Şeref Aydın

şeref aydın

A. SELÇUK

Geçen ay toprağa verdiğimiz Şeref Aydın yoldaş, Ocak-1951’de Amasya’da doğdu. Öğrenimini 1950-60’lı yıllar boyunca doğduğu bölgedeki okullarda sürdürdü. Bu dönemde dünyada sürüp giden mücadeleler, Vietnam savaşı ve Türkiye’de büyük kentlerde işçiler ve üniversite öğrencileri arasındaki uyanış Anadolu kentlerini de etkilemişti. Şeref Aydın, henüz çok genç olmasına karşın, çevresi, ülkesi ve hatta dünya sorunları ile yakından ilgiliydi; olup biten her şeyi ilgiliyle, üstelik kendi sorumluluklarını dıştalamadan, onlarla özdeşleştirerek izliyordu. Nitekim Şeref yoldaş, sonraki yaşamına yön verecek ve tüm varlığını adayacağı kararı, daha genç bir öğretmen olarak hayata atıldığı ilk günlerde kesin biçimde verecekti.

Buna karşın olaylar, birçok genç kişi gibi, Şeref Aydın’a da, devrimci fikirleri derinlemesine inceleme ve özümseme olanağı tanımadı. Faşist darbe ve bu darbeye dayanılarak kurulan yarı-askeri rejim, ülkede o güne kadar görülmemiş bir terör dalgasına neden oldu. Kitle hareketinin yenilgisi, devrimci akımların ezilmesi, tüm özgürlüklerin tasfiyesi ve ülkenin baskı ve zorbalığın kol gezdiği bir işkencehaneye dönüştürülmesi: 12 Mart muhtırası ile kurulan yarı-askeri faşist rejim ve yenilginin sonuçları bunlardı. Kuşku yok ki, bunlar, aynı zamanda, devrim ve sosyalizmden, örgüt ve örgütlü olmaktan, örgütlü çalışma ve demokrasi mücadelesinden kaçışın bir dalga biçimini alması anlamına da geliyordu.

Öte yandan, 12 Martçı rejim ülkenin üzerinden bir dozer gibi geçmiş olsa ve devrim ve sosyalizmden, devrimci ve sosyalist örgüt oluşturmaktan kaçış her ne kadar bir dalga biçimini almış bulunsa da, faşist cunta ve hükümetinin, bir “kadir-i mutlak” olarak her şeyi tayin etmesi ve tüm iradelere “hükmetmesi” olanaksızdı. Tüm örgütler ezildiği ve dağıtıldığı halde, koşulları vardı ve cezaevlerinin yanı sıra, mücadele dışarıda da sürüyordu.

Şeref Aydın, bu dönemde tutuklananlar arasında değildi ve bu dışarıda mücadeleye devam edenler içinde yer alıyordu. Fakat onun mücadelesi, sıradan, herhangi bir mücadele olarak kalmayacak; tüm örgütlerin ezildiği ağır koşullar altında yaşanmasına karşın, örgütlü çalışma boyutu da kazanan militan bir mücadele olarak şekillenecekti: legalite koşulları yok olduğunda çalışmayı durdurma ve örgütü dağıtmanın neredeyse “gelenek” haline geldiği bir ülkede, dağıtılmış devrimci bir örgütü yeniden örgütlemek üzere, ağır koşullara rağmen başlatılan bir çalışmaya sakınmasız bir biçimde katılmak, onun tüm eylemini değiştiren, Şeref Aydın olarak mücadele etmesi ve tanınmasına yol açan ilk önemli adım oldu.

Şeref Aydın’ın, benzeri herhangi bir örgüte değil de, THKO’na katılması elbette bir rastlantı değildi. Devrimci mücadele çizgisi ve tavrı yanında; hesapsız içtenlik, halka bağlılık ve yakınlık gibi hasletler, Şeref yoldaş için özel bir önem taşıyordu ve 1960’lı yılların sonlarında gençlik ve halk mücadeleleri içinde ön plana çıkan ve daha sonra THKO’nu kuran Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının adanmışlık duyguları, tutkulu, coşkulu devrim çağrıları ve hesapsız olduğu birçok olayda görülen halka bağlılık ve yakınlıklarının yoldaşın dikkatini çekmemesi olanaksızdı. Saflarına katılması ve 1971-72’de başlayan, sonraki yıllarda genişleyerek gelişen “yeniden örgütlenme” mücadelesinin bir militanı olmaya karar vermesi; çizgisinin çekiciliği yanında, kuşku yok ki, THKO’nu diğer örgütlerden ayırt eden halkçı ve devrimci hasletlerinin, Şeref yoldaş için “hayati değerde” olması ile doğrudan bağlıydı.

THKO’nun merkezileşmesi; maceracı mücadele çizgisi ve modern revizyonizm karşısındaki tavrın eleştirisine dayanan özeleştiri süreci; hizipçi akımlarla savaş ve parti inşa hareketine dönüşmeyi güvenceye alan 1978 Ekim Konferansı çalışmaları; başta Maocu etki ve eğilimler olmak üzere, işçi sınıfı hareketi olarak yeniden kuruluşun önündeki tüm sınıf dışı zaaflara karşı ve parti Kongresi uğruna yürütülen çok yönlü mücadeleler.. Ve tabii ki, 12 Eylül cuntasının dışarısı ve içerisiyle tüm ülkede yarattığı görülmemiş ağırlıktaki koşullar.. Şeref Aydın, harekete katıldığı 1970’lerin başlarından 1980-81’lere gelen on yıl içindeki bu çok yönlü mücadeleler içinde eğitim görmüş ve bu mücadelelerin sınavından geçerek yetişmiş bir devrimciydi. Öte yandan bu süreç, aynı zamanda, onun, genel olarak hareket içinde ve parti kitlesi arasında tanınması ve daha ileri sorumluluklar için hazırlanması süreci de olmuştu.

Pek çok çevrede ve kamuoyumuzda bilindiği gibi, Şeref yoldaş, sermaye ve gericiliğin saldırıları, zorbalığı ve vaatleri karşısında, hiçbir zaman sarsılmamış bilinçle, inançla, sebatla çalışmış ve her zaman boyun eğmez, yiğit ve tutarlı bir tutumla mücadele etmiştir. Öte yandan, o, hareketteki bu on yıl içindeki (teorik) dalgalanmalar sırasında ve hizipçi çevrelerden gelen saldırılar karşısında, her durumda sağlam durmuş ve partinin cephesinde yer almayı her adımda bilmiştir. İzlediği bu çizgi ve tutumda, sahip olduğu teorik birikim ve kazandığı siyasal deneyim, kuşku yok ki, büyük bir role sahiptir. Fakat, teorik ve siyasal alandaki gelişmesine de yön veren ve çok daha önemli olan bir şey daha vardır ki, bu, asla görmezden gelinemez bir olgudur: işçi ve halka olan içtenlikli sevgisi, güveni; işçiler arasında yaşamaya, mevzilenmeye ısrarla sarılması; ilerlemeyi, dinamizmi, diyalektiği ve diğer her şey gibi, kendi gelişmesinin olanaklarını da onlar arasında araması, bulması.. Şeref yoldaş, kuşku yok ki, bu açıdan da, hareket içinde en önde yürüyenler arasındaydı ve onun herkesçe bilinen ve sözü edilen gelişkin proleter güdüleri, sağlam, sade karakter ve kişilik özellikleri, her şeyden ve tüm diğer etkenlerden daha çok, ancak işte ön saflardaki bu yürüyüşüyle açıklanabilirdi.

Şeref yoldaş, beş yıllık cezaevi yaşamının ardından, 1986 yılı sonlarında tahliye olmuştur. Bu dönem, 12 Eylül yenilgisinden ve arkasından gelen Gorbaçovcu revizyonizmden güç alan tasfiyeci dalganın, işçi ve emekçiler adına örgütlenmiş tüm siyasal akımları önüne katıp savurduğu bir dönemidir. Tüm akımlar paramparça olmuş ve tasfiyeci saldırılar almış yürümüştür. Mensubu olduğu ve sorumlulukla bağlı bulunduğu TDKP dahi tasfiyeci saldırılar altında parçalanmış, mücadele dışına düşmüş ve çalışamaz duruma gelmiştir. Bu durumda görevin ne olacağı bellidir ve asla tartışılamazdır: partili ve parti birliğinden yana olan güçlerin toplanması, örgütün, gündelik harekete katılma, gündelik çalışma yürütme yeteneğine sahip bir örgüt olarak yeniden kurulması ve genel olarak tasfiyeciliğin ve partiyle savaş içindeki tasfiyeci akımların ezilmesi… Büyük çaplı olanaksızlıklara karşın, diğer yoldaşları gibi Şeref Aydın yoldaş da, görevlere asla tereddüt etmeden sarılmıştır. Olan şudur ki, Şeref yoldaş, harekete katılışından on beş yıl sonra, tasfiye ve yıkım dönemlerinin sorun ve mücadeleleriyle bir kez daha karşı karşıyadır: fakat bu kez, tabii ki, harekete yeni katılmış bir militan olarak değil, merkez grubunun önde gelenleri arasında yer alan olgunlaşmış bir kişilik olarak.. Nitekim o, görev ve sorumluluklarını, bu dönemde de büyük küçük, önemli önemsiz demeden, örnek alınacak bir olgunlukla üstlenecek ve ileri bir yetenekle yerine getirecektir.

Parti örgütünün gündelik mücadelelere katılacak şekilde yeniden örgütlenmesi ve tasfiyeci akımların ezilmesi süreci; gözler önünde cereyan eden bir süreçtir ve bu süreçle ilgili olayların burada yeniden ele alınması için bir neden yoktur. Buna karşın, şunlar gene de belirtilmelidir: Partiden kopan tasfiyeci akımlar ezilmesine ve parti örgütü yeniden kurulmasına karşın; tasfiyeci cereyan, aydın kamuoyu ve ileri işçiler arasındaki etkisini artırıyor ve güçleniyordu. Toplumda genişleyen bu liberal etkinin; tasfiyeciliğin kalıntısı olarak hala var olan merkez kaç eğilimleri, sorumluluk ve iş disiplini yoksunluğunu tahrik etmesi ve örgütün girişim ruhu ve enerjisini kemiren liberal sorumsuzluğu, pratik oportünizmi durmaksızın yenilemesi ise, kaçınılamaz ve tartışılamaz bir olguydu. Öte yandan, ülkedeki bu tasfiyeci liberal ortamın; sınıf dışı bürokratik biçimci geleneğin bir ifadesi olarak şekillenen ve kendini “liberal gevşekliğe karşı mücadele” adına meşrulaştırarak yayılan “lafazan solculuğu” yenilemesi ve ona değişen biçimler sunmasının önünde hiçbir engel yoktu. Başta liberal ve tasfiyeci etki ve eğilimler olmak üzere, tüm bu etki ve eğilimlere ve bunların örgütün yaşamındaki belirtilerine karşı kesintisiz bir mücadele, parti için bir zorunluluktu.

Tüm bu etki ve eğilimler ve onların örgütün eylemi ve çalışmasındaki görüntüleri, parti örgütü ile ileri işçi kitleleri arasında bir duvar durumundaydılar, ve parti, bu gerici duvar karşısında asla kayıtsız kalamazdı. Nitekim öyle de oldu: parti merkezi, tasfiyeciliğin tahrik ettiği tüm bu etki ve eğilimlere ve bunların dışa vuran tüm görüntülerine karşı, teori ve pratikte giderek güçlenen bir mücadeleye girişti: Parti ve işçi sınıfı; işyeri ve yerleşim esasına göre (işçi ve emekçiler arasında mevzilenme) örgütlenme; eleştiri özeleştiri, arınarak ilerlemeye dayanan örgüt yaşamı; kitle yayın organları, politik ve örgütsel çalışma; önderlik ve mücadele içindeki işçiye yardım; gündelik hareket, günlük çalışma, sorumluluk ve iş disiplini; kitlelerden ve yoldaşlardan öğrenerek gelişme; fedakarlık, profesyonellik, paylaşma, adanmışlık gibi, artık kimsenin fazlaca yabancı olmadığı bir dizi sorun.. Bu sorunlar üzerine bugün de hayati görevlerin olması ayrı bir şey. Bulunulan bugünkü yerden bakan herkes görebilir: Eğer partide bu sorunlar gündem olmasa ve bunlar karşısındaki tavır üzerinden yürüyen bir eğitim ve arınma mücadelesinde ısrar edilmeseydi; işçi hareketine yaklaşma, işçilerin kitlesel politik örgütünden söz etme bir yana, örgütün ayakta kalması dahi olanaksız olurdu. Denilebilir ki, halkçı ve devrimci bir çalışma tarzının inşası ve işçilerin kitlesel örgütüne doğru bir mevziden yaklaşmanın önü, bu nitelikte mücadeleler içinde açılmıştır.

1990’lı yılların ilk yarısı ve o yıllarda özellikle ön plana gelmiş olan bu tür sorunlardan söz edildiğinde; Şeref Aydın’ın adını anmak, onu, yukarıdakiler benzeri tüm diğer sorunlarla anmaktan çok daha zorunludur. Zira bu yıllar, liberal piyasacılığın etkilerine karşı yürütülen mücadelenin ve partimizin örgütsel çizgisi ve çalışma tarzında gençlik hastalıkları olarak kalan kalıntıların ayıklanmasının özellikle hızlandığı yıllardır. Gerek örgütsel sorunlar üzerine sahip olduğu bilgi birikimi; gerekse işçi ve halk yaşamını gözleyen, bilen, yaşayan deneyimli halk adamı özellikleriyle Şeref yoldaş; örgütsel çizginin gelişmesinde ileri derecede rol oynadığı gibi, sınıf dışı alışkanlık ve eğilimlere karşı pratik mücadelenin yönetimine de yetkinlikle katılmıştır. Hareketin örgütsel çizgisinin gelişmesi; çalışma tarzı deneyimlerinin ve kadrolarının özgün örgütçü niteliklerinin güçlenmesi; onun gözlemleri, proleter ve halkçı bir mevziden yaptığı incelikli eleştirileri ve yaratıcı eylemin ürünü önerilerinin hayati önemdeki katkılarından bağımsız olarak asla açıklanamaz. Bu gerçeğin altı özellikle çizilmeden, Şeref yoldaşın çalışmasının oynadığı rolün anlaşılması olanaksız olur.

Gelinen bu noktada, şunlar kuşkusuz gözden kaçmayacaktır: Şeref yoldaşın, genelde burada, örgütsel çizgi ve örgüt sorunlarıyla birlikte anılması yanlış anlaşılmamalıdır. Zira o, salt örgütsel sorunlarla veya daha çok yerel örgütsel teknik sorunlarla uğraşmış ya da (aslında olanaksız bir şekilde) salt “örgütçü” özellikleri gelişmiş ve salt “pratikçi” bir yoldaş değildir. Burada, onun daha çok örgütçü yönlerinden söz edilmesinin nedeni, partinin son yirmi yıldır daha çok örgüt ve çalışma tarzı sorunlarıyla uğraşmasıdır. Şeref yoldaş, teorik ve siyasal yönden de gelişmiş, yetkin bir yoldaştır. Ki, esasen, teorik, kültürel birikim ve yetkinlik ve siyasal gelişmişlik olmadan, gerçek bir örgütçü olmak olanaksızdır ve yoldaş, hareket içindeki önde gelen örgütçülerden biri olduğu gibi, yetkin ve usta bir propagandacıdır da. Kaldı ki, sınıf mücadelesine ve örgütsel çalışmaya bağlanmayan bir teori gelişmeyeceği gibi, örgütçü bir çalışma içinde olmayan bir kişinin, teorik olarak gerçekten gelişmesi de olanaksızdır. Nitekim Şeref yoldaşın, “örgütlerden gelerek bağımsız aydın olma”ya ve sorumlu olmaktan kaçtıkları örgütlere “teori yapma”ya soyunan sözde “teorisyen” ve “aydınlar”ı (yazılarında) bazen alay, bazen de öfke ile eleştirmesi, son derece isabetli ve yerinde eleştiridir.

Bütün bunlar bir yana; Şeref yoldaşın hareketin teorik ve siyasal çizgisinin ilerlemesi ve örgütün teorik, siyasal eğitimi ve kültürel gelişmesine yaptığı katkıların değeri asla yadsınamaz. Çok yazan kişiler arasında olmasa da, Şeref Aydın, teori, siyaset, kültür ve örgüt sorunlarıyla ilgili çok sayıda makale, broşür yazmış, raporlar hazırlamış bir kişidir. Öte yandan, hareket içindeki paylaşma nedeniyle; yoldaşa ait ve çalışmanın tüm yönleriyle ilgili birçok görüş, tespit ve eleştiri, başka yoldaşların yazılarında yayınlanmıştır. Hastalığı son beş altı yıldır hızlanan bir şekilde ilerlemesine karşın; çalışmanın hiçbir görevinden geri kalmayan yoldaşın başka bir çalışması daha vardır ki, bundan söz etmemek olanaksızdır: Uluslararası Marksist ve sosyalist kültürün Türkçede bulunmayan ve bugün kütüphane raflarından dahi atılmış (bilim, sanat, tarih, politika ve kültürün diğer alanlarına ait) olan en temel yazılı eserleri bulmak, çevirmek, çeviriye sunmak ve böylece hareketin ideoloji ve kültür cephesiyle ilgili çizgisinin uluslararası alandaki görevlerini enerjiyle ve şevkle yerine getirmek. Şeref Aydın yoldaşın, genç kuşakların, önceki dönemlerin aksine, uluslararası kültürün en değerli eserlerinden mahrum kalmadan yetişeceğini bilmenin coşkusuyla üslendiği ve yürüttüğü bu çalışmanın, her zaman ve az çok düşünen herkesçe minnetle anılmaması olanaksızdır.

Özet olarak vurgulanırsa: Şeref Aydın, işçi hareketinin ve partinin çetin zorluklar ve mücadeleler içinde yetişmiş ve zor sınavlardan geçerek olgunlaşmış militanlarından biriydi. Alçak gönüllü ve ağır başlı, çapraşık sorunları dahi basitçe anlatabilen ve kendiliğinden kolayca anlaşılan bir insan, aynı zamanda, sorunları önüne alma ve üstesinden gelmede iddialı, kararlı bir kişilikti. Her bakımdan güvenilir bir Marksist Leninist ve felaket sayılacak en ağır koşullarda dahi soğukkanlılığı ve metaneti kaybetmeyen gerçek bir proleter devrimciydi. Ölümü de, yaşamı gibi olmuştur; son günlerine kadar görevi saydığı parti işleriyle uğraşan yoldaş, aramızdan, küçücük bir ürperti bile göstermeden, adeta hissettirmeden ayrılmıştır.

Şeref Aydın yoldaşın genç yaştaki bu zamansız ölümü; kuşku yok ki, işçi hareketi, komünist hareket ve parti için, yeri hemen ve kolayca doldurulamayacak bir kayıptır. Buna karşın, bu kaybı yaşayanlara düşen, acıya teslim olmak ve çöküntüye uğramak değildir. Acıyı bastırma; yasa, yıkıntıya değil, öfkeye, anda ve mücadeleye dönüştürme.. Görev budur ve yoldaşın on yıllarca birlikte mücadele ettiği arkadaşları ve kuruluşunu coşkuyla desteklediği parti ve öteki kurumlar, kuşkusuz bu görevin bilinciyle hareket etmişlerdir. Şeref yoldaşın naaşı başında ve diğer yerlerde görülen ağırbaşlı, ama kararlı haykırışlar ve içtenlikle verilen sözler, bu gerçeği açıklıkla göstermektedir. Olanaklı olsaydı karşı çıkacağından emin olduğumuz bu yazı; yoldaş için yas tutulması veya övülmesi (onun, bunlara, dün de, bugün bir ihtiyacının olmadığı, olmayacağı anlaşılırdır) amacıyla değil, söz konusu slogan ve sözlerin yaşama geçirilmesine yardım etmek amacıyla yazılmıştır. Zira, Şeref yoldaşı anma ve mücadelelerde yaşatmanın başka bir biçimi ve yolu yoktur ve onu anma ve mücadelelerde yaşatma sözü ve andı, ancak bu biçim içinde ve yoldan bir anlam kazanabilir.

Şeref Aydın yoldaşın işçi sınıfı hareketi ve partinin ihtiyaçlarını karşılamak üzere aşılması veya başarılmasını zorunlu gördüğü sorunlar ortadadır: parti ve örgüte, sorumluluk ve iş disiplini ile bağlanma; gündelik çalışmayı, düzenli ve kesintisiz gelişen gazete (yazma, okutma dahil) dağıtımı temeline oturtarak yenileme; parti örgütleri ve örgüt yaşamının dönüşmesini güvenceye alacak, onları işçi ve emekçiler arasında yeniden kuracak diğer zorunlu adımları atma vs. vs.. Bugünün acil örgütsel görevleri işte bunlardır ve bu görevler için başlatılmış olan kampanya; “amca”nın naaşı başında atılan slogan ve verilen sözlerin anlam bulması ve gerçeğe dönüşmesi için bir fırsat olarak kullanılmak zorundadır.

Değerli arkadaşımız, sevgili dostumuz, birliğimizi hiçbir şeyin sarsamadığı Şeref yoldaşımız, rahat uyu!. Denenmiş yoldaşlığımız ve dostluğumuz adına tanığız: Oluşumuna en ileriden katıldığın ortak idealler ve ortak çizgimiz hiçbir şekilde bozulmayacak ve gelişmesini canla başla desteklediğin partimiz, hedeflerine sapmadan ilerleyecektir. Yetişkin devrimci ögeler ve yetişen genç kuşaklarımız, bu önlenemez gidişatın teminatıdır.

Bugün Çalışmada Örgütün Biçimi Belirleyicidir

 

“Günlük bir çalışma” ve buna bağlı olarak “günlük gazete etrafında bir örgüt” için yapılması gerekenler, sınıf partisi içinde, son yıllarda en çok üzerinde durulan ve tartışılan konularından birisidir. Bunun doğal sonucu olarak, Özgürlük Dünyası’nda da bu tartışma sıkça gündeme gelmektedir.* Öyle ki; bu çalışmanın dışında olan okurlar zaman zaman ‘aynı şeyler konuşuluyor, aynı şeyler yazılıyor’ duygusuna kapılabilmektedir. Ancak şu bir gerçek ki; eğer yapılması gereken iş gereği gibi yapılamazsa, elbette ki, yeniden yeniden konuşulmak zorunda kalınacaktır ve bugün de birçok konuda olduğu gibi, “günlük bir gazete etrafında örgütlenme” konusunda da böyle bir durumun, tartışılan ile yapılan arasında katlanılabilir olandan daha büyük bir mesafe olduğu bir gerçektir. Bu yüzden de; bu konuya ilişkin yazılanlar; bir yandan uygulamada henüz yeterince mesafe alınamamış olmasından, öte yandan da sınıf partisinin örgütlenme temeline dair yeniden ve yeniden vurgu yapma ihtiyacından dolayı yinelenmek zorunda kalınmaktadır.

SINIF-DIŞI EĞİLİMLERE KARŞI MÜCADELENİN ÖNEMİ

Toplam açısından bakıldığında, örgütsel planda olanlar için şunu söyleyebiliriz: Şekilsiz bir yığın, ortak bir ad etrafında oluşmuş bir çevre, fraksiyonel bir birlik alışkanlığı ve “liberal sol kültür”den gelen eğilimler ile sınıf partisinin, sınırları belirli bir örgüt, her üyenin aynı zamanda günlük bir faaliyet içinde yer aldığı bir parti örgütlenmesi ve bunun gereği olarak “günlük gazete etrafında bir örgütlenme” fikri ve pratiği çatışmaktadır. Dolayısıyla Türkiye’nin “sol hareket” geleneğinin oluşturduğu “örgütlenme (buna genel olarak, küçük bir öncü grup ile onun etrafında örgütsüz bir çevre olarak kalma demek daha doğrudur) kültürü ile bir sınıf partisi olarak, işçi sınıfının iktidar mücadelesini bir aracı olarak, bu mücadelenin ihtiyacına uygun bir parti olarak örgütlenme arasındaki çatışma yaşanmaktadır. Başka bir söyleyişle, “günlük bir gazete etrafında örgütlenme” çabaları, “boş arazide” yapılan bir örgütlenmeyi gerçekleştirmek için değildir. Tersine, bu “arazi”, bütün diğer burjuva ve küçük burjuva örgüt tarzları, alışkanlıklarıyla gerçek, istikrarlı ve yığınlar içine derinlemesine kök salan bir örgütlenmeden kaçan küçük burjuva bireyciliği ve liberal rüzgarların etkilediği sayısız “örgütsüzlük eğilimleri” tarafından doldurulmuştur. Bu yüzden de, sınıf partisi, ideolojik alanda olduğu gibi, örgütlenme alanında da bütün bu sınıf dışı, gerçek bir örgütlenme tutumuna karşı akımlarla her adımda yeniden ve yeniden savaşmak zorunda kalmaktadır; daha uzunca bir zaman kalacaktır da.

Bütün bu “dışsal”, parti dışında görülen eğilimler, hiç kuşkusuz ki, onlarla aynı ortamda bulunan sınıf partisinin üyelerini de etkilemekte; estirilen cereyanlar, alışkanlıklar, sınıf ve emekçi yığınlarla yeterince birleşememiş olmaktan gelen sorunlarla da birleşerek, örgütsel alanda da, kimi zaman “öncü savaşçılık”, kimi zaman “bürokratizm”, “göstericilik”, “günü kurtarmacılık” kimi zaman “keyfilik”, “dar grupçuluk”… ve çoğu kez de, bütün bilinen yanlış eğilimlerin karmaşasının yansıması olarak kendini gösteren bir “direnç”e dönüşmektedir. Eğer bu direnç, şu kişi ya da bu kesimden kaynaklanıyor olsaydı, kuşkusuz ki, bunu aşmanın yolu farklı yöntemlerle olsa da, çok daha kolay olabilirdi. Ama direnç, tamamen niyetten bağımsız; alışkanlıklar ve “sol gelenek”le bağlantılı çeşitli eğilimlerden yansıyan bir karakter gösterince, bu eğilime karşı mücadele de, ister istemez; çok daha kapsamlı ve uzun bir zamanı kapsayan bir mücadele olarak biçimlenmek durumunda kalmaktadır. Bu mücadele, daha uzun bir zaman, yeni bir mücadele kültürü baskın hale gelinceye kadar aralıksız sürmek zorunda olacaktır.

 

ÇALIŞMA DEĞİL, “YETERİNCE” ETKİN ÇALIŞMA ÖNEMLİ

Uygulamada bu eğilimler; merkezi olarak alınan kararlar doğrultusunda ileriye doğru atılan bir iki adımdan sonra, ya “yeterince” ısrar edilmediği ya da “yeterince” yaratıcı ve inisiyatifli bir çalışmadan çok, şekle ve keyfiyete bağlanma, alışkanlıklara teslim olma biçiminde kendisini gösterdiğinden, kısa zamanda, “başlangıç noktasına” dönme biçiminde görünmektedir. Burada, “başlangıç noktasına dönme”, sadece “başlangıçtaki şekilsizlik” anlamındadır. Gerçekte ise, başlangıçtan bile daha geriye düşülmektedir. Çünkü; zaman, ona karşı “yeterince” dirençli olunamıyorsa, esen liberal cereyanları, “solcu kültürün” ürettiği olumsuzlukları daha da etkili kılmaktadır.

Burada en önemli ve üstünde durulması gereken sözcük, “yeterince” sözcüğüdür. Çünkü; bu konuda kişiler ve örgütler, elbette ön yargısız olarak, alınan karaları, en azından anladığı kadarıyla uygulamak için çaba harcamakta, çoğu zaman, hatta gereğinden bile fazla enerji harcamaktadırlar. Çoğu zaman da ilk bakışta, “Evet istenen böyle bir şeydir” denilecek “şekle” (belirli sayıda partiliden bir parti grubu oluşturulmakta) uyulduğu, bu grubun zaman zaman gündelik faaliyete katıldığı görülmektedir. Ama çoğu durumda, bu, sadece görüntüdür. Çünkü; her gerçek iş gibi, “günlük olarak parti faaliyetine katılma” da; sadece niyet ve görünüş açısından değil, işe yararlık bakımından o işi yapacak gücü, ısrarı, inisiyatifi ve kararlılığı bir araya getirmek zorundadır. Aksi halde, daha baştan, çalışma “çıtanın altında kaldığı” için etkin bir çalışmaya dönüşmemekte; kendisinden beklenen sonuçları doğuran bir hatta giremediği için de, uzunca ya da kısa bir zamanda bu örgütlenmenin kendisi bir “yük”e dönüşmekte, aktif az sayıdaki kişiyi de bu grupların çıkardığı sorunlarla uğraşmaya çekmekte ya da dağılıp gitmektedir. Onun içindir ki, burada, sadece “ısrar etmek”, sadece “kararlı olmak”, sadece “yaratıcılık ve inisiyatif göstermek” yetmemekte; ayrıca, bütün bu olumlu tavırları “yeterince”, yani istenen amaca ulaştıracak, her üyenin gündelik olarak faaliyete katılmasını sağlayacak bir “yeterlilikte”, bütün karşı cereyanları alt etmeye yetecek ölçüde göstermek gerekmektedir.

Nitekim son aylarda; “bütün üyelerin gazete etrafında bir örgütlenme içinde günlük faaliyete katılmasını sağlayan bir örgütlenme” için çabaların yoğunlaştırılması yeniden öne çıkmış; 2004 Mart Konferansı ve özellikle de EMEP’in 4. Kongresi’nde alınan kararlar sonrasında, bu sorun yeniden ve çözülmek üzere gündeme gelmiştir.

Bir bütün olarak ele alındığında, kuşkusuz ki, bu konuda bazı adımlar atılmıştır; bazı alanlardaki çalışmalarda en azından bu konuda adımlar atıldığı gözlenmektedir. Ancak şu da bir gerçek ki, bu konuda adım attıkça, geleneksel çalışma biçimi ve alışkanlıklar; bir ucu geçmişe sabitlenmiş bir yay gibi, biz ileri doğru gitmek istediğimiz ölçüde, bizi daha büyük bir güçle geriye çekmektedir. Bu yüzden de, “bakın işte gazete etrafında parti grubu kurduk, bunları çalıştırmak için uğraşıyoruz” ya da “grupları oluşturduk, gerekli dönüşüm sağlanınca, gruplarımız söylendiği düzeyde bir çalışma yapar duruma gelecek” sözleri sıkça duyulmaktadır. Ama, bu grupların gerçekten onlardan beklenen düzeyde etkin bir çalışma içine girdiklerini söyleyemiyoruz. Bu yüzden de; bu alanda adım atmak için, bizi geriye doğru çeken “yay”dan daha büyük bir güç ve gayreti göstermek gerekmektedir.

 

YÖNETİCİ ÖRGÜTLERİN KARARLILIĞI VE ISRARI HERŞEYİ BELİRLEYECEK

Ancak burada ilkenin; asıl olanın, grubun oluşmuş olması değil, ama çalışmanın kendisinin başlamış olması olduğunu anlamak gerekir. Çünkü, bir örgütsel dönüşüm, ancak, o örgütsel dönüşüme giden doğrultuda pratiğe geçilebildiği ölçüde gerçekleşebilecek bir şeydir. Yani burada ilke, önce o grubun olgunlaşıp günlük gazete etrafında bir çalışmaya yürütbilecek aşamaya gelmesi değildir. Tersine, bu grup, öncelikle günlük gazetenin ritmine uyan bir çalışmaya başlayarak ve bu doğrultuda adım atarak çalışmanın düzeyini yükseltebilecek, dolayısıyla grup, ancak bu pratik içine girdiği ölçüde dönüşebilecektir.

Bütün bu söylenenlerden sonra, şimdi; günlük çalışma yapacak bir parti örgütünün özelliklerini bir kez daha sıralayalım:

1-) Her partilinin bir parti grubunda yer aldığı bir örgüt biçimi: Bu, sınıf partisinin bütün üyelerinin enerjisini seferber etmesi ve bütün üyelerinin çalışmasının niteliğini yükselterek, partinin mücadeleye müdahalesini en ileri düzeyden gerçekleştirebilmesinin tek yoludur. Bu yüzdendir ki, sınıf partisi; örgütlenmede, üye olma koşullarını belirtirken, her üyenin bir parti örgütünde yer almasını, günlük mücadeleye buradan katılmasını bir tüzük ilkesi yapmıştır.

2 -) Günlük gazete etrafında gruplanma: 1. özellik olarak sözünü ettiğimiz, her partilinin bir parti grubunda yer almasından anlaşılacak olan, bu grubun, herhangi bir grup, rasgele oluşmuş bir grup değil, “günlük bir çalışma yapabilmek için günlük bir gazete etrafında oluşmuş bir grup” olduğudur. Çünkü; günlük olarak mücadeleye katılmanın tek ölçütü günlük bir gazetedir. Gazetenin günlük ritmine uygun bir çalışma gerçekleştirildiği, çalışma bu düzeye yükseltildiği ölçüde, parti grubunun çalışması etkili bir çalışma olabilecektir. Gazete etrafında örgütün asgari çalışma düzeyi ise; gazetenin alınması, günlük olarak dağıtımın yapılması ve gazeteye, haber, mektup, röportaj ve benzeri yollarla katılmakla başlayan bir çalışmadır. Grubun çalışması ilerledikçe; ajitasyonu daha örgütlü bir düzeye yükselecek, içinde yer alınan çevrenin maddi ve manevi her yolla partinin çağrıları doğrultusunda seferber edilmesi için çalışılan, her adımda yığınların ileri kesimlerinin, mücadelede öne çıkan unsurlarının parti saflarına kazanıldığı bir çalışmaya evrilen yola girecektir. Aslında gruplar daha oluştuğu anda, bütün bu görevleri daha küçük ölçüler içinde de olsa yerine getirir. Bu görevlerin yapılmasının elle tutulur hale gelmesi ise, grubun deneyim, imkanları seferber etme, inisiyatif ve benzeri bakımlardan olgunlaşıp, gelişmesiyle bağlantılıdır.

3-) Parti grubu, yerel çalışmanın da temelidir: Gazete etrafında örgütlenmiş bir grubun başarısı ve istikrarının koşulu, bu grubu oluşturan üyelerin bilip tanıdıkları bir çevre içinde ve sömürülen yığınlarla aralarında günlük olarak ilişki içinde olacakları kadar yakın (aynı fabrika veya işyeri, aynı mahalle, aynı okul) olmalarıdır. Dahası, bu gruplar, elbette ki; partinin merkezi çağrılarının organı olarak gazeteyi dağıtarak, o doğrultuda ajitasyon yaparak partinin merkezi fikirlerini yayacaklardır, ama bunun da ötesinde; grubun istikrarlı ve yığınlar içine derinlemesine nüfuz eden bir çalışmayı başarması için, yerel talepleri, çalıştıkları alandaki işçi ve emekçilerin taleplerini sahiplenip savunması ve bu talepler doğrultusunda kitlelerin (gençlerin, kadınların, o işyerindeki işçilerin vb.) mücadeleye çekilmesi belirleyici önemdedir. Bu yüzden de, bir ilden diğerine, bir ilçeden ötekine, bir fabrikadan bir başka fabrikaya, bir mahalleden bir başkasına; talepler, çalışmanın koşulları, kullanılan üslup, araçlar, hatta dil farklı olacaktır; olmak zorundadır.** Çalışma bu ölçüde özgünleşemezse, aynı anlama gelmek üzere, bu ölçüde yerelleşemezse, çalışmanın etkinliği yeterince yükselemeyecek ve sermaye partileriyle yerel gericiliğin temsilcilerinin yığınlar üstündeki etkinliğini kırmak olanaklı olmayacaktır.

4-) Yerel çalışma, ilçe ve il örgütleri tarafından yerel düzeyde birleştirilir: Yığınlar içindeki parti çalışması, yani partinin yerel çalışması, yerel yönetici örgütleri tarafından yerel düzeyde birleştirilir. Bu yerel örgütler, ilçe ve il örgütleridir. Elbette bu “birleştirme”, parti gruplarının çalışmalarının ilçe ve il çapındaki planla bağlantılı bir çalışma olarak organize edilmesi, yönlendirilmesi, denetlenmesi, çalışmanın tıkandığı yerde önünün açılması için gereken müdahalenin yapılmasını da kapsayan çok yönlü bir birleştirmedir.

“Burada ısrarla üstünde durulan, bir örgüt biçimidir ve çalışmanın esasını belirlemez” diye düşünülebilirse de, bugünkü koşullarda biçim, aynı zamanda çalışmanın niteliğini, esasını belirleyecek biçimde önem kazanmış bulunmaktadır. Çünkü, partinin mücadeleye müdahalesinin ihtiyaca uygun düzeye yükseltilmesinin önündeki belirleyici engel, sınıf partisinin bugünkü örgütlenme düzeyidir. Kaldı ki, örgüt bir biçimdir ve örgütün biçimi, eğer işleviyle ve varılmak istenen amaçlarla uyumlu, o amaçların gerektirdiği çalışmanın ihtiyaçlarına uygun değilse, çalışmanın başarılması olanaksızdır. Dolayısıyla bugün; günlük bir gazete yayınlanmaktadır ve bu gazete partinin amaçlarıyla uyumlu bir içerikle çıkmaktadır. Yine partinin binlerce üyesi vardır ve bunların her biri, bireysel düzeyde, zaman zaman ya da kendilerinden her istendiğinde çalışmalara katılmaktadır. Burada eksik olan ise; bu gazetenin dağıtımı, gazeteye yazılması, gazete etrafında bir örgütlenme için gerekli plan ve ısrarın olmamasıdır. Ve bu yüzden, bugün her şeyi belirleyecek olan, “mümkün olduğu kadar çok parti üyesinin günlük gazete etrafında örgütlenmiş, günlük bir çalışmaya yönelmiş parti örgütlerinde çalıştırılması” ve “bu örgütlerin günlük çalışma yürütür” düzeye yükseltilmesidir.

Hiç kuşkusuz ki; bugün böyle bir örgütlenmenin başarısının ön koşulu; il ve ilçeler düzeyinde, örgütlenmede, yukarıdaki amaçlar doğrultusunda tam bir irade konması ve bu örgütlerin üstlerine düşeni yapmasıdır. Bu da, il ve ilçe örgütlerinin, “bütün üyelerinin, her parti üyesinin gazete etrafında örgütlenmiş bir parti grubunda yer aldığı örgüt biçimini gerçekleştirmek” görevini yerine getirmede gerekli kararlılığı ve inisiyatifi göstermesi demektir. Ancak bu irade, kararlılık ve inisiyatif gösterildiği ölçüde; işçi sınıfı ve emekçi kitleler içindeki çalışma ve gençlik, kadın örgütlenmesi, sendikal örgütlenme gibi özel alanlardaki çalışmanın sorunlarının çözülmesinde de bir yola girilebilecektir. Hatta bu başarıldığında, bugün sorun gibi görülen kimi engeller kendiliğinden ortadan kalkacaktır.

