Kürt sorunu çözüme kavuşturulmamış ulusal bir sorun olarak güncelliğini korumaya devam ediyor. Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana Türkiye’nin gündeminden düşmeyen bu sorun, egemenlerin sürdürdüğü inkarcı yaklaşımdan dolayı günümüzde daha da karmaşık hale gelmiş bulunuyor.
Kürtlerin ulusal varlığı kabul görmeden, bir halkın tam hak eşitliği sorunu olarak kabul edilmeden, gerçek çözüm yoluna girmesi mümkün olmayan Kürt sorunu, PKK’nin 1 Ekim’de açıkladığı ateşkes kararıyla birlikte, bir kez daha, Türkiye halklarından Türk egemen sınıflarına, bölge güçlerinden ABD ve AB’ye kadar bir çok çevrenin önemli gündemi haline gelmiş bulunuyor.
Bilindiği gibi, seksenli yılların ortalarında PKK’nin başlattığı silahlı direniş hareketi genişleyerek büyük bir boyut kazandı. ‘Terörist bir grubun eylemleri’ olarak gösterilmek istense de, gelişmeler hiç de öyle olmadığını, sorunun oldukça boyutlu olduğunu gösterdi. PKK’nin ve eylemlerinin ilgi bulmasının maddi temellerinin mevcut olduğu, Kürt halkınca ilgi ve destek gördüğü, geçen yıllar içinde daha çok açığa çıktı. Başta Kürt gençliği olmak üzere, kır ve şehrin yoksul halkı içinde destek bulan PKK, ilerleyen yıllarda bir ulusal direniş örgütü olarak önemli bir güç haline geldi. Kürt ulusal uyanışı ve ulusal hak talepli mücadele, önceki ulusal direnişler ve direnişi örgütleyen örgüt ve hareketlerle kıyaslanmayacak bir boyut kazandı.
Egemen güçler, giderek kitlesel bir düzey kazanan Kürt ulusal direnişi karşısında, geçmişte defalarca ortaya çıkan direnişleri bastırmak için kullandıkları yöntemleri kat be kat aşan bir hazırlıkla, savaşa giriştiler. İlerleyen yıllar içinde, TSK neredeyse tüm gücü ve olanaklarını ulusal direnişi bastırmak için seferber etti. Asker, polis, özel birlikler, korucular… her türlü yol ve yöntemin mubah sayıldığı bir seferberlik hali uygulandı ve bu yıllarca devam etti.
Cumhuriyet tarihi boyunca onlarca Kürt ulusal direniş ve isyanının yaşandığı ve bastırıldığı bilinmektedir. Geçmişte yaşanan başkaldırı hareketlerini bastırmak için uygulananlarla kıyaslanmayacak büyüklükte ve ‘incelikte’ yöntemler devreye sokulmasına rağmen, gelişen hareketle baş edilemedi. Birkaç bin silahlı direnişçiyle başlayan ve süren direniş, bölgenin kent ve kırında güç ve destek buldu. Giderek, ‘yardım ve yataklık’ arttı. Buna bağlı olarak baskı ve şiddetin kapsamı ve dozu da arttı. “Öyle yöntemler kullanacağız ki, ‘Ot bile bitmeyecek’” denerek başlatılan operasyonlar, kitlesel ölümlere, kıyım ve sürgünlere neden oluyor, ancak direnişi bitiremiyordu. Bölgede tüm savaş yöntemleri devreye sokuldu. Kimyasal gazlar kullanıldı. Ormanlar ateşe verildi, mezralar ve köyler boşaltıldı, yaygın bir tutuklama ve işkenceye girişildi, toplu katliamlar yaşandı, toplu mezarlar kazıldı. Dönemin Genelkurmay başkanı Doğan Güreş tarafından, ‘düşük yoğunluklu savaş’ olarak tarif edilen yıllar, eşine az rastlanır görüntülerin sahnelenmesine neden oldu. Egemenler yüz binlerle ifade edilen silahlı güçlerle bölgeyi kuşatmakla kalmadı, onlarca defa sınır ötesi operasyonlar gerçekleştirerek, şiddetin boyutunda sınır tanımadılar.
