmekti. Bunu kabullenen, isterse “Müslüman Kardeşler” gibi, en gericisinden şeriatçı örgütler olsunlar, ABD ve Batılı emperyalist çakalların desteğinden mahrum olmayacaktı, olmadılar da. Bir dönemler, özellikle Arap ulusalcısı Nasır’ın ve Sovyetler Birliği’yle ittifak halindeki Baas Partileri’nin politikalarında dışa vuran laik ya da İslami özellikler de taşıyan çizgi ve yönetimlerin (özellikle Irak ve Suriye) düşman ilan edilerek çökertilme stratejisine hedef alınmaları, ve fakat Suudi Vahabileri gibi, şeriatçılıkta başı çekenlerle her türlü işbirliğinden geri durulmamış olması, açık bir göstergeydi. Bu emperyalist politikaya karşı çıkanları bertaraf etmek için ise, din-mezhep ayrımcılığından, milliyet farklarına kadar her şey istismar ediliyor; ‘modern kapitalizm’in sözüm ona geride bıraktığı, örneğin Sünni-Alevi ayrımcılığı üzerinden gelişen/gelişecek çatışmalar körükleniyordu.

Kapitalist uluslararası güçlerin bu politikası (dini araç olarak kullanma), özellikle Arap “İslam” ülkelerinde ve Türkiye’de din üzerinden politika yapan sermaye güçleri ve partilerinin kitle dayanaklarını güçlendirmelerinde etkenlerden biri olarak rol oynadı. Bu partilerden bir kısmı, sahte bir antiemperyalist söylemle ve ama dini referans alan politikalarla güç toplamaya çalışırlarken (Refah Partisi), diğer bazıları da, emperyalizm ve özellikle de ABD ile işbirliğini ilerleterek, onun “ılımlılık” söyleminin eşlik ettiği yedekleme ve kullanma politikasına olumlu yanıtlarının karşılığını, “güvenilir stratejik müttefik” söyleminde ve sermaye akış hızını kesmek için özel bir bariyerle karşılaşmama şeklinde gördüler. Bir dönemlerin kesintisiz anti komünist propagandasının din-gelenek-görenek-millilik üzerinden sürdürülmesinin ve ABD müttefikliği-NATO üyeliği sürecinin bu sözde millici-ananeci konumun “garantisi” olarak gösterilmiş olması, kitlelerin hiç de küçümsenemeyecek bir bölümünde, bu işbirliği ve “güvenilir ilişki”nin sürdürülmesi anlayışının etkili olmasını sağlarken, AKP’nin işbirlikçi hattı, Irak ve Afganistan işgalleriyle artan antiemperyalist tepkinin süreç içinde, geriye düşmesinde, etkenlerden biri olarak rol oynadı. AKP’nin işbirlikçi politikalarından rahatsız olan ve emperyalist saldırganlık ve işgallere öfke duyan “Müslüman anti kapitalistler” benzeri gruplar ortaya çıkmasına rağmen, iki binli ilk yıllarda % 70-80’lere yükselen anti Amerikan öfke, AKP’nin yatıştırmacı, uzlaşmacı politikalarıyla yarı yarıya geriye düştü.[6]

Tayyip Erdoğan ve hükümeti, bu ayrımcılığı bölgenin öteki “İslam ülkeleri”yle, bu ülkelerin devlet yöneticileriyle ilişkilere dek genişletip, İran, Suriye ve Irak’taki gelişmelere, Sünni Arap yönetimleriyle birlikte müdahaleye yönelirken; Suriye yönetimini yıkmak üzere paralı gurkaların örgütlenmesine yardım etmek ve büyük çaplı sabotajlarla Esat yönetimini “saf dışı bırakmak” üzere, yoğun bir çaba içine girmiştir. “Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır” söylemini, kendi ülkesinde izlediği politikaları örtmek ve dikkatleri dışarıya çekmek üzere sürdüren bu yönetim, Kürtlere bombalarla saldırmaktan, Alevilere zulüm etmekten, gençleri ve kadın emekçileri polis zorbalığıyla susturmaya çalışmaktan geri durmazken, özellikle Sünni İslam kesimleri yedeklemek üzere, dinsel ideoloji ağırlıklı propagandaya ağırlık verdi. Kürt ulusal direnişi ve politik Kürt hareketini “Müslüman olmamak”la vurmaya çalıştı, “Alevilik Ali’yi sevmekse, en çok ben Aleviyim” demagojisi ve “Alevi Çalıştayları” manevralarıyla Alevilerin bir kesimini yedeklemeye girişti. Hükümet-devlet olanaklarıyla güçlendirilerek sürdürülen bu propaganda, kitlelerin, sermaye çıkarları için, sermayeye karşı kitle mücadelesini güçten düşürmek amaçlı olarak bölünmüş halde tutulması hedefiyle birlikte, “Müslüman-Müslüman olmayan”; “inançlı-inançsız” ayrımı üzerinden ‘derinleştirilip’ yaygınlaştırıldı.[7]

Bu politika, kitleler üzerindeki etkisiyle, işçi ve emekçilerin kendi talepleri için mücadelesine büyük darbeler vurdu; hareketin gücünü önemli oranda kırdı ve bunun da sonuçlarından biri olarak, hükümet-devlet gücünün hakim konumunu güçlendirdi. Ancak bu olgunun yalnızca bir yanını oluşturuyor. Diğer yandan bu saldırganlık, burjuvazi ve onun güncel olarak en saldırgan partisi ve hükümetinin şahsında sermayenin halk düşmanı “kimliği”nin daha net tanınması için çok zengin bir malzeme sağlıyor.

Gerek sınıf mücadelesi tarihinin bugüne gelen deneyim(ler)i, gerekse güncel olarak yaşananlar, gerçeğin ayırdına varmak üzere bakmasını bilen her emekçi için “inançlar” üzerinden politika yapan sermaye temsilcilerinin, “paranın dini imanı yoktur! demagojik söylemine rağmen, –ki sermaye için tanrı da, iman da, din de, para ve daha fazla kârdır ve bu anlamıyla paranın dini imanı olmadığı doğrudur– nasıl da zenginleştiklerini, ‘karunlaştıkları’nı, görmeleri için, aslında oldukça çarpıcıdır. Dini, politikanın aracı olarak kullanan ve egemen politik söylemle “yüzde doksan dokuzu Müslüman” halkın aldanmışlıkları üzerinden palazlanan sağ-gerici; Kürtlere ve komşu ülkeler halklarına karşı Türkçü-yeni Osmanlıcı; emperyalistler karşısında uşak ve işbirlikçi politikacı ve yöneticilerin, aileleri-yakınları ve çevreleriyle kısa sürede zenginleşip milyarder-trilyonerler arasına katılmaları, Özal-Çiller-Erdoğan hükümetleri döneminin yalın gerçeklikleri arasındadır. Son otuz yılın yönetiminde yer alan ve “İslam-Müslüman-inanç, din” söylemini elden bırakmayan Özal-Erbakan-Türkeş, Çiller, Erdoğan ailelerinin mali durumlarındaki değişim, onların başında bulundukları hükümetlerde görev almış çok sayıda insanın, Kemal Unakıtan’ın “nadir temsilci”si olduğu üzere, karunlaştıkları biliniyor. Özal, “ben zenginleri severim” diyordu ve ailesinin fertlerinin karışmadıkları skandal nerdeyse kalmadı. Çiller’in ne yaman bir Amerikancı ve kapitalist soyguncu olduğu, mahkeme davalarına dahi konu oldu. Erbakan’ın varlığı ve altınları çocuklarının birbirine düşmelerine yol açtı ve benzer bir durum Türkeş açısından da yaşandı. Erdoğan’ın trilyonları konuşulmaya devam ediyor, vb. vb.. Liste uzatılabilir. Ama, din istismarcılığının, dinin politik araç olarak ve kapitalist sömürüyü kolaylaştırmak üzere kitle aldanmışlığının silahı olarak kullanılması üzerinden nasıl zengin kapitalistler ve para babaları haline geldiğini; “Müslüman-Milliyetçi lider politikacı” denilenlerin bu politikaları izleyerek nasıl da palazlandıklarını görmek için, bu kadarı bile yeterlidir. “Yola devam!” şiarlarıyla meydanlara çıkanların ve izinde olmakla övünülenlerin, iç ve dış sermaye çevrelerinin çıkarlarını savunmak için gösterdikleri onca gayretin sırrı demek ki, sermaye önündeki bu secdeye varıştadır. Onların demagojilerine aldananlar ise, bu aldanmışlık durumundan çıkışın yolunu, onların kapitalizm ‘dininde’ olduklarını görerek, anlayarak bulacaklardır. Sancılı olmakla birlikte bu değişim gerçekleşecek, “Yoksul sofraları”na konukluğun, sosyal haklar yerine inayet yardımlarının ikamesinin, vicdani görünümlü AKP yaklaşımının politik rantiyeci karakterinin açıklık kazanması önlenemeyecektir.

HAREKETİN DİYALEKTİĞİ, DEĞİŞİMİN ANA DOĞRULTUSU VE SERMAYE HÜKÜMETİ- DEVLETİNİN “KADERİ”!

Kapitalist üretim tarzının ayakta kalışı-tutulması, açık ki esas olarak emekgücü sömürüsüne dayanan bu sistemin, çıkarları sistemin devamı ve korunmasından yana güçlerin (sınıf(lar)ın yönetim gücünü, devlet aygıtını ve zor uygulamasını ezip geçecek bir kitle pratiği ve işçi sınıfı hareketinin henüz tek tek ülkelerde ve evrensel ölçekte gerçekleşmemiş olmasıdır. Buna, tarihsel süreç içinde şekillenmiş olan ve kapitalizm öncesi toplumsal biçimlerden devralınanlarıyla birlikte burjuvazi tarafından hakim kılınmak için her tür yöntem ve aracın devreye sokularak gerçekleşmesinde rol oynanan ruhi şekillenme, düşünüş tarzı ve inanç biçimleri de katkıda bulunmaktadır. Kitleler açısından dünyayı ve içinde yaşadıkları koşulları algılayış, “basit” ve sürekli yinelenen iş-eylem tarzı içinde gerçekleşen; süreç içinde o olmaksızın ve öyle hareket edilmeksizin devam edilemeyeceği anlayışına dönüşmüştür. Kitlelerin, çıkarlarıyla karşıtlık gösteren bir iktisadi-toplumsal sistemi, çıkarlarıyla uyumlu bir sisteme dönüştürmeye hemen ya da toptan yönelmemelerinin önemli bir etkenidir bu. Belirli tarihsel koşullarda, belirli dönemlerin belirli insanlarının, insan gruplarının/sınıfların, kendilerini kuşatan koşullar içinde oluşturdukları bu görece sabit düşünüş/inanış tarzları ve alışkanlıkların değişime uğraması, yine içinde yer aldıkları üretim ilişkileri ve üretim sürecinde, onun tarafından farklı ve uzlaşmaz çıkarları temelinde birbirleriyle çatışmaya sürüklenmeleri, böylece pratik eylem içine girmeleriyle gerçekleşir. Sömürülen sınıf ve kesimlerin, üretim sürecindeki kendi durumlarının farkına varmaları ve bu durumdan kurtuluş bilinciyle, kendilerini ezen ve sömüren güçlere karşı eyleme girmeleriyle, o eski ve mevcut anlayış, düşünüş tarzı ve inançlar da değişmeye, nispeten daha uzun sürecek bir zaman içinde yerini yeni düşüncelere bırakmaya başlar. Belirli dönemlerin belirli ezilen ve sömürülen sınıflarının mensuplarında, kendilerini kuşatan iktisadi ilişkiler ve maddi koşulların kaynağını oluşturdukları görece sabit bu düşünüş tarzları, alışkanlık ve mevcut duruma uyum gösterme halleri; bu ‘rıza gösterme’ ve “statüko”(!) böylece, yine ekonomik ve onun tarafından harekete geçirilen öteki dinamiklerin sarsıcı etkisi altında değişime sürüklenir. Mevcut sisteme ve kurulu ‘düzen’e bilinçli ya da bilinçsizce bağımlılık, kapitalist-burjuva otorite tarafından korunmak ve sürdürülmek istenmesine; burjuva kurumları ve hükümetleri bu yönde eylemde bulunmalarına rağmen, böylece bizzat kapitalizmin kendi içsel güçlerinin hareketiyle yıkıma doğru sürüklenir ve yıkılır. Bugüne dek olan tarihin –ilkel komünal dönemi dışında– sömürenlerin sömürülenler üzerindeki tahakkümü tarafından biçimlendirilmiş ve sınıflar mücadelesi tarihi olarak yaşandığını gözönünde tutmayan her anlayış ve düşünüş tarzı, egemen ve ezilen sınıf(lar)ın bugün içinde bulundukları ilişkiyi ve sömürülen kitlelerin kapitalizm tarafından bölünmüşlükleri üzerinden kapitalist parti fraksiyonlarına ve mevcut sömürü sistemine bağlı tutulmalarını doğru olarak değerlendiremez. Emek gücünün kapitalist sömürüsüne ve kitlelerin büyük çoğunluğunun sermayenin, tekelci burjuvazi ve gericiliğin baskısı altında tutuluyor olmasıyla biçimlenen bu ilişki tarzı, aynı nedenle ezilen ve sömürülenlerin itiraz ve başkaldırılarını mayalayıp doğurmaya mahkumdur; ama aynı zamanda, egemen sınıfın her tür düşüncesi ve kültürel ‘birikimi’nin; burjuva ideolojisi ve düşünce tarzının, egemenlik altında tutulanların maddi ve manevi yaşamlarında; ruhsal, düşünsel ve davranışsal edimlerinin şekillen(diril)mesinde rol oynamakta, işlevli olmaktadır. Burjuva otoritesine itaati vazeden sermaye çıkarlarının ifadesi görüşleri, hakim düzen ve aygıtın tüm kurumlarınca sürekli yinelenen ve yenilenen ürünü olarak, insanların “iç dünyası”nda; duyuş, düşünüş ve eyleminde etkili kılmak üzere kullanan güçler, yoksulluk ve açlık içindeki, işsizlikle ve yoksunlukla ‘hizaya getirilme’ye çalışılan, fedakarlık çağrılarıyla ve başka uluslara düşmanlıkla aldatılmak istenen, savaşlarda kırılan kitlelerin yaşamında, bütün bunlara karşın, bir değişmezlik ve kalıcılık göstermekten uzaktır ve yıkıma uğramaktan kurtulamayacaktır.