 

 

(*) Örneğin, Özgürlük Dünyası’nın 87 nolu 1997 Ekim sayısında Mehmet Erdal mahlasıyla yayınlanan, Eylül ayında kaybettiğimiz yoldaşımız Şeref Aydın’ın “Günlük Basın ve Sınıf Mücadelesi” başlıklı yazısını, anısının önünde eğilerek, yeniden yayınlıyoruz.

 


** Bu sayımızda yayınladığımız Marx’ın Fransız işçileri için hazırladığı işçi anketine bakılmalı ve üzerinde düşünülmelidir. İlgi gösterdiği sorunlar ve soruları bazılarına fazla “ekonomist”çe (!) gelecek olsa bile, Marx’ın böyle bir anket için sorular hazırlamasının bir nedeni de budur.

Günlük Basın ve Sınıf Mücadelesi

 

Günlük bir basınla ortaya çıkışımızdan bu yana iki yılı aşkın bir süre geçti. Birçok zorluğu ve saldırıyı göğüsleyerek yolumuza devam ediyoruz. Kendine güvensizliğin yerini, giderek artan bir şekilde kendine güven ve kararlılık alıyor. Henüz işin başında sorumsuz bir ukalalıkla, işçi sınıfı davasına karşı özgürlük talep eden burjuva liberallerin hevesleri ve beklentileri kursaklarında kaldı. Davasına inanmış ve kendisini bilen hiçbir aydın ve sınıf bilinçli işçi, onların yaygaralarına kulak asmadı. İşçi sınıfı hareketi kendi günlük basınını sahipleneceği daha ileri bir örgütlenme düzeyine ulaştı. Moral dayanaklarımız daha da güçlendi.

Ama, açıkça kabul etmeliyiz ki, Marksizmin ve işçi hareketinin tarihsel birikimine yaraşır günlük bir basın düzeyine ulaşabilmek için; bütün bir parti olarak, hem burjuva basının hem de burjuva liberalizminin her fırsatta davaya inançsızlığı ve kendine güvensizliği körükleyen saldırılarına karşı kesintisiz bir mücadele sürdürmek zorundayız. Çünkü; burjuvazinin ve onun her türden temsilcisinin hayâsız saldırıları karşısında, kendi basınını “partizanca” bir kararlılıkla savunmak ve geliştirmek, irade ve eylem birliğine sahip bir parti olmanın temel koşullarından biri olduğu gibi; sınıfın her gün mücadeleye atılan yeni kesimlerini, ortak bir sınıf bilincine kazanmanın da temel araçlarından biridir. Ve bir emekçi gazetesi de temel dayanağını; sınıf partisinin ideolojik, politik ve örgütsel varlığı ve mücadelesinin vazgeçilmez bir unsuru olmasında bulur.

Bu mücadelenin diğer yani ise; bizzat kendi tecrübe ve birikimimizin daha çok farkına varmak ve işçi hareketinin ve Marksizmin tarihsel tecrübeleri ışığında bilincimizi yenileyip kökleştirmektir. Bu konuda kendimize ve amaçlarımıza güvenmek için yeterince dayanağa sahip bulunuyoruz. Ve biliyoruz ki; günlük basın için mücadele burjuvaziyle proletarya arasındaki uzlaşmaz mücadelenin, diğer mücadele alanlarıyla da ilişki içinde ve onları da etkileyen en önemli alanlarından biri oldu ve olmaya devam ediyor. Bugün, bu mücadelenin neresinde olduğumuzun daha somut olarak kavranmasına yardımcı olmak açısından, yazımıza, bu süreci bazı temel noktalardan özetleyerek devam edeceğiz.

 

BURJUVA SINIF EGEMENLİĞİ VE İŞÇİ SINIFI MÜCADELESİNİN GELİŞİMİ SÜRECİNDE GÜNLÜK BASININ YERİ

Feodal aristokrasiye karşı, “ulusal egemenlik” şiarı altında, “parlamenter demokrasi” ye dayanarak sınıf egemenliğini gerçekleştirme sürecinde, burjuvazi, diğer halk kesimlerinin desteğini almaya önem verdi. Buna hizmet etmek üzere günlük basın da, burjuvazi için politik bir mücadele aracı olarak önem kazandı. Bu sınırlar içinde, halkın politik bilincinin gelişiminde önemli bir rol oynamaya başladı. Bu süreç aynı zamanda yeni toplumun temel çelişkisi olan proletarya ve burjuvazi arasındaki mücadelenin açık bir karakter kazanması ve Marksizmin bilimsel bir sınıf ideolojisi olarak ortaya çıkması sürecidir.

Marx ve Engels, politik mücadeleye yönelir yönelmez, günlük basını proletaryanın bağımsız politik bilincinin ve eyleminin gelişimine yardım etmede bir kürsü olarak ele aldı. Onlar, en başta, burjuvaziye karşı, cepheden ve kesin bir ideolojik mücadele içinde oldular. Özel olarak sınıfların açıktan karşı karşıya geldiği dönemlerde bağımsız bir basınla mücadeleye katılarak, proletarya hareketinin her ileri atılımında, yenilgiyle sonuçlansa bile; kapitalizme karşı meydan okuyan en devrimci sınıfın politik gelişimini, mücadele ve örgütlenme yeteneğini, eşsiz sınıf sezgilerini görüp, bunun coşku ve heyecanını hissettiler ve ifade ettiler. Bu dönemin ürünleri, bugün de işçi sınıfının politik cephaneliğinin canlı ve tarihsel önemde belgeleridir. Marx ve Engels’in günlük basında, sınıfın amaçlarına güvenle bağlanmış, açık ve net bir ideolojik tutumla birlikte, temel aldıkları diğer temel özellik ise; sınıfın günlük pratik eylemiyle, bunun bir ifadesi olarak sınıfın ileri temsilcileriyle birleşmek oldu. Onlar, sınıfın ileri temsilcilerinde, işçi sınıfının geleceğini, sınıfsal niteliklerini ve devrimci özelliklerini fark ettiler ve bunları geliştirmeye özel önem verdiler.

Başından itibaren Marksizmin, günlük basın konusunda temel aldığı ve geliştirdiği ilkeler; bugün de, günlük işçi basınının karakteristik özellikleri olarak, sınıfın bağımsız politik ve örgütsel gelişiminin temel koşulları olarak önemini korumaktadır.

“Gelişen her devrimin, güçlü bir karşı devrimi de doğrularak ilerle”diği gerçeği, basın alanında da, en çarpıcı biçimde ifadesini buldu. Gazeteler, gazetelerde yayınlanan yazılara açılan davarlara, burjuva basınının Marx ve Engelse’e sayfalarını kapatmasıyla sınırlı kalmadı. Günümüzde belli başlı ülkelerde ekonomi, tarih, politika, felsefe ve sosyal bilimlerde, resmi üniversitelerin çığır açıcı derecede bilimsel değer verdikleri Marksizmin temel klasikleri; yıllarca burjuva basınını “suskunluk” sansürüyle karşı karşıya kaldı.

Giderek devrimci işçi basını, birçok ülkede, amaçlarını eksiksiz bir şekilde ifade edebilme özgürlüğünü, illegal olanaklar yardımıyla ve-veya “Ezop” diliyle kamufle ederek korumak zorunda kaldı.

İşçi sınıfı da, parlamenter mücadele alanında hızla önemli başarılar elde ederek, burjuva parlamentosunun gerçek yüzünü ortaya çıkarmayı başardığı gibi; kendi basınının önemini anlayarak, her koşul altında kendi basınını yaşatma konusunda yetenekli olduğunu gösterdi. Lenin’in övgüyle söz ettiği Alman işçilerinin yasaklama dönemlerinde kendi basınlarını yasadışı yollarla devam ettirmeyi başarmaları, bunun tipik bir örneğidir.

II. Enternasyonal oportünizmi, işçi hareketinin ideolojik, politik ve örgütsel gelişiminde yeni bir ayrışma ve dönemeci ifade eder. İşçi sınıfı, 50 yılı aşan ve ‘Paris Komünü’yle doruğuna ulaşan mücadelelerin ve Marksizmin işçi hareketinde kazandığı başarıların birikimi üzerinde daha ileri bir aşamaya doğru mu yol alacak, yoksa burjuvazinin, sınıfı yedeklemek için açtığı alanda, burjuva egemenliğin “muhalif” bir eklentisi mi olacak?

Ayrışmanın konumuz açısından da önem taşıyan en önemli yönü; burjuva parlamentarizminin batağına gömülerek yozlaşan, II. Enternasyonal partileri yanında ve onlara karşı, onlarla ve onların Rusya’daki uzantılarıyla mücadele içinde, esas olarak Lenin’in temsil ettiği ve mücadelenin ve örgütlenmenin her biçiminden yararlanma yeteneğine sahip, yeni tipte sınıf partilerinin gelişimini başlatmış olmasıdır. Giderek “Leninist” sıfatıyla anılmaya başlayacak olan, devrimci sınıf partilerinin ayırt edici özelliğini oluşturan merkezi disiplin ve örgütsel sorumluluk sınırının, tam bir irade ve eylem birliği temeline oturması, yeni icat edilmiş bir şey değil; tersine Marksizmin ve proletarya hareketindeki gelişimin doğal ve mantıki bir sonucu olduğu gibi; aynı zamanda Marksizmin ideolojik ilkelerinin de, en ileri derecede savunulması ve geliştirilmesi anlamını taşımaktadır. Yani, Leninist parti; Marksizmin, ideolojik ilkelere, sınıfın tarihsel görev ve sorumluluklarına ve bunları yerine getirme yeteneklerine sahip devrimci sınıf partisine verdiği önemin, mevcut koşullarda kazandığı somut ve pratik bir ifadesi olarak ortaya çıktı.

İşçi sınıfının bağımsız sınıf olarak örgütlenmesi ve buna hizmet eden işçi basını, burjuvazinin proletarya hareketine yönelen saldırılarının iki temel hedefini oluşturdu. İkinci Enternasyonal partileri, giderek reformcu burjuva partilerine dönüşürken, onların denetiminde bulunan basın da, ideolojik ve politik olarak proletaryanın bağımsız çıkarlarını savunma görevini terk etti. Böylece, devrimci sınıf partisinin inşası için mücadeleyle, bağımsız işçi basını için mücadele birleşik bir karakter kazandı ve sadece burjuvaziye karşı mücadeleyi değil; aynı zamanda, burjuvazinin işçi sınıfı içindeki dayanağını oluşturan, küçük burjuva sınıfsal eğilimlere karşı mücadeleyi de kapsadı. “Kolektif bir propagandacı ve ajitatör” olduğu kadar, “kolektif bir örgütleyici” olarak da, devrimci sınıf partisinin şekillenmesine hizmet eden temel bir araç oldu.

Bir adım ileri, iki adım geri… Bireylerin yaşamında, ulusların tarihinde ve partilerin gelişmesinde böyle şeyler olur. Ama bir an için bile olsun, devrimci sosyal-demokrasinin ilkelerinin, proletarya örgütünün ve parti disiplininin kaçınılmaz ve tam zaferinden kuşkulanmak en canice korkaklık olacaktır. Daha şimdiden çok şey kazanmış bulunuyoruz ve tersliklerden umutsuzluğa kapılmayarak savaşı sürdürmeliyiz, sebatla ve yaygaracı çevrenin dar kafalı yöntemlerini görerek; bütün Rus sosyal demokratlarını bir birine bağlayan, güçlükle elde edilmiş tek parti bayrağını korumak için elimizden gelen her şeyi yaparak; bütün parti üyelerinin ve özellikle işçilerin, parti üyelerinin görevlerini, ikinci parti kongresindeki mücadeleyi, ayrılığımızın bütün nedenlerini ve bütün aşamalarını, program ve taktik bütün alanlarda olduğu gibi, örgütlenme alanında da, burjuva psikolojisine çaresizce teslim olan, burjuva demokrasisinin görüşlerini eleştirisiz kabullenen ve proletaryanın sınıf mücadelesi silahını körelten oportünizmin kesinlikle felaket getireceğini, tam ve bilinçli bir biçimde anlamalarını ısrarla ve sistemli bir çalışma ile sağlamaya çalışarak savaşı sürdürmeliyiz.

İktidar mücadelesinde proletaryanın örgütten başka bir silahı yoktur. Burjuva dünyasındaki anarşik rekabet kuralı ile bir birinden ayrı düşmüş, sermaye için gerekli emekle beli bükülmüş, sürekli olarak yoksulluğun, vahşetin ve bozulmuşluğun ‘derin çukurlarına’, gerilere itilmiş olan proletarya, ancak çalışan milyonlarca insanı bir işçi sınıfı ordusu halinde kaynaştıran maddi örgüt birliğinden kuvvet alan Marksizm ilkeleri üzerindeki ideolojik birliği ile kaçınılmaz biçimde yenilmez bir güç haline gelebilir ve gelecektir.1

Ve işçi sınıfı basını, proletaryanın maddi örgüt birliğinin bir unsuru ve güçlü bir mücadele olma özelliği kazandığında, kendisine yönelen açık saldırıların da hedefi oldu. Proletarya partisinde, örgütsel disipline karşı eleştiri özgürlüğü isteyenler, işçi basınında da “özgürlük” savunucusu oldular. Bunun anlamı; proletarya hareketinin sadece genel bir amaç birliği düzeyinde kalarak, günlük mücadele birliğinin baltalanması, günlük mücadelede burjuvaziyle araya bir sınır koymayarak, bağımsız sınıf çıkarlarından vazgeçilmesidir. Dolayısıyla da genel amaçların bir süs olarak kullanılmasıdır. Lenin bu eğilimlere karşı da mücadele ederek işçi basının devrimci özelliklerini geliştirdi.

Bizler hür, sadece polis karşısında değil; sermaye karşısında da hür, fırsatçılar ve arivistler* karşısında hür ve daha önemlisi, anarşik, düzen bilmez burjuva bireyciliği karşısında hür bir basın yaratmak istiyoruz, yaratacağız da.

… Herkes istediğini yazmakta ve söylemekte, hiçbir kısıntıya uğramaksızın yazıp söylemekte hürdür. Ama her türlü dernek, bu arada parti de, Parti’ye aykırı fikirleri yaymak için Parti’nin adını ve araçlarını kullananları kovmak hürriyetine sahiptir. Söz ve basın hürriyeti tam olacaktır, kabul. Ama dernek hürriyeti de tam olacaktır. Sana, söz hürriyeti adına, hoşuna giden her şeyi yazmak, uydurmak, haykırmak hakkını tanıyorum. Ama sen de bana, dernek hürriyeti adına, şunu ya da bunu yazıp söyleyen insanlarla birlikte olma ya da olmama hakkını tanıyacaksın. Parti hür iradeyle kurulmuş bir dernektir ve prensiplerine aykırı görüşler yayan üyelerinden arınmazsa önce ideolojik bakımdan, sonra da maddi bakımdan soysuzlaşır ve kaçınılmaz bir şekilde çöker. Parti’nin görüşlerine uygun olanla aykırı olanın sınırı da Parti’nin programında, statülerinde ve taktik kararlarında, uluslar arası sosyal-demokrasinin ve uluslararası hür proletarya derneklerinin geçmiş deneylerinde çizilidir. Proletarya partilerine de durmadan çeşitli kimseler girer. Pek de tutarlı, pek de doğru olmayan akımlar bu partilerde de görülmüş ama proletarya da zamanı gelince partisini “temizlemek” ten kaçınmamıştır. Bizde de Parti içinde aynı şey olacaktır, eleştiri “hürriyeti”nin sayın burjuva partizanları: Partimiz işte bir hamlede bir kitle partisi haline gelmektedir, gizli kapaklısı olmayan bir şekilde ve hızla örgütlenmekteyiz, tutarsız birçok kimse, hatta belki Hıristiyanlar, mistikler, kaçınılmaz biçimde gelecekler bize. Biz feleğin çarkından geçmiş kimseleriz, midemiz sağlamdır. O tutarsız elemanları da benimseyeceğiz. Parti içinde eleştiri ve düşünce hürriyeti, insanların parti adı verilen hür derneklerde toplanma ve birleşme hürriyetini bize hiçbir zaman unutturmayacaktır.

…Paranın iktidarı üzerine oturtulmuş bir toplumda, gerçek, ama gerçek “hürriyet” diye bir şey olamaz. Siz sayın bay yazar, siz hür müsünüz burjuva editörünüze karşı? Hür müsünüz, tablolarınızda baldır bacak, “kutsal” dram sanatınızda fuhuş gösterisi isteyen burjuva halkınıza karşı? Sizin o mutlak hürriyetiniz, gerçekte, burjuva ya da anarşist bir cümleden başka bir şey değildir (Dünya görüşü olarak anarşizm de, tersine dönmüş bir burjuva felsefesidir çünkü). Bir toplumda yaşamak ve o toplumdan bağımsız olmak, yok böyle şey. Burjuva yazarın, burjuva sanatçının, burjuva oyuncunun hürriyeti, aslında maskelenmiş, ya da kendini ikiyüzlüce maskeleyen bir bağımlılıktan başka bir şey değildir…2

Lenin, günümüzde de, her soydan temsilcisi bulunan, bir dönemler Marksizme bulaşmış burjuva liberallerin, sınıflar mücadelesinden soyutlanmış bir basın ver düşünce özgürlüğü yaygarasının; burjuvazinin basın üzerindeki tekelini gizlemenin bir aracı olduğunu hiçbir tereddüte meydan vermeyecek biçimde ortaya koydu.

“Pür demokrasinin belli başlı parolalarından biri de ‘basın hürriyeti’dir. İşçiler bilirler ve bütün dünya sosyalistleri defalarca ortaya sermişlerdir ki, en iyi basım evleri ve en önemli kâğıt depoları kapitalistlerin elinde bulundukça ve sermayenin basın üzerindeki hâkimiyeti devam ettikçe, bu hürriyet bir yalandır. Demokrasi ve cumhuriyet rejimi ne kadar gelişmişse (bu gün Amerika’da olduğu gibi), sermayenin basın üzerindeki hâkimiyeti de bir o kadar kaba ve ikiyüzlü biçimde artar. Emekçiler, köylüler ve işçiler için gerçek demokrasiyi ve gerçek eşitliği kurup sağlamak istiyorsak sermayenin yazarları, basımevlerini ve gazeteleri satın almasını önlemek gerekir. Kapitalistlerin hürriyet dedikleri, zenginlerin daha da zenginleşme hürriyetidir ve işçilerin de açlıktan ölme hürriyeti. Kapitalistlerin basın hürriyeti dedikleri de, basının zenginler tarafından satın alınması ve kamuoyunu işlerine geldiği gibi hazırlamak ve aldatıp uyutmak yolunda kullanma hürriyetidir. ‘Pür demokrasi’nin savunurları, aslında, kitlelerin haberleşme ve bilgilenme araçlarına zenginler tarafından el konması demek olan en aşağılık bir sistemin savunurlarıdır. Halkı aldatmaktadır bunlar ve baştan başa yalan dolu güzel cümlelerle halkın, basını sermayenin hâkimiyetinden kurtarmak olan gerçek, somut tarihsel görevini yerine getirmesini geciktirmektedirler…”3

Bu değerlendirmelerin yağıldığı,1919 yılından bu yana, ne burjuva basının amaçları değişti ne de “pür demokrasi”nin savunucularının rolü. Ama, özellikle işçi hareketinin yarattığı tehlike, sosyalizm tehdidi ve emperyalistler arası amansız rekabetin gözünü döndürdüğü tekelci burjuvazi, Almanya ve İtalya gibi ülkelerde baştan sona zorbalık ve teröre dayanan faşist egemenlik biçimine yönelirken, basını en gelişmiş yöntemlerle emekçi halk kitleleri üzerinde estirilen faşist terörün ve saldırgan savaşın bir unsuru haline getirdi.

Elbette ki, basının böylesi bir kullanışı sadece Göbbels’le sınırlı kalmadı. Özellikle II. Dünya Savaşı’ndan sonra, ABD önderliğinde, sosyalizme ve proletarya hareketine yönelen ve “soğuk savaş” adı verilen karşıdevrimci saldırı sürecinde, burjuva basın, özel bir rol aldı. Burjuva basının temel hedefi; işçi basını ve ilerici bütün kesimler üzerinde estirilen terör ve demagoji dalgasıyla birlikte, işçi hareketinde ideolojik bulanıklıklar, örgütsel güvensizlikler ve davaya inançsızlık yaratarak, kitlelerin örgüt fikrine yabancılaşmasına yol açarak, emekçi hareketinin bilinç ve örgütsel dayanaklarına tahrip etmekti. Bütün güçler bunu için seferber edildi. Politikadan tarihe, sosyal psikolojiden ekonomiye, sanat ve edebiyattan sosyal bilimlere kadar, her alandan uzmanların çalışmaların, uluslararası düzeyde burjuva basının sürdürdüğü kampanyalarla bombardıman edilen politikalar oluşturdular. “Her dünya” basını, ufak tefek farklılıklarla birkaç uluslar arası basın ajansının verdiği “haberler”le yetinmeye zorlandı. Emperyalist basın; CIA başta olmak üzere istihbarat örgütleri, çeşitli kılıflar altında örgütlenmiş “kontrgerilla ve sabotaj” örgütleri ve askeri kurmayların yönlendiriciliğinde sürdürülen karşı devrimci saldırının vazgeçilmez bir unsuru oldu.

II. Dünya Savaşı’ndan sonra burjuva basını karakterize eden, onun açlıktan anti-komünist ve saldırgan niteliğidir. Sadece düşünce alanında bir mücadele değil; doğrudan kitlelerin günlük bilinç ve algılama yeteneğine yönelen çok yönlü bir saldırı olmasıdır. Her türde insanı ve toplumsal duygunun, kaygı ve endişenin, umut ve özlemin istismar edilmesi ve insan bilincine karşı kışkırtılmasıdır. Toplumsal güven ve gelecek kaygılarının istismar edilmesi ve basit bir meta haline getirilmesidir.

Hizmet ettiği uluslararası politik amaçları göz önüne aldığımızda, bütün bunları yapmakla, yaşanan reel dünyanın aslını, tamamını değil, gazetenin uygun gördüğü görünümü ile, uygun gördüğü kadarıyla ve gazetenin meslek etiğine (eğer ortada bir meslek etiği kalmışsa) göre işlenmiş haliyle bize sunulan dünyayı yaşarız. Dünyanın kendisini yaşamamız artık çok sınırlıdır. (UPS grevi her şeye rağmen işçi ve emekçi sınıfların dünyanın kendisini yaşamayı tercih ettiklerini gösterdi). Yaşadığımız, bu “ürüne dönüştürülmüş” dünyadır.

Okuduğumuz her haber, onlarca kişinin belirli bir işbölümü içinde oluşturduğu bir üründür. Endüstriyel bir üründür. Bilinç endüstrisinin endüstriyel bir ürünüdür”4 şeklinde yapılan ‘akademik’ bir değerlendirme, sorunun, sadece teknik sayılabilecek bir yanını ifade etmekle sınırlanmış olduğu gibi, “etkinlik derecesi” açısından karamsar bir sonuca yol açan ve halkın günlük yaşam ve kendi öz tecrübesinin önemini dıştan tutan bir abartıyı içermektedir. Kitabın, emperyalist basının belki de son ve en şaşaalı bileşik kampanyası olan Körfez krizi ve revizyonizmin çöküşü döneminde yazılmış olmasının bu değerlendirmede payı olsa gerek. Oysa, ABD’de Körfez savaşı sonrası yapılan kamuoyu anketleri, basına duyulan güvende önemli oranda bir düşüşün meydana geldiğini gösterdi. Yani insan iradesi, hangi araçlarla olursa olsun bilinci yaratmıyor, belki, uygun koşullarda, sınıf ve güç ilişkilerinde meydana gelen konjonktürel dezavantajlar, onun gelişimini geciktirebilir veya geçici yanılsamalara yol açabilecek bulanıklılar yaratabilir. Eninde sonunda insan pratiği, bunu bir biçimi olarak sınıfların nesnel eyleme, tayin edici önemini korumaktadır. Sınıflar mücadelesinin açık biçimleri ile çıktığı koşullarda ise; yürütülen demagoji kampanyaların ters tepen bir silaha dönüşmesi de kaçınılmaz bir sonuçtur.

Günümüz burjuva basının da ilham kaynaklarından biri olan Göbbels’in vardığı sonuçlar, burjuva basının temel zayıflığını ortaya koymaktadır. Bir süre sonra cephelerden peş peşe başarısızlık haberleri gelmeye başladığında, cephedeki oğullar, kocala bir bacağı kesik olarak çıkıp geldiğinde, ya da kentlerdeki ulaşım şebekeleri bozulduğunda, yiyecek bulmak zorlaştığında” burjuva basının inandırıcılığı kalmaz. Yani, “…halkın yaşadığı realiteyi yanılsama içinde algılaması sonuna kadar sürmektedir, mutlak bir yanılsama hiçbir zaman sağlanamamaktadır”.5Takke düş”mekte ve “kel görün”mektedir. Sorun bu “realite” yi savunanların ve temsil edenlerin, kendi bağımsız basınlarına sahip olmasında, bu konuda bilinçli ve inandırıcı bir mücadelenin veriliyor olmasındadır. Halkın yeniden ve yeniden ”takkenin düşmesini” bekleyen seyirci olmaktan çıkıp, kendi “realite”sinin bilinçli bir unsuru olmasındadır.

Dolaysıyla da, burjuva basının son elli yıllık ‘başarısı’ da, kendisine vehmedilen ‘karşı konulamaz’ gücünden değil; tam tersine, kapitalizmin mezar kazıcısı proletaryanın, son elli yolda, tarihin en ağır ihanetine uğramış olmasından ve kapitalizmin ana merkezlerinden işçi sınıfı hareketi tarihinin en durgun 50 yılını yaşamış olmasından, II. Dünya Savaşı sonrası teşekkül eden konjonktürün buna izin vermesinden ileri geliyordu. Devrimci Marksizmin proletarya hareketine kazandırdığı en değerli silahların, ideolojik ilkelerin, ideolojik ilkelere somut ve maddi bir temel sağlayan devrimci sınıf partilerinin; tarihin en ağır tahribatına uğramış olmasından ileri geliyordu. Proletaryanın ana kitlesinin kendi devrimci partisinden ve basınından mahrum bırakılmasından ileri geliyordu. Devrimci sınıf basını yerine; devrimci sınıf bilincinin ve sınıf egemenliği için mücadele bilincini körelterek, sadece burjuva egemenliğin eksik ve aksaklıklarının eleştirmekle yetinen burjuva liberal basının ikame edilmiş olmasından ileri geliyordu.

’90’lı yıllarda, modern revizyonizmin çöküşü, belli bir dönemde oluşan ideolojik yanılsamaların maddi dayanaklarını çökerttiği gibi, burjuva liberalizminin gerçek yüzünü de ortaya çıkardı. Bu durumda emperyalizmin bütün araçlarla sürdürdüğü demagoji ve yaygaraların ömrü fazla uzun sürmedi. “…Halkın yaşadığı realiteyi yanılsama içinde algılaması” sona erdi.

’93 ve ’94’lerden itibaren, eski sosyalist ülkelerde, yeniden örgütlenmeye yönelen eski revizyonist partilerin (onların ideolojik ve örgütsel temellerinin ve izledikleri çizginin bütünüyle sınıfa yabancı olmasına rağmen) oy oranlarındaki yükselme ve yer yer iktidara gelişleri bunun kanıtıdır. ABD’de dahil olmak üzere kapitalizmin belli başlı merkezlerinde işçi sınıfı hareketinde meydana gelen gelişmeler ve bunların kısa bir sürede yol açtığı siyasal “sürpriz”ler bunu kanıtıdır.

Bütün bunlar da gösteriyor ki, burjuva basın, sihirli bir nedenden veya ideolojik bir “yenilenmeden” değil; “meydanı boş buldu”ğu için başarı kazanabilmiştir. Bu koşullarda ise; “pür demokrasi”nin “hür” yazarlarının ‘endüstriyel haber üretimi’nin “ağır başlı konu mankenleri” olduğu gerçeği de, giderek daha çok işçi ve emekçi tarafından anlaşılır hale geldi.

Elbette ki, somut koşullardaki değişme ve gelişmeler, işçi sınıfı basınının kendine daha çok güvenmesine olanak sağlamaktadır. Ama bu durum, burjuva basına karşı, onun tahribatlarına karşı mücadelenin önemini ortadan kaldırmaz. Çünkü burjuva basın bugün de, işçi ve emekçilerin bilincinde yanılsamalar yaratarak, onların örgütlenme bilincini köreltmeye, bağımsız bir politik çizgi etrafında birleşmelerini önlemeye hizmet edecek saldırılarını sürdürmektedir. Bu durum ise; devrimci sınıf partisinin ve sınıfın bilinçli temsilcilerinin sorumluluklarını daha da artırmaktadır.

 

BUGÜNKÜ BURJUVA BASINDAN KISA BİR KESİT

II. Dünya Savaşı sonrasındaki süreçte, faşizmin basın alanındaki tecrübelerini de geliştirerek sosyalizme ve işçi hareketine saldırının temel silahlarından biri haline getirmede, ABD basını birinci derecede rol oynadı. Ve Amerikan gazeteciliği, televizyon da dahil olmak üzere, burjuva basında en saldırgan ve pervasız bir anti-komünizmi temsil etti. Faşist demagojiden esinlenen ve esas olarak; her türlü insani duygunun insan bilincinin çarpıtılmasına hizmet edecek şekilde istismar edilmesine ve kışkırtılmasına dayanan “8 sütuna manşet” sansasyonel habercilik ve skandallar, Amerikan basınının en gözde yöntemleri olarak geliştirildi. Para dışında her türlü ilke ve değerden yoksun olan Amerikan burjuvazisinin özelliklerine denk gelen bu yöntemlerle, tekelci basın, “halkın yaşadığı realiteyi yanılsama ile algılaması”nın sağlanabileceği iddiasına ulaşan kaba bir idealizme vardı. Burjuva devlet karşısındaki yeri açısından ise; “…temel konularda homojen bir ideolojik odak oluşturup sürdürebilmek için, diğer ideoloji alanlarında çelişkiler içinde işleyebilen ‘yeni’ bir yapılanmaya” giderek, orduyu, polisi ve burjuvazinin sınıfsal egemenliğini tereddütsüz savunmada, zaman zaman burjuva partileri gölgede bırakan bir rol oynamaya soyundu. Ama, son olarak ortaya çıkan UPS grevi, Amerikan tekelleri için de, bir dönemin geride kaldığını, “meydanların artık boş” olmadığını açıkça ortaya koydu.

Amerikan basınının en yakın izleyicilerinden olan ülkemizde de, burjuva basın; 12 Eylül sonrasında bir yandan; kendi aralarındaki kıyasıya rekabetle birlikte daha geniş boyutlarda tekelleşirken, öte yandan; faşist diktatörlüğün tahkim edilmesine paralel olarak ve bunun da bir unsuru olmak üzere; işçi ve emekçilere yönelen karşı devrimci saldırıların en önemli araçlarında biri oldu.

Bugün, özellikle, tekelci basının en gelişmiş özelliklerini gösteren ve aynı zamanda tekelci burjuvazinin Amerikan emperyalizmiyle en köklü bağalara sahip olan iki tipik temsilcisi Hürriyet’i de tekeline alan Milliyet ve Sabah’tır. Her iki basın grubu da TV kanallarına sahip olduğu gibi; Türkiye’nin ene köklü sermaye gruplarıyla da ilişki halindedir. Burjuva sınıf egemenliğine ilgilendiren temel ideolojik konularda tam bir homojenlik içindedirler. Bazı günlerde aynı manşetleri atmaları bunun bir göstergesidir. Onlar temsil ettikleri sınıfın en bilinçli savunucuları iddiasında oldukları için, siyasal etkileri giderek daha da zayıflayan partilerden herhangi birine yakın olmak yerine, özellikle, devletin en istikrarlı ve güçlü organlarını yani generallerin ağırbaşlı uyarı ve politikalarını toz kondurmadan savunurlar. Eğer, kendi aralarındaki rekabetin yol açtığı “kirli çamaşırlar” gündemde yoksa; attıkları her manşette devletin temel organlarının verdikleri mesajları gözetirler. “Temel konular” dışındaki “diğer ideolojik alanlarında çelişkiler içinde işleyebilen yeni” yapılanmanın bir gereği olarak her biri, Marksistlerden, “tatlı su liberalleri”ne kadar, burjuva ideolojisinin zengin “çeşitlerini” bulundurmaya özen gösterir ve bunlar için verdikleri “transfer” paralarını reklâmdan sayarlar. Bu özellik, onların, burjuva egemenliği “güç odakları”yla tam bir irade birliği içinde olmalarını sağlarken, hitap ettikleri kesimlerin net bir değerlendirme ve sonuca ulaşmalarını zorlaştıran “ pelte” bir ideolojik bulanıklık yaratılmasına da hizmet eder. Dün methiyeler düzdükleri bir partiyi, ertesi gün yerin dibine batırmaktan çekinmezler ve bunun için de her hangi bir gerekçe gösterme ihtiyacı duymazlar. Çünkü; onlar, ülkenin en köklü sermaye gruplarının ve devletin en güçlü organlarının “ koruması” altındadır ve söylediklerinden ve yazdıklarından sorumlu tutulmazlar.

Basın tekellere, “İtalyan faşizminin söyleminin halk tarafından niçin çabuk kabul edildiğini araştıran Amerikalı ‘siyaset bilimci’lerin vardıkları; “faşizmin söyleminin sokağın söylemi ile aynı oluşundan ileri geldiği”6 sonucunu manşetlerinde dikkate aldıkları gibi; liberalleri ve sokağı hesap eden bir basın yelpazesi geliştirdiler. Milliyet ve Sabah’ın yanında her iki tekel de, ortasının aydınlarına hitap eden Radikal ve Yeni Yüzyıl gibi birer liberal yayına sahip oldukları gibi, “sokağı” esas alan, Meydan, Posta, Fanatik gibi gazeteleriyle de geniş kesimlere seslenmeye önem vermektedir.

Bilinçli amaçlarla seçilmiş rezalet edebiyatına, ulu orta suçlama ve ithamlara dayanan skandal haberler ve her türlü insan duygusunun tahrik edilmesine ve olayın veriş tarzı karşısında dehşete kapılarak bilinçsiz – kör bir tepki gösterilmesine hizmet eden sansasyonel yöntemler; her iki basın tekelinin izledikleri belirlenmiş çizginin temel özelliğidir ve en gözde kadroları ise; rezalet edebiyatı uzmanları ve tahrikçileridir.

Bir örnek vermek gerekirse; generallere yaslanan geleneksel sermaye gruplarıyla RP’ye yaslanan yeni tekel grupları arasındaki mücadelenin kızıştığı dönemde ortaya atılan Müslüm Gündüz skandalı; rezalet edebiyatının ve bunun politik amaçlar için hayâsızca ve hiçbir ahlak ve hukuk kuralı olmaksızın kullanılmasının tipik bir örneğidir. Bir yandan polisle işbirliği halinde gerçekleştirilen operasyona katılan basın, temel hukuku kurallarına ayaklar altına alırken, aynı zamanda gizli olması gereken ön soruşturma da dahil olmak üzere yargının bütünü üzerinde açık ve kuralsız bir baskı oluşturulmasına hizmet etti. Bu arada, generaller tarafından TBMM iradesi hiçe sayılarak yürütülen ve açık darbe tehditleriyle de desteklenen kampanyaya, hiçbir “hukuki” dayanmağı olmayan destek sağlanmış oldu. Susurluk tartışmasıyla başlayan ve generallere uzanan “çete soruşturması”nın hız ve etkinliğinin kesintiye uğraması kolaylaştırıldı. Böylece, “temel konularda sağlanan ideolojik homojenlik” sağlama alınarak diğer birçok sorunda eleştiren pozisyon elde edilmiş oldu. Aynı zamanda rakip tekel gruplarını mevzi kazanması, devletin temel kurumlarının desteği ve onların savunusu altında önlenmiş oldu. Bu arada “sokağın söylemi” bolca kullanıldı. Her rezalet (skandal) haberin arkasında, insan duygularının tahrik edildiğini, her sansasyonel haberin içeriğinde, halka yönelen saldırıların gizlendiğini, olayların gerçek sınıfsal karakterleriyle kavranmasına zayıflatacak çarpıtmaların bulunduğunu anlamak zor değildir.

Amerikan basının en provokatif özelliklerinin en hevesli taklitçisi olarak ortaya çıkan Star TV’den holdinglere uzanan sermaye grubu; dini inançların istismarına motif olarak kullanan Türkiye gazetesi, TGRT ve holdingleriyle 12 Eylül sonrası palazlanan sermaye grubu; Show TV’den Akşam gazetesine doğru uzanan yayın grubu, özel olarak, politika alanında dini inançların en güçlü biçimde istismarını temsil eden ve kendine özgü olarak şekillenen tekelleşmesiyle, geleneksel sermaye gruplarıyla açık bir çatışmaya zorlanan Kanal 7, Zaman vb. yayınlarla temsil edilen sermaye grubu da, özellikle ideolojik ve politik avantajlarıyla belli bir etkinliğe sahip bulunuyor. Her ne kadar, ‘laiklik’ konusunda farklı bir tutumu temsil etmiş olsa da, “temel kurumların” savunmasında egemen sınıfların genel eğilimlerine açık bir tutum içine girmediği de, bir gerçektir. Bu tablo, sermaye grupları arasında henüz belli bir istikrara kavuşmamış bulunan ilişki ve çelişkilerin göstergesini oluşturduğu gibi; belli bir iddiaya sahip sermaye gruplarının ekonomik ve politik çıkarlarını savunmada, kendi basın tekellerini oluşturmaya önem verdiklerini de ortaya koymaktadır.