Ancak uyanış ve direnişin önü alınamadı, Kürt ulusal direnişi bastırılamadı. Cumhuriyetin ilk yıllarında başlayan yok sayma ve asimilasyona tabi tutma politikalarına karşı gelişen direnişleri ve daha sonraki yıllarda çeşitli bölgelerde, değişik örgütlerce başlatılan ulusal başkaldırı hareketlerini daha kolay bastırmış olan Türk egemen sınıfları, artık farklı bir durumla karşı karşıya kalmıştı. Daha modern ve daha güçlü bir ulusal kalkışmayla karşı karşıya kaldıkları açığa çıkmıştı. Tüm güçleriyle yüklendikleri bu seferki direnişi, her şeye rağmen süren ve büyüyen hareketi durduramadılar. Egemenlerin şiddeti arttıkça, köyler boşaltıldıkça direniş boyut kazandı, ‘serhildanlar’ başladı. Kürt halkı tarihinde yaşamadığı bir siyasal sürece girmiş oldu. Şehirler, kitlesel eylemlere, yasaklar hiçe sayılarak gerçekleşen protestolara sahne oldu. Çatışmalarla sınırlı olmayan, bölgenin her yanına yayılan bir ulusal halk hareketi boyutuna ulaşan direniş, dönem denem, PKK’nin tutumunu da aştı. PKK’nin bazı dönemlerde yaşadığı sarsıntıları bile halk hareketi çözerek ilerledi. Kürt halkı yaralarını sarmayı ve yoluna devam etmeyi bildi. PKK, giderek Irak, Suriye ve İran’da da destek ve güç buldu. Silahlı çatışmaları, silahlı güçlerin etkisini de aşan halk hareketi, giderek toplumsal dayanaklarını, araç ve kurumlarını da güçlendirdi. Kürt halkı il merkezlerinde, ilçe ve diğer yerleşim alanlarında ortak bir tutum geliştirerek, tepki ve eylemlerini ulusal tutum düzeyine çıkardı. Bölgede ortak bir ruh şekillendi. Ulusal dil, kültür, kimlik ve siyasal tutum giderek güç kazandı. Fiili olarak süren bir ulusal yaşam boy verdi, duygu ve eylem birliği ulusal bir tutku halini aldı.
PKK lideri Abdullah Öcalan’nın CIA ve MOSSAD’ın ortaklaşarak gerçekleştirdiği bir operasyonla MİT’e teslim edilmesi ve ömür boyu hapis cezasına çarptırılarak tek kişilik İmralı Cezaevi’ne konulmasından sonra başlatılan, ‘terör örgütü bitirildi, bölücüler artık iflah olmaz’ yönlü propaganda ve arkasından yıllarca süren ırkçı ve şoven kışkırtma ve provokasyonlar da ulusal özgürlük mücadelesini bitiremedi, direnişi yok edemedi.
İNKAR DÖNEMİ BİTTİ; KÜRT SORUNU, TAM HAK EŞİKLİĞİ SORUNUDUR
Bugün artık Kürt sorunu, bir ulusal sorun olarak gündemdedir. Çözümü de ancak bu gerçeğin resmen kabulüyle sağlanabilir. Türkiye’nin bölünüp parçalanmasından kaygı duyduklarını, halkların birlikte yaşamasından yana olduklarını söyleyenler, samimi iseler, yapılması gereken, Kürtlerin tam hak eşitliğinin anayasal güvence altına alınması için adım atılmasıdır. Hem Kürtler bakımından, hem de Türk ulusu bakımından artık bir yol ayrımında olduğumuz gerçektir. Ancak bu yol ayrımından, iki halkın yararına bir çözüme, barış ve kardeşliğin tesisine doğru yol alınabilir. Eğer sorun ‘terörist eylemler’ ve ‘PKK’nin silahlarını bırakmasıyla bitip çözülecek’ bir sorun olarak tartışılır olmaktan çıkarılırsa, bu gerçekleşebilir. Bu komik ve sahiplerini oldukça zorlayacak olan iddia, yerini, halkların barış ve demokrasi içinde yaşamı için yen çözüm yollarına bırakmalıdır.
Günümüzde, birçok gelişmeden dolayı yeni bir boyut kazanmış olan Kürt sorunu, hem Kürt halkı, hem PKK, hem Türk egemen güçleri, hem de uluslararası güçler bakımından eskisi gibi değil. Sorunu eskisi gibi değerlendirmenin koşulları kalmamıştır. Eski tutumu sürdürmek boşunadır. Eski tarzla çözme olanakları da artık tükenmiş bulunuyor. Türk egemen sınıfları, Kürt halkı üzerinde uygulayabilecekleri kadar baskı ve şiddet uygulamışlardır. Ancak Kürt halkı ulusal kölelik koşullarını ret etmiş ve talepleri için ayağa kalkmıştır. Türk egemen sınıfları, insanların zihninde ve duygularında yer etmiş olan bu genel kanaati görmeden hareket ederse, başını taştan taşa vuracaktır. Her politik çevre soruna böyle bakmak durumundadır. ABD, AB ve diğer emperyalist güçler soruna böyle bakmakta ve pozisyonlarını da buna göre ayarlamaktadırlar. Bu gelişmeyi görmek ve gerekli adımları atmaktan başka yol bulunmamaktadır.