İnsanın, kendi tarihsel gelişme sürecinde, gerçekte hiçbir zaman tümüyle engellenememiş olan ilerleyişi, insan ve toplum dışı “kurtarıcı güç” tasarımı ya da tasavvurunun eninde sonunda son bulmasını kaçınılmaz kılar. İnsanlık, “ebedi kurtarıcı”ya ihtiyacının olmadığını öğrenecek, kendi ‘kaderi’ni, doğayla, onu denetimine alma mücadelesi içinde kendisi belirleyecektir. Böylece, zaman ve “mekan” dışı “ebedi güç” ile donanmış belirleyici varlık inancı yok olup gidecektir. İnsanın, tarihsel-toplumsal sürece kolektif ‘özne’ olarak katılımı, kendini tarihsel eylemi aracıyla ‘gerçekleştirmesi’, bu sürece hakim olabilmesinin koşuludur. Kitleler, içinde bulundukları koşullar ile ilişki biçimlerinin etkisi altında, kendi tarihlerini kendileri yaparlar. Sömürü ilişkilerinin, koşullarının ve onların ürünü haksızlıkların, salt düşünce yoluyla ortadan kaldırılması mümkün değildir. Bunun için kitle pratiğine; siyasal mücadeleye, sınıfların eylemine ihtiyaç vardır. Üretim araçlarının kolektif mülkiyeti ve üretimin kolektif toplumsal çıkara göre örgütlenmesi yoluyla emek-sermaye çelişkisinin çözümü, açık ki kendiliğinden, salt iktisadi alandaki devinimle, otomatik bir şekilde gerçekleşemez. Toplumun ve üretim tarzının yeni sosyalist örgütlenmesi, bireylerin tekil hedeflerinin “örtüşmesi”ne doğru; onların toplumsal çoğunluğun gerçek ve özgür unsurları olmalarının koşullarını oluşturur.

Tüm toplumsal kategoriler, kendi başlarına, bağımsız değil, ama insan ilişkileri; insanın doğa ve birbirleriyle ilişki –ve çelişki içinde– geliştirdikleri kategorilerdir. Ulus, aile, birey, sınıf gibi kategoriler, metalararası değişim, değer ve fiyat vb., her biri nedensellik ve zorunluluk ilişkisi içinde varlık ve değişim gösterirler. Çelişkilerin çözümü ve buna uygun düşen düşüncelerin kitle pratiği içinde sonuçlarıyla kanıtlanmış olması, bir sonal-değişmezlik ve çelişkisizlik durumuna değil, tarihin dinamiğinin işlevini sürdürmesine; yeni ve daha ileriye doğru devinimin kaçınılmazlığına işaret eder. Tarihsel süreç, sınırları kesinkes belirlenmiş bir bütünlük tarafından değil; kendi aralarında ve doğayla mücadeleleri içinde ilişkileri değişim gösteren, ilişki ve eylemleri içinde kendileri de değişen insanlar tarafından gerçekleştirilir. Sorunların bir seferde ve “sonsuzca açıklayıcı”lığı tasavvuru, insanın ve nesnesinin değişmesini; tarihsel bir kategori olarak insanın bilgisinin devingenliğini dikkate almayan idealist bir bakış açısıdır. Bu bakış açısı, tarih üstü-tarihe aşkın bir ‘hakikat’ arayışını içerir. Bu görüş, diğer yandan, insanlığın kurtuluşu davasının “yakında gelecek bir zafer umudu” beklentisine aykırı olarak, çeşitli yenilgilerle karşılaşmasından hareketle, bu mücadelenin haklılığı ve sömürülen-ezilen sınıf(lar)ın koşullarla bağlı zaferlerinin kaçınılmazlığı düşüncesine karşıttır. Gerçek olan odur ki, tarihsel hareket, sınıfların ilişkileri ve mücadeleleri, bilim ve teknikteki ilerleme vb. hemen tüm kategoriler koşullara bağlı olarak ve karşılıklı bir etkileşim içinde değişime uğrarlarken, işlevleri de aynı ve değişmez olarak kalmaz. Bugünün toplumu dünün toplumundan farklıdır. Günümüzde kaydedilen bilimsel gelişme ile birkaç yüzyıl önceki gelişmeler arasında devasa farklar vardır.

Toplumsal sınıf ve kesimlerin farklılık göstermesi kaçınılmaz olan kültür düzeyleri, eğitim durumları ve geleneksel etkiler, toplumsal sorunlara ilişkin tutumu etkilerler. Toplumsal biçimler, içerdikleri dinamikleriyle varlık gösterirler. Bu dinamiklerin mevcut yaşam tarzını koruma-sürdürme eğilimi ile, bu mevcut biçim tarafından çıkar zıtlığı temelinde birbirleriyle çatışmaya; böylece bu mevcut biçimlerin yıkımına götürecek eyleme itilmeleri, bir arada var olur. Bu gelişme ve değişim sürecinin yönü ve ‘temposu’, son kertede, toplumun ekonomik yapısı ve onun içsel yasaları tarafından belirlenir. Ancak, insanların-sınıf ve grupların bu belirli tarihsel süreç içindeki davranış-eyleyiş tarzı, iktisadi üretim tarzı ve üretim ilişkileri temeli üzerinde gelişmekle ve son kertede bunlar tarafından belirlenmekle birlikte, yalnızca ve yalnızca o andaki ekonomik olaylardan hareketle sınırlı olarak gerçekleşmemektedir. Bireyler ve gruplar, sınıflar ve kitlelerin çeşitli kesimleri, içinde bulundukları koşullarda, kendilerinden önceki kuşakların aktardıklarından da etkilenerek, geçmiş ve şimdiki toplumsal gelişme ile ilişki içinde şekillenmiş insanlar olarak davranırlar. Mevcut üretim sistemi ve toplumsal biçim –bugün kapitalizm, kapitalist emperyalizm– insanları sadece, dolaysız olarak değil; aile, okul, dini kurumlar, sanat kurumları gibi, görece ‘sabit’ ve daha yavaş değişen kurumlar aracıyla sürdürülen ‘eğitim’ ve yönlendiriş aracıyla da etkiler. Tümü de ekonomik sistemin yapısıyla ilişki içindeki bütün bu kurumlar, insan davranışı ve tutumu; eğilim ve yönelişleri üzerinde etkide bulunurlar. Öyleyse kitlelerin günümüzde içinde bulundukları durum, tüm bu başlıca ve bağlantılı diğer neden ve etkenler gözönünde tutularak, ancak doğru biçimde değerlendirilebilir ve anlaşılabilir.

İŞÇİ SINIFININ, KENDİ VE DİĞER EMEKÇİLERİN HAKLARI İÇİN MÜCADELESİ KAÇINILMAZDIR

Değişim, evet, ‘değişmeyen tek gerçek’tir! Zıtların birliği ve mücadelesinin doğadaki ve toplumsal yaşamdaki hareket yasası olarak da anabiliriz onu. Sınıf mücadelesinin en belirgin, en keskin, en yalın haliyle kapitalizm koşullarında yaşandığı ise, bir diğer gerçektir. Kendi tarihlerini kendileri yapan insan(lar), sınıflar halinde farklılaştıklarından beri, farklı ve uzlaşmaz sınıf karşıtlıkları üzerinden, kendi çıkarlarının kavgası içindedirler. İktisadi-sosyal, siyasal ve ideolojik, kültürel her alanda; barışçıl ve şiddete dayalı çeşitli biçimler alarak yürütülegelen; ve tüm bu özellikleri, yöntem ve araçlarıyla insan(lar)ın toplumsal iktisadi koşullarının izini taşıyan; daha doğrusu son kertede bu koşullar tarafından belirlenir olagelen bu kavga, bugün de devam ediyor. Sınıflar arasındaki bu mücadele, geçmiş kuşaklardan devralınıp içinde bulunulan koşullarda üretilenlerle birlikte siyasal-hukuki-kültürel ve diğer anlayış, düşünce, gelenek ve ruhi şekillenmeleri tarafından da etkilenmiş olarak; bu ikincilerin, mücadelenin düzeyi ve kapsamı, aldığı biçim ve yürütüldüğü araç ve yöntemler üzerinde etkileriyle birlikte, uluslararası deney ve dayanışmadan güç alarak, düşüşler ve yükselişler; gerilemeler ve ilerlemeler halinde; ama tarihi eğilime uygun düşecek şekilde, ileriye doğru devam ediyor. Zıtların birliği ve mücadelesinin kapitalist sistemdeki gelişme süreci ve seyri, yukarıda da sözü edilen, işçi ve emekçilerin kendi durumlarıyla çelişik politik-pratik tutumlarının anlaşılması yönünden olduğu kadar, mücadelenin, işçi sınıfının kesin başarısına doğru ilerleyişinin kaçınılmazlığı yönünden de açıklayıcıdır ve bunun nesnel dayanağı, dolaysız olarak, işçi-emekçi hareketinin kendisidir.

Bugün işçilerin %98’i küçük-orta boy işletmelerde ve bunların da %99’u on ve daha az sayıda işçi çalıştıran işyerlerinde; ancak irili ufaklı bu işletmelerin büyük çoğunluğunun organize sanayi siteleri içinde bir arada bulundukları ‘mekanlar’da çalışıyorlar. Çok sayıda yeni işçi havzası, organize sanayi bölgesi oluşmuştur. Parçalanmışlık ve bir aradalık birlikte bulunuyor. Büyük işletmelerin oransal küçüklüğü, ekonomideki etkinliklerinin önünde engel değil ve bu kapitalist tekelleşmenin ortaya çıkardığı nesnel bir durum. Başlıca otomotiv, demir-çelik, petro-kimya gibi nispeten büyük sanayi işletmelerinin bulunduğu sektörlerle birlikte, inşaat ve tekstil-dokuma sektörleri yoğun işçi alanlarını oluşturuyorlar. Metal sektörü gibi, hem daha büyük kapasiteli hem de ekonomi içindeki işlevi nedeniyle önemli yer tutan işletme ve sektörler, ağır çalışma koşulları ve disiplini, mücadele deneyimi gibi nedenlerle, Türk Metal üyesi işçilerin eylemlerinde görüldüğü üzere, hızla “radikalleşebilmekte”dirler. Diğer yandan eğitimli sınıf gücü giderek büyümektedir. Genç işçi ve işsiz kitlelerinin çok büyük kesimi geçmiş yıllarla kıyas kabul etmez oranda eğitimlidir. “Beyaz yakalı” denilen, nispeten yüksek eğitim düzeyinde öğrenim görmüş ve denebilir ki daha güvenceli işlerde çalışanların büyük kesimi; sağlık, eğitim ve belediye hizmetlerinin özelleştirilmesiyle birlikte işçileşme sürecine girmişlerdir. Yaşam tarzları ve alışkanlıklarıyla henüz proleterleşmeseler de, bu süreç, işçi sınıfının hem kitlesel büyümesine, hem de örgütlenme dayanaklarının genişlemesine doğru gelişmektedir. Sınıfın kolektif-sınıf davranışının gerçekleşmesi/gerçekleştirilmesi için nesnel dayanaklar güç kazanmaktadır. En küçük direnişte bile işçiler, birleştiklerinde haklarını elde etme, durumlarını değiştirme, patronlarının ve hükümetin baskısına boyun eğmeme konusunda daha olumlu bir noktada durabildiklerini görüyor ve bunun deneyimlerini biriktiriyorlar. Bu birikim, “kendisi için sınıf olma” bilincinin gelişmesinde, etkenlerden en önemlisi olarak rol oynuyor. İşçiler ve tüm ezilen emekçiler, ancak birleşirlerse ve birlikte mücadele ederlerse kazanabileceklerini, irili-ufaklı eylemleri içinde ve uluslararası mücadelelerin tecrübeleriyle öğrenmektedirler. İşçinin, burjuvaziyi, deyiş yerindeyse “şah damarı”ndan vuracak silahı da budur. İşçilerin üçte ikisinin 35 ve altı yaş gruplarında olmaları ve işsiz kitlelerinin en önemli kuşağının gençlerden oluşması, çok sayıdaki yerel işçi direnişinin özellikle düşük ücretli işlerde ve sendikasız-sigortasız çalıştırılan bu genç işçiler tarafından gerçekleştiriliyor oluşu, işçiler içindeki politik kitle çalışmasının önemine de işaret ediyor.

Modern kapitalist toplum tarafından cehalete ve itaate mahkum edilen kitlelerin, itaat vazeden dinsel köleleştirici ideolojinin karanlığından kurtulmaları için salt propagandanın yetmezliği bilinir. Kitlelerin kendi durumlarının bilgisine ve kurtuluşlarının bilincine ulaşmaları için kitle pratiği; sınıf mücadelesinin deneyimleri içindeki kendi tecrübelerine; bu tecrübeye dayanarak kitleleri karanlığa iten ve karanlıkta tutmaya hizmet eden ideolojilerin burjuvazinin iktisadi çıkarları temeli üzerinde şekillendiklerini kavramalarına ihtiyaç vardır.

Karşıtların bir aradalığı-birliği ve mücadelesi; proletarya ve burjuvazinin kapitalist üretim içinde, kapitalistlerin daha çok kâr için emekgücünü daha ucuza kapatmayı ve artıdeğer sömürüsünü sürdürmeyi; işçi sınıfının ise sadece ücret artışı, sosyal haklar vb. üzerinden çalışma ve yaşam koşullarını iyileştirme değil, sömürüden kurtuluş için uyanışı içinde kendi çıkarları yönündeki mücadelesi; birbirlerini dışlayan bu karşıtlığın yükseliş ve alçalış halindeki düz olmayan mücadele ve gelişme hattında, yeni toplumun maddi güçlerinin olgunlaşması ve eski toplumun kendi çelişkilerinin deyiş yerinde ise kurbanı olarak, yıkıma sürüklenmesini getirmektedir. Bu, değişimin ve toplumsal değişimin diyalektiğidir. Karşıtların birliği (“çakışması, özdeşliği eşit hareketi”-Lenin) koşullara bağlı, geçici, göreli ve süreksiz; çatışması ise kaçınılmaz ve kesindir.

Demek oluyor ki, içinde bulunduğumuz-içinden geçtiğimiz ve nispeten uzun süren, proletaryanın sınıf savaşımındaki mevzi kaybı ve geriye püskürtülmüş olması dönemi, bütün öteki toplumsal kategorilerle ilişkisi içinde geçici bir durumdur. Değişim kaçınılmazdır; hareket ve değişim, ‘canlı varlık’ olarak en çok ve en fazla, toplumsal yaşam için geçerlidir. Kapitalizm, bizzat kendisi tarafından yaratılan işçi sınıfının devrimci eylemiyle –kapitalizm tarafından ve sömürülmeye karşı olarak bu eyleme sürüklenmektedir– yıkılmaya mahkumdur ve bunun nesnel koşulları, bugün her zamankinden daha fazla olgunlaşmış bulunmaktadır. Her bir ülkedeki çeşitli sınıf eylemleri, işçi ve halk direnişleri birer göstergedir. Sömüren-sömürülen sınıf ilişkisinin –zorunlu olarak karşıtların çatışmasını içerir–değişmez gibi görünen ya da öyle gösterilen durumu, değişime mahkum olup, gerçekte sürekli değişmektedir. Değişim, hem işçi sınıfının büyüyen safları, eğitimli güçlerinin artışı, bilim ve teknik buluşlardan yararlanma olanağının geçmiş zamanlara göre daha ileride oluşu yönünden, hem de kapitalistlerle giriştiği mücadelesinde bizzat kendi gözlemleri ve yaşadıklarıyla öğrendikleri üzerinden gerçekleşmektedir.