Burjuvazinin ve burjuva basının işçi sınıfına ve sosyalizme karşı mücadelede, en önemli yedeklerinden biri, en gelişmiş örneğini Cumhuriyet’te gördüğümüz reformcu- liberal burjuva basınıdır. Özellikle, ilerici güçler ve sınıfın ileri kesimlerinde yarattığı ideolojik bulanıklar ve özendirdiği eğilimler nedeni ile işçi sınıfı basını açısından en önemli ideolojik ayak bağını oluşturduğu bir gerçektir. Revizyonizm ve işçi hareketine yabancı küçük burjuva akımlar açısından, her dönemde dikkate alınması gereken bir mihrak olarak kabul edilmesi nedeniyle de, özellikle ağır baskı dönemlerinde, genel olarak ‘sol’ hareket üzerinde çapından çok bir etkiliğe sahip oldu. ‘Sol’ akımlar karşısında ‘tarafsız’ kalmaya gösterdiği özen, onu burjuvazinin bir eklentisi olmaktan alıkoymadığı gibi; işçi hareketi ve Marksizm karşısında sorumsuz bir ‘eleştirel’ pozisyon kazanmasının dayanağı oldu. Her dönemde, “temel konularda ideolojik homojenliğin” bir parçası olması nedeniyle de, eleştirileri hiçbir dönemde “sistem içi” sınırları taşmadı. Sözde “sol”u temsil eder görünmesi nedeniyle de birçok namuslu aydın tarafından “zorunlu” olarak desteklenmesi gereken bir yayın olma avantajını değerlendirdi. Kemalizm, onun için varlığını borçlu olduğu bir dayanak olmakla birlikte, Kemalizm karşısında da samimi olmadı. Kemalizmin övgüsü, mevcut koşullarda açık bir tutum ve somut bir sorumluluk almamanın, günü kurtarmanın gerekçesi oldu. Bir örnekle anlatmak gerekirse; Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı içtenlikle savunmanın en tipik örneklerinden biri olan Y.Kadri kadar, Cumhuriyet’in sonraki yıllarının samimi ve halkçı bir eleştiri çizgisine sahip olmadı.* Hiçbir zaman tutarlı bir anti-emperyalizmi savunmadığı gibi, Kemalizmin argümanları asker cuntalar karşısındaki dalkavukluğunun zorlama örtüleri oldular. İzlediği çizgi itibariyle, halka yabancı üst tabaka aydınların gururunu okşamaya özel önem gösterdi. Ülkemizde Kemalizm maddi dayanaklarını yitirdikçe, Cumhuriyet de egemen sınıflara ve emperyalizme daha da yakınlaştı ve işçi sınıfı ve Marksizm karşısında daha gereci bir çizgiye kaydı. İlerici düşünce ve politikayla “devrimcilik”in halka yabancılaşmasında önemli bir kürsü görevi gördü. Kısaca özetleme gerekirse; Cumhuriyet, her şeyi tepeden eleştiren, ama hiçbir sınıf ve hiçbir parti karşısında somut ve pratik bir sorumluluk almayan, halka yabancı ukala ve liberal bir ‘sol’cu tipini özendirdi. Oysa Türkiye, ilerici aydın birikim açısından en ileri Avrupa ülkelerinden bile çok geride olmayan bir potansiyele sahip olduğu gibi, işçi ve emekçi hareketi açısından da; en azından bölgesinin en dinamik ülkesi olmasına rağmen; Cumhuriyet, aydınların halk hareketine yakınlaşmasının ve halk hareketinden güç ve moral destek sağlamasının aracı değil; tersine, yabancılaşmayı körükleyen, aydınların önemli bir bölümünün politika-dışı kalmasına hizmet eden mihraklardan biri oldu. Böyle egemen sınıfların tekelci basın aracılığıyla sürdüğü saldırıların etili olmasına yardım etti.

 

İŞÇİ SINIFI HAREKETİNDE MEYDANA GELEN GELİŞMELER VE İŞÇİ BASINI

İşçi sınıfı basını açısından varılabilecek en genel sonuç; uluslar arası planda işçi hareketinin ve Marksizmin karşı karşıya kaldığı saldırıların yol açtığı tahribatların bertaraf edilmesi ve kendi ideolojik, örgütsel ve sınıfsal temellerine oturtulmasıdır.

 

 

(*) Elbette biz, Cumhuriyet gazetesinin resmi yayın çizgisinin esas alıyoruz. Yoksa Cumhuriyet gazetesinde, Marksizme karşı açık sorumlulukları olmadığı halde, sosyalizme ve Marksizme yönelen saldırıların en doruk noktasında, M.C.Anday gibi, saldırılara karşı açık ve net tutum alan aydınlar da yazıyor.

Bunun açık ve pratik anlamı nedir?

1950’li yıllardan itibaren sosyalizm ve halk demokrasisi ülkelerinde ve giderek proletarya hareketinin en gelişmiş olduğu ülkelerde, devrimci sınıf partilerine revizyonizmin egemen olması ve giderek daha da derinleşen bir ideolojik ve örgütsel yozlaşma ve çürüme sürecine girmesidir. Böylece işçi sınıf, emperyalizmin saldırıları karşısında en temel silahlarından mahrum bırakılarak, ön cephesinde sağlam bir mevzi tutma olanağını kaybetmiş oldu. Bu durum, bütün ülkelerde işçi hareketinin gelişimini baltalayan en önemli etkenlerden biridir. Bu olgunun diğer yüzü ise; Marksizmin, başlıca hayat kaynağı olan sınıfın günlük yaşam ve mücadelesinden (en azından proletarya hareketinin ana kitlesinden) kopmasıdır. Böylece de, Marksizmin, mücadelede bir eylem kılavuzu olarak, mücadelenin canlı deneyleriyle sınanıp zenginleşerek, burjuvaziye karşı her cepheden barikat oluşturabilme olanaklarını, uzunca sayılabilecek bir süre boyunca, kaybetmesidir.

Bunu bir sonucu olarak; işçi sınıfın ana kitlesinin revizyonizmin etkinliğine girmesi, Marksizmin devrimci bayrağını elden bırakmayan devrimci sınıf partilerinin gelişimini ve proletarya hareketi içinde kök salmasını ve istikrarlı örgütsel temel kazanmasını yavaşlattı. Uzunca bir süreci kapsayan bu durum, ideolojik açıdan zayıflıklar yarattığı gibi, örgütlenme ve çalışma tarzında sınıf-dışı alışkanlık ve eğilimlerin gelişmesine de zemin hazırladı.

Revizyonizmin çöküşü, genel olarak küçük burjuvazinin, özel olarak da, sınıf partilerindeki küçük burjuva öğelerin, sosyalizmin ve proletarya hareketiyle olan ilişkisinde köklü bir sarsıntı yaratarak, önemli bir bölümünün açıktan Marksizme ve işçi sınıfı hareketine karşı inançsızlık ve güvensizlik içine düşmesine, revizyonist partilerde ve küçük burjuva akımlarda ideolojik bir çöküntüye yol açtı. Proletarya hareketinde ileri ülkelerde meydana gelen gelişmeler elli yılın yarattığı bulanıklık ve yanılsamaların dağılma sürecini de başlatırken, işçi sınıfı hareketinin nesnel gelişimiyle, ideolojik çöküntü bulanıklar arasındaki çelişki de, özellikle 90’lı yıllardan itibaren daha açık bir karakter kazandı. Revizyonizmin tahribatının en yoğun olduğu ülkelerde bile işçi sınıfı hareketinin kazandığı devrimci gelişme eğilimi, revizyonist partilerin sınıfın günlük yaşamından ve eyleminden zaten kopmuş olduklarının bir göstergesi olduğu gibi, hiçbir ihanetin ve hiçbir saldırı ve demagojinin nesnel sınıf çelişkilerini yakıştıramayacağının da açık bir kanıtıdır. Marksizmin ve devrimci sınıf partilerinin gücü de, buna dayanmaktadır.

Bu süreç, ülkemizde kendine özgü özeliklerle, kendine özgü koşullarda ve kendi özgü çelişkilerle yaşandı. 12 Eylül yenilgi ve gericilik yılarının yarattığı ve her ülke için olağan sayılabilecek sarsıntılara, uluslar arası planda revizyonizmin çöküş sürecinin de eklenmesi ve bunun yol açtığı çelişkili sonuçlar; devrimci hareketimizin esas özgün yanını oluşturmaktadır. Bu, bir yandan, yenilgi ve gericilik yıllarının körüklediği ideolojik ve örgütsel tasfiye sürecinin daha da ağırlaşmasına yol açan unsurların eklenmesi anlamına gelmekle birlikte; aynı zamanda 12 Eylül tasfiyeciliğine karşı gelişen mücadele, revizyonizmin çöküşünün yol açtığı saldırılar karşısında tutulan bir mevzi özelliği kazanarak; saldırıları püskürteme olanaklarını genişletti. Ayrıca, işçi hareketindeki gelişmelerin 89’dan itibaren kitlesel boyutlar kazanması, devrimci sınıf hareketinin mevzilerini daha da genişletti. Sınıfının karşısına çıkan bir parti militanının, “Bu benim gazetemdir, ben bu çizgiyi savunuyorum, benim parti ve eksiklerini hiçbir ön yargıya ve hiçbir kaygıya kapılmaksızın düzeltme cesaretini her zaman gösterdi. Ben de bu sorumluluğu taşıyorum” diyememesi burjuvazi karşısında da, kendine güven ve cesaretle, “Ben çıkarları bağımsız bir sınıfım ve her türlü sömürü ve zulmü ortadan kaldırmadan sınıfsal özgürlüğümü elde edemem. Bu nedenle de sonuna kadar işçi sınıfının egemenliği için mücadele edeceğim” diyememekle eş anlamlıdır. Bu konuda ortaya çıkan aşınmaların, giderek sınıf partisi sorumluluk ve disiplinin biçimsel bir süs haline dönüşmesine yol açacak bir tehdit unsuru olduğu da bir gerçektir. Bir işçinin, kendi sınıfına ve kendi sınıf ideolojisine güvenmeyen bir partiliye güvenmek yerine “kendi işini kendi eline alma”yı tercih edeceği ve elbette ki, tercih etmesi gerektiği açık değil midir?

Yani, işçi sınıfının birbirini tamamlayan ve güçlendiren iki temel silahında aşınmalara yol açan tahribatlar ve bunların giderek azalan oranda da olsa bir alışkanlık oluşturma eğilimi, önümüzdeki süreçte sınıf partisinin aşması gereken temel bir zaafı oluşturmaktadır.

Bu sorunun bir diğer yanı, günlük basının içeriğinin, her gün daha ileri düzeyde, sınıf mücadelesinin ihtiyaçlarına cevap verebilmesi, burjuva basının dizginsiz saldırıları karşında sınıfın mücadeleye atılan kesimlerini silahlandıracak özellikler kazanması sorunudur.

Bu konuda, daha önce de söz edilen, Marksizmin işçi hareketi dışında kalışının yol açtığı zayıflıkların ve yarattığı alışkanlıkların başında, günlük basının sınıfa hitap etme yeteneklerinin körelmesi gelmektedir. Tipik bir örnek olması açısından;’80 öncesinde, TKP desteğinde yayınlanan Politika gazetesinde Asım Bezirci tarafından yazılan bir yazıdan örnek vereceğiz: Evet, öteden beri biliyordum ki, ‘devrimci kuram (teori) olmadan devrimci hareket olmaz.’ Ve kuram (geniş anlamda bilgi ve sanat) ancak ‘kitlelere mal olunca maddi bir güç haline gelir.’ Öyleyse, devrimci kuramın bir türü olan edebiyat da kitlelere ulaşmalı, kitlelerce anlaşılıp sevilmeli, özümsenip benimsenmeliydi. Yoksa kitlelerin düşünce, duygu ve beğeni düzeyini yükseltemez, onların eğitimine, gelişimine, savaşımına (ve dolayısıyla dünyanın değişimine) katkıda bulunamazdı. Daha doğrusu, daracık bir çevrede azıcık bir katkıda bulunurdu.

Açık konuşayım: kendi payıma, bu sınırlı katkının bile sonucundan biraz kuşkuluyum! Nitekim son zamanlara değin yazdıklarımı gözden geçirince üzülerek, şaşırarak şunu gördüm:

Yıllarca ben kitlelerden çok aydınlar için yazmışım! 1955’lerden beri dergilerde, kitaplarda çoğunlukla sayılı kitapsever aydınları ilgilendiren konuları genellikle onların anlayabileceği biçimde ele almışım. Gerçi sözü geçen konuları bilimsel sosyalizm ışığında aydınlatmaya; edebiyat alanındaki biçimci, bireyci, gerici davranışlar ile sapmaları, yanılgıları eleştirmeye; elimden geldiğince açık, yalın, duru bir anlatım kurmaya çalışmışım. Fakat yazdıklarımı işçiler de yeterince anlar mı, sever mi, önemser mi diye kaygılanmamışım…

Şimdi kaygılanıyorum. Artık kendimi değiştirmek, aşmak istiyorum…* 7

Asım Bezirci’nin ‘kendi payına’ yaptığı bu değerlendirme ve bir anlamda içten özeleştiri, revizyonizmin, Marksizmi ve devrimci teoriyi ‘darcık bir çevrede azıcık bir katkıda’ bulunamayacak kadar sınıftan ve halktan, onun günlük mücadelesinden koparılmış olmasına yöneltilmelidir. İşin önemli bir yanı da böyle bir durumun, özellikle günlük bir basınla işçi sınıfının karşısına çıkmasıyla birlikte fark edilmesidir.

 

 

(*) Asım Bezirci’nin halka ve sosyalizme yakın özelliklerinin, revizyonizmin çöküşü döneminde, onu, ‘eski yoldaşlarına’ değil, sosyalizme ve halka en yakın mevzide ve açık saf tutmaya sevk eden temel bir faktör olduğunu ve bu yöndeki kararını adı geçen yazıda vererek, özeleştiri yaptığını söylemek, sanıyoruz ki abartılı bir yorum sayılmaz.

 

12 Eylül yenilgi ve gericilik yıllarının, bu yabancılaşmanın etki alanını daha da genişlettiği düşünülürse, günlük basının içeriği açısından temel sorunumuz daha da anlaşılır hale gelecektir.

Marksizm, sınıflar mücadelesinin bilimiyse; günlük bir işçi basının temel işlevi; sınıflar arası ilişki ve çelişkilerin, gerçeğe en uygun bir şekilde, karşılıklı ilişki ve çelişkileri içerisinde, sınıfların karşı karşıya gelişinin en can alıcı göstergelerinin, toplumsal gelişim süreciyle bağlantıları içinde gözler önüne serilmesidir. İşçi ve emekçi sınıfların, kendi sınıfsal çıkarlarının, politik amaçlarının bilincine varmasına, dostlarını ve düşmanlarını ayırt etmesine, her somut durumun gereğini anlamasına yardımcı olmaktır. Olayların canlı bilgisiyle, işçi sınıfının, toplumu değiştirebilecek, değiştirme mücadelesinin başına geçebilecek ve bu mücadelede, diğer emekçi sınıfları da birleştirme yeteneğine sahip tek sınıf olduğunu fark etmesini sağlamak ve bunun sorumluluklarını üstlenmesine yardımcı olmaktır. Geniş halk yığınları, işçi basını için; “kendilerine haber üretilen, duyguları okşanan bir Pazar” değil, işçi sınıfıyla birlikte, kendi sınıf çıkarlarını elde etme olanaklarına sahip olacak “müttefik sınıflar”dır. Bunu gerçekleştirmenin temel koşulu ve olanağı ise; sınıfın ve emekçi sınıfların, günlük yaşam ve mücadelesinin bir parçası olarak mevzilenmek, her somut olayda sınıfların karşı karşıya gelişinin canlı tanığı ve tarafı olmak, onu içinde hissetmektir. Haberin “üreticisi” değil; onun bir unsuru olarak, somut gerçeği ifade edilmesine olanak sağlamak ve buna yardımcı olmaktır. Açıktır ki; bu, sınıf partisinin günlük faaliyetinin de omurgasıdır.

Eğer, işçi sınıfının “iktidar mücadelesinde örgütten başka bir silahı yok”sa; ve eğer işçi sınıfı, “ancak çalışan milyonlarca insanı bir işçi sınıfı ordusu halinde kaynaştıran maddi örgüt birliğinden kuvvet alan Marksizm ilkeleri üzerindeki ideolojik birliği ile kaçınılmaz biçimde yenilmez bir güç haline gelebilecek”se; bunun en temel aracı da, günlük işçi basınıdır. Ve bir sınıf partisinin genel olarak parti basını, özel olarak da, günlük işçi basını karşısındaki tutumu, işçi sınıfı karşısındaki tutumunun ve sınıf içindeki faaliyetinin aynasıdır.

 

NOTLAR

1- Lenin, Bir Adım İleri, İki Adım Geri

2- Lenin, Seçme Yazılar

3- Lenin, Seçme Yazılar

4- Ünsal Özkay, İletişimin ABC’si

5- Ünsal Özkay, İletişimin ABC’si

6- Ünsal Özkay, İletişimin ABC’si

7- Asım Bezirci, Halk ve Sosyalizm İçin Kültür ve Edebiyat

 

 

 

 

 

 

 

 

 


* Amacı için her yolu ve yöntemi mubah sayanlar –Ö.D.

Kürt Sorunu, Güncel Gelişmeler ve Ateşkes

Kürt sorunu çözüme kavuşturulmamış ulusal bir sorun olarak güncelliğini korumaya devam ediyor. Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana Türkiye’nin gündeminden düşmeyen bu sorun, egemenlerin sürdürdüğü inkarcı yaklaşımdan dolayı günümüzde daha da karmaşık hale gelmiş bulunuyor.

Kürtlerin ulusal varlığı kabul görmeden, bir halkın tam hak eşitliği sorunu olarak kabul edilmeden, gerçek çözüm yoluna girmesi mümkün olmayan Kürt sorunu, PKK’nin 1 Ekim’de açıkladığı ateşkes kararıyla birlikte, bir kez daha, Türkiye halklarından Türk egemen sınıflarına, bölge güçlerinden ABD ve AB’ye kadar bir çok çevrenin önemli gündemi haline gelmiş bulunuyor.

Bilindiği gibi, seksenli yılların ortalarında PKK’nin başlattığı silahlı direniş hareketi genişleyerek büyük bir boyut kazandı. ‘Terörist bir grubun eylemleri’ olarak gösterilmek istense de, gelişmeler hiç de öyle olmadığını, sorunun oldukça boyutlu olduğunu gösterdi. PKK’nin ve eylemlerinin ilgi bulmasının maddi temellerinin mevcut olduğu, Kürt halkınca ilgi ve destek gördüğü, geçen yıllar içinde daha çok açığa çıktı. Başta Kürt gençliği olmak üzere, kır ve şehrin yoksul halkı içinde destek bulan PKK, ilerleyen yıllarda bir ulusal direniş örgütü olarak önemli bir güç haline geldi. Kürt ulusal uyanışı ve ulusal hak talepli mücadele, önceki ulusal direnişler ve direnişi örgütleyen örgüt ve hareketlerle kıyaslanmayacak bir boyut kazandı.

Egemen güçler, giderek kitlesel bir düzey kazanan Kürt ulusal direnişi karşısında, geçmişte defalarca ortaya çıkan direnişleri bastırmak için kullandıkları yöntemleri kat be kat aşan bir hazırlıkla, savaşa giriştiler. İlerleyen yıllar içinde, TSK neredeyse tüm gücü ve olanaklarını ulusal direnişi bastırmak için seferber etti. Asker, polis, özel birlikler, korucular… her türlü yol ve yöntemin mubah sayıldığı bir seferberlik hali uygulandı ve bu yıllarca devam etti.

Cumhuriyet tarihi boyunca onlarca Kürt ulusal direniş ve isyanının yaşandığı ve bastırıldığı bilinmektedir. Geçmişte yaşanan başkaldırı hareketlerini bastırmak için uygulananlarla kıyaslanmayacak büyüklükte ve ‘incelikte’ yöntemler devreye sokulmasına rağmen, gelişen hareketle baş edilemedi. Birkaç bin silahlı direnişçiyle başlayan ve süren direniş, bölgenin kent ve kırında güç ve destek buldu. Giderek, ‘yardım ve yataklık’ arttı. Buna bağlı olarak baskı ve şiddetin kapsamı ve dozu da arttı. “Öyle yöntemler kullanacağız ki, ‘Ot bile bitmeyecek’” denerek başlatılan operasyonlar, kitlesel ölümlere, kıyım ve sürgünlere neden oluyor, ancak direnişi bitiremiyordu. Bölgede tüm savaş yöntemleri devreye sokuldu. Kimyasal gazlar kullanıldı. Ormanlar ateşe verildi, mezralar ve köyler boşaltıldı, yaygın bir tutuklama ve işkenceye girişildi, toplu katliamlar yaşandı, toplu mezarlar kazıldı. Dönemin Genelkurmay başkanı Doğan Güreş tarafından, ‘düşük yoğunluklu savaş’ olarak tarif edilen yıllar, eşine az rastlanır görüntülerin sahnelenmesine neden oldu. Egemenler yüz binlerle ifade edilen silahlı güçlerle bölgeyi kuşatmakla kalmadı, onlarca defa sınır ötesi operasyonlar gerçekleştirerek, şiddetin boyutunda sınır tanımadılar.

Ancak uyanış ve direnişin önü alınamadı, Kürt ulusal direnişi bastırılamadı. Cumhuriyetin ilk yıllarında başlayan yok sayma ve asimilasyona tabi tutma politikalarına karşı gelişen direnişleri ve daha sonraki yıllarda çeşitli bölgelerde, değişik örgütlerce başlatılan ulusal başkaldırı hareketlerini daha kolay bastırmış olan Türk egemen sınıfları, artık farklı bir durumla karşı karşıya kalmıştı. Daha modern ve daha güçlü bir ulusal kalkışmayla karşı karşıya kaldıkları açığa çıkmıştı. Tüm güçleriyle yüklendikleri bu seferki direnişi, her şeye rağmen süren ve büyüyen hareketi durduramadılar. Egemenlerin şiddeti arttıkça, köyler boşaltıldıkça direniş boyut kazandı, ‘serhildanlar’ başladı. Kürt halkı tarihinde yaşamadığı bir siyasal sürece girmiş oldu. Şehirler, kitlesel eylemlere, yasaklar hiçe sayılarak gerçekleşen protestolara sahne oldu. Çatışmalarla sınırlı olmayan, bölgenin her yanına yayılan bir ulusal halk hareketi boyutuna ulaşan direniş, dönem denem, PKK’nin tutumunu da aştı. PKK’nin bazı dönemlerde yaşadığı sarsıntıları bile halk hareketi çözerek ilerledi. Kürt halkı yaralarını sarmayı ve yoluna devam etmeyi bildi. PKK, giderek Irak, Suriye ve İran’da da destek ve güç buldu. Silahlı çatışmaları, silahlı güçlerin etkisini de aşan halk hareketi, giderek toplumsal dayanaklarını, araç ve kurumlarını da güçlendirdi. Kürt halkı il merkezlerinde, ilçe ve diğer yerleşim alanlarında ortak bir tutum geliştirerek, tepki ve eylemlerini ulusal tutum düzeyine çıkardı. Bölgede ortak bir ruh şekillendi. Ulusal dil, kültür, kimlik ve siyasal tutum giderek güç kazandı. Fiili olarak süren bir ulusal yaşam boy verdi, duygu ve eylem birliği ulusal bir tutku halini aldı.

PKK lideri Abdullah Öcalan’nın CIA ve MOSSAD’ın ortaklaşarak gerçekleştirdiği bir operasyonla MİT’e teslim edilmesi ve ömür boyu hapis cezasına çarptırılarak tek kişilik İmralı Cezaevi’ne konulmasından sonra başlatılan, ‘terör örgütü bitirildi, bölücüler artık iflah olmaz’ yönlü propaganda ve arkasından yıllarca süren ırkçı ve şoven kışkırtma ve provokasyonlar da ulusal özgürlük mücadelesini bitiremedi, direnişi yok edemedi.

 

İNKAR DÖNEMİ BİTTİ; KÜRT SORUNU, TAM HAK EŞİKLİĞİ SORUNUDUR

Bugün artık Kürt sorunu, bir ulusal sorun olarak gündemdedir. Çözümü de ancak bu gerçeğin resmen kabulüyle sağlanabilir. Türkiye’nin bölünüp parçalanmasından kaygı duyduklarını, halkların birlikte yaşamasından yana olduklarını söyleyenler, samimi iseler, yapılması gereken, Kürtlerin tam hak eşitliğinin anayasal güvence altına alınması için adım atılmasıdır. Hem Kürtler bakımından, hem de Türk ulusu bakımından artık bir yol ayrımında olduğumuz gerçektir. Ancak bu yol ayrımından, iki halkın yararına bir çözüme, barış ve kardeşliğin tesisine doğru yol alınabilir. Eğer sorun ‘terörist eylemler ve ‘PKK’nin silahlarını bırakmasıyla bitip çözülecek’ bir sorun olarak tartışılır olmaktan çıkarılırsa, bu gerçekleşebilir. Bu komik ve sahiplerini oldukça zorlayacak olan iddia, yerini, halkların barış ve demokrasi içinde yaşamı için yen çözüm yollarına bırakmalıdır.

Günümüzde, birçok gelişmeden dolayı yeni bir boyut kazanmış olan Kürt sorunu, hem Kürt halkı, hem PKK, hem Türk egemen güçleri, hem de uluslararası güçler bakımından eskisi gibi değil. Sorunu eskisi gibi değerlendirmenin koşulları kalmamıştır. Eski tutumu sürdürmek boşunadır. Eski tarzla çözme olanakları da artık tükenmiş bulunuyor. Türk egemen sınıfları, Kürt halkı üzerinde uygulayabilecekleri kadar baskı ve şiddet uygulamışlardır. Ancak Kürt halkı ulusal kölelik koşullarını ret etmiş ve talepleri için ayağa kalkmıştır. Türk egemen sınıfları, insanların zihninde ve duygularında yer etmiş olan bu genel kanaati görmeden hareket ederse, başını taştan taşa vuracaktır. Her politik çevre soruna böyle bakmak durumundadır. ABD, AB ve diğer emperyalist güçler soruna böyle bakmakta ve pozisyonlarını da buna göre ayarlamaktadırlar. Bu gelişmeyi görmek ve gerekli adımları atmaktan başka yol bulunmamaktadır.

Artık Kürt sorunu yoktur demek, Kürt halkının ulusal talepleri uğruna sürdürdüğü mücadeleyi, “bölücü terör örgütünün eylemleri”, “dış güçlerin kışkırtması” olarak lanse etmek ve savaşı bunun üzerinden sürdürmek, fikir olarak bile olanaksız hale gelmiştir. Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana Kürt halkına karşı uygulanan şiddet politikalarını artık, hangi adla, hangi partiyle, hangi askeri ve sivil gerekçeyle olursa olsun, meşru göstermek ve uygulamak kolay olmayacaktır. AKP bunu açıklayamamaktadır. DYP lideri Ağar, bunu açıklayamayacağını düşündüğünü ateşkes karşısındaki açıklamalarıyla ifade ediyor. Baykal esip gürlemesine rağmen bunu açıklayamayacaktır. Her vesileyle, ‘globalizm’e methiyeler dizenlerin, dünyanın gördüğü bu gerçeği gizlemeleri olanaklı değil. İçeride ve dışarıda, Kürt sorunu, artık başka boyutlarıyla algılanmakta ve ‘başka çözüm yolu tartışmasını gündeme getirmektedir. Egemen güçler için hiçbir şey artık eskisi kadar kolay olmayacaktır. Çok zorlanması, ırkçı ve şoven güçlerin seferberliğiyle devreye sokulacak provokasyonların yeniden ateşlenmesi halinde ise, gelişmelerin neye mal olacağı ve nasıl bir boyut kazanacağı tahmin edilemez. Ancak Kürt halkının güçlü bir direniş sergileyeceğine dair güçlü verilerin olduğunu görmek ve anlamak gerekiyor. Ateşkesin yanıt bulmaması halinde, bölgede barış ve demokrasi içerikli miting ve gösterilerle yüz binlerin harekete geçeceğini, Türk işçi ve emekçilerinin de barış ve kardeşlik elini uzatacağından kuşku duyulmasın.

Türkiye egemen sınıflarının işi daha zor, ancak bu gelişmeler, Türk ve Kürt halkları için iyi bir duruma işaret etmektedir. Emek ve demokrasi güçlerinin barış ve demokrasi yüklü bir programla ortaya çıkmalarının olanakları bugün her zamankinden daha fazladır. Türkiye’nin demokratikleşmesi ve Kürt sorunun demokratik ve halkçı çözümünün dayanaklarının daha da genişlediğini gösteren bu gelişmeler, barış, demokrasi ve halkların kardeşliği mücadelesinde büyük olanaklar yaratmaktadır. Egemen güçler arasında ortaya çıkan anlayış farklılıklarının çatlamalara, giderek çelişki ve çatışmalara dönüşmesi de ancak emek ve demokrasi güçlerinin göstereceği iradeyle mümkün olacaktır.

Türkiye egemen sınıflarının 83 yıldan beri sürdürdüğü yok sayma, ulusal varlığını, dilini, kültürünü ve siyasal haklarını inkar etme ve şiddetle bastırma tutumu, Kürt halkı tarafından boşa çıkarılmıştır. Her defasında acılar, kayıplar ve sürgünler yaşamasına rağmen, Kürt halkının direnişçi tutumu yok edilememiş, özgürlük tutkusu bastırılamamıştır. Gelinen yerde devletin uyguladığı ulusal inkar politikası iflas etmiştir. Halkın mücadelesi ve kararlı direnişi süren ulusal inkarı açığa düşürmüş, Kürt halkına büyük acılar yaşatan, türlü yollar denenerek sürdürülen zora dayalı ulusal eritme politikasının sonu gelmiştir. Bu gerçek görülmeli ve bu inkarcı tutumdan vazgeçilmelidir. Aksi tutum gerçeklere göz yummak, ulusal ve uluslararası gelişmelere rağmen savaşa girmekten başka bir anlam ifade etmemektedir.

 

ATEŞKES KARARININ YANIT BULMASI VE KALICI ÇÖZÜME DÖNÜŞMESİ İÇİN MÜCADELE

Ateşkes kararı Türkiye halkları üzerinde olumlu bir etki bırakmış, beklentilere neden olmuştur. Ancak “bugüne kadar 19 isyanı ezdik, 20. sini de ezeriz” açıklamalarıyla tutum sergileyenler, Kürt sorununu kritik bir yere taşımak istemektedirler. Şemdinli ve Diyarbakır’da olduğu gibi halkın üzerine giden ve provokasyonlar yaratıp halkı hazırlıksız yakalayarak büyük bir kapışmaya girmek isteyenlerin, bu oyunları diledikleri gibi oynayamayacakları da görüldü. Generallerin yaptıkları açıklamalar ve gösterdikleri tutum, bölgede sürekli olarak arttırılan gerilim, tankların sınır bölgesine seferber edilmesi ve ‘sınır ötesi’ operasyonların yeniden ve yeniden gündeme getirilip tartışılması, bu amacı açığa çıkarmaktadır.

Ancak, artık bir avuç iflah olmaz ırkçı ve inkarcı hariç, kimse, şiddet, çatışma ve ölüm istememektedir. Öte yandan Kürt sorununu şiddetle bastırmayı ‘vatan savunması’ olarak göstermek de eskisi kadar kolay olmayacaktır. Türkiye halklarının esas gövdesi Kürt sorunundan dolayı çatışma istememektedir ve Kürt ve Türk gençlerinin cenazelerini karşılamaktan bıkmıştır. Türkiye’yi ve Türkiye halklarını uçuruma sürükleme pahasına savaşı ve şiddeti sürdürmek isteyen güçler dışında, hemen her çevre içinde yeni arayışlar, yeni çözüm yolları üzerine konuşma, Kürt sorununu başka boyutlarıyla tartışma ve ateşkesin bir olanak olarak değerlendirilmesi eğilimi gelişmektedir. Henüz eylemlerle ifade edilmese de toplumsal ruh hali buna denk düşmektedir.

1 Ekim’de açıklanan ateşkes kararıyla birlikte barışçı çözüm daha da anlaşılır olmuştur. KKK; Türk ve Kürt halkının, aydınların, işçi ve emekçilerin, demokratikleşme mücadelesinde yer alan siyasi partilerin, insan hak ve özgürlüklerinden yana dernek ve kuruluşların ve son olarak PKK lideri Öcalan’ın çağrısıyla ateşkes kararı aldığını açıklayınca, tüm Türkiye halkları bu açıklamayı olumlu karşıladı.

Ateşkes ilan edilmesi, çatışmalara son verilmesi, operasyonların durması, ayrımsız bir genel affın çıkarılması, koruculuk sisteminin kaldırılması, anadilde eğitim hakkının tanınması, Kürt halkının acil ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasal taleplerinin karşılanması, Kürt halkına karşı suç işleyenlerin soruşturulup cezalandırılması, demokratik hak ve özgürlüklerin, basın, örgütlenme, düşünce ve ifade özgürlüğü önündeki tüm engellerin kaldırılması, siyasi partiler ve seçim kanununun değiştirilmesi vb. yasal ve anayasal düzenlemelerin yapılması halk güçlerinin dile getirdiği taleplerdi.

Bu talepler bugün en acil taleplerdir ve Kürt sorununda çözüme yönelik bir adım atılacaksa, bu alanda yapılan girişimlerle olacaktır. TSK karşısında ezilmekte olan AKP hükümeti, emperyalist tekellerin iş bitiricisi olarak engelleri kaldırmaktan zaman bulup henüz bu konuda bir tutum sergileyebilmiş değil. Henüz bu yönlü bir girişim olmasa da, ateşkes kararıyla birlikte, ırkçı ve şoven çevrelerin ‘ezberi’nin bozulmuş olduğunu gösteren belirtiler var. İlk günler bazı nakaratlar tekrarlansa da, üslup ve tarzda kısmi ‘değişim’ler dikkat çekiyor. KKK’dan yapılan açıklamalara göre, operasyonlarda çok az da olsa bir düşüş var. TSK’nin toplumsal arzu karşısında baskılandığını gösteren bu göstergeler, bize, daha güçlü barış eylemlerinin gereğini gösteriyor.

Giderek, egemen güçler arasında yaklaşım farkları açığa çıkmakta; devletin klasik tutumunu sürdürmekte direnen güçlerle, diğer kesimler arasında ortaya çıkmakta olan ‘tarz’ değişikliği eğilimi onları karşı karşıya getirmektedir. Bu sözünü ettiğimiz, Kürtlerin varlığının tanınması gibi bir gelişme değil, ama, çatışmaların bitmesini isteyen toplumsal isteğin karşılanması kaygılı bir tutum. Türk milliyetçilerinin bir bölümü ABD’nin Kürt sorunu üzerindeki hesaplarının sıcaklığını hissettikçe, AB’nin soruna müdahale ederek pozisyonunu güçlendirme hesaplarını anladıkça ikileme düşmekte, manevra yapmak ve yeni ‘çözüm’ yolları üzerine kafa yormak zorunda kalmaktadırlar.

Avni Özgürel gibi Türk milliyetçiliği tescilli bir yazarın Ağustos ayında başlattığı tartışma, sorunun yeni boyutunun işaretlerinden sadece birisidir. Ülkücü harekette yer almış, MHP çizgisinde olduğu bilinen, Türk milliyetçisi gazeteci Avni Özgürel’in, Türkiye’nin Kürt sorunu konusunda Abdullah Öcalan’ı muhatap almasını ve görüşmesini isteyecek kadar ‘ileri’ gitmesi (!) ve ‘Topluma huzur getirecek, silahlı kuvvetleri de rencide etmeyecek, bir çözüm ve proje üretmek gerekir.’ Demesi, bu kamp içindeki tartışmayı su yüzüne çıkarmış oldu. Avni Özgürel, Radikal gazetesinde arka arkaya yazdığı yazılardan ve birçok gazetede gerçekleştirilen röportajlarından dolayı, ülkücülerden, MHP ve diğer çevrelerden bilindik tepkiler de almadı. Başka birçok burjuva milliyetçisinde, yazar ve akademisyeninde de bu yönlü bir ‘kabul’ ve sorunun tartışılması gerektiğini ileri süren yaklaşımlar görmek mümkün olmaktadır.

Kuşkusuz bu gelişmelerin ulusal, bölgesel ve uluslararası boyutları var. Emperyalist boyunduruk altındaki Türkiye’nin altına imza attığı uluslararası sözleşmelerle birlikte, AB müzakereleri, dünyada ve bölgedeki gelişmeler, Kürdistan Bölge Hükümeti’nin kurulması ve buradaki gelişmeler, Kürt halkının süregelen ulusal hak mücadelesi, Türkiye halklarının demokrasi mücadelesi ve daha birçok faktör, Kürt sorununu artık başka bir düzeye taşımış bulunuyor. Ancak egemen güçler, açık bir tutum, Kürt sorununda demokratik içerikli ya da en azından şiddete dayanmayan bir yol haritası belirlemiş değiller. Oysa, dünyada eşi ve benzeri bulunmayan 20-25 milyonluk bir halkın varlığını ilelebet yok saymak, inkar ve şiddetle bastırmak mümkün olmayacağına göre, gelinen yerde, ortaya çıkan durumu görmek ve gerçekleri kabul ederek gerekli adımları atmaktan başka bir yol kalmamaktadır.

Artık, Kürt sorunu kapsamında uygulanan şiddet politikalarını, ‘Türkiye’nin iç sorunu,bölücü terör örgütüne karşı devletin aldığı tedbirler’ diyerek geçiştirmek eskisi kadar kolay ve olanaklı değil. Kürt sorunu, hem bölgesel, hem de uluslararası bir boyut kazanmış bulunuyor. ABD, Irak işgaliyle birlikte ‘komşu’ olmuştur ve buna Türkiye egemen sınıflarının bir itirazı bulunmamaktadır. Gelinen yerde görülmektedir ki, sorun ‘terörizm’ ve ‘bölücülük’ sorunu ve onun bastırılması sorunu değil, 20 milyon dolayında bir nüfusa sahip olmasına rağmen yok sayılan, ulusal varlığı kabul görmeyen bir halkın mücadelesi ve onun tam hak eşitliğine dayalı statüsünün kabulüdür.

Yıllardan beri yalana dayalı propaganda, ırkçı ve şoven açıklamalarla gerçeklerin bir bölümünün üzerini kapatmak mümkün oluyordu. Ancak bugün bu o kadar kolay değil. Türk ve Kürt halkı olup biteni bugün daha iyi görmekte ve değerlendirebilmektedir. Elindeki tüm olanakları en kötü çözüm için kullanıp tüketen devlet için -eğer sınıfın partisi gerekli müdahaleyi gerçekleştirebilir ve halk güçlerini birleştirerek seferber edebilirse- ‘deniz bitmiştir’ demek abartı olmaz. Artık halkın isteğine uygun, demokratik çözüm kendisini dayatmış bulunmaktadır.

 

ASKER AİLELERİ VE TÜRK HALKI GİDİŞTEN RAHATSIZ, KÜRT SORUNU YENİ BİR BOYUT KAZANDI

2006 yılının yaz aylarında çatışmalarda hayatını kaybeden subay ve asker ailelerinin gösterdiği tepki, bunu kanıtlayan göstergelerden sadece birisidir. Ancak önemli bir göstergedir. PKK ile çatışmada hayatını kaybeden subay ve asker anne, baba, eş ve kardeşleri, devletin Kürt sorununa çözüm bulması gerektiğini dile getirerek haykırıyorlar. Bu tutum ciddi bir kırılma yarattı, generalleri sarstı. ‘Şehit aileleri’ olarak dernekler kuran ve asker cenazelerini suiistimal edenlerin bunu hangi amaçlar için yaptıkları, bizzat başka asker aileleri tarafından deşifre edilmektedir. Aileler, cenazelerinde ırkçı ve şoven partilerin bayrak taşımalarına ve slogan atmalarına artık karşı çıkmaktadırlar. ‘Yeter, artık kan akmasın, akan kanı durdurun, çocuklarımız ölmesin diye haykıran analar çoğalmaktadır. Bunu gören generallerin tedbir almak adına, ırkçı ve şoven gazetecileri seferber ettikleri, gazetelerin manşetlerine bu yönlü açıklamalar koydurdukları da açığa çıktı. Her asker cenazesine mutlaka bir general katılarak ve AKP’ye yüklenerek, başbakan Erdoğan’ın ‘askerlik yan gelip yatma yeri değildir’ açıklaması üzerinden politika yaparak, fazla mesafe almanın mümkün olmadığı da görülmektedir. Ancak, bu artık önü alınamaz bir tutum olarak tarihe geçti. Çatışmalarda ölenlerin sadece halk çocukları olduğunu belirten asker aileleri ‘vatan sağ olsun diyemeyeceğiz’ diyerek, Kürt sorununu şiddetle çözmekte ısrar edenlerin bu tutumlarını daha fazla sürdüremeyeceklerini ilan etmiş oldular.

