Egemen sınıfların dini kullanmaları ya da din üzerinden yürüttükleri politika, feodal gericilik ve köleci toplum dönemlerinin tüm ilişkilerine nüfuz eden bir rol oynayarak tüm sınıflı toplumlar tarihi boyunca süregeldi.
Feodalizmin çözülmesi, ticaretin ve kapitalist üretimin boy vermesi ve kapitalist üretim ilişkilerinin hakim hale gelmesi; burjuvazinin feodal gericiliğe ve onun üst yapı kurumlarına karşı mücadelesi, burjuva aydınlanması ve bilim, sanat ve edebiyat alanındaki ilerleme, feodal değer yargılarıyla dini dogma ve hurafelere karşı da bir gelişmeydi. Doğa bilimleri alanındaki gelişmeleri dayanak alan bilimsel-akılcı ve materyalist görüşlerin güç kazanması, idealist felsefeye, dinsel dogmalara ve onlara dayanan düşünce sistemine darbe vuruyordu.
Kapitalizm, insanın varlığını ve yaşamını sürdürme mücadelesinde doğa güçleriyle ilişkisinin ve toplumsal koşullarının ürünü olarak ortaya çıkan ve koşulların değişmesiyle birlikte çeşitli biçim ve düzeylerde değişime uğrayan ilkel-putperest ve tek tanrılı dinlerin gelişme ve değişme “süreci”nde, bir “yol ayrımı”nı gündeme getirdi. Küçük üretimin, ticaretin ve sanayinin gelişmesi, feodal kapalı sistemin parçalanması, kır ilişkilerinin çözülüp kentlere nüfus akışının gerçekleşmesi toplumsal yaşam ve ilişkileri değişime sürüklerken, inanç ve düşüncelerin, eski değer yargılarıyla anlayışların yeniden yorumlanmasını veya büsbütün reddedilmesini de bir sonuç olarak ortaya çıkardı. Burjuva aydınlanması ve Rönesans kapsamında bilim ve aklın yol göstericiliğine verilen öncelik, feodal kurumlara ve feodal değer yargılarına dinin kurumsal etkisine karşı mücadele olarak şekillendi. Kral, hükümdar ve sultanların iktidarlarını dini temsil makamı olarak göstermeleri, dini kurumların devlet düzeyinde etkili olmasını sağlarken, “devrimci çağı”ndaki burjuvazi, “eşitlik, özgürlük ve kardeşlik” düşüncesiyle feodal despotik baskının yanı sıra toplum ve doğa olaylarının dini yorumlarına karşıtlık ve saldırıyı da gündeme getirdi. Burjuva aydınlanması ve burjuva devrimi, başka şeylerin yanı sıra, Sokrates’in Bruno’nun ve Galileo’nun “melun ve kafir”ler olarak cezalandırılmalarına “cevaz veren” dini kurallar ve yargılara darbe vuruyor, bilimsel düşüncenin gelişmesi ve toplumsal yaşam ve doğa olaylarının aklın yol göstericiliğiyle irdelenmesi çabalarına engel ve yaptırım getiren; her şeyin ve tüm yaşamın “önceden kurgulanıp kurulduğu ve değişmeden kalacağı”nı vaz eden “yaratılış”çı teoriye karşı çıkıyordu. Kapitalizm emek gücünden başka satacak bir şeyi olmayan yoksulları kentlere çeker ve atölye ve fabrikalarda biraraya getirirken ve artı değer sömürüsünü gerçekleştirmek için makinelerin geliştirilmesini, yeni atılımları ve bilimsel-teknik icatları zorunlu kılarken, “değişmezlik” vaaz eden düşüncelere darbe vurarak varsayımsal dogmalar bütününü değişmeye zorluyordu.
Ancak burjuvazi, işçilerle sınıf kavgasına girdiğinde, dinin kurumsal güçlenmesine karşı tutumunu değiştirdi ve dinin ve idealist felsefenin kitleler üzerindeki etkisini sınıf egemenliği ve sömürü sistemi yararına kullanmaya yöneldi. Yönetimi altındaki “topluluğun” itaatini sağlamak için baskının yanı sıra, tüm toplumun ve haklarının savunucusu olma iddiasıyla bir “kader ortaklığı” fikri etrafında birleşmeyi dayatıyordu. Geliştirmek istediği sisteminin serpilip yayılması, tüm tutucu kurum ve anlayışların aşılmasını gerektirmesine karşın, otoritesini topluma kabullendirmesi için kaderci, “kutsi” anlayışlarla uzlaşmaya ihtiyaç duyuyordu. Burjuvazi de, bir “bilinç biçimi” olarak din de, “toplumun karşılıklı güveni ve dayanışması”nı istiyordu.
Kapitalizmin serbest rekabetçi döneminden tekelci evresine geçiş, “siyasal demokrasi”den siyasal gericiliğe geçiş de demekti. Tekelci burjuvazi, feodal gericiliğin tüm ilkel ve Ortaçağcı güçlerini yedeğe alarak işçi sınıfı ve ezilen halklara karşı mevzilerini güçlendirmeye yöneldi. Artık din ve dini örgütlenme, tekelci burjuva egemenliği ve burjuva-emperyalist ideolojinin bir bileşeniydi. Tekelci burjuvazi her tür gericiliğe kucak açtı; dinsel gericiliği yedekledi ve onu hegemonya mücadelesi ve sömürgeci politikalarının aracı olarak kullandı. Tarihsel gelişmeye karşıt olarak Ortaçağın dini ve idealist felsefi yargılarını ideolojik cephaneliğine aldı. Bilim ve aklın yol göstericiliğine dayanan ileri atılımlara karşı dinin ve metafiziğin zincirlerine sarılan gericilik, proletarya ve ezilenlerin metafizik düşünce ve inançların etkisinden kurtulmasını önlemek istiyor, materyalizme ve sosyalizme karşı mücadelesinde, modern ya da Ortaçağcı bütün gerici akımları yedeğine almaya ihtiyaç duyuyordu.
Bu, çürüyen ve tarihsel açıdan da “can çekişen” sistemin “doğası”na uygundu. Burjuvazinin politik-askeri temsilcileriyle iddialı ideologları, tekelci sermaye ve kapitalizmin yol açtığı umutsuzluk ve güvensizliklere karşı bir önlem olmak üzere ezilenleri sisteme yedeklemenin araç ve yöntemlerinden birini, teskin edici “ruhçuluk”ta bulmaktaydılar.
Herhangi bir üretim sisteminin siyasal üst yapıdaki temsilcilerinin yenilgiye uğratılmış olmaları ve üst yapı kurumlarının dağıtılması veya tasfiye edilmesinin, o sisteme ait düşünce, ideoloji ve kültürün kısa sürede ve tamamen etkisiz kalmasını sağlayamayacağı gerçeği bir yana, tekelci burjuvazinin feodal değer yargıları ve feodalizmin üst yapıda ve bilinç biçimlerinde bıraktığı etkiyi ortadan kaldırma hedefi de yoktu. Toplumsal ilerlemeye ayakbağı oluşturan bu değerlerle ilişkiler yedeğe alınarak sömürgeciliğin silahları haline getirildi. Sadece işçi sınıfı ve halk devrimlerinin kazanımlarını değil, sınıf mücadelesinin ürünü ve aralarında burjuvazinin ‘devrimci dönemi’nden kalma olanlarının da bulunduğu ve bugün ancak proletarya ve emekçiler tarafından insanlığı ileriye götürme mücadelesinde kullanılabilecek tüm kazanımlar hedefe kondu.
DİNİ SÖYLEMİN YENİDEN AĞIRLIK KAZANDIĞI BİR DÖNEM
“İslam”ın kapitalizm ve ABD başta olmak üzere ‘Batı emperyalizmi’ ile ilişkileri üzerine tartışmalar günceldir ve emekçi kitleler bakımından da ilgi çekici ve etkileyicidir. Amerikan askeri-politik şefleri ve onlarla işbirliği içindeki yazar ve kimi tarihçiler “medeniyetler savaşı”, “dinler savaşı”, “İslam ile Hıristiyanlığın uzlaşmazlığı”; Hıristiyanlığın “reforma açık ve ilerici” ve fakat Müslümanlığın “her tür reformcu girişime kapalı ve gerici olduğu” üzerine propagandayı sürdürüyorlar. Uluslararası özelliği bulunan terör “İslam” ile birlikte anılıyor. Feodal Ortaçağın kurum ve düşünceleri tarihsel olarak geride kalmış ve emperyalist burjuvazi onları yedeklemiş olmasına karşın, bugünün toplumsal olayları “feodalizm ile kapitalizm”; tekelci burjuvaziyle feodal aristokrasi; “ilerici Hıristiyan Batı” ile “dogmatik-tutucu Doğu” arasındaki çelişkilerle ve bunlar tarafından şekillenen “medeniyetler çatışması”yla izaha çalışılıyor. Emperyalist kapitalizmin temel çelişki ve açmazlarıyla sömürgeci politika ve saldırılar bu tezler üzerinden gizleniyor; saldırı ve işgaller “modern ve özgürleştirici” girişimler olarak gösteriliyor.
“İslam” ve “İslami terörizm” sözcükleri uluslararası alanda bu anlayışla yaygın ve çok sık kullanılıyor. Filistin direnişi içindeki gruplardan bazıları, özellikle de son seçimleri kazanarak hükümet kuran fakat İsrail’in saldırı ve gözaltılarıyla karşılaşan Hamas’ın ve yine Lübnan’da kitle desteğine sahip, hükümetin ortağı olan ve İsrail saldırı ve işgaline karşı gösterdiği direnişle dikkat çeken Hizbullah gibi örgütlerin İslami kesimlerle ve İran-Suriye ve Türkiye ile ilişkileri örnek gösterilerek ABD ve İngiliz emperyalistleriyle İsrail’in saldırı ve işgallerine direnen ülkelerin halkları -ve hatta bu ülkelerin yönetimleri- “terör destekçisi” ve Batı uygarlığının “düşmanları” ilan edildiler.
Batı kaynaklı burjuva propagandası, Irak ve Afganistan’daki gelişmeleri ve bu ülkelerin ABD-İngiliz emperyalistleri tarafından işgal edilmelerini bir biçimde İslam dini ve “İslami terörizm” ile ilişkilendiriyor; Doğu-Batı ilişkilerini uygarlığın ve kapitalizmin gelişme farklılığıyla bağlantılandırarak Batı uygarlığının ve kapitalizmin Batıdaki gelişmesini “Hıristiyanlığın gelişmeye ve reformlara açık olması”yla, Doğu halklarının geri kalışı ya da kapitalizmin Doğudaki gelişme düzeyinin geriliğini ise “İslam’ın reformlar ve kapitalizme kapalılığı”yla izaha çalışıyor. Böylece bu tartışma, bazı Batılı ideologların öteden beri sürdürdükleri “uygar Batı”, “barbar Doğu” propagandasının sınırlarını da aşarak “uygar ve reformist Hıristiyanlık” ile “barbar ve dogmatik İslam” tartışmasına vardırılıyor.
Tekelci gericilik ve özellikle Amerikan yöneticilerinin dinin toplumsal etkisini güçlendiren faaliyetlere yeniden ağırlık verdikleri, dini önyargı ve söylencelerin etkisini güçlendiren açıklamalar yaptıkları, dini etkinlik ve kurumlara ilgiyi artırdıkları; Batı Avrupa ülkelerindeki en gerici sermaye partileri ve temsilcilerinin ‘Hıristiyan değerleri’ne atıfta bulundukları, İslam’ı ise “suç doğurucu bir inanç sistemi” olarak gösterdikleri ve bu tutumlarına da bir tepkiyi ifade eden “politik İslam”ın güç kazandığı bir dönemden geçiliyor. Burjuvazi ve temsilcileri , kapitalizm öncesi çağların metafizik dogmalarıyla dini önyargılarını yeniden güncel politikanın aracı haline getirdiler. Doğa ve toplum olaylarına bilimsel aklın yol göstericiliğinde yaklaşma düşüncesine karşı burjuva-emperyalist ideolojik bombardımanın en önemli ögelerinden birini dinsel olanı oluşturuyor.
“Yaratılışçılık” yeniden piyasa malı haline getirilip uluslararası sürüme kondu. Evrim kuramına karşı uluslararası kampanya yeniden yoğunlaştırıldı. Bush gibi bir emperyalist şarlatan kendini “Tanrı’nın iradesi”yle ilişkili “seçilmiş görevli” ilan etti.
Tekelci gericilik ve uluslararası sermaye, işçi hareketi ve sosyalizmin geçici de olsa geriye atılmış olmasının kitleler içinde yarattığı umutsuzluk ve çözümsüzlüğü ve onun yol açtığı “yeni arayışlar”ı, dini istismar ve kullanma olanağı olarak değerlendiriyor.