AKP ve hükümetinin, onca zalimane baskı ve kapitalistlerin çıkarları için uygulamayı sürdürdüğü iktisadi-sosyal politikaların halk kitlelerinde yol açtığı yıkıma rağmen “gücünü koruyor olması”nın(!) bu ‘kaynakları’ ya da dayanakları, eşyanın tabiatı gereği, değişimin “değirmeni”nden geçecektir/geçmektedir. Toplumsal sınıflar arası ilişkilerin deviniminde “alternatifsizlik”, gerçekte yoktur. Günümüzde, kitlelerin talepleri ve çıkarlarıyla çatışma içindeki hakim sınıf güçlerinin itibar yitimine, güç kaybına, ve giderek tecridine doğru gelişme gösteren bir süreç yaşanmaktadır. Öncekiler gibi, bu sermaye ve emperyalizm temsilcisi/işbirlikçisi parti ve hükümeti de, sahneden çekileceği günlere doğru yürümektedir. Ve sorun, işçi sınıfı ve emekçilerin kendi sınıf partileri aracıyla toplum yaşamında tutacakları yerin nasıl bir yer olacağı, gelişme sürecini nasıl ve hangi düzeyde etkileyebileceğidir.


[1] Bülent Arınç, Bekir Bozdağ, Meclis Başkanı Cemil Çiçek, Diyanet İşleri Başkanı.., aynı içerikli açıklamalar yaptılar. Yargıtay ve Danıştay yetkilileri, kurumları adına alınan aynı doğrultudaki Alevilere camileri dayatan kararları açıklamakta sakınca görmediler. Başbakan Yardımcısı Bozdağ şöyle diyordu: “Müslümanların mabedi her zaman tektir. Müslümanların ortak mabedi camidir. Kendini Müslüman olarak hisseden herkes için geçerlidir bu. Bugüne kadar hiç kimse Alevi geleneğinden gelenler de dahil olmak üzere, camiden başka bir mabet söylememiştir.

[2] AKP Hükümeti’ne yakın ANAR tarafından, Haziran ayı (2012) sonlarına doğru açıklanan verilere göre, AKP’nin oy desteği %51’e ulaşmış görünmekteydi. Stratejik Düşünce Enstitüsü’nün araştırmasına göre de, AKP’ye oy verenlerin yüzde 27’si kendilerini “sosyal demokrat”, yüzde 15’i “sosyalist” diye isimlendiriyorlardı. İlki üzerine, buradaki makalede etkenleri konu edilmektedir. İkincisi açısından söylenecek ise şudur: Bu, bir handikap değildir. AKP destekçisi liberal ve sözde solcuların, kendilerini “sosyalist” olarak adlandırmaları, öyle oldukları anlamına gelmez. ABD’nin potasında Türkiye ve komşu ülkeler halklarına karşı, uluslararası tekellerin saldırı silahı işlevini yerine getiren bir partiye destekleri, bir çıkar karşılığı olmalı. AKP ve hükümetini “iş olsun diye” değil, bir amaç-hedef ve anlayış gereği destekliyorlardır. Bu desteklerinin halk için olmadığının da bilincindedirler. Dönemin en büyük rantiyeci ve rant dağıtıcısı gücünün eteğine yapışmalarında, gelir ve mevki neması doğrudan rol oynamaktadır; ancak her halükarda AKP’yi “sosyalistim” diye desteklemeye yöneltmek üzere peşlerine taktıkları belirli bir kesimi etkiledikleri görülmektedir ki sosyalizmden de en azından haberdar olan bu kesimlerin, koşulları oluştuğu ve gereği yapıldığında AKP’den öncelikle kopacak kesimler olduğu öngörülebilir.

[3] Belirtilmelidir ki, bu yönde yazılı belge gösterme durumda değiliz. Ne var ki, dar “sol” gruplar içinde dahi okunurluğu oldukça sınırlı etkisiz yayınlardan ziyade, sözlü spekülasyonlar halinde, “fısıltı gazeteciliği” aracıyla yayılan söylenti ve iddiaların daha hızlı yayılıp, daha geniş kesimleri etkilediği de bilinen bir durumdur. Yukarıdaki türden “soru”lar aracıyla olumsuz işlevine yaygınlık kazandırılan spekülasyonların duymazdan gelinmesi ise, verdikleri zararı ortadan kaldırmadığı gibi, etkisini daha da artırmaktadır.

[4] Hükümetin politikalarına destek veren liberallerin bir kısmının, saldırgan politikaların iyice pervasızlaşması karşısında “yapmayın artık!” diye feveran etmeleri, hükümet ve partisinin güç kaybetmesinni bir göstergesi olarak da alınabilir. C. Çandar, 14 Temmuz Diyarbakır saldırısı üzerine yazdığı makalesini, “Yetti artık. Anlamak için daha ne kadar kan dökülecek? Kürtler pes etmedi, etmeyecek. Silahla, yasakla olmuyor. Ya çözün ya çözüleceğiz!“ diye bitiriyordu.

[5] İlki uzlaşılır ve kullanılabilir, ikincisi terörist ve yok edilmesi gereken olarak formüle ediliyordu ve bu ‘ayrım’da belirleyici olanın çıkarlar olması, karşıya alınan ile yandaş olanın zamana ve gelişmelere göre değişebileceğini, El Kaide ve Taliban ile ilişkilerin ABD yanlılığı üzerinden belirlendiğini yakın tarih ortaya koydu.

[6] Buna rağmen, özellikle Kürt direnişinin Amerikan emperyalizmiyle araya mesafe koyarak, onun işbirlikçiliği dayatan politikalarını reddiyle birlikte, anti emperyalizmin ilerici, devrimci demokrat kitle dayanağının daha fazla erimesi, kaybedilenlerin yerine yeni güçlerin eklenmesiyle, denebilir ki engellenmiş oldu.

[7] Erdoğan’ın çeşitli zamanlarda ve değişik vesilelerle yaptığı konuşmalarındaki çeşitli sözleri, kapitalist emperyalizmin savunusunu dini ideoloji savunuculuğuyla birleştirdiğini açıklıkla gösterir özelliktedir. O, şöyle demektedir: Elhamdülillah şeriatçıyız. Yılbaşına Karşıyım. *Ata’ya saygı duruşunda sap gibi ayakta durmaya gerek yok. *Her 10 Kasım’da yaygara kopartılıyor. *İçki Yasaklansın. *İstanbul’u Medine yapacağız. *Sadece imamlar resmi nikah kıysın.*Ben Millet Meclisi’nin de dua ile açılmasından yanayım. °Ben İstanbul’un imamıyım. *Mayo reklamı şehvet sömürüsüdür. *Taksim’deki caminin temelini inşallah atacağız. *Cumhurbaşkanı’nın imam hatipli olacağı günler yakındır. *Camiler kışla, minareler süngü, kubbeler miğfer, müminler askerimizdir. *Demokrasi bizim için bir amaç değil, araçtır. Amacımıza ulaşana kadar demokrasiye bağlıyız. *Hem laik, hem Müslüman olunmaz. Ya Müslüman olacaksın, ya laik. Mümkün değil, ikisi bir arada olamaz. *1.5 milyarlık İslam alemi, Müslüman milletimizin ayağa kalkmasını sabırsızlıkla bekliyor. Kalkacağız, bu ayaklanma başlayacak.. Işıkları göründü, *Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir lafı koskoca bir yalan, Egemenlik kayıtsız şartsız Allah’ındır. *Bir tutturmuşlar laiklik elden gidiyor diye, millet isterse tabii ki gidecek be. *Sonra nedir bu laiklik Allah aşkına?.. Bu ne menem şey *Biz hazmettire hazmettire geliyoruz. Allah’ın izniyle!.. Bu çalışmalarımız senaryoyu değiştirme çalışmalarıdır. Biz onun için geliyoruz. Biz Kemalist düzenin koruyucusu olamayız, bu mümkün değil. *Cumhuriyetmiş, Laiklikmiş, bunlar karın doyurmaz. *Sana mı kaldı türban konusunda karar vermek, bu ulemanın işidir. Ulema ne diyorsa o olur. (Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne) *Efendi sen kim oluyorsun, buna mecelle (şeriat hukuku) karar verir! (Danıştay’ın türban kararı konusunda). *Biz hukuka aykırı bir şey yapmıyoruz. Mecelle’de (şeriat hukuku) böyle bir kaide var. (Cumhurbaşkanı tarafından onaylanmayan yüzlerce atamanın vekaletlerle yürütülmesi konusunda). *Türkiye’yi pazarlıyorum. Bizim için verilecek para önemlidir. Herşeyi pazarlar satarız, parayı veren düdüğü çalar. *Yahu, bu millet yatıp kalkıp size mi çalışacak. (Erzurum’da çiftçilere sesleniyor) *Ulan terbiyesizlik yapma! Artistlik yapma ulan! Hadi ananı da al git burdan” (Mersin’de bir vatandaşa) *Burası (kafasını göstererek) basmıyor. Hayatında iki koyun gütmediği için bunu kavrayamıyor. (YÖK eski Başkanı Prof. Dr. Erdoğan Teziç’e) *Sanki maçta gibi bağırıp çağırıyorlar, Türkiye laiktir, laik kalacak) diye, bunlar hoş şeyler değil. (AKP Genel Kongresinde) *Kes ulan sesini *Otur ulan oturduğun yerde, her şeye burnunu sokma

Tecavüz odasına kapatılan kim?

Ağustos ayında Fethiye’den gelen bir haber tüyler ürperticiydi. Nişanlısından ayrılmak isteyen genç bir kadının evliliğe tecavüz yoluyla ikna edilmesi haberiydi bu. Genç kadının nişanlısından ayrılmasına karşı çıkan ailesi, fikrini değiştiremedikleri kızlarına tecavüz edilmesi için diğer aile ile birlikte plan yapmış, tecavüz edileceği ev ve oda hazırlanmış ve tecavüz fiilinin tamamlanması beklenmiştir. Genç kadın, büyük bir şans eseri odadan kaçarak evden kurtulmuş ve olay bu şekilde açığa çıkmıştır.

 

Üzerine cümle kurulması son derece zor bir olay olduğunu da gözönünde tutarak, insanın anne ve babasının kendi tecavüzünü planlaması, bunun üzerinden bir evlilik kurgulaması ve burjuva aile kurumunun geldiği nokta üzerinde bu yazı vasıtasıyla düşünmeye çalışacağız.

 

Aile denilen ve sözde kadınların en korunaklı ve güvenlik içinde olduğu iddia edilen ‘kurum’da tecavüz planı yapılması, üstelik bu planın yeni bir aile kurmak amacıyla düzenlenmesi, bu işin en düşünülmesi gereken tarafı. Günümüz burjuva ailesi, zaten, kadının erkeğe bağımlılığı ve ‘köleleştirilmesi’ üzerine kurulmuştur. Bu olguyla paralel biçimde, tecavüze uğrayan kadının tecavüzcüsüyle evlendirilmesi olgusunun ne kadar yaygın ve olağan olduğunu açıkça görüyoruz. Planlı bile yapılsa, tecavüze uğrayan kadın cezalandırılacak, kendisine bu iğrenç fiili gerçekleştiren adamla bir ömür yaşamaya mahkum bırakılacaktır. Böyle evliliklere zorunlu bırakılan genç kadınların sayısından söz etmeye bile gerek yok belki. Bu genç kadın şans eseri kurtulmasaydı, birkaç hafta içinde ‘gelin edilecekti’.

 

Genç kadının ailesinin, bu planın tam da ortasında olduğunu anlıyoruz, gazete haberinden. Kendi kızlarının hayatını tecavüz ile gerçekleştirilecek bir evlilik ile belirlemeyi bir anne baba nasıl düşünebilir diye soracak olursak, cevabı, sadece bu anne babanın sefilliği, kötü ebeveynler olması diye verebilir miyiz? Tecavüzü bir evlilik sebebi yapan, bu anne baba mıdır tek başına?

 

Bu topraklarda tecavüz, kadınların çokça yaşadığı, ancak kayıtlara, mahkeme dosyalarına son derece az yansıyan bir şiddet biçimi. Kapalı kapılar ardında, evlerde, köylerde, şehirlerde kadınlar, çoğunlukla tanıdıkları erkeklerin tecavüzüne uğruyor, “eğer şanslıysalar”, bu adamlarla evleniyor ve canlarını kurtarıyorlar. Tecavüze uğrayan kadını koruyan kollayan, onun ruhen ve fiziken sağlığını toparlamaya çalışan, tecavüz sanıklarını cezalandıran bir ne bir anlayış ne de –“kadın ve ailenin korunması”nın bakanlıklaştırılmasına karşın– bir kurumlaşma söz konusu. Tecavüze uğrayan kadını cezalandıran ve şikayetçi olduğuna bin pişman eden bir yargı sistemi var. Fethiye Davası’ndaki beraat kararına tekrar bakabiliriz.

 

Neoliberal AKP, her adımında, bu ülkeyi kadınlar için yaşanması çok zor bir hale getirmiş, kadının ‘görevler’ini (‘çocuk doğurmak’ başta olmak üzere) sürekli hatırlatmış, zaten kadınlar aleyhine olan eşitsizlik ilişkisini daha da arttırmıştır.

 

 

TECAVÜZ OLAĞANLAŞIYOR

 

Kadına yönelik şiddet, kadın cinayetleri ve tecavüz inanılmaz bir hızla artmakta, kadınlara şiddetle dolu bir hayat reva görülmektedir. Ama AKP hükümeti bir yandan yasal düzenlemeler yapmakta, kadına yönelik şiddetle mücadele ettiği izlenimi vermekte, öte yandan ise şiddeti körükleyecek her şeyi yapmaktadır. Esasen toplumdaki kadının yeri ve rolü keskin sınırlarla netleştirilmekte, erkeğin kadından üstün olduğu vurgulanmakta, kadına aile sınırları içinde bir hayat biçilmektedir. Kadın Bakanlığı’nın adının Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı olarak değiştirilmesinde kendini gösterdiği gibi, kadını aileden ayrı ve bağımsız görmeyen, bunu da, bütün topluma bu şekilde benimsetmeye çalışan bir hükümet var karşımızda.

 

AKP, kadını aile içine sıkıştırarak kişiliksizleştirmekte, hayatlarını bir çıkmaz içine sokmaktadır. AKP’nin çizdiği sınırlar içinde yaşadığı sürece kadınların ‘hakları’ olduğu düşüncesidir, yerleştirilmeye çalışılan. Bu sınırın da, ailenin dar, feodal ve gerici kalıbına göre çizildiğini söylemek abartı olmaz. AKP, gerici bütün değer yargılarını körüklemekte ve kadını, aile içinde kıpırdayamayacağı bir sarmala hapsetmektedir.