Artık Kürt sorunu yoktur demek, Kürt halkının ulusal talepleri uğruna sürdürdüğü mücadeleyi, “bölücü terör örgütünün eylemleri”, “dış güçlerin kışkırtması” olarak lanse etmek ve savaşı bunun üzerinden sürdürmek, fikir olarak bile olanaksız hale gelmiştir. Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana Kürt halkına karşı uygulanan şiddet politikalarını artık, hangi adla, hangi partiyle, hangi askeri ve sivil gerekçeyle olursa olsun, meşru göstermek ve uygulamak kolay olmayacaktır. AKP bunu açıklayamamaktadır. DYP lideri Ağar, bunu açıklayamayacağını düşündüğünü ateşkes karşısındaki açıklamalarıyla ifade ediyor. Baykal esip gürlemesine rağmen bunu açıklayamayacaktır. Her vesileyle, ‘globalizm’e methiyeler dizenlerin, dünyanın gördüğü bu gerçeği gizlemeleri olanaklı değil. İçeride ve dışarıda, Kürt sorunu, artık başka boyutlarıyla algılanmakta ve ‘başka çözüm yolu’ tartışmasını gündeme getirmektedir. Egemen güçler için hiçbir şey artık eskisi kadar kolay olmayacaktır. Çok zorlanması, ırkçı ve şoven güçlerin seferberliğiyle devreye sokulacak provokasyonların yeniden ateşlenmesi halinde ise, gelişmelerin neye mal olacağı ve nasıl bir boyut kazanacağı tahmin edilemez. Ancak Kürt halkının güçlü bir direniş sergileyeceğine dair güçlü verilerin olduğunu görmek ve anlamak gerekiyor. Ateşkesin yanıt bulmaması halinde, bölgede barış ve demokrasi içerikli miting ve gösterilerle yüz binlerin harekete geçeceğini, Türk işçi ve emekçilerinin de barış ve kardeşlik elini uzatacağından kuşku duyulmasın.
Türkiye egemen sınıflarının işi daha zor, ancak bu gelişmeler, Türk ve Kürt halkları için iyi bir duruma işaret etmektedir. Emek ve demokrasi güçlerinin barış ve demokrasi yüklü bir programla ortaya çıkmalarının olanakları bugün her zamankinden daha fazladır. Türkiye’nin demokratikleşmesi ve Kürt sorunun demokratik ve halkçı çözümünün dayanaklarının daha da genişlediğini gösteren bu gelişmeler, barış, demokrasi ve halkların kardeşliği mücadelesinde büyük olanaklar yaratmaktadır. Egemen güçler arasında ortaya çıkan anlayış farklılıklarının çatlamalara, giderek çelişki ve çatışmalara dönüşmesi de ancak emek ve demokrasi güçlerinin göstereceği iradeyle mümkün olacaktır.
Türkiye egemen sınıflarının 83 yıldan beri sürdürdüğü yok sayma, ulusal varlığını, dilini, kültürünü ve siyasal haklarını inkar etme ve şiddetle bastırma tutumu, Kürt halkı tarafından boşa çıkarılmıştır. Her defasında acılar, kayıplar ve sürgünler yaşamasına rağmen, Kürt halkının direnişçi tutumu yok edilememiş, özgürlük tutkusu bastırılamamıştır. Gelinen yerde devletin uyguladığı ulusal inkar politikası iflas etmiştir. Halkın mücadelesi ve kararlı direnişi süren ulusal inkarı açığa düşürmüş, Kürt halkına büyük acılar yaşatan, türlü yollar denenerek sürdürülen zora dayalı ulusal eritme politikasının sonu gelmiştir. Bu gerçek görülmeli ve bu inkarcı tutumdan vazgeçilmelidir. Aksi tutum gerçeklere göz yummak, ulusal ve uluslararası gelişmelere rağmen savaşa girmekten başka bir anlam ifade etmemektedir.
ATEŞKES KARARININ YANIT BULMASI VE KALICI ÇÖZÜME DÖNÜŞMESİ İÇİN MÜCADELE
Ateşkes kararı Türkiye halkları üzerinde olumlu bir etki bırakmış, beklentilere neden olmuştur. Ancak “bugüne kadar 19 isyanı ezdik, 20. sini de ezeriz” açıklamalarıyla tutum sergileyenler, Kürt sorununu kritik bir yere taşımak istemektedirler. Şemdinli ve Diyarbakır’da olduğu gibi halkın üzerine giden ve provokasyonlar yaratıp halkı hazırlıksız yakalayarak büyük bir kapışmaya girmek isteyenlerin, bu oyunları diledikleri gibi oynayamayacakları da görüldü. Generallerin yaptıkları açıklamalar ve gösterdikleri tutum, bölgede sürekli olarak arttırılan gerilim, tankların sınır bölgesine seferber edilmesi ve ‘sınır ötesi’ operasyonların yeniden ve yeniden gündeme getirilip tartışılması, bu amacı açığa çıkarmaktadır.
Ancak, artık bir avuç iflah olmaz ırkçı ve inkarcı hariç, kimse, şiddet, çatışma ve ölüm istememektedir. Öte yandan Kürt sorununu şiddetle bastırmayı ‘vatan savunması’ olarak göstermek de eskisi kadar kolay olmayacaktır. Türkiye halklarının esas gövdesi Kürt sorunundan dolayı çatışma istememektedir ve Kürt ve Türk gençlerinin cenazelerini karşılamaktan bıkmıştır. Türkiye’yi ve Türkiye halklarını uçuruma sürükleme pahasına savaşı ve şiddeti sürdürmek isteyen güçler dışında, hemen her çevre içinde yeni arayışlar, yeni çözüm yolları üzerine konuşma, Kürt sorununu başka boyutlarıyla tartışma ve ateşkesin bir olanak olarak değerlendirilmesi eğilimi gelişmektedir. Henüz eylemlerle ifade edilmese de toplumsal ruh hali buna denk düşmektedir.