Amerikan ve Batılı emperyalist yönetimlerin dine ve dinin politik amaçlı kullanımına verdikleri ağırlık ve gösterdikleri aşırı ilgi ile “İslami terörizm tehdidi”ne yaptıkları vurgu bağımlı-geri ülkelerde misyoner faaliyetlerinin hızlanmasına, dine yöneliş eğiliminin güçlenmesine, farklı dini inançlara sahip kitleler arasındaki ilişkilerin sabote edilmesine yol açmakla kalmadı; ‘barış’, demokrasi ve uygarlık düşmanı faaliyetlerle işgal ve yayılma politikalarının sözde gerici bir dini anlayışa karşı ve sözde daha uygar ve ilerlemeye açık bir dini anlayışa güç vermek adına uygulaması olanaklarını da genişletti.
Burjuvazinin ve özellikle de ABD başta olmak üzere emperyalist büyük güçlerin politik-askeri sözcüleriyle önde gelen yazar, sanatçı ve ideologlarının dine ve dini hurafe ve dogmalara bu aşırı yeniden sarılmaları, bilim ve akla aykırı idealist-metafizik görüş ve inançların yüz milyonlarca insan üzerindeki etkisinin hala sürüyor olmasını bilmeleriyle kuşkusuz ilişkilidir ve dünya gericiliğinin emrindeki politikacı, yazar, din görevlisi ve bunların hemen hepsine yol gösterici fikirler üretmekle pirim yapan burjuva ideologları kuşkusuz bunun farkında olarak hareket ediyorlar. Ama pazar ve etki alanı mücadelesinin yedeklediği dine bu yeniden ve devletler düzeyinde sarılışın, dini dogmalara dayanarak ezilenleri burjuva-emperyalist egemenliğe itaat etmeye çağırmaya duyulan bu yoğunlaşmış ihtiyacın, işçi sınıfı ve emekçi hareketiyle sosyalizmin aldığı yenilginin yol açtığı umutsuzluktan yararlanma; kitlelerin umutsuzluk kaynaklı arayışına sözüm ona cevap verme gibi önemli bir özelliği daha vardı. İşçi sınıfı ve emekçi hareketinin uluslararası düzeyde geriye düşüşü, onun özellikle yirminci yüzyılın 70’li yıllarına kadar süren inişli-çıkışlı ama ağırlıklı olarak ilerleyen durumuna dayanan iktisadi-politik, kültürel-sosyal vs kazanımlarının sermayenin uluslararası saldırılarıyla geriye atılması, dinsel ideolojinin etki alanını genişletmişti ve burjuva emperyalist politikacılarla ideologlar bunu ekonomik-sosyal, kültürel ve askeri amaçlarla kullanmak istiyorlardı. Burjuvazi ve emperyalist gericiliğin ideologlarıyla politik-askeri temsilcileri, ulaşım ve iletişim araçlarının katettiği muazzam gelişmeden yararlanarak dinin halk kitleleri üzerindeki etkisini sömürmekle kalmıyor, onu, farklı inançlardan emekçileri birbirlerine karşı kışkırtıp bölmek; Irak’ta ya da daha önce Ruanda’da görüldüğü üzere farklı mezheplerden insanların kitlesel kırımına göz yumarak ve teşvik ederek, bu ülkelerin yıkıntıları üzerinden hakimiyetlerini sürdürmenin olanağı olarak da değerlendiriyorlar.
Burjuvazi, yaşamın ve toplumsal ilişkilerin “tanrısal irade ile belirlendiği” ve “bunun değiştirilemez kader olduğu” yönündeki dinsel önyargı ve dogmaları kullanmakta; özellikle Doğu insanının, “yaşamının dinin emirleriyle belirlendiği” yönündeki ve “ahretçi” (öte dünya için çalışmaya verilen önem) anlayışları sömürmekte; işsizlik, açlık, yoksulluk ve savaşların bugünkü sistem ve onun egemen sınıflarıyla ilişkilerini dini önyargı ve dogmatik anlayışlarla örtmeye çalışmaktadır. Nitekim İslam’a ilişkin tartışmaların İslam ile “uygarlık” arasında olumsuz bağlantılar kurularak yürütülmesi ve ‘uluslararası terör’ ile İslam’ın bağlantılandırlması, dinsel öfke patlamalarına da yol açacak tarzda, din üzerine tartışmaları halkların gündemine daha yoğun olarak getirdi. “Din Savaşları”nın yeniden gündeme geldiğini ileri süren ve “medeniyetler çatışması” gerici tezinden destek alan burjuva propagandası, Amerikan yöneticilerinin Siyonistlerle birlikte sürdürdükleri “İslami terör” söylemiyle daha da ilgi çekici hale geldi. Bu açıklama ve tartışmalar, “İslam Dünyası”ndaki ve Batı’daki dini radikal akımlarla ırkçı ve şovenist çevrelerin güçlenmesine de hizmet etti.
“DOĞU-BATI” ÜZERINE İRRASYONALİST TEZLER VE DİNİN “BİLİMSEL” İSTİSMARI
1990’da “Müslüman Öfkesinin Kökleri” başlıklı makalesinde “medeniyetler çatışması”ndan söz eden Princeton Üniversitesi profesörü Bernard Lewis, “Müslüman Toplumlar”ın modernizme ve laikliğe kapalı ve hazırlıksız olmalarından söz ederek, “Batının gücü” karşısında ve “Allah’ın yolunda” şiddeti kaçınılmaz gören “azınlık zihniyeti” üzerinde duruyor; “Müslüman dünyası”nda Batılı “değer” olarak “yalnızca diktatörlüklerin tutunabildiği”ni ileri sürerek İslam’ın ve Arapların “zamana karşı sabitlenmişlik”leri iddiasında bulunuyordu. Lewis, Ortadoğu ve Asya’da Batı emperyalizminin saldırgan politikalarına karşı gelişen tepkileri bu çerçevede değerlendirmeye çalışıyor, “Doğu’nun Batı’yı taklit etmekteki başarısızlığı” ve “haseti”nin, “Batı düşmanlığını körüklediğini” ileri sürüyordu. O, modern ve ‘laik’ gelişme ve “değerler”i, “bizim ve sadece bizim” diyerek “Batı”ya mal ediyor, “İslam fanatizmi”nin bu değerlere karşı “kin ve nefretle savaştığı”nı ileri sürüyor; “Ortadoğu ve İslam tarihi araştırmacısı” etiketiyle ve Batı hayranı sosyologların “büyük tarihçi” övgülerine mahzar olarak dini inanç farklılıklarını “uygarlık ve kültür farkı”na genişletiyor, İslam’ı Batı ve modernizm düşmanı “karanlık çağ ideolojisi” olarak gösteriyordu.
“Batı-Doğu” ilişkilerini farklı uygarlıklar ve onların dini inanç farklılıklarıyla bağı üzerinden izaha çalışan bir diğer “ünlü” teorisyen, yine “Batı orijinli” profesör S. Huntington’du. Lewis’in izinde yürüyerek Huntington da, “medeniyetler çatışması” tezinde, “Soğuk Savaş Dönemi”nde siyasi ve ideolojik çatışmaların “iki sistem arasındaki mücadele”ye bağlı olarak gerçekleştiğini, ancak Sovyetler Birliği ve “Doğu Bloku’nun çökmesi”yle doğan yeni çatışma alanlarının farklı kültürel değerler ve medeniyetler arasındaki çatışmayı gündeme getirdiğini ileri sürerek dini farklılıkları çatışmanın en önemli dayanağı olarak ele alıyordu. Huntington, dayanaklarını ise, “Medeniyet farklılıklarının siyasi ideolojik ve rejim farklılıklarından daha köklü olması”; “küreselleşme süreci ile birlikte aynı medeniyet aidiyetine sahip topluluklar arasında etkileşimin artmasıyla ‘ortak medeniyet bilinci’nin gelişmesi ve ‘medeniyetler arasındaki farklılıkların bilincine’ daha fazla varılması; iktisadi modernleşme ve sosyal değişmeye göre ‘kültürel özelliklerin daha yavaş değişmesi ve uzlaşmaya daha az açık olması…” vb şeklinde sıralıyordu.
Sorunu bu tarzda ortaya koyan Lewis ve Huntington -ve onların vargılarını benimseyenler- iktisadi-sosyal ve siyasal sistemleri çelişkileri ve olgularıyla değil, din ve farklı dini inanç sistemleriyle ilişkileri üzerinden değerlendirerek irrasyonalist yöntemleri bilimsel analizlerin yerine geçiriyorlardı.
Huntington “ İslam dünyasında demokrasinin gelişmemesinin ana nedeni” olarak İslam kültürünü gösteriyor, iktisadi-sosyal olgu ve gelişmelerle burjuva demokrasisi arasındaki ilişkileri ve demokratik hakların sınıf mücadelesinin ürünü olmaları gerçeğini göz ardı ediyor; Hıristiyanlık ile demokrasi arasında doğrusal olumlayıcı ilişkiler kurarak bazı diğer ‘Batı’lı ya da ‘Doğu’lu yazar ve ideologlarla birlikte burjuva demokrasisinin Batı’da Hıristiyan Ortaçağına ve onun karanlık görüşlerine karşı uzun ve can bedelli mücadeleyle kazanıldığı ve ancak işçi ve emekçilerin desteğindeki mücadele ile ilerleyebildiği gerçeğini örtbas ediyordu.
Huntingtoncu “medeniyetler çatışması” tezi, sınıf mücadelesinin değil, emperyalizm ile bağımlı halklar çelişkisinin de değil, “ileri Hıristiyan-Yahudi uygarlığı” ile “geri medeniyetler” (örneğin İslam) arasındaki çatışmanın “geleceği belirleyeceği” iddiasındaydı. Samuel Huntington, 2004 Yılında yayımlanan “Biz Kimiz?- Amerika’nın Ulusal Kimlik Arayışı” adlı eserinde şöyle diyordu: “21. yüzyıl bir din çağı olarak yükseliyor. Kuzey Avrupa dışında her yerde halk rahatlık, teselli ve kimlik için yüzünü dine dönüyor. Gilles Keppel’in deyimiyle, Tanrının intikamı en hareketli zamanını yaşıyor. Din grupları arasındaki şiddet tüm dünyada artıyor. İnsanlar coğrafi olarak uzağında bulundukları dindaşlarının yazgısıyla giderek daha fazla ilgileniyor. Bir çok ülkede ulusal kimliğin dinsel çerçevede yeniden tanımlanmasını hedefleyen güçlü hareketler ortaya çıktı. Çok farklı biçimde ABD’deki hareketler, Amerikan dinsel köklerini, Amerikan halkının dine olan sıra dışı bağlılığını anımsatıyor. İncil öğretisine dayalı Hıristiyanlık, önemli bir güç haline geldi ve Amerikalılar kendi imajları konusunda, büyük oranda, Hıristiyan bir halk oldukları gerçeğine geri dönüyor.” (aktaran Bilim ve Düşünce, s.2)
Huntington’cu tez, tüm Hıristiyanlar ve Hıristiyan kültürüyle yetişmiş olanların, dindar-laik-dinsiz vs, Hıristiyanlık tarafından da “içerilen” Batı uygarlığını korumak için birleşmelerine ‘cevaz veriyor’du.
Ülkeler, devletler ve sınıflar arası ilişkileri “medeniyetler çatışması” ve “dinler savaşı” gibi “olgular”la izaha çalışan burjuva teorisyen ve politikacılar, bu tezi kanıtlamak üzere değişik ulus ve halkların iktisadi-sosyal, politik, dini, kültürel farklı “biçimlenmeleri”ni ve kültürel alandaki değişimin nispeten yavaş oluşunu hareket noktası olarak alıyor; emperyalistler arası rekabeti pazarların ve kaynakların yeniden paylaşımı mücadelesini ve bu mücadele kapsamında ABD başta olmak üzere emperyalist büyük güçlerin bağımlı-sömürge ve ezilen halklara dayattıkları politikaları gizliyorlardı. Emperyalist saldırganlığa karşı tepki ve öfkenin dini görüntüler altında da ortaya çıkabileceğini görmezden geliyor ve El Kaide-Taliban gibi örgütlerin terörist eylemlerini iddialarının belirleyici kanıtları olarak öne çıkarıyorlardı. Toplumsal gelişme ve değişim ile “Doğulu” (Ortadoğu-Asya) toplumlar arasındaki ilişki “sabitlenmiş” statik haliyle ele alınıyor; “İslam Ülkeleri” halkları sadece aşağılanmıyor, “Araplar”ın şahsında “zamandışı” da sayılıyorlardı. Lewis bu sabit mantığını “bilimsel analiz” olarak pazarlayabilmişti.