 

Bu kapsam ve sınırda çizilen bir hayatta kadının payına daha çok şiddet ve eşitsizlik düşmektedir. Bu duruma bütün bir toplum alıştırılmakta ve eşitsizlik normalleştirilmek istenmektedir. Kadına yönelik şiddetin tam da böylesi bir iklimle gelişebileceği ise gayet anlaşılırdır. Son ‘tecavüz odası’ olayı, tecavüzün olağanlaştırılmasında gelinen aşamayı işaret etmektedir. Bir aile tarafından kadına yönelik şiddetin en ağır hali, bir kadının evliliğe ikna edilmesi için kullanılmış, buradan mutlu bir ‘yuva’ kurulabileceği tahayyülü yapılmıştır.

 

Genç kadının ailesinin yaşadığı şey çok açıktır. Kaç ay nişanlı olan kızlarının evlenmekten vazgeçmesi, kendilerine ‘ahlaki’ açıdan ‘kabul edilebilir’ gelmemektedir, ‘ele güne ne diyeceklerdir’, kızlarının ‘namus’udur söz konusu olan. Hem kendilerinin hem de kızlarının geleceğini düşünmüşler, belki de erkeğin ve ailesinin ısrarlarına ‘boyun eğmek’ zorunda kalmışlardır.

 

Yine kadının yerine başkaları düşünmüş taşınmış, karar vermiş ve bu kararı da uygulamaktan çekinmemiştir. Bir kadının bütün hayatında onarılmaz bir travmaya neden olacak, vücut bütünlüğüne yönelik en ciddi saldırı, ‘evlilik birliğini’ gerçekleştirmenin aracı olarak düşünülebilmiştir.

 

AKP zihniyetinin ve gerici değer yargılarının getirdiği son nokta budur. İşin özeti şudur ki; “Kutsal evlilik birliği için her şey mubahtır, tecavüz ise her kadının başına gelebilecek sıradan bir olaydır”! Bu ülkede, insanlar, tecavüz davalarında neler yaşandığını, N.Ç.’nin tecavüzcülerinin nasıl sokaklarda gezdiğini, kadınların kılık kıyafetlerine göre tecavüzü hak ettiklerinin iddia edilebildiğini, tecavüze uğrayan kadınların seslerini çıkaramayacaklarını, kadınların gidecekleri, başvuracakları, kendilerini koruyacak yerleri olmadığını, tecavüze uğrayan kadının suçlanacağı ve tecavüz edenin nerdeyse bir kahraman gibi dolaşacağını çok iyi biliyorlar. Hukukun, devletin olağanlaştırdığı tecavüzü, vatandaşın kullanmaya başlaması çok gelmemeli belki de.

 

Tehlike çanlarıdır çalan ve dikkat çekmek zorunludur. Kadına yönelik şiddet nasıl olağan hale geldiyse, evlilik içinde ve dışında her kadının şiddet görmesi ve şiddet dolu yaşamlarını sürdürmek zorunda kalması nasıl ‘normal’ ve neredeyse her evde yaşanan bir şeyse, kadınların sokak ortasında öldürülmeleri, eski kocaların tehditleri nasıl normal ve sıradan haberler haline geldiyse; tecavüz de bu duruma gelmektedir. Kadınların tecavüze uğraması normalleşmeye başlıyor; bilmediğimiz, duymadığımız nice olayla birlikte, kadınların bir de buna alışması ve sesini çıkarmadan yaşaması isteniyor.

 

 

TECAVÜZCÜYLE EVLENDİRİLME ZORLAMASI

 

Fethiye’deki bu genç kadın aslında çok sık yaşanan bir şeye zorlanmak istendi: Tecavüzcüsüyse evlendirilme. Bu ülkede bunun –yakın zamana kadar yasallığı da olan– “meşru” sayılan bir karşılığı var. Her ne kadar TCK’dan bu düzenleme kaldırılmış olsa da, zihinlerden kaldırılmış mıdır? Bu topraklar, tecavüzcüsü ile evlendirilen genç kadınlar, genç hayatlarla doludur. Şimdi ailelerin eliyle sağlanan bir örnek duruyor karşımızda: Tecavüzcü ile evlenmek şart olduğuna göre, tecavüz etmek fikri ya da cesareti olmayan erkeğe, bu konuda olanakların sağlanması akla gelmiş ve belki de son derece sıradan ve olağan bir iş yapılırmış gibi planlanmıştır. Türk Ceza Kanunu’nda daha düne kadar var olan tecavüzcü ile evlendirilme baskı ve zorlamasının, yasalardan çıkarılarak kaldırılabilir bir şey olmadığı, bu olayla nasıl da somut görülüyor. Toplumun yazılı olmayan yasalarında tüm canlılığıyla bu kurallar devam ediyor. Toplumsal dokuda bunun devamı için her şey sağlanıyor. Kürtaj yasağı tartışmalarında, tecavüz sonucu yaşanan hamileliklerde bile kürtaja gerek olmadığını, bu çocuklara devletin bakacağını Sağlık Bakanı söylememiş miydi?!

 

 

BİR TEK BU AİLE MİDİR TECAVÜZ ODASI KURAN?

 

Ailelerin nasıl kurulduğunun ve burjuva ailenin ne menem bir şey olduğunun somut göstergesidir “tecavüz odası”. Bir anne ve baba kızları için tecavüz odası hazırlamış ve bu yolla aile kurmasını sağlamak istemiştir. AKP’nin “kutsal aile”si için sözün bittiği noktadayız. “En az üç çocuk”la birlikte sürekli vurgusu yapılan, İslami referanslarla kutsallaştırılan ailenin temeli tecavüzdür artık. AKP hükümet olduğundan bu yana aile üzerinde çok durdu. Dini bütün, muhafazakar, gelenek ve göreneklerine bağlı, ahlaki değerleri güçlü, namus kavramının ardında kız çocuklara ve genç kadınlara nefes bile aldırmayan aileler tanımladılar sürekli. Flörtün fahişelik olduğunu düşünen ve bunu açıkça bu biçimde ifade eden AKP Hükümeti’nin yetkili ve sözcülerinin propaganda ettikleri “yüksek ahlaklı aile”nin” aslında tecavüz aileleri olduğu açık. Kadına yönelik şiddetin, özel olarak tecavüz ve boşanmaların son on yıldır yükseliş halindeki trendi ve tüy diken sonuncusuyla birlikte olaylar da ortada, mahkeme kararları da, rakamlar da. Aile içindeki genç kadının kapı dışarı çıkmasına izin vermeyen, ikinci dört yıllık dilimde kızların okuldan koparılmasını yasalaştırarak onu eğitim ve iş gibi olanaklardan uzaklaştıran, yabancı bir erkekle aynı havayı bile teneffüs etmesine tahammülü olmayan “AKP’nin kutsal ailesi”, kızları için tecavüz odası hazırlamakta tereddüt etmemiştir. Fethiye’deki bu ailenin rezilliği, bu sebeplerle, sadece kendi rezillikleri değildir. Tecavüz odası açıkça kurulmasa da, 14-15 yaşından genç kızlar istekleri dışında babaları yaşındaki adamlarla evlendirilmekte, kadınlar ‘koca’ diye yüzlerini bile görmedikleri adamlara verilmekte, kadınların çoğunluğu istemedikleri evliliklerini sürdürmek durumunda bırakılmakta ve bu kadınlar her gün kocalarının tecavüzüne uğramaktadırlar. Şimdi kim AKP’nin “ahlaklı” “kutsal ailesi”ni savunabilecektir? Belki de en bilindik söyleyişle “takke düşmüş kel görünmüştür”!

 

“AKP zihniyetinin ürünüdür tecavüz odası” başlığı ile verilen bu olayın haberi, AKP’nin kadınlara reva gördüğü hayat ve muamelenin ürünü ve yansımasıdır. Bu hükümet varken hiçbir kadın emniyette değildir. Bu hükümet kadınlar için tehlikeli bir hükümettir ve “kadına yönelik şiddetle mücadele ediyorum” yalanları ardında kadına yönelik şiddetin her türlü biçiminin rahatlıkla süreceği bütün zemini hazırlamaktadır.

 

Yine Fethiye’ye dönersek, tecavüzden şans eseri kurtulan bu genç kadın yaşamını bundan sonra nasıl sürdürecek? Annesi ve babası cezaevinde olan genç kadın, abisinin evine yerleşmiş. Aileden Sorumlu Devlet Bakanlığı Fethiye İlçe Müdürü, abisinin yanına yerleşmeyi kendisinin istediğini ve kurumdan koruma talep etmediğini belirtmiş. Bu arada kendisinin psikolojisinin iyi olduğunu belirttiği ve psikolojik yardım talebi olmadığı da eklenmiş. Özetle kadın, bir başına, köyünde yaşamaya devam etmektedir. Devlet yapacağını yapmış, bir kenara çekilmiştir. Küçük bir köyde, anne babasını, nişanlısının ailesini “hapse attıran”(!) bir kadın olarak, kendisini nasıl bir yaşam beklemektedir? Kendisine sahip çıkacak bir kurum ve devlet olmadan nereye kadar ve nasıl dayanacak ve hepsinden önemlisi, kendisine yeni bir hayat kurabilecek midir?

 

Tecavüzden kurtulmayı başaran genç kadın, yaşamını, tecavüz planı ve girişiminin izleri ve etkilerinden kurtarabilecek midir? Ne yazık ki çok mümkün görünmüyor. Bu nedenle, kadına yönelik şiddete karşı mücadele olağanüstü bir önem taşıyor bu ülkede.

 

Ülkemizde kadına yönelik şiddetle mücadelenin büyük şehirlere ve dar ve aydın bir kadın kitlesinin eylem ve hareketine sıkışmış olduğu gerçeği ise, kendi görev ve sorumluluklarımızı hatırlatıyor. Kadına yönelik şiddete karşı mücadele, sadece sığınma evi talepli, dar ve sınırları belirli bir mücadele olmaktan çıkarılmalıdır artık. Bu, demokrasi mücadelesinin çok önemli bir bileşenidir.

 

Kadına yönelik şiddete karşı mücadele, işçi, emekçi, çalışan, çalışmayan, köyde, kentte, kasabada her kadının mücadelesi haline getirilmelidir. Tecavüz, taciz, cinayetler, şiddet kadınların yaşamını cehenneme çevirirken, büyükşehirlerde sınırlı sayıdaki kadınla yapılan basın açıklamalarının bu soruna merhem olmayacağı açıktır. Önümüzde bütün kadınları birleştirmemiz gereken devasa bir sorun durmaktadır. ‘Tacize, tecavüze son’ demenin ötesinde, somut taleplerle örülmüş, kadınları kamusal koruma şemsiyesi altına alacak mekanizma talep etmek durumundayız. Kadına yönelik şiddetin giderek artmasına neden olan AKP uygulamalarına son verilmesi, gerçek bir zihniyet dönüşümünün sağlanması, kadınların şiddete, tacize, tecavüze uğraması durumunda yeniden yaşama dönebilmelerini sağlayacak her türlü olanağın sağlanması (eğitim, iş olanakları, barınacak yer, psikolojik destek), toplamda sözünü ettiğimiz kamusal koruma önemli bir mücadele konusudur.

 

Bu talepler üzerinden sürekli, ısrarlı ve inatçı bir çalışma yürütmek yükümlülüğü karşımızda durmaktadır. Böylesi bir bakış açısı ve mücadele perspektifi etrafında kadın örgütleri, sendikalar, siyasi partilerden bütün kadınları birleşmesinin zeminlerini yaratmak bir diğer ihtiyaç. Bugün kadın hareketi toplamda bunu başaramadığı sürece, sınırlı sayıda, elit, yukarıdan, kurtarılmış kadınların toplamından oluşmaktan kurtulamayacaktır. İhtiyaç olan, gerçekten kitlesel bir kadın hareketidir. Söz konusu olan hepimizin hayat hakkıdır. Fethiye’deki tecavüz odası, sadece o genç kadın için hazırlanmış olsa da, bütün kadınların kapatılmak istendiği yer orasıdır.

 

 

 

 

Olimpiyatlar: Kimin oyunları?

Savaşları saymazsak modern dönemin en büyük medya ve pazarlama organizasyonu olan Olimpiyatlar, “Reagan Olimpiyatları” olarak da anılan 1984 Los Angeles’tan (mutlaka daha öncesi de var, ancak 84’ten itibaren muhalefet sistematikleşti) bu yana uğradığı her kentte kendi mağdurlarını ve muhaliflerini yaratmayı başardı. 2010 Vancouver Kış Olimpiyatları ve henüz geride bıraktığımız 2012 Londra Yaz Olimpiyatları da bundan azade değiller. Küresel ekonomik krizin gölgesinde emekçilerini kemer sıkma politikalarıyla terbiye eden İngiltere’nin, oyunları düzenlemek için halkın rızasını aldığında bütçe, 2.4 milyar Sterlindi. 2007 yılında bu rakam 9.3 milyar Sterline yükseldi. 2012 Mart’ında, Avam Kamarası, bütçenin 11 milyar sterlin olarak revize edildiğini açıkladı. Bunların resmi rakam olduğunu ve Sky Sports, Daily Mail gibi medya organlarında oyunların 24 milyar sterlini geçkin bir maliyetinin öne sürüldüğünü hatırlatırsak, 2 haftalık Olimpiyat sirkinin, emekçilerine kemer sıkma politikalarını reva gören bir ülke için hayli lüks kaçtığını daha güçlü bir şekilde iddia edebiliriz.

Tasarruf politikalarının üstüne binen Olimpiyat vergileri, Doğu Londra’da vahşi bir kentsel dönüşüm, Oyunlar süresince emekçilere dayatılan fazla mesailer (bazı işkollarında mücadeleyle mesai ücretleri kazanıldı), Oyunların güvenliğini sağlama adı altında Londra’nın militarizasyonu ve pek çok farklı kesimin sponsorlara yönelik memnuniyetsizliği, “gittiği her yerde karşıtını yaratan” Olimpiyatların Londra macerasına yöneltilmiş başlıca itiraz noktalarıydı. Aralarında sendika, siyasi parti ve derneklerin bulunduğu onlarca örgütün muhalefeti, “kimin oyunları, kimin şehri?” sloganı etrafında cisimleşti. Senelerdir bu kesimlerin pek çok eleştirisi gündeme taşındı, ancak Oyunları belki de en güçlü şekilde teşhir eden, meşhur graffiti sanatçısı, Banksy oldu. Gerilla sanatını Londra sokaklarında konuşturan Banksy’nin, cirit yerine füze atan atleti, Büyük Britanya bayrağını dokuyan çocuk işçisi ve sırıkla demir tellerden atlayan sporcusu, Olimpiyatları ve o çok tantanası yapılan “Olimpiyat Ruhu”nu en iyi şekilde özetledi.