1 Ekim’de açıklanan ateşkes kararıyla birlikte barışçı çözüm daha da anlaşılır olmuştur. KKK; Türk ve Kürt halkının, aydınların, işçi ve emekçilerin, demokratikleşme mücadelesinde yer alan siyasi partilerin, insan hak ve özgürlüklerinden yana dernek ve kuruluşların ve son olarak PKK lideri Öcalan’ın çağrısıyla ateşkes kararı aldığını açıklayınca, tüm Türkiye halkları bu açıklamayı olumlu karşıladı.
Ateşkes ilan edilmesi, çatışmalara son verilmesi, operasyonların durması, ayrımsız bir genel affın çıkarılması, koruculuk sisteminin kaldırılması, anadilde eğitim hakkının tanınması, Kürt halkının acil ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasal taleplerinin karşılanması, Kürt halkına karşı suç işleyenlerin soruşturulup cezalandırılması, demokratik hak ve özgürlüklerin, basın, örgütlenme, düşünce ve ifade özgürlüğü önündeki tüm engellerin kaldırılması, siyasi partiler ve seçim kanununun değiştirilmesi vb. yasal ve anayasal düzenlemelerin yapılması halk güçlerinin dile getirdiği taleplerdi.
Bu talepler bugün en acil taleplerdir ve Kürt sorununda çözüme yönelik bir adım atılacaksa, bu alanda yapılan girişimlerle olacaktır. TSK karşısında ezilmekte olan AKP hükümeti, emperyalist tekellerin iş bitiricisi olarak engelleri kaldırmaktan zaman bulup henüz bu konuda bir tutum sergileyebilmiş değil. Henüz bu yönlü bir girişim olmasa da, ateşkes kararıyla birlikte, ırkçı ve şoven çevrelerin ‘ezberi’nin bozulmuş olduğunu gösteren belirtiler var. İlk günler bazı nakaratlar tekrarlansa da, üslup ve tarzda kısmi ‘değişim’ler dikkat çekiyor. KKK’dan yapılan açıklamalara göre, operasyonlarda çok az da olsa bir düşüş var. TSK’nin toplumsal arzu karşısında baskılandığını gösteren bu göstergeler, bize, daha güçlü barış eylemlerinin gereğini gösteriyor.
Giderek, egemen güçler arasında yaklaşım farkları açığa çıkmakta; devletin klasik tutumunu sürdürmekte direnen güçlerle, diğer kesimler arasında ortaya çıkmakta olan ‘tarz’ değişikliği eğilimi onları karşı karşıya getirmektedir. Bu sözünü ettiğimiz, Kürtlerin varlığının tanınması gibi bir gelişme değil, ama, çatışmaların bitmesini isteyen toplumsal isteğin karşılanması kaygılı bir tutum. Türk milliyetçilerinin bir bölümü ABD’nin Kürt sorunu üzerindeki hesaplarının sıcaklığını hissettikçe, AB’nin soruna müdahale ederek pozisyonunu güçlendirme hesaplarını anladıkça ikileme düşmekte, manevra yapmak ve yeni ‘çözüm’ yolları üzerine kafa yormak zorunda kalmaktadırlar.
Avni Özgürel gibi Türk milliyetçiliği tescilli bir yazarın Ağustos ayında başlattığı tartışma, sorunun yeni boyutunun işaretlerinden sadece birisidir. Ülkücü harekette yer almış, MHP çizgisinde olduğu bilinen, Türk milliyetçisi gazeteci Avni Özgürel’in, Türkiye’nin Kürt sorunu konusunda Abdullah Öcalan’ı muhatap almasını ve görüşmesini isteyecek kadar ‘ileri’ gitmesi (!) ve ‘Topluma huzur getirecek, silahlı kuvvetleri de rencide etmeyecek, bir çözüm ve proje üretmek gerekir.’ Demesi, bu kamp içindeki tartışmayı su yüzüne çıkarmış oldu. Avni Özgürel, Radikal gazetesinde arka arkaya yazdığı yazılardan ve birçok gazetede gerçekleştirilen röportajlarından dolayı, ülkücülerden, MHP ve diğer çevrelerden bilindik tepkiler de almadı. Başka birçok burjuva milliyetçisinde, yazar ve akademisyeninde de bu yönlü bir ‘kabul’ ve sorunun tartışılması gerektiğini ileri süren yaklaşımlar görmek mümkün olmaktadır.
Kuşkusuz bu gelişmelerin ulusal, bölgesel ve uluslararası boyutları var. Emperyalist boyunduruk altındaki Türkiye’nin altına imza attığı uluslararası sözleşmelerle birlikte, AB müzakereleri, dünyada ve bölgedeki gelişmeler, Kürdistan Bölge Hükümeti’nin kurulması ve buradaki gelişmeler, Kürt halkının süregelen ulusal hak mücadelesi, Türkiye halklarının demokrasi mücadelesi ve daha birçok faktör, Kürt sorununu artık başka bir düzeye taşımış bulunuyor. Ancak egemen güçler, açık bir tutum, Kürt sorununda demokratik içerikli ya da en azından şiddete dayanmayan bir yol haritası belirlemiş değiller. Oysa, dünyada eşi ve benzeri bulunmayan 20-25 milyonluk bir halkın varlığını ilelebet yok saymak, inkar ve şiddetle bastırmak mümkün olmayacağına göre, gelinen yerde, ortaya çıkan durumu görmek ve gerçekleri kabul ederek gerekli adımları atmaktan başka bir yol kalmamaktadır.