“Medeniyetler çatışması” tezi ise, sermaye hareketinin ‘ulusal sınırlar’ı “ilga” etmesi ve kapitalist uluslararasılaşmanın ‘farklı medeniyetlerden insanları’ı bu hareket içinde birbirlerine yakınlaştırmasını görmezden geliyor ya da reddediyordu. Bu tez, kapitalist-tekelci rekabet ve emperyalistler arası paylaşım mücadelesiyle bağımlı ülkelerin halklarına yönelik emperyalist baskı ve talan politikasını aklıyor ve atlıyor; ‘ulusal’ eğilim ve mücadelenin bu politikaya duyulan öfkenin ifadesi olduğu gerçeğini görmezden geliyordu. Sorunu “Batı ve Batılı olmayan toplumlar arasındaki mücadele” şeklinde ortaya koymakla; toplumları “Batılı” ya da “Batılı olmayan”lar olarak sınıflardan ve sınıf çıkarlarının yol açtığı bölünme ve çatışmalardan bağımsız gösteriyor; “ Batılı olmayan toplumlar”ın, esas olarak da onların ezilen kesimlerinin modern-aydınlanmacı ve ilerici demokratik değerler için gösterdikleri çaba ve yürüttükleri mücadeleyle bu yöndeki ilerlemelerini görmezden geliyordu. “Medeniyetler ilişkisi”nden “medeniyetler çatışması”nı çıkaran Huntington ve izleyenleri, farklı kültürler arası ilişkileri tek yanlı ele alarak bu ilişkinin ilerici unsur ve yanlarının üzerini örtüyorlardı. Lewis, “Batılı değer” olarak sadece ‘Batı’ işbirlikçisi diktatörlükleri alıyor; Huntington ise, burjuva demokrasisinin, Hindistan dışta tutulmak üzere “Müslüman toplumlar”da ya hiç yerleşmemiş ya da zayıf olmasını veri alarak tüm “Müslüman ülkeler”i, özgün durumlarını göz ardı ederek bir kalıba sokuyor ve burjuva aydınlanması ve modernleşmesinin burjuva sınıf temsilcilerinin yukarıdan dayatmalarıyla gerçekleştirilmeye çalışılması ve halka ve mücadelesine dayanmayan bu “gerçekleştirme”nin ikiyüzlülük sınırlarını aşamadığı gerçeğinden hareketle, “Doğu”nun geriliğini; geri kalışı ya da bıraktırılmışlığını salt İslami bir özellik olarak sunuyordu.
Lewis ve Huntington etiketli bu tezler, iktisadi-sosyal sistemlerle dinsel, siyasal-hukuksal ve ahlaki düşünceler arasındaki ilişkileri alt-üst ediyor; sorunu “kompleksler”le ve “ilerici” ve “gerici” dinler ayrımı gibi spekülatif biçimlerle izaha çalışıyordu. “İslami terörizm”i, İslam’ın “etik” ya da “yapısal” özelliklerinden biri olarak gösteren bu tezler, teröristliği sonradan keşfedilen El Kaide ve Taliban’ın Batı emperyalizmi, özellikle de ABD’li gericiler tarafından S. Rusya’ya karşı örgütlendirilmiş olduğunu da örtbas ediyorlardı.
Burjuva emperyalist ideologlarla gerici politikacıların “medeniyetler çatışması”, “dinler savaşı” ya da başka bazılarının birleştiricilik adına “dinler arası diyalog”dan söz etmeleri, özellikle de Bush gibi ‘yeni faşist’ politikacıların İran’daki ‘mollalar rejimi’yle Hamas ve Hizbullah gibi “İslami Örgütler”i örnek göstererek, İslam’ı “Batı uygarlığı”na karşı “terörle sonuç almaya çalışan din” olarak göstermeleri; bununla da kalmayarak, Hıristiyanlığı kapitalizm ve burjuva uygarlığıyla bağdaşır ve fakat İslam’ı karşıtlık içinde göstermeleri, genel olarak dinlerin, özel olarak İslam dininin kapitalizm ve kapitalist emperyalizm ile ilişkisini ters yüz eden bir yaklaşımın açığa vurulmasıydı.
Bu yaklaşım, din ile sömürüye dayalı iktisadi-toplumsal sistemlerin birbirini dışlamadığı gerçeğini Hıristiyanlık lehine yorumlarken çarpıtıyor, dinin genel olarak bilimsel gelişme ve toplumbilim önünde engel oluşturan dogmalarıyla genel olarak toplumsal gelişme ve özel olarak kapitalist gelişmenin ihtiyaçları arasındaki çatışmayı İslam’a ilişkin bir özellik olarak gösteriyor ve daraltıyor; toplumsal değişimin ihtiyaçlarının dinsel yargı ve yorumları kendine uydurmayı başarmasını İslam için geçersiz sayıyordu. Oysa Hıristiyanlık, Musevilik, İslam ya da Budizm, gördükleri işlev açısından uygarlıkla, demokrasi ve özgürlükler düşüncesiyle ilişkilerinde özsel bir farklılık göstermemekteydiler. Bu ortak içerik herşeyden önce dinlerin doğuş koşulları ve onları “ihtiyaç” haline getiren nedenlerle ilişkilidir. Ekonomik toplumsal sistemlerin sürdürülmesi için dinin egemen sınıflar tarafından kullanılması bakımından da farklı dinler esasa ilişkin bir ayrıcalık oluşturmaz ve içermezler. Ezilen sınıfların baskıcı yönetimlerle ilişkilerde içinde bulundukları ya da zorla tutuldukları durumdan çıkış için ve onların temsilciliğini yapan bazı düşünürler ve din adamlarının öncülüğünde, dini ideolojiyi baskı ve zulme karşı mücadele yönünde yorumlamaları veya onun içinden yararlanılabilir öğeler bulmaları da, dinin toplumsal işlevini değiştirmemiştir.
Hıristiyanlığı kapitalizme, gelişmeye ve modernleşmeye açık gösteren bu tez, dini geleneklerin modernleşmeye oluşturduğu engelin tarih boyu süren mücadeleyi getirdiğini; Batı Aydınlanmasının hurafe ve dogmalara karşı mücadelenin ürünü olarak gerçekleştiğini; feodalizme karşı mücadelesinde burjuvazinin bu mücadelenin ürünlerinden yararlandığını ve hakimiyet için kullandığını gözardı etmektedir. Irkçılık kokan bu “oryantalist” tez, “Doğu-İslam” toplumlarındaki gelişmeleri görmezden gelmekte; feodal gericiliğe ve değer yargılarına karşı mücadelenin “Doğu toplumları”nda ve Türkiye gibi bir “İslam ülkesi”nde de sürdüğü ve ‘modernleşme’ kapsamındaki gelişme ve ilerlemelerin bu mücadelenin ürünü ve sonucu olarak ortaya çıktığını bir yana itmektedir.
Lewis ve Huntington’un tez(ler)ini destekleyen açıklamalar, Avrupa’nın başlıca ülkeleriyle ABD’de birbirini güçlendirecek tarzda sürdürüldü. Gazete ve televizyon mensuplarının karşısına çıkan bu ülkelerin kimi yöneticileriyle yazar ve teorisyenleri “İslam”ı doğrudan hedef gösteren açıklamalar yaptılar. 11 Eylül 2001’deki terör eylemleri sonrasında Bush, “ABD, İslamcı faşistlerle savaş halinde” açıklamasını yaptı. Bush, bir diger konuşmasında da terörle mücadeleyi “Haçlı Seferleri”ne benzetmişti.
AB’ye Türkiye’nin “alınıp alınmaması” tartışmalarında, Avrupalı “Hıristiyan-demokrat partiler”, Türkiye’nin “topluluğa alınmaması” yönündeki düşüncelerini, “Batı medeniyeti ve değerlerinin Türkiyeliler tarafından özümsenememesi”yle gerekçelendirirlerken, bu özümseyememeyi İslam kültürüyle ilişkilendiriyorlardı.
Bush, “Hıristiyan yeni uyanışı”ndan söz ederken, yeni Papa Ratzinger (16. Benedicticus), Ortaçağın tartışmalarına atıfta bulunarak, “İslam dininin şiddete dayalı olduğu” yönündeki görüşleri yeniden gündeme getirdi. Fransa Cumhurbaşkanı Jacques Chirac, Fransa’nın 200 büyükelçisi önünde yaptığı konuşmada, “Ufukta çok büyük bir tehlike belirmeye başladı. Doğu-Batı, İslam-Hiristiyan dünyaları çatışması tehlikesi bu” diyordu. Alman Hıristiyan Demokrat Partisi’nin (CDU) Genel Sekreteri Ronald Pofalla ise, siyasi nitelikli şiddeti, “günümüzde tamamen İslamın sorunu” olarak gördüklerini açıkladı. İslam’ın modernizme uyum sağlamaktan “aciz olduğu”nu söyleyenlerden biri de İtalya’nın eski Başbakanı Silvio Berlusconi idi.
Bu sav ve açıklamalar, Samuel Huntington ile Bernard Lewis’in ellerini ovuşturacakları türdendi ve bu yöndeki politikanın sonucu da dini gericiliğin etki sahasının daha da genişlemesiydi.
“KURTARICILIK” KÜLTÜ VE SÖMÜRGECİLİĞE DİNİ ÖRTÜ
İngiliz-Amerikan işgalcileri, Kuzey Amerika yerlilerini toplu katliama tabi tuttukları yıllardan başlayarak eylemlerini “Tanrının isteği”yle ilişkilendiler ve “kutsal kitap”ın “kadın ve çocukların ebeveynleriyle birlikte öldürülmesi”ne ‘cevaz verdiği’ni propaganda ettiler.[1] Kızılderilileri “vahşi ve cezalandırılması gereken yaratıklar” şeklinde tanımlayarak onları ateş ve barutla, kurşun ve zehirli maddelerle yok edip arazilerine ve madenlerine el koymayı haklı göstermeye çalıştılar. Sonraki dönemlerde izledikleri yayılma stratejileriyle sömürgeci politikaları da benzer biçimde gerekçelendirdiler. Topraklarına ve zenginlik kaynaklarına göz diktikleri halkları ilkel, “uygarlık düşmanı ve fanatik gerici”; işbirliğinde problem yaşadıkları ülkelerin yöneticilerini “diktatör ve özgürlük düşmanı” göstererek, bu ülkelere “uygarlık, özgürlük ve refah götüreceklerini” ilan ederek vahşi ve yıkıcı saldırı ve işgallere giriştiler. Amerikan uygarlığının ve “yaşam tarzı”nın götürülmesi adı altında ülkelerin ve ulusların kaynakları yağmalandı ve halklar sistemli olarak yoksulluk ve yoksunluğa itildiler. Amerikan çıkarı için her yol ve her aracı mübah gösteren Amerikan propagandası, Amerikan ulusunu, dünya üzerindeki “nizamı” sürdürme ve “insanlığı kurtarma”yla görevli, “seçilmiş” bir ulus olarak gösteriyor ve Amerikan yöneticilerini, eylemlerine “Tanrının yön verdiği” seçilmiş görevliler olarak ilan ediyordu.
Daha Ocak 1900’de Senatör Albert Beverindge, Amerikan Senatosu’nda yaptığı konuşmada, “Tanrı bin yıldır, İngilizce konuşan ve Germen ırkları, önemsiz ve sıkıcı uğraşlar peşinde koşmaları ve kendilerine hayran olmaları için hazırlamadı. O, Amerikan halkını dünyanın manevi yenilenme ve yönlendirmesini gerçekleştirmek üzere, seçilmiş ulus olarak belirledi. İşte Amerika’nın ilahi misyonu budur” diyordu. (Bilim ve Düşünce,s.2, birinci makale)
Bu propaganda, değişik figürlerle zenginleştirilerek yirminci yüzyıl boyunca sürdürüldü. ABD’nin “en açık sözlü” temsilcileri “Barış’ ve ‘uluslararası hukuk’ konusundaki, ‘dostluk’ ve ‘işbirliği’ konusundaki saçma hayallerin belirsizliklerine sığınmak hiçbir şeye hizmet etmez” diyerek bunların ezilip geçilmesini istiyorlardı. Amerikan kapitalizminin çıkarları, “komployla, bozgunculuk yoluyla, rüşvetle, bölgesel savaşlarla ve sonunda; bu gerekli olursa genelleşmiş savaş yoluyla” dünya hakimiyeti için onu saldırıya yöneltmekteydi. Ancak Amerikan propagandası, bu politikayı belirleyenin Amerikan çıkarları değil “Tanrı iradesi olduğu”nu vaaz ediyordu.