Evet, Uluslararası Olimpiyat Komitesi (IOC) diktası altındaki Olimpiyatlar, Banksy’nin resmettiği gibi, sporcuların yarıştıkları ülkeler adına ulusal gurur ürettikleri, Olimpiyatlarla mağdur ve terbiye edilen emekçilerin bu ulusal gururla köreltildikleri, sermayenin kendisi adına pek kârlı çıktığı 2 haftalık bir sirkten çok da fazlası değil. Olimpiyatlar, her zaman için, düzenlendikleri dönemin egemen politikasını yansıtırlar ve 1984 Los Angeles’tan bu yana bunun adı neoliberalizmdir. Oyunlara bu gücü veren belli bir sınıfın kontrolünde olmasıdır ve bunu açıklayabilmek için 19.yüzyıla kadar dönmek gerekir.

 

COUBERTİN’İN YANILGISI

Modern Olimpiyatların babası sayılan Pierre de Coubertin, 1863-1937 yılları arasında yaşamış Fransız bir pedagog. Coubertin, içinde bulunduğu dönem yaşanan alt üst oluşların (o farkında değildi, ama bunun adı sınıf savaşı ve eşitsiz kapitalist gelişme idi) toplum üzerinde korkunç bir tahribat yaratacağını tespit etmişti. Coubertin, bu çöküşe karşı, ‘Kaslı Hıristiyanlar’ felsefesinin kurucuları Canon Kingsley ve Thomas Arnold’un düşüncelerinin ve Antik Yunan ideallerinin yeniden canlandırılmasını öne sürüyordu. Coubertin’in hayaline göre, Avrupalılar, spor yoluyla, toplumda giderek yayılan alt üst oluşun yarattığı ahlaki çöküntüden kurtulacak ve sağlam karakterli bireyler olarak şekillenecekti. Fransız pedagog, toplumda yaşanan alt üst oluşun sınıfsal temelinden habersiz olduğu için, projesinin onun arzuladığı sonuçları vermesi imkansızdı. Nitekim, Coubertin’in Olimpiyat Projesi, onun endişe ettiği yıkımın bizzat yürütücüsü olan Avrupa burjuvazisinin elinde şekillendi. İlk modern Olimpiyat olarak kayıt altına alınan 1896 Atina, George Averoff’un himayesinde gerçekleştirildi. 1900 Paris, 1904 St.Louis ve 1908 Londra Olimpiyatlarının Dünya Fuarı organizasyonlarıyla aynı dönem ve kentlerde gerçekleştirilmesi bir tesadüf değildi. Oyunlar, 1928’den itibaren de Coca Cola gibi küresel kapitalizmin en büyük markalarının sponsorluğunda düzenlenmeye başlandı. Coubertin’in kapitalizmin tahribatına karşı öne sürdüğü proje bir ölü doğumdu ve daha ilk anından itibaren kapitalizmin kuvvetli bir aracı olarak işlev gördü. Kesin bir sınıfsal karakteri temsil ediyordu: burjuvaydı.

 

İŞÇİ OLİMPİYATLARI VE SOĞUK SAVAŞ’TA OLİMPİYATLAR

İşçi sınıfının politik olarak bugünkünden çok daha kuvvetli olduğu bir dönemde burjuvazinin himayesindeki olimpiyatların rekabetle karşılaşmaması düşünülemezdi. Henüz 20. yüzyılın başında, işçi sınıfı ve onun politik örgütleri spor organizasyonlarının sınıfsal karakterinin farkındaydı ve onlara karşı kendi kitlesel organizasyonlarını örgütleyebilecek güçteydi.

Sovyet Devrimi ve 1. Dünya Savaşı’ndan sonra 8 saat çalışma hakkının Avrupa’nın birçok ülkesinde yaygınlaşmasıyla işçi sınıfının spor yapma oranı büyük bir artış gösterdi. Bu dönemde, Sovyetlerde RSI (Kızıl Spor Enternasyonali), Avrupa’da ise SWSI (Sosyalist İşçilerin Spor Enternasyonali) kuruldu.

1930’lara gelindiğinde, SWSI’nın 1.5 milyon, RSI’nın 3.5 milyonun üzerinde üyesi vardı.

İki savaş arasındaki dönemde, işçi olimpiyatları düzenli olarak organize edilmeye başlandı. 1925’te Frankfurt, 1931’de Viyana, 1937’de Antwerp’te ve “gayrı resmi” olarak da 1921, 1927 ve 1934’te Prag’da Çekoslovakya’nın ev sahipliğinde on binlerce amatör işçi sporcunun katılımıyla Oyunlar düzenlendi. İşçi olimpiyatlarına katılım muazzam düzeydeydi. Örneğin 1931 Viyana Olimpiyatları’na 26 ülkeden 1000 işçi atlet katıldı, açılış seremonisini Sosyalist Viyana Konseyi’nin inşa ettiği stadyumda 100 bin kişi, futbol finalini ise 65 bin kişi izledi. Bu rakamlar, 1932’de Los Angeles’da düzenlenen Yaz Olimpiyatları ile hemen hemen aynıdır.

1936’da İspanya’daki genel seçimlerden zaferle çıkan antifaşist seçim koalisyonu Halk Cephesi (Frente Popular), Nazi Almanya’sında düzenlenen olimpiyatlara katılmayı reddetti ve Barcelona’da Halk Olimpiyatları (Olimpiada Popular) adıyla alternatif bir olimpiyat düzenlemeyi kararlaştırdı. Çoğunlukla sendikaların, SWSI’nın sporcu işçi örgütlerinin ve sosyalist, komünist partilerin olanaklarıyla 22 ülkeden 6000 işçi atlet, 5. İşçi Olimpiyatları olarak da anılan Barcelona’daki Halk Olimpiyatlarına katılacaktı. Fakat turnuvanın başlamasına sayılı günler kala İspanya’da iç savaş başladı ve Oyunlar hiç düzenlenemedi.

1936 Berlin Olimpiyatlarıysa, Adolf Hitler’in ve faşizmin içe ve dışa yönelik muazzam bir propaganda aracı olarak yürütüldü. Ve bu tarihten itibaren, işçi sınıfı, Olimpiyatların sınıfsal karakterini tehdit edemez hale geldi. Zaten 1940 ve 1944 Olimpiyatları savaş sebebiyle düzenlenmedi. Savaşta büyük fedakarlıklar gösteren Sovyetler Birliği de, 1952 Helsinki itibariyle, IOC’nin olimpiyatlarına katılmaya başladı. “İşçi Olimpiyatları” fikri ve pratiği sona erdi. Olimpiyatlar, Soğuk Savaş’ın taraflarının güçlerini tarttığı bir ideolojik yarış alanına döndü. “Savaş”ın sosyalist tarafı bu yarışa dahil olsa da, IOC, her zaman için kapitalist dünyanın egemenliğinde oldu. Sözün özü, 1948 ila 1984 arası dönemde, Olimpiyatlar, yine dönemin egemen politikasını yansıtarak, Soğuk Savaş’ın taraflarının (sporcularından çok ideolojilerinin) yarıştığı bir platform olarak işlev gördü. Revizyonizmin çöküşü yaklaşır ve tüm dünyada neoliberal politikalar yükselişe geçerken, buna uygun olarak, 1984 Los Angeles Olimpiyatları, yalnızca sponsorlar ve özel sermaye tarafından finanse edilen ilk Oyunlar oldu. Bu, genelde sporun, özelde Olimpiyatların tamamen ve müthiş bir hızla ticarileşmesini simgeleyen ilk hamleydi. Kapitalizmin bu yeni ve daha vahşi evresinde, ona uygun politikaları spor alanında hayata geçirmek üzere, Juan Antonio Samaranch, 1980-2001 arası süren başkanlığında, Oyunlara bugünkü şeklini verdi.

AMATÖRİZM VE OLİMPİYATLAR

Olimpiyatlar bugün milyarder “süperstar” atletlerle, üniversite öğrencisi amatör atletlerin bir arada yarışabildiği bir arena. Ancak günümüzde olimpik bir spor dalı yaygınlaştığı ve ticarileştiği ölçüde amatörlüğün izlerine rastlamak da imkansız hale geliyor. Pek çokları için, Olimpiyatlarda amatör ruh, neoliberal evre diye tanımladığımız ’80 sonrası dönemden itibaren kayboldu. Peki, gerçekten böyle mi? Bu sorunun cevabını vermeden önce, Olimpiyatların romantize ederek kendisiyle özdeşleştirdiği, ancak bir yandan da imkansız kıldığı amatörizmin, sporun bir endüstri haline dönüştüğü kapitalist dünyada ne anlama geldiğini sorgulayalım.

Her şeyden önce “amatörlük”, karşılığında ücret almadan harcanacak boş vakti zorunlu kılar. Bu özelliğiyle, anında sınıfsal bir niteliğe bürünür ve emekçi sınıflar için erişilmesi zor hale gelir. Üst sınıflar, sporu keyiflerince değerlendirecekleri bir boş zaman aktivitesi olarak kurgular ve bunun karşılığında para kazanılmasını küçümserler. Emekçi sınıflarınsa, sponsorlar, burslar vb. tarafından desteklenmedikçe, böyle bir şansı yoktur ve zaten burjuvazi kitleselleşen sporları birer endüstri haline dönüştürdükçe, bu imkansızlaşır. Dolayısıyla kapitalist dünyada sistem içinde kalmayı savunarak, amatörizmin yüceltilmesi, sporu ancak ayrıcalıklı sınıfa has bir aktiviteye indirgemek anlamına gelir. Bunu bir kenara not ederek, devam edelim. Olimpiyatlar, hiçbir zaman, kendi iddia ettiği şekilde “amatör” olmamıştır.

Antik olimpiyatlarda dahi sporcuların ne kadar amatör olduğu tartışmalıdır. Antik dönemin atletleri de, tıpkı bugün olduğu gibi, başarıları karşısında cömertçe mükafatlandırılıyor, vergilerden muaf tutuluyor ve şöhret elde ediyordu. Üstelik bir şehrin temsilcisi olarak görülüyor ve bu sebepten başarılı olabilmesi için tüm gününü idmana harcaması gerekiyordu. Tıpkı, bugünün profesyonel sporcuları gibi.

Sporda metalaşma, 2. Dünya Savaşı sonrası dönemde hızlanmış, 1980 sonrası neoliberal dönemde de tavan yapmıştır. Ancak Olimpiyatlarda amatörizmin, özellikle 1950’ler itibariyle, zaten anakronik bir terim olduğunu vurgulamakta fayda var. 70’lere doğru, televizyon gibi kitlesel medya araçlarının yaygınlaşması ve organize sporların endüstriyelleşmesi, sporların küresel çapta hızla metalaşmasını getirdi. Ünlü markalar, organizasyonları ve sporcuları domine etmeye başladı. 1972 Olimpiyatlarında Nike, ABD’li atlet Steve Prefontaine’e sponsorluğuyla, yeni koşu ayakkabılarını tanıttı. Bu ve bunun gibi hamleler, amatörizmin kalıntılarını iyiden iyiye temizledi. Zaten dünyada neoliberalizmin hakim ideolojik güç haline gelmesiyle de, Olimpiyatların, Soğuk Savaş’ın taraflarının bilek güreşi olma özelliği sonlandı. Artık çift kutupluluğun sona erdiği, daha vahşi bir kapitalizm formunun küresel çapta örgütlendiği yeni bir dönemde, olimpik arenada da yeni bir devre adım atılıyordu.

NEOLİBERALİZM DÖNEMİNDE OYUNLAR

Bu devirde oyun tamamen neoliberalizmin kurallarına göre oynanıyor. Sadece Olimpiyatlar değil, bütün mega spor organizasyonları (Dünya Kupası, Kış Olimpiyatları vb.) kapitalizme eşsiz bir yol arkadaşlığı yapıyor. Oyunlar, her şeyden önce, kapitalizmin bir örgütlenme aracı olmuş durumda. Özenle endüstrileştirilmiş sporlar, muazzam kitleselliklerini kullanarak, dünyanın en ücra köşelerine nüfuz ediyor ve kapitalizme içkin değerlerin propagandasını yapıyor. Bir diğer deyişle, kapitalizmi ve onun uygulamalarını meşrulaştırıyor.

Örneğin 1980’lerden bu yana küresel çapta bir kentsel dönüşüm furyasına tanıklık ediyoruz. Geçmişin büyük sanayi kentleri, endüstri alanlarını emeğin daha ucuz olduğu bölgelere transfer ediyor ve kendilerini hizmet yoğun, finans kentlerine dönüştürüyor. Bu dönüşüm sırasında, kaçınılmaz olarak, geçmişte kentin merkezinde kalan emekçi mahallelerine el koyma, alt sınıfları buralardan sürerek, değerli arazileri egemen sınıfa sunma süreci yaşanıyor. Çoğu zaman şiddetin devreye girdiği bu zorla yerinden etme ve el koyma sürecini meşru kılacak, bu sürecin katalizörü olacak dış faktörlere, propaganda malzemelerine ihtiyaç vardır. İşte Olimpiyatların ve diğer mega spor organizasyonlarının, 1984’ten bu yana uğradıkları neredeyse her kentte, bu sürecin önemli bir aktörü haline gelmesi tesadüf değildir. COHRE’nin (Barınma Hakkı ve Zorunlu Tahliyeler Merkezi) raporlarına göre, 1988 Seul Olimpiyatları’ndan beri, olimpiyat, dünya kupası gibi mega spor organizasyonlarına ev sahipliği yapan kentlerde, yaklaşık 3.5 milyon kent yoksulu evsiz bırakıldı ya da yerinden edildi. Seul, Pekin, Vancouver, Güney Afrika’da Johannesburg, Cape Town ve Durban, Londra bu süreçler hayli şiddetli ve sancılı geçti ve şimdi de 2016 Olimpiyatlarını düzenleyecek olan Rio de Janeiro benzer bir gelişmenin adayı. Güney Afrika örneğinde olduğu gibi, kent yoksullarının üzerinde, “Bütün dünyanın gözü üzerimizde olacak. Sizin kentin ortasındaki perişan ve yoksul haliniz yüzünden dünyaya rezil olamayız” söylemi üzerinden baskılar oluşturuldu. Cape Town, apartheid döneminden beter görüntülere sahne oldu. Yaşadıkları mahallelerden zorla sürgün edilen binlerce insan, demir tellerle çevrili “toplama kampları”nda yaşamaya zorlandı. Kuşkusuz halkın üzerinde “Dünya Kupası düzenleyeceğiz. Dünyanın geri kalanına rezil olmamalıyız” baskısı oluşturulmasa, böylesi insanlık dışı bir muameleyi Güney Afrika’nın geri kalan kesimine kabul ettirmek mümkün olamazdı.

Bu, Olimpiyatların başını çektiği mega spor organizasyonlarının kapitalizmle olan ittifakının çarpıcı bir örneği. Ve üst üste dünya kupası ve olimpiyatlara ev sahipliği yapacak olan Rio de Janeiro da, bu süreci acılı bir şekilde yaşamaya şimdiden başlayarak, “ittifak”a yeni örnekler sunuyor.