Kürt silahlı direniş hareketinin aldığı boyut ve yarattığı etkinin uluslararası platformlarda tartışılıyor olduğu da bir gerçek. Newroz kutlamalarında milyonlarca halk sokağa çıkarak, hem ulusal bayramlarını kutlamakta, hem de ulusal hak taleplerini dile getirmektedir. Devletin bölgede gerçekleştirdiği provokasyonlar karşısında gelişen ulusal refleksin boyutları küçümsenemeyecek düzeyde. Şemdinli’de ortaya çıkarılan devlet provokasyonu sonrasındaki gelişmeler karşısında gösterilen tepki ve yüz bine yakın kitlenin dile getirdiği talepleri yok saymak mümkün değil. Yine Diyarbakır’da biri 2006 başında, diğeri Eylül ayında olmak üzere gerçekleştirilen –çoğunluğu çocuk olmak üzere– 25 insanın öldürülmesinde devlet ve halk karşı karşıya gelmiştir. Kürt halkı talepleri konusunda kararlı olduğunu, taleplerini kazanıncaya kadar mücadele edeceğini, şiddet karşısında yılmayacağını gösterdi.

Kürt halkı, her türlü baskıya ve entrikaya rağmen, bölgede bir dizi yerel yönetimi kazanmıştır ve aralıksız olarak süren baskı ve provokasyonlara rağmen yerel yönetimleri sahiplenmektedir. Büyükşehir, şehirler, ilçe ve beldelerde 56 yerel yönetimde iradesini ortaya koyan Kürt halkı, yerel yönetimlerin yetkilerinin artmasını, bölge kaynaklarının bölge halkının ihtiyaçları gözetilerek değerlendirilmesini istemektedir.

Kürt sorunu artık başka bir aşamaya evirilmiştir ve başka ‘çözüm’ yollarını zorunlu kılmaktadır. Zira, ateşkes kararıyla birlikte, yeni bir aşama, dolayısıyla bir adım ötesi de tartışılmaktadır. Ateşkese devletçe bir yanıt verilmemiş olsa da, ciddi bir tartışma yarattığı görülüyor. Ancak tartışmalarla, mevcut durum arasındaki çelişkinin giderilmesi için TSK’nın kışlaya çekilmesi, hükümet ve TBMM ile halkın temsilcilerinin, demokratik kurumların öne çıkması bir zorunluluktur. Hükümetin başka nedenlerden da kaynaklı zorlukları olmakla birlikte, süreci kolladığı görülüyor. Başbakan’ın, Diyarbakır’da yaptığı ‘Kürt sorunu vardır ve çözüm daha fazla demokratikleşmeyle olur’ açıklamasına uygun adım atması gerekli ve zorunludur. Değilse, hükümet kendisini de tüketecektir. Çözüm yolu için atılması gereken ilk adım, savaş ve şiddetin son bulmasını kabul etmekten geçiyor. Türk egemen sınıfları ya süregelen bu ırkçı ve inkarcı politikalardan vazgeçerek gelişmesinin önünü açacak ya da kendi geleceğini de bilinmez bir sürece sürükleyerek, yeni gelişmelere mahkum olacaktır.

 

EGEMEN GÜÇLER ARASINDA BAŞLAYAN TARTIŞMA, ÇELİŞKİ VE ÇATIŞMAYI GETİRİR Mİ?

Son günlerde, DYP Genel Başkanı Mehmet Ağar ile Genelkurmay Başkanı Org. Büyükanıt ve onun çevresinde şekillenen CHP ve Kızılelma koalisyonu arasında süren tartışma, bu gelişmelerin bir yansımasıdır. Eski Emniyet Genel Müdürü olan, konseptin has adamlarından, generallerle gönül birliği etmiş, özel harekat timleri koordinatörlüğünden kontra güçlerin organizatörlüğüne kadar rol üstlenmiş olan, ‘bin operasyon’ yapmakla övünen, Susurluk olayı ile hafızalarda yer eden, ‘faili meçhul’ cinayetlerin arttığı dönemde yaşanan acılarla anılan, Kürt sorununda yaşanan trajedinin aktörlerinden Ağar’ın bile, soruna müdahalede ‘tarz yenilenmesi’ istemesi ve ‘değişiklikler’ önermesi bunu göstermektedir. Ayrıca, Ağar’ı devletten bağımsız düşünmek anlamlı değildir. Ağar’ın tutumunu ve elbette Baykal’ın tutumu da, sadece seçim hesabıyla izah edilemez. Bu gelişmeler, Avni Özgürel ve ‘Türk milliyetçisi olmakla övünen’ diğerlerinin Kürt sorunu karşısında sıkışmışlıklarını ve arayışlarını göstermektedir. Önümüzdeki günler, Kürt sorunu üzerinden her politik hareketin manevra yaptığı günler olacaktır. ABD, AB, Türkiye egemen sınıfları ve onların içinden kesimlerin kendi çıkarları doğrultusunda yapmaya başladıkları gibi, kuşkusuz PKK ve elbette işçi ve emekçiler ve onların partisi bu süreci halklar lehine kullanmak üzere değerlendirmek durumundadır.

Burjuvazinin değişik kesimleri, yine Kürt burjuvazisi ile çeşitli hesaplar içinde olan kesimlerin PKK’nin defterini de dürmek hesabında olduklarını tahmin etmek zor değil. “PKK’nin tamamen silah bırakması halinde, ‘sorunu çözeriz’” diyenler de az değil. Bu yönlü bir ‘uyanıklık’ içinde olanların oldukça gülünç bir durumda olduklarını belirtmek gerekir.

 

PKK ATEŞKES İLAN ETTİ, ABD VE AB MANEVRA YAPIYOR, PEKİ TÜRKİYE NE YAPIYOR

ABD’nin, ‘PKK Koordinatörü’ atayarak, sorun üzerinde büyük inisiyatif kazandığı bir gerçek. ABD’nin atadığı emekli Orgeneral Ralston’ın giderek işine ısındığı ve otoriteyi ele geçirdiği görülüyor. Hem Türkiye’nin atadığı emekli Orgeneral Başer, hem de kukla Irak hükümeti tarafından atanan Arap general Hassun, Ralston’ın yörüngesinde dolaşıp durmaktadırlar. Dahası Başer’in ne yapacağını bilmeyen ‘şaşkın’ bir vaziyet sergilediği, hatta ‘işi bırakmak için bahane aradığı’ bile söylenebilir.

ABD ve AB, PKK’nin ateşkes kararından sonra daha da ‘rahatlamış’ olarak, her biri, kendi tarzınca hamleler yapmayı sürdürmektedirler. ABD’nin ‘terörist örgüt’ olarak değerlendirdiği PKK’nin ateşkes kararından sonra, memnuniyetini açıkladığı, ancak PKK’den silahları tümüyle bırakmasını istediği basına yansımaktadır. Ancak ABD, bunun hemen ve öyle kolay gerçekleşir bir şey olmayacağını da bilerek ve daha kapsamlı düşünerek ilerliyor. ABD emperyalizmi, Kürtleri bir biçimde temsil edecek ve Türkiye’yle PKK’nin karşı çıkmayacağı bir muhatap arayışını sürdürüyor. Kürdistan Bölge Hükümeti ile koordineli hareket eden ABD’nin, PKK ile ilişkisiz bir muhatap yerine, tarafları razı edecek bir formül üzerinde durduğu da görülüyor. ABD, Türkiye’yi ‘idare’ ederken, elini daha da güçlendirerek ilerlemek istiyor.

İsrail’in Lübnan saldırısıyla uğradığı hezimet, ABD’nin Irak’ta giderek zorlaşan durumu onu telaşlandırmaktadır. Irak’ta durumu kurtarmak, İran ve Suriye’ye yönelik hesaplarda Kürtlerin ulusal hak taleplerini değerlendirmek isteyen ABD, Türkiye egemen sınıflarının ırkçı ve şoven tutumundan dolayı yakaladığı avantajı rahat rahat kullanmak istemektedir.

ABD, TSK’nın ‘sınır ötesi operasyon’, ‘Kandil Dağı’na saldırı’ ve diğer bir dizi askeri girişimine yeşil ışık yakmadı. Boğazına kadar borca batmış olan, ekonomik ve siyasi olarak emperyalizmin boyunduruğuna girmiş Türkiye egemen sınıfının iç politik malzeme olmaktan öteye gitmeyen çıkışları ve demeçleri de şimdilik dinmiş durumda.

Ancak PKK’nin ateşkes kararına rağmen, TSK’nın bölgedeki operasyonları sürüyor. ‘Tek terörist kalıncaya kadar mücadele edeceğiz’ diyen generallerin başında bulunduğu TSK’nın işi daha da zor. ABD güdümündeki, GOP Koordinatörü olmakla övünen ve PKK’nin ateşkes kararından sonra ‘TSK’nın durup dururken operasyon yapmayacağını’ söyleyen başbakan Erdoğan’ın ve ‘dağda silahlı dolaşacaklarına, ovada siyaset yapsınlar’ diyen DYP lideri Ağar’ın ve ‘Kürt sorunu barışçı ve demokratik yolla çözülsün’ diyenlerin arttığı bir süreçte TSK’nın nasıl hareket edeceğini de önümüzdeki günlerde göreceğiz.

AB’nin ise, Avrupa Parlamentosu ve diğer kurumlar üzerinden hareket ederek soruna müdahalesi sürüyor. AB, PKK’nin ateşkes kararıyla birlikte, PKK’yi suçlayan eski üslubunda değişikliğe giderek, Türkiye’nin ateşkes kararını değerlendirerek, Kürt sorununda yeni adımlar atmasını istemektedir; AP’de gerçekleştirilen Kürt Konferansı’nda dile getirilenler ve ele alınan konular, AB’nin de ‘Kürt sorununda muhatap bulma’ arayışına girdiğini ve Türkiye’yi bu konuda sıkıştıracağını göstermektedir. AB’nin, Eylül ayı sonunda Türkiye-AB üyelik müzakereleri kapsamında gündeme getirdiği ‘Kürtlerin statüsü ve hakları’ kapsamındaki açıklama, sorunun boyutunu daha da genişletmiş bulunuyor.

ABD’nin Kürt sorununda Türk egemen sınıflarının klasik tutumu yerine, kendi çıkarlarına denk düşen, PKK’ye yönelik suçlama ve yaklaşımlarıyla birlikte, Kürt sorunun bir halkın ulusal hak talepleri sorunu olduğunu görmezden gelemeyerek, bunu ‘değerlendirmek’ istemesi, AB’nin, PKK’yi ‘terörist örgütler’ listesine almış olmakla birlikte, Kürt sorununu, terör sorunu olarak değerlendirmediği, bir halkın dil, kimlik, kültür, ve siyasal haklar sorunu olduğunu atlayamayacağı ve çıkarlarına uygun bir müdahale içinde olduğu görülmektedir. Tüm bunlar, Türkiye egemen sınıflarının inkar politikalarını boşa çıkaran ve ateşkes kararını kullanmak istediklerini gösteren gelişmelerdir.

 

ATEŞKES KARARI TÜRKİYE HALKLARI İÇİN BİR FIRSATTIR

PKK’nin tek taraflı olarak ilan ettiği ateşkes kararının genel olarak olumlu karşılandığından söz ettik. Ancak henüz olması gereken ölçüde ilgi ve destek bulmadığı da açık. İlgi ve destek bulmaması, giderek rutinleşmesi ve TSK’nın operasyonlarını sürdürmesi halinde, eski günlere dönmemek ve egemen güçlerin ırkçı ve şoven kampanyayı ele almamaları için bir neden bulunmuyor. Bunu değiştirmek için sınıfın partisinin her alanda güçlü bir çalışma içine girmesi, daha etkin ve kitlesel bir halk tepkisi yaratması görevi önümüzde duruyor.

Ateşkese, ne yazık ki, halkının vicdanı olması beklenen, hak ve özgürlüklerin kayıtsız koşulsuz savunucusu olması gereken, egemen güçlerin şiddet politikaları karşısında eğip bükmeden tutum alması gereken Türk aydınları tarafından henüz yeterli ilgi ve destek sunulmuş değil. Çeşitli dönemlerde, barışa ilişkin girişimlerde bulunmuş ve açıklamalar yapmış olan Türk aydınlarının önemli bir bölümü suskunluğunu sürdürmektedir. PKK tarafından somut bir karar olan ateşkes açıklanmış olmasına rağmen, çeşitli zamanlarda açıklama yapan ve görüşmelerde bulunan aydınların suskun kalması düşündürücüdür.

Ayrıca, Kürt sorunu karşısında eğilip bükülmeden, her koşulda sınıfın partisinin ortaya koyduğu tutuma denk bir tutum ve pratik içinde olan aydınların daha ileri çıkmadıkları koşulları yaşıyoruz. Başta Türk aydınları olmak üzere, Türkiye halklarının aydın, yazar, sanatçı, sendikacı, akademisyen ve bilim insanlarının süren bu savaşa karşı tutum almaları için koşullar yaratmak gerekiyor. Sınıfın partisi hızla hareket etmek durumundadır. Tüm Türkiye halklarının beklentisi bu yöndedir. Partinin etkin, sürekli ve kapsayıcı bir çalışma içine girmesi, gidişatı değiştirecek, halkların barış, demokrasi ve kardeşlik mücadelesini daha da yükseltecek, devleti zorlayacaktır.

Kitlesel eylemlerin, mahalle, semt, fabrika, işyeri etkinlikleri üzerinden yükselmesi, panel, sempozyum, açıklama ve aydınlatma çalışmalarının giderek sokak hareketini güçlendirmesi ve yığınsal, barış ve demokratikleşme mitinglerinin gerçekleştirilmesi önümüzdeki dönemin rengini ve havasını da değiştirecektir.

PKK, demokratik çözüm için her türlü görüşmeye ve girişime açık olduğunu açıklamış olmasına karşın, Türk egemen sınıfları savaştan ve çatışmadan geri durmayacaklarını açıklıyor. Bunun karşısına açık kitle hareketi çıkarılmadan ilerlemek olanaklı değil. Yıllardır süren çatışmaların son bulması, şiddeti bir çözüm yolu olmaktan çıkararak demokratik gelişme üzerine kafa yormak için, ateşkesi bir olanak olarak değerlendirmek yerine, devletin operasyonları ve çatışmaları sürdürmesini engellemek, ancak güçlü halk eylemleriyle mümkündür. TSK, Cumhurbaşkanı, CHP koalisyon gibi çalışmakta ve halk üzerinde ‘vatanı savunanlar’ olarak etki yaratmak istemektedirler. Bu yaklaşımın ülkeyi tehlikeye yaklaştırdığı, inkarın halkları karşı karşıya getirdiği, TSK’nın operasyonlarının önü alınamaz bir süreci zorladığının anlaşılmasında sınıfın partisi önemli bir görevle karşı karşıyadır.

Egemen sınıf cephesinde yükselen, “ateşkes yetmez, silah bırakıp teslim olsunlar” hamlesine, Türk aydınlarının yedeklenmek istendiğini de görmek gerekiyor. Daha önce Başbakan ile görüşen heyetin sözcüsü olan Gencay Gürsoy, bu yönlü görüşlerini birçok platformda dile getirmektedir. Kürt sorununun sorumlusu olarak Kürtleri ve PKK’yi göstermek, ne aydın ne de demokrat olmaya sığar. 80 yıllık inkarı, uygulanan ırkçı ve şoven politikaları ve süregelen şiddeti görmezden gelen ‘aydınlar’, Kürt silahlı direnişini savaşın ve çatışmanın sorumlusu olarak gösterme tutumları karşısında, devletin inkarcı yüzünü açığa çıkarmak ve Kürt halkının ulusal taleplerini savunmak, gerçek aydınların görevi olarak duruyor.

Özünde bir demokrasi ve özgürlükler sorunu olan Kürt sorunu gibi bir sorun karşısında “bölünme kaygısı”yla hareket edilerek hak ve özgürlükler savunulamaz; aslolan, hak ve özgürlüklerin savunulmasıdır. Bu, aydın olmanın mihenk taşıdır. Kürt sorunu, bir halkın kendi kaderini tayin etme hakkı sorunundan koparılmadan, ancak güncel gelişmelerle bağı kurularak ele alınmalıdır. Halkların eşit haklara dayalı demokratik yaşamına bu yolla varılabilir.

Din ve Kapitalizm, Kapitalizm ve İslam

Egemen sınıfların dini kullanmaları ya da din üzerinden yürüttükleri politika, feodal gericilik ve köleci toplum dönemlerinin tüm ilişkilerine nüfuz eden bir rol oynayarak tüm sınıflı toplumlar tarihi boyunca süregeldi.

Feodalizmin çözülmesi, ticaretin ve kapitalist üretimin boy vermesi ve kapitalist üretim ilişkilerinin hakim hale gelmesi; burjuvazinin feodal gericiliğe ve onun üst yapı kurumlarına karşı mücadelesi, burjuva aydınlanması ve bilim, sanat ve edebiyat alanındaki ilerleme, feodal değer yargılarıyla dini dogma ve hurafelere karşı da bir gelişmeydi. Doğa bilimleri alanındaki gelişmeleri dayanak alan bilimsel-akılcı ve materyalist görüşlerin güç kazanması, idealist felsefeye, dinsel dogmalara ve onlara dayanan düşünce sistemine darbe vuruyordu.

Kapitalizm, insanın varlığını ve yaşamını sürdürme mücadelesinde doğa güçleriyle ilişkisinin ve toplumsal koşullarının ürünü olarak ortaya çıkan ve koşulların değişmesiyle birlikte çeşitli biçim ve düzeylerde değişime uğrayan ilkel-putperest ve tek tanrılı dinlerin gelişme ve değişme “süreci”nde, bir “yol ayrımı”nı gündeme getirdi. Küçük üretimin, ticaretin ve sanayinin gelişmesi, feodal kapalı sistemin parçalanması, kır ilişkilerinin çözülüp kentlere nüfus akışının gerçekleşmesi toplumsal yaşam ve ilişkileri değişime sürüklerken, inanç ve düşüncelerin, eski değer yargılarıyla anlayışların yeniden yorumlanmasını veya büsbütün reddedilmesini de bir sonuç olarak ortaya çıkardı. Burjuva aydınlanması ve Rönesans kapsamında bilim ve aklın yol göstericiliğine verilen öncelik, feodal kurumlara ve feodal değer yargılarına dinin kurumsal etkisine karşı mücadele olarak şekillendi. Kral, hükümdar ve sultanların iktidarlarını dini temsil makamı olarak göstermeleri, dini kurumların devlet düzeyinde etkili olmasını sağlarken, “devrimci çağı”ndaki burjuvazi, “eşitlik, özgürlük ve kardeşlik” düşüncesiyle feodal despotik baskının yanı sıra toplum ve doğa olaylarının dini yorumlarına karşıtlık ve saldırıyı da gündeme getirdi. Burjuva aydınlanması ve burjuva devrimi, başka şeylerin yanı sıra, Sokrates’in Bruno’nun ve Galileo’nun “melun ve kafir”ler olarak cezalandırılmalarına “cevaz veren” dini kurallar ve yargılara darbe vuruyor, bilimsel düşüncenin gelişmesi ve toplumsal yaşam ve doğa olaylarının aklın yol göstericiliğiyle irdelenmesi çabalarına engel ve yaptırım getiren; her şeyin ve tüm yaşamın “önceden kurgulanıp kurulduğu ve değişmeden kalacağı”nı vaz eden “yaratılış”çı teoriye karşı çıkıyordu. Kapitalizm emek gücünden başka satacak bir şeyi olmayan yoksulları kentlere çeker ve atölye ve fabrikalarda biraraya getirirken ve artı değer sömürüsünü gerçekleştirmek için makinelerin geliştirilmesini, yeni atılımları ve bilimsel-teknik icatları zorunlu kılarken, “değişmezlik” vaaz eden düşüncelere darbe vurarak varsayımsal dogmalar bütününü değişmeye zorluyordu.

Ancak burjuvazi, işçilerle sınıf kavgasına girdiğinde, dinin kurumsal güçlenmesine karşı tutumunu değiştirdi ve dinin ve idealist felsefenin kitleler üzerindeki etkisini sınıf egemenliği ve sömürü sistemi yararına kullanmaya yöneldi. Yönetimi altındaki “topluluğun” itaatini sağlamak için baskının yanı sıra, tüm toplumun ve haklarının savunucusu olma iddiasıyla bir “kader ortaklığı” fikri etrafında birleşmeyi dayatıyordu. Geliştirmek istediği sisteminin serpilip yayılması, tüm tutucu kurum ve anlayışların aşılmasını gerektirmesine karşın, otoritesini topluma kabullendirmesi için kaderci, “kutsi” anlayışlarla uzlaşmaya ihtiyaç duyuyordu. Burjuvazi de, bir “bilinç biçimi” olarak din de, “toplumun karşılıklı güveni ve dayanışması”nı istiyordu.

Kapitalizmin serbest rekabetçi döneminden tekelci evresine geçiş, “siyasal demokrasi”den siyasal gericiliğe geçiş de demekti. Tekelci burjuvazi, feodal gericiliğin tüm ilkel ve Ortaçağcı güçlerini yedeğe alarak işçi sınıfı ve ezilen halklara karşı mevzilerini güçlendirmeye yöneldi. Artık din ve dini örgütlenme, tekelci burjuva egemenliği ve burjuva-emperyalist ideolojinin bir bileşeniydi. Tekelci burjuvazi her tür gericiliğe kucak açtı; dinsel gericiliği yedekledi ve onu hegemonya mücadelesi ve sömürgeci politikalarının aracı olarak kullandı. Tarihsel gelişmeye karşıt olarak Ortaçağın dini ve idealist felsefi yargılarını ideolojik cephaneliğine aldı. Bilim ve aklın yol göstericiliğine dayanan ileri atılımlara karşı dinin ve metafiziğin zincirlerine sarılan gericilik, proletarya ve ezilenlerin metafizik düşünce ve inançların etkisinden kurtulmasını önlemek istiyor, materyalizme ve sosyalizme karşı mücadelesinde, modern ya da Ortaçağcı bütün gerici akımları yedeğine almaya ihtiyaç duyuyordu.

Bu, çürüyen ve tarihsel açıdan da “can çekişen” sistemin “doğası”na uygundu. Burjuvazinin politik-askeri temsilcileriyle iddialı ideologları, tekelci sermaye ve kapitalizmin yol açtığı umutsuzluk ve güvensizliklere karşı bir önlem olmak üzere ezilenleri sisteme yedeklemenin araç ve yöntemlerinden birini, teskin edici “ruhçuluk”ta bulmaktaydılar.

Herhangi bir üretim sisteminin siyasal üst yapıdaki temsilcilerinin yenilgiye uğratılmış olmaları ve üst yapı kurumlarının dağıtılması veya tasfiye edilmesinin, o sisteme ait düşünce, ideoloji ve kültürün kısa sürede ve tamamen etkisiz kalmasını sağlayamayacağı gerçeği bir yana, tekelci burjuvazinin feodal değer yargıları ve feodalizmin üst yapıda ve bilinç biçimlerinde bıraktığı etkiyi ortadan kaldırma hedefi de yoktu. Toplumsal ilerlemeye ayakbağı oluşturan bu değerlerle ilişkiler yedeğe alınarak sömürgeciliğin silahları haline getirildi. Sadece işçi sınıfı ve halk devrimlerinin kazanımlarını değil, sınıf mücadelesinin ürünü ve aralarında burjuvazinin ‘devrimci dönemi’nden kalma olanlarının da bulunduğu ve bugün ancak proletarya ve emekçiler tarafından insanlığı ileriye götürme mücadelesinde kullanılabilecek tüm kazanımlar hedefe kondu.

DİNİ SÖYLEMİN YENİDEN AĞIRLIK KAZANDIĞI BİR DÖNEM

“İslam”ın kapitalizm ve ABD başta olmak üzere ‘Batı emperyalizmi’ ile ilişkileri üzerine tartışmalar günceldir ve emekçi kitleler bakımından da ilgi çekici ve etkileyicidir. Amerikan askeri-politik şefleri ve onlarla işbirliği içindeki yazar ve kimi tarihçiler “medeniyetler savaşı”, “dinler savaşı”, “İslam ile Hıristiyanlığın uzlaşmazlığı”; Hıristiyanlığın “reforma açık ve ilerici” ve fakat Müslümanlığın “her tür reformcu girişime kapalı ve gerici olduğu” üzerine propagandayı sürdürüyorlar. Uluslararası özelliği bulunan terör “İslam” ile birlikte anılıyor. Feodal Ortaçağın kurum ve düşünceleri tarihsel olarak geride kalmış ve emperyalist burjuvazi onları yedeklemiş olmasına karşın, bugünün toplumsal olayları “feodalizm ile kapitalizm”; tekelci burjuvaziyle feodal aristokrasi; “ilerici Hıristiyan Batı” ile “dogmatik-tutucu Doğu” arasındaki çelişkilerle ve bunlar tarafından şekillenen “medeniyetler çatışması”yla izaha çalışılıyor. Emperyalist kapitalizmin temel çelişki ve açmazlarıyla sömürgeci politika ve saldırılar bu tezler üzerinden gizleniyor; saldırı ve işgaller “modern ve özgürleştirici” girişimler olarak gösteriliyor.

“İslam” ve “İslami terörizm” sözcükleri uluslararası alanda bu anlayışla yaygın ve çok sık kullanılıyor. Filistin direnişi içindeki gruplardan bazıları, özellikle de son seçimleri kazanarak hükümet kuran fakat İsrail’in saldırı ve gözaltılarıyla karşılaşan Hamas’ın ve yine Lübnan’da kitle desteğine sahip, hükümetin ortağı olan ve İsrail saldırı ve işgaline karşı gösterdiği direnişle dikkat çeken Hizbullah gibi örgütlerin İslami kesimlerle ve İran-Suriye ve Türkiye ile ilişkileri örnek gösterilerek ABD ve İngiliz emperyalistleriyle İsrail’in saldırı ve işgallerine direnen ülkelerin halkları -ve hatta bu ülkelerin yönetimleri- “terör destekçisi” ve Batı uygarlığının “düşmanları” ilan edildiler.

Batı kaynaklı burjuva propagandası, Irak ve Afganistan’daki gelişmeleri ve bu ülkelerin ABD-İngiliz emperyalistleri tarafından işgal edilmelerini bir biçimde İslam dini ve “İslami terörizm” ile ilişkilendiriyor; Doğu-Batı ilişkilerini uygarlığın ve kapitalizmin gelişme farklılığıyla bağlantılandırarak Batı uygarlığının ve kapitalizmin Batıdaki gelişmesini “Hıristiyanlığın gelişmeye ve reformlara açık olması”yla, Doğu halklarının geri kalışı ya da kapitalizmin Doğudaki gelişme düzeyinin geriliğini ise “İslam’ın reformlar ve kapitalizme kapalılığı”yla izaha çalışıyor. Böylece bu tartışma, bazı Batılı ideologların öteden beri sürdürdükleri “uygar Batı”, “barbar Doğu” propagandasının sınırlarını da aşarak “uygar ve reformist Hıristiyanlık” ile “barbar ve dogmatik İslam” tartışmasına vardırılıyor.

Tekelci gericilik ve özellikle Amerikan yöneticilerinin dinin toplumsal etkisini güçlendiren faaliyetlere yeniden ağırlık verdikleri, dini önyargı ve söylencelerin etkisini güçlendiren açıklamalar yaptıkları, dini etkinlik ve kurumlara ilgiyi artırdıkları; Batı Avrupa ülkelerindeki en gerici sermaye partileri ve temsilcilerinin ‘Hıristiyan değerleri’ne atıfta bulundukları, İslam’ı ise “suç doğurucu bir inanç sistemi” olarak gösterdikleri ve bu tutumlarına da bir tepkiyi ifade eden “politik İslam”ın güç kazandığı bir dönemden geçiliyor. Burjuvazi ve temsilcileri , kapitalizm öncesi çağların metafizik dogmalarıyla dini önyargılarını yeniden güncel politikanın aracı haline getirdiler. Doğa ve toplum olaylarına bilimsel aklın yol göstericiliğinde yaklaşma düşüncesine karşı burjuva-emperyalist ideolojik bombardımanın en önemli ögelerinden birini dinsel olanı oluşturuyor.

“Yaratılışçılık” yeniden piyasa malı haline getirilip uluslararası sürüme kondu. Evrim kuramına karşı uluslararası kampanya yeniden yoğunlaştırıldı. Bush gibi bir emperyalist şarlatan kendini “Tanrı’nın iradesi”yle ilişkili “seçilmiş görevli” ilan etti.

Tekelci gericilik ve uluslararası sermaye, işçi hareketi ve sosyalizmin geçici de olsa geriye atılmış olmasının kitleler içinde yarattığı umutsuzluk ve çözümsüzlüğü ve onun yol açtığı “yeni arayışlar”ı, dini istismar ve kullanma olanağı olarak değerlendiriyor.

Amerikan ve Batılı emperyalist yönetimlerin dine ve dinin politik amaçlı kullanımına verdikleri ağırlık ve gösterdikleri aşırı ilgi ile “İslami terörizm tehdidi”ne yaptıkları vurgu bağımlı-geri ülkelerde misyoner faaliyetlerinin hızlanmasına, dine yöneliş eğiliminin güçlenmesine, farklı dini inançlara sahip kitleler arasındaki ilişkilerin sabote edilmesine yol açmakla kalmadı; ‘barış’, demokrasi ve uygarlık düşmanı faaliyetlerle işgal ve yayılma politikalarının sözde gerici bir dini anlayışa karşı ve sözde daha uygar ve ilerlemeye açık bir dini anlayışa güç vermek adına uygulaması olanaklarını da genişletti.

Burjuvazinin ve özellikle de ABD başta olmak üzere emperyalist büyük güçlerin politik-askeri sözcüleriyle önde gelen yazar, sanatçı ve ideologlarının dine ve dini hurafe ve dogmalara bu aşırı yeniden sarılmaları, bilim ve akla aykırı idealist-metafizik görüş ve inançların yüz milyonlarca insan üzerindeki etkisinin hala sürüyor olmasını bilmeleriyle kuşkusuz ilişkilidir ve dünya gericiliğinin emrindeki politikacı, yazar, din görevlisi ve bunların hemen hepsine yol gösterici fikirler üretmekle pirim yapan burjuva ideologları kuşkusuz bunun farkında olarak hareket ediyorlar. Ama pazar ve etki alanı mücadelesinin yedeklediği dine bu yeniden ve devletler düzeyinde sarılışın, dini dogmalara dayanarak ezilenleri burjuva-emperyalist egemenliğe itaat etmeye çağırmaya duyulan bu yoğunlaşmış ihtiyacın, işçi sınıfı ve emekçi hareketiyle sosyalizmin aldığı yenilginin yol açtığı umutsuzluktan yararlanma; kitlelerin umutsuzluk kaynaklı arayışına sözüm ona cevap verme gibi önemli bir özelliği daha vardı. İşçi sınıfı ve emekçi hareketinin uluslararası düzeyde geriye düşüşü, onun özellikle yirminci yüzyılın 70’li yıllarına kadar süren inişli-çıkışlı ama ağırlıklı olarak ilerleyen durumuna dayanan iktisadi-politik, kültürel-sosyal vs kazanımlarının sermayenin uluslararası saldırılarıyla geriye atılması, dinsel ideolojinin etki alanını genişletmişti ve burjuva emperyalist politikacılarla ideologlar bunu ekonomik-sosyal, kültürel ve askeri amaçlarla kullanmak istiyorlardı. Burjuvazi ve emperyalist gericiliğin ideologlarıyla politik-askeri temsilcileri, ulaşım ve iletişim araçlarının katettiği muazzam gelişmeden yararlanarak dinin halk kitleleri üzerindeki etkisini sömürmekle kalmıyor, onu, farklı inançlardan emekçileri birbirlerine karşı kışkırtıp bölmek; Irak’ta ya da daha önce Ruanda’da görüldüğü üzere farklı mezheplerden insanların kitlesel kırımına göz yumarak ve teşvik ederek, bu ülkelerin yıkıntıları üzerinden hakimiyetlerini sürdürmenin olanağı olarak da değerlendiriyorlar.

Burjuvazi, yaşamın ve toplumsal ilişkilerin “tanrısal irade ile belirlendiği” ve “bunun değiştirilemez kader olduğu” yönündeki dinsel önyargı ve dogmaları kullanmakta; özellikle Doğu insanının, “yaşamının dinin emirleriyle belirlendiği” yönündeki ve “ahretçi” (öte dünya için çalışmaya verilen önem) anlayışları sömürmekte; işsizlik, açlık, yoksulluk ve savaşların bugünkü sistem ve onun egemen sınıflarıyla ilişkilerini dini önyargı ve dogmatik anlayışlarla örtmeye çalışmaktadır. Nitekim İslam’a ilişkin tartışmaların İslam ile “uygarlık” arasında olumsuz bağlantılar kurularak yürütülmesi ve ‘uluslararası terör’ ile İslam’ın bağlantılandırlması, dinsel öfke patlamalarına da yol açacak tarzda, din üzerine tartışmaları halkların gündemine daha yoğun olarak getirdi. “Din Savaşları”nın yeniden gündeme geldiğini ileri süren ve “medeniyetler çatışması” gerici tezinden destek alan burjuva propagandası, Amerikan yöneticilerinin Siyonistlerle birlikte sürdürdükleri “İslami terör” söylemiyle daha da ilgi çekici hale geldi. Bu açıklama ve tartışmalar, “İslam Dünyası”ndaki ve Batı’daki dini radikal akımlarla ırkçı ve şovenist çevrelerin güçlenmesine de hizmet etti.

“DOĞU-BATI” ÜZERINE İRRASYONALİST TEZLER VE DİNİN “BİLİMSEL” İSTİSMARI

1990’da “Müslüman Öfkesinin Kökleri” başlıklı makalesinde “medeniyetler çatışması”ndan söz eden Princeton Üniversitesi profesörü Bernard Lewis, “Müslüman Toplumlar”ın modernizme ve laikliğe kapalı ve hazırlıksız olmalarından söz ederek, “Batının gücü” karşısında ve “Allah’ın yolunda” şiddeti kaçınılmaz gören “azınlık zihniyeti” üzerinde duruyor; “Müslüman dünyası”nda Batılı “değer” olarak “yalnızca diktatörlüklerin tutunabildiği”ni ileri sürerek İslam’ın ve Arapların “zamana karşı sabitlenmişlik”leri iddiasında bulunuyordu. Lewis, Ortadoğu ve Asya’da Batı emperyalizminin saldırgan politikalarına karşı gelişen tepkileri bu çerçevede değerlendirmeye çalışıyor, “Doğu’nun Batı’yı taklit etmekteki başarısızlığı” ve “haseti”nin, “Batı düşmanlığını körüklediğini” ileri sürüyordu. O, modern ve ‘laik’ gelişme ve “değerler”i, “bizim ve sadece bizim” diyerek “Batı”ya mal ediyor, “İslam fanatizmi”nin bu değerlere karşı “kin ve nefretle savaştığı”nı ileri sürüyor; “Ortadoğu ve İslam tarihi araştırmacısı” etiketiyle ve Batı hayranı sosyologların “büyük tarihçi” övgülerine mahzar olarak dini inanç farklılıklarını “uygarlık ve kültür farkı”na genişletiyor, İslam’ı Batı ve modernizm düşmanı “karanlık çağ ideolojisi” olarak gösteriyordu.

“Batı-Doğu” ilişkilerini farklı uygarlıklar ve onların dini inanç farklılıklarıyla bağı üzerinden izaha çalışan bir diğer “ünlü” teorisyen, yine “Batı orijinli” profesör S. Huntington’du. Lewis’in izinde yürüyerek Huntington da, “medeniyetler çatışması” tezinde, “Soğuk Savaş Dönemi”nde siyasi ve ideolojik çatışmaların “iki sistem arasındaki mücadele”ye bağlı olarak gerçekleştiğini, ancak Sovyetler Birliği ve “Doğu Bloku’nun çökmesi”yle doğan yeni çatışma alanlarının farklı kültürel değerler ve medeniyetler arasındaki çatışmayı gündeme getirdiğini ileri sürerek dini farklılıkları çatışmanın en önemli dayanağı olarak ele alıyordu. Huntington, dayanaklarını ise, “Medeniyet farklılıklarının siyasi ideolojik ve rejim farklılıklarından daha köklü olması”; “küreselleşme süreci ile birlikte aynı medeniyet aidiyetine sahip topluluklar arasında etkileşimin artmasıyla ‘ortak medeniyet bilinci’nin gelişmesi ve ‘medeniyetler arasındaki farklılıkların bilincine’ daha fazla varılması; iktisadi modernleşme ve sosyal değişmeye göre ‘kültürel özelliklerin daha yavaş değişmesi ve uzlaşmaya daha az açık olması…” vb şeklinde sıralıyordu.

Sorunu bu tarzda ortaya koyan Lewis ve Huntington -ve onların vargılarını benimseyenler- iktisadi-sosyal ve siyasal sistemleri çelişkileri ve olgularıyla değil, din ve farklı dini inanç sistemleriyle ilişkileri üzerinden değerlendirerek irrasyonalist yöntemleri bilimsel analizlerin yerine geçiriyorlardı.

Huntington “ İslam dünyasında demokrasinin gelişmemesinin ana nedeni” olarak İslam kültürünü gösteriyor, iktisadi-sosyal olgu ve gelişmelerle burjuva demokrasisi arasındaki ilişkileri ve demokratik hakların sınıf mücadelesinin ürünü olmaları gerçeğini göz ardı ediyor; Hıristiyanlık ile demokrasi arasında doğrusal olumlayıcı ilişkiler kurarak bazı diğer ‘Batı’lı ya da ‘Doğu’lu yazar ve ideologlarla birlikte burjuva demokrasisinin Batı’da Hıristiyan Ortaçağına ve onun karanlık görüşlerine karşı uzun ve can bedelli mücadeleyle kazanıldığı ve ancak işçi ve emekçilerin desteğindeki mücadele ile ilerleyebildiği gerçeğini örtbas ediyordu.