G. Walter Bush, 2004 Kasım’ında yeniden başkan seçildikten sonra, Amerikalıların kendilerine atfettikleri “kurtarıcı seçilmişlik misyonu”nu dünyaya “yeni bir düzen vermek” ya da “Geniş Ortadoğu ve Kuzey Afrika”ya özgürlük, demokrasi ve refah “götürmek” için kullanmanın “artık çok daha farz olduğu” vaazı daha fazla yoğunluk kazandı. Ortadoğu, Balkanlar, Orta Asya, Kafkasya; Afganistan’dan Hindistan ve Çine uzanan bütün Güneydoğu ve Ön Asya’nın “kurtarılması” şimdi daha çok aciliyet kazanmıştı! Saldırı, işgal ve katliamlar eski ve yeni “Ahit”teki vaazlarla; “önceki” ve “kötü” şeylerin “anılmayacak biçimde” ortadan kaldırılması ve “yeni gökler ve yeni”ler “yaratılması” bildirimleriyle ilişkilendiriliyor ve Ortaçağ gericiliğinin etkileri yedeğe alınıyordu. Amerikan “ulusu”nun, dünyanın “kurtarılmaya muhtaç” ülkeleri ve insanlarını “kurtarması”, ABD yönetimlerinin “önceden belirlenmiş kaderi”ydi ve Bush yönetiminin yürüttüğü savaş, bu “önceden belirlenmiş ve değişmez kader”e uygun düşüyordu. “Seçilmiş başkan” bu görevi, -onun, “Tanrı El Kaideyi vurmamı istedi ben de vurdum. Sonra Saddam’ı vurmamı istedi onu da vurdum” sözlerinde içerildiği üzere- “Tanrının isteği”ne uygun olarak yerine getirmekteydi!
Bush, 1697’de Cotton Mather’in “Tanrı’nın ruhu’nun kendisine dokunduğu” ve “böylece O’nun yaklaşımlarına daha açık hale geldiği”ni belirttiği gibi kendisini “Tanrı’yla ilişkili” göstererek; Abraham Lincoln’un 4 Mart 1865’teki konuşmasında Amerikan köleciliğini ve Kuzey’de ve Güney’de yaşanan “korkunç savaşı” Tanrı’nın “hem doğru hem de adil hükümleri”nin göstergesi ve onun “verdiği bir dert” olarak göstermesi gibi gerekçeler uydurarak, Franklin D. Roosevelt’in 6 Ocak 1941’de yaptığı “Özgürlük” konuşmasında “Amerikan milletinin inancının Tanrı’nın rehberliğinde özgürlüğe bağlandığını” vazettiği gibi; Amerikalıların “seçilmiş millet” oldukları ve “insanlığın kurtuluşunu gerçekleştirme sorumluluklarının bulunduğu” inaçlarına sesleniyordu. Bush, ilk başkanlık konuşmasında da insanlık tarihinin “Tanrı tarafından yazıldığı”nı ve “O’nun amacı”nın kendi eylemleriyle “gerçekleşiyor” olduğunu ileri sürmüştü.( bakınız ‘Amerikan Apokaliptik’inin Dünü Bugünü- C.Akça-Bahar Gürsel, D.Batı.32)
Amerikan şefleri, sömürgeci politikalarını, ABD’nin “Tanrı tarafından da istenen” sorumlulukları ve “dünyayı kötülüklerden kurtarma” gibi “önceden belirlenmiş kader” çerçevesinde gösterirlerken, tümüyle maddi, mali, ekonomik, politik ve askeri amaçlı eylemlerini; bu elle tutulur-gözle görülür amaç ve hedefleri dinsel-metafizik zorunluluklar örtüsüne büründürerek bilim ve aklın kazanımlarına karşı savaş açıyorlardı. ABD “imparatorluğunun ebedi olduğuna” dair Amerikan propagandası ekonomik-askeri ve mali dayanakların yanı sıra ve dinsel ön yargıları da kullanarak yalnızca aldatılmış ‘sıradan’ Amerikalıyı değil, saldırı ve işgallerin hedefindeki ülkelerin halklarını da “Tanrı adına” boyun eğmeye çağırmayı içeriyordu. Hurafelere dayalı, bilim düşmanı ve ırkçı olan bu propagandaya göre, “Amerika, diğer uluslardan farklı olarak, kendi karakterinin beşeri ve geçici değil, ilahi ve sonsuz olduğunu kavramıştır.” Eski Adalet Bakanı John Ashcroft, 8 Mayıs 1999’da, “Kaynağımızın sonsuz olduğunu anladığımız için biz farklıyız. Bizim kralımız İsa’dır” diyerek bu saçma anlayışı bir kez daha ilan ediyordu.
Irkçı ve bilim karşıtı bu propaganda ve politika Amerikan kültürünü tüm kültürlerden “üstün” gösteriyor, bunu da Amerikalıların dininin “Hıristiyanlık” olmasına bağlıyordu. Buna göre, ABD ve Bush yönetiminin, buyruğu yerine getirmekten başka seçeneği yoktur. “Bunun sebebi tarihin kaçınılmazlıkların çemberinde ilerlemesi değil, olayları harekete geçirenin insanın tercihleri olmamasıdır. Tanrı, kendi istediği gibi hareket eder ve tercih eder.” Bunun içindir ki, modern çağların engizisyon çağırıcısı “Tanrı ile bir ilişkiye sahip olmadan nasıl başkan olunabileceğini aklım almıyor” demekte,”Tanrı’nın, benim başkan adayı olmamı istediğini hissediyorum. Bunu açıklayamam, ama ülkemin bana ihtiyacı olacağını hissediyorum. Bir şeyler olacak. Kolay olmayacak, ama Tanrı bunu yapmamı istiyor” diye, Gayya kuyusundan seslenmekte; rahiplerin “Kilise ve devletin ayrılığı bir masaldır. Ülke, Tanrı’nın krallığıdır” söylemiyle birleşebilmektedir.
Bugün de, insan aklı ve bilincine karşı Ortaçağ gericiliğine ve Hıristiyanlık “değerleri”ne sarılarak, “Geniş” Ortadoğu ve Asya’da yürüttükleri sömürgeci stratejiye “kutsal dayanaklar” oluşturmaya çalışıyorlar. ABD ve bugünkü yöneticileri, bir yandan dünya hakimiyeti için yürüttükleri mücadelede, “ileri Batı uygarlığıyla geri Doğu arasındaki savaş” fikrini işler ve buna hizmet eden politik-askeri saflaşmalar dayatırlarken öte yandan “İslamcı akımlar arasında”, “radikal ve ılımlı oluşlarına göre ayrım yapma” taktiğiyle Ortadoğu’nun işbirlikçi yönetimleriyle şeriatçı-ılımlı parti-grup ve çevrelerini yedeklemeye çalışıyorlar. ABD planlarına şu ya da bu biçimde direnç gösterenlerin “şer güçler” ilan edilerek saldırı hedefine konmaları ise şeriatçılığın ve “İslam”ın hedef alınmadığını; bu tutumun onun/onların mevcut koşullarda emperyalizm yararına kullanılabilir olmasıyla ilişkili bir tutum olduğunu gösteriyor. “Ilımlı İslam”- “Radikal İslam” ayrımıyla Taliban, Usame Bin Ladin, Saddam Hüseyin yönetiminin düşman; Mısır’daki sözde “demokrasi”, Suudi petrol kralları ve güya “uygar Ürdün” krallığının ‘dost’ sayılmalarının belirleyici kıstasını, Amerikan çıkarları açısından taşıdıkları önem ve gördükleri işlev oluşturuyor.
ABD’nin ve Amerikan başkanlarının; son olarak da Bush’un “dünyaya yeni bir düzen verilmesi” için “seçilmiş” oldukları vaazı, en kıyıcı ve vahşi etkisini dünya emekçilerinin emperyalist yıkıcılığı hem “kader” hem de “zorunluluk” olarak algılamaları ve toplumsal sistemin sömürüden arındırılmış insani bir yeniden kuruluşu için mücadeleyi “Tanrı’nın iradesine karşı gelme” şeklinde değerlendirerek bundan geri durmalarında oynadığı rol ile yerine getiriyordu.[2]
Amerikan yönetiminin ortaya attığı “Büyük Ortadoğu Projesi”nin temel ‘sav’larından biri de İslam ve demokrasinin uyuşmaması nedeniyle Ortadoğu ülkelerinde “teokratik-fundamentalist” rejimlerin ayakta durduğu ve bunların uygarlığa zarar veren düşmanca bir ideolojiyle “terörist örgütlenmeyi beslediği” biçimindedir. Ortadoğu-Kuzey Afrika ülkelerine müdahalenin “kaçınılmaz ve gerekli” olduğu iddiası böylece inandırıcı kılınmak istenmektedir. ABD’nin İran’a boyun eğdirme ve Kafkasya’da hakimiyet alanları oluşturma olanağına kavuşma stratejisi, “ilerici Batı uygarlığı”nın “gerici-fundamentalist İran”a karşı haklı savaşı; Afganistan’daki işgal, “şeriatçı Taliban barbarlığına karşı uygar dünyanın savaşı” olarak gösteriliyor. Irak işgali, “despotik-antidemokratik diktatörlüğe karşı özgürlük ve demokrasinin zafer kazanma savaşı” ve Suriye’ye karşı aynı iddialı komplo ve kuşatmalarla Siyonist İsrail’in Filistin ve Lübnan’daki vahşetleri “şeriatçı Hamas ve Hizbullah terör örgütleri”nin varlığı ve faaliyetleriyle gerekçelendirip haklı gösterilmek isteniyor. Sömürgeciliğe hizmet eden ve gerçeği çarpıtan bu tezler tamamıyla gerici karakterdedir. Buna rağmen, “Müslüman toplumlar”da gelişmiş bir burjuva demokrasisinin olmadığı; aralarındaki “ortak payda”ya rağmen bu ülkelerin herbirinde durumun farklı olduğu; Türkiye’de ve nüfusunun belli bir kesimi (%14 civarında) Müslüman olan Hindistan’da kapitalizmin daha ileri düzeyde geliştiği ve burjuva demokratik haklar mücadelesinin daha ileri olduğu; Azarbeycan gibi bir dönemler sosyalizmin inşası alanında yer almış ülekelerde siyasal rejimin karakterinin Ortadoğu ülkeleriyle Pakistan, Bangladeş, Malezya, Mali gibi ülkelerdekinden farklı olduğu; tüm bu ülkelerdeki siyasal sistemin karakterinin emperyalist hegemonya altında olmalarıyla dolaysız ilişkili olduğu; siyasal gericiliğin ve anti demokratizmin dinsel gericiliğe “cevaz verdiği” yine de söylenebilir.
Ancak İslam-demokrasi ilişkisi ne herhangi diğer dinlerle burjuva demokrasisi ve kapitalizm ilişkisinden özü itibariyle farklıdır ne de bir farklılık olsa dahi, bu emperyalist saldırı ve müdahalelerin gerekçesi yapılabilir. “Demokrasiye açık” ya da demokrasiyle “bağdaşır” olmamak salt İslam’a ilişkin olmayıp tüm dinlere ait bir özelliktir ve dinler genel olarak tutuculuğu ve itaatı telkin etmelerine karşın, herbir dini inanca dair “demokratik argümanlar”dan da söz edilebilir. Siyasal üst yapının karakterini belirleyenin son tahlilde iktisadi-sosyal sistem olduğu gerçeği gözardı edilmediği sürece, İslam dininin ya da başka bir dinin “halkın yönetime katılımı” ve hakları bakımından ötekine göre daha müsamahakar olduğu ileri sürülemez. Siyasal rejimin karakteri ve demokrasinin gelişme düzeyi bakımından başlıca etken kapitalist gelişmenin ve demokratik haklar için mücadelenin düzeyi ve gücüdür. İslam dininin otoriteye itaat vazeden hükümlerinden söz edilse bile, monarşist-despotik yönetimlerden sözde demokratik cumhuriyetlere kadar bir dizi ülkedeki antidemokratik siyasal yapılar, bu ülkelerde halkın da katılımı ya da doğrudan emekçilerin mücadelesiyle demokratik politik sistemin inşa edilememiş olması; işbirlikçilerle emperyalistlerin dayattıkları siyasal gericiliğin dağıtılamamasıyla ilişkilidir. Bu toplumlarda dinin işlevinin güçlü ya da zayıf olmasında da bu temel unsur ve etken doğrudan rol oynamaktadır.
“Müslüman dünyada demokrasinin yerleşmemesi”nin nedenleri içinde İslam dinini başa alan Batılı teorisyenler ise, emperyalist sömürge politikalarının bu ülkelerin gelişme süreci üzerindeki etkisini ya göz ardı etmekte ya da Ortadoğu’da girişilen işgale atfettikleri türden “özgürleştirici” bir rol olarak aklamaktadır. Bu demagojik ve ilizyonist tezlerin sahipleri, Amerikan emperyalizminin İran’a saldırılarının sözde dinsel gerekçelerini onaylamak ve bu saldırganlığın ortağı durumuna düşmekten de kurtulamamışlardır.[3]
ABD yönetimi başta olmak üzere Batılı emperyalist güçlerin dini inanç ve önyargıları politikalarının yedeğine almak üzere yönlendirici bir propaganda ve pratik tutum geliştirmeleri, dine bu yeniden ve ikiyüzlü sarılışları, yoksulluk, açlık ve işsizliğin artmasının yol açtığı bunalım ve umutsuzluk koşullarında dinin geniş emekçi kitleleri üzerindeki etkisini güçlendirici bir işlev gördü. Terörist hareket ve eylemlerin İslam diniyle, “onun doğal sonucu”ymuş gibi ‘türevsel’ ilişkilendirilmesi de farklı dini inançlardan halklar arasındaki güven ilişkilerini olumsuz etkiledi.