Elbette Olimpiyatların ve diğer mega spor organizasyonlarının kapitalizmin bir güçlendiricisi, yayıcısı ve meşruiyet sağlayıcısı olma özelliği bunlarla sınırlı değil. Spor, bugün, egemen sınıfın çıkarlarının ve değerlerinin yeniden üretilmesi ve yaygınlaştırılmasında önemli bir araç olarak kullanılıyor. Bu değerlerin arasında, piyasacılık, milliyetçilik ve cinsiyetçilik başı çekiyor. Bunda, endüstriyel sporların en tepesindeki lokomotif kurum olarak IOC ve Olimpiyatlar da kendi üzerine düşen rolü gerçekleştiriyor.

MİLİTARİZASYON ARACI

1972 Münih Olimpiyatlarında Kara Eylül üyesi Filistinli militanların İsrailli atletleri kaçırması ve 11 kişinin ölmesi olaylarının ardından, “güvenlik”, Olimpiyatlar için her zaman önemli bir endişe olmuştur. Ancak 11 Eylül sonrasının gözetim toplumunda, bu tip endişelerin, her türlü muhalefete baskı uygulamanın ve gündelik hayatı zapturapt altına almanın bir bahanesi haline geldiğini de biliyoruz. Bu “trend”, dünya çapında güvenlik sektörünün tavan yapmasına sebebiyet verdi. Olimpiyatlar, bugün bu sektörün de en iyi oyuncaklarını görücüye çıkardığı bir nevi fuar işlevi görüyor. 20 bine yakın silahlı güvenlik personelinin görev yaptığı 2012 Londra, 2. Dünya Savaşı’ndan sonra, Londra kentinin gördüğü en büyük askeri hareketliliğe neden oldu. Oyunlar süresince, bir uçak gemisi, Thames nehrinde aportta bekledi. Karadan havaya füze sistemleri gökyüzünü kontrol etti. İnsansız hava araçları stadyum semalarında gezdi, silahlı FBI ajanları kentte fink attı.

Ancak bunlardan daha önemli “güvenlik” hamlelerini, Stephen Graham, Guardian’da şöyle anlatıyor: “Londra Olimpiyat Oyunları’nda 2006 yasası devreye sokuldu. Bu yasaya göre özel güvenlik güçlerinin ‘İşgal et’ tipi eylemlere müdahalesi yasallaştı.

Bunların yanı sıra, Londra, gözetim toplumunun en yeni araç gereçleriyle donatıldı. Zaten mahalleleri soylulaştırma tehdidi altında olan Doğu Londralı emekçiler, evlerinin tepesinden sarkan füze sistemlerinden şikayet ediyor ve “Asıl sorun, bunlar bir kez buralara yerleştirildi mi bir daha gitmez” diyordu. Ne kadar haklı! Atina 2004 sırasında kente yerleştirilen 300 milyon dolarlık süper-panoptikon kapalı devre televizyon ve bilgi sistemleri, Olimpiyatların bıraktığı mali enkazın da pay sahibi olduğu ekonomik kriz sırasında, pek çok kez ayaklanan Yunan halkına karşı, güvenlik güçlerinin en güvenilir silahlarından biri oldu. Yine Rio de Janeiro’da, bugünlerde, vahşi kentsel dönüşüm ve yerinden etme süreçlerini arka arkaya yaşayan Brezilyalı emekçilere karşı da, polise bağlı “Pasifizasyon ekipleri” oluşturuldu. Bu ekipler, Dünya Kupası ve Olimpiyatlar sebebiyle kentsel dönüşüme tabi tutulacak favela mahallelerini “pasifize etmek”le görevli. Bu birliklerin, daha uzun süre, Brezilya burjuvazisine hizmet edeceğine emin olabiliriz!

IOC DİKTASI

Graham’in Olimpiyatlar için güzel bir tanımı var: “Kuruluş ideallerinin çok uzağında olan günümüz olimpiyatları, hızla büyüyen eşitsizlik, tekellerin genişleyen gücü, güvenlik sistemi komplekslerinin yükselişi ve çok daha otoriter bir yönetme tarzına doğru geçişi bünyesinde somutlaştırıyor.

Kuşkusuz Olimpiyatların ve diğer mega spor organizasyonlarının hakim sınıfın çıkarlarını, küresel çapta trendlerini yansıtma konusunda bu denli başarılı olmasının bir açıklaması var. Bu da, son derece anti demokratik ve güçlü bir kurum olan IOC’nin mutlak hakimiyeti, denetlenemez oluşu ve diğer tüm kurumlardan bağımsızlığı. Sistem içerisinde (Türkiye’de TOKİ’ye benzer şekilde) sorgulanamaz bir egemenliği olan IOC, dış müdahaleyle, ülkelerin yasalarını değiştirebilecek güçte. Örneğin yukarıda bahsettiğimiz “Londra Olimpiyat Oyunları 2006 Yasası”, bizzat IOC’nin, “Yoksa olimpiyat düzenleyemezsiniz” tehdidiyle Britanya parlamentosuna çıkarttığı; Olimpiyata dair her şeyi (marka, ürünler, arsa kullanımı, ulaşım, kamusal alan) IOC’nin çıkarlarına göre koruma altına alan bir hukuki dayatmadır. Bu dayatmalardan biri de, meşhur 51. maddedir ki, buna göre, “Olimpiyat alanının bütün bölümlerinde gösteri ya da politik, dini, etnik propaganda yasaktır.” IOC’nin bunları yapacak gücü vardır. Hükümetlerse, yalnızca IOC ve Olimpiyat sponsorlarının kâr ettiği bu sirki (Olimpiyatlardan kâr etmiş bir ülke yok. Olimpiyatlar döneminde turizm gelirleri bile düşmektedir), hem “Olimpiyat” markasını kullanarak prestijini arttırma, hem de zaten o mevzubahis Olimpiyat sponsorlarının kontrolünde oldukları için kabullenmektedir.

Kısacası, bugün Olimpiyatlar, kadim sponsorları olan McDonald’s, Coca-Cola, BP, Rio Tinto, Dow Chemical vb.’nin kuklası konumunda olan, ancak diğer güçlerce kesinlikle sorgulanamayan bir IOC’nin, yani 3-5 kişinin elinde, bu kesimlerin Olimpiyat markasını kullanarak, kendi çıkarlarını tüm dünyaya dayatmalarının kârlı ve prestijli bir aracından başka bir şey değildir. Olimpiyatlar, en başından bu yana burjuvazinin hakimiyetindeki oyunlardır, ancak son 30 yılda neoliberalizmin yükselişine paralel olarak, daha dayatmacı, anti-demokratik ve piyasacı hale gelmiştir. Toplumda radikal değişimler olmadıkça, Olimpiyatları eriştiği bu halk düşmanı karakterden kurtarmak da mümkün olamaz.

Dünya’da ve Ortadoğu’da keskinleşen çelişkiler; savaş, barış ve mücadele

Bölgede ve dünyadaki gelişmelerle birlikte düşünülüp değerlendirildiğinde, görüleceği gibi işçi ve emekçilerin, ezilen ve sömürülen halkların hızla çatışmalara ve savaşa sürüklendiği, emperyalist paylaşım ve pazar kavgalarının bölgeler ve ülkeler düzeyinde devam ettiği bir sürecin içinde bulunuyoruz.

Türkiye ve Ortadoğu başta olmak üzere dünyanın birçok bölgesinde savaşlar, çatışmalar devam ediyor. Kapitalizmin merkezlerinde yükselen tepkiler ve patlamalar, krizin yükünün sırtına yıkılmak isteten işçi emekçi ve halklar tarafından kolayca kabul edilmeyeceğinin görülmesi şiddeti daha da artırıyor. Artan işgal hazırlıkları, iç savaş provaları, bölgesel savaş planlarıyla birlikte, burjuvazi, dünya işçi ve emekçilerine gözdağı verecek katliamlar sergiliyor. Kapitalist sömürünün devamı için, işçi ve emekçilerin, halkların kanını dökmekte zerre kadar tereddüt göstermeyen burjuva diktatörlüklerde her gün oluk oluk kan akıtılıyor. Güney Afrika’da Apartehid yönetimindeki yılları hatırlatan madenci katliamı bunu bir kez daha gösterdi. Kölelik koşullarına direnen işçilere karşı gösterilen vahşi tutum kapitalizmin yüzünü gösteriyor. 34 işçinin kurşuna dizilmesi sadece Afrika ile sınırlı bir fotoğraf ve sonucu değil, burjuva diktatörlüğünün dünyadaki yüzüne işaret ediyor. Dünyanın hemen her bölgesinde iş, ekmek ve özgürlük için mücadele edenlere karşı süren kitlesel katliamlar yaşanıyor. Savaş ve silahlanma atbaşı gidiyor. Krizden çıkamayan kapitalizmin, kar, yeni pazar ve emperyalist hegemonya kavgası halklara rahat bir nefes aldırmıyor.

Ortadoğu’da da mevcutlarla yetinilmiyor. Yeni üsler kuruluyor, yapılan tatbikatlarda yeni silahlar deneniyor, kara, deniz ve hava savaşları için süren hazırlıklar kıyasıya harcamalar ve yeni bütçe ayarlamaları yapılıyor. Akdeniz’de suların giderek ısındığı, emperyalist güçlerin gövde gösterisine girdikleri, birbirlerine dış gıcırdattıkları ve bununla sınırlı kalmayacağı görülen gelişmeler var. Rusya, Çin, İran mevcut durumu sürdürmek, ABD, İngiltere ve Fransa’nın başını çektiği blok ise, Türkiye’nin “yeni dönemin müttefiki ve taşeronu” olarak görev almasıyla birlikte, bir bölümü yıkılsa da yeniden dayanak haline getireceğini düşündüğü işbirlikçileriyle Ortadoğu’da yeni alanlar açmak üzere hazırlık içinde bulunuyorlar.

 

SAVAŞLARIN DİNMEDİĞİ ORTADOĞU’DA YENİDEN SAVAŞ TAMTAMLARI ÇALIYOR

Ortadoğu bölgesi, emperyalistlerin planı ve desteğiyle on yıllarca süren Arap-İsrail savaşlarından, Filistin’e yönelik savaş ve şiddetten, Lübnan-Beyrut savaş ve iç savaşından, Irak’ın İşgali, İran’a yönelik ambargo ve sıkıştırma operasyonlarından sonra yeniden başka düzeyde devam eden ve tüm Arap ülkelerini etkisi altına alan bir savaş ortamına sürüklenmiş bulunuyor. Son bir buçuk yıl içinde hemen tüm Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkelerinde ayaklanmalar, protesto gösterileri, iç savaşlar ve emperyalist müdahaleler oldu. Halkların diktatörlüklere yönelen öfkesi, şimdilik emperyalist güçler ve onların “yenilikçi”, “adalet ve özgürlük” tayfalarınca etkisiz hale getirilmiş ya da yedeklenmiş olsa da, dinmeyen gelişmeler değişik düzeylerde devam ediyor. İsrail’in Filistin halkına yönelik saldırıları bitmiyor. ABD, NATO ve BM’nin işgalinin devam ettiği Afganistan’da ölümler devam ediyor. İran hedefte. Irak birçok gelişmeye gebe. Suudi Arabistan da dâhil olmak üzere, işbirlikçi Arap yönetimleri yerlerinde rahat oturamıyorlar. Bu ülkelerde her gün yeni bir gelişme, protesto, mezhep kavgaları ve emekçilerin arayışları yaşanıyor.

Türkiye burjuvazisi bu gelişmelerin seyri içinde “komşularla sıfır sorun” söylemli ve bu yönde bir kaç hamle yaptığı politikasından dolayı, tüm bölge ülkeleriyle ve bölge halklarıyla sorunlu ve giderek savaşa sürüklenen bir hale geldi. Bir yandan kendi hegemonik hesapları, diğer yanda emperyalist planlarda taşeronluk görevini üstlenen AKP Hükümeti, Türkiye halklarını her geçen gün daha çok tehlike ile karşı karşıya bırakmaktadır.

“Her tarafta savaş” politikası uygulayan AKP Hükümeti, içeride ve dışarıda uygulanan politikalarla emperyalistlerin takdirini aldıkça, yeni düşmanlara kazanmaya, Ortadoğu, Akdeniz, Balkanlar ve Kafkaslarda yalnızlaşmaya devam ederken, Türkiye Ortadoğu’da tam gaz savaşa doğru ilerleyen bir ülke profili çiziyor. Tüm komşularıyla sorunlu bir ülke durumuna gelen Türkiye’de, cumhuriyet tarihi boyunca komşu devletler ve komşu halklarla bu kadar sorunlu ve düşmanlaşmış bir yönetim olmadı. Suriye, Irak, İran sorun yaşana ülkelerin başında geliyor. Kürtler yaşadıkları her parçada Türkiye yönetimini birinci sorun olarak görüyorlar. Ermenistan ile sorunlar sürüyor. Türkiye’nin Suriye ile farklı düzeylerde cereyan eden bir savaşın içinde olduğunu söylemek abartı değil. Suriye’ye yönelik tüm savaş ve yeni yönetim planlarının merkezi karargâhı haline gelen Türkiye bir savaş üssü haline geldi. 70 bin mültecinin sınırına yığıldığı, 100 bin olması beklenen ve BM statüsü kazanmak isteyen, “Tampon Bölge” hesapları peşinde koşan Türkiye yönetiminin, bunun sorunları daha çok artıran bir gelişme olacağını bilmemesi düşünülemez. Bunlar ancak çırpınışı ve batışı hızlandıran gelişmeler olabilir.

Suriye-Türkiye savaşına dönüşmesi an meselesi olan gelişmelerin başkaca boyut kazanacağı, Kürt sorunundan, Alevi meselesine kadar birçok patlama ögesinin savaşan güçlerin etkisi altına gireceği ya da gelişmeleri kendi hesaplarınca “savaş düzleminde” değerlendirmek isteyeceğini söylemek kehanet olmasa gerek.

Türkiye-Suriye sınırının bu yakasında oluşturulan kamplarda on binlerce Suriyeli savaşın içeri ve dışarı taşınan mobil unsurları durumuna geldi. Türkiye sınırı El Kaide mensupları, CIA ve uluslararası istihbarat örgütlerinin cirit attığı, çetelerin kol gezdiği bir ateş hattı durumunda. Bölgenin diğer ülkeleriyle de değişik düzeylerde sorunlar yaşayan Türkiye yönetimi, içeride ise başta Kürt sorunu olmak üzere birçok “düşman” sahibi. İşçi ve emekçilerin, emek, barış ve demokrasi güçlerinin bu gelişmelerin seyri içinde kendi cephelerinin kazanımı için mücadeleyi yükseltmeleri kadar anlaşılır bir durum olamaz. Savaş aşığı AKP Hükümeti, silahlı Kürt hareketinin eylemleri, giderek yönetim talep eden düzeye gelen, yer yer “alan hâkimiyeti” sağlayan Kürt hareketi, Alevi sorunu, işçi ve emekçilerin muhalefeti olmak üzere birçok sorunla karşı karşıya bulunuyor.