Huntingtoncu “medeniyetler çatışması” tezi, sınıf mücadelesinin değil, emperyalizm ile bağımlı halklar çelişkisinin de değil, “ileri Hıristiyan-Yahudi uygarlığı” ile “geri medeniyetler” (örneğin İslam) arasındaki çatışmanın “geleceği belirleyeceği” iddiasındaydı. Samuel Huntington, 2004 Yılında yayımlanan “Biz Kimiz?- Amerika’nın Ulusal Kimlik Arayışı” adlı eserinde şöyle diyordu: “21. yüzyıl bir din çağı olarak yükseliyor. Kuzey Avrupa dışında her yerde halk rahatlık, teselli ve kimlik için yüzünü dine dönüyor. Gilles Keppel’in deyimiyle, Tanrının intikamı en hareketli zamanını yaşıyor. Din grupları arasındaki şiddet tüm dünyada artıyor. İnsanlar coğrafi olarak uzağında bulundukları dindaşlarının yazgısıyla giderek daha fazla ilgileniyor. Bir çok ülkede ulusal kimliğin dinsel çerçevede yeniden tanımlanmasını hedefleyen güçlü hareketler ortaya çıktı. Çok farklı biçimde ABD’deki hareketler, Amerikan dinsel köklerini, Amerikan halkının dine olan sıra dışı bağlılığını anımsatıyor. İncil öğretisine dayalı Hıristiyanlık, önemli bir güç haline geldi ve Amerikalılar kendi imajları konusunda, büyük oranda, Hıristiyan bir halk oldukları gerçeğine geri dönüyor.” (aktaran Bilim ve Düşünce, s.2)

Huntington’cu tez, tüm Hıristiyanlar ve Hıristiyan kültürüyle yetişmiş olanların, dindar-laik-dinsiz vs, Hıristiyanlık tarafından da “içerilen” Batı uygarlığını korumak için birleşmelerine ‘cevaz veriyor’du.

Ülkeler, devletler ve sınıflar arası ilişkileri “medeniyetler çatışması” ve “dinler savaşı” gibi “olgular”la izaha çalışan burjuva teorisyen ve politikacılar, bu tezi kanıtlamak üzere değişik ulus ve halkların iktisadi-sosyal, politik, dini, kültürel farklı “biçimlenmeleri”ni ve kültürel alandaki değişimin nispeten yavaş oluşunu hareket noktası olarak alıyor; emperyalistler arası rekabeti pazarların ve kaynakların yeniden paylaşımı mücadelesini ve bu mücadele kapsamında ABD başta olmak üzere emperyalist büyük güçlerin bağımlı-sömürge ve ezilen halklara dayattıkları politikaları gizliyorlardı. Emperyalist saldırganlığa karşı tepki ve öfkenin dini görüntüler altında da ortaya çıkabileceğini görmezden geliyor ve El Kaide-Taliban gibi örgütlerin terörist eylemlerini iddialarının belirleyici kanıtları olarak öne çıkarıyorlardı. Toplumsal gelişme ve değişim ile “Doğulu” (Ortadoğu-Asya) toplumlar arasındaki ilişki “sabitlenmiş” statik haliyle ele alınıyor; “İslam Ülkeleri” halkları sadece aşağılanmıyor, “Araplar”ın şahsında “zamandışı” da sayılıyorlardı. Lewis bu sabit mantığını “bilimsel analiz” olarak pazarlayabilmişti.

“Medeniyetler çatışması” tezi ise, sermaye hareketinin ‘ulusal sınırlar’ı “ilga” etmesi ve kapitalist uluslararasılaşmanın ‘farklı medeniyetlerden insanları’ı bu hareket içinde birbirlerine yakınlaştırmasını görmezden geliyor ya da reddediyordu. Bu tez, kapitalist-tekelci rekabet ve emperyalistler arası paylaşım mücadelesiyle bağımlı ülkelerin halklarına yönelik emperyalist baskı ve talan politikasını aklıyor ve atlıyor; ‘ulusal’ eğilim ve mücadelenin bu politikaya duyulan öfkenin ifadesi olduğu gerçeğini görmezden geliyordu. Sorunu “Batı ve Batılı olmayan toplumlar arasındaki mücadele” şeklinde ortaya koymakla; toplumları “Batılı” ya da “Batılı olmayan”lar olarak sınıflardan ve sınıf çıkarlarının yol açtığı bölünme ve çatışmalardan bağımsız gösteriyor; “ Batılı olmayan toplumlar”ın, esas olarak da onların ezilen kesimlerinin modern-aydınlanmacı ve ilerici demokratik değerler için gösterdikleri çaba ve yürüttükleri mücadeleyle bu yöndeki ilerlemelerini görmezden geliyordu. “Medeniyetler ilişkisi”nden “medeniyetler çatışması”nı çıkaran Huntington ve izleyenleri, farklı kültürler arası ilişkileri tek yanlı ele alarak bu ilişkinin ilerici unsur ve yanlarının üzerini örtüyorlardı. Lewis, “Batılı değer” olarak sadece ‘Batı’ işbirlikçisi diktatörlükleri alıyor; Huntington ise, burjuva demokrasisinin, Hindistan dışta tutulmak üzere “Müslüman toplumlar”da ya hiç yerleşmemiş ya da zayıf olmasını veri alarak tüm “Müslüman ülkeler”i, özgün durumlarını göz ardı ederek bir kalıba sokuyor ve burjuva aydınlanması ve modernleşmesinin burjuva sınıf temsilcilerinin yukarıdan dayatmalarıyla gerçekleştirilmeye çalışılması ve halka ve mücadelesine dayanmayan bu “gerçekleştirme”nin ikiyüzlülük sınırlarını aşamadığı gerçeğinden hareketle, “Doğu”nun geriliğini; geri kalışı ya da bıraktırılmışlığını salt İslami bir özellik olarak sunuyordu.

Lewis ve Huntington etiketli bu tezler, iktisadi-sosyal sistemlerle dinsel, siyasal-hukuksal ve ahlaki düşünceler arasındaki ilişkileri alt-üst ediyor; sorunu “kompleksler”le ve “ilerici” ve “gerici” dinler ayrımı gibi spekülatif biçimlerle izaha çalışıyordu. “İslami terörizm”i, İslam’ın “etik” ya da “yapısal” özelliklerinden biri olarak gösteren bu tezler, teröristliği sonradan keşfedilen El Kaide ve Taliban’ın Batı emperyalizmi, özellikle de ABD’li gericiler tarafından S. Rusya’ya karşı örgütlendirilmiş olduğunu da örtbas ediyorlardı.

Burjuva emperyalist ideologlarla gerici politikacıların “medeniyetler çatışması”, “dinler savaşı” ya da başka bazılarının birleştiricilik adına “dinler arası diyalog”dan söz etmeleri, özellikle de Bush gibi ‘yeni faşist’ politikacıların İran’daki ‘mollalar rejimi’yle Hamas ve Hizbullah gibi “İslami Örgütler”i örnek göstererek, İslam’ı “Batı uygarlığı”na karşı “terörle sonuç almaya çalışan din” olarak göstermeleri; bununla da kalmayarak, Hıristiyanlığı kapitalizm ve burjuva uygarlığıyla bağdaşır ve fakat İslam’ı karşıtlık içinde göstermeleri, genel olarak dinlerin, özel olarak İslam dininin kapitalizm ve kapitalist emperyalizm ile ilişkisini ters yüz eden bir yaklaşımın açığa vurulmasıydı.

Bu yaklaşım, din ile sömürüye dayalı iktisadi-toplumsal sistemlerin birbirini dışlamadığı gerçeğini Hıristiyanlık lehine yorumlarken çarpıtıyor, dinin genel olarak bilimsel gelişme ve toplumbilim önünde engel oluşturan dogmalarıyla genel olarak toplumsal gelişme ve özel olarak kapitalist gelişmenin ihtiyaçları arasındaki çatışmayı İslam’a ilişkin bir özellik olarak gösteriyor ve daraltıyor; toplumsal değişimin ihtiyaçlarının dinsel yargı ve yorumları kendine uydurmayı başarmasını İslam için geçersiz sayıyordu. Oysa Hıristiyanlık, Musevilik, İslam ya da Budizm, gördükleri işlev açısından uygarlıkla, demokrasi ve özgürlükler düşüncesiyle ilişkilerinde özsel bir farklılık göstermemekteydiler. Bu ortak içerik herşeyden önce dinlerin doğuş koşulları ve onları “ihtiyaç” haline getiren nedenlerle ilişkilidir. Ekonomik toplumsal sistemlerin sürdürülmesi için dinin egemen sınıflar tarafından kullanılması bakımından da farklı dinler esasa ilişkin bir ayrıcalık oluşturmaz ve içermezler. Ezilen sınıfların baskıcı yönetimlerle ilişkilerde içinde bulundukları ya da zorla tutuldukları durumdan çıkış için ve onların temsilciliğini yapan bazı düşünürler ve din adamlarının öncülüğünde, dini ideolojiyi baskı ve zulme karşı mücadele yönünde yorumlamaları veya onun içinden yararlanılabilir öğeler bulmaları da, dinin toplumsal işlevini değiştirmemiştir.

Hıristiyanlığı kapitalizme, gelişmeye ve modernleşmeye açık gösteren bu tez, dini geleneklerin modernleşmeye oluşturduğu engelin tarih boyu süren mücadeleyi getirdiğini; Batı Aydınlanmasının hurafe ve dogmalara karşı mücadelenin ürünü olarak gerçekleştiğini; feodalizme karşı mücadelesinde burjuvazinin bu mücadelenin ürünlerinden yararlandığını ve hakimiyet için kullandığını gözardı etmektedir. Irkçılık kokan bu “oryantalist” tez, “Doğu-İslam” toplumlarındaki gelişmeleri görmezden gelmekte; feodal gericiliğe ve değer yargılarına karşı mücadelenin “Doğu toplumları”nda ve Türkiye gibi bir “İslam ülkesi”nde de sürdüğü ve ‘modernleşme’ kapsamındaki gelişme ve ilerlemelerin bu mücadelenin ürünü ve sonucu olarak ortaya çıktığını bir yana itmektedir.

Lewis ve Huntington’un tez(ler)ini destekleyen açıklamalar, Avrupa’nın başlıca ülkeleriyle ABD’de birbirini güçlendirecek tarzda sürdürüldü. Gazete ve televizyon mensuplarının karşısına çıkan bu ülkelerin kimi yöneticileriyle yazar ve teorisyenleri “İslam”ı doğrudan hedef gösteren açıklamalar yaptılar. 11 Eylül 2001’deki terör eylemleri sonrasında Bush, “ABD, İslamcı faşistlerle savaş halinde” açıklamasını yaptı. Bush, bir diger konuşmasında da terörle mücadeleyi “Haçlı Seferleri”ne benzetmişti.

AB’ye Türkiye’nin “alınıp alınmaması” tartışmalarında, Avrupalı “Hıristiyan-demokrat partiler”, Türkiye’nin “topluluğa alınmaması” yönündeki düşüncelerini, “Batı medeniyeti ve değerlerinin Türkiyeliler tarafından özümsenememesi”yle gerekçelendirirlerken, bu özümseyememeyi İslam kültürüyle ilişkilendiriyorlardı.

Bush, “Hıristiyan yeni uyanışı”ndan söz ederken, yeni Papa Ratzinger (16. Benedicticus), Ortaçağın tartışmalarına atıfta bulunarak, “İslam dininin şiddete dayalı olduğu” yönündeki görüşleri yeniden gündeme getirdi. Fransa Cumhurbaşkanı Jacques Chirac, Fransa’nın 200 büyükelçisi önünde yaptığı konuşmada, “Ufukta çok büyük bir tehlike belirmeye başladı. Doğu-Batı, İslam-Hiristiyan dünyaları çatışması tehlikesi bu” diyordu. Alman Hıristiyan Demokrat Partisi’nin (CDU) Genel Sekreteri Ronald Pofalla ise, siyasi nitelikli şiddeti, “günümüzde tamamen İslamın sorunu” olarak gördüklerini açıkladı. İslam’ın modernizme uyum sağlamaktan “aciz olduğu”nu söyleyenlerden biri de İtalya’nın eski Başbakanı Silvio Berlusconi idi.

Bu sav ve açıklamalar, Samuel Huntington ile Bernard Lewis’in ellerini ovuşturacakları türdendi ve bu yöndeki politikanın sonucu da dini gericiliğin etki sahasının daha da genişlemesiydi.

“KURTARICILIK” KÜLTÜ VE SÖMÜRGECİLİĞE DİNİ ÖRTÜ

İngiliz-Amerikan işgalcileri, Kuzey Amerika yerlilerini toplu katliama tabi tuttukları yıllardan başlayarak eylemlerini “Tanrının isteği”yle ilişkilendiler ve “kutsal kitap”ın “kadın ve çocukların ebeveynleriyle birlikte öldürülmesi”ne ‘cevaz verdiği’ni propaganda ettiler.[1] Kızılderilileri “vahşi ve cezalandırılması gereken yaratıklar” şeklinde tanımlayarak onları ateş ve barutla, kurşun ve zehirli maddelerle yok edip arazilerine ve madenlerine el koymayı haklı göstermeye çalıştılar. Sonraki dönemlerde izledikleri yayılma stratejileriyle sömürgeci politikaları da benzer biçimde gerekçelendirdiler. Topraklarına ve zenginlik kaynaklarına göz diktikleri halkları ilkel, “uygarlık düşmanı ve fanatik gerici”; işbirliğinde problem yaşadıkları ülkelerin yöneticilerini “diktatör ve özgürlük düşmanı” göstererek, bu ülkelere “uygarlık, özgürlük ve refah götüreceklerini” ilan ederek vahşi ve yıkıcı saldırı ve işgallere giriştiler. Amerikan uygarlığının ve “yaşam tarzı”nın götürülmesi adı altında ülkelerin ve ulusların kaynakları yağmalandı ve halklar sistemli olarak yoksulluk ve yoksunluğa itildiler. Amerikan çıkarı için her yol ve her aracı mübah gösteren Amerikan propagandası, Amerikan ulusunu, dünya üzerindeki “nizamı” sürdürme ve “insanlığı kurtarma”yla görevli, “seçilmiş” bir ulus olarak gösteriyor ve Amerikan yöneticilerini, eylemlerine “Tanrının yön verdiği” seçilmiş görevliler olarak ilan ediyordu.

Daha Ocak 1900’de Senatör Albert Beverindge, Amerikan Senatosu’nda yaptığı konuşmada, “Tanrı bin yıldır, İngilizce konuşan ve Germen ırkları, önemsiz ve sıkıcı uğraşlar peşinde koşmaları ve kendilerine hayran olmaları için hazırlamadı. O, Amerikan halkını dünyanın manevi yenilenme ve yönlendirmesini gerçekleştirmek üzere, seçilmiş ulus olarak belirledi. İşte Amerika’nın ilahi misyonu budur” diyordu. (Bilim ve Düşünce,s.2, birinci makale)

Bu propaganda, değişik figürlerle zenginleştirilerek yirminci yüzyıl boyunca sürdürüldü. ABD’nin “en açık sözlü” temsilcileri “Barış’ ve ‘uluslararası hukuk’ konusundaki, ‘dostluk’ ve ‘işbirliği’ konusundaki saçma hayallerin belirsizliklerine sığınmak hiçbir şeye hizmet etmez” diyerek bunların ezilip geçilmesini istiyorlardı. Amerikan kapitalizminin çıkarları, “komployla, bozgunculuk yoluyla, rüşvetle, bölgesel savaşlarla ve sonunda; bu gerekli olursa genelleşmiş savaş yoluyla” dünya hakimiyeti için onu saldırıya yöneltmekteydi. Ancak Amerikan propagandası, bu politikayı belirleyenin Amerikan çıkarları değil “Tanrı iradesi olduğu”nu vaaz ediyordu.

G. Walter Bush, 2004 Kasım’ında yeniden başkan seçildikten sonra, Amerikalıların kendilerine atfettikleri “kurtarıcı seçilmişlik misyonu”nu dünyaya “yeni bir düzen vermek” ya da “Geniş Ortadoğu ve Kuzey Afrika”ya özgürlük, demokrasi ve refah “götürmek” için kullanmanın “artık çok daha farz olduğu” vaazı daha fazla yoğunluk kazandı. Ortadoğu, Balkanlar, Orta Asya, Kafkasya; Afganistan’dan Hindistan ve Çine uzanan bütün Güneydoğu ve Ön Asya’nın “kurtarılması” şimdi daha çok aciliyet kazanmıştı! Saldırı, işgal ve katliamlar eski ve yeni “Ahit”teki vaazlarla; “önceki” ve “kötü” şeylerin “anılmayacak biçimde” ortadan kaldırılması ve “yeni gökler ve yeni”ler “yaratılması” bildirimleriyle ilişkilendiriliyor ve Ortaçağ gericiliğinin etkileri yedeğe alınıyordu. Amerikan “ulusu”nun, dünyanın “kurtarılmaya muhtaç” ülkeleri ve insanlarını “kurtarması”, ABD yönetimlerinin “önceden belirlenmiş kaderi”ydi ve Bush yönetiminin yürüttüğü savaş, bu “önceden belirlenmiş ve değişmez kader”e uygun düşüyordu. “Seçilmiş başkan” bu görevi, -onun, “Tanrı El Kaideyi vurmamı istedi ben de vurdum. Sonra Saddam’ı vurmamı istedi onu da vurdum” sözlerinde içerildiği üzere- “Tanrının isteği”ne uygun olarak yerine getirmekteydi!

Bush, 1697’de Cotton Mather’in “Tanrı’nın ruhu’nun kendisine dokunduğu” ve “böylece O’nun yaklaşımlarına daha açık hale geldiği”ni belirttiği gibi kendisini “Tanrı’yla ilişkili” göstererek; Abraham Lincoln’un 4 Mart 1865’teki konuşmasında Amerikan köleciliğini ve Kuzey’de ve Güney’de yaşanan “korkunç savaşı” Tanrı’nın “hem doğru hem de adil hükümleri”nin göstergesi ve onun “verdiği bir dert” olarak göstermesi gibi gerekçeler uydurarak, Franklin D. Roosevelt’in 6 Ocak 1941’de yaptığı “Özgürlük” konuşmasında “Amerikan milletinin inancının Tanrı’nın rehberliğinde özgürlüğe bağlandığını” vazettiği gibi; Amerikalıların “seçilmiş millet” oldukları ve “insanlığın kurtuluşunu gerçekleştirme sorumluluklarının bulunduğu” inaçlarına sesleniyordu. Bush, ilk başkanlık konuşmasında da insanlık tarihinin “Tanrı tarafından yazıldığı”nı ve “O’nun amacı”nın kendi eylemleriyle “gerçekleşiyor” olduğunu ileri sürmüştü.( bakınız ‘Amerikan Apokaliptik’inin Dünü Bugünü- C.Akça-Bahar Gürsel, D.Batı.32)

Amerikan şefleri, sömürgeci politikalarını, ABD’nin “Tanrı tarafından da istenen” sorumlulukları ve “dünyayı kötülüklerden kurtarma” gibi “önceden belirlenmiş kader” çerçevesinde gösterirlerken, tümüyle maddi, mali, ekonomik, politik ve askeri amaçlı eylemlerini; bu elle tutulur-gözle görülür amaç ve hedefleri dinsel-metafizik zorunluluklar örtüsüne büründürerek bilim ve aklın kazanımlarına karşı savaş açıyorlardı. ABD “imparatorluğunun ebedi olduğuna” dair Amerikan propagandası ekonomik-askeri ve mali dayanakların yanı sıra ve dinsel ön yargıları da kullanarak yalnızca aldatılmış ‘sıradan’ Amerikalıyı değil, saldırı ve işgallerin hedefindeki ülkelerin halklarını da “Tanrı adına” boyun eğmeye çağırmayı içeriyordu. Hurafelere dayalı, bilim düşmanı ve ırkçı olan bu propagandaya göre, “Amerika, diğer uluslardan farklı olarak, kendi karakterinin beşeri ve geçici değil, ilahi ve sonsuz olduğunu kavramıştır.” Eski Adalet Bakanı John Ashcroft, 8 Mayıs 1999’da, “Kaynağımızın sonsuz olduğunu anladığımız için biz farklıyız. Bizim kralımız İsa’dır” diyerek bu saçma anlayışı bir kez daha ilan ediyordu.

Irkçı ve bilim karşıtı bu propaganda ve politika Amerikan kültürünü tüm kültürlerden “üstün” gösteriyor, bunu da Amerikalıların dininin “Hıristiyanlık” olmasına bağlıyordu. Buna göre, ABD ve Bush yönetiminin, buyruğu yerine getirmekten başka seçeneği yoktur. “Bunun sebebi tarihin kaçınılmazlıkların çemberinde ilerlemesi değil, olayları harekete geçirenin insanın tercihleri olmamasıdır. Tanrı, kendi istediği gibi hareket eder ve tercih eder.” Bunun içindir ki, modern çağların engizisyon çağırıcısı “Tanrı ile bir ilişkiye sahip olmadan nasıl başkan olunabileceğini aklım almıyor” demekte,”Tanrı’nın, benim başkan adayı olmamı istediğini hissediyorum. Bunu açıklayamam, ama ülkemin bana ihtiyacı olacağını hissediyorum. Bir şeyler olacak. Kolay olmayacak, ama Tanrı bunu yapmamı istiyor” diye, Gayya kuyusundan seslenmekte; rahiplerin “Kilise ve devletin ayrılığı bir masaldır. Ülke, Tanrı’nın krallığıdır” söylemiyle birleşebilmektedir.

Bugün de, insan aklı ve bilincine karşı Ortaçağ gericiliğine ve Hıristiyanlık “değerleri”ne sarılarak, “Geniş” Ortadoğu ve Asya’da yürüttükleri sömürgeci stratejiye “kutsal dayanaklar” oluşturmaya çalışıyorlar. ABD ve bugünkü yöneticileri, bir yandan dünya hakimiyeti için yürüttükleri mücadelede, “ileri Batı uygarlığıyla geri Doğu arasındaki savaş” fikrini işler ve buna hizmet eden politik-askeri saflaşmalar dayatırlarken öte yandan “İslamcı akımlar arasında”, “radikal ve ılımlı oluşlarına göre ayrım yapma” taktiğiyle Ortadoğu’nun işbirlikçi yönetimleriyle şeriatçı-ılımlı parti-grup ve çevrelerini yedeklemeye çalışıyorlar. ABD planlarına şu ya da bu biçimde direnç gösterenlerin “şer güçler” ilan edilerek saldırı hedefine konmaları ise şeriatçılığın ve “İslam”ın hedef alınmadığını; bu tutumun onun/onların mevcut koşullarda emperyalizm yararına kullanılabilir olmasıyla ilişkili bir tutum olduğunu gösteriyor. “Ilımlı İslam”- “Radikal İslam” ayrımıyla Taliban, Usame Bin Ladin, Saddam Hüseyin yönetiminin düşman; Mısır’daki sözde “demokrasi”, Suudi petrol kralları ve güya “uygar Ürdün” krallığının ‘dost’ sayılmalarının belirleyici kıstasını, Amerikan çıkarları açısından taşıdıkları önem ve gördükleri işlev oluşturuyor.

ABD’nin ve Amerikan başkanlarının; son olarak da Bush’un “dünyaya yeni bir düzen verilmesi” için “seçilmiş” oldukları vaazı, en kıyıcı ve vahşi etkisini dünya emekçilerinin emperyalist yıkıcılığı hem “kader” hem de “zorunluluk” olarak algılamaları ve toplumsal sistemin sömürüden arındırılmış insani bir yeniden kuruluşu için mücadeleyi “Tanrı’nın iradesine karşı gelme” şeklinde değerlendirerek bundan geri durmalarında oynadığı rol ile yerine getiriyordu.[2]

Amerikan yönetiminin ortaya attığı “Büyük Ortadoğu Projesi”nin temel ‘sav’larından biri de İslam ve demokrasinin uyuşmaması nedeniyle Ortadoğu ülkelerinde “teokratik-fundamentalist” rejimlerin ayakta durduğu ve bunların uygarlığa zarar veren düşmanca bir ideolojiyle “terörist örgütlenmeyi beslediği” biçimindedir. Ortadoğu-Kuzey Afrika ülkelerine müdahalenin “kaçınılmaz ve gerekli” olduğu iddiası böylece inandırıcı kılınmak istenmektedir. ABD’nin İran’a boyun eğdirme ve Kafkasya’da hakimiyet alanları oluşturma olanağına kavuşma stratejisi, “ilerici Batı uygarlığı”nın “gerici-fundamentalist İran”a karşı haklı savaşı; Afganistan’daki işgal, “şeriatçı Taliban barbarlığına karşı uygar dünyanın savaşı” olarak gösteriliyor. Irak işgali, “despotik-antidemokratik diktatörlüğe karşı özgürlük ve demokrasinin zafer kazanma savaşı” ve Suriye’ye karşı aynı iddialı komplo ve kuşatmalarla Siyonist İsrail’in Filistin ve Lübnan’daki vahşetleri “şeriatçı Hamas ve Hizbullah terör örgütleri”nin varlığı ve faaliyetleriyle gerekçelendirip haklı gösterilmek isteniyor. Sömürgeciliğe hizmet eden ve gerçeği çarpıtan bu tezler tamamıyla gerici karakterdedir. Buna rağmen, “Müslüman toplumlar”da gelişmiş bir burjuva demokrasisinin olmadığı; aralarındaki “ortak payda”ya rağmen bu ülkelerin herbirinde durumun farklı olduğu; Türkiye’de ve nüfusunun belli bir kesimi (%14 civarında) Müslüman olan Hindistan’da kapitalizmin daha ileri düzeyde geliştiği ve burjuva demokratik haklar mücadelesinin daha ileri olduğu; Azarbeycan gibi bir dönemler sosyalizmin inşası alanında yer almış ülekelerde siyasal rejimin karakterinin Ortadoğu ülkeleriyle Pakistan, Bangladeş, Malezya, Mali gibi ülkelerdekinden farklı olduğu; tüm bu ülkelerdeki siyasal sistemin karakterinin emperyalist hegemonya altında olmalarıyla dolaysız ilişkili olduğu; siyasal gericiliğin ve anti demokratizmin dinsel gericiliğe “cevaz verdiği” yine de söylenebilir.

Ancak İslam-demokrasi ilişkisi ne herhangi diğer dinlerle burjuva demokrasisi ve kapitalizm ilişkisinden özü itibariyle farklıdır ne de bir farklılık olsa dahi, bu emperyalist saldırı ve müdahalelerin gerekçesi yapılabilir. “Demokrasiye açık” ya da demokrasiyle “bağdaşır” olmamak salt İslam’a ilişkin olmayıp tüm dinlere ait bir özelliktir ve dinler genel olarak tutuculuğu ve itaatı telkin etmelerine karşın, herbir dini inanca dair “demokratik argümanlar”dan da söz edilebilir. Siyasal üst yapının karakterini belirleyenin son tahlilde iktisadi-sosyal sistem olduğu gerçeği gözardı edilmediği sürece, İslam dininin ya da başka bir dinin “halkın yönetime katılımı” ve hakları bakımından ötekine göre daha müsamahakar olduğu ileri sürülemez. Siyasal rejimin karakteri ve demokrasinin gelişme düzeyi bakımından başlıca etken kapitalist gelişmenin ve demokratik haklar için mücadelenin düzeyi ve gücüdür. İslam dininin otoriteye itaat vazeden hükümlerinden söz edilse bile, monarşist-despotik yönetimlerden sözde demokratik cumhuriyetlere kadar bir dizi ülkedeki antidemokratik siyasal yapılar, bu ülkelerde halkın da katılımı ya da doğrudan emekçilerin mücadelesiyle demokratik politik sistemin inşa edilememiş olması; işbirlikçilerle emperyalistlerin dayattıkları siyasal gericiliğin dağıtılamamasıyla ilişkilidir. Bu toplumlarda dinin işlevinin güçlü ya da zayıf olmasında da bu temel unsur ve etken doğrudan rol oynamaktadır.

Müslüman dünyada demokrasinin yerleşmemesi”nin nedenleri içinde İslam dinini başa alan Batılı teorisyenler ise, emperyalist sömürge politikalarının bu ülkelerin gelişme süreci üzerindeki etkisini ya göz ardı etmekte ya da Ortadoğu’da girişilen işgale atfettikleri türden “özgürleştirici” bir rol olarak aklamaktadır. Bu demagojik ve ilizyonist tezlerin sahipleri, Amerikan emperyalizminin İran’a saldırılarının sözde dinsel gerekçelerini onaylamak ve bu saldırganlığın ortağı durumuna düşmekten de kurtulamamışlardır.[3]

ABD yönetimi başta olmak üzere Batılı emperyalist güçlerin dini inanç ve önyargıları politikalarının yedeğine almak üzere yönlendirici bir propaganda ve pratik tutum geliştirmeleri, dine bu yeniden ve ikiyüzlü sarılışları, yoksulluk, açlık ve işsizliğin artmasının yol açtığı bunalım ve umutsuzluk koşullarında dinin geniş emekçi kitleleri üzerindeki etkisini güçlendirici bir işlev gördü. Terörist hareket ve eylemlerin İslam diniyle, “onun doğal sonucu”ymuş gibi ‘türevsel’ ilişkilendirilmesi de farklı dini inançlardan halklar arasındaki güven ilişkilerini olumsuz etkiledi.

EMPERYALİST POLİTİKA, SB’NİN DAĞILMASI VE YÜKSELEN İSLAM

İngiliz ve Fransız emperyalistlerinin Osmanlı İmparatorluğu, Türk ve Arap devletleriyle ilişkileri feodal ve kapitalist sömürgeci (emperyalist) politikalar üzerine oturmasına rağmen, dini inançların ve İslam’ın istismarı bu politikalarda özel bir yer tutuyordu. İngiliz ve Alman devletleri Çarlık Rusyas’na ve S. Birliği’ne karşı politikalarında Kafkas halklarının dini inançlarını istismar etmekten geri durmadılar. Amerikan emperyalist şeflerinin İngiliz sömürgeci politikasının “tarihsel deneyimi”ni de sahiplenerek sosyalist Sovyetler Birliği’ni yıkmak için uygulamaya geçirdikleri “yeşil kuşak” politikası, ‘Doğu-İslam ülkeleri’nin en gerici çevreleriyle din üzerinden kurulan ittifakı esas alıyordu. ABD başta olmak üzere Batılı emperyalistler İran şahlığı, Pakistan gericiliği ve ‘Türk-İslamcı’ çevrelerini kullandılar. Müslüman Kardeşler gibi dini-”mücahit” güçleri örgütleyip finanse ettiler ve bunları Asya ve Afrika’nın bağımlı-sömürge ve ezilen halklarını sömürmek üzere harekete geçirdiler. ABD’nin başını çektiği “anti-komünizm” kampanyası çerçevesinde emperyalistlerce desteklenen İslamcı hareketler, “Yeşil Kuşak” projesiyle güç kazandıkça, egemen sınıfların iktidar çekişmelerinde de yer aldılar ve bazı ülkelerde hükümet kurar hale geldiler.

ABD, CIA ve Pentagon, İngiliz istihbaratı ve Alman tekelleri, sosyalist S. Birliği’ni yıkmak için yüz milyarlarca dolar harcamışlardı. SB’de sosyalizmin 50’li yılların ikinci yarısından itibaren tasfiye sürecine girdiği ve bu ülkeler topluluğunun yeni burjuvazi eliyle hegemonya mücadelesine çekildiği, dünya işçi sınıfı ve emekçilerinin henüz çok küçük bir kesimi için açıklık kazanmıştı. SB, dünya halklarının büyük çoğunluğu tarafından “sosyalist” olarak görülmeye devam ediyordu. Sovyet revizyonist burjuvazisinin tüm suçlarını sosyalizme fatura eden burjuva propagandası da bu yöndeydi.

Böylesi bir dönemde Rus burjuvazisinin Afganistan işgali gerçekleşti. Bu, dünya işçi ve emekçileriyle ezilen halklar için büyük bir yıkım demekti. İran Devrimi’nin Ortadoğu’da yarattığı sarsıntı ve ortaya çıkardığı anti-Amerikan dalga, Avrupa ülkeleri ve Japonya’nın kapitalist pazarda giderek artan mevziler edinmeleri; ABD ve İngiliz ittifakını, SSCB’yi bir an önce çöküşe zorlayarak, diğer emperyalist ülkelerin kendisine “kafa tutar” hale gelmesini önleyecek yeni saldırı politikalarını gündeme getirmesine yolaçtı. Gorbaçov ve Yeltsin yönetiminde SSCB’nin kapitalist entegrasyonunun tamamlanması, ABD ve İngiltere’nin ekonomik, siyasi ve askeri stratejilerini açık saldırganlık çizgisinde yenilemelerini getirirken, dünyanın yeni gerginlik, çatışma ve savaşlara sürüklenmesi süreci hızlandı. Buna, uluslararası alanda ve her ülkede işçi sınıfı ve emekçilerin mücadeleyle kazandıkları ne varsa hepsinin saldırı hedefine konması ve emekçilerin kaderci boyun eğişlerini sağlamak amaçlı burjuva-emperyalist ideolojik bombardıman eşlik etti. Ekim Devrimi ve ikinci dünya savaşı sonrasında bağımsızlığını kazanan, kimisi halen “stratejik” hammadde kaynaklarını elde tutan ve genellikle nüfusun çoğunluğunu Müslümanların oluşturduğu geri ülkelerin emperyalist egemenliğe şu ya da bu biçimde engel çıkarmaya kalkışmalarını önlemek amacıyla politik-mali-ekonomik ve askeri yöntemlerin yanı sıra, “kafirlerle müminler arasındaki savaş”ın gereği denilerek dini çağrılara yeniden ağırlık verildi. ABD, ezilen halkların emperyalizmden kurtuluş mücadelesinde ve sosyalizme karşı savaşında yeni bir olanak yakalamıştı. Hemen harekete geçti. Daha doğrusu yürütmekte olduğu kuşatma ve etkisizleştirme harekatını daha da ileriye götürmek üzere ve yanına Batılı diğer emperyalist güçleri de alarak Afgan “mücahitleri”nin savaşına silah ve para akıttı. Taliban ve El Kaide örgütlenmeleri bu koşullarda ortaya çıkıp büyüdüler.

Gorbaçovculuğun zaferi ABD başta olmak üzere Batı emperyalizminin zaferi demekti. Ortadoğu ve Ön Asya’nın ‘Müslüman Halkları’ içinde sosyalizme duyulan güven ve umut büyük darbe alırken, Amerikan emperyalizminin jandarmalığını altmış yıldır sürdürdüğü kapitalist emperyalizme yeni pazarların kapısı açıldı. ABD ve Batılı emperyalistlerle emirlerindeki ideologlar, yeni bir dünya düzeninin kurulduğunu ve bunun tüm halklara ve herkese mutluluk ve refah getireceğini ilan ettiler. Ama henüz bu propaganda tüm hızıyla sürerken, kapitalist “yeni dünya düzeni” illüzyonu gizlerini önemli oranda yitirdi. Sosyalizm yenilmiş, işçi hareketi geriye atılmış ancak ne savaşlar, ne mücadele, ne işgaller ne de devasa işsizlik, artan yoksulluk ve açlık ortadan kalkmıştı. Burjuvazinin vaat ettiği “refah ve mutluluk”tan eser olmadığı gibi, “ufukta bir ışık” da görünmüyordu. Tam aksine, dünya semalarını da karartan mikrop salgını etrafa daha fazla yayılmaya başlamıştı.

ABD, S. Rusya’nın Afganistan’dan çekilmesiyle, onu kuşatma ve etki alanını sınırlama çabalarında bir hamle üstünlüğü sağladı. Ortadoğu’dan G. Doğu Asya’ya geniş bir bölgede, pazarlar ve hammadde kaynakları üzerinde daha kesin bir denetim kurmak için bu ‘yeni durum’dan yararlanmak istiyordu.

Ancak yeni bir sorunla da karşı karşıyaydı: Afganistan’da koordine ettiği “cihad” içinde örgütlenen “İslam şeriatçılığı”yla kanlı-bıçaklı hale gelmişti. Şeriatçıların en azından bir bölümünün ABD ile çelişkileri keskinleşmişti. Arap-İslam halkları içinde İslam şeriatçılığı ve tarikatçı örgütlenmelere destek giderek artıyordu. Suudi-Arap ve Afgan şeriatçı güçleri, “İslam için cihad”ın saldırı oklarını, daha önce kendilerine yılda 600 milyon dolar akıtanlara çevirdiler.

Amerikancı Şah diktatörlüğünün 1979’da yıkılması, İran devrimi içinde Şiilerin oynadığı rol ve ardından mollaların iktidarı ele geçirmeleriyle hız kazanan İslami tırmanışın bölgede yarattığı etkiyle birlikte, ABD’nin İngiliz emperyalistleri ve İsrail’le birlikte yürüttüğü ve “Yahudi-İslam” çelişkisini de körükleyen sömürgeci-ırkçı politika, “İslami tepki”nin kitlesel tabanını genişletti. İran Devriminin etkileri, ABD’nin İran-Irak savaşındaki kışkırtıcı ve çatıştırıcı rolünün açıklık kazanması, Irak’a emperyalist saldırı, ABD’nin desteği ve korumasını görerek İsrail’in Filistin işgalini sürdürmesi ve 11 Eylül olayları sonrasında, bu olaylar gerekçe gösterilerek sürdürülen “İslam karşıtı” Batı propagandası, Türkiye ve Ortadoğu ülkeleri halkları içinde İslamcı hareketin güç bulmasının ve Amerikan karşıtlığının yükselmesinin başlıca etkenleri oldular. “İslami Hareket” ya da onun şeriatçı versiyonları anti-emperyalist gözükerek ya da bir kısmı emperyalist işgal ve dayatmalara karşı çıkarak yoksul ve ezilen kitlelerin desteğini aldılar. Önemli oranda Amerikan karşıtlığıyla sınırlı bu ‘anti-emperyalizm’, emekçi kitlelerin desteğini kaybetmemeyi ve işçi ve emekçilerin işgal, çatışma ve savaşlara olan öfkesinden yararlanmayı esas aldı.

New York ve Washington’a yapılan saldırılar ABD’nin hakim çakallar sürüsüne, hazırlanmakta oldukları yeni saldırılar için “kalk borusu”nu çalma fırsatı yarattı. Sosyalizme ve işçi-emekçi hareketine karşı kullandıkları şeriatçı güçleri, kendilerine sorun çıkardıkları oranda karşıya almaktan ve saldırı hedefleri arasına yerleştirmekten kaçınmadılar. ABD ve Batılı emperyalistler için esas olan, çıkarlarına bağlılık gösterecek ve pazar ve etki alanı mücadelesinde kendilerine sadakatle hizmet edecek olanların varlığıydı. Bunların şeriatçı mı, ‘laik’ burjuva mı oldukları ikincil bir sorundu. Amerikan Doğu politikası ve stratejisi, Bush tarafından ifade edildiği üzere, yeni “Haçlı seferleri” çağrışımıyla hızla uygulamaya geçirildi. ABD, Suudi gericiliğiyle, Ürdün Krallığı’yla, Afgan Karzai ile ve Irak’taki Şii ve Kürt yöneticileriyle işbirliğine giderek hegemonya alanını genişletmeye yöneldi.