EMPERYALİST POLİTİKA, SB’NİN DAĞILMASI VE YÜKSELEN İSLAM
İngiliz ve Fransız emperyalistlerinin Osmanlı İmparatorluğu, Türk ve Arap devletleriyle ilişkileri feodal ve kapitalist sömürgeci (emperyalist) politikalar üzerine oturmasına rağmen, dini inançların ve İslam’ın istismarı bu politikalarda özel bir yer tutuyordu. İngiliz ve Alman devletleri Çarlık Rusyas’na ve S. Birliği’ne karşı politikalarında Kafkas halklarının dini inançlarını istismar etmekten geri durmadılar. Amerikan emperyalist şeflerinin İngiliz sömürgeci politikasının “tarihsel deneyimi”ni de sahiplenerek sosyalist Sovyetler Birliği’ni yıkmak için uygulamaya geçirdikleri “yeşil kuşak” politikası, ‘Doğu-İslam ülkeleri’nin en gerici çevreleriyle din üzerinden kurulan ittifakı esas alıyordu. ABD başta olmak üzere Batılı emperyalistler İran şahlığı, Pakistan gericiliği ve ‘Türk-İslamcı’ çevrelerini kullandılar. Müslüman Kardeşler gibi dini-”mücahit” güçleri örgütleyip finanse ettiler ve bunları Asya ve Afrika’nın bağımlı-sömürge ve ezilen halklarını sömürmek üzere harekete geçirdiler. ABD’nin başını çektiği “anti-komünizm” kampanyası çerçevesinde emperyalistlerce desteklenen İslamcı hareketler, “Yeşil Kuşak” projesiyle güç kazandıkça, egemen sınıfların iktidar çekişmelerinde de yer aldılar ve bazı ülkelerde hükümet kurar hale geldiler.
ABD, CIA ve Pentagon, İngiliz istihbaratı ve Alman tekelleri, sosyalist S. Birliği’ni yıkmak için yüz milyarlarca dolar harcamışlardı. SB’de sosyalizmin 50’li yılların ikinci yarısından itibaren tasfiye sürecine girdiği ve bu ülkeler topluluğunun yeni burjuvazi eliyle hegemonya mücadelesine çekildiği, dünya işçi sınıfı ve emekçilerinin henüz çok küçük bir kesimi için açıklık kazanmıştı. SB, dünya halklarının büyük çoğunluğu tarafından “sosyalist” olarak görülmeye devam ediyordu. Sovyet revizyonist burjuvazisinin tüm suçlarını sosyalizme fatura eden burjuva propagandası da bu yöndeydi.
Böylesi bir dönemde Rus burjuvazisinin Afganistan işgali gerçekleşti. Bu, dünya işçi ve emekçileriyle ezilen halklar için büyük bir yıkım demekti. İran Devrimi’nin Ortadoğu’da yarattığı sarsıntı ve ortaya çıkardığı anti-Amerikan dalga, Avrupa ülkeleri ve Japonya’nın kapitalist pazarda giderek artan mevziler edinmeleri; ABD ve İngiliz ittifakını, SSCB’yi bir an önce çöküşe zorlayarak, diğer emperyalist ülkelerin kendisine “kafa tutar” hale gelmesini önleyecek yeni saldırı politikalarını gündeme getirmesine yolaçtı. Gorbaçov ve Yeltsin yönetiminde SSCB’nin kapitalist entegrasyonunun tamamlanması, ABD ve İngiltere’nin ekonomik, siyasi ve askeri stratejilerini açık saldırganlık çizgisinde yenilemelerini getirirken, dünyanın yeni gerginlik, çatışma ve savaşlara sürüklenmesi süreci hızlandı. Buna, uluslararası alanda ve her ülkede işçi sınıfı ve emekçilerin mücadeleyle kazandıkları ne varsa hepsinin saldırı hedefine konması ve emekçilerin kaderci boyun eğişlerini sağlamak amaçlı burjuva-emperyalist ideolojik bombardıman eşlik etti. Ekim Devrimi ve ikinci dünya savaşı sonrasında bağımsızlığını kazanan, kimisi halen “stratejik” hammadde kaynaklarını elde tutan ve genellikle nüfusun çoğunluğunu Müslümanların oluşturduğu geri ülkelerin emperyalist egemenliğe şu ya da bu biçimde engel çıkarmaya kalkışmalarını önlemek amacıyla politik-mali-ekonomik ve askeri yöntemlerin yanı sıra, “kafirlerle müminler arasındaki savaş”ın gereği denilerek dini çağrılara yeniden ağırlık verildi. ABD, ezilen halkların emperyalizmden kurtuluş mücadelesinde ve sosyalizme karşı savaşında yeni bir olanak yakalamıştı. Hemen harekete geçti. Daha doğrusu yürütmekte olduğu kuşatma ve etkisizleştirme harekatını daha da ileriye götürmek üzere ve yanına Batılı diğer emperyalist güçleri de alarak Afgan “mücahitleri”nin savaşına silah ve para akıttı. Taliban ve El Kaide örgütlenmeleri bu koşullarda ortaya çıkıp büyüdüler.
Gorbaçovculuğun zaferi ABD başta olmak üzere Batı emperyalizminin zaferi demekti. Ortadoğu ve Ön Asya’nın ‘Müslüman Halkları’ içinde sosyalizme duyulan güven ve umut büyük darbe alırken, Amerikan emperyalizminin jandarmalığını altmış yıldır sürdürdüğü kapitalist emperyalizme yeni pazarların kapısı açıldı. ABD ve Batılı emperyalistlerle emirlerindeki ideologlar, yeni bir dünya düzeninin kurulduğunu ve bunun tüm halklara ve herkese mutluluk ve refah getireceğini ilan ettiler. Ama henüz bu propaganda tüm hızıyla sürerken, kapitalist “yeni dünya düzeni” illüzyonu gizlerini önemli oranda yitirdi. Sosyalizm yenilmiş, işçi hareketi geriye atılmış ancak ne savaşlar, ne mücadele, ne işgaller ne de devasa işsizlik, artan yoksulluk ve açlık ortadan kalkmıştı. Burjuvazinin vaat ettiği “refah ve mutluluk”tan eser olmadığı gibi, “ufukta bir ışık” da görünmüyordu. Tam aksine, dünya semalarını da karartan mikrop salgını etrafa daha fazla yayılmaya başlamıştı.
ABD, S. Rusya’nın Afganistan’dan çekilmesiyle, onu kuşatma ve etki alanını sınırlama çabalarında bir hamle üstünlüğü sağladı. Ortadoğu’dan G. Doğu Asya’ya geniş bir bölgede, pazarlar ve hammadde kaynakları üzerinde daha kesin bir denetim kurmak için bu ‘yeni durum’dan yararlanmak istiyordu.
Ancak yeni bir sorunla da karşı karşıyaydı: Afganistan’da koordine ettiği “cihad” içinde örgütlenen “İslam şeriatçılığı”yla kanlı-bıçaklı hale gelmişti. Şeriatçıların en azından bir bölümünün ABD ile çelişkileri keskinleşmişti. Arap-İslam halkları içinde İslam şeriatçılığı ve tarikatçı örgütlenmelere destek giderek artıyordu. Suudi-Arap ve Afgan şeriatçı güçleri, “İslam için cihad”ın saldırı oklarını, daha önce kendilerine yılda 600 milyon dolar akıtanlara çevirdiler.
Amerikancı Şah diktatörlüğünün 1979’da yıkılması, İran devrimi içinde Şiilerin oynadığı rol ve ardından mollaların iktidarı ele geçirmeleriyle hız kazanan İslami tırmanışın bölgede yarattığı etkiyle birlikte, ABD’nin İngiliz emperyalistleri ve İsrail’le birlikte yürüttüğü ve “Yahudi-İslam” çelişkisini de körükleyen sömürgeci-ırkçı politika, “İslami tepki”nin kitlesel tabanını genişletti. İran Devriminin etkileri, ABD’nin İran-Irak savaşındaki kışkırtıcı ve çatıştırıcı rolünün açıklık kazanması, Irak’a emperyalist saldırı, ABD’nin desteği ve korumasını görerek İsrail’in Filistin işgalini sürdürmesi ve 11 Eylül olayları sonrasında, bu olaylar gerekçe gösterilerek sürdürülen “İslam karşıtı” Batı propagandası, Türkiye ve Ortadoğu ülkeleri halkları içinde İslamcı hareketin güç bulmasının ve Amerikan karşıtlığının yükselmesinin başlıca etkenleri oldular. “İslami Hareket” ya da onun şeriatçı versiyonları anti-emperyalist gözükerek ya da bir kısmı emperyalist işgal ve dayatmalara karşı çıkarak yoksul ve ezilen kitlelerin desteğini aldılar. Önemli oranda Amerikan karşıtlığıyla sınırlı bu ‘anti-emperyalizm’, emekçi kitlelerin desteğini kaybetmemeyi ve işçi ve emekçilerin işgal, çatışma ve savaşlara olan öfkesinden yararlanmayı esas aldı.
New York ve Washington’a yapılan saldırılar ABD’nin hakim çakallar sürüsüne, hazırlanmakta oldukları yeni saldırılar için “kalk borusu”nu çalma fırsatı yarattı. Sosyalizme ve işçi-emekçi hareketine karşı kullandıkları şeriatçı güçleri, kendilerine sorun çıkardıkları oranda karşıya almaktan ve saldırı hedefleri arasına yerleştirmekten kaçınmadılar. ABD ve Batılı emperyalistler için esas olan, çıkarlarına bağlılık gösterecek ve pazar ve etki alanı mücadelesinde kendilerine sadakatle hizmet edecek olanların varlığıydı. Bunların şeriatçı mı, ‘laik’ burjuva mı oldukları ikincil bir sorundu. Amerikan Doğu politikası ve stratejisi, Bush tarafından ifade edildiği üzere, yeni “Haçlı seferleri” çağrışımıyla hızla uygulamaya geçirildi. ABD, Suudi gericiliğiyle, Ürdün Krallığı’yla, Afgan Karzai ile ve Irak’taki Şii ve Kürt yöneticileriyle işbirliğine giderek hegemonya alanını genişletmeye yöneldi.
ABD yöneticileriyle Amerikan tarihi ve felsefesinin gerici yazarları “Amerika’nın Hıristiyan ulus kimliği”ne işaret ederek, topraklar ve hammadde kaynaklarıyla dünya pazarlarına ulaşım yollarının tam denetimi için sürdürülen Amerikan savaşına dinsel bir kutsama sağlamaya çalıştılar.
EMPERYALİST SALDIRGANLIK VE İSLAM’IN GÜÇ KAZANMASI
ABD emperyalizmi ve Batı Avrupalı burjuva yöneticilerin işçi sınıfı ve sosyalizm düşmanı işbirlikçi muhafazakar sağ İslam’a itirazları yoktu. Aksine ona ihtiyaçları büyüktü. Suudi Arabistan gibi “İslamcı kamp”ın “en köktenci” kesimleri Batılı emperyalistlerin en sadık bendeleriydi.
1979’da gerçekleşen ve Amerikan işbirlikçisi faşist İran Şahlığı’nın yıkılmasıyla sonuçlanan İran “İslam Devrimi”, bölge düzeyinde etkide bulunan ve uluslararası ilişkiler yönünden de dikkate alınması gereken yeni bir durum yarattı. Petrol işçileri başta olmak üzere baskı altındaki İran emekçilerinin ayaklanmasıyla gerçekleşen devrim Mollaların iktidarı ele geçirmeyleriyle sonuçlandı. Emekçi kitlelerin yaşamlarında dikkate alınır iyileşme bir yana, işçi sınıfına, gençliğin ileri kitlesine, “komünistlere” ve devrimcilere karşı saldırılar yeni bir evreye girdi. Buna karşın, Şah rejiminin yıkılması ve ABD’nin aldığı darbe “İslam Dünyası”nda İran devrimine büyük bir sempati doğurdu. İslamcı hareket, kapitalizmin yükselişiyle gelişen işçi sınıfı hareketine ve “sol”a karşı mücadele etmek amacıyla burjuva iktidarın yeniden örgütlenmesinde sağ alternatiflerden biri olarak öne çıktı. İran’daki gelişmeler, “politik İslam”ın güç kazanmasının ve Ortadoğu ülkeleriyle Türkiye’de, egemen sınıfın “yeniden yapılanma” politikasında rol üstlenerek uluslararası sermaye ile ilişkilerini “yenilemesi”nin önemli etkeni oldular. “Politik İslam”ı karakterize eden en temel özellik, “zorunlu” herhangi “verili veya tanımlanmış” içeriğe bağlı kalmak zorunda olmadan her renge bürünme yeteneği göstermesiydi; işbirlikçi de olabilirdi muhafazakar retçi de!