Artık, Kürt sorunu kapsamında uygulanan şiddet politikalarını, ‘Türkiye’nin iç sorunu’, ‘bölücü terör örgütüne karşı devletin aldığı tedbirler’ diyerek geçiştirmek eskisi kadar kolay ve olanaklı değil. Kürt sorunu, hem bölgesel, hem de uluslararası bir boyut kazanmış bulunuyor. ABD, Irak işgaliyle birlikte ‘komşu’ olmuştur ve buna Türkiye egemen sınıflarının bir itirazı bulunmamaktadır. Gelinen yerde görülmektedir ki, sorun ‘terörizm’ ve ‘bölücülük’ sorunu ve onun bastırılması sorunu değil, 20 milyon dolayında bir nüfusa sahip olmasına rağmen yok sayılan, ulusal varlığı kabul görmeyen bir halkın mücadelesi ve onun tam hak eşitliğine dayalı statüsünün kabulüdür.
Yıllardan beri yalana dayalı propaganda, ırkçı ve şoven açıklamalarla gerçeklerin bir bölümünün üzerini kapatmak mümkün oluyordu. Ancak bugün bu o kadar kolay değil. Türk ve Kürt halkı olup biteni bugün daha iyi görmekte ve değerlendirebilmektedir. Elindeki tüm olanakları en kötü çözüm için kullanıp tüketen devlet için -eğer sınıfın partisi gerekli müdahaleyi gerçekleştirebilir ve halk güçlerini birleştirerek seferber edebilirse- ‘deniz bitmiştir’ demek abartı olmaz. Artık halkın isteğine uygun, demokratik çözüm kendisini dayatmış bulunmaktadır.
ASKER AİLELERİ VE TÜRK HALKI GİDİŞTEN RAHATSIZ, KÜRT SORUNU YENİ BİR BOYUT KAZANDI
2006 yılının yaz aylarında çatışmalarda hayatını kaybeden subay ve asker ailelerinin gösterdiği tepki, bunu kanıtlayan göstergelerden sadece birisidir. Ancak önemli bir göstergedir. PKK ile çatışmada hayatını kaybeden subay ve asker anne, baba, eş ve kardeşleri, devletin Kürt sorununa çözüm bulması gerektiğini dile getirerek haykırıyorlar. Bu tutum ciddi bir kırılma yarattı, generalleri sarstı. ‘Şehit aileleri’ olarak dernekler kuran ve asker cenazelerini suiistimal edenlerin bunu hangi amaçlar için yaptıkları, bizzat başka asker aileleri tarafından deşifre edilmektedir. Aileler, cenazelerinde ırkçı ve şoven partilerin bayrak taşımalarına ve slogan atmalarına artık karşı çıkmaktadırlar. ‘Yeter, artık kan akmasın, akan kanı durdurun, çocuklarımız ölmesin’ diye haykıran analar çoğalmaktadır. Bunu gören generallerin tedbir almak adına, ırkçı ve şoven gazetecileri seferber ettikleri, gazetelerin manşetlerine bu yönlü açıklamalar koydurdukları da açığa çıktı. Her asker cenazesine mutlaka bir general katılarak ve AKP’ye yüklenerek, başbakan Erdoğan’ın ‘askerlik yan gelip yatma yeri değildir’ açıklaması üzerinden politika yaparak, fazla mesafe almanın mümkün olmadığı da görülmektedir. Ancak, bu artık önü alınamaz bir tutum olarak tarihe geçti. Çatışmalarda ölenlerin sadece halk çocukları olduğunu belirten asker aileleri ‘vatan sağ olsun diyemeyeceğiz’ diyerek, Kürt sorununu şiddetle çözmekte ısrar edenlerin bu tutumlarını daha fazla sürdüremeyeceklerini ilan etmiş oldular.
Kürt silahlı direniş hareketinin aldığı boyut ve yarattığı etkinin uluslararası platformlarda tartışılıyor olduğu da bir gerçek. Newroz kutlamalarında milyonlarca halk sokağa çıkarak, hem ulusal bayramlarını kutlamakta, hem de ulusal hak taleplerini dile getirmektedir. Devletin bölgede gerçekleştirdiği provokasyonlar karşısında gelişen ulusal refleksin boyutları küçümsenemeyecek düzeyde. Şemdinli’de ortaya çıkarılan devlet provokasyonu sonrasındaki gelişmeler karşısında gösterilen tepki ve yüz bine yakın kitlenin dile getirdiği talepleri yok saymak mümkün değil. Yine Diyarbakır’da biri 2006 başında, diğeri Eylül ayında olmak üzere gerçekleştirilen –çoğunluğu çocuk olmak üzere– 25 insanın öldürülmesinde devlet ve halk karşı karşıya gelmiştir. Kürt halkı talepleri konusunda kararlı olduğunu, taleplerini kazanıncaya kadar mücadele edeceğini, şiddet karşısında yılmayacağını gösterdi.