 

AKP HÜKÜMETİ HEMEN TÜM POLİTİKALARINDA DUVARA TOSLUYOR

ABD’nin çıkarlarına endekslenmiş Ortadoğu politikasında nemalanacağını dahası bu ortamdan ziyadesiyle pay ve nüfuz sahibi olacağını düşünen, halk düşmanı, gerici ve ırkçı Türkiye yönetimi, bu politikasıyla, aynı zamanda Neo-Osmanlıcı emellerinden başarı sağlayacağını düşünmektedir. Emperyalizmin BOP kapsamında hedeflenen “Yeni Ortadoğu” haritasında ve pazar paylaşımında rol ve misyon sahibi olduğu iddialarını “büyük devlet olmak” gibi argümanlarla ifade eden Türkiye yönetimi, Türkiye halklarını tedirgin etmekle kalmamış, bölgedeki tüm halkların şimşeklerini üzerine çekmiş, bir avuç ABD ve emperyalizm işbirlikçisi yönetimlere, gerici provokatör ve taşeron örgütlere mahkûm olmuştur. Hamlelerinde sürekli boşa düşen ve giderek güç ve irtifa kaybeden bir Türkiye yönetimi söz konusu. Ve Suriye politikasında da çamura saplanmış çırpınma alametleri göstermeye başlamıştır. Son bir yıl içindeki hemen tüm girişim ve hamlelerinde boşa düşmüş bir dış politika ve diploması yürütmüş Türkiye yönetimi, giderek bölge halklarınca güvenilmez bir ülke yönetimi haline gelmiştir. Buradan hareketle, Suriye yönetiminin düşürülmesi ve oluşacak yeni yönetim üzerinden bir nebze olsun nefes almak, güç ve itibar edinme hesabının da oldukça sorunlu bir yol olduğu; gelişmelerin her geçen gün daha fazla sayıda ögenin AKP aleyhine işlediğini göstermektedir.

Zira Türkiye Suriye’deki gelişmelerin ve bugün yaşanan savaşın baş sorumlularından birisi olarak bataklığa saplanmış bulunuyor. ABD’nin bile kendi iç sorunları, yılsonunda yapılacak seçimler ve başkaca dengeleri gözeterek, Afganistan’da, Irak’ta yaşadığı çıkmazı düşünerek “temkinli” olduğu, Rusya, Çin, İran gibi faktörlerin yok sayılamayacak, dahası mevcut durumunu bile zora sokacak gelişmelere neden olabileceğini düşündüğü, “tedbirli” yaklaştığı Suriye’ye yönelik dış müdahale konusunda, Türkiye yönetimi “cihat” edasıyla tam bir seferberlik içinde bulunuyor. Şam yönetimini devirmek için tıpkı ABD’nin Irak işgali döneminde Saddam için kullandığı argümanları kullanan, Beşar Esad yönetiminin gaddar, zalim, insan hak ve özgürlüklerini tanımayan ve devrilmesi gereken bir yönetim olduğunu söyleyen ve bunun gerçekleşmesi için askeri yöntemlerle desteklenen her türlü yol ve yöntemi kullanan AKP hükümeti, Suriye hava sahasını ihlal ettiği gerekçesiyle düşürülen askeri uçağı konusunda da boşa düşmüş oldu. Dahası rezil rüsva oldu! Türkiye ilk günlerde yaptığı açıklamaları ve tehditleri bir bir yutmuş ve sesini kesip oturmuştur. Hem iç kamuoyu hem uluslar arası kamuoyu nezdinde inandırıcılığını ve güvenini yitiren Türkiye yönetimi, şimdilerde bu durumun mevzuu edilmesinden bile hoşlanmamaktadır.

Türkiye yönetiminin Irak içişlerine yaptığı müdahale, Irak’ta Türkiye ve başka ülkeler adına çeşitli tertipler içinde olduğu ve saldırılar düzenlediği iddiasıyla hakkında tutuklama kararı çıkarılan ve kırmızı bültenle aranan Eski Irak Başbakan Yardımcısı El Haşimi’nin iki yıldan bu yana Türkiye’de misafir ediliyor olması, son olarak tüm diplomatik teamüller aşılarak ve Irak yönetimi atlanarak, Kürdistan Federal Yönetimi üzerinden Kerkük’e yapılan ziyaret Türkiye hükümeti ile Irak hükümeti arasındaki ipleri de hepten germiş, kopma noktasına getirmiştir. Bu gelişmenin, aynı zamanda yıllardır muhatap alınmayan, küçümsenen ve hakaretler savrulan Kürt liderlerin yönetiminde bulunduğu Kürdistan üzerinden yapılması Türkiye hükümetinin başka bir paradoksuna işaret ediyor. İran, Irak, Suriye yönetimlerinin Türkiye’ye karşı kendi içinde oluşturdukları refleksin giderek güç kazandığı ve Rusya, Çin gibi ülkelerin ilgi ve koruma kapsamındaki bu bölgede gelişmelerin yeni birçok olasılık barındırdığı da görülmektedir.

 

TÜRKİYE HALKLARI, 1 EYLÜL BARIŞ GÜNÜ VE MÜCADELE BİRLİĞİ

Birçok yanıyla değerlendirildiği gibi, Türkiye bu yıl 1 Eylül Dünya Barış Günü’ne oldukça karmaşık koşullar içinde, dahası “içeride ve dışarıda savaş koşulları” diyebileceğimiz bir ortamda giriyor. Başbakan Hitler ve Musolini’yi anımsatan tutum ve nutuklarıyla dikkat çekerken, kabinedeki bir çok bakan askeri yönetim dönemleri ya da faşizmin hüküm sürdüğü ülkelerdeki bakan ve politikacılar profili çiziyor. Hizbi-kontra da denilen “domuz bağcı” Hizbullah çetesini çıkardığı yasayla salıveren, Sivas katliamı sanıklarını zaman aşımı ile ödüllendirerek mahkeme kararını “hayırlı olsun” diyerek karşılayan Başbakan, MHP başta olmak üzere tüm faşist, gerici ve şoven politik çevrelerle güçlü bir cephe örme çabasında. Önceki yıllarda MHP ile farklı bir kulvarda yer aldığını belirtmek, MHP’nin milliyetçi ve ırkçı argümanlar, hatta kan üzerinden politika yaptığını ve morg önlerinde beklediğini söyleyen, Anayasa referandumu döneminde kedi köpek gibi hırlaşanlar, şimdi can ciğer kuzu sarması, Başbakan ile MHP arasından su sızmıyor! Bir dönem taktığı maske ile dolaşan, Kürt sorunundan, Alevi sorununa, Romen haklarından başkaca birçok alana ilişkin “açılım” politikaları açıklayan AKP’nin, başta İçişleri Bakanı olmak üzere birçok yönetici ve milletvekili, MHP’yi oldukça rahatlatan ve onların bir kez daha memnuniyetle “biz muhalefette olsak da fikirlerimiz iktidarda” diyebileceği koşullar yaşanıyor. MHP artık “hükümet ortağı” haline gelmişken, AKP ise tüm maskelerini fırlatıp atmış bulunuyor. Irkçı, faşist ve gerici tüm politik partiler, şahsiyetler ve partileri de bünyesinde toplamayı hedefleyen AKP hükümeti, “Türk-İslam” merkezli ve açıkça bu kesimin hegemonyasını sağlayacak bir çalışma içinde bulunuyor.

Bu politika, sadece içeride değil, Ortadoğu’da, “İslam Dünyası”nda da buna uyumlu bir şekilleniş içinde örülüyor. AKP Hükümeti İçeride Türk-İslam, Dışarıda Sünni-İslam üzerinden “Yeni Bir süreç” başlatmış durumda. ABD politikalarıyla da uyumlu bu taşeronluk görevinde inisiyatifi ele alarak ilerlemek istemektedir. Başbakanın Suriye’ye yönelik savaş politikasında sıkça Beşar Esad’ın Alevi olduğunu belirtmesi, “Nusayri” olarak telaffuz etmesi ve Esad’ı “Esed” olarak küçümseyerek ve hakaretamiz biçimde dile getirmesi, hatta CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu’nu da aynı mezhepte olmakla ve aynı politikalarda buluşmakla itham etmesi bu politik hesaplardan bağımsız düşünülemez. Yine Suriye’ye yönelik savaş ve işgal planlarına, emperyalist saldırganlığa ve AKP taşeronluğuna karşı tutum alan sınıf partisi de dahil olmak üzere tüm ilerici, devrimci-demokrat, savaş karşıtı güçleri ve Kürt hareketini Baasçı olarak itham ederek gözden düşürmeye çalışması, medyanın bu alanda özel bir yayın içinde olması da buradan bağımsız düşünülemez. Diğer tarafta Sünni gruplardan El Kaide’den Talibana, İhvan’dan Suudi yönetimine kadar tüm dinci çevreleri sevgi ve saygıyla anması iyi ilişkiler geliştirmek için büyük mesai harcamasının altında yatan esas nedeni de başka bir çok faktörle birlikte burada aramak gerekiyor. Hamas, Hizbullah gibi örgütlerle ilişkilerindeki esas nedeni de Sünni-İslam endeksli, GOP kapsamlı ve Neo-Osmanlıcı hesaplardan bağımsız düşünmek mümkün değil.

Başbakan Erdoğan, herhangi bir ülkenin Başbakanı gibi konuşan, sorunları ele alan bir başbakan profili çizmekten öte, kılıcını çekmiş, sefere çıkmış ve yedi düvele karşı savaşan bir cengâver, bir mücahit portresi çiziyor. Bu politikaların sonucu olarak her gün ülkenin başka bir bölgesinde yaşanan devlet şiddetli bir gelişmeyle yüz yüze kalınıyor. TSK, Polis, MİT her gün yeni bir gelişmeye imza atıyor. Roboski katliamını gerçekleştiren TSK mensupları ve emir verenler hakkında bir soruşturma açılmaması da Hükümetin katliamlar da dâhil olmak üzere her şeyi göze alan politikaları kararlıca uygulayacağını gösteriyor. Operasyon, çatışma, ölüm, patlama haberleri dinmiyor. Kan ve gözyaşının, ırkçı ve şoven propagandanın, militarist gösterilerin eksilmediği bir dönemin içine girdik. İçişleri Bakanının Hakkâri’ye yaptığı ziyarette görüldüğü gibi provokatif girişim ve açıklamalar birbirini izliyor. Kan ve şiddet ırkçı ve şoven propaganda linç girişimleri dinmiyor. Bir gün Ayazağa’da işçilere, başka bir gün Malatya’da Alevilere, diğer bir gün Dalyan’da Kürtlerin çalıştırdığı işyerine yönelik saldırılar oluyor. Hastanede, yolda, parkta Kürtçe konuştuğu için dövülen, şarkı söylediğinden dolayı katledilenler oluyor. İşçi ve emekçileri bölen ve parçalayan, farklı dil, kimlik ve inançlardan halklarımızı farklılıklarından dolayı birbirine karşı kışkırtan politikaların artış gösterdiği bir tablo var. Barışa, diyaloğa, özgürlüklerin kazanılmasına halkların kardeşliğine yönelik çaba ve mücadeleler saldırının hedefi oluyor. Egemen sınıflar bir yandan ulusal kimlikleri, inanç farklılıklarını, kültürel zenginliği yok sayarak “tekçiliği” dayatırken, diğer tarafta, farklılıkları düşmanlaştırmanın, bölmenin ve halklarımızı birbirine karşı kışkırtmanın politikalarını geliştiriyor.

KÜRT SORUNU, İÇ SAVAŞ MALZEMESİ OLARAK KULLANILMAK İSTENİYOR

Devletin Kürt sorununu şiddetle “çözüm”de ısrarının yarattığı çatışmalar, ölümler kan ve şiddet devam ediyor; on binlerce insanın ölümü, yaşam ve üretim alanlarının tahribi ve Şemdinli’de yaşandığı gibi insansızlaştırılması yine gündemde. Askeri harcamalar, faturası halka ödetilen savaş devam ediyor. Asker cenazeleri ile PKK savaşçılarının ölü sayıları yarıştırılıyor. Daha çok operasyon, sınır ötesi bombalama, daha fazla sayıda PKK’linin öldürülmüş olması, ya da rakamların yüksek gösterilmesi asker ölümlerindeki acıyı ve gerilimi rahatlatmanın vesilesi sayılıyor. Her gün tabutlara sarılan, gözyaşına boğulmuş anneler, babalar, eşler tablosu var. İnsanım diyen herkesi derinden sarsan görüntüler karşısında “çözüm” önermek, bir tek kişinin bile yaralanmasını engelleyecek barış girişimleri başlatmak yerine, Şemdinli yolunda karşılaşan HPG mensupları ile siyasetçilerin tokalaşması, sarılması, barışı tahayyül etmeleri, dağdan ovaya inişi sağlayacak günleri hayal etmeleri bile saldırı ve savaş nedeni haline getiriliyor.

Ne yazık ki henüz bu kötü gidişatı, halkların eşit, özgür ve kardeşçe yaşayacağı barışçı bir çözüme evriltecek güçlü bir işçi, emekçi ve halk tutumu yaratılamadı. PKK’nin sürdürdüğü silahlı mücadeleyi yeni bir boyut kazandırdığını açıklaması, buna paralel yaşanan “cephe savaşı” türü gelişmeler, silahlı Kürt hareketinin “alan tutma” taktiği ve bunun yarattığı savaş atmosferinin ölümleri arttırması, politikacıların, kamu görevlileri ve işadamlarının, PKK tarafından alınması/salıverilmesi önümüzdeki dönem bu alandaki gelişmenin yönünü gösteriyor. Antep’te yaşanan ve 9 kişinin ölümüne onlarca kişinin yaralanmasına neden olan bombalı saldırı benzeri kontra eylemlerin artması, Alevilere yönelik ayrımcı, baskı ve linç girişimleri, polis terörüyle birlikte giderek artan ve “halk hassasiyeti” olarak olağan sayılan ırkçı faşist gösteri ve kalkışmalar, diğer tarafta Suriye’ye yönelik savaş hazırlıkları, Suriye sınırına yapılan yığınak ve savaş hazırlığı, işçilere ve emekçilere yönelik saldırılar ve daha bir çok olumsuz görüntü ve gelişme, Türkiye’nin bugünü ve geleceği bakımından hiç de iç açıcı bir fotoğraf sunmuyor.