“İran İslam Devrimi”nin sonuçlarından biri de şeriatçı-dinci akım ve güçlerin halk içindeki desteklerini artırmasıydı. ABD emperyalizminin dayatmacı-yayılmacı politikaları bu eğilime güç verdi. Irak’a karşı girişilen ve “Birinci Körfez Savaşı” olarak bilinen 1991 saldırısı, Türkiye ve Ortadoğu halklarının özel olarak Amerikan emperyalizmine ve genel olarak Batılı büyük güçlerin politikalarına karşı öfkesinin büyümesine neden oldu. Bu duygu ve tutumun gelişmesinin son altmış yıllık en önemli diğer etkeni ise, Batı emperyalizmi ve ABD desteğindeki İsrail Siyonizmi’nin Filistin halkına karşı sürdürdüğü ve genel olarak da Arap karşıtı olan düşmanca politika ve işgaldi.
Amerikancı “cephe” Arap ülkelerinde Baascılık olarak şekillenen ve Batı emperyalizmiyle araya mesafe koyan, bazı temel sektörlerde millileştirme politikaları uygulayan, ekonomide kimi “halkçı” reformlar gerçekleştirerek köylülerin ve işçiler başta olmak üzere kent emekçilerinin desteğini alan İslamcı “sol”, “sol milliyetçi” parti akım ve güçleri etkisizleştirmek istiyordu.
1942 yılında milliyetçi kalkınmacı subaylardan oluşan “Hür Subaylar” adında dar bir örgüt kuran Cemal Abdülnâsır, “ Müslüman Kardeşler”le ve Komünist Parti’yle de ilişki halindeydi. “Hür Subaylar Birliği”, 1948-49 Arap-İsrail Savaşı döneminde güç ve itibarını artırdı. İngiliz emperyalizminin baskısına karşı yükselen dalganın üzerine oturan “Hür Subaylar”, 1952 Temmuzunda bir darbe gerçekleştirerek, başbakanlığa general Necip’i getirdiler. Başlatılan ‘reform kampanyası’yla ekilebilir toprakların yüzde onu topraksız köylülere dağıtıldı. Asıl gücü elinde tutan ve 1954-56 yılları arasında başbakan olan Nâsır yönetiminde Mısır, “Bağlantısızlar Grubu”na dahil oldu.
1956’da, Nasır, Süveyş Kanalı’nı millileştirdiğini açıkladı. Fransa, İngiltere ve İsrail hemen karşı harekete geçtiler. Ancak o günün uluslararası güç ilişkileri önemli bir etkendi ve Kanal Mısır’ın egemenliğine girdi. Nâsır “Arap âlemi”nde bir kahraman olarak görülüyordu. 1956’da cumhurbaşkanı seçilince, “tüm Arapların tek bir devlet altında birleşmesi”ni gündeme getirdi. 1958 yılında Suriye ile Mısır’ın “Birleşik Arap Cumhuriyeti” adı altında birleşmesine öncülük etti. Ancak “birlik” 1961’de sona erdi. 1961’de toprak mülkiyetine yönelik sınırlama getirilerek toprakların önemli bir bölümü tarım kooperatiflerine dönüştürüldü ve bir bölümü de az topraklı köylülere dağıtıldı. Sosyalizm söylemi ağırlık kazandı. SSCB’nin desteğinde bir kalkınma hamlesi başlatıldı. Banka ve sigorta şirketleriyle bazı sanayi dallarında millileştirme ve devletleştirme gündeme getirildi. “Milli Birlik Partisi”, “Arap Sosyalist Birliği” adını aldı. Nâsır, Arap mücadelesinin amacını “Sosyalizm, Birlik ve Özgürlük” olarak ortaya koyuyor, bu anlayış Baas partileri tarafından da sahipleniliyordu. Nasırcılığın temel şiarı “birleşik, bağımsız, sosyalist tek bir Arap devleti” idi. “Arap sosyalizmi”nin “kurucu”sunun özel mülkiyete ve burjuvaziye karşı olmayan ve işçi sınıfının önderliğine dayanmayan dini ve milliyetçi “sosyalizm”i, Arap halkları içinde büyük bir sempatiyle karışlık buldu ve ABD emperyalizminin saldırı oklarını üzerine çekti.
Ancak Nasır’ın “Arapların birliği” ‘özlemi’, emperyalist baskıya tepkinin ve Arap milliyetçiliğinin ifadesi olmakla kaldı.[4] Irak-Suriye ve Mısır yöneticilerinin girişimlerine rağmen, Araplar bir türlü “birlik” sağlayamadılar. “Birlik”, Arap devletleri tarafından sahiplenilen ortak bir söylem olmasına ve birkaç girişimde bulunulmasına rağmen, bu girişimler başarısızlıkla sonuçlandı. Ancak Arap milliyetçi “sol”unun gelişmesi öteki Arap ülkelerinde de destek buldu.
Suriye’nin bağımsızlığına kavuştuğu 1945 yılında Şam’da kurulan Arap Sosyalist Baas (“Yeniden Doğuş” ya da “Diriliş”) Partisi’nin temel amacı, tüm Arapların tek devlet altında birliğinin sağlanmasıydı. Nâsır’ın Arap sosyalizminde olduğu gibi Baas sosyalizminin de temel sloganı “sosyalizm, birlik ve özgürlük”tü.
1958 yılında Mısır’la birlikte kurulan “Birleşik Arap Cumhuriyeti” (BAC) döneminde toprakların %60’ı devletleştirilip kooperatifler haline getirildi. Suriye ve Mısır’da banka ve sigorta şirketlerinin yanı sıra bazı sanayi işletmeleri devletleştirildi. Savunma eski Bakanı Hafız Esad 1971’de cumhurbaşkanı oldu ve 2000 yılında ölümüne dek iktidarda kaldı. Hafız Esat döneminde Suriye Sovyetler Birliği’yle yakın ilişki içindeydi ve askeri ve ekonomik alanda ciddi yardımlar alıyordu. Dış ticaret üzerinde devlet tekeli kurulmuştu; devlet işletmeleri ağırlıkta idi ve yönetim halkla ilişkilerinde özellikle tarım, sağlık ve eğitim alanlarında bu tekeli “sosyal hizmet dayanağı” olarak kullanıyordu.
Irak’ta da, Abdülkerim Kasım öncülüğünde kurulan Hür Subaylar hareketi 1958 yılında monarşiyi devirerek cumhuriyet ilan etmişti. 1963’te, Irak Baas Partisiyle işbirliği yapan ordu içindeki bir grup, Kasım iktidarını devirdi ve devlet başkanlığına general Abdüsselam Arif getirildi. 1968 yılında yeni bir askeri darbeyle Baas Partisi, iktidarı yeniden ele geçirdi. Devletleştirme politikasına hız vererek 3 milyon hektarlık toprak dağıtımı gerçekleştirdi ve tarımda kooperatifleşmeyi geliştirdi. 1972’de Irak Petrol Şirketi devletleştirildi. Petrol geliri devlet yatırımları ve özel sektör için önemli bir kaynak oluşturuyordu. Eğitim ve sağlık ücretsiz devlet hizmetleri içine alındı.
1979’da Saddam Hüseyin iktidardaki liderliğini resmileştirdi.[5]
Nâsır’ın, yükselmesinde rol oynadığı Arap milliyetçiliği ve “Arap sosyalizmi”, Libya’da da “Hür Subaylar” adı altında bir genç subaylar örgütünün kurulmasını gündeme getirmişti. Libyalı “Hür Subaylar”, 1967’deki Arap-İsrail savaşının ardından, 1969 Eylülünde bir darbeyle iktidarı ele geçirdiler ve “Devrim Komuta Konseyi” başkanı sıfatıyla Albay Muammer Kaddafi’yi başa geçirdiler.
Kaddafi, ülkedeki İngiliz ve Amerikan üslerini kapattı ve petrol sanayini millileştirerek devletin sektördeki payını %60’lara çıkardı. 1971’den itibaren, Kaddafi’nin “Arap Sosyalist Birliği” partisi iktidardaydı ve Kaddafi bir de “Yeşil Kitap” yazdı. Libya’nın ve Kaddafi’nin “sosyalizm”i de kapitalizmle komünizm “arasında”, başka bir ‘şey’di, ama İslam’ı esas alıyordu. 1973’te ilan edilen Libya “Kültür Devrimi”nin hedeflerinden biri de “şeriatın tam olarak uygulanması”ydı.
Libya, ABD emperyalizminin önemli bir hedefi haline gelmişti ve Kaddafi de “Çölün kartalı” olarak anti Amerikan, “anti-emperyalist” söylemiyle dikkat çekiyordu. Kendisini “sosyalist” ve yazdığı “yeşil Kitap” ı yeni bir “manifesto” ilan eden Kaddafi’nin “eksantrik çıkışları”nı Amerikan emperyalizmi Libya’yı bombalayarak karşıladı. Kaddafi, ABD’nin tehditleri karşısında hizaya girmesini bildi ve sesini kesti.
1967 Arap-İsrail Savaşı, Nasır’ın başını çektiği Arap “cephesi”nin yenilgisiyle sonuçlandı. Ardından Arap milliyetçiliğinin önderi Nasır öldü. Mısır devlet başkanlığına getirilen Enver Sedat, ABD ve Batılı emperyalistlerle işbirliği politikası izledi. Bu yenilgi Sovyetler’e duyulan güveni sarstı. Savaş , bu yönüyle Sovyet yanlılarına ve Arap milliyetçiliğine önemli bir darbe vurulmasıyla sonuçlandı. ABD ve Batılı Emperyalistler Ortadoğu’ya yönelik yayılmacı stratejilerinde yeni olanaklar buldular. Mısır, ABD emperyalizmiyle “İsrail’in tanınması” için anlaştı. Ancak, buna karşı Arap tepkisi arttı ve Irak, Suriye ve Libya başta olmak üzere Güney Yemen ve Sudan’ın da aralarında bulunduğu “Arap-İslam ülkeleri” bir “red cephesi” oluşturdular. Suudi Arabistan ve Ürdün Krallığı ise, Mısırla birlikte ABD-İsrail ve Batılı öteki emperyalistlerin oluşturdukları “cephe”de yer alıyorlardı. İzledikleri politika Filistin davasına karşı bir kılıç kuşanmayı da ifade ediyordu.
Bütün bu gelişmelerin en önemli “aktörleri”nden biri de İsrail Siyonizmi idi. İsrail, Lübnan’daki Filistinli göçmenlere saldırı olanağı bulmuştu. Arafat başkanlığındaki Filistinliler, başta FKÖ birlikleri olmak üzere Tunus’a sürgün edildiler.
ABD emperyalizmi, Sovyet yönetiminin Afganistan işgalini bölge stratejisinin dayanaklarından biri haline getirmek için özel bir politika izledi. Suudi gericiliğiyle birlikte ve Rus yönetimine karşı savaşmak üzere, aralarında Bin Ladin’in de bulunduğu “İslam mücahitleri”yle Afganlıları örgütledi. Sovyetlerin Afganistan’daki yenilgisi ABD’nin yeni ve önemli bir hamle üstünlüğü anlamına da geliyordu. Ancak çok geçmedi Taliban yönetimi ABD’yi “büyük şeytan” ilan ederek bu kez ona karşı “cihad” ilan etti. Amerikan emperyalistlerinin 11 Eylül saldırıları bahanesiyle Afganistan’ı işgale girişmeleri ise hemen tüm “İslam Ülkeleri”nde, bu ülkelerin halkları arasında anti Amerikan duygu ve düşüncelerin yükselmesi ve tepkilerin artmasına yol açtı. Hamas ve Hizbullah örgütleri bu ortamda ve bu tepkileri kullanarak güçlü kitle desteğine sahip hale geldiler.
ABD ve Batılı emperyalistler revizyonist SB’ni iyice köşeye sıkıştırmak, bölüp zayıflatmak ve bölgedeki etkisini sınırlayıp sonra tamamen yok etmek için onun etkilediği Arap milliyetçi “sosyalizmi”ni tasfiye politikası izlediler. Bölge ülkeleri arasındaki çelişkilerden ve Filistin ve Kürt sorununun çözümsüz bırakılmış olmasından yararlanma çabalarını artırdılar.