ABD yöneticileriyle Amerikan tarihi ve felsefesinin gerici yazarları “Amerika’nın Hıristiyan ulus kimliği”ne işaret ederek, topraklar ve hammadde kaynaklarıyla dünya pazarlarına ulaşım yollarının tam denetimi için sürdürülen Amerikan savaşına dinsel bir kutsama sağlamaya çalıştılar.

EMPERYALİST SALDIRGANLIK VE İSLAM’IN GÜÇ KAZANMASI

ABD emperyalizmi ve Batı Avrupalı burjuva yöneticilerin işçi sınıfı ve sosyalizm düşmanı işbirlikçi muhafazakar sağ İslam’a itirazları yoktu. Aksine ona ihtiyaçları büyüktü. Suudi Arabistan gibi “İslamcı kamp”ın “en köktenci” kesimleri Batılı emperyalistlerin en sadık bendeleriydi.

1979’da gerçekleşen ve Amerikan işbirlikçisi faşist İran Şahlığı’nın yıkılmasıyla sonuçlanan İran “İslam Devrimi”, bölge düzeyinde etkide bulunan ve uluslararası ilişkiler yönünden de dikkate alınması gereken yeni bir durum yarattı. Petrol işçileri başta olmak üzere baskı altındaki İran emekçilerinin ayaklanmasıyla gerçekleşen devrim Mollaların iktidarı ele geçirmeyleriyle sonuçlandı. Emekçi kitlelerin yaşamlarında dikkate alınır iyileşme bir yana, işçi sınıfına, gençliğin ileri kitlesine, “komünistlere” ve devrimcilere karşı saldırılar yeni bir evreye girdi. Buna karşın, Şah rejiminin yıkılması ve ABD’nin aldığı darbe “İslam Dünyası”nda İran devrimine büyük bir sempati doğurdu. İslamcı hareket, kapitalizmin yükselişiyle gelişen işçi sınıfı hareketine ve “sol”a karşı mücadele etmek amacıyla burjuva iktidarın yeniden örgütlenmesinde sağ alternatiflerden biri olarak öne çıktı. İran’daki gelişmeler, “politik İslam”ın güç kazanmasının ve Ortadoğu ülkeleriyle Türkiye’de, egemen sınıfın “yeniden yapılanma” politikasında rol üstlenerek uluslararası sermaye ile ilişkilerini “yenilemesi”nin önemli etkeni oldular. “Politik İslam”ı karakterize eden en temel özellik, “zorunlu” herhangi “verili veya tanımlanmış” içeriğe bağlı kalmak zorunda olmadan her renge bürünme yeteneği göstermesiydi; işbirlikçi de olabilirdi muhafazakar retçi de!

“İran İslam Devrimi”nin sonuçlarından biri de şeriatçı-dinci akım ve güçlerin halk içindeki desteklerini artırmasıydı. ABD emperyalizminin dayatmacı-yayılmacı politikaları bu eğilime güç verdi. Irak’a karşı girişilen ve “Birinci Körfez Savaşı” olarak bilinen 1991 saldırısı, Türkiye ve Ortadoğu halklarının özel olarak Amerikan emperyalizmine ve genel olarak Batılı büyük güçlerin politikalarına karşı öfkesinin büyümesine neden oldu. Bu duygu ve tutumun gelişmesinin son altmış yıllık en önemli diğer etkeni ise, Batı emperyalizmi ve ABD desteğindeki İsrail Siyonizmi’nin Filistin halkına karşı sürdürdüğü ve genel olarak da Arap karşıtı olan düşmanca politika ve işgaldi.

Amerikancı “cephe” Arap ülkelerinde Baascılık olarak şekillenen ve Batı emperyalizmiyle araya mesafe koyan, bazı temel sektörlerde millileştirme politikaları uygulayan, ekonomide kimi “halkçı” reformlar gerçekleştirerek köylülerin ve işçiler başta olmak üzere kent emekçilerinin desteğini alan İslamcı “sol”, “sol milliyetçi” parti akım ve güçleri etkisizleştirmek istiyordu.

1942 yılında milliyetçi kalkınmacı subaylardan oluşan “Hür Subaylar” adında dar bir örgüt kuran Cemal Abdülnâsır, “ Müslüman Kardeşler”le ve Komünist Parti’yle de ilişki halindeydi. “Hür Subaylar Birliği”, 1948-49 Arap-İsrail Savaşı döneminde güç ve itibarını artırdı. İngiliz emperyalizminin baskısına karşı yükselen dalganın üzerine oturan “Hür Subaylar”, 1952 Temmuzunda bir darbe gerçekleştirerek, başbakanlığa general Necip’i getirdiler. Başlatılan ‘reform kampanyası’yla ekilebilir toprakların yüzde onu topraksız köylülere dağıtıldı. Asıl gücü elinde tutan ve 1954-56 yılları arasında başbakan olan Nâsır yönetiminde Mısır, “Bağlantısızlar Grubu”na dahil oldu.

1956’da, Nasır, Süveyş Kanalı’nı millileştirdiğini açıkladı. Fransa, İngiltere ve İsrail hemen karşı harekete geçtiler. Ancak o günün uluslararası güç ilişkileri önemli bir etkendi ve Kanal Mısır’ın egemenliğine girdi. Nâsır “Arap âlemi”nde bir kahraman olarak görülüyordu. 1956’da cumhurbaşkanı seçilince, “tüm Arapların tek bir devlet altında birleşmesi”ni gündeme getirdi. 1958 yılında Suriye ile Mısır’ın “Birleşik Arap Cumhuriyeti” adı altında birleşmesine öncülük etti. Ancak “birlik” 1961’de sona erdi. 1961’de toprak mülkiyetine yönelik sınırlama getirilerek toprakların önemli bir bölümü tarım kooperatiflerine dönüştürüldü ve bir bölümü de az topraklı köylülere dağıtıldı. Sosyalizm söylemi ağırlık kazandı. SSCB’nin desteğinde bir kalkınma hamlesi başlatıldı. Banka ve sigorta şirketleriyle bazı sanayi dallarında millileştirme ve devletleştirme gündeme getirildi. “Milli Birlik Partisi”, “Arap Sosyalist Birliği” adını aldı. Nâsır, Arap mücadelesinin amacını “Sosyalizm, Birlik ve Özgürlük” olarak ortaya koyuyor, bu anlayış Baas partileri tarafından da sahipleniliyordu. Nasırcılığın temel şiarı “birleşik, bağımsız, sosyalist tek bir Arap devleti” idi. “Arap sosyalizmi”nin “kurucu”sunun özel mülkiyete ve burjuvaziye karşı olmayan ve işçi sınıfının önderliğine dayanmayan dini ve milliyetçi “sosyalizm”i, Arap halkları içinde büyük bir sempatiyle karışlık buldu ve ABD emperyalizminin saldırı oklarını üzerine çekti.

Ancak Nasır’ın “Arapların birliği” ‘özlemi’, emperyalist baskıya tepkinin ve Arap milliyetçiliğinin ifadesi olmakla kaldı.[4] Irak-Suriye ve Mısır yöneticilerinin girişimlerine rağmen, Araplar bir türlü “birlik” sağlayamadılar. “Birlik”, Arap devletleri tarafından sahiplenilen ortak bir söylem olmasına ve birkaç girişimde bulunulmasına rağmen, bu girişimler başarısızlıkla sonuçlandı. Ancak Arap milliyetçi “sol”unun gelişmesi öteki Arap ülkelerinde de destek buldu.

Suriye’nin bağımsızlığına kavuştuğu 1945 yılında Şam’da kurulan Arap Sosyalist Baas (“Yeniden Doğuş” ya da “Diriliş”) Partisi’nin temel amacı, tüm Arapların tek devlet altında birliğinin sağlanmasıydı. Nâsır’ın Arap sosyalizminde olduğu gibi Baas sosyalizminin de temel sloganı “sosyalizm, birlik ve özgürlük”tü.

1958 yılında Mısır’la birlikte kurulan “Birleşik Arap Cumhuriyeti” (BAC) döneminde toprakların %60’ı devletleştirilip kooperatifler haline getirildi. Suriye ve Mısır’da banka ve sigorta şirketlerinin yanı sıra bazı sanayi işletmeleri devletleştirildi. Savunma eski Bakanı Hafız Esad 1971’de cumhurbaşkanı oldu ve 2000 yılında ölümüne dek iktidarda kaldı. Hafız Esat döneminde Suriye Sovyetler Birliği’yle yakın ilişki içindeydi ve askeri ve ekonomik alanda ciddi yardımlar alıyordu. Dış ticaret üzerinde devlet tekeli kurulmuştu; devlet işletmeleri ağırlıkta idi ve yönetim halkla ilişkilerinde özellikle tarım, sağlık ve eğitim alanlarında bu tekeli “sosyal hizmet dayanağı” olarak kullanıyordu.

Irak’ta da, Abdülkerim Kasım öncülüğünde kurulan Hür Subaylar hareketi 1958 yılında monarşiyi devirerek cumhuriyet ilan etmişti. 1963’te, Irak Baas Partisiyle işbirliği yapan ordu içindeki bir grup, Kasım iktidarını devirdi ve devlet başkanlığına general Abdüsselam Arif getirildi. 1968 yılında yeni bir askeri darbeyle Baas Partisi, iktidarı yeniden ele geçirdi. Devletleştirme politikasına hız vererek 3 milyon hektarlık toprak dağıtımı gerçekleştirdi ve tarımda kooperatifleşmeyi geliştirdi. 1972’de Irak Petrol Şirketi devletleştirildi. Petrol geliri devlet yatırımları ve özel sektör için önemli bir kaynak oluşturuyordu. Eğitim ve sağlık ücretsiz devlet hizmetleri içine alındı.

1979’da Saddam Hüseyin iktidardaki liderliğini resmileştirdi.[5]

Nâsır’ın, yükselmesinde rol oynadığı Arap milliyetçiliği ve “Arap sosyalizmi”, Libya’da da “Hür Subaylar” adı altında bir genç subaylar örgütünün kurulmasını gündeme getirmişti. Libyalı “Hür Subaylar”, 1967’deki Arap-İsrail savaşının ardından, 1969 Eylülünde bir darbeyle iktidarı ele geçirdiler ve “Devrim Komuta Konseyi” başkanı sıfatıyla Albay Muammer Kaddafi’yi başa geçirdiler.

Kaddafi, ülkedeki İngiliz ve Amerikan üslerini kapattı ve petrol sanayini millileştirerek devletin sektördeki payını %60’lara çıkardı. 1971’den itibaren, Kaddafi’nin “Arap Sosyalist Birliği” partisi iktidardaydı ve Kaddafi bir de “Yeşil Kitap” yazdı. Libya’nın ve Kaddafi’nin “sosyalizm”i de kapitalizmle komünizm “arasında”, başka bir ‘şey’di, ama İslam’ı esas alıyordu. 1973’te ilan edilen Libya “Kültür Devrimi”nin hedeflerinden biri de “şeriatın tam olarak uygulanması”ydı.

Libya, ABD emperyalizminin önemli bir hedefi haline gelmişti ve Kaddafi de “Çölün kartalı” olarak anti Amerikan, “anti-emperyalist” söylemiyle dikkat çekiyordu. Kendisini “sosyalist” ve yazdığı “yeşil Kitap” ı yeni bir “manifesto” ilan eden Kaddafi’nin “eksantrik çıkışları”nı Amerikan emperyalizmi Libya’yı bombalayarak karşıladı. Kaddafi, ABD’nin tehditleri karşısında hizaya girmesini bildi ve sesini kesti.

1967 Arap-İsrail Savaşı, Nasır’ın başını çektiği Arap “cephesi”nin yenilgisiyle sonuçlandı. Ardından Arap milliyetçiliğinin önderi Nasır öldü. Mısır devlet başkanlığına getirilen Enver Sedat, ABD ve Batılı emperyalistlerle işbirliği politikası izledi. Bu yenilgi Sovyetler’e duyulan güveni sarstı. Savaş , bu yönüyle Sovyet yanlılarına ve Arap milliyetçiliğine önemli bir darbe vurulmasıyla sonuçlandı. ABD ve Batılı Emperyalistler Ortadoğu’ya yönelik yayılmacı stratejilerinde yeni olanaklar buldular. Mısır, ABD emperyalizmiyle “İsrail’in tanınması” için anlaştı. Ancak, buna karşı Arap tepkisi arttı ve Irak, Suriye ve Libya başta olmak üzere Güney Yemen ve Sudan’ın da aralarında bulunduğu “Arap-İslam ülkeleri” bir “red cephesi” oluşturdular. Suudi Arabistan ve Ürdün Krallığı ise, Mısırla birlikte ABD-İsrail ve Batılı öteki emperyalistlerin oluşturdukları “cephe”de yer alıyorlardı. İzledikleri politika Filistin davasına karşı bir kılıç kuşanmayı da ifade ediyordu.

Bütün bu gelişmelerin en önemli “aktörleri”nden biri de İsrail Siyonizmi idi. İsrail, Lübnan’daki Filistinli göçmenlere saldırı olanağı bulmuştu. Arafat başkanlığındaki Filistinliler, başta FKÖ birlikleri olmak üzere Tunus’a sürgün edildiler.

ABD emperyalizmi, Sovyet yönetiminin Afganistan işgalini bölge stratejisinin dayanaklarından biri haline getirmek için özel bir politika izledi. Suudi gericiliğiyle birlikte ve Rus yönetimine karşı savaşmak üzere, aralarında Bin Ladin’in de bulunduğu “İslam mücahitleri”yle Afganlıları örgütledi. Sovyetlerin Afganistan’daki yenilgisi ABD’nin yeni ve önemli bir hamle üstünlüğü anlamına da geliyordu. Ancak çok geçmedi Taliban yönetimi ABD’yi “büyük şeytan” ilan ederek bu kez ona karşı “cihad” ilan etti. Amerikan emperyalistlerinin 11 Eylül saldırıları bahanesiyle Afganistan’ı işgale girişmeleri ise hemen tüm “İslam Ülkeleri”nde, bu ülkelerin halkları arasında anti Amerikan duygu ve düşüncelerin yükselmesi ve tepkilerin artmasına yol açtı. Hamas ve Hizbullah örgütleri bu ortamda ve bu tepkileri kullanarak güçlü kitle desteğine sahip hale geldiler.

ABD ve Batılı emperyalistler revizyonist SB’ni iyice köşeye sıkıştırmak, bölüp zayıflatmak ve bölgedeki etkisini sınırlayıp sonra tamamen yok etmek için onun etkilediği Arap milliyetçi “sosyalizmi”ni tasfiye politikası izlediler. Bölge ülkeleri arasındaki çelişkilerden ve Filistin ve Kürt sorununun çözümsüz bırakılmış olmasından yararlanma çabalarını artırdılar.

80’li yılların başından itibaren İslamcı hareketler, Cezayir’den Filipinlere kadar oldukça geniş bir bölgede güç kazanarak yoksul işçi-emekçi kitlelerin de dahil olduğu milyonlarca insanı peşinden sürükleyebilen partiler olarak şekillendiler. Bu hareketler uzak geçmişteki “dinsel kökler” den güç almalarına rağmen, kitlesel güç kazanmaları ve birçok ülkede iktidar mücadelesine yeniden girişmeleri son 25 yıllık dönemin yeni bir olgusuydu.

İSLAM VE ANTİ EMPERYALİZM

ABD-İngiliz emperyalistlerinin başını çektiği ‘koalisyon güçleri’nin Irak’a ilk saldırılarıyla Afganistan ve Irak’ın işgal edilmesine karşı Ortadoğu’nun bazı Arap-İslam ülkeleriyle Türkiye, İran, Endonezya, Nijerya gibi ülkelerde ortaya çıkan protestocu hareketler, Irak’taki direniş ve Lübnan’a İsrail saldırısına karşı Hizbullah’ın yürüttüğü savaş, emperyalist işgal politikalarına direnenlerin bir bölümünün ‘İslami kimlik’lerini öne çıkarmaları, İran devrimi sonrasındaki gelişmeler ve 60’lı-70’li yıllarda başlıca Arap ülkelerinde ortaya çıkarak, hükümetler düzeyinde temsil olan ve sosyal-iktisadi kimi reformlarla anti Amerikan uygulamaları “sosyalizm” olarak nitelemekten kaçınmayan Arap milliyetçiliği akımı, bazı sol-liberal parti ve gruplarla “İslamcı” yazar ve çevreler tarafından İslam dininin “anti emperyalist karakteri”ne kanıt olarak sunuldu. “Uzak” örnekler olarak 1979 İran Devrimi ve 1960’larda başını Cemal Abdül Nasır’ın çektiği “Arap sosyalizmi” akımıyla Baasçılık olarak Irak ve Suriye’de şekillenen partilerin iktidardaki uygulamalarını alan ve güncel örneklerin en belirgin olanlarını da Hizbullah direnişiyle Hamas’ın Filistin’deki seçim başarısında gösteren ve işgale karşı devam eden Irak direnişiyle Afganistan’daki çatışmaları bu görüşü desteklemek üzere öne çıkaran İslamcı yazarlarla sol, sol-liberal parti ve grupların sözcülerine göre, bu gelişmeler, emperyalizme karşı mücadelede “sol’un alternatif olmaktan çıktığı”nı ve ancak İslam’ı esas alan bir mücadelenin başarıya ulaşabileceğini “kanıtlamış”tı!

İslam dini ve anti emperyalist mücadele arasında böylesine bir ‘doğrusal karşıtlık’ kurulabilir mi?

Burada andığımız örnekler bu iddianın ileri sürülmesi için bazı veriler sunsa da, herhangi dini inanç veya bağlı akımların kapitalizm ve kapitalist emperyalizm ile ‘doğal bir karşıtlık içinde olduğu’nu gösterir zorunlu-ilkesel veriler göstermek mümkün değildir. Gelişmelere bağlı, koşullu-geçici veya dönemsel gelişmelerin zorlamasıyla dini inanç grupları mensuplarının bir kısmının emperyalizm ya da emperyalist bir ülkeyle karşıtlık içinde politikalar izlemesi olanaklı olmasına rağmen, onların eylemi, ‘mensubu oldukları’ dini inancın genel karakterini belirlemiyor ve bu dinin özelliğinden kaynaklanmıyor. İslam dini çeşitli dönemlerde, gelişmelere ve bölgesel ve uluslararası ‘konjönktür’e göre, Batı emperyalizminin saldırı ve istilasına karşı “yerel kültürel değerleri koruma” ve sömürgeciliğe karşı mücadelede “birleştirici ortak değer” olarak kullanılmak istenmiştir. Bugün de, El Kaide gibi terörist İslami grupların halk kitlelerinin duygu, inanç ve değerlerini istismara dayanan ve emperyalizme karşı mücadeleye zarar veren eylemleri bir yana bırakılırsa, milyonlarca emekçinin desteğine sahip Hizbullah gibi örgütlerin, İslami söylemi öne çıkararak yürüttükleri işgal karşıtı mücadele, Ortadoğu halklarının sempatisini kazanabilmiş; bu halkların saflarında ABD haydutluğuna karşı mücadele eğilimine güç vermiştir. Bu örgütler, ya da “İslam”ı sözüm ona “ortak kültür ve değerler”in merkezine koyan muhafazakar parti ve gruplar, onu “aşağı sınıflar”ı politik-sosyal ve ekonomik yaşamın ve mücadelenin içine çekmenin araçlarından biri olarak ele almakta; böylece aynı zamanda toplumsal değişim sürecine yeniden adapte ederek dini-geleneksel yapıların etkisini canlı tutmayı başarmaktadırlar.

Ancak buradan hareketle İslam’ın emperyalist kapitalizm ile uzlaşmaz karşıtlığı ileri sürülemez. Kralların, hükümdarların, sultan, şah ve emirlerin de aralarında bulundukları egemen sınıflarla temsilcileri, çıkarlarını her şeyin -kuşkusuz dinin de- üstünde tutarak ilişkilerini ve önceliklerini buna göre belirliyorlardı. Çıkarları gerektirdiğinde “Müslüman halk”a “cihat” çağrıları çıkarıyor fakat dindar görünmelerine karşın, emperyalistlere yedeklenmekten ve bölge halklarının emperyalistler tarafından kırılmalarına hizmet eden politikalar izlemekten de kaçınmıyorlardı.[6]

Osmanlı-Türk yöneticileri, Fransız ve İngiliz hakim sınıflarının çıkarları gereği ve toprak ve etki için Rusya’ya karşı izledikleri taktiğe yedeklemelerini, onları “İslam’ın kurtarıcıları” göstererek haklı çıkarmaya çalıştılar. 1856 “Islahat Fermanı, Fransız ve İngilizlerin “Hıristiyan tebaa” için imtiyaz isteklerinin “bir reform” halinde gerçekleştirilmesiydi. “Duyun-u Umumiye” olarak adlandırılan mali-ekonomik bağımlılık ve vesayetin ‘taşları’ böyle döşendi. İngiltere ve Fransa, Osmanlı İmparatorluğu’nu Rusya ile mücadelelerinin bir gücü olarak kullanma çabalarında “hilafet”i bir silah olarak değerlendirirlerken, dini Batı sömürgeciliğine karşı, mücadelenin dayanağı olarak kullanan “milliyetçi” burjuvazinin politikasını “İslam gericiliği” olarak suçlamaktan kaçınmadılar.

Suudi gericiliğinin Amerikan emperyalizminin hizmetinde Ortadoğu’da üstlendiği uşakça rol ve petro-dolarları Amerikan çıkarlarının hizmetine sunması, Şiiliğin “büyük Ayetullah’ı” ilan edilen Ali Sistani’nin işgal ordularına karşı direnişin yükselmemesi için ABD’ne hizmeti, “muhafazakar Müslüman” olarak tanımlanan Amerikancı parti ve hükümetlerin İncirlik üssü başta olmak üzere Türkiye topraklarını Amerikan ve ‘Batı emperyalizmi’nin hizmetine sunmakta birbirleriyle yarışmaları, Ürdün Krallığı’yla Mısır’daki gerici Arap yönetiminin Filistin, Irak ve Lübnan’daki emperyalist-Siyonist saldırganlık ve işgalleri desteklemeleri ve bu ülkelerin “din uleması”nın devlet ve hükümetlerinin politikasını onaylamaları, İslam dini ile emperyalist çıkarlar arasında “doğal, kaçınılamaz” veya “zorunlu” karşıtlık olmadığını gösteren pratik-güncel örneklerdir. “İslam birliği”, “İslam din kardeşliği” üzerine sürdürülen hakim propagandaya rağmen, Haçlı Ordularının Ortaçağ’da Doğu İslam ülkelerini işgal yılları da dahil, böyle bir birliğin hemen hiçbir zaman oluşturulamamasının başlıca nedeni de iktisadi-sosyal ve politik koşullarla onların belirlediği çıkar farklılıklarıdır.

Bugün de İsrail’in Filistin işgalini sürdürmesi ve Lübnan’ı işgale girişmesi, “Müslüman İran ve Suriye”nin ABD-İngiliz işgal tehdidi altında tutulması vb karşısında, “İslam’ın birliği” üzerine propaganda sürmekte, ancak Arap-Türk vs “İslam ülkeleri” yönetici sınıfları birbirlerine karşı entrikaları ve emperyalistlerle işbirliğini devam ettirmektedirler. Dikkat çekici ve çarpıcı örneklerden biri Irak-İran savaşıdır. ABD, İran devrimini boğmak için her yolu denedi. Irak yönetimini İran’a saldırı için kışkırttı. İki ülke yöneticilerini silahlandırıp birbirlerine karşı savaşa sürdü; iki tarafa da silah satarak büyük karlar elde etti; bu ülkelerin tahribini ve güç kaybına uğramasını Ortadoğu’daki varlığını güçlendirme olanağı olarak değerlendirdi ve Irak’ı işgal eder ve hala sürdürürken bazı sözde itirazlardan öte, “İslam ülkeleri” yönetimlerinden tepki görmedi. ABD emperyalizmine bağlı ve Batı emperyalizmiyle işbirliği içindeki “Arap devletleri!”, Filistin ve Lübnan’daki Siyonist saldırı ve işgali sessizlikle karşıladılar. İsrail’in Filistin’e yönelik saldırılarına ve Gazze ve Batı Şaria’nın sürekli bombalanmasına; Türkiye’deki İslamcı parti ve gruplarla Nakşi-Nurcu tarikatların ciddi bir tepkisinin olmamasında Türk devlet politikası önemli rol oynamakla birlikte, bu tutum, esas olarak bu grup, parti ve güçlerin emperyalizm ve Siyonizm ile kesin bir uzlaşmazlık içinde olmamalarından kaynaklanmıştır. Şu ya da bu bölge ülkesinde faaliyet yürüten İslam “şeriatçıları”yla onların çeşitli grupları “İslam’ın hakimiyeti” gibi genel bir amaçtan söz etmelerine karşın, aralarındaki yorum farkları onları birbirleriyle de sorunlu kılmakta, Hizbullah ya da Hamas gibi örgütlere yaklaşımlarında da bu farklılık rol oynamaktadır. “300 milyon Müslüman”ın 5 milyonluk İsrail karşısındaki yenilmişliği, burjuva egemen sınıflar için esas olan ve esas alınanın din değil, ekonomik, sosyal ve politik çıkarlar olduğunu gösterdi. “Halkının %99’u Müslüman olan ülke, Türkiye” propagandası yürüten Türk devlet yöneticileri ve hükümetleri Amerikan uydusu olmayı sürdürme kararlılıkları nedeniyle “Hıristiyan Batı”nın Asya’daki taşeronluğunu, kendi deyişleriyle “İslam din kardeşliği”ne tercih ettiler.

ABD ya da başka bir emperyalist güç, herhangi bağımlı-geri bir ülke ile ilişkilerinde, bu ülkenin halkının ya da yöneticilerinin “dini inancı”na ve “şeriatçı mı laik mi” olduğuna değil, kendisinin ekonomik-mali ve politik çıkarlarına öncelik vermektedir. İran’ı kuşatma ve çeşitli biçim ve araçlarla cezalandırma politikası izleyen ABD, Suudi Krallığı’nı bölgedeki dayanaklarından biri olarak kullanmaktadır.

Bugün “İslami terörist” olarak adlandırılan ya da “radikal İslam” görülenler, dün emperyalistlerle işbirliği içinde işçi sınıfı hareketine, devrimci uyanışa ve sosyalizme karşı savaşın güçleri arasında yer alıyorlar; “özgürlük için savaşan mücahitler” olarak tekelci gericilik ve Batılı büyük güçlerin askeri politik şefleri tarafından kucaklanıyorlardı. Ancak sosyalizmin ve işçi sınıfı hareketinin yenilgiye uğratılıp geriye atılmasıyla kullanılmalarının koşulları farklılaşınca, ABD gibi işgalci emperyalistlerin tam teslimiyeti dayatmaları üzerine, Afganistan’da ya da başka ülkelerde ABD-İngiliz emperyalistleriyle çatışmaları gündeme geldi. “İslam”ın ya da “İslami mücahitler”in “terörist” ve “faşist” olarak ilan edilmelerinin nedeni, Batılı emperyalistlerin ilişki biçimi ve koşullarını tümüyle kendilerine göre yeniden düzenlemelerine gösterdikleri direnmeydi. Bu direniş, ulusal, kültürel öteki unsurlarla birleşerek anti emperyalizme evrilebileceği gibi, tekelci gericiliğe ve emperyalist sömürgeciliğe yedeklenme potansiyeline de sahiptir. İslam dininin iktisadi-toplumsal gelişmelere bağlı değişiminin kaçınılamazlığına karşın, “ılımlı İslam” ve “radikal İslam” ayrımınının gündeme getirilişi, ABD’nin başını çektiği emperyalist burjuvazinin ihtiyaçlarına bağlıdır. Sömürgeci politikalara bağlanan dinsel “ılımlılık”, dinde reformu değil tekelci gericiliğe payanda olmayı ifade etmekte, Arap, Türk, Kürt, Pers halkları başta olmak üzere bölgenin “İslam inançlı” emekçilerinin burjuvazi ve emperyalizm ile ilişkilerini mezhep ve din ayrımları ve dinin ılımlı ya da radikal savunusu üzerinden oluşturulmasına hizmet etmekte; kapitalizme ve onun ekonomik-sosyal-politik ve ideolojik olgu ve yansımalarına karşı mücadelede; sömürülenler ve ezilenler olarak birleşmelerine set oluşturmaktadır. Yöneticilerinin “İslam şeriatçılığı”nı da politik bir unsur olarak kullandıkları İran gibi Ortadoğu ülkelerine yönelik emperyalist politika, emperyalist burjuvazinin “dini ideolojiye savaş açması”nı değil, saldırı ve işgal için dini araç olarak kullandıklarını göstermektedir. Amerikan emperyalistlerinin revizyonist SB ile rekabette ve onun etki alanlarına sızmak üzere finanse edip örgütlediği El Kaide ve Taliban gibi “şeriatçı” örgütlerin durumu bir yana, Suudi Arabistan, Emirlikler gibi gerici rejimlerle işbirliği, karşıtlığın, gösterilmek istendiği gibi dinsel kaynaklı ya da “medeniyetler farkı”na dayalı olmadığını kanıtlar.

Anti emperyalizm, İslam şeriatının emperyalizm ve Batılı emperyalistlerle ya da onun en saldırgan gücü olan ABD ile ilişkilerinde belirleyici özellik değildir. Emperyalistlerin dayattıkları işgal ve saldırı politikaları anti emperyalizm ve ABD karşıtlığını doğurmakta; işgal ve saldırı hedefinde olanların aynı zamanda “İslam ülkeleri olmaları”, işgal karşıtı mücadelenin yükselmesinde İslam dininin kavgaya çağırıcı bir ileti olarak rol oynamasını olanaklı kılmaktadır.[7] ABD’nin bugün Ortadoğu’da sürdürdüğü savaş ve bu savaşı “radikal ya da terörist İslam’ı etkisizleştirme” gerekçesine bağlaması kitlesel etki alanı genişleyen İslam dininin, saldırı hedefindeki halkların direnişinde “birleştirici bir öge” olarak kullanılmak istenmesindendir. İslami ideoloji ya da onun herhangi versiyonu, kapitalizm ile uyumlu olmasına ve iktidara gelen muhafazakar ya da daha radikal “İslami partiler” halk kitlelerine uluslararası sermayenin çıkarları doğrultusunda politikalar dayatmalarına karşın, İslam’ın kapitalizm ve kapitalist emperyalizm ile “karşıtlık” içinde olduğu propagandası emekçiler üzerinde etkili olabilmektedir.

‘Politik İslam’ın anti-emperyalist gösterilmesinin nedeni, emperyalist saldırı ve tehdit altında olan Ortadoğu-Kuzey Afrika halklarının İslami inanca sahip olmaları ve emperyalizme karşı bu ülkelerde ortaya çıkan protesto ve direnişlerin dini sembol ve sloganlarla hareket etmeleridir. Gerçekte yaşanan ve dinin de kullanılmasını sağlayan ise ABD başta olmak üzere emperyalist güçlerle saldırı ve işgal tehdidi altındaki ülkeler (Irak, Afganistan, Filistin, Lübnan, Suriye, İran vs) arasındaki mücadeledir. Bu mücadelede bugün çoğu işbirlikçi olan yerli egemen sınıfların tuttuğu yer, çelişkinin asıl karakterini de gizleyici bir işlev görmektedir. Ancak ezen ve ezilen uluslar, sömürgeci ve sömürge ülkeler ilişkisi dünya kapitalist sisteminin temel olgularından biri olmaya devam ediyor. Ezilen ulusların bağımsızlık mücadelesinin ve emperyalizmden kurtuluşun temelleri buradadır. Bu nesnel durum, ezilen ulusların kurtuluş mücadelesinin proletarya ve ezilen sınıfların mücadelesine bağlanmasının da başlıca etkenidir.

Bu gelişme, başka sonuçlarının yanı sıra, proletarya ve kent-kır emekçilerinin ittifak yapacakları güçlerin daralması veya “genişlemesi”nin koşullarını da oluşturur. Tekelci baskı ve emperyalist hegemonya küçük ve orta burjuva kesimlerin iflasa sürüklenmelerinin koşullarını oluşturmakla onları bu baskıya karşı mücadelenin tutarsız güçleri arasına sokar. Bu ise emperyalist saldırganlık ve baskıya karşı mücadelede bu kesimlerin -koşullu ve sınırlı olabileceği unutulmadan- mücadeleye çekilmeleri için çabayı gerekli kılar. Bu kesimler ya da onların daha azınlık bölümü, “ulusal kapitalizm”lerini savunmak ve özel mülkiyetlerini korumak için emperyalist işgal, baskı ve dayatmalara karşı ikircikli-sallantılı ve tutarsız da olsa tutum alabildikleri görmezden gelinemez.

İşçi sınıfının anti emperyalist mücadelenin başına henüz geçemediği ya da mücadele içinde yer almakla birlikte, sermayenin çıkarlarını ifade eden bilinç biçimlerinin etkisinde hareket etmekten esas olarak henüz kurtulamadığı koşullarda anti emperyalist mücadele küçük ya da orta burjuva kesimler tarafından kontrol edilebilir. Bu durumda da işçi sınıfına düşen, mücadelenin dışında kalmak, anti kapitalist muhtevaya sahip değil ya da bu muhteva zayıf diye onu küçümseyip önemsememek değil, ülke ve halk çıkarını öne alarak mücadelenin ilerlemesi için çaba göstermek ve bağımsız tutumuyla mücadelenin başına geçmeye çalışmak olmak zorundadır.

Emperyalizm, tekelci kapitalizm olmasıyla anti emperyalizmin bu “sınırlar içinde” anti kapitalizm olmasını da koşullar. Anti emperyalizmin anti kapitalizm olarak da alınabilmesi ancak en genel anlamında ve üretim ilişkilerinin kapitalist ‘ortak’ karakteri nedeniyle söz edilebilir. Anti emperyalizmi anti kapitalizm koşuluna bağlamak veya bu sınırlara çekmek, nesnel çelişkilerin belirlediği sınıf saflaşmalarını iradi zorlamalarla daraltmak, mücadele güçlerinin bir bölümünü dışarıda bırakan taktiklerle işçi sınıfını yalnızlaştırmak, ezilen ulusların bağımsızlık sorununu yok saymak, emperyalizm ile ezilen-bağımlı halklar çelişkisini görmezden gelmek olacaktır. (devam edecek)

 


[1] Doğu-Batı dergisi 32. sayısının girişinde, ünlü sinema oyuncusu Marlon Brando’nun şu sözlerini aktarıyordu: “Hükümetimiz, Kızılderililerle neredeyse dört yüz anlaşma yapmıştı ve her birini teker teker çiğnemişti. Yapılan bu anlaşmaların hemen her metninde şu ifadeler yer alıyordu: ‘Irmaklar aktıkça, güneş tepede parladıkça ve çimenler yeşerdikçe bu topraklar sizindir ve sizin izniniz olmadıkça da ne elinizden alınabilir ne de satılabilir.’ Evet, bütün bu anlaşmalar, yüce mahkemelerimizin takdis ve takdiriyle birer birer çiğnenmişti.”

Kızılderililerin ‘bilge’ sözcülerinden biri olarak “Kırmızı Bulut”, Amerikan burjuvazisinin sömürgeci zorbalığını ve Kızılderililerin yaşadıkları dramı, şu sözlerle özetliyordu: “Bize birçok söz verdiler/hatırlayamadığım kadar çok/bir teki dışında/ hiçbirini tutmadılar/ topraklarımızı alacaklarını söylediler/ ve aldılar.”

[2]ABD tarihi, sadece Amerikan yerlilerinin topraklarını kaybedişlerinin tarihi olmamıştır. Bu tarih, kıyıcılığın, katliamların, sömürgeci talanın ve insanın gerçekten insanca yaşayabileceği bir dünyayı kurma umudu ve çabasına karşı “kıyamcı” politikaların tüm yeryüzüne yaygınlaştırılması için kıyasıya ve çok yönlü saldırganlığın da tarihi olmuş; sömürgeciler, kendi ülkelerinde, halkları sömürüp elde ettikleri zenginlikle birlikte ve denebilir ki ondan fazlasını kolonilerden sağlayarak, ihtiyaç duydukları kaynak ve dayanaklara sahip olabilmişlerdir.

[3] Bu tezlerin sahipleri, “dini ideoolji”ye değil, onun “İslami” biçimine karşı bir tutum içindedirler ve bu nedenle de tutarlı değildirler. Bunlar, Hıristiyanlığın da “evrensel hakikati bildiren” bir din olarak ortaya çıktığını; İsa’nın ‘Eski Ahit’i tamamlayan peygamber olduğu” ve “insanlığı kurtuluşa götüreceği”ni vaaz ettiğini; böylece sonraki din ya da dinlerin gereksizliğinin de, “Tanrının oğlu İsa Mesih”in “kutsal mesajı ile” ilan edildiğini bildirdiğini görmezden geliyorlar.

[4] Nasır’ın “sömürüye yönelmeyen”, özel mülkiyeti kutsayan “dini sosyalizm” anlayışıyla bugünün “modern muhafazakar” kapitalistlerinin emek gücü sömürüsünü hak bilip, faiz ile “kâr payı” arasında sözcük oyununa baş vurarak rant getirilerini “İslam’a uydurma”ları arasındaki fark, ikincilerin kapitalizm savunucusu ve sosyalizmin açık karşıtları olmaları, Nasırcı “sosyalistler”in ise, özel mülkiyeti dinin yanı sıra sosyalizm ile de bağdaşır görmeleridir.

 

[5] 1980’lerin ikinci yarısından itibaren, uluslararası alanda başlatılan ve öncülüğünü Margret Thatcher ile Ronald Reagan’ın yaptıkları özelleştirme saldırısı Irak’ta da gündeme getirildi. Sözde sosyalist Baas rejimi, komünistlere ve Kürtlere karşı baskı ve katliam politikası izlemekteydi.