Kürt halkı, her türlü baskıya ve entrikaya rağmen, bölgede bir dizi yerel yönetimi kazanmıştır ve aralıksız olarak süren baskı ve provokasyonlara rağmen yerel yönetimleri sahiplenmektedir. Büyükşehir, şehirler, ilçe ve beldelerde 56 yerel yönetimde iradesini ortaya koyan Kürt halkı, yerel yönetimlerin yetkilerinin artmasını, bölge kaynaklarının bölge halkının ihtiyaçları gözetilerek değerlendirilmesini istemektedir.
Kürt sorunu artık başka bir aşamaya evirilmiştir ve başka ‘çözüm’ yollarını zorunlu kılmaktadır. Zira, ateşkes kararıyla birlikte, yeni bir aşama, dolayısıyla bir adım ötesi de tartışılmaktadır. Ateşkese devletçe bir yanıt verilmemiş olsa da, ciddi bir tartışma yarattığı görülüyor. Ancak tartışmalarla, mevcut durum arasındaki çelişkinin giderilmesi için TSK’nın kışlaya çekilmesi, hükümet ve TBMM ile halkın temsilcilerinin, demokratik kurumların öne çıkması bir zorunluluktur. Hükümetin başka nedenlerden da kaynaklı zorlukları olmakla birlikte, süreci kolladığı görülüyor. Başbakan’ın, Diyarbakır’da yaptığı ‘Kürt sorunu vardır ve çözüm daha fazla demokratikleşmeyle olur’ açıklamasına uygun adım atması gerekli ve zorunludur. Değilse, hükümet kendisini de tüketecektir. Çözüm yolu için atılması gereken ilk adım, savaş ve şiddetin son bulmasını kabul etmekten geçiyor. Türk egemen sınıfları ya süregelen bu ırkçı ve inkarcı politikalardan vazgeçerek gelişmesinin önünü açacak ya da kendi geleceğini de bilinmez bir sürece sürükleyerek, yeni gelişmelere mahkum olacaktır.
EGEMEN GÜÇLER ARASINDA BAŞLAYAN TARTIŞMA, ÇELİŞKİ VE ÇATIŞMAYI GETİRİR Mİ?
Son günlerde, DYP Genel Başkanı Mehmet Ağar ile Genelkurmay Başkanı Org. Büyükanıt ve onun çevresinde şekillenen CHP ve Kızılelma koalisyonu arasında süren tartışma, bu gelişmelerin bir yansımasıdır. Eski Emniyet Genel Müdürü olan, konseptin has adamlarından, generallerle gönül birliği etmiş, özel harekat timleri koordinatörlüğünden kontra güçlerin organizatörlüğüne kadar rol üstlenmiş olan, ‘bin operasyon’ yapmakla övünen, Susurluk olayı ile hafızalarda yer eden, ‘faili meçhul’ cinayetlerin arttığı dönemde yaşanan acılarla anılan, Kürt sorununda yaşanan trajedinin aktörlerinden Ağar’ın bile, soruna müdahalede ‘tarz yenilenmesi’ istemesi ve ‘değişiklikler’ önermesi bunu göstermektedir. Ayrıca, Ağar’ı devletten bağımsız düşünmek anlamlı değildir. Ağar’ın tutumunu ve elbette Baykal’ın tutumu da, sadece seçim hesabıyla izah edilemez. Bu gelişmeler, Avni Özgürel ve ‘Türk milliyetçisi olmakla övünen’ diğerlerinin Kürt sorunu karşısında sıkışmışlıklarını ve arayışlarını göstermektedir. Önümüzdeki günler, Kürt sorunu üzerinden her politik hareketin manevra yaptığı günler olacaktır. ABD, AB, Türkiye egemen sınıfları ve onların içinden kesimlerin kendi çıkarları doğrultusunda yapmaya başladıkları gibi, kuşkusuz PKK ve elbette işçi ve emekçiler ve onların partisi bu süreci halklar lehine kullanmak üzere değerlendirmek durumundadır.
Burjuvazinin değişik kesimleri, yine Kürt burjuvazisi ile çeşitli hesaplar içinde olan kesimlerin PKK’nin defterini de dürmek hesabında olduklarını tahmin etmek zor değil. “PKK’nin tamamen silah bırakması halinde, ‘sorunu çözeriz’” diyenler de az değil. Bu yönlü bir ‘uyanıklık’ içinde olanların oldukça gülünç bir durumda olduklarını belirtmek gerekir.
PKK ATEŞKES İLAN ETTİ, ABD VE AB MANEVRA YAPIYOR, PEKİ TÜRKİYE NE YAPIYOR
ABD’nin, ‘PKK Koordinatörü’ atayarak, sorun üzerinde büyük inisiyatif kazandığı bir gerçek. ABD’nin atadığı emekli Orgeneral Ralston’ın giderek işine ısındığı ve otoriteyi ele geçirdiği görülüyor. Hem Türkiye’nin atadığı emekli Orgeneral Başer, hem de kukla Irak hükümeti tarafından atanan Arap general Hassun, Ralston’ın yörüngesinde dolaşıp durmaktadırlar. Dahası Başer’in ne yapacağını bilmeyen ‘şaşkın’ bir vaziyet sergilediği, hatta ‘işi bırakmak için bahane aradığı’ bile söylenebilir.