80’li yılların başından itibaren İslamcı hareketler, Cezayir’den Filipinlere kadar oldukça geniş bir bölgede güç kazanarak yoksul işçi-emekçi kitlelerin de dahil olduğu milyonlarca insanı peşinden sürükleyebilen partiler olarak şekillendiler. Bu hareketler uzak geçmişteki “dinsel kökler” den güç almalarına rağmen, kitlesel güç kazanmaları ve birçok ülkede iktidar mücadelesine yeniden girişmeleri son 25 yıllık dönemin yeni bir olgusuydu.
İSLAM VE ANTİ EMPERYALİZM
ABD-İngiliz emperyalistlerinin başını çektiği ‘koalisyon güçleri’nin Irak’a ilk saldırılarıyla Afganistan ve Irak’ın işgal edilmesine karşı Ortadoğu’nun bazı Arap-İslam ülkeleriyle Türkiye, İran, Endonezya, Nijerya gibi ülkelerde ortaya çıkan protestocu hareketler, Irak’taki direniş ve Lübnan’a İsrail saldırısına karşı Hizbullah’ın yürüttüğü savaş, emperyalist işgal politikalarına direnenlerin bir bölümünün ‘İslami kimlik’lerini öne çıkarmaları, İran devrimi sonrasındaki gelişmeler ve 60’lı-70’li yıllarda başlıca Arap ülkelerinde ortaya çıkarak, hükümetler düzeyinde temsil olan ve sosyal-iktisadi kimi reformlarla anti Amerikan uygulamaları “sosyalizm” olarak nitelemekten kaçınmayan Arap milliyetçiliği akımı, bazı sol-liberal parti ve gruplarla “İslamcı” yazar ve çevreler tarafından İslam dininin “anti emperyalist karakteri”ne kanıt olarak sunuldu. “Uzak” örnekler olarak 1979 İran Devrimi ve 1960’larda başını Cemal Abdül Nasır’ın çektiği “Arap sosyalizmi” akımıyla Baasçılık olarak Irak ve Suriye’de şekillenen partilerin iktidardaki uygulamalarını alan ve güncel örneklerin en belirgin olanlarını da Hizbullah direnişiyle Hamas’ın Filistin’deki seçim başarısında gösteren ve işgale karşı devam eden Irak direnişiyle Afganistan’daki çatışmaları bu görüşü desteklemek üzere öne çıkaran İslamcı yazarlarla sol, sol-liberal parti ve grupların sözcülerine göre, bu gelişmeler, emperyalizme karşı mücadelede “sol’un alternatif olmaktan çıktığı”nı ve ancak İslam’ı esas alan bir mücadelenin başarıya ulaşabileceğini “kanıtlamış”tı!
İslam dini ve anti emperyalist mücadele arasında böylesine bir ‘doğrusal karşıtlık’ kurulabilir mi?
Burada andığımız örnekler bu iddianın ileri sürülmesi için bazı veriler sunsa da, herhangi dini inanç veya bağlı akımların kapitalizm ve kapitalist emperyalizm ile ‘doğal bir karşıtlık içinde olduğu’nu gösterir zorunlu-ilkesel veriler göstermek mümkün değildir. Gelişmelere bağlı, koşullu-geçici veya dönemsel gelişmelerin zorlamasıyla dini inanç grupları mensuplarının bir kısmının emperyalizm ya da emperyalist bir ülkeyle karşıtlık içinde politikalar izlemesi olanaklı olmasına rağmen, onların eylemi, ‘mensubu oldukları’ dini inancın genel karakterini belirlemiyor ve bu dinin özelliğinden kaynaklanmıyor. İslam dini çeşitli dönemlerde, gelişmelere ve bölgesel ve uluslararası ‘konjönktür’e göre, Batı emperyalizminin saldırı ve istilasına karşı “yerel kültürel değerleri koruma” ve sömürgeciliğe karşı mücadelede “birleştirici ortak değer” olarak kullanılmak istenmiştir. Bugün de, El Kaide gibi terörist İslami grupların halk kitlelerinin duygu, inanç ve değerlerini istismara dayanan ve emperyalizme karşı mücadeleye zarar veren eylemleri bir yana bırakılırsa, milyonlarca emekçinin desteğine sahip Hizbullah gibi örgütlerin, İslami söylemi öne çıkararak yürüttükleri işgal karşıtı mücadele, Ortadoğu halklarının sempatisini kazanabilmiş; bu halkların saflarında ABD haydutluğuna karşı mücadele eğilimine güç vermiştir. Bu örgütler, ya da “İslam”ı sözüm ona “ortak kültür ve değerler”in merkezine koyan muhafazakar parti ve gruplar, onu “aşağı sınıflar”ı politik-sosyal ve ekonomik yaşamın ve mücadelenin içine çekmenin araçlarından biri olarak ele almakta; böylece aynı zamanda toplumsal değişim sürecine yeniden adapte ederek dini-geleneksel yapıların etkisini canlı tutmayı başarmaktadırlar.
Ancak buradan hareketle İslam’ın emperyalist kapitalizm ile uzlaşmaz karşıtlığı ileri sürülemez. Kralların, hükümdarların, sultan, şah ve emirlerin de aralarında bulundukları egemen sınıflarla temsilcileri, çıkarlarını her şeyin -kuşkusuz dinin de- üstünde tutarak ilişkilerini ve önceliklerini buna göre belirliyorlardı. Çıkarları gerektirdiğinde “Müslüman halk”a “cihat” çağrıları çıkarıyor fakat dindar görünmelerine karşın, emperyalistlere yedeklenmekten ve bölge halklarının emperyalistler tarafından kırılmalarına hizmet eden politikalar izlemekten de kaçınmıyorlardı.[6]
Osmanlı-Türk yöneticileri, Fransız ve İngiliz hakim sınıflarının çıkarları gereği ve toprak ve etki için Rusya’ya karşı izledikleri taktiğe yedeklemelerini, onları “İslam’ın kurtarıcıları” göstererek haklı çıkarmaya çalıştılar. 1856 “Islahat Fermanı, Fransız ve İngilizlerin “Hıristiyan tebaa” için imtiyaz isteklerinin “bir reform” halinde gerçekleştirilmesiydi. “Duyun-u Umumiye” olarak adlandırılan mali-ekonomik bağımlılık ve vesayetin ‘taşları’ böyle döşendi. İngiltere ve Fransa, Osmanlı İmparatorluğu’nu Rusya ile mücadelelerinin bir gücü olarak kullanma çabalarında “hilafet”i bir silah olarak değerlendirirlerken, dini Batı sömürgeciliğine karşı, mücadelenin dayanağı olarak kullanan “milliyetçi” burjuvazinin politikasını “İslam gericiliği” olarak suçlamaktan kaçınmadılar.
Suudi gericiliğinin Amerikan emperyalizminin hizmetinde Ortadoğu’da üstlendiği uşakça rol ve petro-dolarları Amerikan çıkarlarının hizmetine sunması, Şiiliğin “büyük Ayetullah’ı” ilan edilen Ali Sistani’nin işgal ordularına karşı direnişin yükselmemesi için ABD’ne hizmeti, “muhafazakar Müslüman” olarak tanımlanan Amerikancı parti ve hükümetlerin İncirlik üssü başta olmak üzere Türkiye topraklarını Amerikan ve ‘Batı emperyalizmi’nin hizmetine sunmakta birbirleriyle yarışmaları, Ürdün Krallığı’yla Mısır’daki gerici Arap yönetiminin Filistin, Irak ve Lübnan’daki emperyalist-Siyonist saldırganlık ve işgalleri desteklemeleri ve bu ülkelerin “din uleması”nın devlet ve hükümetlerinin politikasını onaylamaları, İslam dini ile emperyalist çıkarlar arasında “doğal, kaçınılamaz” veya “zorunlu” karşıtlık olmadığını gösteren pratik-güncel örneklerdir. “İslam birliği”, “İslam din kardeşliği” üzerine sürdürülen hakim propagandaya rağmen, Haçlı Ordularının Ortaçağ’da Doğu İslam ülkelerini işgal yılları da dahil, böyle bir birliğin hemen hiçbir zaman oluşturulamamasının başlıca nedeni de iktisadi-sosyal ve politik koşullarla onların belirlediği çıkar farklılıklarıdır.
Bugün de İsrail’in Filistin işgalini sürdürmesi ve Lübnan’ı işgale girişmesi, “Müslüman İran ve Suriye”nin ABD-İngiliz işgal tehdidi altında tutulması vb karşısında, “İslam’ın birliği” üzerine propaganda sürmekte, ancak Arap-Türk vs “İslam ülkeleri” yönetici sınıfları birbirlerine karşı entrikaları ve emperyalistlerle işbirliğini devam ettirmektedirler. Dikkat çekici ve çarpıcı örneklerden biri Irak-İran savaşıdır. ABD, İran devrimini boğmak için her yolu denedi. Irak yönetimini İran’a saldırı için kışkırttı. İki ülke yöneticilerini silahlandırıp birbirlerine karşı savaşa sürdü; iki tarafa da silah satarak büyük karlar elde etti; bu ülkelerin tahribini ve güç kaybına uğramasını Ortadoğu’daki varlığını güçlendirme olanağı olarak değerlendirdi ve Irak’ı işgal eder ve hala sürdürürken bazı sözde itirazlardan öte, “İslam ülkeleri” yönetimlerinden tepki görmedi. ABD emperyalizmine bağlı ve Batı emperyalizmiyle işbirliği içindeki “Arap devletleri!”, Filistin ve Lübnan’daki Siyonist saldırı ve işgali sessizlikle karşıladılar. İsrail’in Filistin’e yönelik saldırılarına ve Gazze ve Batı Şaria’nın sürekli bombalanmasına; Türkiye’deki İslamcı parti ve gruplarla Nakşi-Nurcu tarikatların ciddi bir tepkisinin olmamasında Türk devlet politikası önemli rol oynamakla birlikte, bu tutum, esas olarak bu grup, parti ve güçlerin emperyalizm ve Siyonizm ile kesin bir uzlaşmazlık içinde olmamalarından kaynaklanmıştır. Şu ya da bu bölge ülkesinde faaliyet yürüten İslam “şeriatçıları”yla onların çeşitli grupları “İslam’ın hakimiyeti” gibi genel bir amaçtan söz etmelerine karşın, aralarındaki yorum farkları onları birbirleriyle de sorunlu kılmakta, Hizbullah ya da Hamas gibi örgütlere yaklaşımlarında da bu farklılık rol oynamaktadır. “300 milyon Müslüman”ın 5 milyonluk İsrail karşısındaki yenilmişliği, burjuva egemen sınıflar için esas olan ve esas alınanın din değil, ekonomik, sosyal ve politik çıkarlar olduğunu gösterdi. “Halkının %99’u Müslüman olan ülke, Türkiye” propagandası yürüten Türk devlet yöneticileri ve hükümetleri Amerikan uydusu olmayı sürdürme kararlılıkları nedeniyle “Hıristiyan Batı”nın Asya’daki taşeronluğunu, kendi deyişleriyle “İslam din kardeşliği”ne tercih ettiler.
ABD ya da başka bir emperyalist güç, herhangi bağımlı-geri bir ülke ile ilişkilerinde, bu ülkenin halkının ya da yöneticilerinin “dini inancı”na ve “şeriatçı mı laik mi” olduğuna değil, kendisinin ekonomik-mali ve politik çıkarlarına öncelik vermektedir. İran’ı kuşatma ve çeşitli biçim ve araçlarla cezalandırma politikası izleyen ABD, Suudi Krallığı’nı bölgedeki dayanaklarından biri olarak kullanmaktadır.