 

“İÇERİDE VE DIŞARIDA SAVAŞ” POLİTİKASINA KARŞI, BARIŞ, ÇÖZÜM VE MÜCADELE

Önemli bir bölümü can güvenliği ve yaşam kaygısından kaynaklı olmakla birlikte, Suriye’den Türkiye’ye sığınan, ancak AKP hükümetince teşvik edilen mülteci akını başkaca birçok sorunun da habercisi oldu. Suriyeli Mülteci Kampları on binlerce Suriyelinin toplandığı alanlar oldu. Bazı kampların CIA ve başkaca istihbarat örgütleri ve onların emrindeki “Özgür Suriye Ordusu” denilen gerici faşist güruhun cephane ve eğitim üssüne dönüşmüş olması, başta Hatay halkı olmak üzere, sınır boylarında yerleşik tüm halklarımızı tedirgin eden bir boyut kazanmış bulunuyor. Bu kamplardan biri olan, Apaydın Kampı CHP milletvekillerinin bile giremediği durumda. İncirlik Üssü’ne, Kürecik Üssü’ne giremeyen CHP milletvekilleri son olarak Hatay’daki bir mülteci kampına da sokulmadılar. CHP’li Hurşit Güneş ve Süleyman Çelebi, kampın önünde basın açıklaması yaparak geri döndüler. Ancak Hurşit Güneş’in bu durumu, Suriye’ye yönelik savaşın sorumlusu olan ABD ve emperyalistleri işaret etmek, AKP taşeronluğuna dikkat çekmek, o kampa girmek için halktan ve kamuoyundan destek istemek, halkı bu yönlü aydınlatmak yerine, “Burası Kandil mi” diyerek, defalarca operasyon düzenlenmiş, on bin askerle sefere çıkılmış, CHP’nin de destek verdiği “sınır ötesi tezkere” ile sürekli bombalanan Kandil ile kıyaslaması anlaşılır ve kabul edilir bir durum değil. Güneş, bir kez daha Kürt sorunundaki ırkçı ve şoven söylemi tekrarlamıştır. Savaş karşıtı tepkileri ve gelişmeleri doğru bir yerden değerlendirerek, başta Kürt sorunu olmak üzere, içeride ve dışarıda barışı savunması gerekirken, Kürt sorununda süregelen savaş politikalarını savunanların, Suriye’ye yönelik politikalarındaki tutumları hiç de inandırıcı değil.

 

SURİYE-TÜRKİYE SAVAŞINA GİDİLEN SÜREÇ VE TÜRKİYE’Yİ BEKLEYEN OLANAK VE TEHLİKELER

AKP Hükümetinin şiddet ve savaş politikalarının tüm halklarımızda büyük bir endişe yarattığı, AKP’ye destek vermiş büyük bir kesim içinde de bu politikanın destek bulmadığını gösteren birçok veri bulunuyor. Özellikle Hatay’da yaşananlar sadece Arap Aleviler için de değil, Türk, Sünni, Hıristiyan, Kürt her dilden ve inançtan halklar içinde tedirginlik yarattığını gösteriyor. Mülteci kamplarında kalmayan, şehir merkezinde tutulan evlerde kalan, adeta JİTEM elemanlarının bir dönem Kürt Bölgesinde gösterdiği pervasızlıkla hareket eden El Kaide mensuplarına, silahlı dolaşan kişi ve gruplara karşı endişe içinde olan Hatay halkının da can ve mal güvenliğini sağlamak için yeni arayışlara girdiğinin, bireysel olarak silahlandığının gösterdiği gelişme, Suriye’ye yönelik savaş planının aynı zamanda ülke içinde de çatışma ve savaşa gebe olduğunu göstermektedir. Hatay’daki halk tepkisinin, özelikle Arap Alevileri içinde giderek Esad hayranlığına ve desteğine dönüştüğünü gösteren birçok veri bulunuyor. Daha önce olmadığı kadar, Hatay’ın statüsünü sorgulayan, Arapların hak yoksunluklarını dile getiren, “kopuş” duygu ve fikrini gündemleştiren gelişmelerin yaşandığı da atlanmamalıdır. Dün Esad’a eleştirel yaklaşanların bir kısmında da “bu gün Esad’ı tartışmanın sırası değil, emperyalizme ve savaşa karşı, AKP politikalarına karşı, medyanın kışkırtma ve savaş tacirliğine karşı ortak tutum alalım ve bu belayı savalım” yaklaşımı daha öne çıkmış bulunuyor. İslamî kesim içinde de şimdilik daha entelektüel kesimlerle sınırlı olsa da, Suriye’ye yönelik savaşa karşı tutum geliştirme eğilimi içinde bulunan büyük bir potansiyelin varlığı gözlemleniyor. AKP hükümetinin bu pervasız gidişine, savaşa ve şiddete endekslenmiş planlarına karşı, tüm halkların artan tedirginliğinin güçlü bir savaş karşıtlığına ve AKP’yi durdurmaya yönelik mücadeleye dönüşmesi için daha aktif bir tutuma ihtiyaç var.

Gelişmelerin vahameti ve yaratacağı sonuçlar konusunda daha güçlü bir aydınlatmaya, şiddete, halkların birbirlerine karşı silahlanmalarına ve savaşa karşı güçlü bir işçi, emekçi ve halk muhalefetinin örülmesine duyulan ihtiyaç daha yakıcı hale gelmiştir. Suriye’ye yönelik savaş planlarının hükümetin dilediği gibi seyrettiği ve ilerlediği de söylenemez. Diğer yandan Kürt sorununda da hükümetin tüm projeleri iflas etmiş, Kürt Bölgesi’ndeki gelişmelerin giderek AKP karşıtlığını büyütürken, eşitlik, özgürlük ve statü kazanma mücadelesinde mesafe alacağını gösteren çok sayıda belirti vardır.

Ancak Kürt sorununun bir Türkiye sorunu olarak anlatılması ve kavranmasında, işçi ve emekçiler cephesindeki bilgilenme ve etkilenmenin esas olarak hükümet cephesinden ve yandaş medyadan yapıldığı düşünüldüğünde, sendikalar, işçiler, aydınlar, akademisyenler, sanatçılar başta olmak üzere, sınıf partisinin etkide bulunacağı tüm alanlarda daha etkili, açık ve net bir aydınlatmaya ve buradan ilerlemeye büyük bir gereksinim var.

Gaziantep’teki patlamada da görüleceği gibi provokatif eylemler, kör terör girişimleri, Hüseyin Aygün olayında yaşandığı gibi kaçırma/alıkoyma eylemlerinde ortaya çıkan tepkiler ve devletin bu durumu işbirlikçi çevrelerini de harekete geçirerek psikolojik savaş malzemesine dönüştürmesi çalışmalarını da boşa düşürecek, tüm halklara Kürt sorununun çözümü konusunda bir tutum öneren ve bunun etkili olması için bir çalışma planı işleten olmayı başarmak gerekiyor. Kürt sorununun inkârcı, faşist ve gerici uygulamalarda ısrar ederek, ezme ve bazı kırıntılarla “çözme” hesaplarını bozacak güçlü bir barış ve çözüm muhalefetine, mücadelesine duyulan ihtiyacı örgütlemek için içinde bulunduğumuz koşullar bir olanak olarak değerlendirilebilir. 1 Eylül vesilesi ile ortaya çıkan tutum üzerinden ilerlenerek güçlü bir halk cephesinin temelleri sağlamlaştırılabilir. BDP’nin kapatılması için başlatılan girişimler, Şemdinli’de HPG mensuplarıyla milletvekili ve siyasi parti temsilcilerinin karşılaşmasından sonra başlatılan kampanya ve milletvekillerinin dokunulmazlığının düşürülmesi hesaplarının boşa çıkarılması için daha çok çaba sarf edilmelidir. Yine Antep’te gerçekleştirilen patlama PKK ile ilişkilendirilmesi halinde bile karanlık bir tertiptir. Bu patlama savaşı ve şiddeti artırma, Suriye’ye yönelik savaş planlarında hükümetin elini güçlendirme, Kürt sorununu kriminalize etme, “terör”, “terörizm” sorunu olarak mahkûm etme ve Kürt halkının fiili kazanım ve hakların kazanılmasında yarattığı meşruiyet koşullarının yok etme hesaplarına güç vermektedir. Türk işçi ve emekçilerinin daha etkin bir tutum alması, emekçiler açısından bunun anlaşılır kılınması ve harekete geçmeleri için daha fazla beklenmemelidir.

Sunu ve İçindekiler 233

Özgürlük Dünyası Eylül 2012 Sayısı (233) Çıktı!

İÇİNDEKİLER


Dünyada ve Ortadoğu’da Keskinleşen Çelişkiler; Savaş, Barış Ve Mücadele

Ender İmrek

Olimpiyatlar: Kimin oyunları?
Mithat Fabian Sözmen

Tecavüz odasına kapatılan kim?
İlke Işık Sağdıç

İktidarın Güç Politikası ve Kitle Hareketinin Mevcut Durumu Üzerine
Yusuf Akdağ

Laiklik ve demokrasi-2
Kadir Yalçın

Bu Nasıl Marksizm Savunusu? – 1
Ali Yaşar

“Tanrı Parçacığı”ndan “Büyük Patlama”ya Fizikte Metafizik
Kenan Ateş

 

SUNU

Hükümetin “değişimci” muhafazakârlık; Amerikancı İslamcılık; Türkçü Osmanlıcılık’a dayalı olarak içeride ve dışarıda izlediği politika hızla duvara çarpma noktasına doğru yaklaşmaktadır. İçeride işçileri hareketlendirmeye başlayan sömürü ve baskının yoğunlaştırılmasının yanına, eğitimin muhafazakârlaştırılmasıyla birlikte sözde yenilenmesi adına kız öğrencilerin okullardan uzaklaştırılmasına, 66 aylık çocukların okula başlatılmasına, çok sayıda okulun da dönüştürülmesiyle imam hatiplerin yaygınlaştırılmasına ve iki yeni din dersinin daha müfredata iliştirilmesine varan, öğrencileri, velilerini ve öğretmenleri de hedef tahtasına koyan saldırganlık eklendiğinde, halka yöneltilmiş genel saldırı, karşı cephenin oluşup gelişmesini de teşvik ederek, tırmanmaktadır. Kürt savaşı ise, AKP ve hükümetinin sesini soluğunu kesen tam bir çıkmaz oluşturarak, çarpılmakta olan “duvar”ın ciddiyetini bir kez daha görünür kılmıştır. Şemdinli/Şemzinan’la ilgili açıklama bile yapılamamaktadır. Gündüz vakti ve sürekli olarak yol kontrolü yapılmakta olan ve kesintisiz muharebelere sahne olan bölge, “gerilla bölgesi” olmanın ötesine geçmiş durumdadır. İç gelişmeler AKP’nin dine olan ihtiyacını olağanüstü artırmaktadır.

Ama dışarısı ve izlediği dış politika bakımından da, AKP’nin hem ellerini açıp dua etmeye, hem de itaat tazelemeye ve örtülemeye, dolayısıyla dine olan ihtiyacı büyümektedir. İçeride Kürtlerin üstesinden gelemezken, Suriye’ye yönelik izlediği politika, Hükümetin başına bir de Suriye Kürt sorununu çıkarmıştır. Ama Suriye’de “çarşafa dolanılması” yalnızca Kürt sorunu dolayısıyla değildir. Sözde “ahlaki” nedenlerle ve “ilkesel” olarak ateş açtığı halkına zulmettiği için düşman ilan edilen ve en çok “iki-üç ay içinde devrileceği” iddia edilen Baas rejimi, “muhalif” denen ama hemen sadece AKP eliyle eğitilip silahlandırılarak beslenen ve kontracılarla birlikte sınırdan girip vurup geri dönen El Kaide, İhvan ve Selefi çeteleri püskürtüldükçe, besleme medya, daha üst perdeden “muhaliflerin kazandığı zaferler”den söz açıyor. Ancak hem Suriye içinden El Kaideci çetelerin hunharlık haberleri geliyor, hem “diken üstünde” olmakla kalmayan, sokaklarında, köy ve hastanelerinde çoktan kavga gürültü çıkmaya başlayan, besleme kamplarının açıldığı Hatay’dan. Ve Antep’ten gelen bombalama haberi de, El Kaide dahil herkes tarafından patlatılmış olabilecek, pimi bizzat hükümet tarafından çekilmiş bir bombayı işaret ediyor. Bu bomba, hükümetin savaş politikasının dolaysız bir ürünüdür.

Batılı emperyalistlerin arkasından iteklemesiyle, hoplaya zıplaya Osmanlı kafasıyla taşeronluğa soyunan, ancak “boynuzun kulağı geçtiğini” bir kez daha kanıtlayarak, hesap kitap yapmadan ve önünü arkasını düşünmeden “paldır küldür” yürüyüp gittiği içerikli eleştiriler alan –arkasından itenlerce de ortada bırakılan– hükümetin Suriye politikası çoktan duvara çarpmış, dört kişiden üçünün desteğini alamayan AKP hükümeti, şimdiden başını ellerinin arasına almış görüntüsüyle “Arpacı kumrusu”na dönmüştür. Davutoğlu, herhalde bugüne kadarki en beceriksiz Dışişleri Bakanıdır. Ama ötesinde, Rusya ve “sıra Türkiye’de” diyen İran tarafından açıkça uyarılan AKP hükümetinin bölgeye yönelik savaş politikası, kendi ayağına dolanmaya şimdiden başlamıştır. Şam’da devlet başkan yardımcısı, savunma bakanı gibi kalburüstü yöneticilerini havaya uçuran bombalama nedeniyle, Suriyelilerce “eylemin arkasında Türkiye var” suçlamasına muhatap olan Türkiye yöneticileri, şimdi kendileri, “her taşın altında arayıp bulma”ya endekslendikleri PKK’nin adını ansalar bile, “Antep bombasının ardında Suriye var” suçlamasını yöneltme noktasındadırlar. “Etme bulma dünyası”dır. Hükümetin izlediği dış politika meyvelerini vermektedir! Herhalde daha da verecektir!

İçeride Kürt savaşı, dışarıda Suriye’yle kapışma… Evet, Türkiye dışarıda da savaşa girmiş durumdadır ve bunun içeride de karşılığı olmaya başlamıştır. Ve dünya yeni bir durgunluk ve krize doğru gitmektedir ki, herhalde Türkiye’ye yansımaları olacaktır. Büyüme edebiyatı örneğin ve buradan palazlandırılanların doyurulmasının sınırına gelinmesi ve irili ufaklı direnişlerin yanında, Gerede ve Adana ayakkabı işçilerinin ardından, sendika değiştirmeye girişen metal işçileri ve en son Antep dokumacılarının şimdiden duyulmaya başlayan haykırışlarıyla enselerde hissedilen soluklarının “yıkıcı gücü”nün gündemin ta ortasına oturması herhalde şaşırtıcı olmayacaktır ki, zaten moral olarak tükenmiş olan AKP’nin cenaze namazına o zaman sıra gelecektir!

Haydi, 4+4+4 denen eğitimin gericileştirilmesine karşı mücadeleyle sağlam bir adım atmaya… Haydi içeride ve dışarıda savaşa karşı barışı savunmaya…


 

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