ABD ve AB, PKK’nin ateşkes kararından sonra daha da ‘rahatlamış’ olarak, her biri, kendi tarzınca hamleler yapmayı sürdürmektedirler. ABD’nin ‘terörist örgüt’ olarak değerlendirdiği PKK’nin ateşkes kararından sonra, memnuniyetini açıkladığı, ancak PKK’den silahları tümüyle bırakmasını istediği basına yansımaktadır. Ancak ABD, bunun hemen ve öyle kolay gerçekleşir bir şey olmayacağını da bilerek ve daha kapsamlı düşünerek ilerliyor. ABD emperyalizmi, Kürtleri bir biçimde temsil edecek ve Türkiye’yle PKK’nin karşı çıkmayacağı bir muhatap arayışını sürdürüyor. Kürdistan Bölge Hükümeti ile koordineli hareket eden ABD’nin, PKK ile ilişkisiz bir muhatap yerine, tarafları razı edecek bir formül üzerinde durduğu da görülüyor. ABD, Türkiye’yi ‘idare’ ederken, elini daha da güçlendirerek ilerlemek istiyor.
İsrail’in Lübnan saldırısıyla uğradığı hezimet, ABD’nin Irak’ta giderek zorlaşan durumu onu telaşlandırmaktadır. Irak’ta durumu kurtarmak, İran ve Suriye’ye yönelik hesaplarda Kürtlerin ulusal hak taleplerini değerlendirmek isteyen ABD, Türkiye egemen sınıflarının ırkçı ve şoven tutumundan dolayı yakaladığı avantajı rahat rahat kullanmak istemektedir.
ABD, TSK’nın ‘sınır ötesi operasyon’, ‘Kandil Dağı’na saldırı’ ve diğer bir dizi askeri girişimine yeşil ışık yakmadı. Boğazına kadar borca batmış olan, ekonomik ve siyasi olarak emperyalizmin boyunduruğuna girmiş Türkiye egemen sınıfının iç politik malzeme olmaktan öteye gitmeyen çıkışları ve demeçleri de şimdilik dinmiş durumda.
Ancak PKK’nin ateşkes kararına rağmen, TSK’nın bölgedeki operasyonları sürüyor. ‘Tek terörist kalıncaya kadar mücadele edeceğiz’ diyen generallerin başında bulunduğu TSK’nın işi daha da zor. ABD güdümündeki, GOP Koordinatörü olmakla övünen ve PKK’nin ateşkes kararından sonra ‘TSK’nın durup dururken operasyon yapmayacağını’ söyleyen başbakan Erdoğan’ın ve ‘dağda silahlı dolaşacaklarına, ovada siyaset yapsınlar’ diyen DYP lideri Ağar’ın ve ‘Kürt sorunu barışçı ve demokratik yolla çözülsün’ diyenlerin arttığı bir süreçte TSK’nın nasıl hareket edeceğini de önümüzdeki günlerde göreceğiz.
AB’nin ise, Avrupa Parlamentosu ve diğer kurumlar üzerinden hareket ederek soruna müdahalesi sürüyor. AB, PKK’nin ateşkes kararıyla birlikte, PKK’yi suçlayan eski üslubunda değişikliğe giderek, Türkiye’nin ateşkes kararını değerlendirerek, Kürt sorununda yeni adımlar atmasını istemektedir; AP’de gerçekleştirilen Kürt Konferansı’nda dile getirilenler ve ele alınan konular, AB’nin de ‘Kürt sorununda muhatap bulma’ arayışına girdiğini ve Türkiye’yi bu konuda sıkıştıracağını göstermektedir. AB’nin, Eylül ayı sonunda Türkiye-AB üyelik müzakereleri kapsamında gündeme getirdiği ‘Kürtlerin statüsü ve hakları’ kapsamındaki açıklama, sorunun boyutunu daha da genişletmiş bulunuyor.
ABD’nin Kürt sorununda Türk egemen sınıflarının klasik tutumu yerine, kendi çıkarlarına denk düşen, PKK’ye yönelik suçlama ve yaklaşımlarıyla birlikte, Kürt sorunun bir halkın ulusal hak talepleri sorunu olduğunu görmezden gelemeyerek, bunu ‘değerlendirmek’ istemesi, AB’nin, PKK’yi ‘terörist örgütler’ listesine almış olmakla birlikte, Kürt sorununu, terör sorunu olarak değerlendirmediği, bir halkın dil, kimlik, kültür, ve siyasal haklar sorunu olduğunu atlayamayacağı ve çıkarlarına uygun bir müdahale içinde olduğu görülmektedir. Tüm bunlar, Türkiye egemen sınıflarının inkar politikalarını boşa çıkaran ve ateşkes kararını kullanmak istediklerini gösteren gelişmelerdir.