Bugün “İslami terörist” olarak adlandırılan ya da “radikal İslam” görülenler, dün emperyalistlerle işbirliği içinde işçi sınıfı hareketine, devrimci uyanışa ve sosyalizme karşı savaşın güçleri arasında yer alıyorlar; “özgürlük için savaşan mücahitler” olarak tekelci gericilik ve Batılı büyük güçlerin askeri politik şefleri tarafından kucaklanıyorlardı. Ancak sosyalizmin ve işçi sınıfı hareketinin yenilgiye uğratılıp geriye atılmasıyla kullanılmalarının koşulları farklılaşınca, ABD gibi işgalci emperyalistlerin tam teslimiyeti dayatmaları üzerine, Afganistan’da ya da başka ülkelerde ABD-İngiliz emperyalistleriyle çatışmaları gündeme geldi. “İslam”ın ya da “İslami mücahitler”in “terörist” ve “faşist” olarak ilan edilmelerinin nedeni, Batılı emperyalistlerin ilişki biçimi ve koşullarını tümüyle kendilerine göre yeniden düzenlemelerine gösterdikleri direnmeydi. Bu direniş, ulusal, kültürel öteki unsurlarla birleşerek anti emperyalizme evrilebileceği gibi, tekelci gericiliğe ve emperyalist sömürgeciliğe yedeklenme potansiyeline de sahiptir. İslam dininin iktisadi-toplumsal gelişmelere bağlı değişiminin kaçınılamazlığına karşın, “ılımlı İslam” ve “radikal İslam” ayrımınının gündeme getirilişi, ABD’nin başını çektiği emperyalist burjuvazinin ihtiyaçlarına bağlıdır. Sömürgeci politikalara bağlanan dinsel “ılımlılık”, dinde reformu değil tekelci gericiliğe payanda olmayı ifade etmekte, Arap, Türk, Kürt, Pers halkları başta olmak üzere bölgenin “İslam inançlı” emekçilerinin burjuvazi ve emperyalizm ile ilişkilerini mezhep ve din ayrımları ve dinin ılımlı ya da radikal savunusu üzerinden oluşturulmasına hizmet etmekte; kapitalizme ve onun ekonomik-sosyal-politik ve ideolojik olgu ve yansımalarına karşı mücadelede; sömürülenler ve ezilenler olarak birleşmelerine set oluşturmaktadır. Yöneticilerinin “İslam şeriatçılığı”nı da politik bir unsur olarak kullandıkları İran gibi Ortadoğu ülkelerine yönelik emperyalist politika, emperyalist burjuvazinin “dini ideolojiye savaş açması”nı değil, saldırı ve işgal için dini araç olarak kullandıklarını göstermektedir. Amerikan emperyalistlerinin revizyonist SB ile rekabette ve onun etki alanlarına sızmak üzere finanse edip örgütlediği El Kaide ve Taliban gibi “şeriatçı” örgütlerin durumu bir yana, Suudi Arabistan, Emirlikler gibi gerici rejimlerle işbirliği, karşıtlığın, gösterilmek istendiği gibi dinsel kaynaklı ya da “medeniyetler farkı”na dayalı olmadığını kanıtlar.
Anti emperyalizm, İslam şeriatının emperyalizm ve Batılı emperyalistlerle ya da onun en saldırgan gücü olan ABD ile ilişkilerinde belirleyici özellik değildir. Emperyalistlerin dayattıkları işgal ve saldırı politikaları anti emperyalizm ve ABD karşıtlığını doğurmakta; işgal ve saldırı hedefinde olanların aynı zamanda “İslam ülkeleri olmaları”, işgal karşıtı mücadelenin yükselmesinde İslam dininin kavgaya çağırıcı bir ileti olarak rol oynamasını olanaklı kılmaktadır.[7] ABD’nin bugün Ortadoğu’da sürdürdüğü savaş ve bu savaşı “radikal ya da terörist İslam’ı etkisizleştirme” gerekçesine bağlaması kitlesel etki alanı genişleyen İslam dininin, saldırı hedefindeki halkların direnişinde “birleştirici bir öge” olarak kullanılmak istenmesindendir. İslami ideoloji ya da onun herhangi versiyonu, kapitalizm ile uyumlu olmasına ve iktidara gelen muhafazakar ya da daha radikal “İslami partiler” halk kitlelerine uluslararası sermayenin çıkarları doğrultusunda politikalar dayatmalarına karşın, İslam’ın kapitalizm ve kapitalist emperyalizm ile “karşıtlık” içinde olduğu propagandası emekçiler üzerinde etkili olabilmektedir.
‘Politik İslam’ın anti-emperyalist gösterilmesinin nedeni, emperyalist saldırı ve tehdit altında olan Ortadoğu-Kuzey Afrika halklarının İslami inanca sahip olmaları ve emperyalizme karşı bu ülkelerde ortaya çıkan protesto ve direnişlerin dini sembol ve sloganlarla hareket etmeleridir. Gerçekte yaşanan ve dinin de kullanılmasını sağlayan ise ABD başta olmak üzere emperyalist güçlerle saldırı ve işgal tehdidi altındaki ülkeler (Irak, Afganistan, Filistin, Lübnan, Suriye, İran vs) arasındaki mücadeledir. Bu mücadelede bugün çoğu işbirlikçi olan yerli egemen sınıfların tuttuğu yer, çelişkinin asıl karakterini de gizleyici bir işlev görmektedir. Ancak ezen ve ezilen uluslar, sömürgeci ve sömürge ülkeler ilişkisi dünya kapitalist sisteminin temel olgularından biri olmaya devam ediyor. Ezilen ulusların bağımsızlık mücadelesinin ve emperyalizmden kurtuluşun temelleri buradadır. Bu nesnel durum, ezilen ulusların kurtuluş mücadelesinin proletarya ve ezilen sınıfların mücadelesine bağlanmasının da başlıca etkenidir.
Bu gelişme, başka sonuçlarının yanı sıra, proletarya ve kent-kır emekçilerinin ittifak yapacakları güçlerin daralması veya “genişlemesi”nin koşullarını da oluşturur. Tekelci baskı ve emperyalist hegemonya küçük ve orta burjuva kesimlerin iflasa sürüklenmelerinin koşullarını oluşturmakla onları bu baskıya karşı mücadelenin tutarsız güçleri arasına sokar. Bu ise emperyalist saldırganlık ve baskıya karşı mücadelede bu kesimlerin -koşullu ve sınırlı olabileceği unutulmadan- mücadeleye çekilmeleri için çabayı gerekli kılar. Bu kesimler ya da onların daha azınlık bölümü, “ulusal kapitalizm”lerini savunmak ve özel mülkiyetlerini korumak için emperyalist işgal, baskı ve dayatmalara karşı ikircikli-sallantılı ve tutarsız da olsa tutum alabildikleri görmezden gelinemez.
İşçi sınıfının anti emperyalist mücadelenin başına henüz geçemediği ya da mücadele içinde yer almakla birlikte, sermayenin çıkarlarını ifade eden bilinç biçimlerinin etkisinde hareket etmekten esas olarak henüz kurtulamadığı koşullarda anti emperyalist mücadele küçük ya da orta burjuva kesimler tarafından kontrol edilebilir. Bu durumda da işçi sınıfına düşen, mücadelenin dışında kalmak, anti kapitalist muhtevaya sahip değil ya da bu muhteva zayıf diye onu küçümseyip önemsememek değil, ülke ve halk çıkarını öne alarak mücadelenin ilerlemesi için çaba göstermek ve bağımsız tutumuyla mücadelenin başına geçmeye çalışmak olmak zorundadır.
Emperyalizm, tekelci kapitalizm olmasıyla anti emperyalizmin bu “sınırlar içinde” anti kapitalizm olmasını da koşullar. Anti emperyalizmin anti kapitalizm olarak da alınabilmesi ancak en genel anlamında ve üretim ilişkilerinin kapitalist ‘ortak’ karakteri nedeniyle söz edilebilir. Anti emperyalizmi anti kapitalizm koşuluna bağlamak veya bu sınırlara çekmek, nesnel çelişkilerin belirlediği sınıf saflaşmalarını iradi zorlamalarla daraltmak, mücadele güçlerinin bir bölümünü dışarıda bırakan taktiklerle işçi sınıfını yalnızlaştırmak, ezilen ulusların bağımsızlık sorununu yok saymak, emperyalizm ile ezilen-bağımlı halklar çelişkisini görmezden gelmek olacaktır. (devam edecek)
[1] Doğu-Batı dergisi 32. sayısının girişinde, ünlü sinema oyuncusu Marlon Brando’nun şu sözlerini aktarıyordu: “Hükümetimiz, Kızılderililerle neredeyse dört yüz anlaşma yapmıştı ve her birini teker teker çiğnemişti. Yapılan bu anlaşmaların hemen her metninde şu ifadeler yer alıyordu: ‘Irmaklar aktıkça, güneş tepede parladıkça ve çimenler yeşerdikçe bu topraklar sizindir ve sizin izniniz olmadıkça da ne elinizden alınabilir ne de satılabilir.’ Evet, bütün bu anlaşmalar, yüce mahkemelerimizin takdis ve takdiriyle birer birer çiğnenmişti.”
Kızılderililerin ‘bilge’ sözcülerinden biri olarak “Kırmızı Bulut”, Amerikan burjuvazisinin sömürgeci zorbalığını ve Kızılderililerin yaşadıkları dramı, şu sözlerle özetliyordu: “Bize birçok söz verdiler/hatırlayamadığım kadar çok/bir teki dışında/ hiçbirini tutmadılar/ topraklarımızı alacaklarını söylediler/ ve aldılar.”
[2]ABD tarihi, sadece Amerikan yerlilerinin topraklarını kaybedişlerinin tarihi olmamıştır. Bu tarih, kıyıcılığın, katliamların, sömürgeci talanın ve insanın gerçekten insanca yaşayabileceği bir dünyayı kurma umudu ve çabasına karşı “kıyamcı” politikaların tüm yeryüzüne yaygınlaştırılması için kıyasıya ve çok yönlü saldırganlığın da tarihi olmuş; sömürgeciler, kendi ülkelerinde, halkları sömürüp elde ettikleri zenginlikle birlikte ve denebilir ki ondan fazlasını kolonilerden sağlayarak, ihtiyaç duydukları kaynak ve dayanaklara sahip olabilmişlerdir.
[3] Bu tezlerin sahipleri, “dini ideoolji”ye değil, onun “İslami” biçimine karşı bir tutum içindedirler ve bu nedenle de tutarlı değildirler. Bunlar, Hıristiyanlığın da “evrensel hakikati bildiren” bir din olarak ortaya çıktığını; İsa’nın ‘Eski Ahit’i tamamlayan peygamber olduğu” ve “insanlığı kurtuluşa götüreceği”ni vaaz ettiğini; böylece sonraki din ya da dinlerin gereksizliğinin de, “Tanrının oğlu İsa Mesih”in “kutsal mesajı ile” ilan edildiğini bildirdiğini görmezden geliyorlar.
[4] Nasır’ın “sömürüye yönelmeyen”, özel mülkiyeti kutsayan “dini sosyalizm” anlayışıyla bugünün “modern muhafazakar” kapitalistlerinin emek gücü sömürüsünü hak bilip, faiz ile “kâr payı” arasında sözcük oyununa baş vurarak rant getirilerini “İslam’a uydurma”ları arasındaki fark, ikincilerin kapitalizm savunucusu ve sosyalizmin açık karşıtları olmaları, Nasırcı “sosyalistler”in ise, özel mülkiyeti dinin yanı sıra sosyalizm ile de bağdaşır görmeleridir.
[5] 1980’lerin ikinci yarısından itibaren, uluslararası alanda başlatılan ve öncülüğünü Margret Thatcher ile Ronald Reagan’ın yaptıkları özelleştirme saldırısı Irak’ta da gündeme getirildi. Sözde sosyalist Baas rejimi, komünistlere ve Kürtlere karşı baskı ve katliam politikası izlemekteydi.
[6] Dinin merkezi yönetimlerde temsilinin en güçlü olduğu dönemlerde yaşanan bir örnek oldukça çarpıcıdır: Rusya’ya karşı İngilizlerin desteğiyle Kırım’da savaşan Osmanlı yönetimi, Hindistan’da Müslüman nüfusun İngiliz sömürgeciliğine karşı yürüttüğü bağımsızlık mücadelesinin durdurulması için bir “hilafet bildirisi” yayınlayabilmiştir. Bunu, Halife Sultan’ın İngiliz sömürgecilerinin müttefiki olmasından hareketle “Hint Müslümanları” arasında yürütülen “gayri Müslim bir yönetim altında yaşanıp yaşanamayacağı” tartışmalarında, “Hint uleması”nın ülkelerini “dar ül İslam” ilan ederek “cihad”ı gereksiz sayması izlemiştir. (K. Karpat, İslam’ın Siyasallaşması)
[7] İşgal altındaki ya da işgalle karşı karşıya bulunan bir ülkede, egemenlerle ezilenlerin; burjuvazi ve işçi sınıfının tutumları ve izleyecekleri politikalar temel önemde farklılıklar gösterir. Egemen sınıflar ve temsilcileri için sorun ekonomik siyasal konumlarını korumaktır. Bunun için teslimiyet ve işbirliğine yönelme başlıca ve belirgin tutumlarıdır. Ara kesimler ikircikli ve tutarsızdır. İşçi sınıfı ve emekçiler ise ülkenin tam bağımsızlığı için mücadele ederler ve bu mücadelenin –elbette olanaklar ölçüsünde ve güç ilişkileri dikkate alınarak- anti emperyalizm sınırlarını aşması için çaba gösterirler. Bu durum mücadeleye katılabilecek ve fakat çeşitli dini-politik vs bakımlardan sistem karşıtı olmayan güçlerin dışlanmasına neden olacak politikalardan kaçınmayı ve küçük burjuvaziyle çıkarlarını “ulusal olanın savunusunda gören” ara güçlerin tutarsız ve sallantılı da olsa bu mücadelede yer alması için çaba göstermeyi gerekli kılar. İşçi sınıfı, bağımsız tutumu ve örgütlenmesini gözeterek emperyalizme karşı mücadele çizgisinde birleşebilecek tüm güçlerin birliği için çabayı öne çıkarır.