 

[6] Dinin merkezi yönetimlerde temsilinin en güçlü olduğu dönemlerde yaşanan bir örnek oldukça çarpıcıdır: Rusya’ya karşı İngilizlerin desteğiyle Kırım’da savaşan Osmanlı yönetimi, Hindistan’da Müslüman nüfusun İngiliz sömürgeciliğine karşı yürüttüğü bağımsızlık mücadelesinin durdurulması için bir “hilafet bildirisi” yayınlayabilmiştir. Bunu, Halife Sultan’ın İngiliz sömürgecilerinin müttefiki olmasından hareketle “Hint Müslümanları” arasında yürütülen “gayri Müslim bir yönetim altında yaşanıp yaşanamayacağı” tartışmalarında, “Hint uleması”nın ülkelerini “dar ül İslam” ilan ederek “cihad”ı gereksiz sayması izlemiştir. (K. Karpat, İslam’ın Siyasallaşması)

 

[7] İşgal altındaki ya da işgalle karşı karşıya bulunan bir ülkede, egemenlerle ezilenlerin; burjuvazi ve işçi sınıfının tutumları ve izleyecekleri politikalar temel önemde farklılıklar gösterir. Egemen sınıflar ve temsilcileri için sorun ekonomik siyasal konumlarını korumaktır. Bunun için teslimiyet ve işbirliğine yönelme başlıca ve belirgin tutumlarıdır. Ara kesimler ikircikli ve tutarsızdır. İşçi sınıfı ve emekçiler ise ülkenin tam bağımsızlığı için mücadele ederler ve bu mücadelenin –elbette olanaklar ölçüsünde ve güç ilişkileri dikkate alınarak- anti emperyalizm sınırlarını aşması için çaba gösterirler. Bu durum mücadeleye katılabilecek ve fakat çeşitli dini-politik vs bakımlardan sistem karşıtı olmayan güçlerin dışlanmasına neden olacak politikalardan kaçınmayı ve küçük burjuvaziyle çıkarlarını “ulusal olanın savunusunda gören” ara güçlerin tutarsız ve sallantılı da olsa bu mücadelede yer alması için çaba göstermeyi gerekli kılar. İşçi sınıfı, bağımsız tutumu ve örgütlenmesini gözeterek emperyalizme karşı mücadele çizgisinde birleşebilecek tüm güçlerin birliği için çabayı öne çıkarır.

 

Yeni Eğitim Müfredatı Üzerine

Ülkemizde eğitimin her dönem “milli” bir dava olarak algılanması sağlanmış, her siyasal iktidar programına eğitimin öncelikli konusu olduğunu yazmış, kendi iktidarı döneminde eğitimin sorunlarını çözeceğini iddia etmiştir. Hatta ülkenin “makus talihi”nin eğitimle yenileceği “, ancak eğitimle müreffeh ülkeler seviyesine çıkılabileceği” vurguları ile hemen her dönem kendi eğitim politikalarına destek aramışlardır.

Türkiye’de özellikle eğitim programları, çok sık değişen programlar değillerdir. Ama eğitimin sürekliliği düşünüldüğünde, ideolojik özün değişmesi için sadece bilimsel teknolojik gelişmelerin eğitim programlarına yansıtılması yeterli değildir. Öncesi bir yana, örneğin soğuk savaş döneminin ürünü olan 1948 eğitim programı 20 yıl sonra 1968’de değiştirilmiştir. 1968 programı da 36 yıl sonra 2004 yılında değiştirilmiştir. Her program değişikliği aslında ya yönetenlerin ekonomik, siyasal ve ideolojik ihtiyacından ya da halk kesimlerinin verdiği mücadelenin değiştirme, dönüştürme güçlülüğüne ulaşmasından doğar.

Bu yazıda AKP’nin acil eylem planında önemli bir yeri olan, 2004-2005 eğitim-öğretim yılında Türkiye genelinde 120 okulda pilot olarak uygulanan ve geçtiğimiz eğitim-öğretim yılında bütün ülkede uygulamaya konulan yeni ilköğretim programının ekonomik, siyasal, felsefi ve ideolojik ihtiyaçları üzerine kurgulanan yapısı değerlendirilmeye çalışılacaktır. Değerlendirme yapılırken Milli Eğitim Bakanlığı yetkililerinin kendilerini savunmada önemli bir dayanak olarak sunulan 1968 programı ile bir kıyaslama yapmadan kavramlar ve yol açacağı sonuçlar üzerinde durulacaktır. Yoksa 1968 programındaki ezberci, düşünmeyen, sorgulamayan, bu düşündükleri ve sorguladıkları doğrultusunda eyleme geçmeyen bireyler yetiştirmeye dayalı sistemi savunma hatasına düşme riski yüksektir.

Gelişmiş ya da azgelişmiş tüm kapitalist toplumlarda uygulanan eğitim programlarının içeriğine bakıldığında temel vurgunun toplum değil, birey olduğu kolaylıkla görülebilir. Türkiye’de uygulanan tüm eğitim programları bu anlayış temelinde oluşturulmuştur. Bu anlamda eğitim programları “sağlıklı, mutlu ve sürekli gelişen bir toplum oluşturmanın yolunun, bireylerin iyi özelliklerini artırmaktan geçtiğini” peşinen kabul eder. Yeni programın öncekilerden farkı, bu anlayışa ek olarak, aynı zamanda dinsel/mistik birey anlayışına önem vermiş olmasıdır. Öyle ki, “her birey, yaratılıştan mükemmeldir” ifadesi ile “yaratılış teorisi” ve “akıllı tasarım” bir biçimde programa eklenmiştir. Ancak aynı zamanda “yaratıcı drama” gibi öğretim tekniklerinin yer alması, yeni programın din ve bilime aynı önemde vurgu yapar görünerek, ileride yeni çelişkilerin çıkmasına da davetiye çıkarmıştır.

YENİ MÜFREDAT OLUŞTURMAYI ZORUNLU KILAN NEDENLER

Türkiye, özellikle 24 Ocak 1980 Ekonomik Kararları çerçevesinde 12 Eylül Darbesinin açtığı yolda hızla ekonomik liberalleşme sürecine girdi. Ekonomiyi buna uygun hale getirmek için yeni liberal politikanın ülkenin kurtulmasında temel olacağı propaganda edildi. 1983 seçimlerinde Turgut Özal ile Necdet Calp arasında yaşanan köprüyü satma tartışması ile, eski ile yeni arasında bir çatışmanın olduğu, eskiyi (kötü olanı) savunanların özelleştirme karşıtlarının, yeniyi (ülkenin makus talihini yenecek olanın) özelleştirmeciler ve yabancı sermaye olduğu fikri üzerinden bir kabullendirme atmosferi yaratılmaya çalışılmıştır. Artık ülkenin gündemine o güne kadar toplum tarafından hoş karşılanmayan söylemler girmeye başlamıştır. “Zenginlerin sevilmesi gerektiği”, “herkesin kendinden sorumlu olduğu”, “önceliğin kendini kurtarmak olduğu ve bunun için de kimin omzuna basarak yükseldiğinin önemli olmadığı”, “Memurların işini bilir olması durumunda geçim sıkıntısı çekmeyeceği” gibi ifadeler eşliğinde bireycilik ön plana çıkarıldı. Sürekli olarak işini bilenlerin yeni sistemin sunduğu olanaklardan yararlanarak kendini kurtarıp sınıf atlayacağı empoze edilmiştir.

1980 sonrasında ekonomik alanın özelleştirme uygulamaları ile hızla talan edilmesi, liberalleşme, hayali ihracat, banka hortumlamaları vb. yollarla yeni zenginlerin ortaya çıkması sağlanmıştır. Yine aynı dönemde işsizlik oranlarının artması, enflasyonun üç haneli rakamlara ulaşması, uluslararası finans kurumlarının ekonomiye ve siyasete daha da açıktan müdahale etmesi, iç ve dış borçlar ülkenin geleceğini ipotek altına alması yeni tartışmaları beraberinde getirmiştir. “Devlet süt satar mı? Kumaş üretir mi?” tartışmalarıyla başlayan özelleştirme süreci bugün Seka, Seydişehir Alüminyum, Tüpraş, Petkim gibi stratejik değeri olan, en temel, en karlı ve büyük işletmelerin talan edilmesine; en temel hak olarak görülen, uygulanmasa bile, anayasada ifade edilen devletin “sosyal yönü”nü ortadan kaldırmaya doğru ilerlemiştir. Eğitim, sağlık, sosyal güvenlik vb. haklar yasal, yönetsel değişiklikler ve fiili uygulamalarla bir hak olmaktan çıkmış, toplum her dokusunda bu değişikliği (yıkımı) hissetmiştir. Artık bir işe girip sendikalı, sigortalı çalışma veya işte kalıcı olma hayal haline getirilmiştir. Emekçilerin kullandıkları haklar bakımından bir geriye gidişi ifade eden bu sancılı dönüşüm sürecinden toplumun bütün bireyleri ve sosyal kurumlar ciddi yaralar alarak çıkmışlardır.

Bütün yapısı “yeni liberalizm” olarak adlandırılan ekonomik sisteme göre değiştirilmeye çalışılan bir ülkede bir üst yapı kurumu olan eğitimin de eskisi gibi kalması mümkün değildir. Eğitim sistemi ve programlar da, kapitalizmin yeni ekonomik politikalarının ihtiyaçlarına göre değiştirilmiş ve “eskinin eleştirisi” üzeriden “yeninin kutsanması” söylemi, bu kez eğitim programları alanında kendisini göstermiştir.

YENİ İLKÖĞRETİM PROGRAMININ DAYANDIĞI TEMELLER

Hızla piyasalaştırılan ve alınır satılır bir mal haline getirilmeye çalışılan eğitim, felsefi ve ideolojik olarak da bir değişim yaşamak zorundaydı. Nitekim bu değişimi yapmakta AKP iktidarına nasip oldu. Önce eğitim sistemi içinden çıkılması güç bir hale dönüştürülmüş ve toplumun eğitime bakışında “Bu böyle gitmez artık değişmelidir” mantığı hakim düşünce haline getirilmiştir. Kuşkusuz eğitim sisteminin, programların bu mantığa uygun olarak değişmesi bir ihtiyaç olarak ortaya çıkmıştı. Bu nedenle, başka alanlarda kapitalist sistemin yeni politikaları doğrultusunda yapılacak değişimler “reform” olarak nitelenirken eğitimde bunun adına “devrim” dendi. Tartışmalar da Newton eleştirisi üzerinden, Kuantum felsefesi temelinden başlatıldı. Bu eleştiriye göre, Kuantum fiziği, kaos matematiği, evrimci biyoloji, sinir bilim ve sistem ile ilgili teoriler alanlarındaki buluş ve ilerlemeler, bu dünyanın ve içinde yaşayan insanın öğrenilmesi ile ilgili görüş ve kuramları değiştirmişti. Yani seçenekler sadece “siyah-beyaz” değildi. “Gri” tonlar da vardı ve bu tonların görülmesi gerekiyordu. Programın siyasal sahipleri, Kuantum fiziğine göre hiçbir şeyin kesin olmadığını, o halde eğitimde pozitif aklın değil, olasılıkçılığın baz alınmasını gerektiğini vaat ediyordu. Bir başka önemli adım da “yaradılış teorisi”nin de en az “evrim teorisi” kadar ciddiye alınacak bir kuram olduğunun programa girmesiydi. Böylelikle dini dogmaları eğitim ve bilimin karşısına daha rahat koyabileceklerdi. Bu şekilde bir yandan kendi siyasal-ideolojik düşüncelerini eğitim programına daha rahatça eklemlerken, bir yandan da kapitalizmin ihtiyaç duyduğu değişimin eğitim programının her alanına nüfuz etmesini sağlamışlardır.

Programlarda eğitim, genel anlamıyla “önceden planlanmış faaliyetler sonucunda istendik davranış değişiklikleri meydana getirme” olarak tanımlanır. Farklı bakış açılarından yola çıkarak eğitim, çeşitli şekillerde de tanımlanabilir. “Küreselleşme”, “neoliberalizm” vb söylemlerin içinde bulunduğu ve sistemin kendini tanımladığı bu söylemlere dayanak teşkil eden kavramların da topluma empoze edilmesi gerekir. Eğitim programları bunun en etkili araçları arasındadır.

Toplum ve bireyler, buna uygun programlar çerçevesinde eğitim ve öğretimden geçirilerek, bireyin düşünce ve davranış yapısında amaçlanan değişiklikler, çocuk yaşlardan itibaren hayata geçirilmeye çalışılır. Bugün Türkiye’de olan tam da budur. Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı Talim Terbiye Kurulu tarafından oluşturulan yeni programa bakıldığında, “küreselleşme” ve “neoliberalizm”in genel ve özel amaçlarının programın ana öğeleri olduğu görülecektir. Söz konusu öğeler, önceki sistemin eleştirisi üzerinden, kendi kavramlarını meşrulaştıracak yöntem ve teknikler kullanılarak programa dahil edilmiştir. Ancak felsefesini oluşturduğu “bayrak direği” tanımlaması ile önceki programlardan öz olarak farklı olmadığı görülebilir.

AKP, yeni ilköğretim programını ABD’den neredeyse bire bir kopya ederek, toplumu kendi siyasi-ideolojik hedefleri temelinde değiştirmeyi de önüne hedef olarak koymuş ve diğer tüm alanlar gibi eğitim alanını daha da gericileştirmenin hesaplarını yapmıştır. Bir taraftan geleneksel “hassasiyetleri” gözetmeye çalışırken, diğer taraftan Talim Terbiye Kurulu Başkanı ve İlköğretim Genel Müdürü gibi kilit makamlarla çelişkilere düşerek, onları saf dışı etmek gibi gelişmeler de geçtiğimiz dönemde ön plana çıkmıştır (Eğitim programının asıl “mimarları” olarak kamuoyunda tanınan Talim Terbiye Kurulu Başkanı ve İlköğretim Genel Müdürü görevlerinden istifa etmeye zorlanmışlardır).

Eğitim programlarının hazırlanmasından uygulanmasına kadar bütün süreçlerde merkezi anlamda etkili olan en önemli unsurun Avrupa Birliği (AB) süreci olduğu şüphe götürmez bir gerçektir. AKP, eğitim alanında yapmak istediği değişiklikleri gayet kurnazca AB süreci ile ilişkilendirmiş ve böylece elini büyük ölçüde güçlendirmiştir.

Anlatılanlardan hareketle, yeni eğitim programının, “yeni liberal” olarak tanımlanan sisteme tam uyum ve bu sistemin devamını sağlayacak bireyleri yetiştirmeyi hedef alan bir yapıda oluştuğunu söylemek mümkündür. Kapitalizmin “yeni” olduğunu iddia ettiği bu sistemde bireycilik, girişimcilik, verimlilik, esneklik gibi son yılların moda kavramları üzerine kurulmuş ve bu kavramları referans alarak eğitimin içeriğini yeniden düzenlemeyi amaçlamıştır.

YENİ PROGRAMIN İÇERİĞİ, AMAÇLARI VE HEDEFLERİ

Yeni ilköğretim programının içeriğine bakıldığında, ilköğretim çağındaki çocukların gelişim devresine uygun olmayan amaç ve hedefleri görmek mümkündür. Örneğin, çocuklara değişim sırasında çıkabilecek engellerden etkilenmemeleri, değişime uyarlanmaları için “risk alma” ve “kariyer gelişimi”nin öğretileceği belirtilmektedir. Günümüzün rekabete dayalı serbest piyasa ve girişimciliğine hitap eden kavramlar, çocukların gelişim düzey, kişilik, zeka ve konumlarının çok ötesinde olan ve daha çok yetişkinleri ilgilendiren “iktisadi” kavramlar olarak ortaya çıkmasına karşın, çocukların ilköğretimden itibaren bu kavramlara “alışması” hedeflenmektedir.

“Girişimcilik”, “lider olma”, “takım ruhu”, “sorun çözme”, “kariyer geliştirme”, saf ve kırılgan dünyaları içindeki çocukların henüz gelişmemiş kişilik özelliklerini fazlasıyla aşan kavramlardır. Nitekim Talim ve Terbiye Kurulu Başkanlığı’na göre yeni program, …hızla değişen dünyada ortaya çıkabilecek ekonomik fırsatları [çocuğun] değerlendirmesi için rehberlik eder. Bu sayede öğrenci, gittikçe küreselleşen dünyada başarılı bir birey olarak, ilerideki çalışma hayatına girişimci bir ruhla ayak uydurmada zorlanmaz.” “Çocukların girişimci bir ruhla yetişmelerini hedefleyen program, sınıf içi etkinliklerden başlayarak, tüm çalışmaların “verimliliğe” dönük olmasını öngörmektedir. Ancak bu verimlilik dili, çocuğun çok yönlü gelişimini sağlayan bir etmen olarak değil, piyasaya ve piyasa ilişkilerine rahatça uyum sağlamanın bir gereği olarak düşünülmüştür.

“Bir ürünün gerekliliğini sezme”, “ürünü planlama”, “üretme”, “pazar araştırması yapma”, “pazarlayabilme” vb. kavramlar, çocukları daha okul sıralarında “okumuş birer kapitalist haline getirmek” anlamına geliyor. İktisadi boyutta “girişimci birey” modeli benimsendiği için, demokrasi de birey düzeyinde ele alınıyor; bireyin uyarlanması gereken bir hayat biçimi olarak tanımlanıyor.

Baştan sona “eleme” ve “seçme”ye dayalı olarak oluşturulan yeni sistem, aslında klasik ölçme ve değerlendirmenin yetersizliğinden kalkarak, iktisadi dile dayalı bir ölçüm sistemini önermektedir. Ölçülmesi planlanan, mal ve hizmet üreten kurumlar gibi eğitimin de çıktısı olan “mezun”ların piyasadaki “kalite ve verimliliği”dir. “İnsanı üretici ve tüketici olarak eğiterek, mal ve hizmetlerin kalitesinin yükselmesine ortam hazırlanmalıdır” ifadeleri bu amacı özetlemek için yeterlidir.

Yeni programın kısa dönem amaçları ve uzun dönem hedeflerine yönelik olarak, eğitim programlarının yürütülmesinde Toplam Kalite Yönetimi’nin (TKY) esas alınmış olması, sorunun basit bir program değişikliği olarak görülmesini engellemektedir. Hem demokratik ve çağdaş bir öğrenme, hem de bir ölçme-değerlendirme yöntemi olduğu iddia edilen TKY çerçevesinde, “müşteri güdümlü”, “kalite geliştirmeye dayalı”, “süreç, ürün ve hizmetlerin sürekli gelişimi”ni öngören, “başarının sürekli ve geçerli ölçümleri”ni belirleyen, “öğretmen ve yönetici performanslarını standartlara uygunluk açısından değerlendiren”, “sürekli gelişim için hız ve zaman kullanımı”na önem veren bir tablo sergilenmektedir. Dolayısıyla eğitime uyarlanmış haliyle TKY’de esas olan, bireyin/öğrencinin, toplumsal öğrenme çerçevesinde bilgi ve değerler elde etmesi, yani kolektif bir varlığa dönüşmesi değil, içinde bulunduğu örgütün (okul) dış şartlara (öncelikle piyasanın istekleri) uyarlanması açısından belirlenen “misyon” ve “vizyon”a göre elde ettiği performansın bireysel kalite ve verimlilik bakımından ölçülmesidir.

Yeni program tüm okulları kapsamaktan çok, fiziksel donanımı, eğitim materyalleri, öğretmen kadrosu ve yeterliliği, öğrenci profili genelin üzerinde olan okullar için hazırlanmıştır. Oysa, Türkiye’nin çoğu köy, kasaba ve gecekondu okulları, en temel hizmet ve gereksinimlerinden bile yoksundur. Bu anlamda program, standart olarak “genel”i değil, “özel”i esas almıştır. “Özel” ise, varlıklı sınıfların çocuklarının fiili durumudur. Ne var ki, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da çocukların çoğunun dili Kürtçe’dir ve bu durum, daha ilk aşamada, ilköğretimde sorun yaratmaktadır. Bu sorunu çözmek, yani oradaki Kürt çocuklarının dil sorununu çözmek için dönemin Talim ve Terbiye Kurulu Başkanı Ziya Selçuk’un önerdiği çözüm ise ilginçtir; “İlk ve orta öğretim, ulusal savunma mekanizmalarının, kültür direnç hatlarının kurulması gereken yerlerdir… Türkçe’nin iyi konuşulmadığı yörelerde Türkçe’nin öğretimi, projenin bir parçasıdır. Yine aynı Talim Terbiye Kurulu’nunTürkçe’nin doğru ve güzel konuşulamadığı yöreler için programda ayrı bir bölüm olmalı. O yörelerin insanları oralarda öğretmenlik yapmamalı; ben özellikle ana dil öğretimi yerine Türkçe öğretimi ifadesini kullanıyorum, çünkü yanlış anlaşılabilir”(*) ifadesi, eğitim biliminin temelini oluşturan anadilde eğitim noktasındaki ırkçı-şoven politikaların yeni programda da sürdüğünü görmek açısından önemlidir.

Yeni eğitim programı, hem öğrencilerin hem de öğretmenlerin performanslarını değerlendirirken, öğretmenleri hem kendi içlerinde hiyerarşik bir sıralamaya (“apoletli” öğretmen) tabi tutmayı ve öğretmenlerin emeklerini performans çerçevesinde belirleyip ücretlendirmeyi hedeflemektedir. Performans değerlendirmesi, her iş kolunda olduğu gibi eğitim ve bilim iş kolunda da sözleşmeli uygulamayı yaygınlaştırmayı, dolayısıyla kadrolu istihdamı daraltmayı öngörmektedir.

Yeni programla getirildiği iddia edilen ”yaratıcılık”, “eleştirel düşünme”, “beceri kazandırma” gibi amaçlar, 1930’lu yıllardan bu yana müfredatlarda yer almasına karşın, bunların “yeni” diye sunulması, bu kavramların programın içeriğindeki “yeni liberal” özün örtüsü işlevi görmesi, programın nihai hedeflerini gizleyerek, görüntünün kurtarılmasına hizmet etmektedir.

SONUÇ

Dünyanın en kusursuz müfredat programı da hazırlanmış olsa, eğitim sisteminin temelini oluşturan insan unsuru göz önüne alınmadığında, başarılı olmak mümkün değildir. Yeni eğitim programı, tıpkı öncekiler gibi, insanı değil, kapitalizmin yeni dönemdeki ihtiyaçlarına yanıt verebilen bireyleri yetiştirmeyi kendisine temel amaç edinmiştir. Parasız, bilimsel, demokratik, laik ve anadilde eğitim hakkı dayanak yapılarak oluşturulacak eğitim programlarının uygulanması aşamasında piyasanın istekleri değil, toplumun gereksinimleri dikkate alınmalıdır. Çocuk ve gençler, bireysel değerlerin (kavrayabilme, beceri geliştirebilme vb.) yanı sıra toplumsal değerlere (eşitlik, paylaşım, birlikte üretim ve iş yapma vb.) göre de eğitilmelidir.

Eğitim programlarında yer alacak bilgi ve değerlerin somut ve gerçekçi olması gerekir. Örneğin trafik konusu işlenirken, trafik kazalarının (demiryolu politikasının tercih edilmemesi gibi) gerekçeleri çocukların anlayacağı bir dille anlatılmalıdır. Ayrıca programlarda yer alan konu amaç, hedef, öğretim ilke, yöntem ve kavramların, çocukların sosyal ve kültürel gelişim düzeyine uygun olmasına dikkat edilmelidir.

Yeni program, tıpkı eskisi gibi sınav ve not sistemi üzerine kurulmuştur. Sınav ve not sistemi, geliştiren değil, eleyen ve seçen bir sistemin ürünüdür. Ölçme ve değerlendirme, öğretmen-öğrenci-veli üçgeninde kurulmalı ve sadece nicelik değil, niteliğin ölçülmesine ve geliştirilmesine önem verilmelidir. Eğitim programının hedefi, sadece “mutlu birey” değil, “gerçekçi ve çok yönlü insan” yetiştirmek olmalıdır. Çocuklar, istedikleri her alanda bilgilenme, beceri geliştirme ve değer kazanma hakkına sahip olmalıdır.

Yeni eğitim programı hakkında daha çok şey söylenebilir. Ancak özüne bakıldığında, eğitim programının, neo-liberal politikaların Türkiye’de kapitalizmin gelişme aşaması ve yönüne uygun olarak hazırlatılıp (ya da tercüme edilip) uygulanmaya çalışıldığı açıktır. Kapitalist ideolojinin “yeni” olduğunu iddia ettiği kavramlar üzerinden kendini yenilemesi ve sistemin geleceğini güvenceye almak açısından yeni eğitim programına yüklenen anlam, burada belirtilenlerden çok daha fazladır.

Çalışma ilişkilerinin demokratikleştirilmesi ile eğitim programlarının demokratikleştirilmesi mücadelesi arasında yakın bir ilişki vardır. Bu yakın ilişki çerçevesinde ülkenin demokratikleştirilmesi mücadelesi önemli bir ayağı da, eğitimin ve onun içeriğini belirleyen programların emek eksenli değiştirilmesi mücadelesinin birleştirilmesidir. Bugün işçi ve emekçilerin verdiği mücadele, eğitimle ilgili talepleri de kapsayarak genişletilmeli ve toplumun bu politikalardan olumsuz etkilenen kesimlerini de kendi etrafında birleştirmeye doğru ilerlemelidir.

Yararlanılan Kaynaklar:

Talim Terbiye Kurulu Başkanlığı Web Sitesi, www.ttkb.gov.tr,

Eğitim Sen, Yeni Müfredatın Değerlendirilmesi Raporu.

Eğitim Sen, Yeni Müfredat Uygulama Sonuçları Raporu

 


[*] Eğitim Sen Genel Eğitim Sekreteri

* Ziya Selçuk, tam da burada yeni müfredatı benzettiği bayrak direğinin esnemeyen alt kısmını tarif etmiştir.

Halkın Sorunu: Eğitimde Özelleştirme

EĞİTİMİN SINIFSAL NİTELİĞİ

Eğitim, politik ekonomiden ve sınıfsal bağlamından kopuk olarak değerlendirilemeyecek olan ve değerlendirilmemesi gereken bir kavramdır. Günümüzde birçok eğitim bilimci, nesnel olma, politikadan uzak durma ve çok para kazanma kaygıları içinde, eğitimi sınıfsal bağlamından kopuk olarak incelemeye ve açıklamaya çalışmaktadır. Eğitimi, böylesine sınıflar üstü bir yaklaşımla değerlendirme çabaları, aslında politik bir tercihin sonucudur. Bu yöndeki çalışmalar, çoğunlukla burjuva ideolojisinin çizdiği sınırlar içine hapsolmakta ve ister istemez bu ideolojinin propagandasını yapmaktadır.

Oysa ki eğitim, sınıflı toplumlarda egemen sınıfın ideolojisinin yaygınlaştırılmasının ve yeniden üretilmesinin temel araçlarından birisi olarak kullanılagelen bir toplumsal olgudur. Bu çerçevede eğitim konusu ele alındığında, onu salt “davranış değiştirme süreci”, “insani gelişimi ve toplumsal ilerlemeyi sağlayan bir araç” olarak ele almak yeterli değildir. Bunun da ötesinde, eğitimin, iktidardaki sınıfın toplumu ideolojik olarak dönüştürmesi ve kendisine bağlamasının etkin bir aracı olduğu gerçeği, bilimsel analizlere dahil edilmelidir. Bu dönüştürme sonucunda, eğitim, insanın kendisini tüm yönleriyle geliştirmesini sağlayarak onu mutlu edebileceği gibi, geçen yüzyılın en büyük yıkımına yol açan bilimsel bir icadın (atomun parçalanması), burjuvazinin eline geçtikten sonra yolaçtığı sonuçlar gibi, bireysel ve toplumsal bir yok oluşa da götürebilir.

Eğitimin, atom bombasına benzetilmesi abartılı bulunabilir. Ancak insanlık tarihinin geçirdiği aşamalar, günümüzdeki durum ve –aynı yöndeki gidiş bugünden durdurulmadığına göre– yakın geleceğin alması olası yapısı ve bu oluşumda eğitimin yaptığı etki, bu “abartılı” ele alışın yanlış olmadığını göstermektedir. Günümüzde Ortadoğu’nun kan gölüne dönmüş olması, Afrika’daki açlık ve yoksulluğun dalga dalga bütün dünyaya yayılması, sanayileşmiş ülkelerde dahi işsizlik sorununun çığ gibi büyümesi, tedavi edilebilir hastalıklar yüzünden bile her gün binlerce insanın yaşamını kaybetmesi, geri kalmış ülkeler başta olmak üzere, bütün dünyada çocukların ticari ve cinsel sömürü metası olarak kullanılması, organ ticareti, küresel ısınma, hava ve çevre kirliliği ve daha onlarca yıkıcı sorun, açık ki, kapitalist emperyalizmin ürünüdür. Bütün yıkıcılığına rağmen, kapitalist emperyalizmin ve ideolojik biçimlerinin geçmişte ve günümüzde, tekellerin yağma ve boyunduruğu altında ezilen sınıflar ve ulusların büyük bir kısmı tarafından da trajik bir biçimde benimseniyor ve savunuluyor olmasında, burjuvazinin etkili strateji ve propagandaları yanında, tekellerin hizmetine sokulmuş eğitimin de “yıkıcı” etkilerinin olmadığını söylemek olanaklı değildir.

Ancak, burjuvazinin elinde atom bombasına da dönüştürülse, bilimsel bir icadın, insanlık tarihinin devrimci ilerlemesi açısından önemi reddedilemeyeceği gibi; eğitim de, halkların devrimci ve demokratik davranışlar geliştirmesinin araçlarından biri olarak ele alınmak durumundadır. Her ne kadar işçi sınıfının devrimci mücadelesi, eğitimli/diplomalı olmayı gerektirmese bile, mücadele içinde edinilen deneyim de bir tür eğitimdir. İşçi sınıfı ve ezilen ulusların sömürü düzenini değiştirmek için gereksinim duydukları teorik birikimin oluşmasında, bu tür bir eğitimin de rolü vardır. Ve kuşkusuz sömürülenler, bu pratik eğitimin yanında, düşünsel gelişimlerini ve aydınlanmalarını sağlayacak bir eğitime de ihtiyaç duyacaklardır.

Bu bağlamda eğitim, sermaye ve emek açısından aynı anlama gelmemektedir. Ancak, sınıflı toplumlarda, hangisinin iktidarda olduğundan bağımsız olarak, eğitim; iktidarın elde edilmesinin, korunmasının ve yeniden üretilmesinin en önemli araçlarından birisidir. Ama bu iki karşıt gücün (sermaye ve emeğin) eğitimin içeriğine yaklaşımlarında büyük farklar bulunmaktadır. Tekellerin egemen olduğu kapitalist ülkelerde, eğitimin insan hak ve özgürlüklerini geliştirici bir öz taşıması beklenemez. Böyle ülkelerde eğitim, bir “sınıf atlama” aracı olarak halka pazarlanır. Ancak sonuçta, seçen ve eleyen bir süreç işler ve herkes, kendisine sınıfsal niteliğine göre önceden biçilmiş olan toplumsal rolüne uygun konumlara yerleştirilir. Oysa hak ve özgürlüklerin savunulması ve sahiplenilmesi üzerine kurulu, gerçekten demokratik ve bilimsel, sömürüsüz ve sınıfsız bir toplum oluşturma çabalarına katkı sunacak bir eğitim, çoğunluğun egemenliğini ve sosyalizmin varlık koşullarını varsayan bir eğitimdir. Bu gerçek, kapitalist ülkelerde, eğitim hakkı için mücadele edilmemesine kuşkusuz götürmez. İşçi sınıfının 200 yıllık mücadelesi sayesinde, eğitim, kendi ihtiyaçlarının dayatmasının yanında (fabrika işçisinin makinaları kullanabilmek için belirli bir eğitimden geçmiş olması zorunludur), burjuvazi tarafından da bir hak olarak kabul edilmiştir. Bu hakkın ilerletilmesi de, yine başlıca burjuvaziye karşı verilecek mücadeleye bağlıdır.

 

BİR HAK OLARAK EĞİTİM

Başta İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi olmak üzere, birçok uluslararası belgede, ülkelerin anayasalarında ve eğitim yasalarında, eğitimin bir insan hakkı olduğu vurgusuna rastlanmaktadır[1]. İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin 26’ncı maddesi eğitim hakkını düzenlemektedir[2]:

1. Herkes, eğitim hakkına sahiptir. Eğitim, en azından ilk ve temel eğitim aşamasında parasızdır. İlköğretim zorunludur. Teknik ve mesleksel eğitim herkese açıktır. Yüksek öğrenim, yeteneğe göre, herkese eşit olarak sağlanır.

2. Eğitim, insan kişiliğini tam geliştirmeye ve insan haklarına ve temel özgürlüklere saygıyı güçlendirmeye yöneliktir. Eğitim, tüm uluslar, ırklar ve dinsel gruplar arasında anlayış, hoşgörü ve dostluğu özendirir ve Birleşmiş Milletlerin, barışın korunması yolundaki etkinliklerini daha da geliştirir.

3. Ana babalar, çocuklarına verilecek eğitimi seçmede öncelikle hak sahibidir.*

Eğitim hakkına vurgu yapan diğer bir uluslararası belge, Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi’dir[3]. Sözleşmenin 13 ve 14’üncü maddeleri eğitim hakkı ile ilgilidir. On dördüncü madde, zorunlu ve parasız ilköğretimin aşamalı olarak yaygınlaştırılmasını, taraf devletçe sözleşmenin kabulünden itibaren iki yıl içinde planlama yükümlülüğü getirmektedir. On üçüncü maddenin ilk üç fıkrasında; herkesin eğitim hakkına sahip olduğu vurgulanmakta, bu hakkın yaşama geçirilebilmesi için devletler tarafından alınması gereken önlemler (ilköğretimin zorunlu ve parasız olması, ortaöğretimin herkes için açık ve ulaşılabilir olması vb.) sıralanmakta ve ebeveynlerin çocukları için özel okulları seçme özgürlüğü ve çocuklarına kendi inançlarına uygun dinsel ve ahlaki eğitim verme serbestlikleri yer almaktadır. Dördüncü fıkra ise, hak kavramı ile çelişen bir biçimde eğitimde özel girişimin serbestliğini düzenlemektedir: “Bu maddenin hiç bir hükmü, bireylerin ve kuruluşların eğitim kurumları kurma ve yönetme özgürlüklerini kısıtlayacak şekilde yorumlanamaz; bu özgürlüğün kullanılması, daima, bu maddenin 1. fıkrasında ortaya konmuş olan ilkelere uyulmasına ve böyle kurumlarda verilen eğitimin Devlet tarafından belirlenebilecek asgari standartlara uygun olması gereğine bağlıdır.” İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi de, Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi de, eğitimi bir hak olarak tanımlamıştır. Ancak, ikincisinde daha belirgin olmakla birlikte, her ikisinde de, eğitimin paralı olması ile eğitim hakkı bir arada ele alınmaktadır. Oysa ki, pazar ekonomisinin geçerli olduğu toplumlarda, yani bir hakkın ticari meta yapıldığı bir durumda, o hakkın tam olarak kullanılabilirliğinden söz etmek olanaklı değildir.

Eğitimin temel bir insan hakkı olması, kamusal sorumluluğu, yani devletin herhangi bir ayrım gözetmeden, herkese, nitelikli eğitimi parasız olarak sunmasını gerektirmektedir. Eğitimin kamusal bir sorumluluk değil, parayla alınabilen bir mal olması ise, onun bir hak değil, kişilerin maddi olanaklarına göre yararlanabildikleri bir ayrıcalık durumuna dönüşmesine yol açmaktadır[4]. Eğitimin hak olarak görülmesi devlete bir sorumluk yüklerken, bir hak değil de “gereksinim” olarak algılanması, bu sorumluluğun ailelere ve bireylere devredilmesi anlamına gelir. Gereksinim-hak söylemleri bilinçli tercihlerdir. “Gereksinim” söyleminin tercihi, eğitimin özelleştirilmesini, hak söylemi ise, eğitimin kamu tarafından finanse edilmesini gerektirmektedir[5].

Eğitimin bir hak olduğundan bahseden uluslararası belgeler, eğitimin özelleştirilmesini yasaklamadığı gibi, yasaklanmasını da engelleyici hükümler içermektedir. Eğitimin bir hak olduğunu söyleyen bu belgelerdeki özelleştirmeyi ve paralı eğitimi savunan anlayış, nasıl açıklanacaktır? Aslında dikkatli incelendiğinde, gerek Birleşmiş Milletler, gerekse Avrupa Birliği tarafından kabul edilen bu tür metinlerde, eğitim hakkı, zorunlu ilköğretim düzeyi ile sınırlı tutulmakta, ortaöğretim ve yükseköğretim düzeylerinde eğitim, tam anlamıyla bir hak olarak tanımlanmamaktadır. Çünkü eğitim hakkının olmazsa olmaz koşullarından birisi olan “parasız eğitim”, bu düzeylerde zorunlu tutulmamaktadır. Uluslararası örgütlerin bu çelişkili tutumları, elbette ki, onların burjuva, emperyalist nitelikleriyle uyumludur ve yön verici kapitalist emperyalist devletlerin baskın konumlarıyla ilgilidir. Bu konum, sosyalist devletlerin kapitalizme geri dönüşleriyle birlikte daha belirgin bir hal almıştır. Bilindiği gibi, genelde ekonomide, özel olarak da eğitimde özelleştirme uygulamaları, Sovyetler Birliği’nin çözülme sürecinin yaşandığı 80’li yıllardan itibaren hızlanmıştır.

 

ÖZELLEŞTİRME

Özelleştirme, devlet tarafından yürütülen mal ve hizmet üretimi etkinliklerinin, çeşitli yollarla, “özel teşebbüs”e (sermaye sahiplerine) devredilmesi olarak tanımlanabilir. Bu devir işlemi, yalnızca mülkiyet devri ya da satış şeklinde değildir. Dünyada özelleştirmenin başlangıcından bu yana, özelleştirme yanlısı iktisatçılar, hükümet ve devlet yöneticileri tarafından, karşılarına çıkan muhalefetin gücünü zayıflatabilmek için, çok çeşitli özelleştirme yolları bulunmuştur. Özelleştirme yazınında, genellikle dört tür özelleştirme uygulamasından bahsedilmektedir[6]:

1. Devlet mülkiyetindeki işletmelerin özel sektöre satılması. Özelleştirme yanlısı iktisatçılar, satış yoluyla özelleştirmenin, devlete çok kısa sürede önemli tutarlarda gelir sağladığını ileri sürmektedirler. Ancak yakın zamanda TÜPRAŞ’ın satışında da görüldüğü gibi, özelleştirme, devlete gelir sağlamak şöyle dursun, devletin gelecekte elde edebileceği yüksek gelirlerden vazgeçmesi şeklinde sonuçlanmaktadır[7].

2. Mal ve hizmet üretimindeki devlet tekelinin kaldırılması. Bu tür özelleştirmede devlet, yaptığı yasal ve kurumsal düzenlemeler yoluyla, sermayenin, tekel durumundaki sektöre girişine izin vermektedir. Türkiye’de PTT’nin özelleştirilmesine, 1991 yılında bu tür yasal ve kurumsal düzenlemelerle başlanmıştır[8]. Özelleştirme taraftarları, mal ve hizmet üretiminde devlet tekelinin kaldırılmasının, rekabete ve seçmeye olanak tanıyarak, tüketicinin lehine olacağını iddia etmektedirler. Ancak sonuç hiç de böyle değildir. Özellikle cep telefonu faturalarının yüksekliği, özelleştirmenin tüketicilerin değil, işletme sahiplerinin çıkarına sonuçlandığını göstermektedir.