ATEŞKES KARARI TÜRKİYE HALKLARI İÇİN BİR FIRSATTIR
PKK’nin tek taraflı olarak ilan ettiği ateşkes kararının genel olarak olumlu karşılandığından söz ettik. Ancak henüz olması gereken ölçüde ilgi ve destek bulmadığı da açık. İlgi ve destek bulmaması, giderek rutinleşmesi ve TSK’nın operasyonlarını sürdürmesi halinde, eski günlere dönmemek ve egemen güçlerin ırkçı ve şoven kampanyayı ele almamaları için bir neden bulunmuyor. Bunu değiştirmek için sınıfın partisinin her alanda güçlü bir çalışma içine girmesi, daha etkin ve kitlesel bir halk tepkisi yaratması görevi önümüzde duruyor.
Ateşkese, ne yazık ki, halkının vicdanı olması beklenen, hak ve özgürlüklerin kayıtsız koşulsuz savunucusu olması gereken, egemen güçlerin şiddet politikaları karşısında eğip bükmeden tutum alması gereken Türk aydınları tarafından henüz yeterli ilgi ve destek sunulmuş değil. Çeşitli dönemlerde, barışa ilişkin girişimlerde bulunmuş ve açıklamalar yapmış olan Türk aydınlarının önemli bir bölümü suskunluğunu sürdürmektedir. PKK tarafından somut bir karar olan ateşkes açıklanmış olmasına rağmen, çeşitli zamanlarda açıklama yapan ve görüşmelerde bulunan aydınların suskun kalması düşündürücüdür.
Ayrıca, Kürt sorunu karşısında eğilip bükülmeden, her koşulda sınıfın partisinin ortaya koyduğu tutuma denk bir tutum ve pratik içinde olan aydınların daha ileri çıkmadıkları koşulları yaşıyoruz. Başta Türk aydınları olmak üzere, Türkiye halklarının aydın, yazar, sanatçı, sendikacı, akademisyen ve bilim insanlarının süren bu savaşa karşı tutum almaları için koşullar yaratmak gerekiyor. Sınıfın partisi hızla hareket etmek durumundadır. Tüm Türkiye halklarının beklentisi bu yöndedir. Partinin etkin, sürekli ve kapsayıcı bir çalışma içine girmesi, gidişatı değiştirecek, halkların barış, demokrasi ve kardeşlik mücadelesini daha da yükseltecek, devleti zorlayacaktır.
Kitlesel eylemlerin, mahalle, semt, fabrika, işyeri etkinlikleri üzerinden yükselmesi, panel, sempozyum, açıklama ve aydınlatma çalışmalarının giderek sokak hareketini güçlendirmesi ve yığınsal, barış ve demokratikleşme mitinglerinin gerçekleştirilmesi önümüzdeki dönemin rengini ve havasını da değiştirecektir.
PKK, demokratik çözüm için her türlü görüşmeye ve girişime açık olduğunu açıklamış olmasına karşın, Türk egemen sınıfları savaştan ve çatışmadan geri durmayacaklarını açıklıyor. Bunun karşısına açık kitle hareketi çıkarılmadan ilerlemek olanaklı değil. Yıllardır süren çatışmaların son bulması, şiddeti bir çözüm yolu olmaktan çıkararak demokratik gelişme üzerine kafa yormak için, ateşkesi bir olanak olarak değerlendirmek yerine, devletin operasyonları ve çatışmaları sürdürmesini engellemek, ancak güçlü halk eylemleriyle mümkündür. TSK, Cumhurbaşkanı, CHP koalisyon gibi çalışmakta ve halk üzerinde ‘vatanı savunanlar’ olarak etki yaratmak istemektedirler. Bu yaklaşımın ülkeyi tehlikeye yaklaştırdığı, inkarın halkları karşı karşıya getirdiği, TSK’nın operasyonlarının önü alınamaz bir süreci zorladığının anlaşılmasında sınıfın partisi önemli bir görevle karşı karşıyadır.
Egemen sınıf cephesinde yükselen, “ateşkes yetmez, silah bırakıp teslim olsunlar” hamlesine, Türk aydınlarının yedeklenmek istendiğini de görmek gerekiyor. Daha önce Başbakan ile görüşen heyetin sözcüsü olan Gencay Gürsoy, bu yönlü görüşlerini birçok platformda dile getirmektedir. Kürt sorununun sorumlusu olarak Kürtleri ve PKK’yi göstermek, ne aydın ne de demokrat olmaya sığar. 80 yıllık inkarı, uygulanan ırkçı ve şoven politikaları ve süregelen şiddeti görmezden gelen ‘aydınlar’, Kürt silahlı direnişini savaşın ve çatışmanın sorumlusu olarak gösterme tutumları karşısında, devletin inkarcı yüzünü açığa çıkarmak ve Kürt halkının ulusal taleplerini savunmak, gerçek aydınların görevi olarak duruyor.
Özünde bir demokrasi ve özgürlükler sorunu olan Kürt sorunu gibi bir sorun karşısında “bölünme kaygısı”yla hareket edilerek hak ve özgürlükler savunulamaz; aslolan, hak ve özgürlüklerin savunulmasıdır. Bu, aydın olmanın mihenk taşıdır. Kürt sorunu, bir halkın kendi kaderini tayin etme hakkı sorunundan koparılmadan, ancak güncel gelişmelerle bağı kurularak ele alınmalıdır. Halkların eşit haklara dayalı demokratik yaşamına bu yolla varılabilir.