3. Mal ve hizmet üretiminin özel kesime ihale edilmesi (hizmet satın alınması). Finansmanı devlet tarafından karşılanmak koşuluyla, çeşitli mal ve hizmetlerin üretiminin özel kesime yaptırılmasıdır. Örneğin, otoyolların, okul, hastane vb. hizmet binalarının yaptırılması gibi inşaat işleri, çöp toplama, personel taşımacılığı vb.,bir çok hizmet, bu şekilde özel kesime gördürülmektedir. İhaleye katılan şirketler arasında oluşacak rekabet sonucunda işin daha ucuza yaptırılacağını, böylece bütçede tasarruf sağlanacağını iddia eden burjuva iktisatçıları; gerçekte tam rekabetin sağlanmadığını (sağlansa bile özellikle kamu hizmetlerinin bu yolla hak olmaktan çıkarıldığını), işlerin istenilen nitelikte yapılmadığını, ihalelerde büyük çaplı yolsuzlukların yaşandığını ve özellikle hizmet işkolunda görüldüğü gibi işçilerin çok düşük ücretlere çalıştırılarak, sermaye tarafından haksız kazançlar elde edildiğini gizlemektedirler. İşlerin ihale yoluyla özel kesime yaptırılması, kaynak tasarrufunu değil, olsa olsa kaynakların sermayeye aktarımını sağlamaktadır.

4. Kupon sistemi. Kupon sisteminde, devlet, mal ve hizmetlerden yararlanacak olan tüketicilere, ihtiyaçlarını karşılamaları için ödeme yapmaktadır. Örneğin, özel eğitime muhtaç çocuğu olan bir aile, çocuğunu devlete ait olmayan bir özel eğitim ve rehabilitasyon kurumuna götürdüğünde, devlet, aile adına kuruma ödeme yapmaktadır. Benzer bir şekilde, kamu görevlilerinin özel hastanelerden yararlanmaları durumunda da belli bir miktar ödeme, devlet tarafından yapılmaktadır. Dünyada, kupon sisteminin en yaygın olarak kullanıldığı alanlardan birisi de eğitimdir. Özelleştirme yanlıları, bu tür özelleştirmede de kamu harcamalarında tasarruf sağlandığını iddia etmektedirler. Halbuki gerçek böyle değildir. Tüketicilerin özel işletmelere yönlendirilmesinin altındaki gerçek amaç, özel “girişim”in desteklenmesi, devletin bu alanlardaki mal ve hizmet üretiminin daraltılması ve giderek ortadan kaldırılmasıdır. 2006 yılının daha ilk on ayında sağlık bütçesinin tüketilmiş olması, özelleştirmenin kaynak tasarrufu sağlamadığını göstermektedir.

Bu dört özelleştirme türünün ilk olarak uygulandığı ülke İngiltere’dir. 1979 yılında Thatcher’ın iktidara gelmesiyle başlayan özelleştirme vurgunu, kapitalistler açısından çok da rahat yürümemiştir. İngiltere’de, başta özelleştirilen işletmelerde çalışan işçiler olmak üzere, bu işletmelerin ürünlerini kullanan tüketicilerin de dahil olduğu, özelleştirmeye muhalif bir hareket ortaya çıkmıştır. Hükümet, bu muhalefeti kırmak amacıyla çeşitli yollara başvurmuş ve sonuçta da “başarıya” ulaşmıştır. Thatcher hükümeti tarafından geliştirilen ve uygulamaya konulan özelleştirme stratejisi, işçi sınıfının ve halkın büyük bir kesiminin muhaliflikten taraftarlığa geçmelerine neden olmuştur. Bu süreçte, özelleştirme karşıtı muhalefeti dağıtan en etkili silah, ideolojik ve politik propagandanın yanında, işçilere ve halka bedelsiz ya da indirimli hisse satışı olmuştur[9].

1984’te, –işçi sendikalarının tepkilerine rağmen– İngiliz telefon kuruluşu British Telecom’un satılması, bir anda, İngiltere’de herhangi bir türde hisse sahibi olan kişilerin sayısını ikiye katlayarak, iki milyon yeni İngiliz yatırımcısı yaratan stratejinin klasik bir örneğidir. Şimdi artık, özelleştirilmiş bulunan British Telecom’u destekleyen o kadar geniş bir hisse sahibi seçim çevresi var ki, yeniden millileştirmenin politik olarak bu yolla oldukça zorlaştırılmış olduğunu söylemeye gerek yoktur.

Özelleştirme yanlısı bir iktisatçı olan Butler’ın görüşleri, işçi sınıfının nasıl kandırıldığı ve bölündüğünün ispatıdır. Butler, İngiltere’de yaşama geçirilen bu stratejinin, “üçüncü dünya ülkeleri” için örnek alınacak dersler içerdiğini söyleyerek, özelleştirme için anahtar öğenin, “işçi sınıfı ve halkın muhalefetini kıracak uygun ortamın yaratılması” olduğunu belirtmektedir. Butler’ın özelleştirme yapacak devletlere önerileri kısaca şunlardır[10]:

1. Devlet yönetiminin yeniden yapılandırılması. Buna göre, devlet, mal ve hizmet üreticisi olarak değil, mal ve hizmetlerin sunulmasını kolaylaştıracak biçimde örgütlenmektedir. Türkiye’de, 1980’lerin başından itibaren, kamu yönetiminin bu amaç çerçevesinde yapılandırılmasına ilişkin çok sayıda yasal düzenleme yapılmıştır. Bu konudaki en yakın ve çarpıcı örnek, üst kurulların (Enerji Piyasası Üst Kurulu vb.) kurulmasıdır.

2. Talebin özel kesime kaydırılması. Bir yandan kamu tarafından sunulan hizmetlerin nicel ve nitel olarak özel “teşebbüs” karşısında geriletilmesi, diğer yandan da politik ve psikolojik propaganda ve özel işletmelerin afişe edilmesi yoluyla, tüketicilerin mal ve hizmet ihtiyaçlarını özel işletmelerden karşılamalarına ilişkin istekleri artırılmaktadır. Örneğin, kuşkusuz maddi olanaklara sahiphastaların devlet hastaneleri yerine, özel hastaneleri “tercih etmeleri”, böylesi bir özelleştirme stratejisinin sonucudur. Çünkü halkın “kuyruklar”la ve personel ve cihaz vb. yetersizlikleriyle bıktırıldığı Türkiye’de, devlet hastanelerine karşı, devlet tarafından ciddi bir güvensizlik geliştirilmiştir.

3. Özelleştirme yandaşı koalisyonlar oluşturmak. Özelleştirme kararının ardından oluşacak muhalefeti bölmek ve zayıflatmak amacıyla, özelleştirmeden çıkar sağlayacak kesimler, devlet tarafından özelleştirme öncesinde örgütlenmekte ve desteklenmektedir. Bu destekten nasibini alan bazı “sivil toplum örgütleri”, hükümetlerin özelleştirme hareketlerindeki en büyük yardımcısı olarak işlev görmektedirler. Fonlanmış “STK” ve benzeri örgütlenmelerin yaygın medyayı da kullanarak yaptıkları propaganda, özelleştirme karşıtı muhalefetin bölünmesine ve zayıflamasına neden olmaktadır.

4. Özelleştirme karşıtı birlikleri ortadan kaldırmaya girişmek. Özelleştirme karşısındaki en önemli güç, kamuda çalışan emekçilerdir. Özelleştirilen işletmelerde çalışan işçi ve kamu emekçilerinin, işlerini kaybetme korkuları, bu muhalefetin en önemli zaafıdır. Bu nedenle özelleştirmeci hükümetler, özelleştirilen kurumlarda çalışan kamu emekçilerini, diğer kamu kurumlarına aktararak, emeklilikleri dolanları emekli ederek ve/veya özelleştirme karşıtı eylemleri anti demokratik yöntemlerle bastırarak, özelleştirme karşısında oluşan birlikleri ortadan kaldırmaya çalışmaktadırlar. Hatta Türkiye’de işçi sınıfı, sağcı-solcu, Türk-Kürt, Alevi-Sünni, laik-anti laik vb. yapay gerekçelerle baştan bölündükleri ve farklı sendikalarda örgütlendikleri için, özelleştirmeci hükümetler, sınıfın birliğini dağıtmakta çok da zorlanmamaktadırlar.

5. Mülkiyeti yaygınlaştırmak. Yukarıda anlatılan British Telecom örneğinde olduğu gibi, özelleştirilecek bir işletmenin hisseleri, çalışanlara ve halka satılmaktadır. Böylece özelleştirmeye karşı çıkması muhtemel kesimler, özelleştirmenin ortağı durumuna getirilmektedir. Türkiye’de de, “halka arz” adı altında, KİT’lerin hisseleri satılmaktadır. Ancak zaman içinde bu hisseler, büyük sermaye gruplarının ellerinde toplanmakta ve halka arz, bir aldatmacadan öte gitmemektedir.

6. Vergi teşviklerini artırmak. Gerek sermayeye, gerekse tüketicilere sağlanan vergi teşvikleri, özelleştirmenin gerçekleştirilmesi sürecinde bir araç olarak kullanılmaktadır. Türkiye’de, özel sigortacılık hizmetlerinden yararlananlara getirilen vergi matrahı indirimi, böylesine bir uygulamadır.

Yukarıda sıralanan uygulamalar, özelleştirmeci hükümetlerin, işçi sınıfı ve halk muhalefetini kırmak için kullandığı stratejileri göstermektedir. Özelleştirme karşıtlarının, bu stratejiler karşısında, ciddi sınıfsal mücadele programları oluşturmaları zorunludur. Çünkü özelleştirme, ‘sınıf’ın içine kadar girmiş bir sorundur.

EĞİTİMDE ÖZELLEŞTİRME

Türkiye’de eğitim, Cumhuriyet’in kuruluşundan bugüne kadar, hiçbir dönemde tam olarak kamusal hizmet ve bir hak konumuna gelememiş, Cumhuriyet hükümetleri de bunun için gerekli çabayı göstermemiştir. Cumhuriyet’in kurulduğu ilk yıllardaki özel yabancı ve azınlık okullarına, 1950’lerden itibaren özel (Türk) okulları eklenmeye başlanmış, 1980’lerden sonraysa özel okul sayısı hızla artmıştır. Bir diğer deyişle, Türkiye’de eğitim hizmeti, hiçbir zaman devlet tekeli altında bulunmamış ve özellikle yoksul ailelerin çocukları başta olmak üzere, kız çocukları, kırsal kesimde ve/veya doğuda yaşayan çocuklar; eğitim hakkından tam olarak yararlanamamıştır. Bölgesel, cinsel, sınıfsal vb. eşitsizlikler, Cumhuriyet hükümetlerinin çözemediği eğitim sorunları arasında daima ilk sırada yer almıştır. Bu sorunun çözülememesinin temelinde, başa gelen hükümetlerce eğitimin bir hak olarak görülmemesi; eğitim olanakları konusunda özel ve devlet okulları arasında yaratılan uçurumun, bizzat devlet tarafından, kendi okulları (Anadolu Lisesi, Süper Lise ve Genel Lise) arasında da yaratılmasına yol açan özelleştirmeci politikalar yatmaktadır.

Eğitimde özelleştirme konusu iki açıdan incelenebilir. Birincisi, doğrudan eğitim öğretim ile ilgili hizmetlerin özelleştirilmesi, ikincisi de, eğitim öğretime destek olarak sunulması zorunlu hizmetlerin (temizlik hizmetleri vb.) özelleştirilmesidir. Her iki tür özelleştirmenin de, 24 Ocak 1980 ekonomik kararları ertesinde hızlandığı söylenebilir. Ancak unutulmamalıdır ki, ’80 öncesi “planlı kalkınma” dönemi de, eğitimde özelleştirme girişimlerinin yaşandığı bir dönemdir. 1965 yılında kabul edilen Özel Öğretim Kurumları Kanunu, ’60’ların sonunda yaşama geçirilen özel meslek yüksekokulları girişimi ve özel okul teşviklerinin artırılması; bu dönemin (’60-80 dönemi), ’80’lerin özelleştirme altyapısının oluşturulduğu yıllar olduğunu göstermektedir. Hatta bu dönem, kimi iktisatçılarca, “devlet eliyle planlı bir biçimde zengin yaratma dönemi” olarak tanımlanmaktadır ki, bu, hiç de yanlış bir saptama değildir[11].

1960-80 döneminde eğitimde yaşanan özelleştirme uygulamaları, Dördüncü Beş Yıllık Kalkınma Planı’nda, –önceki üç plandan farklı bir yaklaşımla– bir sorun olarak dile getirilmiştir: “Ekonomik ve toplumsal alanlarda alınacak diğer önlemlere paralel olarak eğitim sisteminde yapılacak düzenlemelerle eğitimin artan hızla ticari meta haline dönüşmesini engellemek, olanak eşitliğini sağlamak temel ilkelerdendir.[12] 12 Eylül darbesi yapılmamış olsaydı, bu ilke yaşama geçirilebilir miydi bilinemez, ancak en azından darbenin buna engel olduğu ileri sürülebilir. Çünkü darbe, tam da yeni liberal politikaları getiren 24 Ocak 1980 ekonomik kararlarının ertesinde yapılmış ve darbe sonrasındaki ilk genel seçimlerde, bu kararların mimarı bir bürokrat olan Turgut Özal, darbeden sonra kurduğu Anavatan Partisi’ni iktidara taşımıştır.

24 Ocak Kararlarının dayandığı yeni liberal politikalar, 12 Eylül 1980 askeri darbesinin yarattığı baskıcı ortamda yaşama geçirilmiştir. Bu süreç, “planlama” anlayışının da –en azından Dördüncü Beş Yıllık Kalkınma Planına göre– değiştiği yeni bir dönemin habercisi olmuştur. Darbe sonrasının ilk “kalkınma planı” olan Beşinci Beş Yıllık Kalkınma Planı’nda, eğitimde özelleştirme girişimi açık olarak kendisini göstermiştir[13]:

“Beşinci Plan Dönemi sonunda ilkokul öncesi okullaşma oranı % 10’a çıkarılacaktır. Bu hedefin gerçekleştirilmesi ve ana okullarıyla ana sınıflarının yaygınlaştırılması için kamu ve özel kuruluş imkanlarından azami derecede yararlanılacaktır.

“…

“Devlet-işçi-işverenin katılacağı hem yaygın eğitim, hem hizmet-içi eğitim maksadıyla mesleki yaygın eğitim fonu kurulacaktır.

“…

“Özel okullar teşvik edilecektir.

“…

“Eğitim hizmetlerinin maliyetine katılma uygulamasına başlanacaktır.”

Türkiye’deki eğitimde özelleştirme uygulamaları, özelleştirmenin dört türü ile karşılaştırıldığında, şu sonuçlara ulaşılmaktadır:

1. Okulların özel kesime satılması. Son yirmi yıl içinde, hükümetler tarafından, okulların satışı için birkaç kez girişimde bulunulmasına karşın, şimdiye kadar böyle bir satış işleminin olduğu görülmemektedir. Okul satışına ilişkin girişimler, özellikle Ankara ve İstanbul gibi metropol illerin merkezi ya da arsa rantı yüksek yerlerindeki okullar için söz konusu olmuştur. Bu girişimlerdeki temel amaç, satılacak okulların arsasına yapılacak iş merkezi vb. binaların sağlayacağı yüksek rantın, sermayeye aktarılmasıdır. Okul satışlarında hiçbir zaman, satılacak okulun özel mülkiyet sahipleri tarafından eğitim öğretim amacıyla işletilmesi düşünülmemiştir. Ancak unutulmamalıdır ki, özelleştirme uygulamalarının nihai hedefi, kamudan özel kesime mülkiyet ve yönetim devrinin gerçekleştirilmesidir. Bu nedenle önümüzdeki yıllarda, okul satışı ya da okul yönetiminin devri şeklindeki özelleştirme girişimleri ile karşılaşılması olasıdır. Hatta, özelleştirmecilerin “mülkiyetin yaygınlaştırılması” stratejileri çerçevesinde, okulların hisselerinin ya da yönetimlerinin, velilere ya da okul çalışanlarına devri şeklindeki uygulamalarla da karşılaşılabilir.

Öte yandan her öğretim yılı başında, okullara ödenek gönderilmediği halde, dönemin Milli Eğitim Bakanı tarafından, “Bu yıl kayıt parası alınmayacaktır!” denilmesine karşın, kayıt parası ödemek, veliler için genel bir dayatma durumuna getirilmiştir. Okul müdürleri, neden kayıt parası aldıkları sorulduğunda, çoğunlukla, okulun zorunlu giderleri (yakacak, elektrik, su, temizlik, onarım vb.) için devletin okula ödenek göndermediğini söylemektedirler. Doğrudur, devlet okullara ödenek göndermemektedir. Okulun ihtiyaçlarını karşılamak zorunda olan okul yöneticileri, hükümetlerin bu yanlış politikası ile mücadele etmek yerine, kolay ve koltukları için tehlikesiz yolları seçmekte ve ellerini velilerin ceplerine sokmaktadırlar. Böyle davranan bir okul yöneticisinin kamu görevlisi olduğu ya da kamusal bir hizmeti yerine getirdiği söylenebilir mi? Okulu, işletme olarak görmeye başlayan bir okul yöneticisi, bir süre sonra kendisini de işletme sahibi olarak görmeye başlayacak, böylece okul, sanki özel söktöre devredilmiş gibi işlemeye başlayacaktır[14]. Bu nedenle, okulların satışını gerektiren bir durum kalmamaktadır. Çünkü, işletme sahibi gibi davranan okul yöneticileri yüzünden, eğitim hizmeti, kamusal bir hak olmaktan adım adım uzaklaştırılmakta, ticari bir meta haline getirilmektedir. Halbuki okul yöneticisi de bir kamu emekçisidir ve halk için hizmet üreten bir kamu görevlisi bilinciyle davranmak durumundadır. Bunun gereği olarak, eğitimin özelleştirilmesine karşı çıkmak ve yöneticilik görevinden alınmayı da göze alarak, özelleştirme karşıtı birliğin bir parçası olmak zorundadır. Ancak, kuşkusuz ki, okulların özelleştirilmesi sorunu, “işletme sahibi gibi davranan” ve kendilerine dayatılan velilerin cebine el atmaya karşı tutum geliştirme cesareti gösteremeyen “müdürlerin sorunu” değildir, ama, tekeller ve neo-liberal politikalarıyla, bu politikaların yürütücüsü hükümetleri kapsayarak, sistem sorunudur. Şimdi müdürlerin de bu sisteme bağlanarak, onun bir parçası haline getirilmesi yönündeki gelişmeyle karşı karşıyayız ki, sorunu doğru koyarak, müdürleri de, kendilerine dayatılana karşı çıkmaya ve eğitim hakkı için gençliğin ve halkın mücadelesine bağlamaya çalışmak, doğru olacaktır.

2. Eğitimde devlet tekelinin kaldırılması. Daha önce de söylendiği gibi, Türkiye’de hiçbir dönem eğitim hizmeti sunumunda devlet tekeli olmamıştır. Yalnızca yükseköğretim alanında kısıtlayıcı bir takım hükümler bulunmaktaydı. Bu da, 6 Kasım 1981 tarihli 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu’nda yapılan düzenleme ile ortadan kaldırıldı. Türkiye’de ilk özel üniversite, 20 Ekim 1984 tarihinde kuruldu[15]. Özel Öğretim Kurumları Kanunu’nda yapılan değişikliklerle, son yıllarda özel okullara yeni teşvikler ve vergi indirimleri sağlanma yoluna gidilmektedir. Ayrıca Türkiye’de kurs, dershane, etüt merkezi, eğitim merkezi vb. eğitim kurumları açma konusunda özel kesime büyük ölçüde kurumsal ve yasal kolaylıklar sağlanmış bulunmaktadır.

Ercan, özel okulların kurulmasının, kamudan özele bir mülkiyet değişimi gerçekleşmemesi nedeniyle, özelleştirme olarak değerlendirilmemesi gerektiğini söylemektedir[16]. Ancak, devletin kendisinin kullanabileceği kaynakları, özel okullara aktarması da bir tür “mülkiyet aktarımı” olarak düşünülebilir. Ve özel okulların kurulmuş olması, bu aktarımın sağlanmasının bir ön koşuludur. Ve belirtildiği gibi, özelleştirme, yalnızca kamu mülkiyetindeki varlıkların özel kesime devri anlamına gelmemektedir. Bununla birlikte, özelleştirme, devletin etkinlik yürüttüğü bir alanda, özel kesimin de girişimde bulunabilmesine olanak sağlayan yasal ve kurumsal düzenlemelerdir. 2547 sayılı Yasa ile getirilen izinler olmasaydı, yıllık ücretleri öğrenci başına 10 bin YTL’nin üzerine çıkmış özel üniversiteler kurulmamış olacaklardı.

Bugün Türkiye’de, eğitimin tüm düzeylerinde (okulöncesinden yükseköğretime kadar) faaliyet gösteren 1500’ün üzerindeki özel okul ve üniversitede 350 bine yakın öğrenci öğrenim görmekte ve 30 binin üzerinde öğretmen ve öğretim elemanı görev yapmaktadır. Tüm eğitim kurumlarındaki toplam öğrencinin % 2’den, öğretmenlerin ise % 5’ten fazlası özel kesimin işlettiği eğitim kurumlarında bulunmaktadır.

3. Eğitimin özel kesime ihale edilmesi. Eğitimde özelleştirme uygulamalarının bir diğeri de, eğitim öğretim hizmetinin yürütülebilmesi için zorunlu bir takım işlerin özel sektöre gördürülmesidir. Bu konudaki en çarpıcı uygulama, ilk ve ortaöğretim kurumlarında ücretsiz olarak dağıtılan ders kitaplarının özel sektöre ihale edilmesidir. Devlet, kendi bastırdığı ders kitaplarını kullanmak yerine, büyük rakamlar ödeyerek piyasadan ders kitabı satın almaktadır. Bunun yanında, zorunlu ilköğretim düzeyinde, köylerde yaşayan öğrencilerin merkezi okullara taşınması da özel sektöre ihale edilmektedir. Okul binalarının yapımı ve onarımı, temizlik ve güvenlik işleri, ders araç ve gereçlerinin temini, merkezi ya da yerel düzeyde ihale edilmek suretiyle özel sektörden karşılanmaktadır. Kamu hizmetlerindeki taşeronlaştırma yoluyla özelleştirme uygulamaları öyle bir noktaya gelmiştir ki, ileride taşeron eğitim şirketleri kurulur ve bu şirketler devlet okullarına öğretmen atamaya başlarlarsa, buna hiç şaşırmamak gerekecektir. Çünkü son beş yılda, Milli Eğitim Bakanlığı tarafından istihdam edilen öğretmenlerin çoğunluğu, kadrolu devlet memuru olarak değil, geçici sözleşmeli personel olarak atanmaktadır. Sendikasız ve güvencesiz olarak, kadrolu öğretmenlerden çok daha düşük ücrete çalışan sözleşmeli öğretmenler, öğretim hizmetlerinin taşeronlaştırılması için uygun bir pozisyonda bulunmaktadırlar.

4. Kupon sistemi. Özellikle Amerika kıtasında geniş bir uygulaması olan kupon sisteminin Türkiye’de uygulanabilirliği konusunda, eğitim bilimciler arasında öteden beri tartışmalar yapıldığı görülmektedir. Eğitimde kupon sistemi, devletin öğrenci başına belirleyeceği standart bir ödeneği velilere aktarması, velilerin de, seçtikleri okullara yapacakları ödemeyi, devletten aldıkları bu para ile gerçekleştirmesi şeklinde işlemektedir. Türkiye’de, henüz böyle bir uygulama bulunmamaktadır. Ancak devlet üniversitelerinde harç ücretlerini ödeme güçlüğü çekenlere verilen harç kredisi ile, özel üniversitelere yapılan devlet yardımları ve bu üniversitelere burslu öğrenci alınması, dolaylı olarak kupon sistemi olarak değerlendirilebilir. Ayrıca AKP’nin büyük bir reform gibi lanse ettiği “10 bin öğrencinin özel okullarda okutulması” girişimi, tam manasıyla kupon sistemi yoluyla özelleştirmedir.

 

SORUN HALKTA!

Halkın sorunu ya da ona dayatılan ve üstesinden gelmeye güç yetiremediği şey, tepkisizliğe sıkıştırılması ya da dayatmaları içselleştirmek üzere “zihinsel bir dönüşüm”e uğratılmaya zorlanmasıdır. Sevgi Altun’un, 26 Ekim 2006 tarihli Evrensel Gazetesi’nin okur yazar köşesinde yayınlanmış olan mektubunda anlattıkları, bu sorunu net olarak ortaya koymaktadır:

“…Maliyeti 5 bin YTL olan bu tahtanın alınmasını kabul edersek parasını 3. sınıf velileri olarak biz ödeyecektik. Ben buna hiç şaşırmadım. Ben ve benim gibi birkaç veli buna karşı çıktık. ‘Çocuklarımızın böyle bir eğitim görmesi çok güzel, ama bunu devlet karşılasın’ dedik. Ama bütün veliler bizim gibi düşünmüyor, ‘Her şeyi devletten beklemeyelim’ diyenler oldu.”

“Her şeyi devletten beklemeyelim” diyen bir veli, eğitimin, devletin temel görevlerinden birisi olduğunu göremeyecek kadar tekelci burjuvazinin etkisi altına girmiş ve eğitimde özelleştirmenin gönüllü/gönülsüz yandaşı konumuna gelmiş demektir.

Eğitimde özelleştirme, bir yandan eğitim öğretim hizmetlerinin eşitlik ve sosyal adalet içinde hak sahiplerine sunulmasını engellemekte ve sınıfta (okullarda) tamiri güç sorunlara yol açmakta; öbür yandan da, ideolojik ve politik etkileri sonucunda işçi sınıfın belirli bir kesimini de kapsayarak halkın bölünmesine ve genel anlamda özelleştirme karşısındaki mücadelenin zayıflamasına neden olmaktadır. Belki de esas tehlike bu noktadadır. Başlangıçta, “bağış” adı altında küçük paralar ödemeleri istenerek veliler –kuşkusuz, okula “ödemeler” yapabilmek üzere belirli bir gelire sahip olanlar, daha çok orta ve üst kesimleriyle küçük burjuvazi–, okullara para ödemeye alıştırılmışlardır. Şimdi ise, okulun çeşitli ihtiyaçları için “aidat” adı altında velilerden yıllık ücretler istenebilmektedir[17]. Yarın ise bunun adının “okul ücreti” olması; temel bir insan hakkı olan eğitimin, parası olanın yararlanabildiği, parası olmayanın ise, okullara ancak temizlik görevlisi olarak girebildiği eşitsiz ve adaletsiz bir duruma gelmesi olasıdır.

Tekeller ve özelleştirmeci hükümetler, özelleştirme karşıtı birliğin dağıtılmasının, amaçlarına ulaşmaları açısından hayati bir önemi olduğunu bildiklerinden, bu birliği dağıtmak için ellerinden geleni yapmaktadırlar. Devlet okullarında para toplama işinin Okul Aile Birlikleri kanalıyla velilerin üzerine yıkılması, velileri; öğretmenlerin uzman ve başöğretmen şeklinde kariyer basamaklarına ayrılmaları ve para toplamayan öğretmenler üzerindeki idari baskılar, eğitim emekçilerini; para getiremeyen öğrenciler üzerindeki psikolojik baskılar da öğrencileri bölmektedir. Bu bölünmenin önlenmesi ve sürecin tersine çevrilmesi göreviyse, eğitimin bir hak olduğunu ısrarla savunan eğitim emekçilerine, velilere, öğrencilere, genel olarak halka ve örgütlerine düşmektedir.

 

EĞİTİMDE ÖZELLEŞTİRMEYİ DURDURMAK MÜMKÜNDÜR

Butler’ın aktardığımız görüşleri dikkatlice incelendiğinde, anahtar kavramın, özelleştirmeye uygun bir ortamın sağlanması olduğu görülmektedir. Özelleştirme için uygun ortamın yaratılmasında, işçi sınıfının kontrolü dışında bir takım etkenler bulunmaktadır[18]. Ancak özelleştirmeci iktisatçı Butler’ın ısrarla vurguladığı nokta, özelleştirme karşıtı birliğin dağıtılmasıdır. Öyleyse eğitimde özelleştirmenin durdurulması için yapılacak ilk iş, özelleştirme karşıtı birliği güçlendirmektir.[19]

Eğitimde özelleştirme karşısında kurulacak bu birliğin unsurları; (1) eğitim ve bilim emekçileri (okul yöneticileri, öğretmenler, eğitim uzmanları, akademisyenler, müfettişler ve diğer çalışanlar), eğitim ve bilim emekçilerinin sendikaları; (2) veliler, veli dernekleri ve okul aile birlikleri; (3) öğrenciler, öğrenci dernekleri, öğrenci meclisleri, öğrenci temsilciler kurulları; (4) demokratik kitle örgütleri (İnsan Hakları Derneği vb.), meslek örgütleri (TMMOB vb.), diğer sendikalar ve emek ve demokrasi yanlısı siyasi partiler olarak sıralanabilir.

1. Eğitimde özelleştirmenin durdurulması konusunda eğitim ve bilim emekçileri ve onların sendikalarının önemli bir rolü vardır. Bu konuda Eğitim Sen, Eylül ayında başlattığı “Eğitime Yeterli Bütçe, Okuluma Ödenek İstiyorum” kampanyasıyla ilk adımı atmıştır. Bu kampanyanın, işyerlerine taşınması ve okulun bileşenleriyle buluşturulması gerekmektedir. Bunu yapacak olan, Eğitim Sen şube yönetimleridir.

Okul yöneticileri, öğrenci velilerinin de desteğini alarak, okullarında velilerden para toplanmasına son vermeli; okulun ihtiyaçlarının karşılanması için, bağlı oldukları il ve ilçe milli eğitim müdürlüklerini, Anayasa’nın emrettiği eğitim hakkını sağlama görevlerini yerine getirmeye davet etmelidirler. Bu girişim, okul yöneticilerinin soruşturulmalarına ve görevden alınmalarına neden olabilir. Ancak, eğitim hakkının anayasal bir hak olduğu düşünüldüğünde, böylesi bir girişimin, hem hukuki hem de meşru olduğu unutulmamalı ve mücadelesi verilmelidir.

Öğretmenler, para toplamalarını isteyen okul yöneticilerine karşı direnmeli ve para toplamanın yasal sorumlulukları altında olmadığını bilmelidirler. Mevcut yasalar çerçevesinde hiçbir öğretmene, öğrencilerden para toplamadığı için, okul yöneticileri tarafından idari bir ceza verilmesi olanaklı değildir.

Eğitim uzmanları ve akademisyenler, eğitimde özelleştirmenin yıkıcı sonuçları konusunda halkı bilgilendirici yazı ve konuşmalarıyla, mücadelenin teorik altyapısını güçlendirmelidirler. Eğitim deneticileri, özelleştirme karşıtı mücadele nedeniyle soruşturulacak eğitim emekçileri hakkında, eğitimin anayasal bir hak ve özelleştirmenin, bu hakkın kullanımını engelleyen bir unsur olduğunu göz önüne alarak karar vermelidirler. Diğer eğitim çalışanları ise (memur, hizmetli vb.), hizmet alanlarının taşeronlaştırılmasına karşı mücadele etmeli, işlerine ve ekmeklerine sahip çıkmalıdırlar.

2. Veliler, eğitimin temel bir hak olduğunu ve devletin, kendilerinin ödediği vergilerle eğitimi finanse etmek zorunda olduğunu bilmelidirler. Bu bilince sahip veliler, veli toplantıları sırasında diğer velilerin de bilinçlenmesi için çaba harcamalı, hiçbir şekilde okula ödeme yapmamalı ve Okul Aile Birliklerinde görev alarak, okullarda para toplanmasına son vermelidirler ki, bu, onların en doğal hakkıdır.

3. Öğrenciler, okul tarafından istenen paraları ödeyemeyen/ödemeyen ailelerini suçlamak yerine, okulların, kendilerine eğitim öğretim hizmeti sunmak üzere kurulmuş kamu kurumları olduğunu kavramalıdırlar. Para ödememeleri nedeniyle okul yönetimi ya da öğretmenler tarafından kendilerine yapılacak her türlü psikolojik baskı karşısında haklarını sonuna kadar savunacak idari ve hukuki yolları kullanmalıdırlar[20]. Ayrıca öğrenci örgütleri, eğitimde özelleştirme karşıtı ve eğitim hakkı mücadelesini, temel etkinlikleri arasına almalıdırlar.

4. Eğitim hakkının korunması ve bu hakkı ortadan kaldıran özelleştirme ile mücadele edilmesi, yalnızca eğitimin bileşenlerinin işi olarak görülmemelidir. Başta insan hakları dernekleri olmak üzere, demokratik bir toplum talebi olan tüm demokratik kitle örgütlerinin, meslek odalarının, işçi ve kamu emekçisi sendikalarının ve emekten ve demokrasiden yana siyasi partilerin, bu mücadeleye tüm güçleriyle katılmaları gerekmektedir:

Çünkü saldırı sınıfsaldır ve tüm halka karşıdır. Lokal olarak kamu hizmeti veren kurumları savunmak anlamlıdır. Ancak bu savunma hattı tüm ülkeye yayılmadıkça ve Seydişehir’i savunan işçi ile sendikasını savunan eğitim emekçisinin mücadelesi ve gücü birleştirilmedikçe, özelleştirmeye karşı kazanılacak olan zafer, biraz daha geleceğe ertelenmiş olacaktır. İşçi, köylü ve kamu emekçilerine tek merkezden yönelmiş özelleştirme saldırılarına karşı yürütülecek mücadele, birleşik bir mücadele olmak zorundadır.[21]

 

 

 


* Eğitim Sen Merkez Disiplin Kurulu Üyesi (erdalkucuker@yahoo.com)

[1] Eğitim hakkı konusunda daha fazla bilgi için bkz: Eğitim Sen. 4. Demokratik Eğitim Kurultayı ‘Eğitim Hakkı’, Ankara: Mart 2005, s. 15-170

[2] 10 Aralık 1948 tarihinde Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafından kabul ve ilan edilen İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından 27 Mayıs 1949 tarihinde kabul edilmiştir.

* İyiniyetli, özgürlüklerden söz eden, hak mücadelesine dayanaklık edecek açıklamalar kuşkusuz iyidir, ancak, günümüzde örneğin “hoşgörü”nün, ezen, saldırgan büyük uluslara, saldırganlık ve işgallerinde vb. hoşgörü anlamına geldiği ve BM ile barış ve barışın korunması kavramlarının hiç de bir arada kullanılamayacağı ortadadır. Yine ana-babaların seçme hakkının, tıpkı parasız ve eşit eğitim gibi, gerçekleşme koşullarının varolmadığını hepimiz bilmekteyiz.

[3] Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi, 16 Aralık 1966 tarihinde Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafından kabul edilerek üye ülkelerin imzasına açılmış, 3 Ocak 1976 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti ise, Sözleşme’yi, kabul tarihinden 34 yıl, yürürlük tarihinden de 24 yıl sonra imzalamış, TBMM tarafından 4 Haziran 2003 tarihinde, 13. maddesinin (3) ve (4)’üncü fıkralarına çekince konularak onaylanmıştır. Daha fazla bilgi için bkz: Eğitim Sen. 4. Demokratik Eğitim Kurultayı ‘Eğitim Hakkı’, Ankara: Mart 2005, s. 171-236

[4] Seçkin Özsoy, “Eğitim Hakkı: Kendi Dilini Bulamamış Bir Söylem”, Eğitim Bilim Toplum Dergisi, Ankara: Eğitim Sen Yayını, 2004

[5] Eğitim Sen, 4. Demokratik Eğitim Kurultayı ‘Eğitim Hakkı’, Ankara: Mart 2005, s. 19

[6] Stuart M. Butler (Çev. Coşkun Can Aktan), “Kamu Hizmetlerinin Özelleştirilmesi”, www.canaktan.org/ekonomi/

[7] Kamu İktisadi Teşebbüslerinin mülkiyet devri şeklinde satışına ve satış sonucunda bu işletmelerin ne duruma geldiklerine ilişkin olarak bkz: Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği (TMMOB), 20. Yılında Türkiye’de Özelleştirme Gerçeği Sempozyumu 26-27 Mayıs 2005, Ankara: 2005, s. 71-373

[8] Aynı, s. 97

[9] Butler, Ön. ver.

[10] Aynı.

[11] Yalçın Küçük, Planlama Kalkınma Türkiye, İstanbul: Tekin Yayınevi, 1978, s. 298.

[12] Milli Eğitim Bakanlığı (MEB), Kalkınma Planlarında Eğitim, Ankara: Araştırma Planlama ve Koordinasyon Kurulu Başkanlığı Yayını, 1993, s. 173.

[13] Aynı, s. 182-185.

[14] Eğitim Sen’in Eylül ayında başlatmış olduğu “Eğitime Yeterli Bütçe, Okuluma Ödenek İstiyorum Kampanyası”, diğer hedeflerinin yanında, okullarda velilerden para toplanmasının önlenmesi açısından önemli bir kampanyadır. Ancak bu kampanyanın sonuç alıcı olabilmesi; eğitim emekçileri, veliler ve öğrencilerin birlik olabilmelerine ve hayatın her alanına bu kampanyayı yayabilmelerine bağlıdır.

[15] 2547 sayılı Yasa’da, özel üniversitelerin vakıf üniversitesi olarak adlandırılması, basit bir aldatmacadan başka bir şey değildir. 1984 yılında kurulan Bilkent Üniversitesi, 10 binin üzerindeki öğrenci sayısıyla, hayli kârlı bir fabrika gibi işletilmektedir.

[16] Fuat Ercan, Eğitim ve Kapitalizm Neo-Liberal Eğitim Ekonomisinin Eleştirisi, İstanbul: Bilim-Öğretim Elemanları Sendikası ortak yayını, 1998, s. 172

[17] Evrensel Gazetesi, 27 Ekim 2006, Yıl 5, Sayı 1899, s. 5.

[18] Türkiye’de eğitimde özelleştirmenin gündeme gelmesini sağlayan etkenler için bkz: Ercan, Ön. ver., s. 165-168.

[19] Özelleştirme karşıtı birliğin bileşenlerine düşen görevler konusunda daha ayrıntılı bilgi almak için bkz: İhsan Çaralan, “Gençliğin Eğitim Hakkı Mücadelesi”, Özgürlük Dünyası, Ekim 2006, Sayı 174, s. 2-7.

[20] Eğitim hakkı ihlallerine karşı UNESCO’ya yakınmada bulunmak olanaklıdır. Öğrenci ve velilerin uluslararası sözleşmelerden doğan hakları ve bu hakların korunmasına ilişkin daha ayrıntılı bilgi için bkz: Mesut Gülmez, “Eğitim Hakkını Koruma Yollarını Biliyor muyuz?” ABECE Dergisi, Ekim 2004, Sayı 218.

[21] Erdal Küçüker, “Eğitimde Özelleştirme” 20. Yılında Türkiye’de Özelleştirme Gerçeği Sempozyum 26-27 Mayıs 2005, Ankara: TMMOB Yayını, 2005, s. 380.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